Prof. Dr. Sinsi
|
Tarikatlar Ve Özellikleri
Tarikatlar ve Özellikleri
BAYRAMİYE, BAYRAMİLİK
Hacı Bayram Velî tarafından XIV asrın sonları ile XV asrın başlarında kurulan ve önemli bir yere sahip tarîkatlardan biri Adını Hacı Bayram Velî (833/1429)'den almıştır Hacı Bayram, 753/1352 yılında Ankara Çubuksuyu civarında bugünkü söyleyişiyle Solfasol (Zü't-Fadl) köyünde doğmuştur Asıl adı Numan'dır Şeyhi ile Kurban Bayramı'nda tanıştığı ve çok mütevazi olduğundan Bayram adını almış ve bu adla ün yapmıştır Babası, Koyunluca Ahmed adında bir köylüdür, Safiyüddin ve Abdal Murat isminde iki küçük kardeşi vardır [1]
Çocukluk hayatı hakkında fazla malûmat sahibi değiliz Onun meşhûr olması o zamanlarda çok büyük bir kıymet taşıyan müderrisliğiyle başladı Görev yeri Melike Hatun'un yaptırdığı Kara Medrese'dir
Hacı Bayram, Kayserili Şeyh Hamîdeddin b Musa (Somuncu Baba)'ya (815/1412) intisâb ederek ondan feyz aldı Şeyhinin neş'e ve kemâline olan aşkının sonucu hep onunla birlikte oldu, onunla birlikte Şam ve Mekke'ye gitti Hac görevini yerine getirerek Aksaray'a geri geldiler Hacı Bayram şeyhinin irtihâlinden sonra Ankara'ya döndü Gazalî'nin (ö 505/1111), Bağdat Nizamiye Külliyesi'nden ve Molla Câmî'nin (898/1492) görev yaptığı medreseden ayrıldıkları gibi Hacı Bayram Velî de Kara Medrese Müderrisliği'nden çok geçmeden ayrıldı
Bu sıralar Anadolu halkı üzerinde Muhyiddin İbnü'l-Arabî (638/1240) Celâleddîn-i Rûmî (672/1273), Sadreddin Konavî (673/1274) ve şeyhi Hamideddin'in nüfûzları hissediliyordu Hacı Bayram'ın tasavvuf terbiyesinin yanına müderrisliği de eklenince, fikirlerini yayması çok kolay oldu İrtihalinden sonra da Bayramîlik adıyla ün salan bu tasavvuf ekolü (tarikatı)'nü, yetiştirdiği müridleri idame ettirdiler [2]
Bayramîlik, tasavvuf tarihinde gözle görülür bir yer tutmuştur Tarîkat denilen olgu bir görünümdür Bunun hayat sahnesine çıkışı ve devamlılığı, ondaki öz'e bağlıdır Bunun yanında, başta bulunan şeyhin şahsiyeti, teslimiyeti, fedakârlığı ve kendisine intisâb edenlerin kemmiyet ve keyfiyet açısından durumları da göz ardı edilemez Tabiî bir diğer önemli faktör de, o sıralarda mevcûd olan ortam ve şartlardır Bunlar bir arada bulunduğunda bir tasavvuf ekolü oluşur ve sahnede görevine başlar Tasavvuf alanında bütün tarikatlarda görülen öz, müntehâ nokta olan melâmettir Melâmet ise, bir cümleyle ifade edecek olursak nefsi kınamak ve Hakk'ı yüceltmektir Yani, Tevhîd-i Zât'a varmaktır Bunun tahakkuku, meşrûiyyet dairesinde olur Hacı Bayram Veli'de bunları rahatlıkla görürüz
Silsilesi: Bayramîlik, bir koldan Bayezid Bestamî'ye (261/874) çıkar Diğeri, bilhassa Halvetîler ve Melâmîler tarafından kabûl edilen silsile olup Hasan Basrî'ye uzanır Birinci silsile, Ebu'l-Hasan Zarafânî'den Nakşıbendiyye silsilesine ulaşır Bayramîlik'te Aleviyye ve Sıddıkiyye nisbeti vardır
Bayramîlik, kendisinde sesli ve sessiz hatî ve cehrî zikri toplamıştır Sesli zikri Halvetîlikten, sessiz zikri de Nakşîlikten aldığı kabul edilir
İhtiyârî ve ıztırarî ölümle zevk edilen vahdet-i vücûd olgusuna inanmak, bu tarikatın fikrî alandaki önemli özelliğidir Vahdete inanmak diğer tarikatlarda; sonunda varılan bir netice iken; Bayramîler'de, henüz işin başında iken bulunması gereken bir husustur Bu inanç, zamanla oluş haline gelmelidir Fenâfillah mertebeleri diye de adlandırılan ve Tevhîd-i Ef'âl (Fiillerin birlenmesi), Tevhîd-i Sıfât (Sıfatların birlenmesi) ve Tevhîdi Zât (Zâtın birlenmesi), yani sırayla; her fiilin fâilinin, her sıfatın mevsûfunun Allah olduğu ve Allah'tan başka gerçek varlık bulunmadığı şeklinde özetlenen Tevhîd anlayışına çok önem verilir Hacı Bayram bu Tevhîd mertebelerini "bilmek", "bulmak" ve "olmak" diye ifade eder [3]
Bayramîlik, dünya hayatında kimseye yük olmamayı, alınteriyle kazancı esas alır Bizzât Hacı Bayram, Ankara'da geçimini ziraatle sağlamıştır Bayramîlik'te aynı zamanda, başkasının da geçim zorlukları karşısında yardımına koşmak prensibi vardır Bu husus ile ilgili olarak Hacı Bayram'ın üç aylarda halktan zekât toplayıp fukarasına dağıttığı bilinmektedir Bu davranış aynı zamanda nefsi kınamaya da işaret sayılabilir
Bu tarihî gerçeklerin ışığı altında tasavvufî düşünce ve pratik hayat anlayışında görüldüğü üzere, gerek özel hayatında, gerekse devlet büyükleriyle olan ilişkilerinde Hacı Bayram Velî' yi maneviyata aşırı düşkün mistik bir mutasavvıf olmaktan çok, hayatın pratik ve yaşanılır gerçeğine kolayca uyum sağlayabilen, dünyayı ihmal etmeyen, müridlerini son derece disiplinli yetiştiren, çalışma ve hayat mücadelesini teşvik eden, günün büyük kısmını tarlada, bağda çalışarak geçirip zamanında muntazam ibadetini ve zamanında da işini gücünü yerine getiren plânlı bir hayat adamı olarak görüyoruz
Bayramîlik geleneklerine gelince onları şöylece özetleyebiliriz: Tekke veya bir mecliste toplanmak, oniki rekâtlık bir teheccüd namazı kılmak, sonra zikir halkası oluşturmak, kudûm çalarak çarşıyı dolaşmak Zikirlerinde "Lâ ilâhe illâllah" derlerdi
"Gönüle varmak" diye adlandırılan zikirde, gözler kapanır, nefes tutulur ve başlar sağa sola sallanırdı [4]
Tarikatın esasları; cezbe, muhabbet ve sırr-ı ilâhi olarak ifade olunabilir [5]
Bayramîliğin Hacı Bayram'ın ölümü üzerine iki kola ayrıldığı kabul edilir Bir kısım, zikr-i cehrîyi kabul ederek Hacı Bayram'ın halifesi Ak Şemseddin'e (864/1459) bağlanmış; bir kısmı da diğer halîfesi Bursalı Ömer Dede'ye (880/1475) uyup, zikir ve vird gibi şeylerden, özel giyimden, hatta tekkelerden bile feragat ederek Melâmî adını almıştır
Bayrâmîlik adıyla ün salan tarikat, Ak Şemseddin koluyla yayılmıştır Bilhassa Anadolu'da Ankara, İstanbul, Bolu, Bursa, İzmir ve Kastamonu'da yayılmış ve özellikle Türk tasavvuf çevrelerinde etkili olmuştur Bayramîliğin yukarıda zikrettiğimiz iki şubesinin yanında, ayrıca Tennûriyye, Himmetiyye, İseviyye ve Hamzaviyye kolları vardır Aziz Mahmud Hüdâî'nin kurduğu Celvetîlik de Bayrâmîlik'den doğmuş ve onun devamı sayılmıştır
Bayrâmîlik, kurucusunun şahsiyeti dolayısıyle büyük etki bırakmıştır Onun yetiştirdiği ünlü kişilerden Ak Şemseddin, Mehmed ve Ahmed Bîcan, Melâmiyye-i Bayramiyye müessisi Ömer Dede ve diğerleri, Anadolu'da İslâmî varlığın korunmasında da büyük tesirler icra etmişlerdir Hacı Bayram Velî, Yunus Emre tarzında ilâhiler yazmıştır Hacı Bayram Velî' nin (k s) kabri, önemini ve değerini yükselttiği Ankara'da kendi adıyla anılan camün avlusundadır Onun meşhur ilâhilerinden biri şöyledir:
"Çalab'ım bir şâr yaratmış iki cihan aresinde,
Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde
Nağihan ol şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım taş u toprak aresinde
Ol şârdan oklar atılır, gelir ciğere batılır
Arifler sözü satılır ol şârın pazaresinde
Şâkirdleri taş yonarlar, yonup üstada sunarlar
Çalab'ın ismin anarlar o taşın her pâresinde
Bu sözü ârifler anlar, cahiller bilmeyip tanlar
Hacı Bayram, kendi banlar ol şarın minaresinde "[6]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] M Ali Aynî, Hacı Bayram Velî, İstanbul 1343, s 50
[2] Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmîler, İstanbul 1931, s 34
[3] Mehmet Demirci, Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, İstanbul 1987, s 39
[4] Mehmet Demirci, a g e, s 39
[5] M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, İstanbul 1983, s 181
[6] Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi:
================================================== ========================
BEKTAŞÎLİK
Hacı Bektaş Velî tarafından kurulduğu kabul edilen tarikatın adı Bu tarikatın kuruluşu her ne kadar Hacı Bektaş Velî'ye nisbet ediliyorsa da esas teşekkülü daha sonraki dönemlere rastlar Bektaşî tarikatının silsilesini Bektaşîler şu şekilde naklederler: "Hz Ali, Hasan-ı Basri, Habib el-Acemi, Davud et-Tai, Ma'ruf el-Kerhi, Şeyh Sırrı es-Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Ali Merâğî, Şeyh Ebû Ali Hasan, Şeyh Ebu Osman Mağribî, Şeyh Ebu Kasım Gürganî, Şeyh Ebû Hasan Harkânî, Şeyh Ebû Farmidî, Fazl İbn-i Muhammed et-Tusi Hoca Ahmed Yesevî, Hoca Yusuf Hemedâni, Şeyh Lokmanü'l-Horasanî, Pir-i Tarikat Es-Seyyid Muhammed Bektaş-ı Velî İbn-i İbrahimü's-Sânî "
Hacı Bektaş-i Velî'nin neseplerini de şöyle gösterirler: İmam Ali, İmam Hüseyin, İmam Zeynelâbidin, İmam Muhammed Bakır, İmam Musa el-Kâzım, İmam Ali Rıza, İmam Muhammed Nakî, İmam Hasan el-Askerî, İmam Muhammed Mehdî, Seyyid İbrahimü'l-Mükrimü'l-Hicap, Seyyid Hasan, İbni Seyyid İbrahim, Seyyid Muhammedü's-Sânî, Seyyid Mehdi, İbni Seyyid Muhammedü's-Sani, Seyyid İbrahim, İbn Seyyid Hasan, Seyyid Muhammed, İbn İbrahim, İbn Seyyid, Elhak İbn Seyyid Muhammed, Seyyid Musa İbn Seyid İshak, Seyyid İbrahimü's Sani, İbn Seyyid Musa, Seyyid Muhammed eş-Şehir Hacı Bektaşî Velî, İbn Seyyid İbrahimü's-Sânî
Hacı Bektaşî Velî'nin annesi Şeyh Ahmed Nişâbûri'nin kızı Hâtem Hatun'dur Bektaş-ı Velî hicrî 645 yılında Nişâbur'da doğdu 680'de Ahmed Yesevî'nin tavsiyesiyle Anadolu'ya geçti Kırşehir yakınında "Karabük"e yerleşti, 738 de vefat etti
Bektaşîlik, Anadolu'nun ortasında ıssız bir köyde doğmuştur Âlimlerden uzak kaldığı gibi şehirlilerden çok köylüler ve yörükler arasında yayıldı Hatta çoğu kez göze bile çarpmadı Ancak tamamıyla kurulduktan ve dal budak saldıktan sonra anlaşıldı Bektaşilik her tarikat gibi batınîdir Bâtına ait birtakım tasavvufî esrar ile içli dışlıdır Fakat bâtınilik meselelerinde öbür tarikatlardan ayrılır Mâlum olan "Bâtınî"lere yaklaşır Bektâşîler her şeylerini gizli tutarlar Her türlü teşkilatları saklıdır Birtakım işaretler ve remizler kullanırlar Buna binâen tarihte meşhur olan "Bâtınî"lerle alâkaları vardır Tarikatların birçoklarında bulunan "seyr-i sülûk" Bektaşilik'te yoktur Muayyen "evrad ve ezkâr" bile mevcut değildir Ancak "inâbe" ve "ikrar" ile "âyin-i Cem" vardır
Bektaşîlik'te Ehl-i Beyt'e fazla sevgi gösterilir Bu muhabbet ifrata kadar varır Hatta Bektaşiliği mezhep itibarıyla "Ca'feri"; irfan ve felsefe itibarıyla "Hurûfi" diye tanımlayanlar vardır Gerçekten Anadolu Bektaşîleri (Alevîler) Ca'feri mezhebinde olduklarını açıktan açığa söylerler Mezhepte Ca'feri, tarikatte Bektaşî ve Alevî bulunduklarını itiraf ederler
Bektaşîler, Ca'ferî fıkhını kabul ettikleri gibi İmamiyye mezhebini de kabul etmişlerdir Oniki imamı takdis ederler Hz Ebû Bekr, Osman, Ömer ile Hz Âişe'yi pek sevmezler Bektâşîlik'te az çok tasavvuf, büyük miktarda Hurûfilik, Ahilik, Bâbailik, Bâtınilik, Hulûl ve Tenâsuh, Ca'ferilik, Şiî'lik, İmami'lik, Şâmani'lik, Lama'lık hatta teslis gibi eski ve yeni bir çok unsurlar vardır Onun için içinden çıkılmaz bir şekil almıştır
Yeniçeri Ocağı'nın kuruluşunda Hacı Bektaş Velî dua etmiş, bu nedenle Yeniçeriler onu pir olarak tanımışlardır Yeniçeri Ocağı'na "Hacı Bektaş Ocağı" denmesi bundan dolayıdır Bu tarikatın Türkler arasında tutunmasının, yaygınlık kazanmasının sebeplerinden birisi Yeniçerilerle ilgisinin bulunmasıdır Çeşitli grupları ve cereyanları bünyesinde barındırması, toleransı, tarikat mensuplarının halkla içli dışlı olması; özellikle Bektaşî edebiyatını oluşturan eserlerin Türkçe ile ve halkın rahatlıkla anlayacağı bir üslupla yazılması, Bektaşîliğin yaygınlık kazanmasını sağlayan başlıca hususlardır
Bektaşîlik Anadolu sınırları içinde kalmamış; Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Mısır, Arnavutluk ve Macaristan'a kadar yayılmıştır
Sünnî bir yapıya oturan Osmanlı devletinde, Şiî-Bâtınî unsurların karıştığı Bektaşîlik, aynı tempo ile yürüyemedi Yeniçeri Ocağı'nın etkisi azalınca, hatta Sultan II Mahmud'un Yeniçeri Ocağı'nı ilgasıyla Bektaşîlik de ilga edildi Ancak Sultan Abdülaziz zamanında yeniden canlandı, gelişimini sürdürmeye başladı 30 Kasım 1925'te tekkelerin kapatılmasıyla Bektaşîlik resmen son buldu
Bektaşîlik başlıca iki kola ayrılmaktadır Bunlardan birincisi Hacı Bektaş Veli'nin evli olduğunu kabul eden Çelebiler koludur Bunlar, kendilerini Hacı Bektaş Veli'nin neslinden sayarlar Bu nedenle bunlara "bel oğlu" adı verilir Bu kol Anadolu'da yaygınlık kazanmıştır İkinci kol mensuplarına Babağân kolu denilir Bunlar tarikat yoluyla Hacı Bektaş Veli'ye bağlı oldukları için "yol oğlu" adıyla anılırlar Bu kola mensup olanlar Hacı Bektaş Velî'nin bekâr olduğunu kabul ederler Bu anlayış İstanbul, Rumeli ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde yaygınlık kazanmıştır Zaman zaman bu iki grup birbirlerine karşı düşmanca tavır takınmışlardır
Bektaşîliğe girecek olan kişi belirli bir müddet denenir Sonra "ikrar âyini" denilen bir törenle tarikata girer [1]
Bektaşilikte Müridlerin Dereceleri:
Bektaşîlik'te müridler beş dereceye ayrılır:
1- Muhiblik,
2- Dervişlik,
3- Babalık,
4- Mücerredlik,
5- Halifelik
Muhib'in iki Bektaşî'nin kefâletiyle tarîkata intisabı kabul edilir Buna "el almak" veya "nasib almak" da denilir Dervişliği isteyen erkek muhib tekkeye alınır Hizmetleriyle bunu isbata çatışırsa dervişliğe kabul edilir ve dervişlik tacı giydirilir Üçüncü derece babalıktır Babalık dervişe halife tarafından verilen bir mertebedir Yeteneğini ispat eden dervişe bizzat halife tarafından bu pâye verilir Halîfenin icâzetiyle bundan sonra muhib ve derviş yetiştirebilir Babaların Hz Peygamber soyundan geldiklerini kabul edenler yeşil sarık sararlar
Dördüncü derece mücerredliktir Bu dereceye yükselmek için evlenmemiş olmak gerekmektedir Mücerredliğe seçilen aday dervişlerden ve babalar arasından seçilir Bu derece halifeye en yakın olanıdır Belirli bir merâsim yapılır Adayın sağ kulağı delinir; Mengûş adı verilen bir küpe takılır Bunlar kendilerini tarikata adadıkları için evlenemezler, çocuk sahibi olamazlar
Bektaşî babası halifelik makamlarından birine müracaat eder Eğer halifeliğe gerek varsa ve müracaatı da kabul edilirse ona halifelik icazeti verilir Bunun dışında bir baba, üç mücerredin imzasıyla da halifelik makamını elde edebilir Bektaşîlik dört temel üzerine oturur Bu dört temele dört kapı denir Şerîat kapısının mensupları Şerîata ve Ehl-i Beyt'in yoluna uymak zorundadır Tarikata giren "yol oğlanları" da bu yolun gereklerine uymağa mecburdur Hakikat kapısının mensubu, evrenin sırrını öğrenecek, marifet kapısının mensubu da nefsini mâsivâdan temizleyecektir
Bektaşiliğin Gelenekleri:
Bektaşî tarikatının kendine özgü gelenekleri vardır: Bıyıklarını ve sakallarını uzatırlar Karşılaştıkları zaman sağ ellerini kalplerinin üstüne koyarlar Birbirinin ellerini öperler Başlarına oniki dilimli taç giyerler Göğüslerine "teslim taşı" adını verdikleri oniki dilimli bir taç takarlar Hırka giyerler, kemer kuşanırlar Birbirlerine ömür boyu yardımcı olmak amacıyla :"yol kardeşi" adını verdikleri bir arkadaş edinirler Evfi Bektaşîler boşanmazlar Nasib kapanmasın diye kaşığı sofra üzerine yüzüstü bırakmazlar Kapının eşiğine basmazlar Hulûl, tenâsuh ve hattâ teslis anlayışı, inanç olarak Bektaşîliğe hakim olmuştur
Bektaşîlik alevîlikle iç içe girmiş bu nedenle özellikleri bozulmuştur Bazı âdetler değişikliğe uğramıştır- Çelebiler ile Babağân arasındaki mücadeleden sonra evlenmemek âdet haline getirilmeye çalışılmıştır Daha önceleri şerbet içilirken, sonraları bunun yerini şarap ve içki içme âdeti almıştır Allah'ın yasakladığı bazı haramlar mübah sayılmaya başlanmıştır Namaz kaldırılmış, yerine niyaz ikame edilmiştir
Bektaşî tekkeleri genellikle dağ eteklerinde, ıssız, sakin yerlerde kurulmuştur
Bektaşî edebiyatı halk şiirinden yararlanmış, genellikte halk şiirindeki vezin, kafiye vb özelliklere sadık kalınmıştır
Bektaşî tekkelerinde ve dergahlarında icra edilen musîki genelde halk musîkisine çok yakındır Bektaşîlik zengin bir tekke musîkisine sahiptir [1]
Bektaşîlikte ana ilke Hz Muhammed (s a s )'in soyunu ve oniki imamı sevmek ve Ehl-i Beyt düşmanlarından uzak olmaktır [1]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Cemil Çiftçi, Şamil İslam Ansiklopedisi:
================================================== ========================
HALVETİYYE
Suhreverdiye'nin bir kolu, Kübreverdiyye'nin bir şubesi olan ve Şeyh Ebu: Abdullah Sirâcüddin tarafından kurulan tarikat Sirâcüddin Ebu Abdullah'a Halvetiyye'nin birinci piri denilmektedir Ebu Abdullah önceleri Tebriz yakınlarında "Hoy" şehrinde, sonra Mısır'da ve oradan da Hicaza giderek ilmî çalışmalarına başlamış; bir süre sonra Sultan Üveys'in dâveti üzerine Herât'a gelmiş orada 750/1349, diğer bir rivâyette 800/1397 yılında vefat etmitir
Şeyh Sirâcüddin Ebû Abdullah'ın yedi defa hacca gittiği, sahralarda dolaşırken bir gün içi boş ve çok büyük bir çınar ağacı görüp, halvete niyetle kırk erba'în'i bir biri ardınca burada tamamladığı, tesis ettiği tarikatın adına Halvetiye denilmesinin sebebinin de bu olduğu bilinmektedir
Ebû Abdullah, gündüzleri boş vakitlerini şeyhi Ali Muhammed b Nuri el-Halvetî'ye hizmette geçirirdi Gece yarısından sonra dağa çıkarak teheccüd namazını orada kılar ve tekrar zâviyesine dönerdi Halifeleri: Seyfeddin, Ebû Yezid, Zâhirüddin ve yerine geçen Ali Emre'dir
Ebû Abdullah'tan sonra Halvetiyye'de ismi geçen şeyh Seyyid Yahya eş-Şirvâni el-Bakâvî ise, Şemah'ta doğmuş ve Şirvan'da Bakü şehrinde vefat etmiştir (869/1464) O'na tarikatın ikinci piri de denilmektedir Yahyâ Şirvânî; ilmiyle, dine bağlılığıyla ve takvâsıyla herkesin sevgi ve hürmetini kazanmıştır Halvetiyye şûbelerinde okunan "Virdü's-Seftâr" onun te'lif ettiği bir eserdir Halifeleri: Dede Ömer Rûşenî, Alâaddin pir Şükrullah el-Ensârî, Habib el-Karamanî, Mehmed Bahaüddin Erzincânî'dir
Halvetiyye Tarikatının Özellikleri:
Abdullah Bosnevî, "Semaratü'lfuâd" adlı eserinde, halvet kelimesinin "hı" sının, sivâ'dan kalb kuvvetine; "lâm"ının zikir lezzetine; "vav''ının zâhir ve bâtını korumak ile ahde vefâya; "te"sinin temkine; "ye''sinin zorluklardan kolaylığa; "he"sinin ise müşahedeye delâlet ettiğini zikreder
Halvetîliğin temeli zikrullahtır İnsan kendisini her türlü geçici heveslerden, dünya nimetlerinden kurtararak Hakk'a yönelmelidir Zikrin amacı, Allah'tan başka bir varlığı düşünmemek, her varlık türünde Allah'ı görmek, çokluktan kurtularak birliğe ulaşmaktır Buna vahdet-i vücûd denir Zikir, biri gönülle, biri dille olmak üzere iki türlüdür İnsan, elinde olmayan birtakım sebebler yüzünden kötülükle kaynaşan ruhunu zikr ile arıtır; Allah'ın tecellisi için bir ayna niteliğindeki gönül her türlü heves pasından temizler
Halvetî tarikatına girecek olanlar önce şeyhin katına (huzur-ı pire) çıkarılır Talipli, şeyhin katında diz çöker; bütün dünya varlığından sıyrılır, yalnız Allah'ı düşünmeye başlar Şeyh, kendisine gerekli bilgileri verir Talipli bu sırada başını sağ omuzuna doğru götürüp "Lâilahe" der Sonra, sol göğsü ortasından bir çizgi çeker gibi çevirip "İllallah" diye zikreder Bunları söylerken, yüreğinin atışlarıyla ağızdan çıkan sözler arasında bir bağlantı kurar Böylece bir yandan dil ile, bir yandan gönül ile zikir başlar
Nakk'ı zikretmenin üç ayrı yolu vardır: İstiğfâr, salavât ve esmâ-i seb'a Bunları tamamlayan mürid, tarikat kurallarına göre halifelik makamına yükselir Tarikat, Esmâ-i Seb'a; yedi isim kalbi tasfiye, her an Kelime-i Tevhidi dilden düşürmemek; mâsivadan uzaklaşıp, zikr-i Celâl ile meşgul olmaktır "Esmâ-i Seb'a"; "Lâilaheillallah, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyûm, Kahhâr"dır Bunlara "Vehhab, Fettâh, Vâhid, Ehad ve Samed" ismi şeriflerini ekleyenler de vardır
Halvetiyyede Zikir:
a) Mürid diz çöküp, kıbleye karşı oturduktan ve mâsivâyı hatırdan çıkardıktan sonra, Allahu Teâlâ'yı düşünmeye başlar Önce başı sağ omuz tarafına çevirir "Lailahe"; sonra sol tarafa çevirip "illallah" der Bunu otuz üç veya yüz altmış beş defa tekrarlar Hemen bütün tarikalarda bu zikir esas kabul edihniştir Yedi isimden önce "Lailaheillallah"la devam edilir Tevhîd kelimesinin sırları keşfolunmaya başlayınca ism-i Celâle geçilir
b) Hakkı zikre, istiğfâr ile başlanır
"Estağfirûllah ellezi Lailahe illa hüve'l-Hayyu'l-Kayyum ve etûbu ileyh" yüz kere tekrarlanır
c) Daha sonra yüz kere "Salavât" getirilir
Halvetiye tarikatına intisab etmiş bir mürid şeyhinin yakınında bulunmadığı takdirde "Esma-i Seba'nın" tamamına devam etme durumunda kalabilir Bu hallerde mürid bu yedi ismi yüz bine vardırmak mecburiyetindedir Bu vazifeleri noksansız yerine getirip hilâfete hak kazanabilir
Halvetiyye Tarikatında yedi makam geçerli olup bunlar tamamlanınca Kemâle erme olayının gerçekleştiğine inanılır Bu makamlar şunlardır: Nefs-i emmâre, Nefs-i levvâme, Nefs-i mülhime, Nefs-i mutmainne, Nefs-i radiyye, Nefs-i mardiyye, Nefs-i kâmile
Halvetiyyenin Şubeleri:
Diğer birçok tarikatlarda olduğu gibi, Halvetiyyenin de bir hayfi kollan vardır: En önemlileri şunlardır:
a) Ruşeniyye Tarikatı: Dede Ömer Ruşenî'nin (ö 892/1487) kurduğu koldur
b) Cemâliyye Tarikatı: Muhammed Hamidüddin Cemâlî el-Bekrî (ö 899/1494)'nin oluşturduğu kol
c) Ahmediyye Tarikatı: Ahmed Şemseddin (ö 910/1504)'nin önderliğini yaptığı Halvetiyyenin koludur
d) Şemsiyye Tarikatı: Şemseddin Ahmed b Ebi'l-Berekât Muhammed b Hasan ez-Zilî (ö 1006/1597)'nin kurduğu kol
Muhiddin Ibnü'l-Arabînin fikir ve düşüncelerinden kaynaklanan çeşitli tasavvufi görüşleri ihtiva eden tarikat "Vahdet-i Vücud" görüşünü aksettirmektedir Özellikle Halvetiyyenin Mısıiyye şubesinin kurucusu olan Niyâzî el-Mısrî el-Malatyavınin görüşleri ibnü'l-Arabî'nin Vahdet-i Vücud görüşünün tekrarlanmasından başka bir şey değildir Vahdet-i vücüd'un en çok işlendiği ve inanıldığı tarikadlardan biri Halvetiyye'dir
================================================== ========================
HURÛFÎLİK
Batıl inançlara sahip bir fırka ve uydurulmuş bir inanç sistemi
Hurûf, harf'in çoğuludur Harf, Arapça'da alfabeyi teşkil eden işaretlerin her biridir Söz manasına gelir
Hurûfî, Arapça sıfat olup, İlm-i hurûf ile ilgili olarak harflerin sırlarına dair itikat ve düşünceye inanan kişi demektir
Hurufilik inançlarının temeli ilm-i huruf'un hurâfe fikirleri üzerine kurulan bir fırkadır [1] Çok eskilere dayanan bir mazisi olmasına rağmen, Hurufilik denince, İran'da Esterâbâd Kadiu'l-Kudâtı'nın oğlu olàn Fazlullâh el-Hurûfi (740-796/1340 1394)'nin XlV asrın sonlarında kurup bir sistem halinde geliştirdiği fırka anlaşılır
Asırlar boyunca bir takım harf ve rakamlar mukaddes sayılmış ve bunlara muhtelif anlamlar verilerek, Allah'a mahsus sırların bunlar da gizlendiği düşüncesi kabul edilmiştir Çok eski çağlardan bu yana insanoğlu zaman zaman, gökte veya yeryüzünde varlığı kabul edilen gizli kuvvetlerden istifade yollarını araştırmıştır; çözemediği esrarlı hadiselerden önceleri korkmuş, sonraları onlardan faydalanma yollarını aramıştır Mevcudiyeti kabul edilen bu kuvvetler harf ve şekillerle tasvir edilmiştir Neticede bu tabii ilimler önce efsûn (büyü), tılsım ve sihirbâzlık şeklinde ortaya çıkmıştır Mısır'da Hz Musa'dan evvel Kıptîler sihir ve tılsımla uğraştıkları gibi, Nebâtî, Keldânî ve Süryânîlerden ibaret olan Babil halkının da bu ilimlerle uğraştığı ve eserler meydana getirdikleri bilinmektedir [2]
Hurûfiliğin bilinen ilk şekli, mutasavvıflar tarafından yazılıp tasnif edilmemiş bir takım işaretlerden ibarettir [3] Havâs ile uğraşanlar bunları kısımlara ayırarak üzerlerinde çalışmışlardır Böylece bu araştırmaların sonunda ortaya çıkan Luğâz, Muammâ, Remil, Fâl, Cifr, Vefk, Azâyim ve Nucûm İlm-i Hurûf'un şubeleri sayılmıştır [4]
Buna benzer inançlar eski Hind'de, Yunan'da, Mısır'da, Musevîlik ve Hıristiyanlıkta da mevcuttur Hindûlara göre sayılarla harfler arasında bir münasebet vardır Üç, yedi, on ve kırk rakamları kutsal olduğu gibi, her sayı bir şeye işâret eder Meselâ Pythagorasçılar, âlemin aslının sayı olduğunu ve eşyanın da bundan meydana geldiğini ileri sürerler Eşyanın aslı sayı olduğuna binaen, sayının aslı da bir'dir Bu bir, bir'e tatbik edilirse nokta olur Noktaların hareketi çizgiyi, çizginin hareketi sathı, satıh da cismi meydana getirir Bundan da his, idrak ve akıl çıkar [5]
Pisagorcularda üç rakamı ilk sayılır Dört, unsurlara işaret eder İki, kadın demektir Üç ile ikinin toplamı olan beş, evlenmeyi gösterir Üç ile üç'ün toplamı olan altı, her şeyin altı cihetine işarettir Yedi, dört unsurla buûdu, varlığı gösteren ilk sayıdır Yani üç ile dördü gösterdiğinden kutlu bir rakamdır Onda mükemmeldir Üç ve yedi adına and içilir [6]
Havas ile meşgul olanlar harfleri rakamlarla açıklayarak eski çağlarda "Ebced" kelimelerini sihir ve büyüde kullanmışlardır Burada elif'den gayn'a kadar her harf` bir tanrı ismi ile tabiî güç mukâbilidir Böylece sayı ve harf arasındaki ilgiden bir sır sistemi kurulmuştur Meselâ, efsûn ve muskalarda, harfler sayı değerlerine göre toplanır ve bu toplamın cinler âlemi ile münasebeti olduğu kabul edilir 
Hristiyanlıkta bunun bir başka örneğini görürüz Ahd-i Cedîd [7]'da ilk harf "elif" ve son harf olan "ye"nin iptidâ ve intihâya, yani başlangıç ve sona delâlet ettiği bildiriliyor Ayrıca Musevîlerin Yunan felsefesi'ne dayanan Kabalizm'i Tevrat ve Zebûr'un zahiri manasıyla iktifa etmeyerek, kutsal kitabın harflerinden gizli manalar çıkarmaya uğraşmaktır [8]
İslâm âleminde ise harflerin bazı husûsiyetlere sahip olduğu inancı oldukça eskidir [9] Bu itibarla Kur'an'ın yirmi dokuz sûresinin basındaki harflere çeşitli anlamlar verilmiştir İslâm uleması arasında hurûf ile uğraşanların başında Hallâc-ı Mansûr (ö 922) ibn Nedim (ö 987)'den sonra ibnü'l-Arabî (1165-1240), İbn-i Haldûn (1332-1406), Abdurrahman-ı Bistâmî (ö 1454) ve Sarı Abdullah Efendi (1584-1660) gelir
İslâm Dünyası'nda Hurûfîliği bir inanç sistemi, bir fırka halinde yayan Esterâbâdlı Fazlullâh-i Hurûfî'dir XlV asrın sonlarında İran'da Timur'un saltanatında (1370- 1405), tarikat ehlinin büyük müsâmaha gördüğü zamanda Fahlillâh-i Hurûfi, bugün Gurgan diye bilinen, İran'ın Hazar Denizi'nin güney-doğu kıyılarına yakın Esterâbâd şehrinde fırkasını yaymaya başlamıştır
Eski devirlerden beri batını akidelerin kök saldığı İran'da kendi fikirlerini bu batınî metodlarla kurmaya çalışmış olan Fazlullâhi Hurûfi Bâtıniyye'den Şeyh Hasan-i Cûrî (ö 743/1342-3) ve O'nun halifelerinin tesiri altında kalarak fırkasını kurmuştur Fazlûllâh, Bâtınîlerin te'vil metotlarını en iyi bir şekilde değerlendirerek, harflerin önemini ve onların sayılarla olan münasebetlerini ortaya koymuş, dînî emîr ve hükümleri Arap ve Fars alfabelerindeki yirmisekiz ve otuziki harfe irca etmiştir Allah'a ait sırların harf ve sayılarda gizlendiği kabul edilen manalarını çözmeğe çalışmış; gelecekteki hadiseleri önceden keşf için faydalanılan Ulûm-i garibe ve Ulûm-i harfiye yanında ilm-i hurûf'un esaslarını ortaya atarak bu bilgiyi orijinal bir şekle sokmuştur
Fazlullâh-i Hurûfî, otuz iki yaşında iken kurduğu fırkayı, önceleri Tebriz ve İsfahan'da yaymaya başlamış ve yaptığı rüyâ tabirleriyle büyük şöhret kazanmıştır Kurduğu Hurûfîlik fırkası kısa bir zamanda iran'ın her tarafına yayılmıştır [10]
Fazlullâh Arap Alfabesindeki yirmisekiz harf yerine Fars Alfabesindeki otuz iki harfi esas almıştır Kur'ân-ı Kerim'e karşılık olmak üzere, Farsça, Câvidân-nâme ismiyle kendi fikirlerinin ana kaynak kitabı olan eserini telif etmistir
Fazlullâh-i Esterâbâdı'nin dini görüşleri yani akîdesi Şeriata muhâlif görüldüğünden, tevkif edilerek Alıncak Kalesi'nde yapılan muhâkemesi sonunda, Timur'un oğlu Mırân Şâh (1404-1407)'ın emriyle (796/1394)'de boynu vurularak katledilmiştir [11]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Luğatnâme, XI s 476; Hurûfîyân, s 229
[2] İbn Haldun, Mukaddime, III, 1
[3] Rıfkı Melûl Meriç, Hurûfilik, s 2
[4] Keşfû'z-Zunûn, I 650-651; Mevzûâttu'l-Ulûm, I, 130-136, 389-399
[5] Felsefe Tarihi, s 22-23
[6] Veled İzbudak, Mesnevı Tercümesi, V , s 366
[7] Vahy-i Yuhanna, 1 Bâb, 8 ve XX Bâb, 6
[8] Hilmi Ziva Ülken, İslâm Feisefesi, s 24-25
[9] Ali Ekber Dehhuda, Luğatnâme, XI s 476
[10] Abdulbaki Gölpınarlı, Hurûfilik Metinleri Kataloğu, s 7
[11] Dânişmandân-ı Azerbayean, s 387; Hurûfîyân, s 232
Hurûfî Akîdesi
Hurûfîliğin kurucusu Fazlullâh'a göre, İslâm mutasavvıflarının da belirttiği gibi, Allah gizli bir hazine (kenz-i mahfî) olup; her şeyin hakikati, mevcudiyeti ve ruhu ise seslerdir (Clément Huart, Hurûfîlîk, İA, V/ l, s 598) Gizli bir hazine olan Allah'ın ilk tecellisi kelâm şeklinde görülen seslerden ibarettir Sesin (savt) kemâli kelâm, yani sözdür Kelâm ise ancak insanlarda zuhûr eder ve kendisini sesle gösterir Kelâm bir takım unsurlar halinde bazı şekiller alır Bu unsurlar Arap ve Fars Alfabelerinin yirmi sekiz ve otuz iki harfidir Söz ise harflerden meydana gelmiştir Ses canlılarda bilfiil; cansız varlıklarda bilkuvve mevcuttur Cansız bir maddeyi diğer bir cansıza vurursak, onun cevheri olan ses ortaya çıkar Bu, canlılarda irade ve istekle meydana gelir Nebâtatta yüksek bir tecelli halinde zuhûr eden savt, hayvanda kemâl ve insanoğlunda ise ekmel bir halde zâhir olur [1]
Hurûfiler âlemin sonsuzluğuna, daimî bir deverân hareketine ve hareketten tabiî hadiselerin meydana geldiğine inanırlar Cenâb-ı Hak bir insanın yüzünde tezâhür ve insanı temyîz eden bir kelâmdır Bu kelâmın unsurlarında da bir sayı değeri vardır Böylece bütün varlıkların asıl unsuru olan yirmisekiz harfi insan yüzünde görmek mümkündür insan yüzünde doğuştan yedi hat vardır: iki kaş, dört kirpik ve bir saç insan bu yedi hat ile doğduğu için bunlara "hutût-ı ummiye" (ana hatları) denir Bunlar hâl ve mahâl toplamı ondört eder Yedi de "hutût-ı ebiye" (baba hatları) vardır ki, bunlar erkekte ergenlik çağında çıkar: Yüzün sağ ve sol yanlarında iki sakal kılları, iki yanağın iki tarafındaki (burun) kılları, iki bıyık ve bir de alt dudaktaki (enfaka) kılları Bunlar da hâl ve mahâl itibariyle on dört eder Ana ve baba hatlarının toplamı yirmisekiz olur ki, bu Kur'ân'ın yazıldığı yirmisekiz harfe tekabül eder
Bu hatlar hava, su, ateş ve toprak gibi dört unsurdan meydana geldiği için her biri dört telakki edilerek yedi ile çarpılırsa yine yirmisekiz elde edilir Eğer saçı ortadan ikiye bölersek, bu yedi hat sekiz olur Dört unsur ile çarpımı otuziki eder Bir başka şekliyle söylersek, ana ve baba hatları yedişerden ondört eder Hâl ve mahâl itibariyle ise yirmi sekiz; buna Farsça'daki (p, ç, j, g) harflerini eklersek otuziki elde edilir Ãlemde her ne varsa otuzikiye tatbik olunur Bütün kâinât dokuz felek, on iki hurç ve yedi seyyâreden ibaret olup, bunlara dört unsuru ilave edersek otuziki çıkar Otuzikinin dışında başka bir şey mevcut olamaz [2]
Hurûfiler, Kur'ân'da manası açık ve kesin âyetler (muhkemât) ile sûre başlarındaki (mukattaât) ve manası anlaşılamayan yani çeşitli te'vile musâit âyetler (muteşâbihât) hakkında, tefsir âlimleriyle aksi görüştedirler Kur'ân'ın sırrının yirmidokuz sûrenin başında gelen hurûf-ı mukattaâtda toplandığı kabul edilmiştir Bu harfler ondört adettir:
(elif-lam-ra/kef-he-ye-ayn sın/tı-sın/ha-me/gaf-nun)
Bu sûre başlarında gelen ve tekrarlanmayan ondört harfin meydana getirdiği mukattaâtı, Hurûfîler muhkemât sayarlar Hurûf-ı mukattaât kast edilirse yani, söylendiği gibi yazılırsa onyedi olur Bu harflerin imlâlarında: elif'de f, sad'da d ve nun'da v harfleri bulunur Bu üç harfin (f, d, v) ilâvesiyle hurûf-ı muhkemât onyedi olur Arap Alfabesindeki bu onyedi harfin dışında kalan(be-te-se-cim-ha-hı-zel-ze-şın-dat-zı-gayın) onbir harfe hurûf-ı müteşâbihât denir
Hurifîlerce asıl kelam-ı ilâhı bu ondört huruf-ı mukattaâttır ki, vech-i âdem (insan yüzü) ondan feth olunmuştur, denir insan yüzündeki ana hatlarının kendileri ve bulundukları yer itibariyle toplam sayıları olan ondört ile, hurûf-ı mukattaâtın ondört eşitliği buna delil gösterilir
(he-zel/mim-nun/gaf-dat-le/ra-be-ye) "Bu Rabbimin faziletindendir" (en-Neml, 27/40) ve "Bu Allah'ın faziletidir" (el-Maide: 5/54) beyânlarında olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim'de göçen (fazl:fe-dat-le) kelimesinden kastedilenin Fazlullâh-i Hurûfi olduğu ve insanın yüzünde de (Fazl:fe-dat-le) isminin okunduğu iddia edilir
Hurûfîler bütün dinî hükümleri kendi düşünceleri doğrultusunda izah ederler Kelime-i Şehâdet, namaz, oruç, hac ve zekât gibi bütün dinî hükümler te'viller ile hep yirmisekiz ve otuziki harfe tatbik edilerek açıklanır Rakam fazla veya eksik olursa, hesabı doğrultmak için ilm-i hurûf'un usullerine baş vurulur ve dört işlem yoluyla sonuca ulaşılır
Bu fırkanın düşüncesinin esası, insana en yüce mertebeyi vermektir Mevcûdât, mutlak varlığın tezâhürüdür Bu zuhûr kuvvet âleminden, yani melekûttan tabiat ve anâsır âlemine gelmiş, semâvâtla anâsırın birleşmesinden cemâdât, nebâtât ve insanlar meydana gelmiştir Bu zuhûr insan oğlunda kemâle ermiştir [3]
İran'da XIV asır sonlarında Esterâbâd havalisinde ortaya çıkan Hurûfîlik kısa bir sürede ülke sınırlarını aşarak Hindistan, Azerbaycan, Irak, Suriye, Anadolu ve Rumeli'ye sıçradı İran hudutları içinde sık takibâta uğrayan Hurûfîler, akidelerini yaymak, kendilerine bir yurt bulmak için bilhassa Osmanlı Ülkesine âdeta sığınmışlardır Fazl'ın baş halifesi Ali el-A'lâ (ö 822/1419) Anadolu'ya gelerek, Hacı Bektaş Tekkesi'nde inziva ederek Hurûfîliği yaymaya başlamıştır Câvidân'daki bütün illâhî teklifleri te'vil ve inkâr eden bölümleri, nefs-i ammârenin isteklerine uygun olduğundan kısa zamanda çok taraftar bulmuştur Hurûfi inançları Bektaşiler arasında "sır" adı altında yayılmıştır (Hoca İshak Efendi, Kâşifu'l-esrâr, s 3-4) Yine bu fırkanın önde gelen halifelerinden İmadeddin Nesîmî (ö 821/1418) gibi kudretli bir şâirin tesiriyle ve onu takip edenlerin vasıtasıyla bu fırka uzun zaman Anadolu ve Rumeli'de yaşamıştır Nesimî'nin müridi şâir Refiî (IX/XV asır), Abdülmecid Ferişteoğlu (ö 564/1459) ve Virânî Baba (Xl/XVII asır) gibi Hurûfiler bu akımı daima canlı tutmuşlardır 
Bir ara Hurûfiler Fatih Sultan Mehmed (saltanatı: 1451-1481)'in Sarayına kadar nùfûz etmişlerdir Ulemayı telâşa düşüren bu olayda, Vezir Mahmud Paşa (ö 879/1474)'nın gayreti ve Mevlânâ Fahreddin-i Acemî (ö 865/1460)'nin yardımıyla Hurûfiler korkunç bir şekilde cezaya çarptırılmışlardır [4] Bundan sonra Anadolu ve Rumeli'deki Hurûfîler, kendilerini gizleyerek, ekseriye Bektaşî gibi görünerek varlıklarını uzun süre muhafaza etmişlerdir 
XIV asrın ikinci yarısı sonlarında Hurûfîliğin İran'da ortaya çıkmasıyla beraber, kısa bir müddet sonra bu fırkanın esasını ve prensiplerini ortaya koyan pek çok eser telif edilmiştir Zaman zaman tâkibâta uğrayan bu fırkanın taraftarlarıyla beraber kitaplarının da yok edilmesine rağmen halen dünyanın muhtelif kütüphanelerinde Hurûfî eserlerine rastlanmaktadır [5]
Hurûfi fırkası'nın harf ve sayı nazariyesinin esasını bir sistem olarak ortaya koyan eserlerin başında Fazlullâhî Hurûfı'nin Câvidân-nâme adlı eseri gelmektedir Bu, Hurûfîliğin ana kaynak kitabıdır Bundan başka Fazl'ın Arş-nâme, Muhabbet-nâme, Nevm-nâme ile bir Dîvân ve Vasiyetnâme adlı eserleri bulunmaktadır Fazlullâh'ın baş halifesi olan Ali el-A'lâ'nın Kıyâmet-nâme ve tevhîdnâme'si; Nesîmî'nin Dîvân ve Mukaddimetu'l-Hakâik'i; Emîr Giyâseddin'in İstivâ-nâme ve Mektub'u; Mır Şerîf'in Hacnâme, Mahşer-nâme ve Beyânu'l-vâkî'si; Refiî'nin Beşâretnâme ve Gençnâme'si; Abdulmecîd Ferişteoğlu'nun Işk-nâme ve Ahiretnâme; Yemınî'nin Fazîlet-nâme'si; Muhîtî'nin Dîvân'ı; Misâlî'nin Dîvân'ı; Arşî'nin Dîvân'ı; Hamza Dede'nin Câvidân-nâme şerhleri; İskurt Muhamed Dede'nin Salât-nâme'si; Emîr İshak'ın Turâb-nâme'si gibi eserleri Hurûfiliğin diğer kaynakları olarak sayabiliriz [6]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Câvidân-nâme'nin Nesimî'ye Tesiri, s 30-31, 66
[2] İstivâ-nâme, s 6, 36, 48-49
[3] Hurûfîlik Metinler Kataloğu, s 19-20
[4] Taşköpri-zâde, Şekâyık-ı Nu'mâniye, trc Mecdı, s 81-83
[5] Ali Ekber Dehhuda, Luğat-nâme, XI, s 488
[6] Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, III-VII; A/i Ekber Dehhuda, Luğat-nâme, XI, s 488; Hüsamettin Aksu, Şamil İslam Ansiklopedisi:
KADİRİLİK
(Kadiriye), Abdulkadir Geylanî olarak ünlenmiş Muhyiddin Ebû Muhammed b Ebû Salih b Zengi-Dost (d 1077 Geylan-ö 1165 Bağdat)'u öncü kabul eden tarikat Bağlılarınca Gavsu'l-Azam, Kutub, Bâzullah, Sultanu'l-Evliya, Ayetullah gibi lakablarla anıları Abdulkadir Geylânî, öğrenimini tamamladıktan sonra başladığı ders ve vaazlarını kesip yirmi beş yıl kadar süren uzlet hayatı sürdüğü bilinen bir husustur Tasavvuf alanındaki mürşidi Ebu Saîd el-Mübarek b Ali el-Mahzûmî idi Tarikat silsilesi el-Mahzûmî, Ebu'l Hasan Ali İbn Muhammed b Yusuf el-Kureşi, Ebu'l-Ferec Yusuf el-Tarsusî, Abdu'l-Aziz et-Temimî, Ebubekr Şiblî, Cüneyd Bağdâdî, Sırriyü's-Sakatî ve Maruf el-Kerhî aracılığı ile Ehl-i Beyt imamlarından Ali el-Rıza'ya, ondan da Musa el-Kâzım, Cafer es-Sâdık, Muhammed el-Bâkır, Zeyne'l-Abidin ve Hüseyin b Ali aracılığı ile Hz Ali'ye dayanır
Bugünkü kadiriye tarikatında izlenen birçok yol ve inanılan birçok hususun Hz Ali ile hiç bir ilgisi olmadığı gayet açık olmasına rağmen her nedense bu tarikat silsilesi ona dayandırılmıştır Hz Ali'yi tanıyan ve bilen herkes onun böyle inanmadığını ve bu gibi davranış, amel ve inançları reddettiğini de bilmektedir Ancak bu tarikatta görülen bir çok bid'at ve hurafenin sonradan İslam'a mal edildiği ortaya çıkmaktadır Bu bid'at ve hurafelerin yanısıra Kadirilik'te zühd ve takvaya dayalı ameller de mevcuttur Kadirilik'e göre tasavvuf seha, rıza, sabır, işaret, gurbet, seyahat, fakr ve suf (yün elbise) giyinmek üzerine kuruludur Geylani'ye göre bir mürid önce bir çile dönemi yaşayarak zâhitliğe tamamiyle alışmalı, sonra uzaklaştığı dünyaya yeniden dönerek haz ve nasibini ala ala başkalarını irşad etmeli, aydınlatmalıdır Ancak dünya ve ahiret nimetlerinin insan ile Allah arasında bir perde olduğu unutulmamalı, mutasavvıf bu nimetleri değil, Allah'ın zatını kendine amaç edinmelidir Bunun için üç konuya özen gösterilmelidir: Allah'ın emirlerini yapmalı, yasaklarından kaçınmalı ve kadere boyun eğmelidir Mürid öncelikle farz görevlerini yerine getirmeli, bunları bitirdikten sonra vacib ve sünnetleri yapmalı, daha sonra da nafile ibadetlerle uğraşmalıdır Nafile ibadetlerin en önemlisi ise zikirdir
Kadirilik'e giriş "Mübayaa" denilen bir törenle gerçekleşir Bu tören sırasında şeyh önce üç kere Fatiha'yı, arkasından mübayaa âyetini okur ve üç kere "Estağfirullah el-azim ve etubü ileyh" der Sağ eliyle adayın sağ elini tutar ve "Ben Allah'a, meleklerine, peygamberine şehadet ederim Şüphesiz ben Allah ve Rasûlüne bütün günahlarımdan dolayı tevbe ve Rasûlünün emirlerine imtisal, yasaklarından ictinabla Hakk'a ibadete gayret ediciyim Takatım nisbetinde fakir ve düşkünlerin hizmetine koşmanın en büyük vazife olduğuna inancım tamdır Abdulkadir Geylanî Hazretleri dünya ve ahirette bizim şeyhimiz olsun Bu ikrarımıza Cenab-ı Hak şahittir" diyerek telkinde bulunur Telkinin son bölümü bir ahitleşmedir: "El şeyhimizin elidir Sizin örnek tutacağınız zat Seyyid Şeyh Muhyiddin Abdulkadir Geylanî'dir Ahid Allah ve Rasûlü iledir " Bu sırada mürid dizleri üzerine çöker ve gözlerini kapar Şeyh üç kere kelime-i tevhidi tekrar eder, mürid de onu takip eder Daha sonra bir makas getirilerek müridin alnından bir miktar saç kesilir Bu, müridin masiva ile kalbî bağlarının kesildiğini simgeler Daha sonra hep birlikte kıbleye yönelerek üç kere tekbir getirirler Tören şeyhin duası, Hz Peygambere salat ve selam, Hz Peygamber'in, bütün peygamberlerin, ashabın, geçmiş velilerin, Abdulkadir Geylanî'nin ve tarikat büyüklerinin ruhlarına okunan Fatiha ile sona erer
Kadirilere göre Mübayaa'nın her harfinin özel bir anlamı vardır Bu anlamlar, bir bakıma Kadirilik'in esaslarını belirtir Buna göre: Mim, Allah'ın bâkî, nefsin fânî ve mürşidin kemal sahibi olduğunu bilmektir Be, Kalbin Allah ile, cesedin ibadet ile, zatın mürşide hizmetle, ayağın İslam'a uymakla beka kazanmasıdır Elif, mirac ile ruhun saflaşması, her zaman verilen sözü yerine getirme, mürşidin söz ve davranışlarına içten inanmadır Ye, sebat, bütün hallerde ihlâsın kaynağı bulunduğu intibaını uyandırmaktır Ayn, himmet yüceliği, başkalarına uymama ve sağlam bir kalbe sahip olmadır Te, doğruluk, tevekkül, tahakkuk ve tahkik ehli olmaktır Kadirilik'te zikir açık olarak ve çok defa topluca yapılır Zikir sırasında oturulabileceği gibi ayakta da durulabilir Zikir ayakta yapılacaksa halka biçiminde dizilen müridler ellerini birbirlerinin omuzları üzerine koyarak hep bir ağızdan zikre başlarlar Genellikle "Hu" diyerek yapılan zikir sırasında gözler kapatılır; baş, kelime-i tevhidi temsil edecek biçimde sağa-sola sallanır Kadirilerin ayrıca her sabah namazından sonra ya da günün uygun bir vaktinde okumak zorunda oldukları virdleri vardır Allah'a hamd, Hz Peygamber'e salat ve selam ile dualardan oluşan bu virdler Arapça olarak okunur Kadiriye tarikatı İslam dünyasında en yaygın tarikattır Tarikat merkezi Bağdat'taki dergahtır ve halen Geylânî'nin soyundan geldiği kabul edilen birisi tarafından yönetilir Kadirilik'i Anadolu'ya ilk getiren kişi Eşrefoğlu Rûmî'dir (ö 1469) Eşrefoğlu Rûmî'nin kurduğu Eşrefiye kolu, Kadirilik'in tanınmasında önemli bir rol oynamıştır Eşrefiye'nin daha çok Bursa ve çevresinde yayılmasına karşılık, Kadirilik'i İstanbul'da tanıtan İsmailiye ya da Rûmiye denilen kol olmuştur Bu kolun kurucusu İsmail Rûmî (ö 1631) Anadolu ve Rumeli'de kırk kadar Kadiri tekkesi açmıştır Anadolu Kadiriliğinin merkezi de İsmail Rûmî'nin İstanbul Tophane'de yaptırdığı Kadirihane'dir Fas'tan Endonezya'ya kadar çok sayıda üyesi bulunan Kadirilik, kendisinden sonra zok sayıdaki kollar aracılığı ile güç ve etkinliğini arttırmıştır Bu kolların başlıcaları Esediye, İseviye, Yafiiye, Hilaliye, Garibiye, Halisiye, Eşrefiye ve Rûmiye'dir Kadiriler, mühr-i Kadiri denilen bir külah (sikke), çok süslü bir tac, değerli kumaşlardan yapılan kolları geniş ve belden bir kuşakla bağlanan haydariye ya da cübbe ve şalvardan oluşan özel giysileriyle diğer insanlardan ve tarikat üyelerinden ayrılırlardı Türkiye'de varlığını günümüzde de sürdüren Kadirilik, üyelerinin "burhan gösterme" adını verdikleri şiş kaplama, kızgın fırına girme, ateşle oynama gibi gösterileri bugün de büyük ilgi çekmektedir Ancak bu gibi gösterilerin Hz Peygamber, sahabe ve tabiin devrinde görülmemiş bir takım bid'atler olduğu görülmektedir Silsilesinin Hz Ali'ye dayalı olduğunu iddia ettikleri bu tarikatta görülen şiş vurma, ateşe girme vb davranışların Hz Ali ile ilgisinin olmadığı ve bütün bunların sonradan uydurulduğu gayet açıktır
================================================== ========================
MELÂMİYYE
Bir tarikat adı Melâmet, sözlükte kınamak, ayıplamak ve sitem etmek manalarına gelir Melâmîlik yoluna bağlanan kimseye de "Melâmî" denir
Melâmîliğin bir tarikat olduğunu söyleyenler yanında; kuralları belli bir tarikat olmadığını, her türlü gösterişten ve dünya kaygısından uzak kalmayı benimseyenlerin genel adı olduğunu ileri sürenler de vardır Melâmîliğin bir tarikat olmadığı düşüncesi, kurucusunun ve kuruluş tarihinin bilinmediğinden dolayıdır Birinci dönem Melâmîlik, "Melâmetiye" adıyla tanınır İlk defa Nişabur'da hicrî III asrın başlarında Ebu Salih Hamdun b Ahmet b Ammâr el-Kassâr, Melâmîliğin yayılmasında büyük rol oynamıştır Melâmîlik, Hamdun Kassar'dan önce varsa da, bir tarikat haline onun zamanında gelmiştir
Melâmîlikte Muhyiddin İbnü-l Arabî'nin "Vahdet-i vücud" görüşünün derin etkisi vardır Melâmîler kaçınılması mümkün olmayan cemaatle namaz dışındaki ibadetlerini ve Allah'a yakınlıkla ilgili hallerini halktan gizlerler Bunları açığa çıkarırlarsa kendilerini kınarlar Gerçek durumlarını sezdirmemek için halk içinde sıradan bir insan gibi giyinip kendilerini belli etmeden yaşamaya çalışırlar Görünüş ve gösterişe değer vermezler İnsanlara yalnız kötü taraflarını gösterip iyiliklerini gizlemede çok ileri gittiklerinden, çevresindekiler onları kusurlu kimseler sanarak ayıplar ve kınarlar En hoşlanmadıkları şey, kibir ve gösteriştir Bu kötü huylardan korunmak, Melâmîlikte bir kuraldır Özel giysileri ve tekkeleri yoktur Melâmîler kimseye dertlerini açmazlar
Çünkü kula ihtiyacı bildirmek, muhtaçtan yardım istemektir Bu sebeple ihtiyacı Allah'tan dilemek ve Peygamber'in yolundan gitmek, kulluğun iki esasıdır Birbirlerinin yardımına koşarlar Bu konuda Hamdun Kassar; "Mümin, kardeşi için gece kandil, gündüz asa olmalıdır" der
Melâmîlik başta Mevlevîlik olmak üzere IV asrın sonlarında oluşmaya başlayan, V ve VI asırlarda gelişen tarikatları etkilemiş, birçok bâtınî mezhep ve mesleklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur
Melamilik Tarihi:
Melâmîlik tarihi bakımından üç devreye ayrılır
1 Devre: Kassariye Melâmîliği Hamdun Kassar'a ait olan ve Melâmetiyye denen ilk devre melâmîliği Hicri III yüzyılda Nişabur'da ortaya çıkmıştır
2 Devre: Bayramiyye Melâmîliği İlk devre melâmîliği zamanla bâtınî grupların Melâmîliğe girmesiyle asıl sağlığını kaybetmiştir Bunun yerini, hicri IX asırda Bolu Göynük'de Hacı Bayram Veli ile ortaya çıkan ve ilk Melâmîlerin bütün özelliklerini taşıyan Bayramî Melâmîliği almıştır Anadolu'da Melâmîliğin yayılması, Hacı Bayram Velî vasıtasıyla olmuştur
3 Devre: Nuriyye Melâmîliği Seyyid Muhammed Nur el-Arabî'ye ait olan bu kol, hicri XIII asırda Üsküp'te ortaya çıkmıştır
================================================== ========================
MEVLEVİLİK
Mevlana Celaleddin Rumi'nin (d 1184 Belh, Horasan-ö 1273 Konya) düşünceleri çevresinde kurulan tarikat Babasının düşüncelerini sistemleştirdiği ve tarikat biçiminde örgütlendirdiği için Mevlana'nın oğlu Sultan Veled (ö 1312) Mevlevilik'in asıl kurucusu ve ikinci piri sayılır
Mevlana'nın hayatı boyunca tarikatlara özgü birtakım kurallara uymadığı, kendisine bağlananlar için özel kurallar koymadığı bilinmektedir Sözgelimi kendisine bağlananlar için ne bir giriş töreni düzenler, ne de belli bir zikir öngörürdü Diğer tarikatlar gibi özel giysilerle ayrılma yoluna da gitmemişti Bilinen başlıca uygulaması müridliğe kabul edilenlerin saç, sakal, bıyık ve kaşlarından birkaç kıl kesmek, kendisine halifelik verilenlere de bugün hırka denilen geniş kollu, yakasız, önü açık bir giysi olan fereci giydirmek, halkı aydınlatma görevini simgelemek üzere bir çerağ vermekti Mevlevilik'in başlıca kurallarından birisi olan semayı da yalnızca aşk ve cezbe için yardımcı bir öğe sayardı Ancak oğlu Sultan Veled, halifeliği döneminde Mevlana'nın düşüncelerini temel olarak Mevleviliği kendine özgü kuralları, törenleri olan bir tarikat durumuna getirdi
Mevleviliğe göre tasavvufi eğitimin amacı insanın kendine gelmesini, kendini bulmasını sağlamaktır Gerçeğe ulaşmak için insan tabiatına aykırı yöntemlere başvurulmamalıdır Zikir ve çile gerçeğe ulaşmanın temel yöntemi değildir Zikir ancak düşünceyi harekete geçirdiği ölçüde yararlıdır Gerçeğe ulaşmanın asıl yolu aşk ve cezbedir Bunun için de isimlerden ve kelimelerden geçip Allah'ı bulmak Allah dışındaki varlıklardan (masiva) arınmak gerekir Bütün varlığı kuşatan Allah'ın varlığı tek gerçektir Varmış gibi görülen varlıklar gerçekte yoktur; varolan, bu varlıklar aracılığı ile kendini gösteren Allah'tır Evren her an yeniden yaratılmaktadır Zıdlar alemi olan bu dünyada herşey izafidir Allah'ı gerçek anlamda tanımayan insanlar dünyanın, altın ve gümüşün kulu, kölesi olurlar Bu kölelikten kurtulmanın tek yolu da Allah aşkıdır
Mevleviliğe göre mürid kendini mürşidinde yok etmeli, kendine baktığında mürşidini görmelidir Mürşidinin tüm isteklerini tereddüt etmeden kabul etmeli, ona itaatı Allah'a ve Peygamber (s a s)'e itaat, muhalefeti de Allah ve Peygamber (s a s)'e muhalefet bilmelidir Kendisini şeyhinden uzaklaştıracak hiçbir sözü dinlememeli, onun iyiliğin mutlak temsilcisi olduğuna inanmalı, hakkında kötü düşünmemeli, yanında çok konuşmamalıdır Nefsini zayıflatmaya, riyazet ve mücahede ile öldürmeye çalışmalıdır Kötülüğü buyuran nefsi (nefs-i emmare) ancak mürşid öldürebilir Bu nedenle mürid mürşidinin irşadına sıkı biçimde sarılmalıdır
Mevlevilikte başlıca tarikat ayini, âyin-i şerif de denilen semadır Belli kurallar içinde ve müzik eşliğinde yapılan semadan başka zikir telkini, tac ve hırka giyme, halvet, tarikata giriş, halifelik verme de belli kurallara bağlanmıştır Sözgelimi zikir telkininde şeyh müridi önüne oturtarak elini tutar, bütün günahlardan sakınacağına, iyilik ve takva üzere bulunacağına dair söz alır, kelime-i tevhidi üç kez telkin eder, sonra da onun için dua eder Duanın arkasından şeyh, dünya ile ilgisini kestiğini simgelemek üzere müridin saçından birkaç kıl keser Halvet, diğer tarikatlarda olduğu gibi kırk gün süren bir ibadet, riyazet biçiminde değil, tekkede hizmet biçiminde uygulanır Binbir gün süren bu halveti (çile) tamamlayan kişiye derviş adı verilir
Tac ve hırka giydirme de küçük bir törenle yapılır Tac giyecek mürid başını açarak şeyhin önüne oturur, başını şeyhin dizine koyar Mevlevi silsilesini okuyan şeyh Allah'tan müridi fakirlik yolunda (tasavvuf) başarılı kılmasını, başına manevi bir tac ihsan etmesini dileyerek tacı giydirir Fatiha sûresini okuyarak dua eder Hırka ise ayakta giydirilir Yine mevlevi şeyhleri silsilesi ve Fatiha okunur, dua edilir Duanın arkasından hırkası giydirilen mürid şeyhin ve orada bulunan büyüklerin ellerini öper
Halvetten çıkmış, eğitimini tamamlamış ve gerekli olgunluğa ulaşmış dervişlere verilen üç tür halifelik vardır Bunlar suret-i hilafet, mana-yı hilafet ve hakikat-ı hilafet olarak anılır Suret-i hilafet, bir dervişe bir tekkenin yönetimini yürütmesi amacıyla verilen halifeliktir Bu tür halifeler irşad yetkisine sahip değildir Mana-yı hilafet, seyr-ü süluk denilen tasavvufi yolculuğun makam ve mertebelerini iyi bilen, Allah'ı tam anlamıyla tanıyan dervişe halkı irşad etmesi amacıyla verilen halifeliktir Hakikat-ı hilafet de doğrudan irşad ve şeyhlik yetkisiyle verilen halifeliktir Şeyhlik makamı boş olan tekkelere atanacak şeyhler bu halifeler arasından seçilir
Mevleviliğe mensup kişiler seyrü sülukteki durumlarına göre çeşitli derecelere ayrılır İlk dereceyi mevlevilerin büyük çoğunluğunu temsil eden muhibler oluşturur Seven kişi demek olan muhib, mevlevi kurallarına göre sikke tekbirletip tarikata giren, ancak dervişliğe ikrar vermeyen müriddir İkinci derecede dede de denilen dervişler yeralır Derviş ikrar verip tekke mutfağında (matbah) üç gün saka postunda oturan, kararından dönmezse arakiye ve hizmet tennuresi giyinip çeşitli hizmetlerle binbir gün halvet (çile) çıkaran, onsekiz gün süren hücre çilesini de tamamlayan mevleviye verilen addır Şeyhler üçüncü dereceyi oluşturur Şeyh, bir tekkeyi yönetmek, muhib ve dervişlerin yetiştirme yetkisine sahip olan mevlevidir Mevlevilikte son dereceyi halifeler meydana getirir Halifeler, başkasına halifelik verme yetkisine sahip şeyhlerdir
Sultan Veled'ten sonra bütün Mevleviliği temsil eden Konya'daki merkez tekke şeyhliğinin babadan oğula ya da ailenin büyüğüne geçmesi gelenekleşti Bu geleneğe bağlı olarak şeyhlik makamına oturan kişiye Çelebi adı verildi ve zamanla merkez tekke şeyhliği Çelebilik makamı olarak anılmaya başladı Çelebiler, başlangıçta, şeyhlik makamında oturan kişi tarafından önceden belirlenirdi Sonraları çelebiler dedelerin onayıyla atanmaya başladı Daha sonra da, adaylar arasındaki çekişmeler nedeniyle çelebiler padişah iradesiyle atanır oldular
Mevlevilik Türk düşünce ve sanat hayatına önemli etki ve katkıları olan bir tarikattır Mevlana'nın vahdet-i vücud (varlık birliği) anlayışına dayanan düşünceleri yüzyıllar boyunca etkisini sürdürmüş, günümüze kadar canlılığını koruyabilmiştir Mevlevi tekkeleri, tarikat faaliyetlerinin yanısıra bir sanat ve kültür kurumu gibi çalışmış, baştan beri birçok şair, yazar ve bestecinin yetiştiği merkezler olmuştur
Osmanlılar döneminde Türkiye'de en yaygın tarikatlardan birisi olan Mevleviliğin faaliyetine, diğer tarikatlarla birlikte, 13 Eylül 1925 tarihli bir kanunla son verildi Faaliyetini bir süre Şam'da sürdürmeyi denediyse de başarılı olamadı Ancak 1926 yılında Konya'daki merkez tekke ve Mevlana türbesi müze olarak yeniden açıldı Günümüzde de her yılın Aralık ayında Konya'da turistik amaçlı mevlevi ayinleri icra edilmektedir
================================================== ========================
NAKŞİBENDİYE
Bahauddin Nakşibend Muhammed b Muhammed el-Buharî tarafından kurulan ve İslâm dünyasında yaygın olan tarikat
Nakşibend Farsça bir kelimedir ve "nakış yapan" demektir Kalbi işlediği, kalbin üzerine süsler yaptığı için bu adı almıştır [1]
Bahauddin Nakşbend'in adı, Muhammed b Muhammed el-Buharî' dir 718/1318 tarihinde Buhara'ya 9 km uzaklıkta bulunan Kasr-ı Arifân (eski adı Kasr-ı Hinduvan)'da doğdu [2]
Nakşibend dünyaya geldiği zaman, Hacegan tarikatının şeyhlerinden Muhammed Baba Semmâsî (ö 740/1339) müridleriyle birlikte o köye gelmiş ve henüz çok küçük yaşlarında bulunan Nakşibendi mânevî evlatlığına almıştır Bahauddin kendi hallerinden bahsederken, bu konuda şöyle der: "Benim hakkımda zuhûr eden Allah Teâlânın lütuflarından ilki, daha çocukluk çağımda iken, kadri yüce Şeyh Hâce Muhammed Baba Semmâsî'nin nazarları ile müşerref olmam ve beni evlâtlığa kabul etmeleridir"[3]
Baba Semmâsî, müridlerinden Emir Külâl'e; "Bu erin terbiyesi sana aittir" diyerek, Nakşibendi ona emânet ettiği rivâyet edilir [4]
Nakşibend, her ne kadar Emir Külâle intisab etmişse de, muteber kaynakların haber verdiğine göre, onun gerçek şeyhi, kendisinden çok sene önce vefât eden Abdulhâlik Gücduvânî (6 617/1220)'dir Tasavvufta, kişinin kendisinden Önce vefât etmiş olan herhangi bir şeyhin ruhâniyetinden feyz alarak rabıta kurmasına, "Üveysilik yolu" adı verilir [5]
Bahauddin on sekiz yaşlarında iken, ailesi onu evlendirmek istemiş, Bahauddin, Baba Semmâsiyi da'vet etmek için Semmâs'a gitmiş, oraya varınca, hocanın sohbetine iştirak etmiş, sohbetin kendisine verdiği zevk ve huzurdan sonra mescide gitmiş ve Cenâb-ı Hakk'a, "Ya Rabbi! Bana belâ yükünü çekmek için kuvvet ver Bu hususta bana ihsanda bulun" diye dua etmiştir Baba Semmâsi onun bu durumunu öğrendiği zaman, kendisine: "İlâhî! Sen, rızana uygun olanı ne ise, onu bu zayıf kuluna ihsan eyle!" diye duâ etmesini, zirâ her zaman Allah'ın rızasını kazanmayı gâye bilen kimseye belâ ulaşmayacağını, şayet Allahu Teâlâ bir velisine belâ gönderirse, yine kendi inâyetiyle ona kuvvet ve tahammülü ihsan edeceğini, insanın kendi irâdesiyle belâ istemesinin doğru olmayacağını söylemiştir
Baba Semmâsî vefât ettikten sonra, Semerkant'a gitmiş, oradaki dervişlerin sohbetine iştirak etmiş, kısa bir zaman içinde onların saygısını kazanmış ve tekrar memleketi Kasr-ı Arifân'a dönmüştür [6]
Bahauddin Nakşibend iki kez Hicaz'a gitmiştir Gidiş ve gelişlerinde çeşitli zatları ve yerleri ziyâret etmiştir Memleketi olan Kasr-ı Arifân'da bir mescid yaptırmış ve inşaatında bizzat çalışıp işçilik yapmıştır [7]
Nakşibend, Hanefi mezhebine mensuptu Her fırsatta sohbet eder, va'z ve nasihatte bulunur ve "Tarikimiz sohbet üzerinedir" diyerek, müridlerini de buna teşvik ederdi Aynı zamanda o, çok mütevâzi idi; misafirlere çok saygı gösterirdi Hayvanlara karşı bile sevgi beslerdi ve haramdan son derece sakınırdı Ölümünden bir gün önce müridlerine, halifelerinden Muhammed Parsa (ö 922/1516)'ya tâbi olmalarını vasiyet etti ve 3 Rebiül-Evvel 791/2 mart 1389 pazartesi günü, doğduğu yer olan Kasr-ı Arifan'da, yetmişüç yaşında iken Hakk'ın rahmetine kavuştu
Nakşibendi Tarikatı, Bâhauddin Nakşibendden sonra, Alaeddin Attar, Zahid Bedahşi ve Muhammed Parsa tarafından geniş bir alâna yayıldı Bilhassa İmam Rabbânî (ö 1034/1625) zamanında, Hindistan ve havalisinde yayılma kaydetti İmam Rabbânî'nin oğlu Muhammed Ma'sûm (ö 1098/1687) da ciddi bir eğitim görerek, babasının mutedil tasavvuf yolunu devam ettirdi Tarikat, oğlu Şeyh Seyfeddin (ö 1100/1689) ve halifesi Seyyid Nûr Muhammed Bedvânî (ö 1135/1723) ile naklî, tasavvufi ve farz-ı kifaye ilimler bakımından bir medrese ve herkese açık bir müessese haline geldi Bu tarikat, Fatih Sultan Mehmed zamanında, Molla İlâhî Simâvî (ö 896/1490) vasıtasıyla İstanbul'a girdi Gulam Ali Dehlevî ve Ebû Saîd Müceddidî ile Hindistan içlerine de yayıldı On sekizinci asırda Mevlana Ziyaeddin Bağdadî ile Osmanlılarda genişledi ve istikrar kazandı Osmanlı padişahları Nakşibendiliği himâye ettiler İstanbulda, altmış beş adet Nakşibendi dergahının bulunması, halk arasında ne kadar yaygın hale geldiğini göstermektedir [8]
Abdülkadir Geylani Hazretleri , birkaç yıl sonra Muhyiddin adında bir genç gelecek (Muhyiddin İbn Arabi) hırkamı ona verin demiştir Yaklaşık 20 yıl sonra İbn Arabi dergaha gelmiş hırkayı almıştır O da bu hırkayı oğlu Sadrettin Konevi'ye vermiştir Yine Geylani hazretleri benden birkaç yüzyıl sonra Bahauddin Nakşibend adında bir veli gelecek ve kutub o olacak demiştir Ve gerçektende Nakşibend kolu oluşmuştur
Sonraki yıllarda Nakşibendiye tarikatının Mevlâna Halid Bağdâdî (ö 1242/1826) tarafından kurulan Halidiye kolu, Anadolunun çeşitli yerlerinde, Suriye ve Irak yörelerinde yaygınlık kazandı [9]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Abdulmecid b Muhammed el-Hanî, Hadaikul-Virdiyye fi Hakâikul-Acille en-Nakşibendiyye, Kahire 1306, s 9
[2] Tahsin Yazıcı, Nakşibend mad , İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1964, IX, 52
[3] Salahuddin b Mübârek el-Buharî, Makamat-ı Muhammed Bahauddin Nakşibend, trc Süleyman İzzi, İstanbul 1983, s 29
[4] Seyfuddin Ali b Hüseyin, Reşahatu Aynil-Hayat, İstanbul 1291, s 48
[5] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1990, s 430; Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985, s 294
[6] Ali b Hüseyn, Reşahât, s 18
[7] Ali b Hüseyn, Reşahât, s 61
[8] M Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, İstanbul 1918, s 123
[9] Reşid Paşa, Tasavvuf, İstanbul 1965, s 101 vd
Silsile
1) Şah-ı Levlak Kadim-i Sevda Hazreti MUHAMMED MUSTAFA (S A V)
2) Hazreti EBUBEKİR-İ SIDDIK (RA)
3) Mevlana SELMAN-I FARİSİ (RA)
4) Mevlana KASIM İBNİ MUHAMMED İBNİ EBUBEKR-İ SIDDIK (RA)
5) Mevlana CAFER-İ İBNİ MUHAMMED-İ SADIK (RA)
6) Mevlana EBU YEZİD EL BESTAMİ (K S )
7) Mevlana EBUL HASEN-İ HARKANİ (K S )
8) Mevlana ALİYÜL FARAMEDİ (K S )
9) Mevlana YUSUF’ÜL HEMEDANİ (K S )
10)Mevlana ABDÜLHALİK GÜCDEVANİ (K S )
11)Mevlana ARİF’ÜL RİVEGERİ (K S )
12Mevlana MAHMUD-U İNCİR-İ FAĞNEVİ (K S )
13)Mevlana HACE ALİ RAMİTENİ (K S )
14)Mevlana MUHAMMED BABA SEMMASİ (K S )
15)Mevlana HACE EMİR KÜLAL (K S )
16)Mevlana BAHAUDDİN ŞAH-I NAKŞIBEND EL BUHARİ (K S )
17)Mevlana ALAUDDİN-İ ATTAR (K S )
18)Mevlana YAKUB-UL ÇERHİ EL HİSARİ (K S )
19)Mevlana UBEYDULLAH AHRAR ES SEMERKANDİ (K S )
20)Mevlana MUHAMMED ZAHİD (K S )
21)Mevlana DERVİŞ MUHAMMED (K S )
22)Mevlana HACE MUHAMMED İMKENEGİ ES SEMERKANDİ (K S )
23)Mevlana HACE MUHAMMED BAKİBİLLAH (K S )
24)Mevlana (İMAM-I RABBANİ) FARUK-İ ES SERHENDİ (K S )
25)Mevlana MUHAMMED MA’SUM ES SERHENDİ(K S )
26)Mevlana SEYFÜDDİN EBU BEREKET EL AHMED (K S )
27)Mevlana MUHAMMED SEYİDNUR BEDEVANİ (K S )
28)Mevlana HABİBULLAHİ CAN-I CANAN EL MAZHAR (K S )
29)Mevlana ABDULLAH DEHLEVİ (K S )
30)Mevlana ZÜLCENAHEYN HALİD ZİYAUDDİN EL BAĞDADİ (K S )
31)Mevlana ABDULLAH MEKKİ EL MUVAVİR Fİ BELEDİLLAH (K S )
32)Mevlana MUHAMMED MUSTAFA İSMET GARİBULLAH (K S )
33)Mevlana HALİL NURULLAH ZEĞRAVİ (K S )
34)Mevlana ALİ RIZA EL BEZZAZ (K S )
35)Mevlana ALİ HAYDAR AHISHAVİ (K S )
36)Mevlana HACE EL HAC MAHMUD EL OFİ (K S )* (Halen Yaşamaktadır)
(Fotoğrafta : Mevlana HACE EL HAC MAHMUD EL OFİ (K S ) (Mahmut Usta Osmanoğlu))
*Bilgi; Silsilenin 36 ve son halkası olan HACE EL HAC MAHMUD EL OFİ (K S ) [Mahmud USTAOSMANOĞLU] İsmailağa Dergahı Postnişinidir Hala dergahın Şeyhidir… (Cübbeli Ahmet Hoca'nın Hocası)
Bu tarikat silsilesi, Hz Ebûbekir (r a)'den, Ebû Yezid Bistâmi'ye kadar "Sıddıkiyye";
Bistâmî'den, Abdulhâlik Gucdüvânî'ye kadar "Tayfuriyye";
Gucdüvânî'den, Muhammed Bahâeddin Nakşbend'e kadar "Hâcegâniyye";
Bahâeddin Nakşibend’den, Ubeydullah Ahrâr'a kadar "Nakşbendiyye";
Ubeydullah Ahrâr'dan, İmâm Rabbâni'ye kadar "Nakşbendiyye-i Ahrâriyye";
İmam Rabbânî'den Şemseddin Mazhar'a kadar "Nakşibendiyye-i Müceddidiyye";
Şemseddin Mazhar’dan, Mevlânâ Hâlid'e kadar Nakşibendiyye-i Mazhariyye";
Mevlânâ Hâlid'den sonra "Nakşibendiyye-i Hâlidiyye" olarak anılmıştır
Nakşibendiye Tarikatı'nın Esasları:
Abdulhâlik Gücduvânî (ö 617/1220)'nin tesbit ettiği şu on bir prensip, Nakşibendiye Tarikatı'nın esasını teşkil etmektedir:
1- Vukuf-ı Zamanî: Müridin zamanı çok iyi değerlendirmesidir
2- Vukuf-ı Adedî: Dersin adedi ve gerçek manası düşünülmelidir
3- Vukuf-ı Kalbî: Kalbi uyanık tutmak gerekir
4- Hûş der-dem: Nefes alıp verirken, gaflette olmamak
5- Nazar ber-kadem: Başkasına değil, kendine bakmalıdır
6- Sefer der-vatan: Halktan ayrılıp Hakk'a gitmesidir
7- Halvet der-encümen: Halk içinde de olsa, halvet hali olmalıdır
8- Yâd kerd: Şeyhin verdiği zikri, kalb ve dil ile daima tekrarlamak
9- Bâz geşt: Zikirle Allah'a dönüş, vuslât düşünülmelidir
10- Nigah-daşt: Kalbi zararlı düşüncelerden korumak
11- Yâd-daşt: Masivâyı bırakarak, sadece Allah'ı düşünmektir [1]
Bazı alimler de, Nakşibendiye Tarikatının esaslarını şu maddelerle özetlemişlerdir:
1- Şeriatla zahiri temizlemek
2- Tarikatla batını temizlemek
3- Hakikatle Kurb-ı ilâhiye ulaşmak
4- Marifetle Allah'a ulaşmak [2]
Başta işaret edildiği gibi, Ehl-i Sünnet itikâdına bağlı olan Nakşibendiye tarikâtı çeşitli ilimlerle meşgul olmaya, va'z ve sohbetler vasıtasıyla bu ilimleri tebliğ etmeye son derece önem vermiştir İlimle meşgul olmanın, pozitif ilimlerden, bilhassa fizik, kimya, biyoloji vs gibi Hakk'ın kudret ve azametini idrake vesile olan ilimlerden faydalanmanın bir çeşit zikir olduğunu kabul etmiştir
Bir de Nakşibendiye tarikatı mensupları, Şerîat esâslarına uymaya ve ona bağlı olmaya son derece önem vermişlerdir Şeyh Ahmed Farûkî'nin;
"Şer'î edeplerden birine riayet, mekruhlardan birini bırakmak; zikirden, fikirden, murakabeden ve mertebelere teveccühten daha faziletlidir"[3] şeklindeki açıklamaları, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır
Ayrıca Nakşibendiye tarikatı, boş kalan insanların nefsin pençesinden, çeşitli kötü alışkanlıklardan korunması için, tevbe, istiğfar, zikir, tefekkür, nafile namazlar ve benzeri şeylerle meşgul olmayı tavsiye etmiştir Bu şekilde nefsi yenip kalbi kontrol altında tutmaya murakabe denir
Diğer tarikatlarda olduğu gibi, Nakşibendiye Tarikatı'nda da râbıta vardır Râbıta'yı şöyle açıklamaktadırlar: Doğrudan Allah ile manevi bir baş ve irtibât kuramayan mürid, Resulullah (s a s) Efendimizden itibaren, hayatta olan mürşidine kadar silsiledeki bütün meşayihin oturduklarını, kendisinin de mürşidinin yanında yer aldığını ve onlardan manevi bir feyiz aldığını düşünür ki buna râbıta denir Râbıta yoluyla alınan bu füyuzât, manevi yolda ilerlemeye vesiledir Râbıta'da dikkat edilecek husus, rabıta yapılan kişinin bu işin ehli, alim, kamil bir mürşid olmasıdır Aksi takdirde, istenilen netice elde edilemez Râbıta vesilesiyle mürid, "fenâ fi'ş-Şeyh"e, ondan sonra "fena fi'r-Resûl" ve "fenâ Fillâha ulaşır Kişi vasıtasız olarak "fena fıllah'a (Allah Teâlâ'da fani olma imkânına) sahip değilse, râbıta yapması tavsiye edilmiştir Aksi hallerde buna lüzum görülmemiştir [4]
Nakşibendiler önceleri kalben, gizli zikrederlerdi Sonraları cehren, açık olarak da zikretmişlerdir Hâlidîler ilk kurulduğu gibi kalben, gizli zikretmektedirler [5]
Nakşibendiye Tarikatı'nda topluca yapılan zikre hatm-ı hacegan denir Müridlerin adedi on kişiden az ise, küçük hatme; çok ise, büyük hatme sesli, sessiz olarak icrâ edilir Aralarında iki fark vardır Birisi, 79 kere okunacak olan el-İnşirâh suresinin terkedilmesi, diğeri ise,1001 ihlâs yerine 500 defâ, Ya Baki entel-Bâki'nin okunmasıdır [6]
Bütün bu usul, prensip ve kaideler tarikat şeyhleri tarafından konulmuştur Sünnette 79 defa İnşirah 1001 defa İhlas vb vîrdler mevcut değildir Ayrıca yukarıda sayılan on bir prensip ve usul de Resulullah zamanında mevcut olmayıp sonradan tarikatın mensupları tarafından ortaya konmuştur Yoksa Hz Peygamber'den bu konuda sahih yolla gelen herhangi bir hadis veya bir haber yoktur Bunlar tarikat ve va'z türü eserlerde mevcuttur Halkı ibadet ve takvaya alıştırmak için iyi niyetle dinde ihdas edilmiş bid'atlerdir Tevhid akidesine ters düşmeyenler, Kur'an ve Sünnet'e uyanları kabul edilir, gerisi red edilir [7]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Mustafa Kara, Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, İstanbul 1987, s 156
[2] Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s 295
[3] Muhammed b Abdullah Hânî, Âdâb, trc Abdulkadir Akçiçek, İstanbul 1976, s 13
[4] M Halid, Râbıta hakkında Risâle İstanbul 1924, s 238; Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s 447
[5] Reşid Paşa, Tasavvuf, s 104
[6] Mustafa Kara, Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, s 156
[7] Nureddin Turgay, Şamil İslam Ansiklopedsi:
|