Zor Lokma
Tasavvufi bakışı benimsediğinden beri bir dizi değişime uğramıştı

Önceleri itiraz ettiklerini kabul ediyor, hayatta olmaz dediklerine boyun eğiyordu

İki dünya bir araya gelse birlikteliği düşünemeyeceği nice insanla birlikte olmuş, değişik algı gruplarını yorumsuz- yargısız seyretmeye gayret sarf etmişti
Hakikat yolu; bir manada benliği eritme süreci idi
Altın asitte saflaşır, diyorlardı

Hamur, kızgın fırında ekmeğe dönüşüyor, demir sıcak tavda dövülünce kılıç oluyordu

Billur sular fışkırsın isteniyorsa toprak kazılacak, yol yapılacaksa geçit vermez dağlar dinamitlenecekti

Sünnetullah böyle işliyordu
Benlik adına sahiplendiğimiz, giyindiğimiz ne varsa soyunmak, tereddütsüz vazgeçmek gerekiyordu

Çok şey vermişti
Nefsine yapışan, farkına varmadan tutunduğu, örtülü egosuna ait çok şey aşama aşama çıkıyordu elinden
Toplumsal hizmete koşuyorum, derken şöhreti, önde olmayı sevdiğini fark edememişti

Bir Kadir Gecesi saygın bir topluluk önünde hitap ederken, beklenmeyen bir pot kırdı!


Kalabalıklara hitabın en zor yönüydü bu

Bir kere çıkmıştı ağzından

Yetkili kişi çağırdı ve: “Bir daha program yapmayacaksın!” dedi
Yıkılmıştı

Camileri, türbeleri gezeceği bir Kadir Gecesinde azar yemek; hele hele alıştığı ve başarılı biçimde yürüttüğü hizmetten geri çekilmek içine oturmuştu

O gece buluştuğu bir gönül ehli şöyle dedi:
- Demek bu gece Cebrail zuhur etti öyle mi?

- Nasıl yani, haşa Cebrail sadece Rasul ve Nebilerde zuhur eder, ne demek şimdi bu?

O zat , izah etti:
- Cebrail vahyi inzal ederken ne yapıyordu?

-
Sıkıyordu, zorluyordu… Hatta buram buram terlerdi Alemlerin Efendisi
- Cebr; zaten sıkma, bunaltma demek

Cebrail sıkar ki, öz çıksın!

-
Hiç böyle düşünmemiştim
-
Muhammedi yola çıkanlar Muhammed’imizin yaşadıklarının benzerlerini yaşamadan şefaate nail olacaklarını mı sanıyor?


Böyle de düşün

Kadir Gecesi Kur’an inzal oldu, Cebrail sıktı!


Sen de Kadir Gecende içini acıtan sıkıntı yaşadın

Seni azarlayan zat Cebrail’in olmuş

Yeni idraklerin kapısındasın, mübarek olsun!

…
Böylesi bir bakış çok yeni ve enteresan gelmişti

Ama şuna hep inanırdı; kim hakikat yoluna çıkmış ise Nebilerin, Rasullerin, Hakikat önderlerinin yaşadığı oluşumları bir şekilde yaşayacaktı

Çile çekmeksizin ürün dermek yoktu

Asr-ı Saadet süreci nasıl yaşanmış ise; hakikate adananlar benzer süreçler yaşayacaktı hayatında
O gün bir takım sahnelerle bazı şeylerin kendinden alınacağını, ama onların yerine inci kıymetinde yeni idrakler verileceğini fark ediyordu

Ondan sonra hep öyle baktı gelişmelere
İmtihan ve bela; Kahır olarak gelmiyordu üzerimize

İmtihanın niçin yaşandığını A

Hulusi’den okumuştu: “
İmtihan, sana değil; sendendir!
İmtihanla kendi potansiyelini görür ve sonuçlarını yaşarsın!
Fitne yani imtihan, senin, ilminle ne derece yaşabildiğini fark etmen içindir!
Sanma ki imtihan, başkalarının seni mükafatlandırması yada cezalandırmasıdır!


“
Bu idrake inandığı günden beri önüne çıkan her sahne, ister acı olsun ister hoş, hepsinin kendi lehine olduğunu düşünmeye zorladı zihnini

Karşısına çıkan insanlar, bir şekilde katıldığı yada işlediği fiiller hep bunun içindi

İlmini hayata ne kadar geçirebildiğini test için!


Öyle ya, yaşanmıyorsa neye yarardı ki ilim?


Kişi günde binlerce kez HALİYM ismi çekse de insanları bir görmeyi başaramıyorsa, öfke anında yumuşaklığı ve sükuneti kuşanamıyorsa ne yarardı ki o çalışma?!

Yaşanmayan ilim; ilim değildi

Bu cümleyi biraz açarak düşündü;
İlmini aldığım şey bana bir şekilde yaşatılacak o zaman?
Tabii ya, ilim hale dönüşecekse sahnesi bir şekilde gelecek! Gelecek ki staj yapayım, fiil icra edeyim!
Geriye doğru baktığında durumun hep böyle geliştiğini seyretti


Sabır ve teslimiyeti okuduğu bir hafta, sabredeceği durumlar çıktı önüne

Tevekkül edebilmeyi, her halükarda şükretmeyi okuduğunda rızık darlığı yaşadı!


Herkesi sevmenin, insanları bir görmenin gerekliliğine inandığında, en gıcık, en zor tipler çıktı karşısına
Her okunan, her söylenen, her paylaşılan yaşanıyordu gecikmeksizin

Bu durumun ehemmiyetine dikkat çeken değerli bir büyüğü, ne zaman çileden bahsedilse, ne zaman geçmiş velilerin çektiği zorluklar dile gelse: “Sakın demeyesiniz! Aman demeyesiniz! “ derdi

Söylemekte, dile dökmekte, özenmekte oluşturma sırrı vardı

Dile dökmek; bir süre sonra yaşanacakların düğmesine basmak, gelişime start vermekti
Söylemek, özenmek kolaydı ama bizzat yaşanınca kişi nasıl davranır bilinmezdi

İmtihana tahammül edemeyip isyan etmek, günah çukurlarına yuvarlanıp esfele düşmek de vardı, teslim olup bir üst seyre, ahsene geçmek de…
***
Gelen haber kanına dokundu

Fark edemediği, örtülü egoya ait bir tutkusu daha yere seriliyordu

Oysa kendi kendine, ben o değilim, tutunmuyorum, bu olmadan da yaşarım, diye telkin ederdi ama dili söylese de nefsi seviyordu demek ki

Nefsin sevdiği bir yön daha tıraşlanıyordu
Kolay değildi vermek

Benliği eritmek, dağı delmek gibi zor ve acıydı

Bir sohbetinde Gavs-ı Azam (k

s) şöyle diyordu: “
Her şeyi kalpten çıkartmak; dağların direklerini söküp atmak gibidir
Mücahede vasıtalarını, tuzaklara ve başa gelene sabretmeyi gerektirir ”
…
Allah ĞAYUR du!


Kendi sevgisi ile birlikte başka tutkulara, sevgilere izin vermezdi

Zaten bir gönülde iki sevgi yaşamazdı
Abdest alıp iki rekat namaza durdu sükunete ermek için

Sonra da kısa bir seyahat iyi gelir diye şehirden ayrılmayı planladı
Vapur, Boğaziçi’ni köpürterek geçerken, nispet yaparcasına takip eden martılara bakarak sordu:
- Ya bu neden geldi başıma?


Ne istedim ki verdin?


Neyi fark ettireceksin?

Asıl sorular bunlardı
Egosu başka sorularla, vehimlerle tahrik etti:
- Sen bir şey yapmadın, başkaları yaptı
- Haksızlık bu, dirensene!
- Senin gibi birine de yapılır mı hani?
- Vefa yokmuş dostlarında bak, kimse oralı bile değil
- Hani vaktiyle iyilik ettiklerin? Neredeler?

- Yutacak mısın bu durumu? Kalk, mücadele et!

Hain ego ne zaman fırsat bulsa işte böyle ateş kusardı

Ateşi su dökmeliydi

Teslimiyet suyu döktü egosuna ve susturdu
Başkalarını suçlayamazdı

Başkası yoktu ki, hepsi Tekin Seyrinden başka bir şey değildi

İyiliklerine karşılık da beklemiyordu

İyiliklerim diye sahipleneceği şeyler değildi onlar, Allah dilemiş o da yapmıştı

Bir durumu yutmak yada onursuzluğu içe çekmek de söz konusu değildi

İmtihan sırrına tutundu tekrar

İdrak ettikleri, ilmini aldıkları açığa çıksın diye yaşamıştı bunu da
Bu defa açığa çıkarması gereken Teslimiyet ve Tevekkülün de üstünde RIZA idi

Teslim olmak, kabullenmek bile içinde sıkıntı gizliyordu

Örtülü bir acı vardı teslimiyette bile

Ama rıza öyle değildi
Rıza; olanı olduğu gibi seyirdi
Gülü dikeni ile sevmek boyutundan geçip; diken de en az gül kadar güzel, belki daha da güzel diyebilmekti rıza
Görünüşte hoşlanmadığı bir hali, hoşlanarak zevk etmekti rıza!


İşte bunu yapacaktı, ama nasıl?

Bütün zamanların Gavsı Abdülkadir-i Geylani yetişti yine imdadına

Zaten o:
“Mürid ne zaman maddi- manevi bunalsa, çağırdığı anda yetişirim, himmetim haazır olur” diyordu
Altını çize çize okuduğu kitaptan seslendi Gavs-ı Azam: “
Afetlere karşı sağlam dur, sonra da nefsini NİÇİNSİZ ve NASILSIZ bir şekilde kaderin eline bırak” Niçinsiz ve nasılsız bir bakış; yorumsuz seyirdi

Niçinler, nasıllar, ya öyleyseler değil miydi insanı ateşe, nefis cehennemine, azaba doğru sürükleyen?!


Sorgulamayacaktı…
“
Hayrın tamamı sabrın ayakları altındadır”Sabır; dönüştürücü bir kuvve idi

Hareketsiz, boşu boşuna beklemek değildi sabır

İnsandan açığa çıkan teslimiyetin, olayları tatlandıran bir şekere dönüşmesiydi sabır

Ama dokunuyordu içine

Acıyan bir yerler vardı

Kim yaptı sorusu ile egosu yeniden ayağa kalkacakken Gavs-ı Azam bir kere daha uyardı: ”
Hiçbir şeye aldırma! Zira Rabbin dilediğini yapandır! ” Rabbimdense hepsi, eyvallah dedi
Vapur, Haydarpaşa rıhtımına çıma atarken duruma razı olmanın verdiği enerji ile morali düzelmiş, yüzüne can gelmişti

Olumsuzluğu yaşayan sanki o değildi

Hafta sonu tatili için birlikte yolculuk yapacağı dostları tarihi gar binasının merdivenlerinde karşıladılar

İçlerinden biri Bektaşi Nefeslerinden o meşhur deyişle takıldı:
Güzel aşık, cevrimizi çekemezsin demedim mi?

Bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi?

Böylesi durumlarda hiç altta kalmazdı

Teslimiyet, Tevekkül ve Rızasının zirvesini şiire döken Abdürrahim Karakoç’ un dizeleri ile karşılık verdi:
Yollar uzun yollar ince
Yol kısalır aşk girince
Yat kurban ol, İsmail’ce
Bıçak senden incinmesin !

“İşte bu beeee, işte buuuuu, sana da bu yakışırdı, aslanım beniiimmm” diyerek kucakladı can dostu! Trenin hareketini duyuran son kampana çalarken mırıldanarak söz verdi:”
Bıçak benden incinmeyecek! İsmail’ce duruşu kolaylaştır Ey Rabbim!
“
Hareket ederken bilincinde flashlar patladı

Derunundan taşan sese kulak verdi:
- Sen yeter ki, İsmail ol, Cebrail’in koçuyla desteklemek Rabbine ait! Yıkılma, daha Kabe inşa edecek, gönüllere otağ kuracaksın!

Dostlarından biri kolunu çekerek sordu: Razı mısın?

-
Hiç şüphen olmasın, hepsine razıyım bi iznillah!