Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Biyografiler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
celaleddini, rumi

Celâleddîn-İ Rûmî

Eski 08-02-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Celâleddîn-İ Rûmî




CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ

Tanınmış büyük evliyâdan Asıl adı Muhammed, lakabı Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ'dır Hüdâvendigâr, Sultân-ül-Âşıkîn, Sultân-ül-Mahbûbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi lakapları da vardır Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) ismiyle meşhûr Muhammed Behâeddîn Veled hazretleridir Soyu hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır Annesi sâlihâ ve evliyâ bir hanım olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim Edhem hazretlerinin neslindendir 1207 (H604) senesi Rebîulevvel ayının altıncı günü Horasan'ın Belh şehrinde doğdu 1273 (H672) senesi Cemâziyelâhir ayının beşinci günü Konya'da vefât etti Kabr-i şerîfi Konya'nın en meşhur ziyâret yerlerindendir

Mevlânâ Celâleddîn, küçük yaşta ilim tahsîline başladı Âlim ve evliyâ bir zât olan babasının terbiye ve himâyesinde yetişti Mânevî olgunluklara kavuştu Henüz beş yaşında iken kendisinden bir takım hârikulâde ve olağanüstü hâller görüldü Kirâmen kâtibîn meleklerini görür, evliyânın ruhlarıyla konuşurdu Melekler ve Allahü teâlânın ricâl-i gayb ismi verilen velî kullarının rûhları kendisini ziyâret ederlerdi Zâhiren tanımadığı bu kimselerin böyle sık sık görünmelerinden dolayı, mübârek benizleri sararıp solardı Babası Sultân-ül-Ulemâ, ondaki bu hâlin, meleklerin ve velîlerin oğlunu ziyâreti sebebiyle olduğunu bildiği için memnûn kalırdı Ancak, aklına bir noksanlık gelmesin diye, talebelerinden birkaçını oğluyla meşgûl olmaları için vazîfelendirip; "Oğlum Muhammed'e görünenler, Allahü teâlânın çok sevdiği velî kullarıdır Şefkat ve merhâmetleri sebebiyle oğluma görünüp, onunla sohbet ediyorlar Kendi hâllerini ona öğretiyorlar, melekler âlemini gezdirip gösteriyorlar Her ne kadar bunlar iyi şeyler ise de, o daha küçüktür Kendisini zaptedemeyip, aklına bir ârıza gelmesinden korkarım Bunun için sizler, onun heyecanlanmasına engel olun" derdi

Sultân-ul-Ulemâ hazretlerinin talebelerinden Bedreddîn anlatır: "Hocam Muhammed Behâeddîn Veled'in mübârek el yazısı ile yazılmış bir sayfada şu notları gördüm: "Belh'te, oğlum Celâleddîn Muhammed beş yaşında iken, Cumâ günleri bizim evlerin damları üzerinde dolaşır, dâimâ Kur'ân-ı kerîm okurdu Belh'in büyüklerinin oğulları da, her Cumâ hazır bulunur, onunla sohbet ve ülfet ederlerdi Namaz vaktine kadar onun yanında kalırlardı Bir gün onların arasında bir çocuk, ötekine; "Gel bu damdan öteki dama atlayalım" deyip, bunun için de bahse tutuşuyorlar Oğlum onlara gülümseyerek; "Ey kardeşler! Bu türlü hareketi, kedi, köpek ve diğer canlılar da yapar Allahü teâlânın şerefli kulu olan insana, hiç böyle şeylerle uğraşması yakışır mı? Eğer rûhânî kuvvetiniz ve candan isteğiniz varsa, geliniz göklere uçalım, Melekût âleminin konaklarını dolaşalım" diye cevap verir Hemen o anda gökyüzüne doğru uçarak, o topluluğun gözünden kaybolmaya başlar Çocuklar bu hâl karşısında feryâd edip çığlık koparırlar Nihâyet herkesle birlikte ben de bu hâdiseyi işittim Çocukların yanına gittim Biraz sonra Celâleddîn'in rengi uçmuş, mübârek vücûdunda da bir değişme olduğu hâlde tekrar dönüp geldi Bütün çocuklar, Celâleddîn'e sarılıp tebrik ettiler Oğlum onlara dönüp; "Sizinle konuştuğum anda yeşiller giymiş, bâzı kimseler beni aranızdan aldı Gökyüzünün tabakalarında dolaştırdı, melekler âleminin görülmemiş şeylerini bana gösterdiler Sizin çığlığınız kulaklarıma gelince, tekrar beni buraya getirdiler Eğer sizin üzüntünüz ve babamın bana olan şefkat ve muhabbeti olmasa idi, bu alçak âleme geri dönmezdim" dedi

Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretleri mübârek oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in terbiyesiyle meşgul iken, Belh civârındaki bâzı hasetçiler onun hizmetlerini çekemeyip sultâna şikâyet ettiler O da kimseye zarar dokunmasın diye bir takım yakınlarıyla birlikte Belh'ten ayrılıp Nişâbur'a gitti Nişâbur'a geldiklerinde evliyânın büyüklerinden Ferîdüddîn-i Attâr hazretleri kendilerini karşıladı Onlara izzet ve ikrâmlarda bulundu O sırada küçük yaşlarda bulunan Mevlânâ Celâleddîn bir rüyâ gördü Rüyâsında nûr yüzlü bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı verdi Mevlânâ Celâleddîn rüyâsını babasına anlattığında o; "Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir kitap yazacağına işârettir" buyurdu O anda orada hazır bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz" diyerek; Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Celâleddîn'e hediye etti Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse, Ferîdüddîn hazretleri imiş

Ferîdüddîn Attâr hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn'de ilâhî nûrlar ve fıtrî, yaratılıştan gelen bir takım kâbiliyetleri görmüş ve ona dua etmişti

Bir müddet Nişâbur'da kalan Behâeddîn Veled hazretleri ve Mevlânâ Celâleddîn, daha sonra yakınlarıyla birlikte Bağdât'a gelip Mustansıriyye Medresesine yerleştiler Sultân-ül-Ulemâ burada oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in ve talebelerinin terbiyesiyle meşgul oldu Behâeddîn Veled hazretleri bâzı gecelerde oğlu Mevlânâ Celâleddîn'den su isterdi Mevlânâ Celâleddîn de yatağından kalkar su aramaya giderdi Geceleyin medresenin kapısına gelince kilitli kapı kendiliğinden açılır, Mevlânâ Celâleddîn de Dicle'den kabına suyu doldurur, babasının odasına getirirdi Medreseye gelişinde kapı kendiliğinden kapanır kilitlenirdi Bir defâsında kapıcı bu hâdiseye vâkıf oldu Bâzı kimselere de söyledi Mevlânâ'nın babası bunu duyunca, o kapıcıyı çağırıp; "Bu hâli kimseye açma, yoksa helâk olursun" buyurdu Bunun üzerine kapıcı Mevlânâ Celâleddîn'in kerâmetini gizleyeceğine söz verip Sultân-ül-Ulemâ'nın talebeleri arasına katıldı

Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretleri daha sonra Bağdât'tan, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye geldiler Hac ve Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâretten sonra Şam'a ve Erzincan'a, oradan da Lârende'ye (Karaman'a) gelip yerleştiler

Sultân-ül-Ulemâ, Lârende'de (Karaman'da) Emîr Mûsâ'nın kendisi için yaptırdığı medresede, başta oğlu Mevlânâ olmak üzere yedi sene kadar talebe okuttu Yüzlercesine icâzet (diploma) verdi Şöhreti her tarafa yayıldı

Mevlânâ Celâleddîn, din ve fen ilimlerinde yetişip bülûğ, evlenme çağına erince, babası onu Hoca Şerâfeddîn Lâlâ Semerkandî'nin kızı Gevher Hâtunla evlendirdi Mevlânâ Celâleddîn'in bu evliliğinden oğlu Sultan Veled dünyâya geldi Daha sonra Mevlânâ'nın annesi Mü'mine Hâtun ve ağabeyi Muhammed Alâeddîn, Lârende'de vefât ettiler

Bu sıralarda Mevlânâ Celâleddîn'in babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ismi Selçuklu Devletinin her köşesinde duyulmuştu Konya'da oturan Sultan Alâeddîn Keykûbâd onu Konya'ya dâvet etti Bu dâvet üzerine Behâeddîn Veled hazretleri Lârende'den ayrılıp Konya'ya yerleşmek üzere yola çıktı Kervan Konya'ya yaklaştığında sultan onu büyük bir hürmet ile karşıladı Atının dizginlerinden tuttu Saygı ve sevgi ile ellerinden öptü Atın dizginleri sultanın elinde olduğu hâlde şehre girdiler Behâeddîn Veled ve yanındakiler, Konya'da Altun Han Medresesine yerleştirildiler

Mevlânâ Celâleddîn burada da tahsîline devâm etti Konya'da iki seneyi doldurdukları sıralarda babası Sultân-ül-Ulemâ Hakk'ın rahmetine kavuştu Babasının vefâtından sonra Mevlânâ Celâleddîn; babasının halîfesi, vekîli Seyyid Burhâneddîn Tirmizî'nin ders halkasına girdi Dokuz sene kadar husûsî ve umûmî sohbetleriyle iyice yetişip olgunlaştı

Mevlânâ Celâleddîn'in çocukluk yıllarında, terbiyesiyle meşgul olan ve kendisini çeşitli ilimlerde yetiştiren Seyyid Burhâneddîn Tirmizî hazretleri, babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ileri gelen talebesiydi Tirmiz şehrinde yaşardı Bir gün talebeleriyle sohbet ederken birden; "Eyvah! Eyvah! Hocam Sultân-ül-Ulemâ vefât etti Haydi namazını kılalım" diyerek, talebeleriyle gıyâben hocasının cenâze namazını kıldılar Ondan sonraki gecelerden birinde, rüyâsında hocasını gördü Hocası Sultân-ül-Ulemâ; "Burhâneddîn! Oğlum Celâleddîn Muhammed'e ilim öğretmeye devâm et!" emri üzerine yollara düştü Konya'ya geldi Bu sırada Mevlânâ, Lârende'de bulunan kayınpederinin yanına gitmişti Hocasının Konya'ya geldiğini duyunca, derhal döndü ve tahsîline devâm etmeye başladı Seyyid Burhâneddîn, zâhirî ilimlerde kemâl derecesine yükselen Mevlânâ'yı mârifet, Allahü teâlâyı tanıma ilminde de en yüksek seviyeye çıkarmak için Mevlânâ Celâleddîn'e riyâzet, nefsin isteklerini yapmama ve mücâhede, nefsin istemediği ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaya başladı Bir müddet sonra Halep ve Şam'a gidip, oradaki âlimlerden de ilim öğrenmesi gerektiğini Mevlânâ'ya anlattı Böylece onu Halep ve Şam'a gönderdi Kendisi de Kayseri'ye gitti

Hocasının emri üzerine Mevlânâ ilim tahsîli için Şam'a giderken, Nusaybin'de hıristiyan papazlarının toplantısına rastladı Papazlar sihir yapıp âdet dışı bâzı şeyler gösteriyorlardı Mevlânâ'yı görünce, bir oğlanı havaya uçuruverdiler Mevlânâ bu işe ilgi göstermeyip murâkabeye, Allahü teâlâyı düşünüp kalbini uyanık bulundurarak, gâfil olmama hâlini muhâfazaya vardı Oğlan, havada olduğu yerde kaldı "Beni kurtarın, yoksa düşüp öleceğim" dedi Papazlar ne yaptılarsa bir çâre bulamadılar Nihâyet oğlan; "O yanınızdaki zâtın murâkabesi yüzünden ben bu hâle düştüm Onun yardımı olmazsa, muhakkak helâk olurum" dedi Papazlar ister istemez Mevlânâ'ya yalvardılar Mevlânâ; "Onu bir şey kurtaramaz, ancak Kelime-i şehâdet kurtarır" buyurdu Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i şehâdet getirdi ve kolayca yere indi Mevlânâ'nın ellerini öptü Bu hâli gören papazların hepsi müslüman olmakla şereflendi

Mevlânâ hazretleri, Halep'te el-Halâviyye ve Şam'da el-Makdisiyye Medresesinde bulundu Muhyiddîn-i Arabî, Kemâleddîn bin Adîm, Sâdeddîn-i Hamevî, Osman Rûmî, Evhadeddîn Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî gibi zamânın âlim ve velîleriyle sohbet edip, onlardan da ilim öğrendi Onların teveccühlerini kazanan Mevlânâ Celâleddîn, Şam Medresesinde zaman zaman Hızır aleyhisselâm ile görüştü Tasavvuf ilminde bir müşkili olursa Hızır aleyhisselâm ortaya çıkıp meselelerini hallederdi Tefsîr, hadîs, fıkıh, mantık, usûl, meânî, edebiyât, matematik, fen, tıp gibi pek çok zâhirî ilimlerde mütehassıs oldu Gündüzleri ilim öğrenir, gecelerini ibâdet içinde, Allahü teâlâyı zikrederek ve Kur'ân-ı kerîm okuyarak geçirirdi Seher vakitlerinde tövbe ve istiğfâr ederek çok ağlar, gözyaşları sel gibi akardı Allahü teâlânın muhabbetiyle yanar, O'na kavuşmak arzusuyla tutuşurdu Tasavvuf ilminde de yüksek derecelere kavuşan Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî, hocalarından icâzet, diploma alıp, önce Kayseri'ye hicret eden Seyyid Burhâneddîn hazretlerini ziyâret etti Onun feyz ve teveccühlerine kavuşup, duâsını aldı Oradan berâberce Konya'ya döndüler

Seyyid Burhâneddîn hazretleri, Mevlânâ'nın dört senelik Halep ve Şam tahsîlinde bir hayli ilerlemiş olduğunu gördü Tasavvuf yolunda riyâzete ve mücâhedeye devâm ettirdi Mübah olanları azaltıp, zarûret mikdârı kullanırdı Ona; "Karnınız aç olsun Bunun için de çok oruç tutunuz Çünkü oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır Oruç tutmak; kalp gözünün açılmasına, kalbin rikkate gelmesine sebeb olur" buyurdu Mevlânâ hazretlerinin, on beş gün ağzına hiç lokma koymadığı zamanlar olurdu Nefsinin istediklerini yapmamak için kapıda köpekler için hazırlanan yemek artıklarının yanına gider, nefsine; "Ey nefs! Bana istediklerini yaptırıp, rûhumu emrin altına almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek artıklarını yemen lâzım! Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et!" diyerek nefsiyle mücâdele ederdi Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu rûhuna köle ederdi ve bu halde aylar birbiri ardından geçer giderdi

Mevlânâ hazretlerinin iyice olgunlaştığını anlayan Seyyid Burhâneddîn hazretleri ona; "Evlâdım! Şimdiye kadar bildiğim ne varsa hepsini sana öğrettim Bundan sonra senin daha da olgunlaşman, pek büyük mertebelere kavuşman, Tebrizli Şems'in (Şems-i Tebrîzî'nin) gelmesine bağlıdır Onun şefkat kanatları altında aşamadığın engelleri aşar, mânevî hâllere kavuşursun O, seni tasavvufun en mahrem noktalarına çeker, sen de ona, aynı âlemi anlatırsın Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki dostu olursunuz Bense Kayseri'ye gidip ömrümün sonlarını orada geçiririm" buyurdu Mevlânâ hazretleri hocasına, Kayseri'ye gitmeyip berâber kalmaları için çok ısrâr ettiyse de kabûl ettiremedi Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn hazretlerini Kayseri'ye uğurladı Kayseri'de bir müddet yaşayan Seyyid hazretleri, bir gün abdestini alıp hizmetçisine; "Git kapıyı kapa ve dışarıda, Seyyid Burhâneddîn vefât etti, diye bağır" buyurdu Hizmetçi dışarı çıkınca, Seyyid hazretleri secdeye kapanarak; "Yâ Rabbî! Seni ve Resûlünü çok seviyorum Sana kavuşmak arzum son haddine ulaştı Beni bu sevgime ve arzuma bağışla Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah" dedi ve rûhunu teslim etti Hizmetçinin haberi üzerine Kayseri bir anda anababa gününe döndü Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine haber salındı Cenâze hazırlıkları yapılıp kefenlendi Namazı kılınıp, defn işleri halledildi Mevlânâ hazretleri haberi işitince Kayseri'ye geldi Hocasının kabri başında Kur'ân-ı kerîm okuyarak mübârek rûhuna bağışladı Seyyid hazretlerinin kitaplarını Mevlânâ'ya teslim ettiler Bu kitaplar arasında Şems-i Tebrîzî'nin hazırladığı meşhûr Makâlât isimli eser de vardı

Mevlânâ hazretleri o sıralarda Konya'ya yerleşmiş bulunan zamânın en büyük kelâm ve tasavvuf âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden de ilim öğrendi Onun feyz ve teveccühlerine kavuştu Mânevî yolda yüksek derecelere ulaştı

Hocası Sadreddîn-i Konevî hazretleri anlatır: "Rüyâmda Fahr-i kâinât efendimizi gördüm Yanlarında Eshâb-ı kirâm ile medreseyi teşrîf etmişlerdiSofanın ortasına oturdular Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip uygun bir yere oturdu Peygamber efendimiz Mevlânâ'ya çok iltifât ettiler ve hazret-i Ebû Bekr'e dönerek; "Yâ Ebâ Bekr! Ben Celâleddîn ile diğer peygamberlerin arasında öğünürüm Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur O benim oğlumdur" buyurdular Mevlânâ'yı sağ tarafına oturttular Peygamber efendimiz bu rüyâ ile, talebelerimden Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine işâret buyurdular Bu durumu diğer talebelere hatırını gözetip, ilminin yüksekliğini anlamaları için anlattım"

Bir gün büyük bir ilim meclisi kurulmuş ve Konya'nın büyükleri orada toplanmışlardı Sadreddîn-i Konevî de orada bir seccâde üzerinde oturuyordu Mevlânâ içeri girince seccâdeye oturmasını teklif etti Bunun üzerine Mevlânâ; "Terbiyesizlik edip sizin seccâdenize oturursam, kıyâmette bunun hesâbını nasıl verebilirim?" deyince, Sadreddîn hazretleri; "Senin oturmakta fayda görmediğin seccâde bize de yaramaz" buyurup, seccâdeyi oradan kaldırdı

Mevlânâ Celâleddîn hazretlerinin hocalarından biri de Şems-i Tebrîzî'dir Şems-i Tebrîzî, Tebriz şehrinde Ebû Bekr-i Tebrîzî'nin talebesi idi Şems-i Tebrîzî evliyâlıkta yüksek makamlara ve derecelere yükseldi Lâkin daha yüksek mânevî makamlara kavuşmak istiyordu Şems-i Tebrîzî seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulabilmek için duâ ederdi Israrla yaptığı bu duâların netîcesi olarak rüyâsında, Konya'da bulunan Celâleddîn-i Rûmî'ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması îcâbettiği bildirildi Şems-i Tebrîzî, Allahü teâlâya şükrederek; "Böyle dosta canım fedâ olsun" dedi Konya'ya gelip, Şekerciler Hanına indi Günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş, Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlinde duran, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems-i Tebrîzî hazretlerine baktı, ona selâm verdi ve yoluna devâm etti Kendi kendisine de; "Bu yabancı bir kimseye benziyor Buralarda böyle birisini hiç görmedim Ne kadar da nûrlu bir yüzü var" diye düşünürken, âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü Mevlânâ hazretleri, atı durduran elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; "Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?" dedi O kimse; "İsminizi öğrenmek istiyorum?" deyince, o da; "Celâleddîn Muhammed" diye cevap verdi Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Bir suâlim var Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?" diye sordu Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; "Elbette ki Muhammed aleyhisselâm efendimiz büyüktür Bütün mahlûkât ve Bâyezîd, O'nun hürmetine yaratıldı" buyurdu Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; "Peki Muhammed aleyhisselâm; "Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde, niçin Bâyezîd-i Bistâmî; "Sübhânî" "Benim şânım ne yücedir" diye söyledi Bunun hikmetini söyler misiniz?" diyerek tekrar sordu Mevlânâ hazretleri buna da şöyle cevap verdi: "Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, onu kuşatırdı Hattâ daha çoğunu isteyip; "Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da artır" derdi Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi, o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek tecellî ile dolup taşardı" Bu îzâhata hayrân kalan Şems-i Tebrîzî; "Allah!" diyerek yere yığıldı Bayılmıştı Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı Bu nûr yüzlü zâta o kadar ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeple evine götürdü Bu zâtın, ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin geleceğini söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; "Ey Muhterem efendim!Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlînize sâdık bir köle olmaya çalışacağım Kölenin nesi varsa efendisinindir Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır" diyerek hizmetine koşmaya başladı

Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinliyordu Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhate gitmiyordu Yanlarına da, hizmetlerini görmek üzere, büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekkürde bulunurlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi



Alıntı Yaparak Cevapla

Celâleddîn-İ Rûmî

Eski 08-02-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Celâleddîn-İ Rûmî




Bir gün Şems-i Tebrîzî hazretleri, havuzun başında Mevlânâ ile sohbet ediyordu Mevlânâ bir hizmet için oradan ayrıldı Şems-i Tebrîzî de Mevlânâ'nın kitaplarını havuza attı Bir değnek ile de suyun dibine bastı Mevlânâ hazretleri oraya geldiğinde kitapları suda görünce çok üzüldü ve "Diğerleri ne ise, Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin hâtırası olan Mantık-ut-Tayr kitabı ıslanmasaydı" diyerek âh etti Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî hazretleri, kolunu sıvayarak havuza soktu Kitabın birisini sudan çıkardı Çıkan kitap Mantık-ut-Tayr idi ve hiç ıslanmamıştı

Bu hâdise, diğer bir rivâyette de şöyle anlatılır: Bir gün, Mevlânâ havuz kenarında idi Yanında kitaplar vardı Şemseddîn gelip, kitapları sordu Mevlânâ; "Sen bunları anlamazsın" dedi Şemseddîn, kitapları suya attı Mevlânâ; "Ah! Babamın bulunmaz yazıları gitti!" diyerek çok üzüldü Şemseddîn, elini uzatıp herbirini aldı Hiçbiri ıslanmamış görüldü Mevlânâ; "Bu nasıl iştir?" deyince, Şems; "Bu zevk ve hâldir Sen anlamazsın" buyurdu Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: "Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü Babamın gölgesi, onun nûrundan yok oldu Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyor, babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam Şems'e uyar oldu Şems, babamı bu muhabbete dâvet ettikçe, o da, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir an ayrılmıyordu Bu şekilde aylarca sohbet ettiler Böylece babam, pek büyük mânevî derecelere yükseldi"

Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhirî ve bâtınî çalışmaları devâm ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar Bu söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi Diyorlardı ki: "Bu kimse Konya'ya geleli, Mevlânâ bizden tamâmen uzaklaştı Gece-gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar Yanlarına oğlu hâriç kimseyi de almıyorlar Mevlânâ, Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu olsun da, Tebrîz'den gelen, ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın Onun için bize sırt çevirsin Hiç Horasan toprağı ile Tebriz'in toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir" Bu söylentilere Mevlânâ; "Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?" diyerek cevap verdi Fakat söylentiler durmadı Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya'da kalamayacağını anladı O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak Şam'a gitti

Şems-i Tebrîzî'nin gitmesi, Mevlânâ'yı çok üzdü Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyordu Ayrılık, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu "Şems, Şems!" diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu Ona bir mektubunda; "Ey gönlümdeki nûr, gel! Ey gönlümde ona arzu olan gel Ey sevgi ve samîmiyetini ispat eden gel Gelirsen ne mutluluk ve ferah Gelmezsen ne hüzün ve akla durgunluk Gel, sen güneş gibisin uzak ve yakın olduğunda Ey uzaktakilere yakın olan gel" diye yazıyordu

Eğer bir kimse, Mevlânâ hazretlerine; "Şems'i gördüm" diye yalan söylese, ona müjde için üzerindeki elbisesini verirdi Bir defâsında birisi; "Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm Sıhhati yerindeydi" dediMevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi Orada bulunan diğer bir kimse; "O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi, yalan söylüyor" deyince, Mevlânâ da; "Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm" diye cevap verdi Böylece aylar geçti Zamanla şehirdeki fitne ortadan kalktı Şems-i Tebrîzî'ye olan düşmanlıktan, vazgeçildi Mevlânâ hazretleri artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled'i Şam'a göndermeye karar verdi Oğlunu çağırıp;

"Süratle Şam'a varıp, filanca hana gidersin Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün O genci küçümseme sakın! O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et!" dedi Sultan Veled hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı Şam'da, babasının târif ettiği handa Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ'dan özürler dilediklerini de sözlerine ekledi Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi Hemen yola çıktılar Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasından yaya yürüyordu Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o; "Sultânın yanında, hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık olmaz Hizmetçilerin, efendisi arkasında yürümesi gerektiğini öğrendik" diyerek ata binmedi Sultan Veled, Konya'ya yaklaştıklarında, babası Mevlânâ'ya haberci gönderip, Konya'ya girmek üzere olduklarını bildirdi Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu Konya'da tellâllar bağırtılarak, Şems'in Konya'ya teşrif etmek üzere olduğu bildirildi Konya'nın, başta sultan olmak üzere, ileri gelen vezirleri, hâkimleri, zenginlerinin yanısıra, bütün halk yollara döküldü Büyük bir bayram havası içinde, mübârek velî Şems-i Tebrîzî hazretlerini karşılamaya çıktılar Öğleye doğru Şems-i Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı Bu muhteşem manzarayı seyredenler büyük bir heyecana kapıldılar Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı Göz göze geldiler Şems'in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerini sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptü Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ'ya anlattı Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; "Benim bir serim (başım, bir de sırrım vardır Başımı sana fedâ ettim Sırrımı da oğlun Sultan Veled'e verdim Eğer Sultan Veled'in bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra yâni evliyâlıkta ilerlemesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz" dedi

Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi almadan, mânevî bir âlemde kendilerinden geçtiler Halk, Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhatte bulunacağını, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederken, tam tersine eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler

Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ'yı evliyâlık makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyordu Ona her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırdı Bir gün; "Her kim; "Âlimler, peygamberlerin vârisleridir" hadîs-i şerîfinin sırrına vâkıf olmak isterse, Mevlânâ'nın hareketlerine, ahlâkına, davranışlarına baksın Onun gibi olmaya çalışsın Onu sevsin Onda enbiyâ ve evliyânın bütün âdet ve vasıfları toplanmıştır Her fende emsâlsizdir Kısaca ben ona ulaşmış olmasaydım, mahrûm olurdum Fakat Mevlânâ'nın sırrı, âlemde gizli kaldı, onu kimse keşfedemedi" buyurdu Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı yine Şems'e kızmaya başladı Söylenenleri, Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; "Ey evlâdım! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başlandı Beni, Mevlânâ'dan ayırmak için söz birliği etmişler Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!" buyurdu

1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi Mevlânâ ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyor, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar Dışarıda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler Şems-i Tebrîzî hazretlerinin; "Allah!" diyen sesi duyuldu Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu Yerde kan lekeleri vardı Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp durumun tetkîkini istedi Yapılan bütün araştırmalarda, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü Uyanınca yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler Cesed hiç bozulmamıştı Cesedi alıp Mevlânâ'nın medresesine defnettiler

Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu ayrılığına, Mevlânâ pek üzüldü Ayrılığın verdiği hasret ile nice beyitler, kasîdeler söyledi Evliyâlık hâllerini, derecelerini nazım ile öyle güzel anlattı ki, o zamâna kadar öylesini hiç kimse söyleyemedi Hazret-i Ali'den gelen feyz ve bereketleri, vilâyet yolunu, onun kadar açıklayan bulunmadı Şems-i Tebrîzî'ye olan muhabbetinden dolayı eserinde "Şems" ve "Hâmûş" kelimelerini mahlas olarak kullandı Dîvânına Dîvân-ı Şems dendi

Mevlânâ hazretleri, bundan sonra talebeleri arasına karışmaya, onlara ders vermeye, câmilerde nasihat etmeye başladı Pek çok velînin yetişmesine sebeb oldu Bunların arasında en meşhûru, Hüsâmeddîn Çelebi idi İnsanların hasta kalplerine, tatlı, serin şerbetler vererek şifâ olmaya çalıştı

İlim ve fazîleti sebebiyle az zamanda, o derece şöhret buldu ki, ilim talebesi, her taraftan huzûruna kavuşmak için cân atıyordu Her zaman etrafında dört-beş yüz dinleyici bulunurdu Evine gidip gelirken bile, etrâfını sarıp, çeşitli suâller sorar, müşkillerini çözerlerdi

Mevlânâ, Kitap ve sünnetten zerre kadar ayrılmayarak, tasavvufta emsâlinden üstün oldu Binlerce talebesi vardı Onları büyük bir îtinâ ile yetiştirmeye çalıştı Zamanla talebe sayısı arttı, medreseler çoğaldı Büyük âlimler yetişti

Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî'nin talebelerinin en önde gelenlerinden biri, Selâhaddîn Zerkûb idi Selâhaddîn, önceleri kuyumculuk yapardı Bir gün Mevlânâ, Selâhaddîn'in dükkanının önünden geçerken, içerden, altına şekil vermek için vurulan her çekicin; "Allah, Allah!" diye ses çıkardığını kalp gözüyle anladı Bu hâl çok hoşuna giderek, dükkan sâhibi olan Selâhaddîn'i medreseye dâvet edip, iltifâtlarda bulundu Selâhaddîn, Mevlânâ'nın sohbetlerinden çok haz duyduğundan kuyumculuğu bıraktı Artık her gün medreseye gidiyor, hocası Mevlânâ'nın sözlerini sahrâda susuz kalan kimse gibi, damlasını telef etmeyerek âdetâ içiyordu Mevlânâ da bu yeni talebesini çok sevip, bütün feyz ve teveccühlerini onun üzerine çevirdi Selâhaddîn'i, kısa zamanda evliyâlık derecelerine yükseltti Ona olan sevgisinden dolayı oğlu Sultan Veled'e Selâhaddîn'in kızını isteyerek nikâh yapıp akrabâ oldu Selâhaddîn, on sene Mevlânâ hazretlerinin sohbetiyle ve hizmetiyle şereflendi Mevlânâ'nın sağlığında vefât etti Selâhaddîn'in vefâtına çok üzülen Mevlânâ hazretleri, talebelerinden Çelebi Hüsâmeddîn'in üzerinde çok durarak, onu kendisine vekîl olacak şekilde yetiştirdi Çelebi Hüsâmeddîn'in, Mevlânâ'ya en mühim yardımı Mesnevî'yi yazması oldu Mevlânâ hazretleri, mânevî bir aşkla edebî değeri yüksek İslâm ahlâkının üstünlüğünü anlatan ince bilgiler ve Allah sevgisiyle dolu beytler söyledi Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini kendisi yazdı, diğer beyitleri ise, kendisi söyleyerek Çelebi Hüsâmeddîn'e yazdırdı Böylece daha bir benzeri yazılmamış olan Mesnevî-i Şerîf meydana geldi

Mevlânâ bir gün meclisinde bir gencin, bir ihtiyârın üst tarafında oturduğunu gördü O gence bir şey söylemeden, hazret-i Ali'nin sabah namazına giderken önünde yürümekte olan yahûdî bir ihtiyarı, yaşına hürmeten geçmediğini, bu sebeple namaza geç kalınca, birinci rekatın rükûunda Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah'ın sırtına lutf ile dokunup durdurduğunu ve hazret-i Ali'nin yetiştiğini anlatıp; "Yahûdî ihtiyara hürmet edilince, müslüman ihtiyara daha çok hürmet edilir Hele ömrünü dîne uymakla geçirmiş ihtiyarlara saygı ve hürmet gösteren gençlerin, Allahü teâlâ katında ne kadar yüksek mertebe kazanacağını düşünmelidir" buyurdu Bu nasîhatı dinleyen genç, mükemmel bir ders alıp, bir daha büyüklerin üst tarafına oturmadı

Bir yerde büyük bir cemiyet tertîb edilmişti İlim sâhibi biri; "Bugün Mevlânâ, bu mecliste ne söylerse, karşı gelip, ters cevap vereceğim" dedi Oradakilerin nasîhatlerine rağmen, o sözünde ısrar etti O sırada Mevlânâ kapıdan içeri girip, söze başladı: "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, söylüyorum Bana karşı çıkıyorsan çık, ters cevap verebiliyorsan ver" buyurdu Bu hâli gören o kibirli adam, tövbe edip Mevlânâ'nın elini öptü, sâdık talebelerinden oldu

Sultan Rükneddîn'in hanımı anlatır: "Bir gün Mevlânâ hazretleri âniden aramızda peydâ olup; "Acele bu evden çıkın, çabuk olun, evi boşaltın!" buyurdu Biz hemen evden çıktık Çıkar çıkmaz ev yıkıldı Hepimiz kurtulduk Mevlânâ'nın bu kerâmetinin bir şükrânesi olarak, Sultan Rükneddîn, bin altını Mevlânâ'nın medresesinde okuyan talebelere dağıttı

Bâzı beyler, Sultan Rükneddîn'i Aksaray'a dâvet ettiler Mevlânâ; "Gitme!" dedi İkinci dâvette sormadan gitti ve orada öldürüldü

İmâm İhtiyârüddîn anlatır: "Birgün Mevlânâ ile ikimiz Hüsâmeddîn Çelebi'nin bağına gidiyorduk Ben, Mevlânâ'nın ardından yavaş yavaş giderken, onun bir arşın kadar yüksekten havadan gittiğini gördüm Hayretimden kendimden geçmişim Ayıldığımda gördüm ki, Mevlânâ hazretleri gitmiş Acele ederek kendilerine yetiştim Kulağıma eğilerek; "İnsanoğlu bir kuştan daha mı âciz ki, havaya kalkmasına hayret ediyorsun?" buyurdu Bağa vardık Sohbet esnâsında Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi'ye; "İsterim ki, Şeyh Ziyâeddîn'in dergâhı bizim Hüsâmeddîn Çelebi'nin olsun" buyurdu Hüsâmeddîn Çelebi; "Efendim! Başkalarının makâmında gözüm yoktur" dedi Mevlânâ; "İyi ama benim gönlümden öyle geçti" buyurdu Sonra sohbet bitti Ertesi sabah şehirden gelenler, Şeyh Ziyâeddîn'in, dergâhında âniden öldüğü haberini getirdiler İki-üç gün sonra da Hüsâmeddîn Çelebi oraya müderris tâyin edildi"

Hanımı anlatır: "Bir gün Mevlânâ evden kayboldu Hiçbir yerde bulamadık Bir ara uyumuşum Uyandığımda Mevlânâ'yı namaz kılarken gördüm Mübârek ayakları tozlu idi Sonra ayakkabılarını çevirmek istedim, onlarda kırmızı kumlar gördüm Sorduğumda; "Mekke'de bir velî dostum vardır Biraz onunla sohbet ettim O kum, Hicaz'ın kumudur" buyurdu Bu kadar kısa zamanda oralara gidip gelmek nasıl olacağı aklıma geldi Hemen anlayıp; "Allahü teâlânın velî kulları gönül gibi, bir anda her yeri dolaşabilir" buyurdu Böylece tayy-i mekânı târif ettiler Yâni kısa zamanda uzak yerlere gitmeyi ve çok iş yapmayı anlattılar"

Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, vefât etmeden yaptığı vasiyyetinde; kabrine Mevlânâ hazretlerinin gelip, Kur'ân-ı kerîm okumasını istirhâm etti O zât vefât edince vasiyyeti Mevlânâ'ya bildirdiler Mevlânâ da memnun olup, onun kabrinde Kur'ân-ı kerîm okudu Vefât eden kişinin çocuklarından biri, rüyâsında babasının çok iyi bir hâlde olduğunu görünce; "Babacığım! Bu dereceye nasıl vâsıl oldunuz?" diye sordu Babası da: "Beni kabre koyunca Münker ve Nekir melekleri suâl sormaya gelirken, oraya güzel yüzlü bir melek geldi Onlara; "Allahü teâlâ bu zâtı Mevlânâ'ya bağışladı Onu bırakınız! dedi O günden beri hamdolsun hâlim iyidir" diye cevap verdi

Mevlânâ'nın mübârek hanımı anlatır: "Mevlânâ hazretleri, bir gün namaza durdu Sükûnet ve tevâzu içinde tâzim ve hürmetle Kur'ân-ı kerîm okuyor, bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu Evde bulunanlarla birlikte Mevlânâ'nın bu hâlini görüyor, hayretle ona bakıyorduk Namazdan sonra her zamanki gibi tesbihini çekip cenâb-ı Hakk'a uzun uzun yalvarıp yakararak duâsını yaptı Onun bu hâli bana çok tesir etti, ağlamaya başladım Sonra; "Ey efendi! Dünyâda ve âhirette biz günahkârların ümîdi sensin Bu kadar çok ibâdetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tenbel hâlimizle kıyâmet gününde ne yaparız?" diye sordum Yemîn ederek; "Allahü teâlânın bana verdiği nîmetlerin, ihsânların yanında benim yaptığım ibâdet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyâde kusûr ve nihâyetsiz eksiklikten başka bir şey değildir Bütün bu korku ve yakarışlarımla; "Ey Kerîm olan Allah'ım! Benim gibi bir âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu kadardır, mâzur buyur yâ Rabbî!" demek istiyorum YoksaO'na lâyık bir ibâdeti kim yapabilir?" buyurdu

Mevlânâ hazretleri, müslim veya gayr-i müslim herkese karşı yaptığı iyi muâmele ve güler yüz ile her tarafta meşhûr oldu O zamanlar İstanbul'da bulunan meşhûr bir hıristiyan papaz, merâk edip Mevlânâ'yı görmek istedi Yollara düşüp Konya'ya geldi Konya'da yaşayan hıristiyanlar onu karşıladılar Yolda giderken Mevlânâ'yı gördüler Papaz süratle yetişip, Mevlânâ'ya çok tâzim ve hürmet gösterdi Mevlânâ da onu iyi karşıladı Papaza, papazın yaptığından daha fazla iltifatta bulundu Papaz ve orada bulunan diğer hıristiyanlar, Mevlânâ'nın bu iltifât ve güzel ahlâkı ve bu olgunluğu karşısında dayanamayıp, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular

Mevlânâ, bir gün oğlu Sultan Veled'e: "Oğlum! Eğer Cennet'te olmak istersen, herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu göster Zîrâ alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır" buyurdu

Mevlânâ, ezân-ı şerîf okunmaya başladığı zaman, ya ayakta durur veya dizi üstüne oturarak huşû içinde dinlerdi Bitince de ezân-ı şerîf duâsını okuyup, salevât-ı şerîfe söylerdi Sonra namaza kalkar, talebelerine, namazı vaktinde kılmalarını tavsiye ederdi Buyururdu ki: Belh şehrinde bir kimse vardı Her ne zaman ezân okunmaya başlasa bütün işini bırakır, iki dizi üstüne gelerek otururdu Ezânı, mütevâzî bir hâlde dinler, bitince salevât-ı şerîfe getirir, ezân duâsını okurdu Sonra araya bir iş karıştırmadan hemen namazını kılardı Bu kimse devamlı böyle yapar, hiç bu âdetini bozmazdı Nihâyet bir gün vefât etti Cenâzesini teneşirde yıkarken ezân-ı şerîf okunmaya başladı Cenâze birden doğruldu, ezân bitinceye kadar diz üstü oturarak hareketsiz bekledi Sonra tekrar yattı Cenâzeyi kabre koyduklarında, suâl melekleri geldiler Bu sırada onlara Allahü teâlâdan; "O kulum, ismim anıldığı zaman, ismimi aziz tutarak hürmetle beklerdi Siz de onu ziyâret edip aziz tutun" hitâbı geldi

Mevlânâ, başkalarından bir şey istemeyi talebelerine yasak ederek; "Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değildir Ona dünyâda da âhirette de şefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz Biz, talebelerimize dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayı, herkese karşı tevâzu üzere bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ediyoruz El açıp istemek bizim yolumuzda yoktur" buyurdu

Sultân Veled anlatır: "Ben, beş yaşında idim Bir gün babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: "Ben yedi yaşımda iken, nefsim tamâmiyle rûhuma tâbi oldu Nefsî isteklerimden kurtuldum" Bunu dinleyen talebelerden biri; "Efendim! Biz, sizi devamlı nefsinizle mücâhede eder hâlde görüyoruz Bu sözünüzü nasıl anlamak icâbeder?" dedi Bu suâle; "Nefs, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır Hep kendi zararını ister Onun yakasını bırakmağa gelmez Çünkü en büyük düşman nefstir Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefsle mücâdele etmiştir Biz de öyle yaparız" cevâbını verdi

Önceleri Mevlânâ hazretlerinin büyüklüğünü anlayamayan, onun devamlı aleyhinde söz söyleyen biri bir gün rüyâsında gördüklerini anlattı: "Rüyâmda Karatay Medresesindeki dershânenin ortasında, Peygamber efendimizi oturur hâlde gördüm Sanki güneş gökten inmişti Nûrundan gözler kamaşıyor, Eshâb-ı kirâm da hizmet ediyorlardı Ben huzûruna doğru ilerleyip kendilerine selâm verdim Selâmımı aldılar ve yanlarında bulunan tabaktaki yahniden bir parça sundular Yahniyi alarak; "Yâ Resûlallah!Etlerin en lezzetlisi, en güzeli hangisidir?" diye sordum Buyurdu ki: "Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olanıdır" O anda uyandım Her tarafımı nûr kaplamıştı Büyük bir sevinç içinde Karatay Medresesine gittim Dershânenin ortasında, Peygamber efendimizi gördüğüm yerde Mevlânâ hazretleri oturuyordu Hayretle yanlarına yaklaştım ve selâm verdim Selâmımı tebessüm ederek aldı Daha ben rüyâmı anlatmadan: "Sevgili Peygamberimiz; "Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olandır" buyurdu" dedi Mevlânâ'nın rüyâmdan haberdâr olduğunu anlayınca, düşüp bayıldım Ayıldığımda büyük bir sevgiyle ellerini öpüp, talebeliğe kabûl edilmemi taleb ettim ve sarsılmaz bir îtikâd ile kendisine bağlandım"

Bir kimse rüyâsında Resûlullah efendimizi görüp, huzûruna vararak hürmetle selâm verdi Peygamberimiz, mübârek yüzlerini öbür tarafa çevirdiler O zât, öbür tarafa dolanıp tekrar selâm verdi Yine mübârek yüzlerini çevirip, iltifât etmediler O zât çok üzülerek ağlamaya başladı ve sebebini suâl etti Peygamber efendimiz; "Sen, bizim dostumuz olan Celâleddîn Muhammed Rûmî'den yüz çeviriyorsun Hâlbuki o, bizim çok sevdiğimiz evlâdımızdır" buyurdular O kimse korku ile uyanıp hatâsını anladı Kendi kendine; "Ey bedbaht! Şimdiye kadar yarasa gibi güneşin ziyâsından kaçtın Bundan sonra bâri Mevlânâ hazretlerinin huzûruyla şereflenip dünyâda ve âhirette saâdete kavuş" dedi Hemen Mevlânâ'nın medresesine doğru, onun talebesi olmak için büyük bir ihlâs ile yola koyuldu Kapıya geldiğinde, Muhammed ismindeki talebeyle karşılaştı Talebe, ona; "Beni hocam Mevlânâ hazretleri gönderdi Bize kalbinde sevgi hâsıl olan bir kimse geliyor, onu kapıda karşılayın" dediler "Haydi içeriye buyurun!" dedi O kimse içeri girip Mevlânâ'nın elini öpüp, talebesi olmakla şereflendi

Konya eşrâfından Muînüddîn Pervâne, şehrin ileri gelenlerini yemeğe dâvet etti Dâvetliler arasında Mevlânâ hazretleri de vardı Herkese yemekler geldi Mevlânâ'ya husûsî olarak altın bir tabak içerisinde, bir kese altın konulmuş ve üzerine pirinç pilavı doldurulmuş bir hâlde arz olundu Mevlânâ, tabağı görünce yüzünü çevirdi ve elini uzatmadı Ev sâhibi yemesi için; "Helâl lokmadır, buyurunuz efendim" diye ısrâr edince, Muînüddîn'e; "Altın tabak içinde altın kesesi saklıyarak bizi imtihan mı ediyorsun? Bir de yememiz için ısrâr ediyorsun, bu size yakışır mı?" dedi Bu sözleri duyan ev sâhibi, pek mahcûb olarak Mevlânâ'nın ellerine sarılıp öptü ve kendisini talebeliğe kabûl etmesini istirhâm etti Mevlânâ'ya öyle bağlandı ki, onun mânevî yardımları ile en önde gelen sâdık talebelerinden oldu

Emîr Ahmed anlatır: "Mevlânâ'nın ismini ve vasıflarını işiterek ona âşık olmuştum Memleketim Diyarbakır'dan Konya'ya gitmeme, annem ve babam müsâde etmiyorlardı Her geçen gün ona olan kavuşma arzum artıyor fakat nasıl gideceğimi bilemiyordum Bir gece iki rekat namaz kılıp, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle ederek çok duâ ve niyâzlarda bulundum Sonra En'âm sûre-i şerîfini okuyarak uyudum Rüyâmda Mevlânâ hazretlerini gördüm Sîmâsı bana anlatılanlara aynen uyuyordu Bizim eve gelmişti Onu görünce koşarak huzûruna yaklaştım ve hürmetle ellerinden öptüm Beni kucaklayıp alnımdan öptü Eline aldığı bir makas ile alnım üzerinden bir mikdâr saçımı keserek; "Bu, Mesnevî âlimi olacak" buyurdu Uyandığımda, saçlarım ve makas yastık üzerinde duruyordu Bu rüyânın tesiri altında idim Annem ve babam, ısrârlarıma dayanamıyarak izin verdiler Doğruca Konya'ya gittim ve Mevlânâ'ya talebe olmakla şereflendim Mesnevî üzerinde çalışmamı emir buyurdular Kısa zamanda Mesnevî hakkında sorulan her soruyu cevaplandıracak hâle geldim"

Kârî, Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen Muhammed anlatır: "Hacca gidip vazîfemizi yaptıktan sonra Konya'ya dönmüştük Hacı arkadaşlarımızdan bir delikanlı, diğer arkadaşlarımı zaman zaman Mevlânâ'ya götürüyor, onun sohbetlerine katılmayı teşvik ediyordu Onun bu hâline şaşıyorduk Birgün kendisine sebebini sorduğumuzda; "Hacca giderken bir konakda uyumuşum Uyandığımda kâfilenin beni unutup gittiğini gördüm Çok üzüldüm, zîrâ yolu bilmiyordum Cenâb-ı Hakk'a yalvararak göz yaşları arasında yaptığım duâlardan sonra, herhangi bir istikâmete doğru yürümeye başladım Bir müddet gittikten sonra, kendimi büyük bir sahrâda buldum İleride bir çadır vardı Yanına vardığımda, içeride heybetli birinin helva pişirdiğini gördüm Durumumu ona anlattım ve bu helvayı kime pişiriyorsun? diye sordum Bana; "Bu helvayı Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu Mevlânâ için pişiriyorum Her gün buradan geçip gider Birazdan gelmesi lâzım Sabredersen onu görürsün" dedi Hakîkaten biraz sonra Mevlânâ geldi İkrâm edilen helvadan bir mikdâr yedi, ayrıca bana da verdi Sonra kendisine durumumu arzedince, kerem sâhibi Mevlânâ hazretleri bana tebessüm ederek; "Hiç merak etmeyiniz, yalnız gözünüzü yumup biraz sonra açınız" buyurdular Ben gözlerimi yumdum Açtığımda kendimi kâfilenin yanında buldum İşte benim Mevlânâ hazretlerini çok sevmemin ve arkadaşlarıma tavsiyede bulunmamın sebebi budur" dedi

Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, ticâret maksadıyla İstanbul'a gitmek için izin istedi Mevlânâ hazretleri de; "İstanbul'a gitmenize izin verdim Yalnız İstanbul'da şu adreste bir kilise var İçinde şu vasıflarda birini bulacaksın Ona benden selâm söyle" buyurdu Tüccâr; "Peki!" diyerek yola çıktı İstanbul'da işini hallettikten sonra, emredilen adrese gidip kiliseyi buldu İçinde târif edilen kimse vardı Ona, Mevlânâ'nın selâmını söyledi O kimse ile konuşurlarken, bir köşede Mevlânâ hazretlerini murâkabe hâlinde oturuyor gördü Hayretinden aklı gidip oraya düştü bayıldı Kendisine geldiğinde, kilisede sâdece selâm getirdiği kimse vardı Ayrılmak için izin istediğinde, o zât da; "Mevlânâ'ya benden selâm söyleyiniz" diye tenbihte bulundu Tüccar oradan ayrılıp, uzun bir yolculuktan sonra Konya'ya geldi Doğruca Mevlânâ'nın huzûruna gitti İstanbul'daki kimsenin de kendisine selâmı olduğunu söyledi Mevlânâ'ya bunu söylerken, Mevlânâ'nın önünde o İstanbullunun diz üstü oturduğunu gördü Yine hayretinden aklı başından gidip, orada bayıldı Ayıldığında, Mevlânâ; "Ey tüccar! Bu gördüklerini, sağlığımda kimseye söyleme" buyurdu Bunun üzerine tüccar, bütün malını İslâmın yayılması için harcadı ve Mevlânâ'nın huzûruna gelip talebesi olmakla şereflendi Dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaya çalıştı

Deyr-i Eflâtun yâni Eflâtun Kilisesinde bir kimse vardı Üzerine râhip elbisesi giyer, kiliseye gelenlere İslâmiyetin üstünlüğünü anlatır, konuştuğu kimselerin müslüman olmasına vesîle olmaya çalışırdı Bu arada Mevlânâ hazretlerinin talebelerine de çok saygılı davranırdı Bir gün kendisine; "Senin, Mevlânâ'nın yakınlarına bu kadar hürmetli olmanın, iltifât göstermenin sebebi nedir?" diye sordular O da cevap olarak; "Biz Mevlânâ'nın pekçok kerâmetlerini gördük İsterseniz size içlerinden birini anlatayım Bir gün biz kırk papaz, cümlemiz Mevlânâ'ya bir suâl sormak için giderken, kendisiyle bir fırının önünde karşılaştık İçimizden biri; "Kur'ân-ı kerîmde, Meryem sûresinin yetmiş birinci âyet-i kerîmesinin meâlinde; "İçinizden, hiçbiri istisnâ edilmemek üzere, mutlaka Cehennem'e varacaktır Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür" buyruluyor Bu âyet-i kerîmeye göre, müslüman olsun kâfir olsun, herkesin Cehennem'den geçeceği bildiriliyor Mâdem ki herkes Cehennem'e girecek, o zaman İslâmiyetin üstünlüğü nereden belli olacaktır?" dedi Mevlânâ; "Evet Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, herkes Cehennem'e uğrayacaktır Müminler Cehennem'e uğradığında, Cehennem'in ateşi ona tesir etmiyecektir Hattâ Cehennem; "Ey mümin, çabuk geç, nûrun ateşimi söndürüyor" diyecektir Aynı ateş, Allahü teâlânın emriyle kâfiri yakacaktır Ateş, aynı ateştir İsterseniz deneyelim ve şimdi size bunu göstereyim" dedi Bizden, üzerimize giydiğimiz gömlekleri çıkarmamızı istedi Çıkarıp, kendisine verdik O da hırkasını çıkarıp, bizimkilerin içine sardı Öylece fırının içine attı Biraz sonra fırının kapağını açıp, elini alevlerin içine soktu Biz hayretle hâdiseyi tâkib ediyorduk Sonra içerden hırkayı alıp önümüze koydu Hırkada en ufak bir yanık izi yoktu İçini açtığında, bizim gömleklerimizin hepsinin yanıp kül olduğunu gözlerimizle gördük Sonra Mevlânâ bize dönerek; "Ey râhipler! İşte gördüğünüz gibi, biz ateşe böyle uğrarız Siz de böyle uğrarsınız" deyince, hepimiz insâf edip, Kelime-i şehâdeti getirerek müslüman olduk Her birimiz de, bundan sonra İslâmiyetin yayılması için çalışacağımıza, hıristiyanların doğru yola gelmesi için uğraşacağımıza söz verdik İşte benim Mevlânâ'nın talebelerine hürmet ve iltifât etmemin sebebi budur"



Alıntı Yaparak Cevapla

Celâleddîn-İ Rûmî

Eski 08-02-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Celâleddîn-İ Rûmî




Bir gün Kâdı Sirâceddîn ismindeki bir hoca, talebelerine; "Bugün Mevlânâ'ya gidip, onu soru yağmuruna tutalım Öyle sorular hazırlıyalım ki, hiç birisine cevap veremesin" dedi Talebeler soru hazırlamaya koyuldular Kendisi de çalışmaya başladı Bir ara Kâdı Sirâceddîn'in yanında Mevlânâ hazretleri tecessüm etti Kâdı Sirâceddîn'in yüzüne dikkatlice bakıp oradan kayboldu Kâdı, talebelerine; "Mevlânâ buraya geldi" deyince, talebeler; "Biz görmedik efendim" dediler Bu hâl, Kâdı Sirâceddîn'in zihnine takıldı, düşüncelere daldı Bir saat kadar sonra Mevlânâ hazretleri tekrar orada göründü Bunu kâdı ve talebeleri gördüler Hepsine selâm verdi ve oradan ayrıldı Biraz sonra kâdı talebeleri ile namaz kılmak için büyük odaya geldiklerinde duvarlarda bir takım yazılar gördüler İncelediklerinde, Mevlânâ'ya soracağı sorular ve bu soruların cevapları geniş olarak, yazılmış idi Kâdı Sirâceddîn ve talebeleri, hayretlerinden dona kaldılar Böyle büyük bir âlim ve velînin hakkında besledikleri kötü düşüncelerine pişmân oldular Hep birlikte gidip Mevlânâ'nın talebesi olmakla şereflendiler

Malatyalı Selâhaddîn Efendi anlatır: "Gençliğimde İskenderiyye'ye ticâret için gitmiştim Gemimiz bir girdaba yakalandı, kurtulmamız imkânsızdı Korku içinde idik Herkes adaklar adamaya başladılar Tövbeler ettiler Helâllaşmaya başladılar Bu arada bana, kurtulmak için duâ etmemi ricâ ettiler Konyalı olmam hasebiyle, aklıma bir anda Allahü teâlânın evliyâ kullarından Mevlânâ hazretleri geldi Hemen; "Yâ hazret-i Mevlânâ! İmdâdımıza yetişmen için yalvarıyorum" diye seslendim O anda, herkesin gözü önünde, gelip gemimizin yanıbaşında göründü Gemiye yapışıp girdaptan kurtardı ve kayboldu İskenderiyye'den sonra Konya'ya gittik Mevlânâ'nın huzûruna çıktığımızda bize; "Elhamdülillah Allahü teâlânın sevdiği kullarından birine tâbi olanlar, dünyâda da âhirette de halâs olup, kurtulurlar" buyurdu Bunun üzerine hepimiz Mevlânâ'ya talebe olmakla saâdete kavuştuk"

Tebrizli bir tüccar, ticâret için Konya'ya gelmişti Konyalı tüccarlara; "Burada evliyâdan bir kimse var mıdır? Bir müşkilim var, onu soracağım" dedi Orada bulunanlar, Mevlânâ'nın kerâmetlerinden bahsettiler Seni ona götürelim dediler Tebrizli, Mevlânâ'nın nâmını önceden duymuştu Kabûl edip hemen Mevlânâ'nın dergâhına gittiler Tüccâr huzûra çıktığında; "Efendim, namazımı kılıyor, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınıyorum Hayır-hasenâtımı yapıyor, kimseye zararım olmuyor Ancak, kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var Huzûrum yok Sebebini de bir türlü bulamıyorum Bana yardım etmenizi istirhâm ediyorum" dedi Mevlânâ, şöyle bir murâkabeden sonra: "Ey Tâcir! Sen, Magrib'de bir yol üzerinde, Allahü teâlânın velî kullarından biriyle karşılaştın Onun dış görünüşünü beğenmedin hattâ hakâret gözüyle baktın Sendeki huzursuzluğun sebebi budur İsterseniz şuraya bakın" diyerek, karşıdaki duvarı gösterdiler Tüccar duvara baktığında, bir anda duvardan pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan o velî kulun yine bir yol kenarında oturduğunu gördü Mevlânâ sözüne devâm ederek; "Bu huzursuzluğunuzun çâresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affına kavuşmaktır" buyurdu Mevlânâ, tâcire daha birçok nasîhatler yaptıktan sonra; "Muhakkak onu bul, hakkını helâl ettirip duâsını al Bizim de selâmımızı söyle" dedi Tâcir; "Peki efendim!" deyip yol hazırlıklarını yaptı ve yola koyuldu Araya araya o mübârek zâtı buldu Çok özür dileyip Mevlânâ'nın selâmını söyledi Affetmesini, hakkını helâl etmesini istirhâm eyledi Bunun üzerine o mübârek zât; "Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle bir kimseden yardım taleb etmişsin ki, reddetmek mümkün değil Seni Mevlânâ hazretleri hürmetine affettim Kendisini görmek istersen şuraya bak" deyince, tâcir işâret edilen yerde Mevlânâ'yı gördü Bu hâle gözleriyle şâhid olan tâcir, o kimseyle vedâlaşıp, Konya'ya geldi ve Mevlânâ'nın talebesi oldu

Mevlânâ hazretleri her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, vâz ve nasîhatlarıyla hasta kalplere şifâ olan sözler söylerdi Bir gün talebelerine; "Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir Allahü teâlânın sevdiği ameller, ibâdetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır Hep helâli istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız Herkes, bir sanata sâhib olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir Talebelerimden bunu husûsen istiyorum Bizim yolumuzda olanlara, kıyâmet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhâlefet edenler, kıyâmet günü bizi göremeyeceklerdir" buyurdu

Bir gün huzûruna birbirlerine dargın iki kişi getirdiler Onlara barışmalarını söyledi sonra da; "Allahü teâlâ, bâzı insanları su gibi latîf, mütevâzî, dâimâ aşağıya akıcı ve yumuşak huylu, bâzılarını da toprak, taş gibi sert mizaçlı yarattı Su, toprağa karışır, meyvelerin büyümesini, canlıların içerek hayatlarının devâm etmesini sağlar O sulardan rûhlara ve bedenlere gıdâ temin edilip, menfaat sağlanır Su toprağa gitmezse, topraktan ve sudan lâyıkıyla istifâde edilmez Ey Nûreddîn! Bu arkadaşın toprak hükmünde olup, yerinden kalkmaz ve barışmaz ise, sen su gibi tevâzu üzere olup, anlaş Herkes bilir ki, iki küs olan kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa, Cennet'e ötekinden önce girecektir Daha çok sevap kazanacaktır Dolayısıyla, bu barıştan her ikiniz de istifâde etmiş olacaksınız" buyurdu Bunu dinleyen iki küs kimse, daha çok sevap kazanmak gayretiyle hemen barıştılar

Bir kimse, geçim darlığından şikâyette bulundu Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri o kimseye; "Eğer sana, âzâlarından birini kesip, yerine bin altın verelim deseler râzı olur musun?" diye sordu O da; "Hayır, râzı olmam" diye cevap verdi Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; "Ey kardeşim! Mâdem ki râzı olmazsın, niçin geçim sıkıntısından şikâyette bulunursun? Fakirim diyorsun, bu kadar altından daha kıymetli âzâların var iken, vücûdun sıhhatte ve âfiyette iken, niçin bunları sana bedâvadan ihsân eden Allahü teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; meâlen "Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım" (İbrâhim sûresi: 7) buyurdu

Mevlânâ hazretleri bütün işleri ihlâs ile, Allahü teâlânın rızâsı için yapmak lâzım olduğunu, bir misâl ile şöyle izâh ettiler: "Nişâburlu bir ilim talebesi ile bir tüccar yol arkadaşı oldular Çok fakir olduğundan talebenin ayakkabısı yoktu Yalın ayak yürürken, tüccar bir çift ayakkabı verdi Sonra tüccar, talebeye ikide bir; "Ey talebe! Yolun düzgün yerinden yürü Sivri taşlara basma Ayaklarını sürüme Dikenli yerlerden gitme Ayakkabıyı eskitme" diye tembih ediyordu Bu tenbihler talebeyi usandırdı Sonunda talebe dayanamayıp ayakkabıları çıkardı, tüccarın önüne bıraktı ve; "Ben senelerce yalın ayak seyâhat ederim Kimse bana bunun için bir şart koşmuyordu Şimdi verdiğin bu ayakkabılar için sana mahkûm olamam" dedi İşte burada olduğu gibi, yapılan hayır-hasenât karşılıksız olmalı Allahü teâlânın rızâsı için yapılmalıdır Ancak böyle olursa makbûl olur

Devlet memurlarından bir kimse, zaman zaman Mevlânâ hazretlerini ziyâret eder, vazîfesinden ayrılarak devamlı onun hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirirdi Mevlânâ da, vazîfesini bırakmamasını ister, ona nasîhatler ederdi Bir gün ona şu menkıbeyi anlattı: "Abbâsî halîfesi Hârûn Reşîd zamânında bir zâbıta âmiri vardı Hızır aleyhisselâm ile her gün görüşüp sohbet ederlerdi Zâbıta âmiri bir gün vazîfesinden istifâ etti Zâhid olup insanlardan ayrı yaşamaya, kimseyle görüşmeyip tek başına ibâdet yapmağa başladı Fakat istifâ ettikten sonra Hızır aleyhisselâm kendisine hiç uğramaz oldu Bu duruma zâbıta âmiri çok üzüldü Her gün sabahlara kadar cenâb-ı Hakka yalvarıp, gözyaşı döktü, tövbe istigfâr etti Bir gece rüyâsında Hızır aleyhisselâmı görüp yalvardı "Ey vefâlı dost! Ben seninle devamlı olarak sohbet etmek maksadıyla dünyâ makamlarından istifâ ettim Uzlete çekilip, yalnız başıma ibâdet etmeye başladım Böylece sana kavuşurum sandım Hâlbuki tam tersine seninle artık hiç görüşemedim Beni, mübârek cemâlinize hasret bıraktınız Acabâ bunun hikmeti nedir? Yoksa bir kusûr mu işledim? Bu şekilde daha ne kadar hasretinizle yanacağım?" gibi sözlerle yanıp yakılarak ağladı Zâbıta âmirinin bu acınacak durumuna dayanamayan Hızır aleyhisselâm; "Ey azîz dostum! Benim sana görünüp sohbet etmemin sebebi, yaptığın ibâdetler, hayır hasenât ile değildi Senin o mühim vazîfeni yapıp müslümanların işlerini hak ve adâlet ile idâre ettiğin için gelip seninle sohbet ediyordum Hâlbuki, sen bu kıymetli vazîfeyi bırakıp, müslümanlara hizmeti terkettin Hattâ onları adâleti olmayan biriyle başbaşa bıraktın Sâdece kendi menfâatin için bir köşeye çekildin Kendi menfaatini müslümanlara tercih ettin Şimdi o yerine geçen şahıs, müslümanlara zulüm ve gayr-i meşrû işler ile elem vermektedir Şu anda onlar sıkıntı ve üzüntü içindeler Bunlara hep sen sebeb oldun Elbette senin şahsî menfaatinin, müslümanların umûmî menfaatleri yanında bir kıymeti yoktur Çünkü uzlete çekilip abdest almayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı, zikir etmeyi herkes yapabilir Fakat makâmı ile müslümanlara hizmet etmeyi herkes yapamaz Bunun için artık senin yanına gelmiyorum" dedi Zâbıta âmiri bunları dinledikçe gözyaşları sel oldu ve; "Çok doğru Çok doğru" dedi Uyanınca, istifâ etmekle ne büyük bir hatâ yaptığını anladı Sabah olunca derhal hükümdârın huzûruna çıkıp, eski vazîfesini yeniden istedi Hükümdâr anlayışla karşılayıp, onu tekrar eski vazîfesine tâyin etti İşte bu zâbıta âmirinin vazîfesi müslümanlar için ne kadar kıymetli ise, senin vazîfen de o derece mühimdir Bunun için, benim hizmetime gelmenden çok, vazîfene devâm etmen önemlidir Çünkü senin vazîfen, pekçok müslümanı ilgilendiriyor Onların başında senin gibi adâletli ve emîn bir kimsenin bulunması lâzımdır Böylece onlar da huzur ve refah içinde yaşasınlar Bizim rızâmız bundadır İstifâ edip bize hizmette bulunmana aslâ rızâmız yoktur"

Bir gün birkaç kişi gelip Mevlânâ hazretlerine; "Efendim! Allahü teâlânın velî kulları vefât edince, tasarruf hakkına sâhib olurlar mı? Hayatta oldukları gibi insanlara yardım edip, sıkıntılarını giderirler mi?" diye sordular Mevlânâ hazretleri de; "Cenâb-ı Hakk'ın evliyâ kulları âhirete intikâl ettiklerinde, dünyâdakine oranla daha çok tasarrufa sâhib olurlar Dünyâdaki tasarruf hududlu, âhiretteki ise hududsuzdur" buyurdu Oradakiler; "Dostlarınıza ve talebelerinize dünyâdaki gibi âhirette de ihsân ve merhamet eder misiniz?" deyince, Mevlânâ; "Ey dostlarım! Kılıç kınında iken kesmez Kınından çıktığı zaman keser Bize şefâat hakkı verilirse, elbette biz de sizlere şefâat ederiz" buyurdu

Mevlânâ hazretleri kendisine vedâlaşmak üzere gelmiş bulunan ve nasîhat isteyen sevdiklerine; "Kardeşlerim! Aklınız bir servet ve bir makâma bağlı kalmasın Yalnız kalp gözlerinizin açılmasını düşünün Birbirlerinizi çok seviniz Çünkü düşmanlar pusudadır" buyurdular

Talebelerinden biri, Mevlânâ hazretlerine incir getirmişti Mevlânâ hazretleri inciri aldı ve; "Hayli güzel incir, fakat kemiği var" buyurdu ve yere bıraktı Talebe; "İncirin nasıl kemiği olur?" diye hayret etti ve yavaşça incirleri alıp gitti Bir zaman sonra tekrar bir sepet incirle dönüp geldi ve sepeti Mevlânâ hazretlerinin önüne koydu Mevlânâ hazretleri bir tane alıp yedi ve; "Bu incirin kemiği hiç yoktur" buyurdular ve incirleri orada bulunanlara dağıtmasını emrettiler

Herkes bu duruma şaşakaldı O talebe dışarı çıktığında oradakiler ona gidip inciri nereden topladığını sordular O da; "Vallahi bir dostum vardı Onun bahçesine uğradım Bahçıvanı bağda bulamadım İzni olmaksızın bir sepet toplayıp Mevlânâ hazretlerine getirdim Fakat niyetim bahçıvanı gördüğümde topladığım incirlerin bedelini ödemekti Mevlânâ hazretleri velîlik nûru ile bunu anladı ve yemedi İşte incirin kemiği buydu Bu defâ doğruca o dostun bağına vardım Ondan iyi incir satın alıp bedelini ödedim ve helâllaştım O da kabûl etti İşte Mevlânâ hazretleri bunu kabûl edip iltifâtlarda bulundu

Bir gün Mevlânâ hazretlerine kötü huylu ve kötü tabiatlı kimselerden soruldu Bunun üzerine şu ibretli hâdiseyi anlattı: "Bir gün bir akrep bir ırmağın kenarında dolaşıyordu Birdenbire bir kaplumbağa akrebin yanına gelip ona; "Burada ne yapıyorsun?" dedi Akrep; "Ben ırmağın öte yanına geçmek için bir çâre arıyorum Çünkü benim bütün yavrularım ırmağın öte yanındadır" diye söyledi Kaplumbağa da şefkati ve yabancıya iyi davranması sebebiyle onu en yakın bir akrabâsıymış gibi sırtına alıp su üzerinde yüzmeye başladı Irmağın ortasına gelince akrebin sokmak arzusu uyandı Kaplumbağanın sırtında iğnesini dokundurdu Kaplumbağa; "Ne yapıyorsun?" diye sordu Akrep; "Hünerimi gösteriyorum Sen bana iyilik edip yarama merhem koydun Ben de sana iğnemi sokuyorum Benim göstereceğim şefkat de ancak budur" dedi Bunun üzerine kaplumbağa hemen suya daldı Akrep de boğulup gitti" Mevlânâ hazretleri bundan sonra şu beytleri okudu: "Câhil, yakınlık gösterse de sonunda câhilliğinden ötürü seni incitir" Sonra da; "Ahmağın sevgisi, ayının sevgisine benzer Onun kini sevgi, sevgisi kindir Haydi kötü nefsi öldürün Bu hususta ihmal göstermeyin Onu diri bırakmayın Çünkü o akreptir" buyurdular

Bir kısım insanlar Mevlânâ hazretlerine gelip; "Bâzı kimseler mescidde dünyâ lafı ediyor" diye şikâyette bulundular Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; "Her kim altı yerde dünyâ sözü ile meşgûl olursa otuz yıllık temiz ve kabûl olmuş ibâdeti reddedilir ve boşa gider Bu altı yerin birincisi mescid, ikincisi ilim meclisi, üçüncüsü cenâze, dördüncüsü mezarlık, beşincisi ezan vakti, altıncısı Kur'ân-ı kerîm okunurkendir Bunların herbirisinin geniş açıklamaları vardır" buyurdu

Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus, Mevlânâ hazretlerini ziyârete gelmişti Mevlânâ hazretleri ona gerektiği gibi iltifat etmedi Sultan bu hâle şaştı ve tevâzu gösterip; "Mevlânâ hazretleri bana nasîhatte bulunsun" dedi Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; "Sana ne nasîhat vereyim? Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun Sana bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun Allahü teâlâ seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun" buyurdu Bu ağır nasîhat üzerine Sultan ağlayarak dışarı çıktı Medresenin kapısında başını açıp tövbe etti ve; "Yâ Rabbî! Mevlânâ hazretleri bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü ve yakarışı gösteriyor ve sana yalvarıyorum Bana merhâmet et" dedi ve pişmanlıkla oradan ayrıldı

Bir zaman Selçuklu vezîri Muînüddîn Pervâne, Mevlânâ hazretlerini ziyârete geldi Fakat Mevlânâ hazretleri onu karşılamaya çıkmadı Vezir büyük bir sıkıntıyla Mevlânâ'nın kapısında beklemeye başladı Sultan Veled babası adına vezîre mâzeretler beyân edip özür diledi ve; "Efendim! Babam dedi ki, çok defâ benim Allahü teâlâ ile işim ve hâllerim olur Vezirler ve dostlar beni her zaman göremezler Onlar kendi hâlleri ve işleri ile meşgul olsunlar Biz gider kendilerini buluruz" buyurdu dedi Vezir bu sözler üzerine başını iki eli arasına alıp düşüncelere daldı Bu esnâda Mevlânâ hazretleri çıkageldi Vezir hemen ayağa kalkıp; "Efendim niçin bize geç görünüyorsunuz?" dedi Mevlânâ hazretleri buna hiç ses çıkarmadı Vezir; "Ben şöyle bir şey düşündüm Sanki bana; "Ey Pervâne! Muhtaç bir kimsenin beklemesi büyük zahmettir Bunu öğren ve hiç kimseyi kapıda bekletme" demek istediniz öyle değil mi?" dedi Mevlânâ hazretleri tebessüm edip; "Güzel düşünmüşsün Ama öteden beri âdettir Birinin kapısına çirkin bir dilenci gelse, onun karanlık benzini görmemek ve sesini işitmemek için eline bir şey tutuşturulup yolcu edilir Ne var ki, güzel huylu, hoş biri geldiğinde; "Ekmek pişinceye kadar biraz sabret ve bekle" derler Bizim de geç gelmemizin sebebi sizin muhabbet ve sevginizin bize hoş gelmesi ve bunları daha çok işitmek içindir Vezir sevildiğini anlayıp gözyaşlarını tutamadı Sevinçli olarak oradan ayrıldı

Mevlânâ hazretleri çok ibâdet ederdi Yine bir gece sabaha kadar namaz kılmıştı Yakınları kendisine; "Bu nasıl namazdır?" dediler Mevlânâ hazretleri onlara; "Allahü teâlânın yenilmez arslanı hazret-i Ali namaz vakti olunca titrer ve rengi solardı Ona; "Ey İmâm! Neyin var?" diye sorulduğunda, o; "Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz emâneti, göklere yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (mesuliyetinden) korktular Onu insan yüklendi" (Ahzâb sûresi: 72) buyruldu Emânet vakti geldi" derdi Namaz sözle anlatılamayacak bir şekilde Allahü teâlâ ile konuşmaktır Hazret-i Ali'nin hâli böyle olunca bizlerinki nasıl olmalıdır?" buyurdular

Buyurdular ki; "Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lâzımdır"

"Helâl kazanıp helâlden yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır Her hareketi Resûlullah efendimize uydurmalıdır"

"Dargınlar barışmalıdır Önce davranan önce Cennet'e girer"

"Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır"

"Nefsi mağlûb etmek için, onu rahatsız etmelidir İstediği şeyi vermemelidir En tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır"

Gururlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz Peygamberimiz hep riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yememiştir"

"Hakîkî bir âlime, rehbere teslim olmalıdır"

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretleri 1273 senesinde hastalandı Hasta iken başkalarına olan borçlarını gönderdi Onlardan bâzıları "biz helâl etmiştik" dedilerse de tekrar gönderip almalarını sağladı "Elhamdülillah bu tehlikeden kurtulduk" diyerek kul hakkına çok dikkat etmek lâzım geldiğine işâret etti

Mevlânâ hazretleri hasta döşeğinde yatmakta iken yedi gece çok şiddetli derecede zelzele oldu Birçok evler ve bağların duvarları yıkıldı Herkes bu durumdan korkup feryâd etmeye başladı Bu sırada Mevlânâ hazretleri; "Evet zavallı toprak yağlı bir lokma istiyor Bunu vermek lâzım" buyurdu ve sonra da; "Ben size, gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeyi, oruca, namaza devâm etmeyi, dâimâ şehvetten kaçmayı, halkın eziyetine ve cefâsına dayanmayı, aşağı ve sefih kimselerle düşüp kalkmaktan uzak durmayı, kerîm olan sâlih kimselerle berâber olmayı vasiyet ederim Çünkü insanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır Hamd, yalnız Allahü teâlâya mahsustur" buyurdu

Mevlânâ hazretleri bir ara talebelerinin önde gelenlerinden Sirâceddîn'i yanına çağırdı ve ona bir duâ öğretti Bunu hoş ve sıkıntılı zamanlarda okumasını tenbih etti: "Yâ Rabbî! Beni sana ulaştırmaya vesîle olan Mevlânâ'ya hasret çekiyorum Sana vesîle olan sağlığı, sıhhati seni bol bol tesbîh etmek, anmak için istiyorum Yâ Rabbî! Bana, ne senin zikrini unutturacak, sana olan şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık, ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü arttıracak bir sıhhat ver Ey merhamet edenlerin en merhametlisi, merhametinle bu duâmı kabûl et"

Mevlânâ hazretlerinin hastalığında, yanına hocası Sadreddîn-i Konevî ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler Ziyâret esnâsında Mevlânâ'ya; "Allahü teâlâ âcil şifâlar versin İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ siz, âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur" dediler Mevlânâ onlara; "Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve âfiyetler ihsân eylesin Artık bizim işimiz bitmiştir Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış bir gömlek kaldı Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar Artık bana duâ ediniz" buyurdu

Mevlânâ hazretlerinin vefâtı sırasında medresede bulunan bir kedi feryâd etmeye başladı Bunu hasta yatağında işiten Mevlânâ; "Bu kedicik niçin feryâd ediyor biliyor musunuz?" Orada bulunan dostları ve talebeleri; "Siz bilirsiniz efendim" dediklerinde; "Bu günlerde siz, hakîkî âleme, asıl vatana göç edeceksiniz Biz çâresizleri yetim bırakacaksınız Bizim hâlimiz ne olacak? diyor" buyurdu

Dostları, talebeleri; "Efendim! Zât-ı âlinizden sonra kime tâbi olalım Yerinize kimi bırakacaksınız?" diye sordular Mevlânâ hazretleri de; "Hüsâmeddîn Çelebi'ye tâbi olunuz Onu yerime vekil bırakıyorum" buyurdu Oradakiler bu suâli üç defâ sordular Üçünde de aynı cevâbı aldılar "Cenâze namazınızı kim kıldırsın?" diye sordular Ona da; "Hocam Sadreddîn Konevî hazretleri kıldırsın" buyurdular

Hüsâmeddîn Çelebi anlatır: "Mevlânâ hazretlerinin son günüydü Fevkalâde yiğit bir delikanlının, hocam Mevlânâ'nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıyı karşılayarak, bana; "Döşeği kaldırın" buyurdu Ben hayret ettim Çünkü hocam hasta idi O delikanlının yanına varıp; "Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından kalkarak sizi karşıladı?" diye sordum O da; "Ben Azrâil'im Rabbimizin emrini yerine getirmek, Mevlânâ'yı öbür âleme dâvet etmek için geldim" dedi Mevlânâ da; "Rabbimiz, beni kendi hazretine dâvet ediyor Artık gitmek zamânıdır Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!" deyip Kelime-i şehâdet getirdi Cemâziyelâhirin beşine rastlayan Pazar günü ikindi vaktinde fânî hayâta gözlerini yumdu"

Mevlânâ hazretleri vefât edince, İmâm-ı İhtiyârüddîn gasl eyleyip yıkadı Gasl ânında gördüklerini şöyle anlattı: "Mevlânâ'nın mübârek cesedini yıkamaya başlayınca, üzerime öyle bir ayrılık acısı çöktü ki ağlamaktan kendimi alamadım Yıkamak şöyle dursun, zerre kadar hareket etmeye kâdir olamadım Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım Yardımcılarım hiç ses çıkarmıyor, bana mâni olmuyorlardı Bir ara dayanamadım Vücûduna sarılarak ağlamak istedim O anda Mevlânâ'nın eli bileğimi sıkıca tuttu Korkumdan aklım başımdan gitti Bayılmışım Kulağıma uğultu hâlinde, sâhibini göremediğim sesler geliyordu; "Nûr, nûra karıştı Âşık, Mâşuka kavuştu Bunda endişe edecek bir şey yoktur Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için, hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar Müminler ölmezler, belki fânî âlemden, sonsuz âleme naklolunurlar" Bu sözler beni kendime getirdi"

Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: "Sadreddîn-i Konevî hazretleri, talebesi Mevlânâ'nın cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ona birden bire bir hıçkırık gelip kendinden geçti Bir müddet sonra kendine gelip namazı kıldırdı Mevlânâ'nın vefâtına çok üzülmüştü Talebelerinin ileri gelenlerinden bâzıları; "Efendim! Namaz kıldıracağınız zaman, üzerinizde hiç görmediğimiz bir hâl vardı Acabâ hikmeti nedir?" dediler Bunun üzerine; "Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda meleklerin saf saf dizilip, Peygamber efendimizin arkasında cenâze namazını kıldıklarını gördüm Gökteki meleklerin hepsi mâvi elbiseler giyinmiş ağlıyorlardı" buyurdu

Mevlânâ'yı sevenlerden Fahreddîn isminde biri vefât etmiş idi Onu rüyâda gördüler Hâli iyi idi "Bu mertebeye nasıl kavuştun?" diye sorduklarında, "Mevlânâ'nın türbesi yapılırken bir direk lâzım olmuş Bana gelip durumu bildirdiler Ben de cân u gönülden direği verdim Bu sebeple Allahü teâlâ beni magfiret eyledi" diye cevap verdi

Muhammed Hâdim şöyle anlatır: "Mevlânâ'nın yanında kırk yıl hizmet ettim Husûsî odasında ne yatak, ne de yastık gördüm Bir gece bile, yatıp uyumak ve istirâhat etmek için yanını yere koyup yattığını da bilmiyorum Mevlânâ ezân sesini duyduğu zaman, ya dizleri üzerine oturur veya ayağa kalkarak, ezân bitinceye kadar o vaziyetini hiç bozmazdı Bütün ömründe hiç ayağını uzatmamış ve yatmamıştır"

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, olgun, âlim ve velî bir müslüman idi Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sâhibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir Onda, bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl derecede mevcuttu Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur Hazret-i Mevlânâ'yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek ve o şekilde anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer Bu ise, en azından Mevlânâ'yı çok eksik ve yarım anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebeb olabilir Nitekim hazret-i Mevlânâ'yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını, kendisi bir rubâisinde şöyle dile getirmektedir:

Ben sağ olduğum müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim
Ben Muhammed Muhtâr'ın yolunun tozuyum
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım



Alıntı Yaparak Cevapla

Celâleddîn-İ Rûmî

Eski 08-02-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Celâleddîn-İ Rûmî




Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatları bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır O, bir tarîkat kurucusu değildir Yeni usûller ve ibâdet şekilleri ihdâs etmemiştir Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defâ on beşinci asırda ortaya çıkmıştır İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamâna rastlar Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır Onun Mesnevî'sinde geçen "ney" kelimesi, bâzı kimseler tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak, kendisinin ney çalıp dinlediği sanılmıştır

Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney ve başka hiç bir çalgı çalmadı Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi Yâni dans etmedi Mesnevî'de yirmi dört bin, Dîvân'da kırk sekiz bin beyit bulunmaktadır Celâleddîn-i Rûmî hazretleri Mesnevî'sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkân bırakmamıştır Mesnevî'sinden başka; Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâfih, Mektûbât, Mecâlis-i Seb'a gibi kıymetli eserleri de vardır Mesnevî'sine her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır Bunlardan pek kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî'nin kitabı, bunu da birçok kimse ayrıca şerh etmiştir Bunların içinde de, Süleymân Neş'et Efendinin şerhinden elli altı sahifesi, yalnız dört beytin şerhi olup, Sultan Abdülmecîd Han zamânında, 1847 (H1263)'de Matba'a-i Âmire'de tab edilmiştir Bu kitapta, Mevlânâ Câmî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: "Mesnevî'nin birinci beytinde [Dinle neyden, nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir Bunlar kendilerini ve her şeyi unutmuştur Zihinleri her an, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır Ney, Fârisî dilinde, yok demektir Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır Neyin üçüncü mânâsı, kamış kalem demektir ki, bundan da, insan-ı kâmil kasdedilmektedir Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlânın ilhâmı iledir" Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Ankara vâlisi olan, Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi'nde, ney'in insan-ı kâmil olduğunu, dokuz türlü isbât etmektedir Mevlevîlik, sonraları câhillerin eline düşdüğünden, "ney"i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete harâm karıştırmışlardır Dînimizin ve Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakda ise de, (Mesnevî şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır

Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh), yüksek sesle zikr bile yapmazdı Nitekim Mesnevî'sinde;

Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,
Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!

buyuruyor Yâni, "O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!" demekdir Sonradan gelen, Mevlânâ'yı tanımayanlar, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir Bu, dînimize uygun olmayan hâllerine ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle yapardı Biz mevleviyiz, onun yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan uzaklaşmışlardır

Halbuki Celâleddîn-i Rûmî yine, Mesnevî'de bir çalgıcı ile hazret-i Ömer'in hikâyesine yer verir Hikâyede yer alan çalgıcı uzun ve boşuna geçen bir ömrün sonunda mezarlığa gelmiştir Sonunda pişman olmuş ve hazret-i Ömer'in elinde tövbe etmiştir

Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri; "Üç kitabın eşi yoktur Bunlar; Kur'ân-ı kerîm, Buhârî-i şerîf ve Mesnevî'dir" buyurdu Yâni evliyâlık yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü Mesnevî'dir Fakat evliyâlık ve nübüvvet kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitabıdır

Mevlânâ hazretleri, ölüme, "Şeb-i Arûs= düğün gecesi" adını vermektedir Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket değildir, güzel ve tatlı bir şeydir Tekrar Allah'a dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesîlesidir Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur Yalnız sevgi ve tecellîler vardır Bunun için Mevlânâ'nın

"Gel, gel, her kim olursan ol gel!
Allah'a şirk koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan da olsan gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir
Tövbeni yüz defâ bozmuş olsan bile gel!"

buyurduğu söylenmektedir

SANKİ ÜÇÜNCÜMÜZ SEN İDİN

Şemseddîn Attâr anlatır: Mevlânâ bir gün câmide vâz ederken, mevzû; Hızır ile Mûsâ aleyhimesselâmın kıssasına gelmişti Bu kıssayı, öyle fesâhat ve belâgat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu Benim yanımda bir şahıs başını önüne eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu Kulak verdim, dediklerini anladım "Sanki yanımızda idin, sanki üçüncümüz sen idin" diyordu Bunun Hızır olduğunu anladım Yanına sokuldum "Anladım Sen Hızır'sın, ne olur, bana ihsân eyle!" dedim Cevâben; "Burada hazret-i Mevlânâ varken, benim sana ihsânda bulunmam deniz yanında teyemmüm gibi olur Senin bütün müşkillerini o halleder" dedi ve gözümden kayboldu Ben bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde, ben daha söze başlamadan; "Ey Attâr! Hızır aleyhisselâmın sözleri doğrudur" diyerek benim sözümü kesti

ŞÜPHESİZ MERHAMET EDER

Mevlânâ, Allahü teâlânın yarattığı bütün mahlûkâta merhamet sâhibi idi Bir gün Nefîsüddîn Sivâsî'ye bir kuruş verip ekmek aldırdı Ekmeği eline alıp bir virâneye gitti Nefîsüddîn de gizlice onu tâkibe başladı Sonunda, Mevlânâ'nın o ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi elleriyle yedirdiğini gördü Mevlânâ dönüşünde, Nefîsüddîn'in kendisini tâkib ettiğini anlayıp; "Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına şefkatle bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; "Merhametlilerin en büyüğü olan Allahü teâlâ, kullarından merhametli olanlara merhamet eder Ey ümmet ve Eshâbım! Siz de O'nun yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de semâ ehli merhamet etsin" buyurdu Nefîsüddîn bu sözler üzerine ağlayarak Mevlânâ'nın ellerini öptü ve hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatiyle ahbâb ve dostlarınıza da merhamet edersiniz" dedi Bunun üzerine Mevlânâ; "Evliyâullahın merhameti pek çoktur; bütün mahlûkâta ve ahbâblarına da şüphesiz merhamet eder" buyurdu

BU ALTINLARI ÇAMURA ATINIZ

Selçuklu Sultânı Rükneddîn, Mevlânâ'ya beş kese altın gönderip almasını arzu etti Talebelerinden Mecdüddîn, Mevlânâ'ya altınları arz edince; "Beni hakîkaten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın!" buyurdu Talebeleri bu emri derhal yerine getirdiler Dünyâya kıymet veren bâzı kimseler, bu altınları almak için çamurun içinde aramaya başladılar Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi Mevlânâ, talebelerine onların bu vaziyetlerini göstererek; "Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini karartır, kirletir Çeşitli günahlara sevkedip, ibâdetlerden alıkoyar Bu sözlerimi yanlış anlamayınız Dünyâ için çalışmayınız demek istemiyorum Dünyâ malının muhabbetini kalbinize koymayınız diyorum Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışmak lâzım geldiğini herkes bilir Burada dikkat edilecek nokta; hırs ve tamâ yapmadan kanâat üzere bulunmaktır Dünyâda, âhiret saâdeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir Çünkü İslâmiyet, insanlara faydalı olmayı emreder En büyük saâdet, en büyük sermâye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak âhirete göndermektir Buna rağmen asıl sermâye, mal, mülk, para sâhibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlâk sâhibi olmaktır" buyurdu

ÂHİRETE BERÂBER GİTSİN

Bedreddîn Tirmizî isminde biri simyâ ile uğraşırdı Mevlânâ'nın ismini duyarak Konya'ya ziyâretine geldi Önce oğlu Sultan Veled'e uğrayarak, yapacağı altınlardan hergün bir dirhem Mevlânâ'nın talebelerine vereceğini vâd eyledi Bu haberi Mevlânâ'ya ulaştırdılar, fakat o hiç cevap vermedi Birkaç gün sonra Bedreddîn'in çalıştığı yere gitti Bedreddîn simyâ ilmiyle uğraşarak altın yapmaya çalışıyordu Mevlânâ'nın geldiğini görünce, ayağa kalkarak hürmette bulundu Mevlânâ, oradaki demirden, bakırdan ve diğer mâdenlerden yapılmış eşyâları teker teker alıp Bedreddîn'e vermeğe başladı Bedreddîn, her eline gelen eşyânın en yüksek ayarda som altından yapılmış olduğunu hayretle gördü Mevlânâ, Bedreddîn'in şaşkın bir hâlde kendisine baktığını görünce; "Ey Bedreddîn! Sen simyâ ile uğraşmayı bırak Çünkü sen âhirete gidince, simyâ dünyâda kalacaktır Sen öyle bir simyâ ile uğraş ki, seninle berâber âhirete gitsin İşte o da din ilmidir Bu, kalbden mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisini çıkarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri kalbe doldurmakla olur" buyurdu

EVLİYÂ ŞEFKATİ

Mevlânâ hazretleri, merhamet sâhibiydi,
Hayvanlara bile o, gâyet şefkatli idi

Bir gün sevdiklerinden, para verip birine,
Bir ekmek aldırarak, aldı onu eline

Sonra bir virâneye, gidiverip o saat,
Yedirdi bir köpeğe, eliyle onu bizzat

Tâkib etti o kimse, nereye gittiğini,
Ve gördü bir köpeğe, ekmek yedirdiğini

Mevlânâ ona gelip, buyurdu ki: "Ey filân,
Bilirim, yedi gündür, aç duruyor bu hayvan

Yeni yavrulamıştır, hem de şu virânede,
Onları bırakıp da, ayrılmıyor yine de

Bir anne şefkatiyle, yavrulara bakıyor,
Yanlarında bekleyip, bir yere ayrılmıyor

Resûlullah hadîste, buyuruyor ki zîrâ;
"Allah da rahmet eder, merhametli kullara

Ey Eshâbım, siz dahi olun ki merhametli,
Merhamet eylesinler size de semâ ehli"

O kişi ağlayarak, dedi ki Mevlânâ'ya:
"Efendim, hamd olsun ki, Allahü teâlâya,

Sizleri tanımakla, şereflendirdi bizi,
Himâye edersiniz, dünyâda hepimizi

Âhiret için dahi, ümitliyim şimdiden,
Bizi kurtarırsınız, Cehennem ateşinden"

Buyurdu: "Velîlerin, pek fazladır şefkati,
Kurtarır dostlarını onların şefâati"

HEPSİ ÎMÂN ETTİLER

Mevlânâ, tahsil için, Konya'dan bir gün yine,
Şam'a gidiyordu ki, uğradı Nusaybin'e

Hıristiyan papazlar, bir yere gelmişlerdi,
Acâyip istidraçlar, halka gösterirlerdi

Gösteriş yapmak için, hazret-i Mevlânâ'ya,
Bir oğlan çocuğunu, uçurdular havaya

Celâleddîn-i Rûmî, bir duâ etti o an,
Havada kala kalıp, düşmedi yere oğlan

Feryâd ediyordu ki, korkusundan o çocuk;
"Düşüp de öleceğim, indirin beni çabuk!

Çok uğraştılarsa da, papazların birçoğu,
Hiç indiremediler, havadan o çocuğu

Oğlan bağırdı ki: "Sizin yanınızdaki,
O zâtın duâsıyla, işbu hâl oldu vâki

Ancak onun duâsı, kurtarır beni bundan,
Yoksa helâk olurum, yere düşüp buradan"

Papazlar bil-mecbûri, ona gelip bu kere,
Dediler: "Duâ et de, o çocuk düşsün yere"

Buyurdu ki: "Hiçbir şey kurtarmaz o çocuğu,
Kelime-i şehâdet, kurtarır yalnız onu"

Oğlan bunu duyunca, sevinip bu habere,
Kelime-i şehâdet, söyleyip indi yere

Papazlar bunu görüp, hayrette kaldı hepsi
Ve insâfa gelerek, îmân etti cümlesi

"ALLAH, ALLAH" NİDÂLARIYLA

Mevlânâ'nın Celâleddîn isminde bir talebesi vardı Ticâretle uğraşır, at alıp satardı O anlatır; "Bir gün Mevlânâ hazretleri sarığını sarıp, giyinmiş olduğu hâlde, bana bir at hazırlamamı emretti Ben, atların içinden en güçlüsünü eğerlemek için huzûrundan ayrıldım Fakat at huysuzluk yaptığından, bir türlü eğerleyemiyordum Yanıma iki kişi daha alıp, atı zorla eğerledik Buna rağmen at hâlâ huysuzluk yapıyordu O hâliyle Mevlânâ'nın bulunduğu yere getirip, atın hazırlandığını bildirdik Mevlânâ dışarı çıkar çıkmaz at sâkinleşti ve önceki huysuzluğu kalmadı Mevlânâ ata binip, kıble istikâmetinde yola çıktı Ancak akşama doğru, ter içinde, toza gark olmuş bir vaziyette döndü At oldukça zayıflamış görünüyordu Cesâret edip bir şey soramadık Ertesi gün yine bir at hazırlamamı emretti Başka bir atı eğerleyip getirdik Dünkü gibi gitti, akşama doğru geldi Üçüncü gün de aynı şekilde gitti Akşama doğru geldiğinde; "Elhamdülillah! Ey cemâat! Müjdeler olsun ki, o kâfir, Cehennem'in dibini boyladı" dedi Biz edebimizden yine bir şey soramadık Aradan birkaç gün geçmişti Şam tarafından bir kâfile gelip, o taraflarda, müslümanlar ile Moğolların yaptığı savaşı anlattılar Dediler ki; "Düşman askeri oldukça çoktu Müslümanlar mağlub olmak üzere idiler Son üç günde, Mevlânâ hazretleri, bir atın üzerinde olduğu hâlde savaş meydanında göründü En ön safta; "Allah, Allah" nidâlarıyla düşmana hücûm edip önüne geleni bir vuruşta ikiye bölüyordu Müslümanlar, Mevlânâ'nın akıl almaz hâllerini ve yardımını görünce, bozulan moralleri düzeldi Ard arda yaptıkları hücûmlarla düşmanı geriye püskürttüler Mevlânâ hazretleri düşman komutanını öldürünce, kâfirler kaçmaya başladılar" Ben bu haberi işitince, doğruca hocam Mevlânâ'nın huzûruna çıktım Beni görünce; "Müslüman askerlere yardım edilmiş ve zafere kavuşmalarına sebeb olunmuştur Ey Celâleddîn! Bize cân u gönülden hizmet edenler dünyâ ve âhirette gam ve kederden kurtulur" buyurdu

BAŞKA BİR ŞEY BİLMİYORUM

Mevlânâ'nın talebelerinden biri, hac vazîfesini yapmak üzere Hicaz'a gitti O Hicaz'da iken, evinde hanımı, Arefe gecesi bir tepsi helva yapıp, Mevlânâ'nın talebelerine gönderdi Mevlânâ, helvayı kabûl edip, orada bulunan bütün talebelerine bizzat kendi eliyle taksîm etti Herkes hissesine düşeni aldığı hâlde, tepsiden hiçbir şey eksilmedi Alanlar tekrar aldılar, doyuncaya kadar yediler, yine eksilmedi Bunun üzerine helvâ dolu tepsiyi Mevlânâ mübârek eline alıp; "Bu tepsiyi sâhibine göndereyim" diyerek dışarı çıktı İçeri girdiğinde, elinde tepsi yoktu Ertesi gün helvayı getiren hanım, tepsisini medresenin mutfağında arattı, ancak, bulamadı Mevlânâ'yı da bunun için rahatsız etmedi

Aradan günler geçti, hacca gidenler dönmeye başladılar Bu hanımın da beyi Kâbe'den dönüp Konya'ya geldiğinde, o tepsi, eşyâlarının arasından çıktı Kadın tepsiyi görür görmez tanıyıp, hayretinden dona kaldı Beyine; "Ben Arefe gecesi bu tepsi ile helva yapıp Mevlânâ'nın talebelerinin yemesi için göndermiştim Tepsiyi ertesi günü arattığım hâlde bulamadım Nasıl oldu da bu tepsi senin eline geçti?" deyince, şaşırma sırası hacıya geldi O da; "Arefe gecesi hacı arkadaşlarımla oturup sohbet ediyorduk Bir ara çadırın kapısından bir el bu tepsiyi uzattı Biz de tepsiyi aldık, elin sâhibini araştırmak da aklımıza gelmedi Helvayı yedikten sonra tepsiyi tanıdım Kimseye vermeyip eşyâların arasına koydum Başka bir şey bilmiyorum" dedi Bunun Mevlânâ'nın bir kerâmeti olduğunu anlayınca, ona olan bağlılıkları daha da arttı

NE SORARLARSA BİLİYORUM DE!

Mevlânâ'yı sevenlerden bir kimse, Mısır'a ticâret yapmak için gitmeye hazırlandı Akrabâsı gitmemesi için çok zorladı ise de, dinlemedi ve kararından vazgeçmedi Bunun üzerine yakınları, durumu Mevlânâ'ya bildirip, gitmemesini istirhâm ettiler Mevlânâ da: "Gitme!" dedi Ancak o kimse dinlemeyip gizlice yola çıktı Gemi ile yolculuk yaparken, bir küffâr gemisi bu gencin bulunduğu gemiye saldırdı Pek çok yolcu ile berâber, bu genci de esir aldılar Memleketlerine götürüp çeşitli yerlerde çalıştırdılar Genç, başına gelen felâketlerin sebeblerini, Allahü teâlânın sevdiği bir kulun sözünü dinlememekten olduğunu anlayıp, çok pişmân olup, tövbeler edip istigfârda bulundu Bu şekilde kırk gün devâm etti Ertesi gün rüyâsında Mevlânâ'yı gördü Ona;

"Yarın senden bâzı şeyler soracaklar Ne sorarlarsa, biliyorum, de!" diye tenbihte bulundu Bir hastalık ile ilgili ilâç târif etti Genç uyandığında sevince gark olup, sabahı iple çekti Sabahleyin yanına gelenler kendisine; "Doktorlukla ilgili bir bilgin var mı?" diye sordular Genç de; "Var!" deyince, genci alıp o yerin hükümdârına götürdüler Meğer o yerin hükümdârı hasta imiş Hiçbir doktor derdine çâre bulamamış, hükümdâr da hastalıktan kurtulamamış Bu genç, hasta hükümdârı görüp; "Bana, şu şu meyvelerden şu kadar, şu şu otlardan şu kadar getirin" dedi Kısa zamanda bulup getirdiler Genç, hepsini güzelce öğütüp karıştırdı ve mâcun hâline getirerek hastaya yedirdi Hasta, Allahü teâlânın izniyle bir anda şifâ buldu Hükümdâr bu hastalıktan ümidini kesmiş iken, birden şifâya kavuşunca, gence; "Bir murâdın varsa söyle, yerine getireyim Mal, mülk istersen seni zengin edelim" diye ısrârla sorunca, genç;

"Ben, hiçbir şey bilmeyen bir kimseyim Âilemden ve hocamdan izinsiz para kazanmak için evden çıktım Beni yolda esir alıp, buralara getirdiler Esir olunca, başıma gelen bu musîbetin sebebini anlayıp, çok tövbe ettim ve hocam Mevlânâ hazretlerinden mânen af diledim Kendisini, kurtulmam için Allahü teâlâya vesîle eyledim Bu akşam hocam Mevlânâ, bana bu size yaptığım şeyleri târif eyledi Ben de aynen yaptım Gördüğünüz gibi, bütün bunlar, hocamın himmeti ve bereketiyle oldu" dedi Hükümdâr genci serbest bıraktı Çok para vererek zengin eyleyip, memleketine gönderdi Mevlânâ'ya da pek çok hediyeler gönderdi

EY TÂLİHSİZ KİŞİ!

Konya'da Tâceddîn adında evliyâyı ve hâllerini inkâr eden biri vardı Mevlânâ hazretlerinin de aleyhinde bulunurdu Bu kişi bir gece kendisini nasılsa Cehennem kapısında durmuş gördü Cehennemliklerin durumunu olduğu gibi seyretti Orada bir adamı eli ayağı bağlı olduğu hâlde bir Cehennem'den çıkarıp, öteki Cehennem'e sokuyorlardı Dört kişi de orada durmuş; "Ey tâlihsiz kişi! Bu aman vermeyen ağır ve acıklı yükün altından kurtulman için velîlerin sözlerini oku" diyorlardı Tâceddîn bu heybetten orada donup kalmıştı O zavallı kişi; "Bana Allahü teâlânın rızâsı için birkaç kelime öğretiniz" diye ricâ ediyordu Bu sırada kendisine Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî'sinden birkaç beyit öğrettiler O da bu beyitleri okudu Okur okumaz bütün zincirleri ve bağları üzerinden çözüldü Sonra da Cennet tarafına yönelip gitti Tâceddîn uykudan uyanır uyanmaz Mevlânâ'nın medresesine koştu Yolda Mevlânâ hazretleri ile karşılaştı Mevlânâ hazretleri ona; "Ey Tâceddîn! Bir yerde sâdece velîlerin sözleri insanın böyle imdâdına yetişir ve yardım isteyenlere yardım ederse, artık onların sohbetinin neler yapacağını ve onlara karşı beslenen sevginin bereketinin insanı nerelere ulaştıracağını düşün" buyurdu Gördüğü rüyâya Mevlânâ hazretlerinin vâkıf olduğunu anlayan Tâceddîn, ellerini öpüp sâdık talebelerinden biri oldu

YÂ RABBÎ!

Mevlânâ hazretleri gece-gündüz cenâb-ı Hakk'a niyâz eder yalvarırdı: "Yâ Rabbî! Bizim hâlimize bakarak muâmele etme Kendi ikrâm ve ihsânına göre bize muâmele eyle

Yâ Rabbî! Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir

Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim! O günahlar dolayısı ile bizden intikam alma Bize azâb etme

Yâ Rabbî! Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azab arslanını bize saldırtma

Ey Hayy, ebedî diri olan Rabbim! Taleb ve duâ üzerine nasıl olur da kerem etmezsin Sen kerem sâhibisin

Ey mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyâcını gideren Rabbim! Sen varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir

Yâ Rabbî! Rûhumda bir ilim katresi var İlâhî onu hevâ rüzgarıyla ten toprağından muhâfaza eyle

Ey ihsânı çok olan Rabbim! Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et

Ey affetmeyi seven Rabbim! Bizi affeyle İsyân derdimize çâre eyle

Ey yardım isteyenlerin yardımcısı! Bizi hidâyete çıkar

Yâ Rabbî! Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatâlarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duâmızı kabul buyur Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin

Ey âlemin yaratıcısı! Kasvetli, kararmış, katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryâdımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini celbetsin, çeksin

Bizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi satın al O nefis bıçağı kemiğe dayandı (zulmü canımıza yetti)

Yâ Rabbî! Sana ne arz edeyim Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin"

ALLAHÜ TEÂLÂYA TEVEKKÜL EDİN

Moğolların Anadolu umûmî vâlisi Baycu Noyan, Konya'yı muhâsara etti Konyalılar gâyet sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşadı Muhasaranın kaldırılması için Mevlânâ hazretlerinin huzûruna çıkıp; "Efendim! Bize merhamet ediniz Baycu Noyan, bildiğiniz gibi Konya'yı muhasara etti Çoluk-çocuğumuzla gâyet sıkıntıya düştük Korku içinde yaşıyoruz Şâyet bize yardım etmezseniz, sonumuz felâket olur Çünkü Baycu Noyan, hangi şehri fethettiyse halkı kılıçtan geçirip, mallarını yağmaladı Bu işe bir tedbir istirhâm ediyoruz" dediler Mevlânâ;

"Siz, Allahü teâlâya tevekkül edin Doğru bir îtikâd ile cenâb-ı Hakk'ın evliyâsını vesîle ederek duâ edin İnşâallah sıkıntınız def olur" buyurdu Sonra şehirden dışarı çıkıp meydanın ortasında durdu Kıbleye dönerek namaz kılmaya başladı Etrafta binlerce Moğol askeri vardı Baycu Noyan'a kocaman bir çadır kurmuşlardı Askerler hemen komutanlarına koşup;

"Şehirden yaşlı bir kimse çıktı Mâvi kaftanlı, sarıklı, heybetli bir kimse Meydanda namaz kılmaya başladı Ne bir korku, ne bir heyecânı var Askerlerden hiçbiri yanına yaklaşmaya cesâret edemiyor" dediler Baycu Noyan, askerlerine; "Ok yağmuruna tutarak derhal öldürün!" dedi Bu emir üzerine, okçular ellerini sadaklarına atmak için davrandıklarında, herbirinin kolları yerinden kalkmaz hâle geldi Hiçbirisi ok atamıyordu Bu durumu gören Baycu Noyan, süvârilere; "Atlara binip kılıçla üzerine saldırın!"emrini verdi Süvâriler hemen ata binip sürmek istediler, fakat atların ayakları toprağa battı Atlar, üzerindeki askeri götüremez hâle geldi Bunu da hayretle gören Baycu Noyan'ın canı sıkıldı Kendisi okunu çekip yayını gerdi Nişan alarak Mevlânâ'ya fırlattı Attığı üç ok da hedefe değil, Baycu'nun önüne düştü Bu hâli de gören vâli Noyan, iyice öfkelenip atını getirmelerini emretti Ata bindiyse de, atı bir türlü hareket ettiremedi Hiddeti ziyâdeleşen Baycu, attan inip yaya olarak hücûm etmek istedi Fakat ayakları tutulup yüzüstü yere düştü Yüzü yaralanan Baycu, ne yapacağını şaşırdı Olanları şehirden tâkib eden halk, hayretten hayrete düştüler, hep bir ağızdan tekbîr getirdiler Nihâyet Baycu Noyan hiçbir şey yapmaya kâdir olamayacağını ve Mevlânâ karşısında âcizliğini anlayınca;

"Bu kimse, şimdiye kadar karşılaştığım insanların hiçbirine benzemiyor Bunun, Allahü teâlânın himâyesi altında olan kimselerden olduğu anlaşılıyor Bu kadar askerî gücümle, değil kendisiyle mücâdele etmek, üzerine doğru bir adım bile atamadık Dolayısıyle bununla iyi geçinmekte, anlaşma yapmakta fayda vardır" diyerek, askerini toplayıp muhâsaradan vaz geçti

ÇOK SÖZ SÖYLEME

Oğlu Sultan Veled'e şöyle nasîhatlerinde; "Ey oğlum! Sana vasiyet ediyorum ki: Her halde ilim, edep ve takvâ üzerine bulun Her zaman geçmiş din büyüklerinin eserlerini inceleyerek, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolundan ayrılmamayı vazîfe edin Fıkıh (İslâm hukûku) ve hadîs-i şerîf öğren, câhil sofulardan olma Namazı her zaman cemâatle kıl, fakat imâm ve müezzin olma Şöhret isteme, zîrâ şöhret âfettir Makâma bağlı olma Yazdığın şeylerde adını yazma Mahkemede hâkim huzûruna çıkma Kimseye kefil olma Halkın işlediği işlere karışma Devlet büyüklerinin çocuklarıyla arkadaşlık etme Uzlete çekilme, yalnız kalma Çok söz söyleme Çok söz işitmek kalbe nifak verir Sözü inkâr etme Onun söyleyenleri ve sâhipleri çoktur Az söyle ve halkın kötülük ve eğrilerinden arslandan kaçar gibi kaç, bir kenarda dur Kadınlardan ve dinde eğri yollara girenlerden sakın Herkesle ve zenginlerle sohbet etme (oturup kalkma) Helal ye ve şüphelilerden kaçın Dünyâ malına kapılma Dünyâ arzusu dînin zâyi olmasına sebeb olur Çok gülme ve kahkaha atma Zîrâ fazla gülmek kalbin ölümüdür

Herkese şefkatle bak Hâinlikle bakma Dışını süsleme Zîrâ dışın süsü; için, kalbin, rûhun harâb olduğunu gösterir Başkalarıyla mücâdele etme ve hiç kimseden bir şey isteme Kimseye hizmet buyurma Âlimlere, evliyâya, mal, can ve tenle hizmet et Din büyüklerinin hâllerini inkâr etme Zîrâ inkâr edenler rahat ve kurtuluş yüzünü göremezler" buyurdu

BENİ KASABIN ELİNDEN KURTAR

Mevlânâ hazretlerinin sağlığında kasabın biri, bir öküzü kesmek için satın aldı Öküzün ayaklarını bağlayıp yatırmak istediğinde, öküz, ipleri koparıp kaçtı Kasap arkasından yakalamak için koştuysa da yetişemedi Öküz, Mevlânâ'nın babasının mezarı yakınlarına geldi O esnâda mezarın başında Mevlânâ hazretleri Kur'ân-ı kerîm okuyordu Hâl lisânıyla ona; "Beni bu kasabın elinden kurtar" dedi Mevlânâ, öküzün üzerine elini koyup okşadı; "Üzülme, cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir" buyurdu Bu sırada kasap, elinde urgan ve bıçak olduğu hâlde soluk soluğa çıkageldi Mevlânâ gelen kasaba, öküzün âzâd edilmesini, hürriyetine kavuşturulmasını istedi Kasap da Mevlânâ hazretlerinin hatırı için öküzü âzâd etti Kasap gidince Mevlânâ, mübârek elini öküzün üzerine koyup duâ etti ve o günden sonra bir daha o öküzü gören olmadı Bunun üzerine Mevlânâ; "Bu öküz, kesilip pişirilecek zamâna gelmiş iken, bizim tarafımıza gelmek sûretiyle, kesilip parçalanmaktan kurtuldu İşte bunun gibi bir insan da, Allahü teâlânın evliyâsına cân u gönülden teslim olup emirlerine uygun yaşar, ona talebe olursa, kıyâmet gününde Cehennem'e götüren meleklerin elinden kurtulur" buyurdu

İMDÂDINIZA YETİŞİRİM

Mevlânâ hazretleri vefâtından az önce talebelerini topladı Şefkatle onlara baktı ve; "Vefâtımdan sonra hâtırınıza perişan ve huzursuz oluruz diye gelmesin Ne hâlde olursanız olunuz, benimle olun Beni hatırlayın Allahü teâlânın izniyle size kendimi gösterir, maddî ve mânevî yardımlarda bulunurum Karada ve denizde, Allahü teâlânın izniyle imdâdınıza yetişirim Sözlerimi iyi dinleyiniz, size bâzı tavsiyelerde bulunacağım Bunları işitenler, işitmeyenlere söylesinler Gizli ve âşikâr Allahü teâlâdan korkunuz Günahlardan sakınınız Az yiyip, az uyuyup, az konuşunuz Çok oruç tutunuz Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin Şehveti terkedip, sefihlerle, câhillerle mücâdele etmeyiniz Onlarla oturup kalkmayınız Onları kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla berâber olunuz Ya hayır konuşunuz veya susunuz İnsanların sıkıntılarına sabrediniz Biliniz ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır

Kabrimin üzerine yapacağınız türbenin kubbesi yüksek olsun Çok uzaklardan görünsün Çünkü, türbemi görenler doğru bir îtikâd ile beni, Allahü teâlâya vesîle ederek duâ ederler Beni vesîle ederek Allahü teâlâdan rahmet ve mağfiret isterlerse, duâlarının kabûl olması için ben de Rabbimize yalvarırım Böylece duâlarının netîcesi, Allahü teâlânın izniyle hâsıl olur Rahmet ve mağfirete mazhar olurlar" buyurdu

BİR ANDA KIRK YERDE

Birbirinden habersiz, kırk kişi, ayrı ayrı,
Eve dâvet ettiler, bir gece Mevlânâ'yı

Hiçbirini kırmayıp, eylediler icâbet,
Hepsi ile oturup, ettiler gece sohbet

Ertesi gün onlardan; birbirini görenler,
Hemen birbirlerine, verdiler bunu haber

Ve lâkin diğerleri, şaşırarak bir nice,
Dediler ki: "Mevlânâ, bizde idi dün gece"

Halbuki hiçbirinde, değildi o büyük zât,
Kendi hânelerinde, yalnız idi o saat

TAYY-I ZAMAN, TAYY-I MEKÂN

Hazret-i Mevlânâ'nın, mübârek hanımları,
Diyor ki, bir gün evde, görmedik Mevlânâ'yı

Halbuki biraz önce, otururdu odada,
Biraz sonra baktık ki, görünmüyor ortada

Biz böyle konuşurken, akşam oldu nihâyet,
Sonra kapı açılıp, içeri etti avdet

Çevirmek isteyince, ayakkabılarını,
Gördüm kenarında, Mekke'nin kumlarını

Nereden geldiğini, ondan suâl edince,
Buyurdu ki: "Mekke'de, bir dostum vardı önce

Onun ziyâretine, gitmiştim biraz evvel,
O kumlar da Hicaz'ın, kumlarıdır muhtemel"

Düşündüm ki "Bu kadar, kısacık bir zamanda,
Hicaz'a gidip gelmek, nasıl olur acaba?"

O bunu anlayarak, buyurdu ki: "Velîler,
Kerâmet ehli olup, sanki rûh gibidirler

Kısaltır Hak teâlâ, onlar için bu yeri,
Bir adımda giderler, uzun mesâfeleri"

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (48 Baskı), s1047
2) Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi
3) Mevlânâ Câmî, Mesnevî Şerhi
4) Herkese Lâzım Olan Îmân; s60, 402
5) Rehber Ansiklopedisi; c3, s194
6) Ahmed Eflâkî, Menâkıb-ül-Ârifîn
7) Nefehât-ül-Üns; s516
8) Risâle-i Sipahsâlar; s9
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c8, s147

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.