Prof. Dr. Sinsi
|
Hz.Muhammed'in (S.A.V.) Sadık İki Talebesi: Mevlân
Mehmet Akar
HZ MUHAMMED'İN (S A V ) SADIK İKİ TALEBESİ: MEVLÂNÂ VE BEDİÜZZAMAN
Hz Mevlana ve Bediüzzaman Said Nursî farklı zamanlarda yaşamış Hz Muhammed’in (s a v) iki sadık talebesidir Her iki dava insanının hayatlarına ve öğrettiklerine bakıldıklarında aralarındaki tek farkın farklı zamanlarda yaşamış olmaları oldukları görülecektir
Kendi devrinde yaşayan büyüğü takdir etmemek insanlığın tarihi yanılgısıdır Cenab-ı Hakk’ın, her devir için, o devri irşat edecek maneviyat sultanını yaratmak kudretinden aciz olmadığını düşünmez, bunun hikmetinin ve rahmetinin tecellisi olduğunu bilmezler
Mevlana Hazretleri’ni, kendi yaşadığı devirde tenkit edenler olmuştur ama bugün o, dünyanın kabul ettiği bir mürşittir Hâlbuki o gün de, onun hakkında “o insan, biz de insanız” diyenler çıkmış, onun, “Olmaz asla evliya insanla bir/ Yaz da bir bak, süt de “şir”, aslan da “şir” sözünden” bir şey anlamamışlardır Zira anlamaz bakan, anlar yutan, zira farkı çoktur tatlının tatsız sudan…
“Evliyanın ölüsünü sevmek” yerine, beşeri rehbersiz bırakmayan Allah’ın (c c ), akıllara akıl, kalplere kalp, gözlere göz olsun diye yarattığı mürşitlerin derslerinden istifade etmek aklın ve insafın gereğidir Zira onlar gönlümüze göz olunca, gönlümüz göz kesilir
O gün insanlığı aydınlık ufuklara götürsün diye gönderilen kerim el Hz Mevlana, bugün ise Bediüzzaman Said Nursî’dir Nasıl ki, maddi hastalıklara düşenler, “beni geçmiş devirlerin doktorlarına götürün” demiyorsa manevi hastalıklar için de geçmiş devirlerin doktorunu aramak şart değildir Herkes, kendi devrini okuyan mürşidinin huzuruna gidebilir, daire-i kutsiyesine girip, takdim ettiği manevi yemişlerden yiyebilir
Onların davetine kulak verenler cennette yaşıyor gibi yaşar, dünyada da ahrette de aziz olur; onların eteklerinden tuttukları için mayınlara basmaz, çukurlara düşmez, pisliklere bulaşmaz, başlarını duvarlara çarpmazlar
Hz Muhammed’in (s a v ) talebeleri
Zaman ve mekân farkı, Hz Muhammed’in (s a v ) talebesi olan her iki mürşidin bir ve beraber olmalarına mani değildir İmanları bir, ibadetleri bir, davaları bir, nurları bir olduğu için ortak özellikleri vardır
Bediüzzaman’ın mesleği, sahabe mesleği gibi hakikat mesleğidir; tarikat değildir Nurlar’da, Kur’an’ın “elvan-ı seb’ası” yani yedi rengi görünür ‘Nur’lar, aynadaki güneş gibi, Kur’an’ın aynı da, gayrı da değildir; Kur’an’a aittir Kur’an’dan ilhamen istihraçtır, çıkarımdır İlham ve ilim yoluyla Kur’an’dan çıkarımlar olduğu için umumu bağlayan, umuma yol gösteren derslerdir
Küçülen dünyamızın umumi bir mürşidi olan Bediüzzaman, bir fertle konuşurken bütün insanlıkla, bir mekânda konuşurken bütün dünyayla konuşur Onun irşat ve derslerinde, her seviyedeki her mizaç aradığını bulur Zaten, “devletler ve milletlerle muharebesi, yerini insanlık çağındaki mücadelelere terk etmişken” Kur’an’ın bir mürşidi ve talebesinin başka türlü olması da düşünülemez Böyle bir zamanda başka türlü olan, vazifesini hakkıyla ifa edemez
Hakikat mesleği
Bediüzzaman, ilk ziyaretinde, kendisinin bir şeyh olup olmadığını merak eden Hulusi Efendi’ye, daha o sormadan, “Kardeşim ben şeyh değilim, imamım” demiş, hem kalp, hem akıl ayağıyla yürüdüğünü, ona bakanların, onda hem ilim, hem ibadet, hem zikir ve evrat, hem irşat ve tebliğ bulacağını ifade etmiştir
Hazreti Mevlana da bir medrese hocasıdır ve İmam-ı Gazali gibi, İmam-ı Rabbani gibi imamlardandır Talebelerine tarikat dersi vermemiş, talebeleri ilim meclislerinde Mesnevi okumuştur “Nur hizmeti kadar külli ve umumi bir yol olmasa”, onda kalp ayağı bir derece galip gibi görünse de, yolu tarikat değil, bir hakikat mesleğidir *
İman kurtarma
Her iki hazret de vazifelerini, insan kardeşlerinin elinden tutup, imanlarını kurtarmalarına yardımcı olmak temelinde anlatmışlardır
Bediüzzaman, mesaisini imana teksif etmiş, “yalnız ve yalnız iman hizmeti bana gösterildi (Tarihçe-i Hayat)” buyurmuştu Bin insanın ebedi hayatını kurtulması için çalışmayı, bir milyar insanın fani dünyasını mamur etmek için çalışmaktan daha eftal görüyor, (Emirdağ Lahikası- 2) onun için, “Karşımda müthiş bir yangın var Alevleri göklere yükseliyor İçinde evladım yanıyor O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum!” (Tarihçe-i Hayat) diyordu
Hazreti Mevlana’ya kulak verildiğinde duyulan şey, bundan daha farklı bir şey değildi O da bu misafirhaneye Rabb’ini anlatmak ve kardeşlerini kurtarmak için gelmişti “Ben, insanlara faydam dokunsun diye şu dünya hapishanesinde kalmışım Yoksa hapishane nerede, ben nerede? Kimin malını çalmışım da bu hapse atılmışım?” diyordu (Mevlana-Hayatı-Divan-ı Kebir)
Etkisi sözlerinde
Din, İnsanlığın Efendisi'nin (s a v ) ifadeleriyle “nasihatti ” Her iki mürşit de, hakikatin kâşifi idi ve dini anlamanın vesilesi olan dili çok iyi kullanıyor, ifadeleri ile davalarına gölge düşürmüyor, yüksek hakikati, en âli üslupla ifade ediyorlardı Her iki hazretin de bir cümlesinde bir ömürlük ilim vardı Meseleleri bir cümlede hallediyor, en girift mevzuların anahtarını bir cümle ile her seviyedeki insanın kullanımına veriyor, insanlara en karanlık ve bilinmez görünen noktaları bir düğme ile ışıklandırır gibi aydınlatıyorlardı
Kelimeleri, cümleleri fevkalade güçlü, rüzgârlıydı Onları okuyan gönüllere iman ve hizmet cemresi düşüyor, onların dilinden ışıktan şelaleler dökülüyordu İnsanı büyülüyor, alıp yüksek ufuklara götürüyorlardı
Bediüzzaman, “İman hem nurdur, hem kuvvettir, hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir” derken imanın önemini ve gücünü ifade eden kütüphane çapında bir cümle kuruyor, “Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi; ittiba-ı Kur'andır” derken, problemleri çözüyor, “Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi O halketmiştir” derken tevhidi ilan ediyor, “Sana usanç veren, tevehhüm-i ebediyettir” derken, “bir nefeslik ömür garantiniz yokken ölümsüzlük kuruntusu ile konuşuyorsunuz” manasında bir cümle ile bir çocuk gibi arsızlaşan ve mızıkçılık yapmaya çalışan nefsin ve nefislerin elinden bütün sahte gerekçeleri alıyordu Rabb’ini yitirenin, O'nu bulamayanın durumunun vehametini, “O'nun marifeti yoksa beka bela olur Kemal heba olur Hayat azap olur Akıl ikap olur Amal, alama inkılâp eder ” şeklinde anlatırken, o korkunç uçurumu resmediyordu
Hazreti Mevlana ise, “Gözün gündüzün nurundan ayrılmaya tahammülü yoktur” derken, kalbin Allah'tan ayrılığa tahammül edemeyeceğini anlatıyor, nasıl bunalacağını, sıkılacağını gösteriyordu Demek insanların çektiği sıkıntıların sebebi bu ayrılıktı Allah'tan ayrılan, biterdi “Çaydan ayrılan toprak çoraklaşır, ırmaktan ayrılan su kirlenir, hava, cana can katan rüzgârdan ayrılınca kokar, ateş, ocağından ayrılınca söner” demek bu demekti Ve evet, Allah'ı bilmeyen fertlerin ve toplumların bir balon gibi söneceği hakikati ancak bu kadar güzel ifade ve ispat edilirdi
Temsillerle anlatım
Kur'an, peygamber kıssaları ile meseleleri anlatıyor, onların hayatlarından örnekler verip, onları model olarak gösteriyordu Temsillerle, hikâyelerle konuşmak uzak hakikatleri akla yaklaştırmak için kullanılan Kur'anî bir metodu ve hemen her İslam âliminin takip ettiği bu izi, her iki hazrette takip etmiş, kullanmıştı
Bediüzzaman’ın anlattığı askerin yolu “ta gide gide ikileşiyor” o hikâye bitince, kalpteki bütün ikilikler bitiyor, kâinatın tılsımı çözülüyordu Risaleler’in her cümlesi delille kurulmuş, deliller bu misaller üzerine bina edilmişti
Mesnevi-i Şerif'in de hemen tamamı böyleydi ki, o misaller dillerden dillere nakledile edile darb-ı mesel oldu Kayıkçı ile nahivciyi duymayan da, güneşin balçıkla sıvanmayacağını bilmeyen de kalmadı Evet, burada mahvolmayı, kendini aradan çıkarmayı bilen, dünya kadar ahireti de hesaba katan kurtulurdu; evet, mana güneşi olan Allah dostlarının ayaklarına balçık yanları dolaşamaz, güzellikleri toprak yanları ile sıvanmazdı
Kâtipler yazdı
Bediüzzaman, Nur derslerini kendisi kaleme almamış, o söylemiş, Şamlı Hafız Tevfik yazmıştı Mesnevi'nin ve Divan-ı Kebir'in kâtipliğini yapmak şerefi ise Hüsamettin Çelebi’ye düşmüş, geceler, gündüzler boyu Hazreti Mevlana söylemiş, o yazmıştı Bu da her iki hazretin bir diğer müşterek özelliğiydi
Bediüzzaman da Hazreti Mevlana da, derslerini bir yol haline getirmeye muvaffak oldu Nur talebeleri milyonlara ulaştı, dünyanın hemen her sokağında bir Nur meclisi kurulur oldu Hz Mevlana'nın dersleri, kendisinden sonra Hüsamettin Çelebi ve oğlu Sultan Veled'in gayretleri ile bütün dünyaya ulaştı, yürünen bir şehrah, aydınlık bir yol haline geldi Her iki mana büyüğü de, yaşadıkları devri, Kur'an'ın aydınlık caddesine bağladı
İbadet aşığı
Bediüzzaman da Hz Mevlana da ibadet aşığıydı Üstadı tanıyan, sabahlara kadar ağlayarak ibadet etmesiyle, saatler boyu okuduğu evrad-ü ezkarla tanıyor, onu bu hal üzere gördüğünü anlatıyordu Hz Mevlana “Sevenin nasıl uyuduğuna şaşılır, Çünkü sevene uyku haramdır  Ey âşık! Uykudan sıçrayıp kalk, biraz rahatsız ol, sıkıntı çek!” derken bu durumunu anlatıyor, ibadeti susuz kalmışlara su olarak tarif ediyordu
Bilinmemeyi tercih etmişlerdi
Her iki hazret de fazileti kardeşlerine vermiş, gaybubeti, bilinmemeyi tercih etmişti Üstad, Nurlar’ın yazılmasını etrafındaki talebelerinin sorularına, muvaffakiyeti onların samimiyetine veriyor, Hazret-i Mevlana'yı dinleyen neredeyse, bütün faziletin talebesi Hüsamettin Çelebi’ye ait olduğunu zannediyordu Güya Mesnevi, onun bereket ve gayretiyle yazılmıştı
Hediye almazlardı
Bediüzzaman, insanların menfaatini putlaştırdığı bir çağda, neşr-i hak yapanların müstağni olmaları gerektiği hususuna her şeyden fazla önem vermiş, bir ömür, kimseden, hediye dâhil hiçbir şey almamıştı Hz Mevlana da, medrese muallimliğinden aldığı ücretle geçinmiş, talebelerinin minderlerinin altına para koyarak onların ihtiyaçlarına yardımcı olmaya çalışmış, onları başkalarından bir şey kabul etmekten men etmiş, hatta öyle birisini aralarında barındırmayacaklarını net bir şekilde söylemişti
Şefkatleri galipti
Bediüzzaman’ın da, Hz Mevlana'nın da şefkati galipti Bediüzzaman, sarhoş birisine her namazdan sonra dua edeceğini söyleyerek onu namaza teşvik ediyor, harama girmemesi mevzusunda uyarıyor, Hz Mevlana, kendisini rahatsız eden bir sarhoşun, arkadaşları tarafından incitilmesi üzerine, “A dostlar, şarabı o içmiş, siz sarhoş olmuşsunuz, adamı ne diye azarlıyorsunuz?” diyordu Günahı sevmiyor, günahkâra acıyorlardı
Servetleri yoktu
Bediüzzaman, hizmete ait bir parayı kullanma vekâletini, Nur'ların basılması için köyündeki tarlalarını satmakta bir an tereddüt etmeyen Tahirî Mutlu Ağabey'e, Hz Mevlana, bütün servetini fakirlere dağıttıktan sonra “Şimdi bir parça Efendimiz'e (s a v ) benzedim” diyen Hüsamettin Çelebi'ye vermişti
Tevazu kahramanları
Bediüzzaman, Rabb’inin huzurunda olduğunu unutmadan, tevazu üzere yaşamıştı En rahatsız olduğu şey, Allah'a ait güzelliklerin mahlûkata verilmesi olduğundan, “Ben beni beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum” diyor, zaman zaman kendisine olan bakışı kırmak için elleri ile iki yakasından tutuyor, ayak parmakları üzerinde hareket ediyor, “Ben bir hiçim!” diyordu Gayesi için öylesine içten yaşıyordu ki, bu halin insanlara garip gelmesi umurunda değildi
Hz Mevlana'dan da asırlar önce aynı ses yükselmiş, o da, “Sarığıma, cübbeme, başıma bu her üçüne birden bir kuruştan daha az paha biçtiler Sen dünyada benim adımı hiç mi duymadın? Ben bir hiçim, hiçim, hiçim!” demişti
Fen ilimlerini bilirlerdi
Bediüzzaman, zamanının bütün fen ilimlerini halletmiş, hatta o sahalarda kitaplar neşretmişti Hazreti Mevlana da bütün fen ilimlerinden yüksek icazetler almıştı; zaten o büyük rehberlerin tek ayaklı olmaları, Kur'an kitabını okurken, kâinat kitabını ihmal etmeleri düşünülemezdi
Dava insanı
Bediüzzaman da, Hz Mevlana da kâmil birer dava adamıydı Davaları için yaşıyor, davalarını yaşıyor, kendilerini değil, yaşarken davalarını yaşatıyorlardı Çok az yemek yiyorlar, bedenlerini bile sadece davaları için besliyorlardı
Gayeleri, ihlâsları, sadakatleri, ciddiyetleri, gayretleri, adaletleri, kararlılıkları, ümitleri, ufukları, şefkatleri; yüce olan İslam'ın yüceliğine ve güzelliğine delil olacak ölçüdeydi
Birkaç sayfada anlatılacak gibi değil, onlarca kitaba konu olacak kadar, dolu yaşamışlardı Yaşamış ve dinlerini sahipsiz bırakmamış, nefislerine en ufak bir pay biçmemişlerdi
O kadar ki, Bediüzzaman’ı yaşarken insanların hürmetinden men eden hakikat, vefatından sonra da men etmiş, o, bu sebeplerle mezarının yerinin bilinmesini dahi istememiş, Rabb’i, “Zaman İslamiyet fedaisi olmak zamanıdır” diyen ve bütün hislerini feda eden bu fedainin arzusunu geri çevirmemiş, duasını kabul etmiş, mezarının yerini insanlardan bir vesileyle gizlemişti
Hazreti Mevlana ile bu meselede bile aynı noktada buluştuklarını söylemek yanlış olmayacaktır Çünkü o da, “Öldükten sonra bizim mezarımızı yeryüzünde aramayın Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir” demişti
Evet, onlar, yerde yaşayıp, göğe ait çerağlar taşıyan ve dokundukları gönlü tutuşturan iki güzel rehber, Hz Muhammed'in iki sadık talebesiydi
* Bu mevzuda, Şefik Can Beyefendi'nin yazdığı, “Mevlana-Hayatı-Şahsiyeti, Fikirleri” isimli esere bakılabilir
Metin Karabaşoğlu:
“Bediüzzaman, modernizm ifratından da katı bir gelenekçilik tefritinden de uzak durmuştur”
Bediüzzaman Said Nursi’yi zamanındaki diğer âlimlerden ayıran özelliği ne idi?
Söze, ‘ayıran özellikler’ üzerinden başlamayı uygun bulmadığımı belirtmek isterim öncelikle Bediüzzaman’ın büyüklüğünü, başka isimleri küçümseyerek ifade etme gibi bir yanlıştan uzak durmamız gerek Kalemiyle ve ilmiyle Allah’ın dinine hizmet etme çabası sergilemiş her isme, her âlime bu himmetinden dolayı hak ettiği hürmeti göstermek durumundayız
Bu kaydı düştükten sonra, soruya gelirsek; Bediüzzaman’ı zamanındaki diğer âlimlerden ayıran birçok özelliği var Benim açımdan en dikkat çekici olanı ise, Bediüzzaman’ın ‘dünü olduğu gibi bugüne taşıma’ çabası anlamında katı bir gelenekçilikten, dünün reddi ve bugünün hâkim değerlerinin kabulü anlamında bir modernist duruştan da uzak durabilmesi; bir yanda “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal!” derken, öte tarafta zamane muktedirlerine ve zamanın hâkim Batılı değerlerine karşı “Tek hayatlılar karşıma çıkmasınlar” diye, “bütün feylesoflarıyla mübarezeye hazırım” diye meydan okuyabilmesi 1911’de yazdığı Muhakemat’ından başlayarak, Bediüzzaman’ı modernizm ifratından, katı bir gelenekçilik tefritinden de uzak durarak, tezhib-tehzib dengesini kuran bir örnek âlim portresiyle görürüz
Burada, şunu da belirtmemiz gerek Bediüzzaman, modernizm ifratından ve tabir yerindeyse ‘zamanı donduran’ katı bir gelenekçilik tefritinden de uzak dururken, yalnız değildi Son iki asra baktığımızda, birçok âlimin bu denge noktasının arayışı içinde olduğunu ve bu yolda mesafe kat ettiğini görürüz Bediüzzaman’ı onlardan ayıran bir önemli husus ise, bu yolda menzil-i maksuda eriştiğini söyleyebileceğimiz derecede yol kat etmiş olması; yazdıklarının bir ‘ilim’ olmakla birlikte ‘marifet’e de dönüşerek bir ‘aksiyon’ hâsıl edebilmesi; nitekim Kur’ân harflerinin dahi yasaklandığı bir devirde seküler bir eğitimin çarkından geçmiş koskoca nesillerin onun eserleriyle Kur’ânî bir bakış ve mü’minâne bir hayat inşa edebilmesidir
Bediüzzaman’da beni ziyadesiyle etkileyen bir diğer ayırıcı özellik, onun dinin hakikatine bir bütün olarak muhatabiyeti; böylece küllî bir yeniden-inşanın mimarı olabilmesidir Ve bunun kadar hayranlık uyandırıcı bir husus olarak, bu yeniden inşanın ‘yıkmadan’ gerçekleştirilebilmesidir Bediüzzaman, İslâmî düşünce ve yaşayış noktasında gerçekleşen aşınma ve köhnemeyi görmüş; ama bu binayı modernistler ve radikal eğilimler gibi ‘yıkarak’ yeniden yapmaya kalkışmamış; hikmeti rahmetle buluşturan bir hakikat adamı olarak ‘yıkmadan yapmış’tır
Bir dördüncü husus olarak, onun sergilediği Kur’ânî tefekkürün, özelde Türkiye toplumunda bir imanî yeniden inşayı mümkün kılarken, bütün bir insanlığa da Kur’ân’ın diriltici nefesini taşıyabilir nitelikte oluşuna; yani ‘yerel ölçek’te kalmayışına, ‘evrensellik’ çabası içinde ‘yerel ölçeği’ de gözardı etmiyor oluşuna değinmem gerekiyor
Prof Dr Cihan Okuyucu:
“Mevlânâ, kendisine model olarak İslam peygamberini seçmiştir”
Terbiye ve tekâmül konusunda fert ve toplum ilişkisini tohum-toprak ilişkisine benzetebiliriz Tohumun cinsi ve toprağın bereketi Kötü toprakta iyi tohum zayi olur ama tohum iyi cins olmazsa bitek topraktan da netice hâsıl olmaz Bu benzetişten hareketle diyebiliriz ki insan cinsinin bin yılda bir çıkarabildiği müstesna bir kabiliyet olan Hz Mevlânâ vehbi bir hediye olan kendi fıtri kabiliyeti yanında elverişli bir sosyal çevre bulmak bakımından da ilahi lutfa mazhar olmuştur Gerçekten Hz Mevlânâ, İslam dünyasının ve Anadolu’nun irfan bakımından bereketli bir döneminde yaşadı ve bu elverişli muhitin ilim ve irfan pınarları tarafından emzirildi Belh’in mana sultanı Baha Veled onun hem babası hem hocasıydı Çocukluğunda eserleriyle Senai ve Attar, gençlik döneminde ise Burhaneddin Tirmizi onun akıl ve gönül testisine su taşıdılar Füsus-ı Hikem ve Fütuhat-ı Mekkiye isimli eserleri Tasavvuf literatürünün klasikleri haline gelen Muhyiddin ibn-i Arabi (-1241) ve İbn-i Arabi’nin hem evlatlığı hem de halefi olan Sadrettin Konevi (-1274 ), büyük âlim Şirazlı Kutbettin Mahmut (-1310) Lemaat sahibi Fahrettin Iraki (-1289), Necmeddin Kübra’nın büyük halifesi Necmeddin Razi (-1256), Gülistan ve Bostan isimli eserleriyle kendi türünün en meşhur şairi olan Sadi gibi diğer Mevlânâ muasırları bu asrın bereketi konusunda bir fikir verebilir Peki, bütün bu zevat arasında Mevlânâ’yı seçkin kılan ne idi? Bunun cevabını şu beytin ışığında aramak mümkün:
Alimanra ilm hest raz nist
Murganra per hest pervaz nist
Beytin meali şu:”Nice âlim var ki ilmi var ama o ilimden maksud-i asli olan hal ve sır yok Peki, bu neye benzer? Bu, kanadı olup da uçamayan kuşun haline benzer”
Demek oluyor ki kuşun uçması için iki kanata sahip olmak kâfi gelmiyor Kuş kanatsız uçamaz, doğru, ama kuşu uçuran gerçekte kanat değil yücelere duyduğu iştiyaktır İşte insana da böylece bir maddi bir de manevi kanat gerek Bunların biri ilim ise diğeri irfan Biri akıl ise diğeri aşk Kendisine model olarak İslam peygamberini seçen Mevlânâ o devirde ve günümüzdeki birçok âlim gibi Hz Peygamberin sadece ilmine değil hâline ve ahlakına da talip oldu Gerçek bir talep olunca onun bir bahanesi de mutlaka bulunur Mevlânâ’ya ilim kanadını babası ve medresedeki hocaları takmıştı Aşk kanadının postacılığı görevi ise Tebrizli Şemse düştü Mevlânâ o iki kanatla pek az kişiye lutfedilen mana semalarında süzüldü
Ney gibi kendinden boşalan ve sahibinin soluğuyla dolan Mevlânâ’da tercümanı olduğu ilahi soluğun cazibesi ve çarpıcılığı vardır O yandığı için yakıyor, ilahi güzellik meşheri olarak gördüğü kâinat karşısında büyülendiği için kendisine yönelen gözleri büyülüyor
Kısacası Mevlânâ, model aldığı Muhammedi ahlakın kendi asrındaki en güzel temsilcisiydi O, iyiliğin, güzelliğin, arınıp yücelişin kılavuzuydu ve olmaya da devam ediyor
|