Prof. Dr. Sinsi
|
Şit Kelimesindeki Hikmet-İ Nefesiyye
ŞİT KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ NEFESİYYE
Bil ki, alemde –kulların aracılığıyla olsun veya olmasın– zahir olan hediyeler ve bağışlar iki kısma ayrılır: İlki Zat’tan gelen bağışlar [ataya-ı zatî], diğeri ise İsimler’den gelen bağışlardır [ataya-ı esmaî] ve bunlar zevk ehli indinde birbirinden farklıdır Bu bağışlar, özgülenmiş veya özgülenmemiş bir dileyiş üzerine verildiği gibi, herhangi bir dileyiş olmaksızın verilen bağışlar da vardır — ve gerek Zat’tan gelen [zatî] bağışlar ve gerekse İsimler’den gelen [esmaî] bağışlar için olsun, bu böyledir Özgülenmiş bir şey isteyen kişi, hatırına başka bir şey getirmeksizin şöyle der: “Ya Rabb bana şunu ver!” Özgülenmemiş bir şey isteyen kişi ise, yine hatırına başka bir şey getirmeksizin şöyle der: “Ya Rabb, varlığımın lâtif ve kesif herbir parçasına benim için hayırlı olduğunu bildiğin şeyi ver!”
Ve dileyişte bulunanlar iki sınıftır: Bir sınıfı, insanın doğasında bulunan acelecilikle bir şey dilemeye davranır Bu, insanın aceleci bir yaratılışta olmasındandır Ve diğer sınıfı da, Allah’ın indinde, halihazırda İlahi İlim’de bulunan ve istenmedikçe elde edilemeyecek olan pek çok şey olduğu yolundaki bilgileriyle bir şey dilemeye davranarak şöyle derler: “Umulur ki, Hak’tan dileyişte bulunduğumuz şey bu türdendir ” Böylelikle, bu kimse, dileğinin gerçeklenme imkanı konusunda ihtiyatlıdır Allah’ın ilminde olanı ve (kendisinin bu ilimden) neyi kabul etmeye istidadı olduğunu bilmez Çünkü, içinde bulunulan herbir anda, kişinin kendi istidadını bilmesi, bilgi olarak en zor bilgilerden biridir (Ama her ne kadar istidadını bilmese de) eğer istidadı, dilemeye yöneltmeseydi, dilekte bulunmazdı
Huzur Ehli olanlar da tıpkı onlar gibi bilmezler; bunu (yani, istidatlarını), olsa olsa bulundukları an içerisinde bilirler Huzurda olmaklıklarıyla, Hakk’ın o anda kendilerine ne verdiğini ve verileni almalarının ancak buna istidatları olmalarından dolayı olduğunu bilirler Ve onlar iki sınıftır: Bir sınıfı kabul ettiklerinden doğru istidatlarını bilirler; ve diğerleri de neyi kabul ettiklerini istidatlarından doğru bilirler Bu da, bu sınıfta istidadın bilinmesinde, olabilecek olanın en eksiksizidir Ve bu sınıftan kimileri vardır ki, acelecilikten ve dileyişin kabul edilebilir olmasından değil, ancak Allahu Teala’nın, “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim” [Mü’min Suresi, 40/60] yolundaki emrine uymak için dileyişte bulunurlar Ve böylesi bir kimse, katıksız kuldur Ve bu şekilde dileyişte bulunan kimsede, dilediği şeye ilişkin –bu şey ister özgülenmiş, ister özgülenmemiş olsun– herhangi bir himmet yoktur Onun himmeti ancak efendisinin buyruklarına uymaya yöneliktir Eğer hali bir dileyişte bulunmayı gerektirirse, kulluğu diler; ve Allah’a havale etmeyi ve sessizliği gerektirdiğinde de, Eyyub ve diğerlerinde olduğu gibi sessiz kalır ve Allah’tan, başına getirdiği şeyi gidermesi yolunda bir dileyişte bulunmaz Başka bir zamanda, (bulundukları hal) bu başlarına gelen şeyin giderilmesini gerektirdiğinde, dileyişte bulunurlar ve Allah bunu onların başından giderir
Dilenen şeyin bir an önce yerine gelmesi veya gecikmesi, Allah’ın takdirine kalmış bir şeydir Eğer zamanında dileyişte bulunulmuşsa, dilek hemen kabul olunur ve eğer zamanı henüz gelmemişse, ister bu dünyada olsun ister ahirette, dilenen şeyin kabul olunması gecikir; yoksa geciken Allah’ın “lebbeyk” biçimindeki icabeti değildir Bunu anla
Ve ikinci kısma (yani, Allah’ın bağışlarının ikinci kısmına) gelince, bunlar dediğimiz gibidir, bu bağışlar herhangi bir dileyişte bulunulmuş olmaksızın –yani dile getirilmiş bir dilekte bulunmaksızın– verilirler Çünkü, aslına bakılırsa (bir bağışın verilebilmesi için) söz, hal veya istidat yoluyla dilenmiş olması kaçınılmazdır Nitekim (sözle dileyişte bulunmaksızın verilmiş olan bağış nasıl ki sözle kayıtlanmamış olduğu halde, hal ve istidat ile kayıtlanmışsa, verilen bu bağışa karşılık olarak edilen) hamd, dile getirilmekliğinde kayıtlanmamıştır; ama manada bu hamdın halle kayıtlanmaması imkansızdır Seni Allah’a hamdetmeye yönelten şey; hamdını, ya Allah’ın fiillerine ilişkin bir İsim [ism-i fiil] ya da (“Subbuh” ve “Kuddüs” gibi bir) Allah’ın aşkınlığına ilişkin bir İsim [ism-i tenzih] yoluyla kayıtlar
Kul kendi istidadının farkında değildir, ama halinin farkındadır, çünkü (kişi) kendini (bir şeyi dilemeye) neyin yönelttiğini bilir ve bu da (kendi bulunduğu) haldir İstidat, dilemenin en gizli olanıdır
Ve, Allah’ın kendileri hakkında öncel bir hükmü olduğuna ilişkin ilimleri, ancak bu, onları (yani, sözle dileyişte bulunmayanları) dileyişte bulunmaktan alıkoyar Dolayısıyla onlar, Hak’tan gelen şeyin kabulü için mahallerini hazırladılar ve nefslerinden ve garazlarından geçtiler Ve onlar arasında; Allah’ın, bütün hallerine ilişkin olarak kendileri hakkındaki bilgisinin, mevcudiyetlerinden önce değişmez ayn’larında [ayan-ı sabite] bulunuyor oldukları hal üzre olduğunu ve Hakk’ın onlara, ancak kendi aynlarının O’na verdiği şeyi verdiğini bilenler vardır Ve onlar Allah’ın ilminin kendilerinde nereden ortaya çıktığını bilirler Ve Ehlullah arasında bu sınıftan daha üstün ve keşfi daha açık bir sınıf yoktur Ve gerçekte bunlar kader sırrını kavramışlardır
Bu (kader sırrını kavramış olan) sınıf da kendi arasında ikiye ayrılır: Bunlardan bir kısmı kader sırrını ayrıntılanımsız [mücmel] olarak bilirken, diğer kısmı da ayrıntılanımlı [color="LightBlue"] olarak bilir Kader sırrını ayrıntılanımlı olarak bilenler, ayrıntılanımsız olarak bilenlerden daha üstün ve daha eksiksizdir Çünkü kader sırrını ayrıntılanımlı olarak bilen kişi, Allah’ın –ister ilim olarak kendisinin Allah’a verdiği şeyi Allahu Teala’nın kendisine bildirmesiyle olsun, isterse Allahu Teala’nın, kendi ayn’ını bütün sonsuz hallerinin birbirini izleyişi içerisinde kendisine açımlamasıyla [keşf] olsun– kendisine ilişkin olarak ne bildiğini bilir Bu kişi, daha üstündür Böylesi bir kimse kendini, Allah onu nasıl biliyorsa, öyle bilir — çünkü ilmin kaynağı birdir Ne var ki, kul açısından kendine ilişkin ilmi Allah’ın bir lütfundan başka bir şey değildir ve bu lütuf da değişmez ayn’ının halleri cümlesindendir Böylesi bir keşf sahibi olan kişi, Allah ona kendi değişmez ayn’ının hallerini gösterdiğinde bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu bilir Çünkü, Allah ona, kendisi üzerinden varlık suretinin ortaya çıktığı değişmez ayn’ını gösterdiğinde; bunu, Hakk’ın değişmez aynları yokluk [color="LightBlue"] hallerinde görmesi gibi göremez Çünkü bunlar (yani, yokluk halindeki değişmez olan aynlar) zatî nisbetlerdir ve zatî nisbetlerin sureti yoktur Eğer bütün bunlar anlaşılacak olursa, diyebiliriz ki, (ayn-ı sabitenin gerek Hakk’a ve gerek kula aynı ilmi vermesiyle sözkonusu olan) ilimdeki bu denklik, Allah’ın kula yönelik lütfu sonucunda ortaya çıkar (yani, Hak ile kul arasındaki ilimdeki denklik, ancak ayan-ı sabite suretlerinin İlahi İlim’de ortaya çıkmasından sonradır) Bundandır ki Allahu Teala, “ ta ki bilelim” buyurmuştur [Muhammed Suresi, 47/31] Ve bu, anlamı kesin bir sözdür ve bu meşrebden olmayanların (yani, gerçek tevhidi deneyimlememiş olanların) sandığından son derece farklıdır Tenzih edicinin amacı, ilimdeki sonradan olmaklığı (ilmi Zat’tan ayırarak) ilme ilişkilendirmektir Eğer ilmi Zat’a bir eklenti olarak ortaya koymasaydı, bu meselede kendi aklî gücünü en üst düzeyde kullanmış olurdu Ama Zat’a değil, ilme ilişkilendirdi Ve böyle yapmamış olmakla, keşf ve şuhud sahibi olan gerçekleyici [color="LightBlue"] ehlullahtan ayrıldı
Şimdi bağışlara dönelim: Bunlar, ya Zat’tan (yani, zat-ı uluhiye’den) veya İlahi İsimler’dendir Zat’tan gelen bağış ve hediyeler ancak ilahi tecelli yoluyla gelir ve Zatî tecelli, ancak kendisine tecelli olunanın istidadı suretinde olur, bunun dışında Zatî tecellinin olması sözkonusu değildir Kendisine tecelli olunan kişi, Hakk’ın aynasında kendi suretinden başkasını görmez; ve Hakk’ı görmez Ve kendi suretini ancak Hakk’ın aynasında gördüğünü bilse bile, tıpkı zahirdeki ayna için sözkonusu olduğu gibi, O’nu görmesi mümkün değildir Aynaya baktığında, ve onda suretleri gördüğünde, kendi suretini ve başka suretleri onun vasıtasıyla gördüğünü bilsen bile, aynanın kendisini göremezsin İmdi, Allahu Teala bu durumu, kendi Zatî tecellisi için bir misal olarak sundu, öyle ki kendisine tecelli olunan O’nu bilsin diye Ve görüm [rü’yet] ve tecelliye bundan daha yakın olabilecek bir misal yoktur Aynada kendine baktığında, aynanın kendisini görmeye çalış, hiç kuşkusuz onu hiçbir zaman göremezsin Bu “aynadaki suret” misalini anlayan bazı kimseler, görülen suretin, görenin gözüyle ayna arasında olduğunu düşündüler Bu onların ilim olarak varabildikleri şeyin son noktasıdır Ve iş, bizim söylediğimiz gibidir ve biz bunu Fütühat-ıMekkiye’de açıklamıştık Ve sen bunu deneyimlediğinde, yaratılmış olan için daha bir üstü olmayan amacı deneyimlemiş olursun Böyle olduğundan dolayı, bu derecelerden daha yükseğine ilerlemeye tamah etme ve kendini yorma! Bundan ötesi hiç bir zaman olmuş değildir ve bundan sonrası katıksız yokluktur İmdi, O, nefsini görebilmen için sana bir aynadır; ve sen de –hiçbir şekilde O’nun kendisinden başka bir şey olmayan– İsimlerinin hükümlerinin zuhurunu müşahedesinde O’na bir aynasın
Ve böylece, iş karışık ve içinden çıkılmaz hale gelir İçimizden bazıları, bu konudaki bilgisizliklerini kabullenerek, “İdrakı idrak etme konusundaki acz, idrakın kendisidir” dediler Ve aramızda bilenler ve böyle söylemeyenler vardır; ve bu, sözün en iyisidir Bilgi, bu kimselere acz değil, sessizliği vermiştir Ve bu, Allah’a ilişkin en yüce bilgidir ve bu bilgi ancak Hatem-i Enbiya ve Hatem-i Evliya için sözkonusudur Ve bu bilgiyi nebi ve resuller ancak Hatem-i Enbiya’nın kandilinin nurundan görmüşlerdir Hatta, hiç kuşkusuz, resuller bilgiyi ancak Hatem-i Velayet’in kandilinin ışığından görürler, çünkü şeriat getirme risaleti ve nübüvveti sona ermiştir, öte yandan ise velayet hiçbir zaman sona ermez Ve resuller (aynı zamanda) evliya olduklarından dolayı, sözkonusu bilgiyi Hatem-i Velayet’in kandilinin ışığından görürler; böyleyken, nasıl olur da onlardan daha alt mertebede olan evliyalar başka bir yerden alabilirler? Her ne kadar Hatem-i Evliya, Hatem-i Enbiya’nın şeriatına bağlı ise de, bu durum onun makamını alçaltmaz ve ona ilişkin inanışımızla da çelişmez O, bir yanıyla aşağıda, bir yanıyla da üsttedir Öne sürdüğümüz bu şeyler şeriatımızın zahiri tarafından, Ömer’in Bedir’de ele geçirilen esirler hakkındaki hükmünün üstünlüğünde ve hurma ağaçlarının aşılanması meselesinde gösterildiği gibi, doğrulanır; o halde, kâmil kişinin her şeyde ve her mertebede en önde olması zorunlu değildir Ricalullah, ancak Allah’ı bilme mertebelerinin yüceliğini dikkate alırlar; dünya hadiselerine gelince, bunlarla kendilerini meşgul etmezler Bu şekilde, sözünü ettiğimiz şey doğrulanmış oldu
|