Prof. Dr. Sinsi
|
Meşhurların Sözleri
İsyancı Sih lideri Guru Teg Bahâdır
Âlemgîr Şâh, Hindistan’daki Bâbür (Gürgâniyye) Devleti’nin en büyük hükümdârıdır İlim ve ilim ehline çok kıymet verirdi Kitap yazıp eser takdim eden âlimleri mükâfatlandırırdı İnsanların huzûru için elinden gelen hiçbir şeyi esîrgemeyen Âlemgîr Şâh, halkı tarafından çok sevildi  ASKERLERİNİ TÜRKLERDEN SEÇTİ
Hindular, böyle bir sultânın dînine girmek için adetâ yarışıyorlardı Bunu vesîle bilen Âlemgîr Şâh, Müslüman olanları mükâfatlandırdı Onlara zulmedenleri cezalandırdı Kendi bâtıl dinlerini bırakıp hak din İslâmiyeti seçmelerini teşvik için, Hindûlara bazı imtiyazlar verdi  
Askerî kaynağı olan Orta Asya Müslümanlarına büyük itibâr gösterdi Çünkü insanlar Hindistan’a gelince, hava şartları sebebiyle bir nesil sonra, cevvâlliklerini kaybediyorlardı Ordunun güçlü kalabilmesi için, Orta Asya Türkleri arasından gelecek cesur yürekli ve çelik bilekli kimselere ihtiyâç vardı
Memleketin aslî unsuru olan Müslümanların güçlenmesi için de elinden geleni yapan Âlemgîr Şâh, bazı sihirbaz ve hokkabazların, Müslümanları kandırmak için kendilerini kerâmet sâhibi evliyâ gibi göstermelerine karşı tedbirler aldı Kışkırtmalar neticesinde zaman zaman ayaklanan Hindû ve Sihler, devletin başına bir hayli gaileler açıyorlardı 1086 (m 1675) yıllarında Sihlerin lideri olan Guru Teg Bahâdır, kendisine tâbi olan bazı Sihlerin Müslüman olmasını hazmedemeyip, isyâna kalkıştı  
“SER VERİR SIR VERMEM!”
Kendisinin ermiş bir kişi olduğunu, kerâmetler gösterdiğini iddia eden Guru Teg Bahâdır, yakalanıp Delhi’de Âlemgîr Şâh’ın huzûruna getirildi Ya Müslüman olması veyâhut da, Sih inancının doğruluğunu isbat edecek bir delîl getirmesi istendi Kabûl edip, kâğıt kalem istedi Bir şeyler yazıp; “Bu kâğıdı boynuma asacağım ve boynumu kılıç kesmeyecek” dedi  
Söylediği gibi kâğıdı boynuna astı Zâlimlerin boynunu vurmakta usta bir cellat getirildi Cellat, Teg Bahâdır’ın arzu ettiği gibi boynuna kılıç çaldı Adamın kellesi bir tarafa, boynuna astığı kâğıt bir tarafa uçtu Kâğıdı açıp baktılar; “Ser verir, sır vermem” yazılıydı  
Teg Bahâdır, bozuk itikadı ile birlikte Cehenneme yuvarlanmıştı Halbuki Âlemgîr Şâh, mümkün olduğu kadar adam öldürmeye yanaşmaz, işi sulhla halletmeye çalışırdı Ama Teg Bahâdır, kılıcın boynuna çalınmasını kendisi istemişti  
Yemenli velî Seyyid Alî hazretleri
Seyyid Alî hazretlerine karşı, zaman zaman haddi aşan, onu inciten edebsiz bir kimse vardı Ona karşı incitici söz ve hareketlerde bulunurdu Seyyid Alî’nin yakınları bir gün o edebsiz kimseye dediler ki: “O ALLAH ADAMINI İNCİTME! ”
“Seyyid Alî, evliyâdan bir zâttır Böyle zâtlara dil uzatmak, onları incitmek insanın helâkine sebep olur Gel sen bu tehlikeli hâlden vazgeç ve tövbe et!”
O kimse tövbe edeceği yerde, daha da ileri giderek;
“Eğer o zât hakîkaten dediğiniz gibi ise, bana ne yapabilecek, görelim” dedi  Bunları söyleyen o kimse, aynı gün öldü  
Seyyid Alî, bir zaman sefere çıkmıştı Dönüşlerinde, Mekke-i mükerremeye yaklaşınca kâfilede olanlardan birisi, Seyyid Alî’ye; “Efendim, sür’atle ileri gidip, çoluk-çocuğunuza ve tanıdıklara gelmekte olduğunuzu haber vermek istiyorum Buna işâret olarak da tesbihinizi onlara göstermek istiyorum Acaba izniniz olur mu?” dedi
Seyyid Alî buna izin vermedi Bir müddet sonra kâfile bir yerde konakladı Seyyid Alî istirahat ederken (uyurken), o kimse habersiz olarak o mübareğin tesbihini aldı ve uzaklaştı Biraz sonra yolun üzerinde çok büyük bir yılan ile karşılaştı Yılan bir türlü o kimsenin geçip gitmesine izin vermiyordu Adam, Seyyid Alî’nin tesbihini izinsiz ve habersiz olarak aldığı için bu yılanla karşılaştığını anladı İşlediği hatâya pişman olarak ve üzülerek mecbûren geri döndü Seyyid hazretlerinden özür diledi, o da affetti
DOKTORLAR ÇARESİZ KALDI! 
Seyyid Alî hazretlerinin, buna benzer menkıbe ve kerâmetleri daha pek çoktur  Çok zâhid idi Dünyâ ni’metlerine, mevki ve makamlarına dönüp bakmazdı  İnsanların Allahü teâlâyı tanımakta, O’na ibâdet ve tâatte gevşek davranmalarına çok üzülerek, dünyâ hayâtından usandı Allahü teâlâya kavuşmak arzu ve iştiyâkı şiddetlendi ve bunun için Allahü teâlâya;
“Yâ Rabbi, âhir zaman fitnelerine bulaşmadan canımı al” diye duâ etti  
O günlerde hastalandı Doktorlar, tedâvi etmekte âciz kaldılar Hastalığının başlamasından on iki gün sonra 1048 (m 1638) senesi Muharrem ayının yirmibeşinde, Mekke-i mükerremede vefât etti Haremi şerîfte namazı kılınıp Cennet-ül-mu’allâ kabristanında defnedildi
Ümmî velî Seyyid Alî
Seyyid Alî, Yemen’de yetişen evliyânın büyüklerindendir 958 (m 1551) senesinde Yemen’de bulunan Terîm beldesinde doğdu Orada yetişti 1048 (m 1638) senesi Muharrem ayının yirmibeşinde, Çarşamba günü öğleden evvel, Mekke-i mükerremede vefât etti Cennet-ül-mu’allâ kabristanında medfûndur  DUASI KABUL OLDU  
Seyyid Alî, Ümmî bir zât idi Sonraları, bulunduğu Terîm beldesinden çıkıp, Yemen’in diğer beldelerine ve Haremeyn’e (Mekke ve Medine’ye) gitti Önceleri ticâret işleri ile meşgûl olurdu Gittiği yerlerde âriflerden, evliyâdan olan birçok zâtlarla görüşüp sohbetlerinde bulundu Onlardan çok istifâde etti Bir Kadir gecesinde, Allahü teâlâya, rızkının ve ömrünün bereketli olması için duâ etti Ayrıca;
“Allahım! Beni de hidâyete kavuşturduğun kullarından eyle!” diye yalvardı
Allahü teâlâ onun bu samîmi duâsını kabûl buyurdu
Seyyid Alî bundan sonra ticâreti terk ederek, tamamen tasavvuf yoluna yöneldi Mekke-i mükerremede yerleşti Orayı vatan edindi ve orada evlendi Çoluk çocuğu oldu Âlim ve evliyâ zâtların huzûr ve sohbetlerinde bulundu Tasavvuf yolunda yetişip kemâle geldikten sonra, insanlar onun sohbetlerine devam etmeye başladılar
Seyyid Alî’nin çok kerâmetleri görül-müştür Talebelerinden birisi onun kerâmetlerini toplayıp, küçük bir risâle meydana getirmiştir
KENDİ KENDİNE SÖZ VERDİ  
Vecîhüddîn Abdürrahmân bin Atîk el-Hadramî isminde meşhûr bir kimse vardı O kimse, seyyidlerden bazılarına dil uzatır, eziyet ederdi Nihâyet o seyyid zâtlar, daha fazla tahammül edemeyip Seyyid Alî’ye gelerek, o kimsenin kendilerine yaptıklarını haber verdiler ve ona bedduâ etmesini istediler Seyyid Alî onlara buyurdu ki:
“Artık onun şerrinden emîn olursunuz İnşâallah bundan sonra size hiç sataşmaz ”
O gün akşam olduğunda, Vecîhüddîn evinde iken evi yıkıldı Kendi canını zor kurtardı Evi de yeni yaptırmıştı Kendi kendine çok korktu Bu hâlin seyyidlere olan eziyetleri sebebiyle meydana geldiğini anladı Yaptıklarına çok pişman oldu Kendi kendine söz verdi ki; bundan sonra seyyidlerden hiçbir zâta karşı gelmeyecek ve sıkıntı vermeyecekti  
İbn-i Sinâ’
Rûh-ül-Beyân tefsîrinde anlatılır: Allahü teâlânın velî kullarından birisi, İbn-i Sinâ’ya; “Ömrünü aklî ilimlerle bitirdin Bununla hangi dereceye ulaştın” diye sordu O da; “Günün saatlerinden bir vakit buldum ki, o vakitte demir hamur gibi olur” dedi velî zât; “O saati bana bildir” dedi O vakit gelince İbn-i Sina, velî zâta haber verdi ve eline bir demir parçası alarak parmağını demire soktu  “AKILLIYA YAKIŞAN ODUR Kİ! ”
O vakit geçtikten sonra velî zât, İbn-i Sina’ya; “Biraz önce yaptığın gibi demire parmağını sokabilir misin?” dedi İbn-i Sinâ; “Hayır! Çünkü o bu vaktin özelliklerindendir Başka zaman yapılamaz” deyince, velî zât eline bir demir alıp, parmağını soktuktan sonra; “Akıllıya yakışan ömrünü fâni şeylerle harcamamaktır” dedi  
???
Bir zât, hacca giderken Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretlerinin sohbetlerine katıldı O mübareğin başının üzerinde bir nûrun parladığını gördü Ona olan sevgi ve bağlılığından hac için izin istedi Ahmed-i Câmi, onun hacca gitmesine müsâade etti O zât hac farizasını yerine getirdikten sonra tekrar Ahmed-i Nâmıkî Câmî’nin meclisine uğradı Fakat, bu sefer hacca giderken gördüğü nûru göremedi Bunun sebebini sordu O da; “Sen hacca gitmeden önce iltica ve acizlik içinde idin Buraya gelip himmete kavuştun Şimdi ise hac farizasını îfa ettikten sonra hacı unvanını aldın Bu durum seni gurûrlandırdı Kendine bir mertebe verdiğin için, bu hâl seni önce kavuşmuş olduğun manevî dereceden düşürdü Bu yüzden de o nûru göremez oldun” buyurdu
“O, BEYTİN SAHİBİNİ İSTEDİ!”
Vaktiyle bir velî, hac farizasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitmeye niyet etti Henüz âkıl bâliğ olmayan erkek evlâdı ona; “Babacığım nereye gidiyorsun?” diye sordu Velî; “Beytullaha gidiyorum” dedi Çocuk o evi gören, evin sâhibini de görür sanarak, babasına; “Ey Baba! Beni niçin götürmüyorsun?” deyince, babası; “Oğlum sen hacla mükellef değilsin” dedi Çocuk ağlayıp ısrar edince, velî zât çocuğunu da hacca götürdü Mîkâta vardıklarında, ihrâma girip, telbiyede bulundular Harem-i şerîfe girince Beytullah göründü Çocuk Kâ’be-i şerîfi görür görmez; “Allahü ekber” diyerek, orada rûhunu teslim etti Babası bu duruma hayret edince, Kâ’be-i şerîften şöyle bir nidâ geldi:
“Sen beyti istedin, beyti buldun Çocuk ise beytin sâhibini istedi O da Allahü teâlâyı buldu  ”
Hadîs ve fıkıh âlimi İbn-i Neccâr
İbn-i Neccâr hazretleri, Hadîs, târih, nahiv, tecvîd, kırâat ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi, tabîbdir 578 (m 1182) yılında Bağdad’da doğdu 643 (m 1245) yılında orada vefât etti Bağdad gibi bir ilim merkezinde, ilim sahibi bir ailenin çocuğu olarak dünyâya gelen İbn-i Neccâr, on yaşında iken hadîs-i şerîf ilmi ile meşgûl olmaya başladı  KIYMETLİ ESERLER YAZDI  
Bu mübarek zat, Şam, Mısır, Hicaz, İsfehan, Merv, Hirât, Nişâbûr gibi şehir ve bölgelere gitti 624 (m 1227) yılında, ilk çıkışından yirmi yedi sene sonra Bağdad’a döndü ve orada pek kıymetli eserler yazdı Müstensıriyye Medresesi açılınca, orada hadîs ilimleri okuttu  
İbn-i Neccâr’ın Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Bir kimse bildiği ilmi gizlerse, kıyâmet gününde ateşten bir gemle gemlenir” buyurdu
Enes (radıyallahü anh) rivâyet etti: Bir kimse Resûlullah Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrlarına gelerek: “Ey en hayırlımız! En hayırlımızın oğlu! Ey efendimiz ve efendimizin oğlu!” diye çeşitli sözlerle Resûlullah Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) hitâb etmeye cür’et etti Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Ben size ne söylemişsem, onu söyleyin Sizi şeytan saptırmasın Bana Allahü teâlânın verdiği mevkîyi verin Ben, Allahın kulu ve Resûlüyüm” buyurdu
Ömer bin Ebû Seleme (radıyallahü anh) rivâyet etti: Bir gün Resûlullah Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberinde yemek yemekle şereflenmiştim Ben, tabağın orasından burasından yemeye başladım Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Önünden ye!” buyurdular
KİTAPLARINI VAKFETTİ  
İbn-i Neccâr hazretlerinin kimsesi yoktu Hiç evlenmedi Ömrü boyunca yalnız Allahü teâlânın dinine hizmetle meşgûl oldu Kimseye muhtaç olmadı Kimseden bir şey istemedi, isteklerini yalnız Allahü teâlâya arz eder, ihtiyâcını ondan isterdi Vefât etmeden önce, kitaplarını Nizamiye Medresesi’ne vakfetti Seyahatleri esnasında kendisine hediye edilen bir miktar parası vardı Bu para ile geçinirdi “Yâ Rabbi, beni kimseye muhtaç etme Param bittiğinde canımı da al” diye dua ederdi Nihayet elindeki para bitti O gün tekrar dua edip “Yâ Rabbi, bana ihsan ettiğin dünyalıklar nihayet bitti Artık bu dünyada işim kalmadı Canımı al” diye dua etti ve hemen ruhunu teslim etti
Merzûk bin Hasen, Yemen’in Zebid şehrinde yetişen evliyânın büyüklerindendir İbrâhim-i Çeştî, Merzûk Sârifî, Ahmed-i Sayyâd gibi âlimlerin sohbetinde bulundu Kendisi de birçok talebe yetiştirdi Ümmî idi Yâni okuması yazması yoktu Fakat Allahü teâlânın inâyeti, yardımı ile çok ilim sâhibi olmuştu  SULTAN, ONU İMTİHAN ETTİ! 
Bir defasında, zamanın sultânı, Merzûk hazretlerini bir ziyâfete davet etti Maksadı, onu imtihan etmekti “Kerâmet sahibi olduğu söyleniyor, bakalım aslı var mı?” düşüncesiyle hareket ediyordu Bir sığır ve bir de at kestirip, etlerini ayrı ayrı pişirttirdi Ayrı ayrı tabaklara koydurdu Sonra Merzûk hazretlerini yemeğe davet ettiler Merzûk hazretleri, talebelerinden bazıları ile gelip sofraya oturdu Sultânın adamları da sofraya oturdular Merzûk bin Hasen hazretleri, içinde sığır etinin bulunduğu tabakları talebelerinin önlerine dağıttı, içinde at eti bulunan tabakları da sultânın adamlarının önlerine koydu Sultân dikkatle takip ediyordu Sığır etlerinin hepsinin Merzûk hazretleri ve talebelerine, at etlerinin de kendi adamlarına geldiğini görünce çok hayret etti Tabaklar önceden, sâdece sultânın bileceği şekilde karıştırılmış idi Merzûk hazretleri ise, bu tabakları hiç yanlışlık olmadan ayırıyor, sığır etlerini kendi talebelerine, at etlerini de sultânın adamlarına ayırıyordu Sultan bir ara; “Bunların hepsi temiz ettir Niçin ayırıyorsunuz?” deyince, Merzûk hazretleri; “Bu tabaktaki etler, fakirlere (bizlere) lâyıktır Diğer tabaklardaki etler de, sultanların adamlarına, hizmetçilerine lâyıktır” buyurdu Bunları işiten Sultan, Merzûk hazretlerinin fazilet ve yüksekliğini anlayarak, hemen yanına yaklaştı Merzûk’un elini öptü, ondan nasihat istedi “Lütfen bana emrediniz! Hüküm vermekte nasıl davranayım?” dedi Merzûk hazretleri de ona nasıl davranması icâb ettiğini açıklayarak, çok nasihatlerde bulundu  
“ZATEN ECELİN GELDİ!”
Merzûk bin Hasen’in oğullarından birinin, bir kimsede alacağı vardı Bir zaman sonra o kimseden alacağını istedi O kimse borcunu inkâr ettiği gibi, Merzûk’a gelerek, “Benim kimseye borcum olmadığı hâlde oğlun benden para istiyor” diye şikâyette bulundu O da oğlunu çağırıp; “Evladım, sen borcu, alacağı, malı boşver! Nasıl olsa öleceksin Zâten ecelin geldi” buyurdu O oğlu, o mecliste vefât etti
Malik bin Dinar, evliyânın büyüklerindendir Hasan-ı Basrî hazretlerinin talebesidir Basra’da doğdu 748 (H 131) târihinde vefât etti Bu mübarek zat, kendisinin bizzat yaşadığı bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
Basra’da küçük bir grubun bir cenaze taşıdığını gördüm Cenazeyi uğurlayan çok kimse yoktu Cenazeye neden az iştirak olduğunu sordum Dediler ki: “BU ADAM GÜNAHKÂR”
- Bu adam büyük günahkâr, asi ve ömrünü boşa harcamış biriydi
Ben de cenazenin namazını kıldım ve kabrine indirdim Sonra bir gölgeliğe çekildim Uyuyakalmışım Rüyamda iki meleğin gökten indiğini gördüm Az cenazenin kabrini açtılar Biri onun yanına indi ve arkadaşına şöyle dedi:
- Onu cehennem halkından yaz Bunda isyansız ve günahsız bir organ yok!
Dışarıdaki arkadaşı ona dedi ki:
- Ey kardeşim, onun hakkında acele karar verme! Gözlerini bir yokla
- Gözlerini yokladım İki gözünü de haram bakışlarla dopdolu gördüm
Arkadaşı onun kulağını, dilini, ellerini ve ayaklarını yoklamasını söyledi Şu cevabı aldı:
- Kulağını yokladım Kötü ve çirkin şeyleri dinlemesiyle dolu gördüm Dilini yokladım Yasaklara dalması ve haramları dile getirmesiyle dolu olduğunu anladım Ellerini kontrol ettim İki elinin de haram olan lezzet ve nefsanî isteklerle dolu olduğunu fark ettim Ayaklarını da yokladım Ayaklarını çirkinliklerde ve kötü işlerde yürümesiyle dopdolu buldum!
Diğeri dedi ki:
- Ey kardeşim, sen yine acele etme Bir de ben onun yanına ineyim
İkinci melek cenazenin yanına indi Biraz bekleyip arkadaşına dedi ki:
“KALBİ İMANLA DOLU  ”
- Ey kardeşim, ben bunun kalbini yokladım ve imanla dolu olduğunu öğrendim Onu rahmete kavuşmuş bahtiyar kimse olarak yaz! Artık Allah’ın lütfu, onun günah ve hatalarını bütünüyle kuşatmaktadır  
Yafiî Hazretleri diyor ki: “Ancak bu saadet, o kişi için Allah’ın yardımıyla hasıl olmuş demektir Fakat bu saadet her günahkâr için ortaya çıkmaz Böylesine de güvenip aldanma! Bütün günahkârlar, güçlerinin yettiği hususlarda tehlikeyle karşı karşıyadırlar İtaatkâr kullar da kendileri için nasıl bir sonuç olacağını bilemezler Yüce Allah’tan dünya ve ahirette güzel son ve bağışlanma, af ve afiyet dileriz ”
Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri Türkistan’ın büyük velîlerinden ve “Silsile-i aliyye”nin on sekizincisidir 1403 (H 806) senesinde Taşkent’te doğdu 1490 (H 895) senesinde Semerkant’ta vefât etti Kıymetli nasihatleri vardır Buyurdu ki: “BÜTÜN BU SÖZLERİN ÖZÜ! ”
“Şeyh Ebû Saîd Ebü’l-Hayr, tasavvufu şöyle târif etmiştir: Şimdiye kadar evliyâdan yedi yüz zât tasavvufun târifi husûsunda çeşitli sözler söylemişlerdir Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır: Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarf etmektir ”
“İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır ”
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır:
Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerine bir gün rüyâsında şöyle denildi: “İslâmiyet, senin hizmetinle, mededinle kuvvet bulacak ” Bunun üzerine “Bu iş, sultanları ve emirleri vâsıta etmeden yerine gelmez” diyerek, zamanın sultânı ile görüşmek üzere Semerkand’a gitti Bu yolculuğunda Mevlânâ Nâsırıddîn Etrârî de yanında bulunuyordu O, şöyle anlattı:
“O zaman Semerkand’da Mirzâ Abdullah sultan idi Semerkand’a vardığımız zaman, Mirzâ Abdullah’ın beylerinden biri, Hâce Ubeydullah hazretlerini karşıladı Ona dedi ki:
-Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin Mirzâ’nız ile görüşmektir
Karşılamaya gelen bey, edebsizce şöyle cevap verdi:
-Bizim Mirzâ’mız, pervasız bir gençtir Onunla görüşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir Hem dervişlerin bu sultanla görüşmekte ne maksadları olabilir? 
Bu sözler, o edebsizin son sözleri oldu Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri bu sözden gadaba gelip buyurdu ki:
-Bize Sultan ile görüşmek emredilmiştir Ben buraya kendi kendime gelmedim Sizin Mirzâ’nız eğer pervasız ise, onu değiştirip yerine pervâlı olan birini getirirler! 
MÜLKÜNE EL KOYDULAR! 
Bunun üzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti O gidince Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri onun ismini mürekkeple duvara yazdı Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi
-Bizim işimiz, o Sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim! dedi
O gün Taşkend’e döndüler Kısa bir zaman sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât etti Bir ay sonra da, Türkistan’da Mirzâ Ebû Sa’îd zuhur etti ve Mirzâ Abdullah’ı öldürüp, mülküne el koydu Yerine sultan oldu  
Hasan-ı Basrî “rahmetullahi aleyh” Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerindendir 641 (H 21) senesinde Medîne-i münevverede doğdu 728 (H 110) senesinde Basra’da vefât etti Kabri Basra’da Sâlihiyye adı verilen yerde olup sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir  KİM AZİZ, KİM ZELİL! 
Hasan-ı Basrî hazretlerinin hikmetli sözleri çoktur Buyurdu ki:
“Allahü teâlâ hakkı için söylüyorum Hiçbir kimse altın ve gümüşü ile Allahü teâlâ katında azîz olmadı Altını ve gümüşü olmayan hiçbir kimse de Allahü teâlâ katında bu sebeple zelîl olmadı ”
“Müminin ahlâkı, zenginlikte iktisâd, genişlikte şükür, belâ ve musîbet zamânında sabırdır ”
“İnsanoğlu dünyâdan üç şeye hasretle gider: Topladığına doymaz Umduğuna kavuşamaz Önündeki âhiret yolculuğuna iyi azık temin etmez ”
Bir kimse gelerek; “Şimdi münâfık var mı?” diye sordu “Eğer şimdiki münâfıklar, öldürülüp, cesetleri sokaklara atılsa, hiçbir yere çıkamazdınız” buyurdu
Bir defâsında da; “Allahü teâlâya ve kullarına karşı edepli olmayan kimsenin ilmine îtibâr edilmez Belâ ve musîbetlere, insanlardan gelen sıkıntılara günahlardan sakınıp, farzları yerine getirmeyenin dindarlığı mûteber değildir Haramlardan ve şüphelilerden sakınmayanın Allahü teâlâ katında bir mertebesi ve yakınlığı yoktur” buyurdu
“BANA BİR YARDIMCI GÖNDER”
Ömer bin Abdül’azîz “rahmetullahi aleyh” halîfe olunca, Hasan-ı Basrî’ye bir mektûb yazıp, “Bana din işlerinde yardımcı olacak bir kimse gönder” dedi Cevâbında şöyle yazdı: “Sana göndereceğim kimse iki türlü olabilir Yâ dünyâyı sever, sana nasîhat etmez Veyâ Allah adamıdır, Onu taleb eder, seninle sohbet etmez Fakat sen, asîl kimseleri seç Bunlar dînin emirlerine tam uyamasalar bile, halkın hakkını gözetirler Aslında asîl ve temiz kimseler hatâ yapmazlar  ”
Hâricîlerden biri, Hasan-ı Basrî hazretlerinin sohbet meclisine gelir, sohbette bulunanlara eziyet verirdi Nihâyet bir gün, “Bu hâricî bize eziyet ediyor, halîfeye de bildirmiyorsunuz” dediler Hasan-ı Basrî hazretleri hiçbir şey söylemedi Bir gün Eshâbı ile otururken, o şahsın yine geldiğini gördü “Allahım, onun bize yaptığı eziyeti biliyorsun Dilediğin şeyle onu bizden meneyle!” diye duâ etti O şahıs hemen yüzüstü yere düştü Evine götürmek üzere onu kaldırdılar, âilesine ulaşamadan öldü  
Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” en fazla Hadis-i şerif rivayet eden sahabedir Bu hususta şöyle demiştir: “Çok hadîs rivâyet etmemin sebebi şudur: Ben fakîr bir kimseydim Belli bir işim yoktu Her zaman Resûlullah efendimize hizmet ediyordum Muhâcirler çarşıda, pazarda alışverişle; ensâr da kendi malları, mülkleriyle uğraşırken, ben Resûlullah efendimizin yanında bulundum Dolayısıyla diğerlerinden daha çok şey duydum  ” “CÂHİLE İLİM ÖĞRET Kİ! ”
Bu mübarek sahâbe, her cuma günü namazdan önce hadîs-i şerîf dersleri verirdi Hadîs-i şerîf öğrenmek için gelenler onun etrafında toplanırlardı Onun ders meclisi pek geniş olup, birçok kimse ondan ilim öğrenip, ilimde yükselmiş ve hizmet etmiştir  
Peygamber efendimiz Ebû Hüreyre’ye sık sık nasîhat ederdi Bir gün buyurdu ki:
“Yâ Ebâ Hüreyre! Sapıtana doğru yolu göster, câhile ilim öğret, böylece sana şehîdlik mertebesi verilir ”
Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” şöyle anlatmıştır:
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zamânında iki kişi vardı Birisi sohbetlere devâmlı gelirdi Diğeri ise sohbetlere az gelir ve iyi ameli de az görülürdü Sohbetlere devâmlı gelen kimse, bir gün Resûlullaha “kıyâmet ne zamân kopacaktır?” diye sordu Resûlullah efendimiz “Kıyâmet için ne hâzırladın?” buyurdu “Allahü teâlânın ve Resûlünün muhabbetini hâzırladım” dedi Resûlullah ona “Sen sevdiklerinle berâber olacaksın ve senin için hesâb yoktur” buyurdu Sohbetlere az gelen kimse vefât etti Resûlullah, “Biliyor musunuz, Allahü teâlâ o kişiyi Cennete koydu” buyurdu Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” hayret ederek birbirlerine bakıştılar Bu hâli o şahsın hanımına, yine hayretlerini belirterek söylediler Hanımı şöyle dedi:
“BEN ŞEHÂDET EDERİM Kİ! ”
Kocam her ezân okunduğunda, müezzin Lâ ilâhe illallah deyince “Allahtan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim Her şehâdet edene Allahü teâlânın kâfi geleceğine inanırım” derdi Müezzin, Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah deyince de: “Her şehâdet eden gibi şehâdet ederim Bu îmânım bana kâfidir” derdi  
Bu sözleri duyanlar, Resûlullahın huzûruna döndüklerinde, dahâ onlar bir şey söylemeden, Resûlullah efendimiz, o kimsenin hanımının anlattıklarını söyledi ve “Allahü teâlâ onu, bu sebeple Cennete koydu” buyurdu  
Hâtıb bin Ebî Beltea “radıyallahü anh” elçi olarak Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” İslama davet mektûbunu İskenderiyye meliki Mukavkas’a götürdü Melik onu iyi karşılayıp, ikrâmda bulundu Mektûba cevâb olarak şöyle yazdı:
“Ben biliyorum ki gönderilmedik bir Peygamber kaldı Fakat zannediyorum ki, o Peygamber Şâm’dan çıkacaktır  ” “MÜLKÜ ONA KALMAYACAK! ”
Mektûbla berâber iki câriye vererek, elçiyi geri gönderdi O câriyelerden biri hazret-i Mâriye idi İbrâhîm’in “radıyallahü anh” annesidir Mukavkas bir de beyâz katır hediyye etti Bu katır “Düldül” adıyla meşhûrdur Elçi Hâtıb bin Ebî Beltea dönüp, Mukavkas’ın söylediklerini Resûlullah efendimize anlattı Resûlullah efendimiz “O habîs mülkünü kıskandı Fakat mülkü ona kalmayacak” buyurdu  Mukavkas, hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında Mısır’da öldü  
Resûlullah efendimiz, Şüca’ bin Veheb’i “radıyallahü anh” Melik Hâris bin Ebî Şemr Gassâni’ye elçi olarak gönderdi O melik Şâm’da Gavta denilen yerde idi Şüca’ bin Veheb önce melikin vezîri ile görüştü Vezîr ondan Resûlullahın bazı hâllerini sordu ve îmân etti “Söylediğin şeyleri aynen Îsâ aleyhisselâm da bildirdi O Peygamberin geleceğini haber vererek müjdeledi” dedi Vezîr, Şüca’ bin Veheb hazretlerine hürmet ve ikrâmda bulundu Sonra onun elçi olarak geldiğini melik Hâris’e bildirdi Hâris bin Ebî Şemr başına bir tâc giyip huzûruna çağırdı Şüca’ bin Veheb Resûlullah efendimizin İslâma davet mektûbunu verdi Hâris bin Ebî Şemr mektûbu okuduktan sonra yere attı “Mülkümü elimden alabilirmiş Hemen atları nallayıp hâzırlayın Yemen’de bile olsa Onun üzerine bir ordu göndereyim” dedi Bunun üzerine Müslümân olan vezîr, Şüca’ bin Veheb’e dedi ki:
“Bu olanları gidip, Resûlullaha anlat Müslümân olduğumu söyle ve selâmımı ilet!”
“O, HELÂK OLUR! ”
Sonra onu uğurladı Gelip durumu Resûlullaha haber verdi Resûlullah “O helâk olur” buyurdu O sene Hâris öldü ve memleketi başkasının eline geçti  
Abdullah bin Huzâfe de, bir İslâma davet mektûbuyla Kisrâ’ya (İran’a) elçi olarak gönderildi Kisrâ, mektûbu yırtıp parça parça etti Resûlullah efendimiz bunu haber alınca, “Allahü teâlâ da onun mülkünü parça parça etsin!” buyurdu Kısa zamân sonra Kisrâyı oğlu Şîreviyye öldürdü, ülkesi de paramparça oldu  
|