Prof. Dr. Sinsi
|
Acıyı Özlemek
Arama yaptım ama bulamadım konu mevcutsa şimdiden özür dilerim herkesten
Komşu! Şu çocuğunuza bu gün bari sahip çıkın Cenazeye gelenlere dirlik vermiyor
Kadın, olmayacak bir şeye sırf komşusunun daha sonraki gelecek olan azarlarını işitmemek için “Olur sahip çıkarım!” diyor Çocuğunu alıp sürükleye sürükleye eve götürüyor Komşularına akrabalarına insanlara olan nefretini her zaman olduğu gibi çocuğuna kusuyor Çocuk dayaktan anlamıyor ki  Sadece kendini savunma içgüdüsüyle; “Ne yaptım sana? Ne dövüyorsun?” diyor ve parmaklarını ısırarak ev eşyalarına zarar veriyor
Çocuk beş dakika bir yerde dursa ya  Onca dayaktan sonra tekrar dışarı çıkıp yine cenazeye gelenleri rahatsız ediyor Topluluk, çocuğun tacizlerine dayanamayıp, bu sıcakta evin içerisine taşınıyor Ama bu sırada çocuğa da, bu çocuğa terbiyesini vermeyen ailesine de küfürler mırıldanılıyor Biri müdahale edip “Yazıktır küfür etmeyin!” diyor “Hem rahmetliye gider bu küfürler ”
Bir başka gün, bir başka biri:
— Komşu! Şu çocuğuna söyle Eline bir sandık geçirmiş; ha bire sürükleyip duruyor Biliyorum! Allah yardımcın olsun! Kolay değil! Allah kimseye böyle evlat vermesin! Ama bize de acıyın Kafamız beynimiz şişti Herifim uyuyor Gece işe gidecek
Kadın çocuğun kolundan tuttuğu gibi çekip eve götürüyor Yine kinini nefretini çaresizliğini kusuyor Çocuk yine, neden dayak yediğini anlayamıyor
Bitmiş tükenmiş bu ailenin evlerinde kırılmadık eşyaları yok Çatalı bıçağı yatakların arasına saklarlar Günün her anı bağırıp çağırmakla geçer “Dur yapma!”, “Dur kırma!” “Allah cezanı versin!”, “Allah benim canımı alsın da kurtulayım senden!”  
Evde çekilenler pek zorlarına gitmiyordu Belki de çileye, acıya alışmışlardı Ama komşuların rahatsız olmaları ve onlardan gelen şikâyetler çekilemez bir durumdu Bu yüzden sürekli oradan oraya evlerini taşımışlardı
Bu insanlara akıl sır erdirememişlerdi Bu insanlar; bir kör gördüklerinde onu karşıdan karşıya geçirmiyorlar mı? Bir topal ya da bir çolak gördüklerinde onların belediye otobüsüne binmelerine yardım etmiyorlar mı? Körlere topallara yardım ediyorlar da neden bu zihinsel engellilere acımasız davranıyorlardı? Kocaman adamlar çocuğuna “Şuranı aç  Şuna küfür et  ” diyerek engel üstüne bir engel de onlar koymuyorlar mı?
Bu yüzden çocuğu sokaktan kurtarmak gerekiyordu Belki de bilinçaltında yatan ‘çocuktan kurtulmak’ fikri de bu işi tetiklemişti Tüm engelliler okullarını denediler Hepsi de “Böyle çocuk olamaz! Alın götürün çocuğunuzu!” demişti Dünyaya sığmayan bu çocuk dört duvar arasına nasıl sığsın? Bir tek analar, dünyaya sığmayan çocuklarını yüreklerinde saklayabilirler Ama bunun yüreğe girecek tarafı kalmamıştı ki 
Bu ailenin çektikleri, tükenen umutları, umutsuzlukları, ızdırapları başkalarını hiç ilgilendirmiyordu Belki de haberleri bile yoktu Ya da zihinsel engelli bir çocuk; onların hayatında gelip geçici bir eğlence motifiydi Çocuğun herkesçe bilinen zaafları sanki o akıllı insanlar tarafından yeni keşfedilmiş bir olay gibiydi Çocuğu kızdırıp, gülme ihtiyaçlarını bir an için kurtarıyorlardı ama zararını hep çocuk ve ailesi çekiyordu
Acıyıp öğüt verenler de oluyordu
— Siz bu çocuğu Ankara’ya götürün Orada yatılı yerler varmış Siz de rahat edersiniz çocuk da  Biraz nefes alın Bu çocuk sizi yedi bitirdi  
Sosyal Hizmetler Müdürlüğü “Ailenin nefes alması için, çocuğun üç ay lığına yatılı olarak Ankara Ayaş'ta yatırılması uygundur ” raporunu verdi
Çocuğu başka yere göndermek kolay mı? Ne olursa olsun o daha bir çocuktu Daha önemlisi o bir evlattı Analık duyguları buna izin verir mi?
Öte taraftan hayatın çekilmezliği, perişanlığı, çıkmazlığı analık duygusuna bir virüs gibi girmiş, tüm analık duygularını alt üst etmiş, anayı işin içinden çıkamaz hale getirmişti
Bu çocuktan kurtulmak, daha doğrusu biraz olsun nefes almak; çocuğa, insanlığa, analık duygusuna ihanet miydi? Bir insan, elini ateşin içerisinde sürekli tutabilir mi? Refleksine ne kadar karşı gelebilir? Sonunda kendi iradesi dışında elini ateşten çekmez mi? İşte bu çocuğu geçici olarak bir yerlere göndermek, yatırmak fikri; elini ateşin içerisinden geçici olarak çekmeye benziyordu
Bu huzursuzluk, bu çaresizlik; ailenin her şeye ve herkese karşı nefret duymasına neden olmuştu Ama toplum tarafından da bu ailenin üvey evlat muamelesi görmesi, aileye karşı usul usul işlenen ve cezasız kalan cinayet değil miydi?
Büyük fedakârlıkların yalnız ve yalnız evlatlara karşı yapılacağı duygusundan bile mahrum kalmaları; kendi kendilerinden nefret duymalarına yol açıyordu Korkuyorlardı Her zaman boyun eğmek zorunda kaldıkları toplumdan korkuyorlardı Aileyi bozan ve onları bir tutsak haline getiren zayıflıklarının kaynağı, bu çocuktu
Bir yandan Allah’ın, kendilerine emanet ettiği bu yavrudan bezmeleri ve bundan dolayı suçluluk günahkarlık ve vicdan azabı duymaları, bir yandan da Yaratan’a kendilerine böyle bir özürlü çocuk emanet ettiği ve kanı beş para etmeyenler karşısında hep küçük düşürdüğü için isyankar olmaları, ailenin kimyasını bozmuş, duygu düzenlerini alt üst etmişti
Allah, insanı sevmesi için yaratmıştır Sevmek için mücadele doğaya karşı yapılır Eğer bu mücadelede şartlar eşit değilse, mücadele insana karşı mücadeleye dönüşür O zaman da duygular karşılık görmez Karşılık görmeyen duygular ise kine nefrete dönüşür
Bu sisli puslu duygu girdabından düzlüğe çıkmak için çok uğraş verdiler Hiç düşünülmeyen Ankara’ya gitme işi artık son çareydi Geçici olması işi biraz masumlaştırıyordu
Şimdi en acı olanı anasının çocuktan, çocuğun anasından ayrılması ve Ankara'da çocuğu bıraktıktan sonra babanın geri dönmesiydi
Ayrılık vakti gelmişti Sürekli akan gözyaşları utanç, nefret, isyankâr karışımıydı Ananın gözyaşlarına sanki bütün doğa eşlik ediyordu Yağan yağmur sanki meleklerin gözyaşlarıydı Belki de şeytanın gülümsemesiydi çakan şimşek Kendi elleriyle yavrusunu uzaklara göndermek; içerisinde ihanet saklı bir duygu yumağının birden bire çözülmesiydi Demek ihanet etmişti bu emanet edilene Nasıl da bakamamıştı bir çocuğa Bu gönderme işinin, geçici olması bile gözyaşlarının yerlere kadar akmasını önleyemedi Her ananın yavrusuna karşı içgüdüsüyle duyduğu bir çeşit merhametle acıma duygusu teninin her hücresini sardı Gözleri boşluğa bakıp durdu “Güle güle yavrum!” bile diyemeden çocuktan ayrıldı Utancından öpememişti çocuğunu
Baba, otobüste arpacı kuşu gibi düşünmeye başladı Sonra gözlerinde yaşlar belirdi Uyuyan çocuğuna, gözyaşlarının yanaklarından kurtulup akmasıyla birlikte, şöyle bir baktı Yolcuların “ Bu nasıl çocuk?” demelerinden öte, çocuğu Ankara’da bırakıp geleceği üzüyordu kendisini Babasına güvenip bu yolculuğa çıkan evladını oralarda nasıl bırakacaktı? “Ben geliyorum, yavrum  ” deyip geri dönmemek; ne kalleşçe bir şeydi Kim bilir zavallı çocuğum nasıl da beni bekleyecek? Bütün bu olanlara nasıl anlam yükleyecek? O anasız yapamaz ki  Önce “ Baba! Baba!” deyip duracak Sonra “Anne! Anne!” diye ağlayacak
Bu gün, güneş erken batmıştı Şafak sökmese keşke  Gittikleri otobüs kendilerini sanki cehenneme götürüyordu Yol hiç bitmese ne olurdu? Ya da otobüs uçuruma yuvarlansa; sonsuzluğa gitseler 
Yorgun duygular, babanın vücudunu çabuk esir almıştı Uykuya daldı Bir ara yalınayak dikenlerin üzerinde yürüyor gibi duyumsadı kendisini düşünde Çocuğu da ellerinden tutup sürüklüyordu Kendi ayağında hiçbir acı yokken, çocuğunun ayakları kanlara bulanmıştı 
Birden irkildi Daha fazlasını görmek istemiyordu Yürek paramparça Ayın şavkı yanlarından geçen dağlara vuruyordu Yaşlarla dolan gözler, bir daha uykuya dalmamak için camdan dışarıyı anlamsız bir şekilde izledi durdu
Baba-oğul, İngiliz menteşeler üzerinde sessizce açılan meşe oymalı ağır kapıdan içeriye girdi Bir daha hiç sahip olamayacağı çok hoş, değerli bir şeyi bırakıp gitmekte olduğunu hissetmiş bir insan nasıl ki derin bir kedere kapılır, baba da aynı duygularla meşe ağacından yapılmış, aslanpençesini andıran oyma bacaklarıyla kocaman bir masanın yanında durdu Duvarlar kırmızı maun kaplama lambrilerle, yerler meşe parkelerle döşenmişti Odanın içerisi acayip ağır bir kokuyla kaplanmıştı Bu koku tanıdık bir kokuydu ama neydi? Parkeler böyle kokmazdı
Genel Müdürün “Buyurun!” demesiyle irkildi Konuşacak hali yoktu Raporu uzattı Müdür, yazıya şöyle bir göz attıktan sonra “Oturun!” dedi
İdam fermanı verilmiş bir insanın, infaz işlemlerine geçilmişti Vaz mı geçse? Artık geri dönüşü kalmamıştı bu uğursuz işin Şu koku da nasıl rahatsız ediyor insanı Bu kokuyu daha önceden tanıyordu ama neydi? Birden Genel Müdürün sesini duydu
— Tamam! Götür bu evrakı! Kayıta geçirsinler Sonra yanıma gel İmzalayayım Sonra çocuğu Ayaş’a götürürsün
Koku da nasıl başını ağrıtmıştı
— Efendim nereye götürecektim?
— Evrak kayıta
Çocuğun elinden tutup odadan ayrılacaktı ki çocuk:
— Burada hıypo kokuyor, dedi
Genel Müdürün;
— Neee! Hıypo mu? diye bağırdığını işitti Ve ardından “Ben bu çocuğun yatırılmasına onay vermiyorum!” dediğini
Baba, kendiliğinden olan bu sevindirici engelin ne olduğunu bilmek istedi
— Bak evladım! dedi Genel Müdür Burası bir hafta önce hıypo ile temizlendi Bir hafta boyunca buraya gelen her kes istisnasız “ Burada ne kokuyor?” diye sordu Ben de herkese “Hıypo!” deyip durdum Sadece bu çocuk sormadı ve bildi Ben bu çocuğu yatırmam; yazık çocuğa  
Baba, eve çocukla birlikte döndü Evde sevinç çığlıklarına sevinç gözyaşları karıştı Acılar içerisinde de mutlu olmak varmış Dünyada her zaman bir başkasını beklemekte olan biri bulunduğunu bilmemiz; bize acılar içerisinde dahi mutlu olabilmemizi öğretmeli ve gayret ettirmelidir  
|