Prof. Dr. Sinsi
|
Nuh Kelimesindeki Hikmet-İ Subbuhiyye
İmdi, kendi mülkleri (yani, kendi düşünsel kurgulamaları sonucunda elde ettikleri ilimleri) olduğunu tahayyül ettikleri herşeyi yitirdiler Ve Hak Teala (mülke ilişkin olarak) Muhammedî olanlara, “Allah’ın sizi üzerine halife kıldığı şeylerden sarfedin” [Hadîd Suresi, 57/7] dedi Ve Nuh’a ve Nuh ümmetinden olanlara, “Benden başka vekil tutmayın” [İsra Suresi, 17/2] dedi Dolayısıyla, Nuh ümmetinden olanlar için mülke sahip olmaklığı ve Allah’ın bu mülke vekil olmaklığını kesinledi Muhammedîler ise, mülk üzerinde halife kılınmışlardır, dolayısıyla Allah hem mülkün sahibi hem de onların vekilidir ve onlar mülke ancak halife olmaklıkları bakımından sahiptirler Böylelikle –Tirmizi’nin dediği gibi– Hak, Mülkün Meliki’dir
(Ve, Nuh’un davetine karşı,) “büyük hileyle aldattılar” [Nuh Suresi, 71/22] Çünkü Allah’a davet, davet edilene hiledir Çünkü O, (davet olunanın) bir öncesinde yok değildir ki, (davet olunan,) bir sonraya davet edilsin “Allah’a davet ediyorum!” [Yusuf Suresi, 12/108] — işte bu, hilenin ta kendisidir Ama Nebi (sav) bunun “basiret üzerine” [Yusuf Suresi, 12/108] bir davet olduğunu söyleyerek bütün her şeyin (yani, davet eden kişinin gözünde; davet eden, davet edilen, kendisine davet olunan ve kendisinden davet edilenin tek olup, bütün bunların) Allah’a mahsus olduğunu tenbih etti (böylelikle, Muhammedî davet Furkan’a/fark’a değil, Kur’an’a/cem’e olduğundan dolayı bir hile değildir) Böyle olunca, Nuh onları hileyle davet ettiği gibi, onlar da (bu davete) hileyle uydular Ve Muhammedî olan geldiğinde, bildi ki hiç kuşkusuz Allah’a davet, O’nun Huviyeti dolayısıyla değil, ancak İsimleri dolayısıyladır (yani, davet Celal İsminden Cemal İsmine doğrudur) Bundandır ki Hak Teala, “Biz o gün itaat edenleri güruhlar halinde Rahman’a doğru bir araya toplarız” [Meryem Suresi, 19/85] buyurarak, (ayetin Arapça yazılışındaki) bir şeye doğru olmaklık anlamına gelen “ila” ön-ekini, İsim’e (yani, Rahman İsmine) bitiştirdi Öyleyse, biz bildik ki, alem (rububiyet yönünden) itaat edenlerin itaatkar olmalarını gerektiren bir İlahi İsmin (yani, “Cebbar” İsminin) kuşatması altındadır
İmdi, hilelerinde, “İlahlarınızı terk etmeyin; ve Vedd’i ve Süva’yı ve Yeğus’u ve Yauk’u ve Nesr’i de terk etmeyin” [Nuh Suresi, 71/23] dediler Eğer ilahlarını terketmiş olsalardı, ilahlarını terk ettikleri ölçüde Hak’tan cahil olurlardı — çünkü Hakk’ın herbir ibadet olunanda bir vechi vardır Bunun böyle olduğunu, bilen bilir ve bilmeyen bilmez Ve Hak Teala Muhammedî olanlara şöyle buyurdu: “Senin Rabb’in ancak O’na ibadet etmenize hükmetti” [İsra Suresi, 17/23]
İmdi, ilim sahibi olan, ibadet olunanın kim olduğunu ve hangi surette zahir olduğu için kendisine ibadet olunduğunu bilir Ve, hiç kuşkusuz ayrımlama [color="LightBlue"] ve çokluk [color="LightBlue"] beşerin duyumsanabilir suretindeki uzuvların ve ruhani suretindeki manevi yetilerin çokluğu gibidir Böyle olunca, herbir ibadet olunanda Allah’tan başkasına ibadet olunmadı Dolayısıyla kulun aşağı düzeyde olanı, onda uluhiyet tahayyül eden kimsedir Eğer bu tahayyül olmasaydı, taşa ve ondan başkasına ibadet olunmazdı Ve işte bunun için Hak Teala şöyle buyurdu: “De ki: tapındıklarınızı isimlendirin” [Ra’d Suresi, 13/33] Bunu yapacak olsalardı, ibadet ettikleri şeyleri “taş,” “ağaç” ve “yıldız” olarak isimlendirirlerdi Ve eğer onlara, “Kime ibadet ettiniz?” denilse, “bir ilaha” derlerdi — “Allah’a” ve “İlah’a” demezlerdi
Ve kulun yücesi, onda uluhiyet tahayyül etmeyip, buna (diğer her şey gibi) bir ilahi tecelli mahalli olmaklığıyla hürmet edilmesi gerektiğini söyleyerek, uluhiyeti ona özgü kılmaz Tahayyül sahibi olan aşağı düzeydeki kul ise, “Biz bunlara Allah’a yakınlığımızı artırsınlar diye taparız” [Zümer Suresi, 39/3] der Ve yüce olan kul şöyle der: “Sizin ilahınız ancak tek ilahtır ” –dolayısıyla, nerede zahir olursa– “ O’na boyun eğin O alçakgönüllü kimselere ” –yani, tabiat ateşi sönmüş olanlara– “ müjdele!” [Hac Suresi, 22/34] İmdi onlar (yani, tabiat ateşi sönmüş olanlar), “ilah” dediler ve “tabiat” demediler Nuh kavminden olanlar ise “birçoğunu dalalete düşürdüler” [Nuh Suresi, 71/25], yani, onları, Bir [color="LightBlue"] olanın vecihleri ve nisbetlerinin çokluğu yoluyla hayrete düşürdüler Ve Kitab’a vâris kılınıp seçilmişlerden olan, nefslerine “zulmedenler” çoğaltmadılar Ve böylesi bir kimse, üçün ilkidir — ve Hak onu, “orta yolu tutan” ve “öne geçen”den önce andı [Fâtır Suresi, 35/32] Ancak şaşırmış olarak [color="LightBlue"] yani hayret içerisinde çoğalttılar Nitekim Muhammedî olan, “Sana olan hayretimi artır!” dedi Her ne vakit onlara aydınlık olsa (yani, Hak ahadiyet nuru ile tecelli edip aydınlatsa), onun içinde yürürler; ve üzerlerine karanlık basınca (yani, çokluksal taayyünat perdelerinin karanlığı çöktüğünde, hayret içerisinde) dururlar [Bakara Suresi, 2/20] İmdi, hayret ehli için devr vardır ve devrî hareket daire merkezinin çevresinde olup, ondan ayrılmaz
Ve uzayıp giden yolda olanlar, amacın dışına yönelirler Böylesi bir kimse, hayal ettiği şeye taliptir ve amacı da o hayaldir — dolayısıyla onun için bir yerden doğru olmaklık ve bir yere doğru olmaklık ve o ikisinin arasındaki şey vardır Ve devrî hareket sahibi için başlangıç yoktur ki, ona, bir yerden doğru olmaklık gereksin Ve onun için amaç yoktur ki, ona, bir yere doğru olmaklık hükmetsin Böyle olunca onun varlığı en eksiksiz ve en kâmil olandır Ve ona kelimelerin ve hikmetlerin toplamı verildi Günahları (yani, kendilerini Hak’tan ayrı varlıklar olarak görme günahları) dolayısıyladır ki, bu günahlarından geçerek Allah’ın ilim deryalarına garkoldular — ve bu da hayret denilen şeydir
İmdi onlar suyun kendisinde (yani, ilm-i billah’ta) ateşin içine (yani, vahdete) daldırıldılar (ve zatî tecelli, çokluksal taayyünatı yaktı) Ve “denizler tutuştuğu zaman” [Tekvir Suresi, 81/6] ayeti, Muhammedî olanlar için gelmiştir — ve (“denizlerin tutuşması”), fırını yaktığın zaman, “fırın tutuştu” dendiğindekiyle aynı anlamdadır Böyle olunca onlar, (zatî tecelli, zuhur mahallerinin izafi varlıklarını yaktığı ve varlığı olmayan şeyden yardım sözkonusu olmadığı için) kendilerine Allah’tan başka yardımcı bulamadılar Dolayısıyla, Allah onlar için yardımcının ta kendisi oldu Onlar, sonsuza dek O’nda helak oldular Eğer Allahu Teala onları sahile, tabiat sahiline çıkarsaydı, onları bu yüksek dereceden indirirdi — her ne kadar bütün her şey Allah için ve Allah ile ve gerçekte Allah ise de, bu böyledir
Cenab-ı Nuh, “Rabbî ” dedi, “İlahî ” demedi Çünkü “Rab” için (haceti kaza hususunda) değişmezlik [sübut] olduğu halde, “İlah” İsimler ile çeşitlenir ve O her an bir şendedir İmdi, Nuh “Rab” (ismi) ile, çeşitlenmekliğin sabit kılınmasını [sübut-u telvin](yani, hacetine uygun düşen suret ne ise, Hakk’ın o sıfat ile zuhurunu) diledi; çünkü (rububiyet mertebesinde) bundan başkası sözkonusu değildir Ve Nuh, (“Rabbî” seslenişinden sonra) “ Yeryüzünde bırakma!” [Nuh Suresi, 71/26] diyerek, kavmi için, arzın içinde olmaları yönünde dua etti (ki bu, kendilerini Zahir İsminin örtüsünde bırakan varlıksal taayyünlerinden kurtulup batn-ı ahadi ve cem’iye dahil olmaları için, beddua şeklinde hayır duası idi) Ve Muhammedî olan, “Eğer ipi sarkıtacak olursanız, Allah’ın üzerine düşerdi” dedi — ve, göklerde ve yerde olanlar O’nundur İmdi sen, yerin içine gömüldüğün zaman, onun içindesin ve o senin örtündür; ve “Sizi onun içinden ” –vecihlerin benzeşmezliğinden (yani, İlahi Hazret’in, farklı İsimlerin vecihleriyle zuhuru gerektirmesinden) dolayı– “ tekrar ortaya çıkaracağız” [Taha Suresi, 20/55] (Bu durumda Nuh, şöyle dua etmiş olur Örtünme [color="LightBlue"] talebiyle giysilerine bürünen ve parmaklarıyla kulaklarını tıkayan kafirlerden kimseyi bırakma ki, davet genel olduğu gibi, fayda da genel olsun “Eğer Sen onları bırakırsan ” –yani Sen onları terkedersen– “ kullarını şaşırtırlar ” [Nuh Suresi, 71/27] yani onları hayrete düşürürler; ve onları kulluktan, kendilerinde rububiyet sırlarından bulunan şeye geçirirler Böyle olunca onlar nefsleri indinde kul olduktan sonra, nefslerini rabblar olarak görürler; ve onlar hem kul hem de rabblardır Ve onlar “ ancak faciri ” –yani kendilerindeki örtülmesi zorunlu olan rububiyeti– “ doğururlar” [Nuh Suresi, 71/27] ve açığa çıkarırlar; ve facir olanlar, sımsıkı örtücüdürler [color="LightBlue"], yani zahir olan şeyi (yani, kendi suretlerinde zahir olan ilahi hakikatı), zahir olduktan sonra (enaniyetleri ve izafi varlıklarıyla) örterler İmdi, örtülmüş olan şeyi (yani, rububiyet sırrını) açığa çıkarırlar Onun açığa çıkışından sonra da (zahirî enaniyetleriyle) örterler Böyle olunca gören kişi (onun hangi haline uyacağını bilemediğinden) hayrete düşer Ve ortaya çıkarıcının [color="LightBlue"] ortaya çıkarışındaki ve örtücünün [color="LightBlue"] örtüşündeki maksadını bilmez — halbuki, her ikisini yapan da (rububiyeti sözle açığa çıkaran ve fiilen örten) aynı kişidir
“Ya Rabb, beni bağışla [color="LightBlue"]! ” –Yani, beni ört; ve benden dolayı ört! Ve senin, “Allah’ın kadrini hakkıyla bilmediler” [En’am Suresi, 6/91] sözünde kadrin bilinmediği gibi, benim de makamım ve kadrim bilinmesin!– “ Ve ana-babamı da ört ” –ki ben onların sonucuyum; ve onlar ‘akıl’ ve ‘tabiat’tır– “ Ve benim evime ” –yani kalbime– “ giren kimseyi de mümin olarak ört ” –yani nefslerin içeriden söyledikleri olan kalbime gelen ilahi haberleri tasdik edici olarak gireni ört Ve akıllar olan “ mümin erkekleri ” ve nefsler olan “ mümin kadınları ” da ört Ve karanlık örtülerin arkasında gizlenen ve gayb ehli olan “ zalimlerin ancak helakını artır” [Nuh Suresi, 71/28] İmdi onlar (yani, nefslerine zalim olan Muhammediler), nefsleri olmaksızın Hakk’ın vechini müşahede ettikleri için, nefslerini bilmezler Muhammedî olanlar için, “O’nun vechi dışında herşey helak olucudur” [Kasas Suresi, 28/88]
Ve bir kimse Nuh aleyhisselam’ın sırlarına vakıf olmak isterse, güneş feleğine yükselmesi gerekir Ve güneş feleğine yükselme konusundan Tenezzülat-ı Mevsiliyye adlı kitabımızda sözettik
Ahmet Baydar
|