|  | Kültür Ve Uygarlık |  | 
|  08-16-2012 | #1 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Kültür Ve UygarlıkKültür ve Medeniyet Bilim adamlarının üzerinde en çok durduğu konulardan bir tanesi Kültür, medeniyet ve uygarlık kavramlarıdır  Birbiriyle ilişkili olan bu kavramlar gündemdeki yerini her zaman korumuş, kitap, makale, deneme ve hatta şiirlerin esas teması olarak işlenmiştir   Bilimsel olarak kültür kavramını anlatabilmek için yıllarca çalışılmış, üzerinde düşünülmüş yanlışa sapmamak için gayret gösterilmiştir  Zira konu sadece bir ferdi değil, tüm toplumu ilgilendirmektedir  Toplumu ilgilendiren hususlarda ise hassasiyet gösterilmesi gerekir   Öyleyse üzerinde yıllarca çalışılan, düşünülen, yazılan, çizilen kültür ne demektir? Sözlük anlamının dışında, kavram itibariyle yaklaşık olarak 166 adet tanımı vardır   Bu tanımların esasında bir milletin hayat tarzı ifade edilmektedir  Bu ifadeleri kimileri hars, kimileri ekin, kimileri ise varlıklar şeklinde dile getirmişlerdir   Güney Afrikalı bir düşünür yapılan tüm tanımlamanın genel anlamda özetini çıkararak kültürü şöyle tanımlamaktadır  “Kültür; bir milletin, tarih boyunca elde etmiş olduğu maddî ve manevî değerlerin tümüdür  ” Görüldüğü gibi “ekin” demekle toplumların yaptıkları, hasat demekle yapılanların neticeleri, varlık demekle insanların yaşam tarzı ile kazanımları dile getirilmiştir   Bozkurt Güvenç “Eğitim yol ise, kültür, yolcunun hayatı boyunca yaşayarak öğrendiklerinin tümüdür  ” Şeklinde tanımlamaktadır   Kültür; bir milletin hayat tarzını ifade ederken, tarih sahnesine çıkışından günümüze kadar elde ettiği birikimlerdir  Bu birikimler gerek maddî anlamda, binaları, çarşıları, evleri, evlerin içerisinde kullandıkları, camileri, okulları, cadde ve sokakları, parkları, bahçeleri ve gerekse manevî hayatta ibadetleri, arkadaşlıkları, komşuluk ilişkileri, misafir karşılama ve uğurlamaları, ikramları, beklentileri, anne-baba-evlat ilişkileri, sanatı, edebiyatı kısaca hayatta vuku bulan tüm hadiselerdir   Antropologlar kültürü 4 temel kavram üzerinde yoğunlaştırarak açıklamaktadır   1- Kültür, bir toplumun, ya da bütün toplumların uygarlık birikimidir   2- Kültür, belli bir toplumun kendisidir   3- Kültür, bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir   4- Kültür, bir insan ve toplum kavramıdır  Toplumsal bellek olarak da kabul edilebilir   Toplumsal bir olgu olan kültür oluşturulurken ne tarafa doğru yönlendiğimiz çok önemlidir  Zira bugünün hayatı yarının kültür birikimidir   Belki fert olarak sokakta yürüyüşümüz, tanıdığımıza selam verişimiz, ondan selam alışımız bir şey ifade etmeye bilir  Ancak bu fertler bir araya gelip toplumu oluşturdukları zaman selamlaşmanın ve şeklinin büyük önemi vardır   Cemil Meriç’e göre kültür, insanı insan yapan bilim, iman ve terbiyeden oluşan “irfandan” çok daha fakir bir kavramdır   İngiliz tarihçi ve kültürolog Arnold Toynbee “Uygarlıktan insan toplumlarının, Batı, İslam, Uzakdoğu ve Hint-Uygarlığı diye sınıflandırılmasını anlıyoruz  Bu isimler aklımıza; din, mimarî, üslup ve gelenek açısından farklı şeyler çağrıştırmaktadır  ” Uygarlık anlamında batı Avrupa dillerinde kullanılan sözcük civilisation, doğu İslam dünyasında ise medeniyettir  Arapça olan medeniyet bir Medine’de yani kentte oturanların yaşam biçimlerini ve düzeyini belirten bir sözcüktür   Uygarlık antropolojik olarak “bir toplumun ya da toplumların birikimli kültürü” şeklinde ifade edilebilir   Öyleyse uygarlık ve medeniyet aynı anlama gelmekle beraber toplumların kültürel birikimleridir  “Uygar” ya da “medeni” olmak için öncelikle bir toplumun mensubu bulunmak gerekir  O toplum değerlerini benimseyip günlük hayatta uygulamak lazımdır   Toynbee’nin ifadesi bir anlamda dünya uygarlığını dört temel esasa ayırmaktır  Batı, İslam, Uzakdoğu ve Hint uygarlığı olarak sınıflandırması bunlar arasında bariz farklılıkların olduğunu vurgulamaktadır  Bu farklılığı ise inanışlar, yaşam tarzı, gelenekleri ortaya koymaktadır   Her canlı varlık gibi hareketli ve değişken olan kültür, buna bağlı olarak etkileşim içindedir   Toplumlar arasında iletişim olduğu sürece kültürel etkileşimde devam edecektir  Özellikle 21  yüzyılda kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, haber alma ve bilgi edinme kolaylığının görülmesi bu etkileşimi hızlandırmıştır  İngiliz Antropolog Taylor her ne kadar kültürü 3’e ayırarak “batı kültürü”nü en üst seviyeye taşımışsa da, yirminci yüzyılda bu tezin yanlış olduğu diğer antropologlar tarafından tespit edilmiş, teknolojik üstünlüğün bir kültür üstünlüğü anlamına gelmeyeceği vurgulanmıştır   Toplumların yaşayışından, kullandığı teknolojiden dolayı üstünlüğünden bahsetmek yerine, ahlak, iman, inanç ve kutsal değerlere olan saygınlığı, bağlılığı ile değerlendirmek gerekir   Kültürler arası iletişim her zaman var olan bir durumdur  Bunun önüne geçmekte mümkün değildir  Ancak toplumlar kendi kültürlerine ne kadar bağlı ise birlik ve beraberlikleri de o derece sağlamdır  Zira ferdleri birbirine bağlayan kan bağından sonra yaşayış tarzıdır, tarih birliğidir, anlayış biçimidir  Temel konularda aynı anlayışa sahip fertler arasında ayrımcılığın olması söz konusu değildir   Tarihte bir çok millet kendi kültürlerine sahip oldukları ve geçmişlerini unutmadıkları için yeniden bir araya gelme şansına sahip olmuşlardır   Günümüzde kuşaklar arası çatışmadan söz edilmesinin ve tartışma konusu olmasının başlıca sebeblerinden bir tanesi geçmişe olan bağın zayıflığıdır   Torun, dedeyi anlamakta güçlük çekerse; dede ile torun arasında sorun baş gösterir   Çocuk; yazılı tarihini, edebiyatını, sanatını anlayamaz ve bir çok fraksiyonların peşinden koşarsa kimliğini tanımakta zorluk çeker   Toplum olarak köklü bir geçmişe sahibiz  Bu sebeple kültür birikimimiz hayli yüklüdür  Bu birikimin her bir parçası çok kıymetlidir  Çünkü, kültürümüzü oluşturan yapının temelinde insan ve iman vardır   Yani bizim kültürümüzün temelinde insan vardır  Allah ve ahiret inancı vardır   Fert olarak bir şey yapılacaksa insan ve iman göz önünde bulundurulmuş, fertlerin böyle düşünmesiyle toplumun değer yargıları ortaya çıkmıştır  Temelinde insan ve iman olan değerlerin oluşturduğu yapı sağlam bir zemin üzerine oturmuştur   Ancak günümüzde bu değerlerden uzaklaştırılıp, özellikle gençlerimiz ve çocuklarımız bir takım sapma kültürlerin peşine sürüklenmek istenmektedir  Bunun için de en yaygın kitle iletişim aracı olan televizyonlar, basın yayın organları kullanılmaktadır   Kültürler ve değerler aile, okul ve arkadaş çevresinde oluşturulurken şimdilerde bunlar arasına daha etkin olarak kitle iletişim araçları girmiştir   Bilinçli kullanılmayan bu araçlar gelecek neslin çok farklı yapıya bürünmesine neden olabilecektir  Zira dede ile torun arasındaki uçurum gün geçtikçe artmakta birbirlerini anlamakta güçlük çekmektedirler  | 
|   | 
|  | 
|  | Kültür Ve Uygarlık |  | 
|  08-16-2012 | #2 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Kültür Ve UygarlıkKültür - Uygarlık Kavramları Etkileşimi ve İlişkisi Dünyanın çeşitli ülkelerinde, özellikle de ülkemizde kültür ile uygarlığın birbirlerine karıştırıldığını, birlikte ve birbirlerinin adıyla tanımlandığı görülür  Bu iki kavramı bilinçli olarak birlikte ele alıp tanımlamaya çalışmak, genellikle birinin diğerine kıyasla çok daha zayıf olduğu ülkelerde rastlanmaktadır  XX  yüzyılın başına kadar kültür ve uygarlık, iki ayrı kavram olarak ele alınmaya devam edilmiştir  Kültür; insanın olgunlaşmak için harcadığı çaba (amaç), uygarlık ise; dünyayı değiştirmek için girişilen hareketler(araç) olarak görülmüştür  Sözgelimi Maclver:”kültür, yaşayış ve düşünüş tarzımız, sanat, edebiyat, dinle ilgili değerlerimiz, adet, gelenek ve eğlencelerimizdir, uygarlık ise; insanın yarar sağlamak amacıyla ve belirli bir hedefe ulaşmak üzere kullandığı her türlü araç ve gereçlerdir” diyerek kültür ve uygarlığı ayırmıştır  Türkçe’deki uygarlık sözcüğü Atatürk'ün öncülük ettiği dil devrimi yıllarında dile yeniden kazandırılmıştır  Onun yaygınlık kazanmasına kadar geçen dönemde Türkçe’de medeniyet deyimi kullanılıyordu  Arapça olan medeniyet bir Medine’deyani kentte oturanların yaşam biçimlerini ve düzeyini belirten bir sözcüktür   Ziya Gökalp, uygarlık ile kültür kavramlarını, zamanın ruhuna uyarak, ayrı tutarken, çağdaş dünyadaki yaygın eğilimi yansıtıyordu  Uygarlık evrensel, kültür ise yerel, yöresel, etnik veya en azından milli sayılırdı  Günümüzde de uygarlık ile kültür kavramları farklı anlam ve bağlamlarda kullanılmaktadır  Sözgelişi, “Mısır, İslam, Batı, Çin hatta Fransız medeniyetleri” kimseyi rahatsız etmez de, Alman, Japonya, ya da Lapon, Eskimo, ya da Yakut medeniyetleri” tuhaf karşılanır  Bilerek bilmeyerek, bilinçli ya da bilinçdışı olarak bu ayırımda kullanılan ölçütleri nelerdir? Kültürle uygarlığı ayıran, Batı’ya, İslam’a, Çin’e uyup da, Doğu’ya, Budizme, ve de Japonya’ya uymayan nedir? Uygarlık ve Kültür kavramlarında ön plana çıkan ana temaları alt alta sıraladığımızda: Her uygarlık ya da her kültürde yukarıda sayılan özelliklerin tümü olmasa bile, hiç olmazsa bazıları vardır  Kültür ve uygarlık kavramları arasında çok yakın ilişki bulunduğu kuşkusuz olmakla birlikte, bunlardan hangisinin daha kapsamlı olduğu, eşanlamda kullanılıp kullanılmayacakları günümüzde de halen büyük bir tartışma konusudur   İçerik ve kapsam yönünden kültür ile uygarlık kavramlarına ilişkin görüşler üç kümede toplanmaktadır: 1- İki kavram arasında bir ayrım yapmayanlar (Tylor) Kültürün ilk bilimsel açıklamasını yapan Tylor, tanımına “kültür ya da uygarlık    ” diye başlamış ve böylece iki terimi eş anlamda kullanmıştı  Bu görüş genelde Alman bilim çevrelerinde tutunmuş görünmekle birlikte, Almanya dışındaki ülkelerde de paylaşılan bu görüşün, Türkiye'de belli başlı savunuculardan biri H  Ziya Ülken olmuştu  Atatürk de temelde bu görüşe katılmıştı  Onun 1930'larda bu konuda şunları yazdırdığını görüyoruz  “Uygarlığın ne olduğunu başka başka tanımlayanlar vardır  Bence uygarlığı kültürden ayırmak güçtür ve gereksizdir  ” On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru İngiliz antropolog Taylor, Darwin'in evrim teorisinden de etkilenerek dünya yüzündeki kültürleri üç ana bölüme ayırmıştır  Tylor,“Batı kültürü” ve uygarlığını basamağın en üstüne, "savage'' denilen yabanileri en alta, geçiş döneminde olan "barbarları'' da ortaya yerleştirmiştir  Ona göre dünya yüzündeki bütün toplumlar bu basamakları ağır çıkarak bir gün Batı uygarlığı düzeyine ulaşacaklardır   Yirminci yüzyılın ilk yarısında antropoloji ve diğer sosyal bilimlerde araştırma yapanlar giderek Tylor'un teorisinin tutarsız olduğunu kavramışlar ve hiçbir kültür ürünün diğerine kıyasla üstün olmadığını saha araştırmalarına dayanarak ortaya koymuşlardır    Bu bilim adamları teknolojik üstünlüğün kültür üstünlüğü anlamına gelemeyeceğini vurgulamışlardır  Tylor'un görüşü Amerika ve Batı Avrupa'da bugün geçerliliğini tamamen yitirip sosyal bilimler tarihine karışmıştır  Oysa ki Türkiye'de zaman zaman bu görüşün hala canlı olduğunu görmekteyiz   2-Uygarlığı kültürden daha geniş kapsamlı sayanlar ( A  Toynbee) Anglosakson sosyal bilimcilerinin çoğu Alman meslektaşlarının aksine, her toplumsal grubun bir kültürü olduğunu kabul etmektedirler  Bu yüzden de uygarlığı belli bir düzeye ulaşmış, en aşağısı yazıyı bulmuş topluluklar için kullanmaktadırlar  Ünlü İngiliz tarihçisi A  Toynbee'yi - içerik yönünden değişik görüşte olsa bile- kültürle uygarlık kavramlarını birbirinden ayıran ve uygarlığı daha geniş boyutlu bir kavram olarak değerlendirip şöyle demektedir: “Uygarlık, belki içinde bütün insanlığın, herkesi kapsayan tek bir ailenin üyeleri olarak, tam bir uyum halinde yaşayabilecekleri bir toplum durumunu yaratmak için girişilmiş bir çaba şeklinde tanımlanabilir  ” Türkiye'de kültür ile uygarlık kavramlarını kesin olarak ayıran ve kültüre ulusal bir içerik kazandırmaya çalışan kişilerin başında kuşkusuz ki Ziya Gökalp gelmektedir  Kültür kavramına bilimsel bir yaklaşımla eğilen ve kültür deyimine karşı hars sözüğünü kullanan Gökalp'ın görüşlerinin, toplumun büyük bir kesiminde etkinliğini hâlâ koruduğu da bilinmektedir  Ne var ki kültür ile uygarlık arasında köken ve içerik yönlerinden bu denli ayrılıklar sıralayan Gökalp, bir yıl sonra 1923'te yayımlanan “Türkçülüğün Esasları” kitabında, oldukça büyük bir değişikliğe yönelmiştir  Bu kez kültür ile uygarlığı içerdikleri öğeler bakımından birleştirmiş ve onlara eş anlam vermiştir   Gökalp'in görüşleri, bazı küçük farklarla Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Mehmet Kaplan gibi aydın ve düşünürlerce de ateşli bir biçimde savunulmaktadır   3-Kültürü uygarlıktan daha kapsamlı bir kavram olarak kabul edenler (Oswald Spengler) Bu görüşte olanların başında bir Alman olmasına karşın yukarıda değindiğimiz Germen ekolünün dışında kalan fizikçi-matematikçi Oswald Spengler gelmektedir  1922'de yayımlandığında büyük yankılar uyandıran “Batının Çöküşü”adlı kitabında Spengler, kültürü, tarihi belirleyen, ona şekil veren ilkeler diye tanımlamış ve onu çok kapsamlı bir kavram olarak değerlendirmeye çalışmıştı  Ona göre uygarlık ise, yaşama gücünü yitiren ve sona ermekte olan bir kültürün son evresi, kendisinden sonra gelen yeni kültüre kalıt olarak bıraktığı bir uzantıdır  Kendi içlerinde farklı alt-bileşenlerden oluşmakla beraber, uygarlık ile kültür’ün toplumsal yaşamın birbirinden ayrılamaz iki ana eksen olduğunu, uygarlıksız kültürün, kültürsüz de uygarlığın var olmayacağının altını çizmek gerekecektir  Çok basit bir özdeyişle; “uygarlık toplumların vücudunu, kültür ise tinini, ruhunu temsil eder  ” demek olasıdır  | 
|   | 
|  | 
|  | Kültür Ve Uygarlık |  | 
|  08-16-2012 | #3 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Kültür Ve UygarlıkTÜRK KÜLTÜR VE UYGARLIĞI ÜZERİNE DEĞERLENDİRME Türk tarihi alan olarak yalnızca Türkiye denen coğrafya parçası ile sınırlı bulunmamaktadır  Bunun sonucu olarak da Türk Kültürü ile Türkiye Kültürü arasında boyut ve süreç yönlerinden küçümsenmeyecek bir ayrılık vardır  Türk Kültürü dendiğinde, Türk kavminin tarih sahnesine çıkışından başlayarak günümüze dek süregelen ve Türklerin yerleştikleri, yaşadıkları, bugün de yaşamakta oldukları yerlerde yarattıkları, bugün de etkinliğini sürdüren kültür anlaşılmaktadır  Ana kaynağının Orta Asya olduğu bilinmektedir  Türklerin İslam öncesi dönemde geliştirdikleri bu özgün kültürün Çin ve Hindistan gibi komşu ülkelerin kültürlerinden de etkilendiğini kabul etmek gerekir  İslamiyet’in kabulünden sonra ise Müslüman Arap-İran kültürlerinin büyük etkisiyle yeni bir kültür bileşkesine ulaşıldığı da kuşkusuzdur  Türkiye Kültürü ise, Türklerin yerleşmesinden ötürü Türkiye denilen bu topraklarda onlardan önce de varolan, onların gelişiyle büyük bir değişikliğe uğrayarak devam eden ve günümüze ulaşan kültür anlamına gelmektedir  TÜRK varlığı ve TÜRK kültürünün kaynakları nerelere uzanmaktadır? Türk tarihinde belli başlı dört kültür değişim evresi mevcuttur  Bunlar; [*]Türk'lerin İslam dinine geçmeleri kültür değişmesinde bir evredir  [*]Türk'lerin Anadolu'ya yerleşmeleri, bu topraklarda daha önce yaşamış ya da o sıralarda bu uygarlıklarla kültür alışverişi ikinci evredir[*]Osmanlı İmparatorluğunun yayılışı, çeşitli dinlerde ve etnik ayrımlarda değişik halkları yönetmesi de, gene karşılıklı kültür alışverişi çerçevesi içinde diğer bir evredir  [*]Batılılaşma isteği ve bu yoldaki denemeleri ise geçirdiğimiz değişim evrelerinin son halkasıdır  İlk üç evre sonuçta Osmanlı kültürünün kişiliği de bir İslam-Türk bireşimine ulaşmıştır  Anadolu ise bu bireşimin yurdudur  Cevdet Paşaya göre; "Toplumlar ya da kültürler, canlılar gibi doğar, gelişir ve göçerler  Devlet örgütü, bu canlı varlığın hekimi ya da ilacı gibidir; kaderini değiştirmese bile ömrünü uzatmaya çalışır  " Oysa doğup göçenler, toplum ya da kültürler değil, devlet kurumları/yönetim örgütleridir  Her uygarlık, zirveye veya sona ulaştığında, kaygılanır, öz kaynaklarını araştırmaya başlar  Bu çaba Osmanlı'nın Tanzimat döneminde de görülmüştür  Türk Tarihi, yani ilk kimlik araştırmaları da böyle başlamıştır  Kendi köklerini arayan Osmanlı yüzyıllardır Osmanlı kimliğinde- veya gölgesinde- yaşayan göçebe Türk'ün varlığını da böyle keşfetmiştir  Temel soruya dönersek; "Kim kimin kimliğinde idi?" Osmanlı mı Türk'tü, yoksa Türkler mi Osmanlı? Dünyanın Osmanlı'yı "TÜRK" olarak gördüğü ama Osmanlı'yı "Devlet-i Aliyye" (Yüce Devlet veya Devletlerin yücesi) olarak adlandıran Osmanlı Ulemasının, Türk ve Türkmenleri küçümsemedikleri, hizmet ettikleri Devlet-i Aliyye ile onun kullarını yani kendilerini "TÜRK" saymadıkları aşikar bir şekilde anlaşılmaktadır   J  Arnold Toynbee'nin vurguladığı gibi; "Osmanlı, tarihi gelişme ve değişmeyi durdurmaya, üzerinde yaşadığı toprakları, yönettiği toplumları değiştirmeye çalışmıştı  " Gerçek bir Hadis-i Şerif olup olmadığı bilinmeyen, “Adetlerinizi terk etmeyiniz  Yeni adetler edinmeyiniz  ” sözü, Peygamberimize ait olmayabilir, ama; Osmanlı'nın dünya görüşü ve hayat felsefesine son derece uygun düşmektedir  Birinci Dünya Savaşı sonunda (1920) imzalanan Sevr Antlaşması ile İmparatorluğa son verilerek, Küçük Asya'nın etnik bölge halkları, bağımsız olarak yeniden yaratılmak isteniyor, Türk'lere Orta Anadolu ile Kuzeyinde geleceğe hiç de güven vermeyen bir sığınma bölgesi bırakılıyordu  M  Kemal Paşanın öncülük ettiği AMASYA GENELGESİ (22 Haziran 1919) birçok tarihçi tarafından Milli Mücadele ve Türk Devriminin başlangıcı olarak görülür  Uzun uğraşıdan sonra Cumhuriyet kurulmuştur ama Osmanlı'dan miras kalan yapısal-kurumsal çelişkiler Cumhuriyet döneminde sürmekte, su yüzüne çıkmaktadır  Buradaki temel güçlük, yeni Türk insanını yaratmak kararını veren devrimci önderin, yeni TÜRK insanını yetiştirmek üzere çağdaş bir kültür yaratmaya girişmesi; bu ülküsünü, çağdaş Batı örneklerinden esinlenerek, din veya kan birliği üzerine değil de, dil-kültür birliği ile tarih bilinci üzerinde gerçekleştirmek istemesinden kaynaklanıyordu  "Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültür olacaktır  " ama "geleneksel İslam kültürü değil, çağdaş-laik Türk Kültürü olacaktır  " şeklindeki söylevi ile ATATÜRK bu konuya açıklık getirmiştir  Enformasyon (Bilgi) çağının hüküm sürdüğü dünyamızda, tek sesli bir kültür birliğinin, en ilkel toplumlarda bile sağlanamadığı yadsınamazken, TÜRKİYE gibi bir kültürler mozaiğinde bu birliğin sağlanabileceği düşünülmemelidir  Birlik mi? çokluk mu? sorularının tarihi yanıtı, yüzyıllar önceden verilmiştir  Bu da, "çokluk içinde birlik, birlik içinde çokluk" tur  CHARLES TAYLOR ve çağdaş bir ekibin son günlerde ortaya koyup, irdelediği multıculturalısm (çok kültürcülük); Bir toplumda farklı kültürlerin bir arada yaşamasını onaylayan bir tanınma politikasını yansıtmaktadır   Bu görüşe göre; demokratik görüş açısından bakıldığında bir insanın etnik kimliği, o kişinin birincil kimliği değildir  Çok kültürlü demokratik toplumlarda çeşitliliğe saygı duyulması önemli ise de etnik kimlik, eşit değerde olmanın ve dolayısıyla eşit haklara sahip bulunma düşüncesinin dayandığı temel değildir  Liberal demokratik görüş açısından bakıldığında, bir insanın eşit tanınmayı talep etme hakkı vardır  Bunu talep ederken öncelikle ve birincil olarak insan kimliğine ve insan olmasının verdiği güce dayanacaktır  Etnik kimliği kesinlikle birincil dayanak değildir  Kimliğimizin/Kültürümüzün kökenleri sorununa yaklaşımda bugüne değin süregelmekte olan yöntem: "önce kültürümüzün kökenlerini araştırmaya yönelmeli, sonra ulusal bileşime gidilmeli" biçiminde ortaya konulmuştur  Yöntem doğrudur ancak büyük bir yanılgıya da düşülmektedir  Kültür kaynakları saptandıktan sonra, bu kaynaklardan yararlanarak bir bileşime gidilecek yerde, kökendeki kültür, bir bileşim sayılmaktadır  Oysa geçmiş bir kültürden bir bileşime gitmek başka, geçmiş bir kültürü bir bileşim sayarak çağımızda da geçerli kılmak başkadır  1932'de toplanan Türk Tarih Kongresi bu yanılgının ilk örneğini vermiştir  (Kültürümüzün kökenlerini Orta Asya Türk Halkı’nın geliştirdikleri kültürlere bağlamaktaydı)  Ulusal bir Kimlik/Kültür bileşimine varmak için tutulacak yol; dünden bugüne gelmek değil, tam tersine bugünden düne gitmektir  Dünden bugüne gelmek; ister istemez, geçmiş bir kültürü bugünde geçerli kılmak eğilimini de birlikte getirir  Atatürk’ün düşünce ve yorumlarındaki kültür=uygarlık özdeşliği, Antropolojinin kurucusu Tylor’ın (1871), kültür ya da uygarlık tanımını hatırlatır  Atatürk kültür kavramındaki bütüncülüğü ile son derece çağdaş bir çizgiyi, adeta bugün sözü edilen fakat kendisi görülmeyen küreselleşmeyi haber veriyordu  Ancak, aynı Atatürk, Türk ulusuna bıraktığı “çağdaş uygarlık düzeyine” (muasır medeniyet seviyesi) ulaşma ülküsüyle, yaygın bir kültür- uygarlık ayrımını dile getirmiş oluyordu  Şöyle ki, Türk ulusunun harsıyla medeniyeti belki aynı varlık kavramlarıdır ama Türk ulusunun medeniyeti, Batı ülkelerinin medeniyetinden çok geride kalmıştır, varlığı koruyup yaşatabilmek için o düzeyde çıkmak o çizgiyi yakalamak zorunludur  Bu görüşte, medeniyet tek ve evrensel, kültür ise milli ve yereldir  Ulusun geleceği, güvencesi ve mutluluğu için yerellikten kurtulup evrensele katılmak, yani geçmişi değil bu günü yaşamak, geçmişe değil geleceğe yönelmek gerekir  Bugünün kültür adamları, Afrika kültürlerinden derledikleri şu görüşü benimserler: “Kültür, geçmişten geleceğe bir sürekliliktir  ” Devrimci Atatürk, insanı yaratan kültürü değiştirip yenileyebilmek için, geçmişle olan bağlarımızı bir yandan koparmaya çalışırken, evrensel uygarlığı besleyen tarihi pınarları onarıp açmaya çalışıyordu  Bugünü anlamak geleceğe yönelebilmek için geçmişi bilmek gerekli ve zorunluydu  Ama hangi kültür? Kültür sorunu burada düğümleniyordu  Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültür olacaktı ama Osmanlı’dan miras bulduğumuz yozlaşmış ve medeni dünyanın yarı- sömürgesi durumuna düşmüş, geleneksel kültür değil, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin yaratacağı ve sahip çıkacağı çağdaş kültür yani çağdaş uygarlık  İşte tam bu anlamda, Atatürk bir adım daha ileri atarak, kültürlerin çeşitliliğini ve farklılığını yadsımadan, bütün medeniyetlerin tekliğini savunmuştur  Bütün toplumlar ve kültürler, o tek uygarlıktan bir şeyler alırlar ve ona katkıda bulunurlar  Başka bir deyişle, kültürsüz (eğitimsiz) bir toplum olmadığı gibi, uygarlık da hiçbir toplum veya kültürün tekelinde değildir  Batılıların şüpheci ve isteksiz yaklaşımına karşın, Türk halkı da Batı'ya karşı önyargılarla doluydu  Özellikle Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarından sonra kendisini Hıristiyan Avrupa'nın bir parçası olarak hissetmiyordu  Aksine, Avrupa'nın kendisini bölmek ve tarihten silmek misyonuyla hareket ettiği düşüncesine inanıyordu  Üstelik bu şüphecilik Batılılaşmayı tek çıkar yol olarak gören elitçe bile mevcuttu  Bu şüpheciliği anlamak kolaydır: Birinci Dünya Savaşı biterken İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un sözlerinden de anlaşılacağı üzere müttefiklerin amacı Türkleri cezalandırmanın ötesinde tamamıyla Avrupa'dan, ardından da tüm tarihten silmekti  Curzon'a göre Türkler dünya üzerindeki en büyük kötülük ve zulüm kaynağıydı ve bu çıbanı kökünden kurutmak için Avrupa yüzyıllar sonra böylesine büyük bir şans yakalamıştı ve bunu kullanmalıydı  Sonuçta Türkiye parçalanmış, bölüşülmüş, hiç bir yenik devletin karşılaşmadığı muamelelerle yüz yüze kalmıştı  Doğal olarak bu durum iki taraf arasındaki güvensizlik ortamını arttırdı ve Türk halkını Avrupa'nın bir gün Sevr'i yeniden canlandıracağı, Türkleri tarihten silmek isteyeceği fikri ile saplantılı hale getirdi   Özetleyecek olursak, Kemalist Batılaşma programı her şeyiyle Avrupalı olmayı hedefliyordu  Ancak bu hedef bir ölçüye kadar 'Avrupa'ya ve 'Türk halkının Avrupa karşıtı duygularına rağmen gerçekleştirilecekti  Her ne kadar Türkiye Avrupa'da fiziki ve siyasi olarak yer alsa da, ne Avrupalı Türkleri arasında görmek istiyordu, ne de sıradan Türkler kendilerini Avrupa'nın doğal bir üyesi sayıyordu  Türkiye, Avrupa'nın yüzyıllar boyunca gerçekleştirdiklerini bir kaç on yıla sığdırma çabasındaydı, nihai hedef ise, yeni bir uygarlık basamağına geçişti  Türkiye-Avrupa ilişkileri, Soğuk Savaşa kadar iletişimsizlik ve yanlış bilgilenmeler sonucu oluşmuş bulunan 'Türk imajı'nın büyük ölçüde etkisi altında kalmıştır  Diğer bir deyişle iki taraf arasındaki ilişkilerde kültür/ uygarlık/din farkı önemli bir engelleyici faktör olmuştur  Türkiye'nin geçirmiş olduğu büyük değişime karşın Avrupa'nın Türklere yaklaşımında 20  Yüzyılda da çok ciddi bir değişiklik olduğunu söylemek zordur  Ancak Soğuk Savaş şartları daha önceki gelişmeleri bir süreliğine de olsa durdurdu, ya da dondurdu  Türkiye Soğuk Savaşın 'buzları' çözülürken eski hastalıklar Bosna'da, Kosova'da Çeçenistan'da yeniden baş gösterirken umulur ki Avrupa yeniden Ortaçağın karanlık algılamalarına geri dönmez ve kendi kimliğini bir başka insan grubuna karşı düşmanlığa dayandırmaz  Ve umulur ki Türkiye aradan geçen bunca zaman boyunca hedeflediği uygarlık düzeyine ulaşmak için gerekli yolu kat etmiştir ve Avrupalı olmak için diğer Avrupalıların kabulüne ihtiyaç duymaz   Türkiye kültürel bakımdan, dünyada benzeri pek kolay bulunamayacak bazı özelliklere sahiptir  Bu benzersiz özellikler, Türkiye'nin geçirdiği hızlı güdümlü değişme süreçlerinin sonunda ortaya çıkmıştır  Türkiye'nin bugünkü kültürel birikimi iki farklı kaynaktan gelir: Birinci olarak, Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir mirasçısı, hem de onu yönetmiş olan bir mirasçısıdır  Bu özelliğiyle, İslam Dünyası'nın da bir üyesidir  Kültürel dokusunun temelinde yüzyıllardan beri süzülüp gelen gelenek ve görenek biçimindeki İslami değerler vardır  İkinci olarak, Türkiye, Atatürk Devrimleriile bir çağdaşlaşma atılımı yaşamış ve bu süreç içinde, batılı değerler başta olmak üzere, çağdaş dünyanın kültürel değerlerini, Osmanlı Mirası üzerine aşılamış bir ülkedir  Türkiye'nin bu iki özelliği bir arada ona, bugünkü dünyada başka bir eşi olmayan "Laik ve Demokratik, Sosyal Hukuk Devleti" modelini Anayasasında kabul etmiş bir İslam toplumuözelliği kazandırmıştır  Dolayısıyla, Türkiye, bir yandan tarihten gelen özellikleriyle bir İslam toplumunun kültürel niteliklerini, öte yandan Atatürk Devrimleri ile, bunların üzerine aşılanmış çağdaş kültürel öğeleri taşıyan bir toplumdur  Bugünkü çağdaş uygarlık düzeyini oluşturan ülkeler, tarım toplumlarının kendi içlerindeki evrimleşme ile endüstri toplumuna geçmiş ve bu evrimi bugüne dek sürdürerek, bugün "bilgi toplumu", "bilişim toplumu", "uzay toplumu" gibi sıfatlarla anılan yeni bir aşamaya ulaşmışlardır  Bu evrimleşme süreci sırasına düşünce alanındaki aydınlanma devrimi ile ekonomik alandaki endüstrileşme devrimi birbirine koşut ve birbirini destekleyen bir etkileşim içine ortaya çıkmışlardır  İnsanoğlunun çevreyi algılayış metodu, dinsel dogmatizmden, bilimsel pozitivizme dönüşürken, aynı zamanda, tarım teknolojisinden endüstri teknolojisine, kırsal kültürden, kentsel kültüre, toplumsal ağırlıklı kimlikten, bireysel vurgulu kimliğe, geleneğin egemenliğinden hukukun üstünlüğüne ve nihayet otoriter ve totaliter siyasal rejimlerden demokrasilere geçilmiştir  Bir paragrafta çok kısaca özetlenen bu bütünsel değişme, aslında insanlık tarihinin en uzun ve en kanlı dönüşüm sürecini simgeler  Haçlı seferleri ile başlayan ve Sovyetler Birliği'nin dağılması ile doruk noktasına erişen, endüstrileşme-demokratikleşme sürecinin kanlı ve uzun bir insanlık öyküsüdür bu  İşte bu uzun ve kanlı oluşum içinde Osmanlı İmparatorluğu, iç ve dış öğelerin etkileriyle endüstrileşme sürecini ve onunla koşut olarak gelişen aydınlanma, kentleşme, bireyselleşme, hukuksallaşma ve demokratikleşme süreçlerini kaçırmıştır  Bu geri kalma, ya da kaçırma olgusu sonunda, İmparatorluk, bu süreçlerde ilerleyen ve güçlenen ülkelerin denetimine girmiş ve böylece her türlü gelişme olanağını tümüyle yitirmiştir  İşte tam bu noktada Türkiye Cumhuriyeti'ni bugün bir üyesi olmak için çabaladığı çağdaş ülkeler ailesinin öteki üyelerinden ayıran noktaya geliyoruz: Türkiye Cumhuriyeti, doğal ve normal bir endüstrileşme süreci ile, bir din-tarım imparatorluğunun kendi iç evrimleşmesi ile değil, bu süreci kaçıran bir toplumun, kendisini denetleyen ileri ülkelere karşı verdiği bir Bağımsızlık Savaşı ile kurulmuştur  Dolayısıyla, toplumun ve devletin temel nitelikleri, tarihsel süreç içinde doğal yoldan çağdaşlaşamadıkları için, Bağımsızlık Savaşı'nın kazanılması sonunda, "yukardan aşağı" düzenlenen ya da daha doğru bir deyişle "empoze edilen" bir biçimde çağdaşlaştırılmaya çalışılmıştır  Bu anlamda, önümüzdeki kaçınılmaz hedef, "çağdaş uygarlığın yakalanması"dır  Türkiye Cumhuriyeti, yirminci yüzyılın en büyük kültürel devrimini gerçekleştirmiş, siyasal ve toplumsal anlamda mucizevi bir başarının altına imza atmış bir toplumdur  SONUÇ Küreselleşmenin sonucu olarak dünyamızın bu denli küçülüp ülke sınırlarının neredeyse ortadan kalkabileceği dikkate alındığında, önemli olanın, hiç bir kültürün diğer bir kültürü ezmemesidir  Uygarlıklar arasında hiyerarşi olabilirken, kültürler arasında hiç bir şekilde bir hiyerarşinin olamayacağı gerçeğini göz ardı edemeyiz  Bunun yanı sıra, hiç bir kültürün de diğer bir kültürden yüksek ve üstün olduğu gibi bir yaklaşım, toplumu şovenist ve ırkçı kılabileceği gibi tehlikeler içermektedir  Kültürün, insanın her yere birlikte götürmek zorunda olduğu, kendisinin görünmeyen gölgesi olduğu gerçeğinden hareketle, bugünün insanı ve bugünün toplumu çok kültürlü olmak zorundadır  Günümüzün erdem anlayışı ise, çok kültürlü topluma tahammül edebilme ve hoşgörü göstermeye dayanmaktadır  Bunun tersi bir algılama ve anlayış , diğer bir söylem ile, bir kültürün diğer kültürü ezmek, bunu yok etmek istemesi sadece kanlı savaşlara ve onulmaz yaralara zemin hazırlar   Türkiye’nin dramı, batı uygarlığı dışında kalmış bütün geri ülkeler gibi, “Ölmesini, bir anlamda ruhunu teslim etmeyi bilmeyen kavramlar ile, yaşama geçmeyi- bir anlamda-kendine özgü bir ruh edinmeyi bilmeyen olgular arasındaki amansız çatışmaydı  ” Ölmesini bilmeyenler, Türkiye’yi Batı dünyasından en az bir iki yüzyıl geride bıraktıran kör inançlar, yobazlıklar ve olumlu bilgi düşmanlığıdır  Yaşamasını bilmeyenlerse, II  Mahmut’tan bu yana başlayan, ama en iyi niyetli aydınlarımızın bile yaşatamadıkları, yaşatmakta direnemedikleri Batı uygarlığını oluşturan bilim kafasıydı  Kültürsüz insan, çevresinde, okulda öğrendiklerine, bellediklerine yeni bir şey katmayan, katmak gereğini duymayan kimselere denilebilir  Kültürlü insana gelince, her şeyi bilen değil, her şeyi anlama yetisine ulaşmaya çalışan insandır  Her şeyi anlama yetisi ise bilgiyi koruması gereken, değişmez bir mülkiyet değil, yenilenmesi, durmadan tazelenmesi, gerçekleştirilmesi gereken bir yaklaşım olarak benimsemekle edinilir  Batı kafası, kültüre tamamlanmamış bir eser gözüyle baktığı, düşünceyi somut deneylerle verimli kılmaya çalıştığı içindir ki durağan olmayan yeni değerler üretebilmektedir   Bizler, babalarımızdan devraldığımız bilgileri dokunulmaz şeyler sayıp onları oldukları gibi çocuklarımıza aktarmaya çalıştıkça, ileri toplumlardan gelen kültür özelliklerini, toplum ya da ahlâk değerlerini benimseme çabasını hor gördükçe, düşünce kalıplarını kırmaya çalışanları vatan haini diye suçladıkça donup kalmaktan, kısırlaşmaktan kurtaramayız kendimizi   İnsanlar ölümlüdür, ancak taşıdıkları ışık ölümsüzdür  Tarih boyunca her uygarlık, devraldığı ışığa, yeni meşaleler eklemiştir  Sümer’den Eski Mısır’a, Mısır’dan Antik Yunan’a, Antik Yunan’dan Roma’ya ve İslam Medeniyeti’ne, onlardan da Haçlılar ve Endülüs Emevileri aracılığıyla Batı’ya    İşte bugün de dünyamızı, Doğu’ dan yükselen bu ışık aydınlatıyor   Öyleyse bu Batı Uygarlığı nasıl oluşmuştur, yaşamayı nasıl sürdürür, neden ve nasıl kendini yenileyebilir? Bu soruların bir tek yanıtı vardır: Bilgi ve eğitim   | 
|   | 
|  | 
|  |