Prof. Dr. Sinsi
|
Ahlâk'ı Güzelleştirmenin Yolları
Ahlâk'ı Güzelleştirmenin Yolları
Ahlâk'ı Güzelleştirmenin Yolları
Daha önce anlaşılmıştı ki ahlâkta îtidal, nefsin sıhhati demektir İtidalden uzaklaşmak ise, bir hastalıktır Tıpkı mizacta îtidalin bedenin sıhhati, itidalden sapmanın o mizaçta bir hastalık olduğu gibi  Bu bakımdan biz bedeni misâl olarak ele alıp deriz ki; kötü huyların giderilmesi, faziletlerin ve güzel ahlâkın kazanılması hususunda nefsin tedavisi, bedenin illetlerini kendisinden uzaklaştırmak, sıhhatini kazandırmak hususundaki tedavisine benzer
Nasıl ki mizacın esasında, mûtedil olmak galip ise, mideye gıdalardan ve değişik durumlardan zarar geliyorsa, tıpkı bunun gibi çocuk da fıtraten sıhhatli ve mûtedil olarak doğup dünyaya gelir Ancak annesi ve babası onu yahudi, hristiyan veya ateşperest yaparlar; yani alıştırmak ve öğretmek sûretiyle ona rezaletleri kazandırırlar! Nasıl ki beden, başlangıçta tam ve kâmil bir şekilde yaratılmıyorsa, ancak gıda ile terbiye edilip geliştiriliyor, yavaş yavaş kemâle doğru gidiyorsa, nefis de mükemmelliğe kabiliyetli olduğu halde, eksik olarak yaratılır
Ancak terbiye, ahlâkın güzelleştirilmesi ve ilim ile gıdalandırmak sûretiyle mükemmelleştirilir Eğer beden sıhhatliyse, doktorun vazifesi bu sıhhatli bedene, sıhhati koruyucu prensipleri gösterip, kanunları öğretmekse, beden hasta olduğu takdirde doktorun durumu ona sıhhati kazandırmaksa, tıpkı bunun gibi senin nefsin temiz ve saf ise, sana uygun düşen hareket o temizliği korumak için çalışmaktır Onu daha fazla kuvvetlendirmek, daha fazla temizlemek için çalışmaktır Eğer nefsin mükemmel, saf ve temiz değilse en uygunu, nefse saflık kazandırmak için çalışmandır Nasıl ki bedenin mûtedil durumunu değiştiren ve hastalığı getiren illet, ancak zıddıyla tedavi olunuyorsa, eğer hastalık hararetten ise soğukla, eğer soğuktan ise hararetle tedavi edilir Tıpkı bunun gibi, kalbin hastalığı olan rezaletin de tedavisi zıddıyladır Bu bakımdan cahillik hastalığı, öğrenmekle tedavi olunur
Cimrilik hastalığı cömertlikle, gurur hastalığı tevâzu ile, oburluk hastalığı zoraki bir şekilde yemeği kesmekle tedavi olunur Nasıl ki ilacın acılığına ve iştahın çektiği şeylere sabretmenin şiddetine, hasta bedenleri tedavi etmek için katlanmak gerekiyorsa, tıpkı onun gibi hasta kal-bin tedavisi için de sabır ve mücâhedenin acılığına katlanmak lâzımdır Hatta bu daha evlâdır Çünkü insan bedenin hastalığından ölüm ile kurtulur Kalbin hastalığı ise -Allah korusun-ölümden sonra da ebediyyen devam eden bir hastalıktır Nasıl her soğuk, sebebi hararet olan her hastalığa elverişli değilse, ancak belli bir sınırda olduğu zaman elverişli oluyorsa, bu da şiddet, zayıflık, devamlılık veya devamsızlık, çokluk ve azlık ile değişir ve buna faydalı miktarı belirten bir (doz) lâzımdır Çünkü eğer bunun ayarı (dozu) bilinmezse, fesad daha da artar Aynen bunun gibi kötü huyların tedavisinde kullanılan zıt unsurlar için de bir ayar (doz) lâzımdır
İlaçların ölçüsü (dozu), hastalığın durumundan öğrenildiği gibi, doktor da hastalığın hararetten veya soğuktan geldiğini bilmedikçe tedavi edemez Eğer hastalık hararetten ise, onun derecesini bilmesi gerekir Acaba zayıf mıdır, şiddetli midir? Bunu bildiği zaman, bu sefer bedenin durumunu dikkate alır Hastanın sanatına, yaşına ve diğer durumlarına bakar Sonra onlara göre tedavi eder Tıpkı bunun gibi önder olan ve müridlerin nefislerini tedavi eden ve irşad isteyenlerin kalplerine ilaç veren şeyh de müridlere özel riyazetleri ve birtakım zorlukları tatbik etmeye kalkışmamalı, onların hastalık ve huylarını bilmedikçe özel bir yolla bu formülleri kendilerine tatbik etmemelidir Nasıl doktor, bütün hastalıklara tek bir ilacı tatbik ettiğinde onların çoğunu öldürürse, şeyhin durumu da böyledir
Eğer bütün müridlere, bir çeşit riyazet uygularsa, onları helâk eder ve kalplerini öldürür Mürşid müridin hastalığını tedkik etmeli, onun halinin, yaşının, mizacının ve bünyesinin kaldırabileceği riyazeti güzelce düşünmelidir ve bunun üzerine uygulamasını yapmalıdır Eğer mürid acemi ise, şeriatın sınırlarını bilmeyen bir cahilse, önce kendisine tahareti, namazı ve ibâdetlerin zâhirlerini öğretmelidir Eğer mürid, haram bir malla meşgulse veya bir günah işliyorsa, herşeyden önce ona o günahı terketmeyi emretmelidir Ne zaman ki müridin zâhiri, ibâdetlerle süslenir, zâhirî günahtan azaları temizlenirse, o vakit mürşid, du-rumun karinesiyle onun iç âlemine bakmalıdır ki kalbinin has-talıklarını ve ahlâkını sezebilsin Eğer onun yanında zarurî ihti-yacından fazla bir mal görürse o malı kendisinden alıp hayır mü-esseselerine sarfetmelidir Onun kalbini o fazla maldan boşaltmalıdır ki müridin kalbi o fazla mala iltifat etmesin! Eğer müridin kalbinde hamakat, gurur ve nefis izzetinin galip olduğunu görürse, ona çarşı ve pazarlarda dilenme emrini vermelidir ki nefsin izzetini, riyaset dâvasını kırmış olsun Zira nefsin riyaset iddiası ancak zillet ile kırılır Dilenmekten daha büyük bir zillet yoktur Bu bakımdan mürşid, bir zaman için müride kibir ve gururu kırılıncaya kadar dilenmeye devam etmek teklifinde bulunmalıdır Zira kibir, insanoğlunu öldürücü hastalıklardandır Hamakat da böyledir
Eğer mürşid müridin, beden ve elbise temizliğine fazla önem verdiğini görürse ve kalbinin de buna meyyal olduğunu müşâhede ederse, kalbin bununla sevindiğini, buna iltifat ettiğini hissederse, bu sefer, böyle bir müridi tuvalet temizlemekte, pis yerleri süpürmekte, mutfağın ve dumanlı yerlerin işlerini yapmakta çalıştırmalıdır ki temizlik hakkındaki hamâkatı giderilsin! Çünkü elbiselerini temizleyip süslenen ve süslü yamaları, renkli seccadeleri arayan kimseler ile bütün gün kendisini süsleyip püsleyen gelinler arasında hiçbir fark yoktur Bu bakımdan insanın kendi nefsine ibâdet etmesiyle bir puta tapması arasında hiçbir fark yoktur O halde kul ne zaman Allah'tan başkasına ibâdet ederse, Allah'tan perdelenir Kim elbisesinin helâl ve temiz olması cihetinden kalbinin iltifat edeceği bir şekilde başka birşeyi gözetirse, bu kimse nefsiyle meşguldür Riyazetin inceliklerindendir ki mürid, kendiliğinden hamâkatı terketmek veya başka bir sıfatı terketmek suretiyle müsamaha göstermediği ve onun zıddıyla amel etmeye yanaşmadığı zaman, en uygunu onu o kötü ahlâktan, ondan daha az kötü olan bir ahlâka nakletmesidir Tıpkı kanı sidik ile yıkayan, sonra sidiği su ile yıkayan bir kimse gibi  Bu da su kanı gidermediği zaman caiz olur
Nitekim çocuk, önce top oynamak, çelik çomak fırlatmak ve benzerini yapmak sûretiyle mektebe gitmeye teşvik edilir, sonra oyundan zînete ve güzel elbiselere nakledilir, ondan da riyaset ve makama teşvik edilir, ondan da ahirete teşvik edilir Bu bakımdan mertebe ve makamı bırakmaya nefsi razı olmayan bir kimse, o makamdan günah yönünden daha hafif bir makama nakledilir Diğer sıfatlar da böyledir ve böylece mürşid, obur olan müride oruç tutmayı ve az yemeyi emretmelidir Sonra ona lezzetli yemekleri hazırlama zahmetine katılmasını emretmelidir O lezzetli yemekleri ona değil, onun eliyle başkasına takdim ettirmelidir Hazırladığı o güzel yemeklerden yememeli ki böylece nefsi kuvvet bulsun, sabretmeyi âdet edinip oburluğu kırılsın! Müridi genç iken evlenmeye iştiyaklı gördüğü, nafaka vermekten aciz olduğunu müşahede ettiği zaman müride oruç tutmayı emretmelidir Müridin nefsinin oruç tutmakla terbiye edilmediğini görürse, bu sefer ona bir gece su ile iftar edip yemek yememek, başka bir gece de yemek yeyip su içmemek sûretiyle oruç tutmayı emretmelidir Ona et yemeyi ve katığı, nefsi zelil oluncaya ve şehveti kırılıncaya kadar yasaklamalıdır Bu bakımdan iradenin başlangıcında açlıktan daha başka bir tedavi formülü yoktur Eğer müridde öfkenin galip olduğunu görürse, ona hilmi ve susmayı emretmelidir Ahlâken kötü olan bir kimseyi ona musallat etmeli, ahlâken kötü olan bir kimsenin hizmetini kendisine vazife olarak vermelidir ve onun sertliklerine göğüs germek hususunda nefsi yetişinceye kadar bu vazifesi devam etmelidir
Nitekim hikâye olunuyor ki bir zat, nefsini hilim sıfatına alıştırıp öfkenin şiddetini gidermeye çalışırdı Halk arasında kendisine küfretmek için adam kiralardı Nefsini sabretmeye zorlar, öfkesini yutmaya alıştırırdı Hatta bu şekilde hilim onun için bir âdet oldu Hilim hususunda öyle gelişti ki bu vadide onunla darb-ı mesel getiriliyordu Bir zat da nefsinde korkaklık ve kalbin zafiyetini hissetti Şecaat ahlâkını kazanmayı istediği için kış mevsiminde denizin dalgaları kabardığı anda denizde seyahate çıkıyordu Hindistan âbidleri de ibâdetteki tembelliği bütün geceyi tek ayak üzerinde geçirmek suretiyle tedavi ederler Şeyhlerden biri başlangıcında ibâdet yapmakta tembelleşiyordu Bütün gece başının üzerinde dururdu ki nefis kendiliğinden ayak üzerinde durmaya razı olsun!
Bazıları da mal sevgisini bütün malını satmak ve denize atmak suretiyle tedavi etti 42
Çünkü malını satıp halka dağıtmakta cömertlik hamâkatına ve vermek suretiyle riyaya düşmekten korkuyordu İşte bunlar birkaç misâldir Sana kalplerin tedavi yolunu gösterirler Bizim burada gayemiz her hastalığın ilacını zikretmek değildir Zira bu husus, kitabımızın diğer kısımlarında gelecektir Bizim şimdilik gayemiz, bu husustaki umumî yolun, nefsin her isteğinin zıddını yapmak ve ona meyletmek olduğuna dikkati çekmektir Allah Teâlâ bütün bunları aziz kitabında bir cümleyle şöyle ifade etmiştir:
Ama kim rabbinin divanında du(rup hesap ver)mekten korkmuş ve nefsi(ni) kötü heves(ler)den menetmişse, onun barınağı da cennettir
(Nâziât/40-41)
Mücâhedede en mühim temel, azim göstermektir Bu bakımdan kişi şehvetin terkine azmettiği zaman, onun sebepleri kendisine müyesser olmuş demektir ve bu da Allah Teâlâ'dan bir
iptila ve denemedir O halde burada sabrederek devam etmesi uygundur Çünkü kişi azmin terkini âdet edinirse, nefis buna alışır ve sonunda bozulur Eğer kazara azim zaafa uğrarsa, en uygunu nefsin cezalandırılması bahsinde Muhasebe ve Murakabe bölümünde dediğimiz gibi nefsine bu hususta ceza vermesidir Nefsini ceza vermekle korkutmadığı takdirde nefis ona galebe çalar, şehvetine uymayı güzel gösterir Böylece riyazet ve çalışması tamamen bozulur
42) Malı zâyi etmek İslâm'da yoktur Ancak müellifin söylediği, bazı şahıslara mahsus bir istisnadır Umumî bir düstur değildir
Allah Teâlâ, peygamberini ve habîbini, onu medh ve senâ ederek ve ona verdiği nimetlerini zikrederek şöyle buyurmuştur:
Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk üzeresin! (Kâlem/4)
Âişe validemiz de şöyle der:
Hz Peygamber'in ahlâkı Kur'an'dı!1
Bir kişi Hz Peygamber'e güzel ahlâkı sorduğunda, Hz Peygamber ona cevap olarak şu ayeti okumuştur:
Sen bağışlama yolunu tut! İyiliği emret ve cahillerden yüzçevir!
(A'raf/199)
Sonra da şöyle buyurmuştur:
Güzel ahlâk, seninle akrabalık bağlarını kesen akrabana sıla-i rahim yapmak, seni mahrum edene vermek ve sana zulmedeni affetmektir
Yine Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim' 2
Kıyamet gününde herhangi bir kulun terazisine konan en ağır şey, takvası ve güzel ahlâktır 3
Bir zat gelerek Hz Peygamber'e şöyle sordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Din nedir?' Hz Peygamber (s a) 'Din güzel ahlâktır' diye cevap verdi Aynı adam, Hz Peygamber'in sağ tarafına geçerek 'Ey Allah'ın Rasûlü! Din nedir?' diye sordu Hz Peygamber 'Din güzel ahlâktır' dedi Sonra aynı adam, Hz Peygamber'in arkasına geçti ve 'Ey Allah'ın Rasûlü! Din nedir?' diye sordu Hz Peygamber 'Sen anlamaz mısın, din öfkelenmemendir' dedi 4
Bir ara Hz Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Şûm nedir?' diye soruldu Cevap olarak şöyle dedi: 'Ahlâkın kötüsüdür' 5
Bir kişi, Hz Peygamber'e gelerek şöyle dedi:
-Bana nasihat et!
-Nerede olursan ol, Allah'tan kork!
-Dahasını söyle ey Allah'ın Rasûlü!
-Günahının arkasından sevap işle ki o günahı silsin!
-Dahasını söyle ey Allah'ın Rasûlü!
-İnsanlarla iyi geçin 6
Hz Peygamber 'Amellerin hangisi daha üstün ve faziletlidir?' diye sordu, sonra cevap olarak da 'Güzel ahlâk!' dedi
Başka bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur:
Kitabu Riyazet 'in-Nefs ve Tehzib'il-Ahlâk 141
Allah Teâlâ bir kulunun yaratılış ve ahlâkını o kulunu ateşe atmak için güzelleştirmemiştir (Kulunun sûretini ve ahlâkını güzelleştirdiği takdirde onu ateşe yem yapmaz) 7
Fudayl der ki: Hz Peygamber'e (s a) şöyle denildi: 'Filan kadın gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder Fakat buna rağmen kötü ahlâklıdır, diliyle komşularına eziyet verir' Hz Peygamber şöyle dedi:
O kadında hayır yoktur! O ateş ehlindendir 8: Ebu Derdâ der ki: Hz Peygamber'den dinledim, şöyle buyurdu
Kıyamette insanoğlunun terazisine ilk konan şey, güzel ahlâk ve cömertliktir 9
Allah Teâlâ imanı yarattığı zaman, iman şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Beni kuvvetlendir' Bu duasına binaen Allah Teâlâ onu güzel ahlâk ve cömertlikle takviye etti Küfrü yarattığı zaman küfür de şöyle dedi: 'Yarab! Beni kuvvetlendir' Bunun üzerine Allah Teâlâ kendisini cimrilik ve kötü ahlâkla takviye etti
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki Allah Teâlâ bu dini kendi zatı için seçti Sizin dininize ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır Dikkat edin! Dininizi güzel ahlâk ve cömertlikle süsleyin 10
Güzel ahlâk, Allah Teâlâ'nın en büyük mahlûkudur 11 Hz Peygamber'e şöyle soruldu:
-Ey Allah'ın Rasülü! Mü'minlerin hangisi iman yönünden
daha faziletlidir?
-Ahlâkça en iyisi hangisi ise  12
Muhakkak ki, sizler halkı mallarınızla zengin kılamazsınız ve memnun edemezsiniz Bu bakımdan onlara güler yüz ve güzel ahlâkla yardım ediniz 13
Kötü ahlâk, sirkenin balı bozduğu gibi, sâlih amelleri bozar 14
Cerir b Abdullah Hz Peygamber'in (s a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Muhakkak sen öyle bir kişisin ki, Allah senin sûretini güzel yapmıştır Bu bakımdan sen de ahlâkını güzelleştir 15
Berra b Azib şöyle anlatır: 'Hz Peygamber (s a) yüz bakımından insanların en güzeli olduğu gibi, ahlâk bakımından da onların en güzeliydi' 10
Ebu Mes'ud Bedrî Hz Peygamber'in duasında şöyle dediğini nakleder:
Ey Allahım! Sûretimi güzelleştirdin Bu bakımdan ahlâkımı da güzelleştir 17
Abdullah b Amr Hz Peygamber'in şu duayı çokça okuduğunu rivayet eder:
Ey Allahım! Senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk dilerim 18 Ebu Hüreyre (r a) Hz Peygamber'den şu hadîsi rivayet eder:
Mü'min bir kimsenin şerefi dinidir Soyu sopu güzel ahlâkıdır Mürüvveti ise aklıdır 19
Usâme b Şerik şöyle anlatır: Bedeviler Hz Peygamber'e şöyle sordular: 'Bir kula verilen en hayırlı şey nedir?' Hz Peygamber (s a) 'Güzel ahlâk' buyurdu 20
Muhakkak ki benim nezdimde en sevimliniz ve kıyamet gününde meclis bakımından bana en yakınınız ahlâkça en güzel olanlarınızdır 21
İbn Abbas Hz Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Üç haslet vardır, onların üçü veya onlardan biri bir insanda yoksa, o insanın hiçbir ameline güvenmeyiniz: Kişiyi Allah'ın günahlarından meneden takva veya bir hilm ki, o hilm saldırgan bir kimseyi durdurur veya bir ahlâk ki kişi onunla insanlar arasında yaşayabilir 22
Hz Peygamber'in namazın başlangıcındaki dualarından birisi şudur:
Ey Allahım! Beni ahlâkların en güzeline hidayet et! Çünkü ahlâkların en güzeline ancak sen hidayet edersin Benden huyların rezillerini uzaklaştır Çünkü senden başka kötü ahlâkı uzaklaştıracak yoktur 23
Enes (r a) der ki: Biz birgün Hz Peygamber ile beraberdik Hz Peygamber şöyle buyurdu:
Muhakkak ki güzel ahlâk, güneşin buzu eritmesi gibi, ha-tayı (günahı) eritir 24
Güzel ahlâk, kişinin saadetindendir 25
Meymenet güzel ahlâktır 26 Hz Peygamber (s a) Ebu Zer el-Gıfârî'ye şöyle demiştir:
Ey Ebu Zer! Tedbir gibi akıl, güzel ahlâk gibi soy ve sop yoktur!27
Enes'ten şöyle rivayet ediliyor: Ümmü Habîbe (r a) Hz Peygamber'e şöyle sordu:
-Kadının dünyada iki kocası olmuşsa, kadın da onlar da ölüp, üçü de cennete giderse, acaba bu kadın cennette hangi kocasına verilecektir?
-Dünyada iken kadının nezdinde hangisinin ahlâkı daha güzelse ona verilir Ey Ümmü Habibe! Güzel ahlâk hem dünyanın ve hem de âhiretin hayrını gerektirir 28
Başarılı olan bir müslüman, güzel ahlâkının ve mertebesinin şerefi sayesinde muhakkak ki gündüz oruçlu, gece ibâdet eden bir kimsenin derecesini elde eder,29
Başka bir rivayette 'Sıcak günlerde susuz kalanın derecesini elde eder' buyurulmuştur
Abdurrahman b Semüre der ki: Biz Hz Peygamber'in (s a) yanında iken kendileri şöyle buyurdu:
Ben dün akşam acaip birşey gördüm Ümmetimden biri diz çökerek oturmuştu Onunla Allah arasında perde vardı Bu esnada güzel ahlâkı geldi (perdeyi kaldırıp) onu Allah'ın huzuruna soktu!30
Enes (r a) Hz Peygamber'in şöyle dediğini rivayet eder:
Muhakkak ki kul, güzel ahlâkının sayesinde âhirette en büyük dereceye ulaşır, konakların en güzeline girer Oysa ibâdette kendisi zayıftır 31
Rivayet ediliyor ki Hz Ömer (r a) Hz Peygamber'in huzuruna girmek için izin istedi O esnada Hz Peygamber'in yanında, Hz Peygamber ile konuşan ve çokça soru soran ve seslerini Hz Peygamber'in sesinden daha fazla yükselten bir grup Kureyş kadını bulunuyordu Hz Ömer, Hz Peygamber'in huzuruna girmek için izin istediği zaman, kadınlar aceleyle perde arkasına gittiler Hz Ömer, Hz Peygamber'in huzuruna girdiğinde Hz Peygamber'in güldüğünü gördü ve 'Annem-babam sana feda olsun ya Rasûlullah! Niçin gülüyorsun?' diye sordu Hz Peygamber (s a) şöyle buyurdu:
-Benim yanımda oturan şu kadınların haline hayret ediyorum Senin sesini işitir işitmez acelece perde arkasına gittiler 32
Hz Ömer 'Herkesten daha fazla senden korkmaları gerekiyordu' dedikten sonra yüzünü kadınlara çevirdi ve şöyle haykırdı:
-Ey nefislerinin düşmanları! Siz Peygamber'den korkmuyorsunuz da benden mi korkuyorsunuz?
-Evet, sen Hz Peygamber'den daha katı ve az merhametlisin!
Bunun üzerine Hz Peygamber, Hz Ömer'e şunları söyledi:
-Ey Hattab'ın oğlu! Dahası var! Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, bir yolda yürüdüğünde
şeytan sana rastlarsa muhakkak yolunu değiştirir 33
Kötü ahlâk, affedilmez bir günahtır Kötü zan ise, şerleri doğuran bir hatadır 34
Muhakkak ki kul, kötü ahlâkından ötürü cehennemin en alt kısmına varır (düşer) 35
Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
Lokman Hakîm'in oğlu babasına şöyle sorar:
-Babacığım! İnsanın hangi hasleti daha hayırlıdır?
-Din!
-Hayırlı olan hasleti iki ise, hangileri olur?
-Din ile mal  
-Üç olursa?
-Din, mal, hayâ  
-Dört olursa?
-Din, mal, hayâ ve güzel ahlâktır  
-Beş olursa?
-Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertliktir
-Altı olursa?
-Ey oğlum! İnsanoğlunda, saydığım bu beş haslet birden bulunduğu zaman, o tertemiz ve muttakîdir Allah'ın velisidir
Şeytandan uzaktır
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Ahlâkı kötü olan, nefsini azaba verir'
Enes b Mâlik şöyle demiştir: 'Muhakkak kul güzel ahlâk sayesinde, âbid olmadığı halde cennetin en yüce derecesine varır Kötü ahlâkı yüzünden de -âbid olduğu halde- cehennemin en aşağısına düşer!'
Yahya b Muaz şöyle demiştir: 'Ahlâk'ın güzelliğinde rızıkların hazineleri vardır Kötü ahlâklının misâli, kırılmış testi gibidir Ne düzeltilebilir ve ne de gerisin geriye dönüp çamur olabilir!'
Fudayl b Iyaz şöyle demiştir: 'Güzel ahlâklı fâcir bir kimsenin benimle arkadaşlık yapması, bence kötü ahlâklı bir âbidin ar-kadaşlığından daha sevimlidir'
İbn Mübarek, bir seferinde kötü ahlâklı bir kişi ile arkadaşlık yaptı Onun eziyetlerine göğüs gererek onunla iyi geçindi, ondan ayrıldığı zaman ağladı Kendisine 'Neden ağlıyorsun?' denince, 'Ona olan şefkatimden ağlıyorum Ben ondan ayrıldığım halde onun kötü ahlâkı ondan ayrılmamaktadır' dedi
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: 'Dört şey vardır ki, kulu derecelerin en yücesine vardırır, kulun ameli ve ilmi az olsa da  Onlar hilm, tevâzu, cömertlik ve güzel ahlâktır Güzel ahlâk ise, imanın kemâlidir'
Kettânî der ki: 'Tasavvuf ahlâk demektir Bu bakımdan ahlâ-ken senden ileride bulunan bir kimse, Tasavvuf'ta da senden ileri-dir'
Hz Ömer (r a) şöyle demiştir: İnsanlarla olan ilişkilerinizde güzel ahlâka sarılın Fakat amellerinizle onlara muhalefet edin'
Yahya b Muaz şöyle demiştir: 'Kötü ahlâk öyle bir kötülüktür ki onunla beraber çokça yapılan haseneler fayda vermez Güzel ahlâk öyle bir hasenedir ki onunla beraber çokça yapılan günahlar zarar vermezler'
İbn Abbas'a 'Kerem ne demektir?' diye sorulduğunda, şöyle demiştir: "Kerem o şeydir ki, Allah Teâlâ onu Kitab-ı Kerîm'inde beyan ederek şöyle buyurmuştur: 'Muhakkak sizin Allah nezdinde en kerîminiz ve şerefliniz takvaca en önde olanınızdır' (Hucurât/13)"
Denildi ki: 'Haseb (soy, sop) ne demektir?' Şöyle dedi: 'Ahlâken sizin en güzeliniz, soy-sop yönünden en üstününüzdür'
İbn Abbas şöyle demiştir: 'Her binanın bir temeli vardır İslâm'ın temeli de güzel ahlâktır'
Atâ (r a) şöyle der: 'Yücelen bir kimse, ancak güzel ahlâkla yü-celmiştir Hiç bir kimse -Hz Peygamber müstesna- güzel ahlâkın kemâline tam mânâsıyla varmamıştır' (Çünkü Allah Teâlâ: 'Muhakkak sen büyük bir ahlâk üzeresin' (Kalem/4) buyurmuştur)
Bu bakımdan Allah nezdinde insanların en sevimlisi, güzel ahlâk ile Hz Peygamber'in yolunu ve izini takip edenlerdir
1)İbn Merduveyh
2)Hâkim, İmam Ahmed, Beyhakî
3)Ebû Dâvud, Tirmizî
4)Muhammed b Nesr
5)İmam Ahmed
6)Tirmizî
7)Sohbet Âdâbı bölümünde geçmişti
8)İmam Ahmed, Hâkim
9)Ebu Dâvud, Tirmizî, (bir benzerini)
10)Dârekutnî ve Harâitî
11)Taberânî
12)Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, Hâkim
13)Bezzar, Ebu Yâ'lâ, Taberânî
14)İbn Hibban, Beyhakî
15)Harâitî
16)Harâitî
17)Harâitî
18)Harâitî
18) İbn Hibban, Hâkim, Beyhakî 20) İbn Mâce
25)Harâitî
26)Harâitî
27)İbn Mâce, İbn Hibban
28)Bezzar, Taberânî, Harâitî
29)İmam Ahmed
30)Harâitî
31)Taberânî, Harâitî
32)Müslim, Buhârî
33)Müslim, Buhârî
34)Taberânî
35) Harâitî
Güzel Ahlâk'a Ulaştıran Sebepler
Anlaşıldı ki güzel ahlâk, akıl kuvvetinin îtidal ve normal derecesine, hikmet'in kemâline, öfke ve şehvet kuvvetinin normal olup akla ve şeriate itaat etmesine bağlıdır Bu normallik, iki yönden meydana gelir
1 İlâhî bir cömertlikle, fıtrî bir kemâlle hâsıl olur Öyle ki insan, kâmil bir akıl ile doğar Güzel ahlâklı olarak dünyaya gelir Hatta şehvet ve gazabı da korunmuştur! Onun şehvet ve öfkesi,akla ve ilâhî nizama itaat edecek ve normal bir şekilde yaratılmıştır Bu bakımdan bu kimse öğrenmeksizin âlim olur
Öğrenmeden terbiyeli olur Örneğin Hz İsa (a s), Hz Yahya (a s) ve bütün peygamberler böyledir Tabiat ve yaratılışta gayret sûretiyle elde edilen bir şeyin bulunması uzak bir
ihtimal değildir Nice çocuklar vardır ki doğru lehçeli, cömert, cesaretli olduğu halde yaratılmıştır ve bazen de bunun aksi olur Arıcak bu vasıflar
alıştırma yoluyla ve güzel ahlâkla ahlâklanmış kimselerle oturup-kalkmak sûretiyle elde edilir
2 Bu ahlâkları mücahede ve riyazet yoluyla elde etmektir Bundan gayem, nefsi güzel ahlâkın istediği hareket ve fiillere zorlamaktır Mesela cömertlik ahlâkını elde etmek isteyen bir kimse için yol cömertlik fiilini âdet haline getirmek için nefsini zorlayarak alıştırmaktır Bu da malın verilmesi demektir Daimî bir şekilde mal vererek bunu zoraki bir şekilde nefsine kabul ettirmeli ve bu hususta nefsiyle mücahede etmelidir Ta ki bu, nefsi için tabiîleşip kolay hale gelinceye kadar  Böylece nefis, cömert olur
Böylece nefsine tevazu ahlâkını kazandırmak isteyen bir kimse,nefsine kibir ve gurur galip geldiği halde şu yolda onu elde edebilir: Uzun bir müddet mütevazi kimselerin fiillerine devam etmeli ve bu devamlılık müddetince nefsiyle mücahede edip zoraki bir şekilde onu bu yöne sevketmelidir Bu ahlâk, nefsin ahlâkı olup, onda tabiî bir şekil alıp, kolayca onda yerleşinceye kadar devam etmelidir Şer'an ve dinen güzel ahlâkların tamamı bu yol ile elde edilir Kişinin gayesi, kendisinden çıkan fiillerden zevk alması olmalıdır Bu bakımdan verdiğinden dolayı, vermiş olduğu maldan zevk alan bir kimse cömert bir kimsedir İstemeyerek veren bir kimse ise, cömert sayılmaz Mütevâzi kimse ise, tevâzudan lezzet duyar Dinî ahlâklar ancak nefis, güzel âdetlerin tamamını îtiyad haline getirince ve kötü fiillerin tamamını terkedince yerleşir Güzel fiillere aşık olan ve onlardan zevk duyan bir kimsenin devam etmesi gibi bunlara devam etmedikçe ve aynı zamanda çirkin fiilleri kerih görüp onlardan elem duymadıkça, güzel ahlâk onun kalbinde yerleşmez Nitekim Hz Peygamber (s a) şöyle buyurmuştur:
Benim gözümün nûru, namazda kılındı 39
İbâdetlerin yapılması ve mahzurların terkedilmesi kerahet ve ağırlıkla beraber olursa, bu eksikliktir Kul bununla saadetin kemâline erişemez Mücâhede ile bunlara devam etmek hayırlıdır Fakat hayırlı olması, terketmesine nisbetendir İsteyerek yapmasına nisbeten değil  Bu sırra binaen Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bir de sabır ve namazla Allah'tan yardım isteyin Gerçi bu ağır gelir Fakat saygılı kimselere değil   39) Nesaî(Bakara/45) Hz Peygamber (s a) şöyle buyurmuştur:
Rıza halinde Allah'a ibâdet et! Eğer buna gücün yetmiyorsa istemediğin birşeye sabretmekte çok hayır vardır 40
Güzel ahlâktan ötürü va'dedilen saadete ermek için bazen ibadetten lezzet almak, mâsiyeti hor görmek, bazen de tam aksini hissetmek yeterli değildir Aksine daimî ve hayat boyunca böyle olmalıdır ki güzel ahlâktan ötürü va'dedilen saadete hakkıyla erilsin! Hayat uzadıkça fazilet daha yerleşir ve daha kemâle erer ve bu sırra binaendir ki Hz Peygamber'e saadet sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur:
Saadet, Allah'a ibadette uzun ömürlü olmaktır 41
Bunun için de peygamberler ve velîler ölümü hoş görmemişlerdir Çünkü dünya, âhiretin tarlasıdır Hayatın uzamasıyla ibâdetler fazlalaşır, o nisbette de sevap çoğalır, nefsi de daha temiz olur Ahlâk daha kuvvetlenir ve daha yerleşir, ibâdetlerin hedefi, kalbe tesir etmeleridir Kalbe tesir etmeleri ise, ancak ibâdetlere devam etmekle mümkün olur Bunlardan gaye, nefisten dünya sevgisini kesmek, Allah sevgisini yerleştirmektir İnsanı öyle bir raddeye getirmektir ki Allah ile mülâki olmaktan, onun nezdinde, daha sevimli birşey olmamalıdır ve elindeki bütün imkânları kendisini Allah'a götüren yolda kullanmalıdır İnsanın öfkesi ve şehveti insanın hizmetine verilen şeylerdendir Bunların güzel kullanılması da ancak ilâhî nizam ve aklın terazisiyle ölçülmesine bağlıdır Sonra onunla sevinmeli ve ondan lezzet almalıdır Namazın gözün nuru olacak bir raddeye gelmesini, ibâdetin lezzet verici bir duruma ulaşmasını uzak sanmak uygun değildir Çünkü âdet, nefiste bunlardan daha garip acaiplikleri istemektedir Zira biz görürüz ki padişahlar ve servet sahipleri daimî üzüntüler içerisindedirler Kumarcıyı görürüz ki, bazen kumarından ve içinde kıvrandığı çirkin fiilinden ötürü öyle bir ferahlık ve lezzet duyar ki halkın kumarsız sevinmesi bunun yanında az sayılır Oysa kumar, çoğu zaman kişinin malını tamamen giderir, evini yıkar, kendisini müflis bırakır Bununla beraber kişi kumarı sever ve ondan lezzet alır Oysa bu, uzun zamandan beri kumara olan alışkanlığmdandır
Güvercin ve kuşlarla oynayan da böyledir Bazen bütün gün ayakta, güneşin hararetinde bekler Oysa kuşlara, hareketlerine, uçuşlarına, gökte halka olmalarına karşı duyduğu sevgiden ötürü o zahmetin elemini hissetmez Hatta biz, aldatıcı fâsığı görürüz ki kendisi her türlü eza ve cefaya karşı sabır göstermekle iftihar eder Bu hareketinden dolayı asılmaya bile sabır göstermekle böbürlenir Bütün bunlarla beraber o nefsiyle mağrurdur Bunlara karşı sabırlı olmasıyla iftihar eder Hatta bunu nefsine böbürlenme vesilesi yapar İçlerinden bazılarını yaptığını veya başkasının yaptığını ikrar ve itiraf etmek için azaları parça parça kesildiği halde inkârcılıkta ısrar ettiğini, kendisine tatbik edilen eziyetlere perva etmediğini görürsün Mükemmellik, erkeklik ve kahramanlık kabul ettiği bu metânetinden dolayı sevinir İçindeki azaba rağmen durumları kendisi için göz aydınlığı ve böbürlenmesinin sebebi olmuş olur Hatta kadınlara benzetmek için tüylerini yolmak, yüzünü süslemek ve kadınlarla karışmakta muhannes bir kimsenin halinden daha kötü ve daha çirkin bir hâl olmadığı halde, buna rağmen görürsün ki muhannes kişi, bu halinden ötürü bir sevinç içindedir Muhanneslikte mâhir olduğundan dolayı böbürlenmekte, muhanneslikteki bu durumu ile iftihar etmektedir Hatta padişah ve âlimler arasında birbirlerine karşı iftihar yarışması yapıldığı gibi, hacamatçılar ve süpürgecilerin arasında da sanatlarından dolayı iftihar yarışmasının yapıldığını görürsün Bütün bunlar, daimî bir şekilde bir tarza devam etmenin ve bunu âdet edinmenin sonuçlarındandır Uzun bir müddet devam etmek, oturup-kalktığı ve tanıdığı kimselerde bunu görmek, böyle yapmasına yol açar Bu bakımdan madem ki nefis, âdetten ötürü bâtıldan lezzet alıp ona ve çirkin şeylere meylediyor, o halde bir müddet hakka döndürüldüğü takdirde ve hakka devam etmesi sağlandığı müddetçe nasıl haktan lezzet almayabilir? Nefsin o kötü işlere meyletmesi tabiatı gereğidir Çamurun yenmesine meyletmeye benzer Zira çamur yemek, âdetin neticesi olarak bazı insanlarda galip gelir Fakat nefsin hikmete, Allah sevgisine ve Allah marifetine meyletmesi ise tıpkı yemeye ve içmeye meyletmesi gibidir Bu ise kalp tabiatının gereğidir Çünkü bu rabbânî bir emirdir Nefsin şehvet isteklerine meyletmesi aslında garip ve tabiatına sonradan gelmiştir Kalbin gıdası hikmet, mârifet ve Allah sevgisidir Fakat nefis, kendisinde vâki olan bir hastalıktan dolayı, tabiatının isteğinden uzaklaşmıştır Nitekim insan midesinde hastalık olur ve bundan dolayı mide, yemek ve içmeyi istemez Oysa bunların ikisi de midenin yaşamasının sebepleridir Bu bakımdan Allah'tan başka herhangi birşeyin sevgisine meyleden her kalp, meyletmesi nisbetinde hastadır Ancak o şey Allah sevgisinde ona yardımcı olduğu için seviyorsa, bu takdirde durum değişir Allah'ın dininin sevgisinde kendisine yardımcı olan birşeyi sevmek, kalpte bir hastalığın varlığına delâlet etmez
O halde kesinlikle anlaşıldı ki, bu güzel ahlâkları riyazet yoluyla kazanmak mümkündür Riyazet demek, kendisinden çıkan fiilleri başlangıçta zoraki bir şekilde, sonra da kendisine tâbi olsun diye işlemek demektir Bu ise kalp ile âzâlar arasındaki ilginin şaşılacak hallerindendir Bundan gayem nefis ve bedendir Zira kalpte beliren her sıfat, eserini âzâlar üzerinde gösterir Hatta âzâlar, ancak o sıfata uygun olarak hareket ederler Âzâların yaptığı her fiilden bir eser kalbe yükselir Oradaki iş, devir ve teselsüldür Bu ise bir misâl ile bilinir Yazmakta usta olmak isteyen bir kimse için, kâtib (hattat) olabilmek için nefsî bir sıfat vardır El ile bir kâtibin yaptığını yapmaktan ve uzun bir müddet buna devam etmek-ten başka kendisinin bir yolu yoktur Bu ise güzel yazıyı hikâye etmektir Çünkü kâtibin yaptığı güzel yazıdır Bu bakımdan kendisini zorlamak sûretiyle kendisini kâtibe benzetmeye çalışmalıdır Sonra durmadan buna devam etmelidir ki bu, nefsinde sâbitleşmiş bir sıfat olsun! Bu bakımdan sonunda güzel yazı, tabiî olarak bundan ortaya çıkacaktır Tıpkı başlangıçta zoraki bir şekilde kendisinden ortaya çıktığı gibi , O halde yazısını güzelleştiren kendisidir Fakat başlangıçta bu iş zorlukla oldu Ancak bu zorluktan kalbe bir eser yükseldi Sonra o eser kalpten âzâya (ele) indi İşte böylece kişi, tabiî olarak, güzel yazı yazmaya başladı Böylece fakîh olmayı isteyen bir kimse için fakîhlerin yaptıklarını yapmaktan başka yol yoktur Onların fiilleri ise, durmadan fıkhı tekrar etmek, bunun tekrarlanmasından kalbine fıkıh sıfatı yükselinceye kadar buna devam etmektir, böylece fakîh olur Böylece, cömert, namuslu, halîm ve mütevazi olmak isteyen bir kimsenin de, bu karakterde bulunan kimselerin fiillerini zorlaya zorlaya yapması gerekir Bu fiiller kendisi için tabiîleşinceye kadar buna devam etmelidir Bu bakımdan bunun ilâcı ancak böyle yapmaktır Nasıl ki fakîh olmayı isteyen bir kimse, bir gece de fakih olamadığı için ümitsiz olmuyorsa ve bir gece çalışıp tekrar etmekle bu mertebeye varamıyorsa, aynen bunun gibi nefsin tezkiyesine, mükemmel olmasına ve güzel amellerle süslenmesine talip olan bir kimse de bir günün ibâdetiyle bu hedefe varamaz ve bir günün isyanıyla da bundan mahrum olmaz
Bu söylediklerimiz şu sözün mânâsıdır: Bir tek büyük günah, ebedî cezayı gerektirmez Fakat tekrar etmeyi bir gün terketmek insanı benzerine çağırır, sonra azar azar bu çağırma devam eder Öyle ki nefis, tembelliğe alışır, sonunda tahsili kökten terkeder ve böylece fıkhın fazileti elinden kaçar Küçük günahlar da böyledir Onların bir kısmı insanı başka kısınma çeker, sonunda saadetin temelini, ve imanın esasını yıkmak sûretiyle, elden kaçırıncaya kadar devam eder! Nasıl bir gece yapılan tekrarın tesiri, nefsin fıkhında hissedilmiyorsa, nefsin fıkhı tedric yoluyla bedenin gelişmesi, kâmetin uzaması gibi yavaş yavaş beliriyorsa, bir taatin tesiri de nefsin tezkiyesinde ve temizlenmesinde derhal tesirini göstermez Fakat az bir taatı hakir görmek de uygun değildir Çünkü taatin çoğu tesir eder Taatin çoğu ise, azlarından meydana gelmiştir Bu bakımdan her azın tesiri vardır Hiçbir taat yoktur ki, gizli de olsa onun bir tesiri bulunmasın Bu bakımdan kesinlikle onun sevabı vardır Sevap ise tesir karşılığıdır Günah da böyledir Nice fakîh vardır ki, bir gün ve bir gecenin boş geçirilmesini pek önemsemezler ve böylece gün be gün nefsini daimî bir şekilde geciktirirler Sonunda tabiatı, fıkhı kabul etmekten çıkar Küçük günahları önemsemeyen, daimî bir şekilde nefsini tevbeden alıkoyan, ölümün ansızın gelip gırtlağına yapışmasına kadar veya günahların karanlığı kalbinin üzerinde birikip tevbe etmesi zorlaşıncaya kadar bekleyen bir kimsenin hükmü de böyledir Zira az, insanı çoğa davet eder Böylece kalp, şehvetlerin zincirleriyle bağlanmış olur Bir daha da kalbi, şehvetlerin pençesinden kurtarmak mümkün olmaz Tevbe kapısının kapanmasının mânâsı bu demektir Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesiyle bu kasdedilmiştir:
Biz onların önlerine bir engel, arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık; artık görmezler (Yâsîn/9) Bu sırra binaen Hz Ali (r a) şöyle demiştir:
İman, kalpte beyaz bir nokta olarak görünür İman arttıkça bu beyazlık da artar Ne zaman ki kul, imanın kemâline varırsa, o zaman kalbin tamamı beyazlaşır Münafıklık, kalpte siyah bir nokta olarak görünür Münafıklık arttıkça o siyahlık da artar Kul, tam bir münafık olduğu zaman kalbin tamamı kararır!
Bu bakımdan anlaşıldı ki güzel ahlâklar, bazen tabiat veya fıtratla, bazen de güzel fiillerin alışkanlık hâline getirilmesiyle ve bazen de güzel fiil sahiplerinin tanınması ve onlarla arkadaşlık etmekle elde edilir Çünkü o güzel fiil sahipleri güzelliğin, salâh ve takvânın arkadaşlarıdır Zira tabiat tabiattan hem şerri, hem de hayrı alır Bu nedenle hakkında bu üç durumun gerçekleştiği -öğrenmek, âdet ve tabiat yönünden fazilet sahibi olan- bir kimsenin fazileti, faziletin zirvesi demektir Rezil olan ve kötü arkadaşları bulunan, onlardan kötülüğü öğrenen, âdet edinilecek kadar şer sebeplerini kendisinde toplayan bir kimse ise, son derece Allah'tan uzaktır Bu iki derece arasında bulunan bir kimse ise, bahsi geçen bu durumlardan bazılarının bulunduğu bir kimsedir Bunların herbirinin yakınlık ve uzaklıkta, kişinin sıfat ve durumunun isteğine göre bir derecesi vardır Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir (Zilzâl/7-8)
Allah onlara zulmetmedi Fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler (Nahl/33)
39) Nesaî
40)Taberânî
41)Deylemî
|