Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
hikmeti, isa, kelimesindeki, nebviyye

İsa Kelimesindeki Hikmet-İ Nebviyye

Eski 08-02-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İsa Kelimesindeki Hikmet-İ Nebviyye




İSA KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ NEBVİYYE

Meryem’in suyundan veya
Balçıktan yapılmış beşer suretindeki Cebrail’in soluğundan
“Siccin” olarak adlandırdığın tabiattan,
Ruh, o tertemiz olanda (yani, Meryem’de), oluşa geldi [color="LightBlue"]
Bundandır ki, onda (bedeninde) tayin olunan ikameti uzadı
Bin yıldan fazla bir zaman kadar
O ancak Allah’tan bir ruhtur
Yüce ve aşağı olanda etkide bulunmasını sağlayan
Rabbine olan nisbeti doğrulansın diye
Ölüleri diriltti ve çamurdan kuş inşa etti
Allah onun cismini temizledi ve ruhunu tenzih etti
Ve tekvinde onu Kendine benzer kıldı
Bil ki, ruhların kendilerine özgü olan niteliği, ilişkilendikleri bir şeyin canlılık kazanarak, hayatın, ilişkilendikleri bu şeyden yayılmasıdır Ve işte Samirî, bundandır ki, resulün –ki o Cebrail’dir ve o da Ruh’tur– izinden bir avuç kadar aldı Çünkü Samirî (Musa’dan öğrendiğince) işin ne olduğunu (yani, Cebrail’in ruh olduğunu ve ruhun dokunduğu yerde hayatın akmaya başladığını) biliyordu İmdi, onun Cebrail olduğunu anlayınca, üzerine dokunduğu şeyde hayatın akmaya başladığını bildi Böylece resulün izinden bir parça alarak, bunu buzağıya koydu Ve buzağı böğürmeye başladı Çünkü buzağının çıkardığı ses, böğürmedir Eğer, aldığı parçayı, başka bir surete yerleştirseydi, (bir-olan-ruh, mahallin gereğince zahir olduğundan) o suretten ancak o suretin kendisine özgü olan ses çıkardı ve bu sesin ismi de o surete nisbet olunurdu — tıpkı, homurdanmanın deveye, gümürdemenin koça, melemenin koyuna ve konuşmanın insana nisbet olunması gibi
İmdi, hayatın, şeylere yayınmış olan kadarına “lâhut” (yani, İlahi Tabiat) adı verilir Ve “nâsut” (yani, İnsan Tabiatı) bu ruhun, kendisiyle kaim olduğu mahaldir ve nâsut’a ruh ile kaim olmasından dolayı (mecaz olarak) “ruh” denilir
Cebrail’in ta kendisi olan Ruhü’l-Emin Meryem’e kusursuz bir insan suretinde göründüğünde, Meryem onu kendisiyle birleşmek isteyen bir beşer sanarak –bunun izin verilmeyen bir şey olduğunu bildiğinden– kendisini bu adamdan kurtarması için bütün varlığıyla Allah’a sığındı Böylelikle, eksiksiz bir şekilde Allah’ın huzurunda olmaklığa erişti, yani manevî ruha Eğer Cebrail, bu durumda bulunan Meryem’e o anda üfleyecek olsaydı, İsa –annesinin o anki halinden dolayı– yaratılışının çirkinliğine kimsenin tahammül edemeyeceği bir kimse olarak ortaya çıkardı Ve Cebrail Meryem’e, “Ben yalnızca Rabbinin elçisiyim; sana tertemiz bir çocuk bağışlamak için geldim” [Meryem Suresi, 19/19] dediğinde, Meryem’in sıkıntısı geçti ve göğsü genişledi İşte o anda Cebrail, İsa’yı ona üfledi Cebrail, Allah’ın Kelimesi’ni Meryem’e aktardı — tıpkı Resul’ün (sav) Allah’ın Kelamı’nı kendi ümmetine aktarması gibi: “O, Allah’ın, Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve O’ndan bir ruhtur” [Nisa Suresi, 4/171]
(Bu üflemenin ardından) Meryem’de şehvet yayıldı Dolayısıyla da İsa’nın bedeni Meryem’deki gerçek sudan [mâ-i muhakkak] ve Cebrail’deki –nefesinin neminde yayınmış olan– vehmî sudan [mâ-i mütevehhem] yaratıldı Çünkü, canlı olan bedenin nefesi, bir miktar su içermesinden dolayı nemlidir Böyle olunca, İsa’nın bedeni, vehmî sudan ve gerçek sudan yaratıldı [tekevvün] Ve bu insan türünde tekvin’in bildik şekilde olabilmesi için, (İsa’nın yaratılışı) annesinden ve Cebrail’in insan suretinde görünmesinden [temessül] dolayı insan suretinde oldu
Ve İsa, ölüye hayat verdi, çünkü İsa İlahi Ruh’tur Ve hayat verme Allah’a ve üfleme İsa’ya aitti — tıpkı üflemenin Cebrail’e ve Kelime’nin Allah’a ait olması gibi İmdi, İsa’nın ölüleri diriltmesi –bu dirilme onun üflemesiyle zahir olduğundan dolayı– gerçek bir diriltmeydi Ve ölüleri diriltmesinin kendisinden olduğu bir vehimdi — diriltme Allah’tandı Böyle olunca İsa, üzerine halk olunduğu kendi hakikatından dolayı –ki İsa’nın vehmî su ve gerçek sudan yaratıldığını söylemiştik– gerçek diriltmeyle [ihyâ-yı muhakkak] vehmî diriltmeyi [ihyâ-yı mütevehhem] kendinde topladı Bir yönden bakıldığında, diriltme ona gerçekleme [color="LightBlue"] yoluyla, ve bir diğer yönden bakıldığında da vehim [tevehhüm] yoluyla nisbet olunur “Ölüleri diriltirim” [Âl-i İmran Suresi, 3/49] — bu, gerçekleme [color="LightBlue"] yoluyladır Ve, bundan önce, “O balçığa üflerim de, Allah’ın izniyle, o bir kuş olur” [Âl-i İmran Suresi, 3/49] — bu da, vehim yoluyla diriltmedir Yukarıda anılan ayette, “Allah’ın izniyle” olan şey, “kuşun olmasıdır,” “üflemek” değil Ama “Allah’ın izniyle” olanın “üfleme” olması da olasıdır — (ki bu durumda, İsa’nın balçıktan yapmış olduğu şey) duyumsal cismanî sureti dolayısıyla kuş olur (yoksa hakiki ruhani sureti dolayısıyla değil)
Ve aynı şekilde, “Benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun” [Mâide Suresi, 5/110] ayetinde de durum böyledir ve İsa’ya ve Allah’ın iznine ve Kur’an’da buna benzer olarak “İznimle” ve “Allah’ın izniyle” biçiminde sözü edilenin iznine nisbet olunan ne varsa hepsi böyledir (yani, bunlar, hakikat ve vehim yönünden söylenmiştir) Eğer, “Allah’ın izniyle” olan şey “üflemek” ise, o halde üfleyenin üflemesine izin verilmiştir (yani, izin verilen üflemenin kendisidir), böylelikle (Allah’ın izniyle olan) bu üfleme yoluyla kuş yaratılır [color="LightBlue"] Eğer “Allah’ın izniyle” olan “üfleme” değilse, o halde, kuşun yaratılması Allah’ın izniyle olmuştur — ki bu durumda “Allah’ın izniyle” olan, “kuşun olması”dır Ve hiç kuşkusuz, emirde (yani, İsa’nın yaratılışına yönelik İlahi Emir’de) vehim [tevehhüm] ve gerçek [color="LightBlue"] olmasaydı, bu suret (yani, kuşa üflenmesi ve kuşun yaratılması sureti), bu iki yönü kabul etmezdi — ama İsa’nın oluşumunun bunu vermesinden dolayıdır ki, bu iki yöne (yani, vehim ve gerçeğe) sahiptir
Ve İsa, öylesine bir alçakgönüllülük ile ortaya çıktı ki, cizyeyi alçakgönüllü bir şekilde ödemelerini, kendilerine bir tokat atılacak olursa, öbür yanaklarını çevirmelerini, tokat atan kimseye karşı gelmemelerini ve kısas talep etmemelerini ümmetine bir şeriat kıldı Bu alçakgönüllülük, ona annesi yönündendir Çünkü kadında aşağıdalık [süfl] söz konusudur ve kadın, hükmen ve duyumsal olarak erkeğin altında olmasından dolayı alçakgönüllüdür
Öte yandan ise, kendisinde bulunan hayat verme ve iyileştirme yetisi, beşer suretindeki Cebrail’in üflemesi yönündendir Eğer Cebrail, beşer suretinde gelmeyip; ister hayvan, ister bitki veya cansız olsun, başka bir unsursal varoluş suretinde gelmiş olsaydı, İsa’nın –Cebrail’in geldiği bu surete bürünmedikçe ve bu surette zahir olmadıkça– ölüleri diriltmesi söz konusu olmazdı Eğer Cebrail –kendi tabiatının ötesine geçmeksizin, ki geçmesi sözkonusu değildir– unsurlar ve erkânla ilişiği olmayan kendi nuranî suretinde gelmiş olsaydı, İsa, annesi yönünden olan unsursal beşer suretinde zahir olduğunda değil, ancak bu nuranî tabiat suretinde zahir olduğunda ölüleri diriltebilirdi



Alıntı Yaparak Cevapla

İsa Kelimesindeki Hikmet-İ Nebviyye

Eski 08-02-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İsa Kelimesindeki Hikmet-İ Nebviyye




Ve İsa, ölüleri dirilttiğinde ona “O’dur ve O değildir” denildi ve ona bakışta hayret ortaya çıktı Nitekim, bir beşerin ölüleri dirilttiğini gördüklerinde, düşünsel kurgulamalarıyla akıl yürütenler hayrete düştü — çünkü ölünün, yalnızca bedensel olarak değil, aynı zamanda söz söyler olarak diriltilmesi ilahi bir niteliktir [hasâis-i ilahiyyedendir] Bakan kişi, beşer suretini ilahi etkiye bürünmüş olarak görünce hayrete düştü
Bu durum, bazılarını “hulûl”den sözetmeye ve ölüleri diriltmesinden dolayı da “o Allah’tır” demeye götürdü Bundandır ki, onlara “kafir” dendi — ve “küfür” örtmek demektir Çünkü onlar, ölüyü dirilten Allah’ı, İsa’nın beşerî suretiyle örttüler [color="LightBlue"] Bundandır ki, Allahu Teala, “‘Allah odur, Meryem oğlu Mesih’dir’ diyenler kafir oldular” [Mâide Suresi, 5/17] buyurdu Bu kimselerin, bu sözleriyle (Mutlak Hakk’ı yalnızca İsa’nın taayyününe özgü kılmalarından dolayı) hem hata etmeleri, hem de (Hakk’ı İsa’nın beşerî sureti ile örtmekle) kafir olmaları, “o Allah’tır” demelerinden olmadığı gibi, “Meryem oğludur” demelerinden de değildir — bu ikisini bir araya getirip, “Allah odur, Meryem oğlu Mesih’tir” demelerindendir Onlar, (İsa’nın beşerî suretinin) ölüyü diriltmesinden dolayı, Allah’ı, “Meryem oğludur” sözüyle, o beşer suretine indirgeyerek saptılar — ve o, hiç kuşkusuz Meryem’in oğludur
Ama onların bu sözünü işitenler sandılar ki, bu sözü söyleyenler uluhiyeti surete nisbet ettiler ve onu suretin aynı kıldılar Halbuki onlar böyle yapmayıp, İlahi Huviyeti işin başından (yani, İsa’nın zuhurunun başlangıcından itibaren) beşer suretine özgü kıldılar — ki bu (suret de, onlara göre) Meryem’in oğludur Dolayısıyla onlar, sureti (yani, İsa’nın beşerî suretini) hükümden (yani, İsa’nın beşeri suretindenortaya çıkan ölüyü diriltme hükmünden) ayırdılar (ve böylece İsa’ya bakıp, ‘bu beşerdir’ dediler; ölüyü diriltmesine bakıp, ‘Allah’a özgü olan bu halin beşerden ortaya çıkması olmayacak bir şeydir’ dediler Böylece: “Muhakkak Allah, Meryem oğlu İsa suretindedir” dediler) Nitekim Cebrail beşer suretinde geldiğinde üflemedi Sonradan üfledi Böyle olunca, suret ve üflemeyi ayırdı Dolayısıyla, üfleme suretten ortaya çıkmış olsa bile, suretin zatî bir niteliği değildir
Böyle olunca, insanlar arasında İsa’nın mahiyeti hakkında görüş farklılıkları ortaya çıktı İmdi, beşer sureti yönünden ona bakan kişi, “O, Meryem’in oğlu Mesih’dir” der Ve beşer olarak görünen sureti yönünden ona bakan kişi, onu Cebrail’e nisbet eder Ve kendisinden ölüyü diriltmesinin zahir oluşu yönünden bakan kişi, onu ruh yoluyla Allah’a nisbet eder ve “O, Allah’ın Ruhudur [color="LightBlue"]” der — yani o, üflediği kimseye hayat verendir Kimi zaman, edilgenlik çekimiyle, onda Hak vehmolunur Kimi zaman onda Melek vehmolunur ve kimi zaman da onda insanın beşer olmaklığı vehmolunur Böylece, kendisine bakanlar üzerinde bu yönlerden hangisi egemense, İsa o yönde olur Ve o Allah’ın Kelimesi’dir ve Allah’ın Ruhu’dur ve Allah’ın kuludur Ve beşerî duyumsal surette böylesi bir durum bir başkası için sözkonusu değildir Her kişi kendi babasına nisbet olunur [color="LightBlue"], Kendi Ruhunu beşer suretine üfleyene değil Çünkü, gerçekte Allah insan bedenini düzenlediğinde [color="LightBlue"], Kendi söyleyişiyle, “Ona şekil verdiğimde ve ona üflediğimde” [Hicr Suresi, 15/29] — yani, ona Kendi Ruhu’ndan üflediğinde, onun varlığındaki ve ayn’ındaki ruhu Kendisine nisbet etti Ama İsa için, bu böyle değildir: onun bedeninin düzenlenişi, Ruh’un üflenişinde içkindir — ki bu durum, sözünü ettiğimiz gibi, başkaları için sözkonusu değildir
Varolan herşey, Allah’ın sonu gelmez kelimeleridir, çünkü varolan herşey “Ol”dandır ve “Ol” [Kün] Allah’ın Kelimesi’dir İmdi, Kelime (mutlaklık ve ahadiyet üzere olup, herhangi bir sıfatla sıfatlanmamış olan) O’na (yani, Hakk’ın Mutlak Zatı’na) nisbet olunabilir mi — ki bu takdirde, (“Ol” Kelimesi’nin) mahiyeti bilinemez (çünkü Hakk’ın kelamı, bu mertebede, Zatı’nın aynıdır) Ya da, Hak Teala, “Ol” diyen bir surete mi nüzul eder — ki bu takdirde ise, “Ol” Kelimesi’nin, nüzul ettiği ve zahir olduğu o suretin hakikati olduğu söylenebilir Kimi arifler ilkinde karar kılarken, kimi arifler de öbüründe karar kılmışlardır — arif olanlardan geri kalanı ise bu meseleye (yani, “Ol” emrinin mutlak Zat’a mı yoksa mutlak Zat’ın nüzul ettiği surete mi nisbet olunacağı meselesine) ilişkin olarak hayrete düşmüş ve (bu iki itibardan hangisiyle hükmedeceklerini) bilememişlerdir Ve bu mesele ancak deneyimleme [color="LightBlue"] yoluyla bilinebilir — tıpkı Beyazıd Bestamî de olduğu gibi Ki o, öldürdüğü karıncayı, üfleyerek (duyumsal olarak) dirilttiğinde üfleyenin kim olduğunu bilerek üflemişti Dolayısıyla Bestamî, İsevî görüye [meşhed] sahipti
Manevî olarak diriltmeye gelince, bu diriltme ilim yoluyla olur Böylesi bir dirilmeyle elde edilen hayat; ilahî, zatî, ilmî ve nuranî bir hayattır ve buna ilişkin olarak Allahu Teala şöyle buyurur: “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse[En’am Suresi, 6/122] Ölü bir nefsi, Allah’ı bilmeye ilişkin ilmî hayatla dirilten bir kimse, bu nefsi ilim yoluyla diriltmiştir ve bu kimse, sahip olduğu bu nurla (yani, ilim nuruyla) insanlar arasında, yani suret olarak kendisine benzer olanlar arasında yürür
Olmasaydı O ve olmasaydık biz (yani, ayan-ı sabitemiz) — olmazdı olan
Biz gerçekte Hakk’ın kullarıyız ve O bizim Mevlâ’mızdır
Ve ben “İnsan” dediğimde, biz O’nun ayn’ıyız, anla öyleyse
Ve İnsan ile (yani, insanın beşer suretiyle) örtülü kalma —

(Hakk’ın varlığına delalet eder bir) delil verdi sana o İnsan
Hak ol ve halk ol — Allah ile Rahman olursun böylece
O’ndan aldığınla O’nun yarattıklarını besle
Ki böylece rahatlık verici
Ve (ruhun gıdası olan marifet ve hakikatleri insanlara saçmakla)
Güzel koku saçıcı olursun
Ve biz O’nunla bizde zahir olanı O’na verdik
Ve İlahi Emr O’nunla bizler arasında taksim edildi
Ve O bize (ruh üflemekle) hayat verdiğinde,
Kalbimi bilen ona hayat verdi
Ve biz (kâmil insanlar) orada (Mutlak Hakk’ın tecelli-i akdesinden önce)
Oluşlar [color="LightBlue"] ve aynlar ve zamanlar idik
Ama (zat ve sıfat olarak Hakk’ın varlığında istihlakimiz) sürekli değildir bizde,
Ama böyleyizdir zaman zaman
Ve (Cebrail tarafından) unsurlardan oluşan beşer suretiyle ruhun üflenmesi işinde bizim söylediğimize (yani, İsa’nın bedeni ve beşeri suretinin düzenlenişinin, ruhun üflenmesinde içkin olduğuna) delalet eden şeylerden biri de, Hakk’ın, Kendi nefsini “Rahmanî Nefes” ile nitelendirmiş olmasıdır Ve bir sıfatla nitelenen herhangi bir şey, bu nitelendiği sıfatın kendi bulunmaklığını gerektirdiği herşeyde bu sıfata tabidir Ve, nefesin, nefes vermeyi gerektirdiğini bilirsin Bundandır ki, İlahi Nefes alem suretlerini kabul etti Böyle olunca, İlahi Nefes, alem suretleri için heyulanî cevher gibidir O halde İlahi Nefes, Tabiat’ın ta kendisidir



Alıntı Yaparak Cevapla

İsa Kelimesindeki Hikmet-İ Nebviyye

Eski 08-02-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İsa Kelimesindeki Hikmet-İ Nebviyye




Unsurlar, Tabiat’ın suretlerinden bir surettir Ve unsurların üstünde olan ve bu unsurlardan doğanlar da yine Tabiat suretlerindendir Ve bunlar, yedi göğün üstünde olan yüce ruhlardır [ervah-ı ulviyye] Göklerin (gözle görünmeyen) ruhları ve (gözle görülen) aynları ise, unsurlardır Çünkü bu ruhlar ve aynlar, unsurların dumanındandır ve ondan doğmuşlardır Dolayısıyla, bu göklerden yaratılmış [mütekevvin] olan melekler de unsursaldır [color="LightBlue"] Ve unsurların ötesinde olanlar ise tabiatsaldır [tabîiyyun] Ve bundandır ki Allahu Teala, yüce melekleri birbiriyle uyuşmaz olmaklıkla nitelendirdi, çünkü onlar karşıtlıkları barındıran Tabiat’tandırlar Ve İlahi İsimler’deki bu karşıtlaşmalar, Rahman’ın Nefesi’nin verdiği nisbetlerdir Bu hükmün dışında olan (vahidiyet’teki) Zat’ın bu konuda (alemin aslı olan Rahmanî Nefes’ten gani olmaklığıyla) nasıl alemlerden gani olduğunu görmez misin? Aleme gelince, kendisini varedenin suretinde ortaya çıktı — alem Rahmanî Nefes’ten başka bir şey değildir
İlahi Nefes, kendisinde sıcaklık olduğunca yücedir ve soğukluk ve nem olduğunca da aşağıdır [süflî] Ve kendisinde kuruluk olduğunda sabit hale gelir ve yerinden oynamaz — çünkü çökelme, soğuk ve nemli olana özgüdür Görmez misin ki, doktor, hasta bir kimseye ilaç içirmek istediğinde, öncelikle idrar kabına bakar Tortulanma olduğunu gördüğünde, olgunlaşmanın tamamlanmış olduğunu görür ve olgunlaşmayı çabuklaştıracak bir ilaç verir Ve tortulanma, tabiatındaki nem ve soğukluktan dolayıdır
Sonra, Allah bu insanın balçığını İki Eli ile yoğurdu ve bu İki El, birbiriyle karşıtlık içerisindedir Eğer bu İki El’in her ikisinin de Sağ El olduğunu söyleyecek olursan (bu elbetteki doğrudur ama) ikisi arasında ayrım olduğu (da) açıktır — hiç değilse iki el olmalarından dolayı bu böyledir Tabiat’a, ancak kendisine uygun düşen –yani, onun gibi karşıtlıkları barındıran– etkide bulunur Bundandır ki, “İki El” dedi Ve Allah onu İki Eli’yle varettiğinde, Kendine izafe ettiği İki Eliyle, Kendine yaraşır bir yön ile (yani karşıt İsimler ile) dokunuşundan [mübaşeret] dolayı, ona “beşer” adını verdi Ve İki Eliyle yaratması, insan türüne yönelik lütfundan dolayıdır Böyle olunca, ona secde etmekten geri durana, “İki Elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Gururlandın mı, yoksa yüce olanlardan mısın?” [Sâd Suresi, 38/75] dedi “Yüce olanlar” [âlîn] ile, tabii olmasına rağmen, nuranî oluşumu içerisinde unsursal olmaklıktan yüce olanı kasteder İnsan, kendinden başka diğer bütün unsurlardan oluşmuş olanlardan, ancak beşer olmaklığıyla üstün oldu — çünkü o, unsurlardan bu (İki El ile) dokunuş olmaksızın yaratılmış olan türlerden üstündür Böylelikle insan, arz ve semavat meleklerinden üstündür ve yüce olan melekler [mele-i ala] ise, ilahi hüküm ile, bu insan türünden daha hayırlıdır
İlahi Nefes’i bilmeyi dileyen kişi, alemi bilsin, çünkü nefsini bilen, gerçekte, kendisinde zahir olan Rabbini bilir Nitekim, alem Rahman’ın Nefesi’nde zahir oldu ve bu Nefes’le Allahu Teala, İlahi İsimlerin etkilerini zahir kılmakla, etkileri zahir olmamış bu İlahi İsimleri verdiği Nefes’le serbest bıraktı Böyle olunca, O, Nefesiyle varettiği şeyle (yani, alemin varedilmesiyle) Kendi nefsine bağışta bulundu Gerçekte, Nefes’in ilk etkisi yalnızca İlahi Hazret’te (yani, İlahi İsimler Hazreti’nde) oldu ve daha sonra, varolan son şeye varıncaya dek (Nefes’in verilmesinden doğru) genişlenme yoluyla aşağı doğru inmeyi [nüzul] kesintisiz bir şekilde sürdürdü
Nefesin ayn’ında olan ne varsa,
gece karanlığından sonraki aydınlık gibidir
(Aklî) delile dayanan ilim (keşf gündüzünü boşa geçirip)
Gün sonunda uykuya dalan kimseye özgüdür
Bu kimse, Rahmanî Nefes’e ilişkin söylediklerimizi
Rahmanî Nefes’e delalet eden bir rüya sanır
Ve bu söylediklerimiz, Abese Suresi’nin okunuşunda
Onu bütün sıkıntılardan kurtarır
Ve O, ateşin peşinde olana (yani, Musa’ya) tecelli etti
Ve o, O’nu ateş olarak gördü, ama O
Sultanlar için ve gece karanlığında gezinenler için Nur’du
Söylediklerimi anladıysan eğer,
Bil o halde fakir olduğunu
Eğer ateşten başka bir şey istiyor olsaydı
O’nu, istediği bu şeyde görürdü ve yüz çevirmezdi
Ve, Hak Teala, “ta ki bilelim[Muhammed Suresi, 47/31] makamındayken İsa Kelimesi’ne, ona nisbet ettikleri şeyin (yani, uluhiyetin) doğru olup olmadığını –bunları çok iyi biliyor olduğu halde– sordu ve ona şöyle dedi: “Sen insanlara, ‘beni ve annemi Allah’tan başka iki ilah olarak kabul edin’ mi dedin?” [Mâide Suresi, 5/116] Ve edeb gereği, soru sorulan kişinin sorulan soruya cevap vermesi gerekir Ve Hak Teala (ona “sen” biçiminde seslenmiş olmakla) bu makamda (yani, “sen” ve “ben” biçimindeki ayrımlama makamında) ve bu surette (yani, ona yönelik bu soru suretinde) kendisine tecelli ettiği için; hikmet, ayrımsızlamanın ta kendisinde [ayn-ı cem](“sen” ve “ben” biçimindeki bir) ayrımlama ile cevabı gerekli kıldı Ve tenzihle başlayarak, “Seni tenzih ederim[sübhaneke] dedi ve bu sözüne (ikinci tekil kişiye işaret eden) “kaf” harfi ile sınırlama getirdi — ve bu, yüz yüze olmayı ve seslenişi gerektirirBana yakışmaz” –benliğimin Sen’den ayrı olmasından dolayı– “hakkım olmayan şeyi söylemek” –yani, ne huviyetimin ne de zatımın gerektiriyor olmadığı şeyi söylemek– “Eğer, öyle demiş olsaydım, bunu bilirdin” — çünkü söyleyen Sen’sin ve bir şey söyleyen kimse, hiç kuşkusuz, ne demiş olduğunu bilir ve Sen benim konuştuğum dilsin Nitekim, Resulallah (sav) bize Rabbinden aldığı şu ilahi haberi bildirdi: “Ben onun konuştuğu dili olurum” Böylece Kendi huviyetini, konuşanın dilinin ta kendisi kıldı ve sözü de kuluna nisbet etti Sonra salih kulu (yani, İsa), verdiği cevabı şu sözleriyle tamamladı: “Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ve ben onda ne olduğunu bilmem” Ve (bu sözle İsa’nın dilinden konuşan) Hak, İsa’nın huviyetinden ilmi değilledi [color="LightBlue"] — onun söz söyleyen [color="LightBlue"] ve etki sahibi olması dolayısıyla değil, (onun huviyetinin) Kendi huviyeti olması dolayısıyla değillediGerçekte gaybı bilen Sen’sin, Sen![Mâide Suresi, 5/116] Böylece gaybı ancak O’nun bildiğini belirttiğinde, sözünü desteklemek ve teyit etmek için “sen” zamirini iki kez yineledi
Böylelikle (verdiği cevapta) hem (“Seni tenzih ederim” diyerek) ayrımladı [color="LightBlue"] hem de (“Eğer, öyle demiş olsaydım, bunu bilirdin” diyerek) ayrımsızladı [color="LightBlue"]; hem birledi [color="LightBlue"] hem çoğulladı [color="LightBlue"]; hem (cem ve fark mertebelerindeki ilimlerin bütününü Hakk’a özgüleyerek) genişletti hem de (kayıtlı ilimleri gerek kendi nefsinden, gerekse başkalarından değilleyerek) daralttı Sonra, verdiği cevabı bitirmek üzere şöyle dedi: “Ben söylemiş değilim onlara, bana söylememi emretmiş olduğundan başka bir şeyi[Mâide Suresi, 5/117] — böylece, öncelikle (varlığı, Hakk’ın varlığında yokolmuş olduğundan) o varlıkta olmadığına işaret eder bir şekilde (bu sözü söyleyenin kendisi olmaklığını) değilledi; ve sonra, soruyu sorana edeple cevap verme gerekliliğini ortaya koydu Eğer bu şekilde cevap vermeyecek olsaydı, hakikatlerin bilgisinden yoksun olmaklıkla nitelenirdi — ama o, böylesi bir yoksunluktan uzaktır Böylelikle, şöyle dedi: Bana emretmiş olduğundan başka bir şeyi söylemedim ve (ayn-ı cem ve kurb-u feraiz makamında) benim dilimden konuşan ancak Sen’sin ve (ayn-ı fark ve kurb-u nevafil makamında) Sen benim dilimsin… Bu ilahi-ruhani tenbihin nasıl latif ve incelikli olduğuna bak!
(Sonra onlara şöyle dediğini söylediAllah’a kulluk edin!” Burada, kulluk edenlerin kulluk edişlerindeki çeşitlilikten ve şeriatların çeşitliliğinden dolayı, “Allah” adını kullanarak, O’nu başka bir özgül İsime [ism-i has] özgü kılmadı ve bütün İsimler’i kendinde toplayan İsmi kullandı Sonra, “benim Rabbim ve sizin Rabbiniz[Mâide Suresi, 5/117] dedi; çünkü, O’nun Rab-olmaklığıyla [color="LightBlue"] varolan bir şeye nisbeti, varolan başka bir şeye nisbetinden farklıdır Bu nedenle, “Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz” biçiminde bir ayrım yaparak, bu farklılığa işaret etti



Alıntı Yaparak Cevapla

İsa Kelimesindeki Hikmet-İ Nebviyye

Eski 08-02-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İsa Kelimesindeki Hikmet-İ Nebviyye




Ve, “yalnızca bana emretmiş olduğun şeyi” demekle de kendi nefsini emrolunan olmaklığı halinde olurladı [color="LightBlue"] ve bu, onun kul olmaklığından başka bir şey değildir Çünkü emir –yerine getirilsin veya getirilmesin– ancak emre uyabilirliği düşünülen kimseye verilir Ve (ilahi) emir, (emir verilenin, yani mezahir-i ilahiyenin bulunduğu) mertebenin hükmüne göre indiğinden, belli bir mertebede zahir olan herbir kimse, bulunduğu mertebenin hakikatının verdiği şeye boyanır Emrolunmaklık mertebesi için, her emrolunan kişide zahir olan bir hüküm (yani, emreden kişinin emrine uyma) olduğu gibi, emretmeklik mertebesi için de her emredende zahir olan bir hüküm (yani, emrolunan kişiye emir verme) vardır
Ve Hak, “Namaz kılın!” [Bakara Suresi, 2/43] dediğinde, Kendisi emreden, yükümlü kişi ise emrolunandır Ve kul, “Rabbim, beni bağışla!” [A’raf Suresi, 7/151] dediğinde ise, kulun kendisi emreden ve Hak da emrolunandır İmdi, Hakk’ın verdiği emirle kuldan istediği şey, kulun verdiği emirle Hak’tan istediği şeyin aynısıdır (yani, emre uyulmasıdır) Bundan dolayı, bütün dualara icabet edilmesi –sonraya kalsa bile– kaçınılmazdır Ki, aynı şekilde, namaz kılmakla yükümlü olanlardan kimileri, namaz kılmaya çağrıldıklarında, vakit içerisinde namaz kılmayıp çağrıya icabeti sonraya bırakırlar ve kendileri için uygun olan daha sonraki bir zamanda kılarlar Böylece, niyetlenme ile olsa bile emre uymak kaçınılmazdır
Sonra, “Ben onlar üzerine … idim” dedi ve, “Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz” dediğindeki gibi söylemeyip, “onların yanısıra, kendim üzerine … idim” demedi:“Ben onlar üzerine, onlar arasında bulundukça, şehiddim” — çünkü, nebiler, ümmetleri üzerine, onların içinde bulundukları sürece şehiddirler Ve şöyle sürdürdü: “Ve beni ölü kıldığında” –yani, beni Kendine yükselttiğinde, onları benden örtülü kıldın ve beni de onlardan örtülü [color="LightBlue"] kıldın ve benim bedenimde değil ama onların bedenlerinde– “onlar üzerine Rakîb oldun [Mâide Suresi, 5/117] — çünkü Sen, gözetmeyi [color="LightBlue"] gerektiren görmekliği oldun onların İmdi, insanın nefsini müşahedesi, Hakk’ın onun nefsini müşahedesidir Ve İsa onu (yani, Hakk’ın onların maddi varlıklarındaki müşahedesini) “Rakîb” ismine ilişkin kıldı, çünkü şuhudu (“onların üzerine şehid idim” sözüyle) kendisine ilişkin kılmıştı İmdi, kendisinin kul olması dolayısıyla İsa’nın İsa ve O’nun kendi Rabb’i olması dolayısıyla da Hakk’ın Hak olduğu bilinsin için, kendisiyle Rabb’i arasında bir ayrım koymayı dilediğinden, kendisinin “şehid,” Hakk’ın ise “Rakîb” olduğunu söyledi Böylece İsa, kendi nefsi sözkonusu olduğunda, kendi kavmini öne aldı ve Hakk’a yönelik edebden dolayı onları kendisine yeğleyerek, “onlar üzerine şehiddim” dedi Hak’tan söz ettiğinde ise, Rabb’in mertebe yönünden önceliği hakediyor olmasından dolayı, onları sona alarak, “Sen onlar üzerine Rakîb oldun” dedi Sonra İsa, “onlar üzerine şehiddim” dediğinde, kendisi için kullandığı “şehid” isminin, gerçekte Rakîb olan Hakk’ın ismi olduğunu belirterek, “Sen her şey üzerine Şehid’sin[Mâide Suresi, 5/117] dedi Ve burada, genelliğe işaret eden “her” sözcüğünü, bilinmezlerin en bilinmezine işaret eden “şey” sözcüğünü ve Şehid ismini getirdi — çünkü O, her bir müşahede olunan [meşhud] üzerine, bu müşahede olunanın [meşhud] hakikatinin gerektirdiği şey ölçüsünce Şehid’dir İmdi İsa, “Ben onlar arasında oldukça onların üzerine şehiddim” dediğinde, kendi kavmi üzerine Şehid olanın Hak Teala olduğuna dikkat çekti Ve bu, Hakk’ın, İsa’nın cismindeki şehadetidir Bununla, Hakk’ın, İsa’nın konuştuğu dili, işitmesi ve görmesi olduğu kesinlenmiş oldu
Sonra İsa, hem İsevî, hem de Muhammedî olan sözü söyledi Bunun İsevî olması, Allahu Teala’nın Kitabında bunun, İsa’nın sözleri olduğunu bildirmesinden dolayıdır Ve Muhammedî olması ise, bu sözün belli bir mekânda Muhammed’den (sav) ortaya çıkmasından dolayıdır — ve o, bu sözün, kendisinden ortaya çıktığı yerde, bütün bir geceyi gün ağarıncaya kadar başka bir şey yapmayıp, bu sözü tekrarlayarak geçirdi: “Eğer Sen onları cezalandırırsan, onlar Senin kullarındır; ve eğer onları bağışlarsan, Aziz ve Hakîm olan muhakkak Sen’sin, Sen” [Mâide Suresi, 5/118]
Burada, “onlar” zamiri, tıpkı “o” zamiri gibi, gayb-olmaklık zamiridir [zamir-i gaib] Nitekim O, gayb-olmaklık zamirini kullanarak şöyle dedi: “Onlar kafirlerdir” [Fetih Suresi, 48/25] — ve bu gayb, onların, “hâzır olan meşhud” sözüyle kastedilenden (yani, Hak’tan) örtülü olmalarıdır Ve (İsa), onları Hak’tan perdeleyen örtüden başka bir şey olmayan bu gayb-olmaklık zamirini kullanarak, “Eğer onları bağışlayacak olursan” dedi Ve Allah, onları (İsa’nın diliyle) Allah’ın huzurunda bulunmaklıklarından önce andı — (kıyamet günü) huzurda olmaklıklarına kadar (onların hakikatleri ve zatî istidatları mesabesinde olan) maya, (vehmettikleri varlıkları mesabesinde olan) hamurda tahakküm edebilsin ve hamur mayaya dönüşebilsin diye
“Çünkü onlar Senin kullarındır” Ve burada, üzerinde bulundukları tevhidden dolayı, seslenişi tek olana yöneltti [color="LightBlue"] Ve nefslerinde tasarruf olmadığından dolayı, onlardaki zilletten daha büyük bir zillet yoktur Dolayısıyla onlar, efendilerinin kendilerinden dilediği şeyin hükmü altındadırlar ve bu konuda O’nunla herhangi bir ortaklıkları yoktur Bundandır ki İsa, “Senin kulların” diyerek O’nu tek kıldı [color="LightBlue"] Ve “azap”la kastedilen, onların zelil olmaklığıdır ve kul olmaklıklarından dolayı onlardan daha zelil olan yoktur ve onların zatları zelil olmalarını gerektirir Dolayısıyla (bu, şu demeye gelir “Sen onları kul olmaklıklarından dolayı içerisinde bulunuyor oldukları zilletten daha büyük bir zillete düşürmezsin
“Eğer onları bağışlayacak olursan” –yani, karşı gelmeleri dolayısıyla hakettikleri azaba düşmekten onları örtersen; yani onlar için, kendilerini azaptan örtecek ve azaptan koruyacak bir örtü kılarsan– “Sen muhakkak Aziz’sin” – yani, koruyucu ve kollayıcısın Ve Hak Teala, bu İsmi kullarından birine verdiğinde, Kendisi “Aziz-kılıcı” [color="LightBlue"] ve kul da “Aziz” olarak adlandırılır — ve bu durumda, bu kulunu İntikam-alıcı’nın [Müntakim] intikamından ve Azab-edici’nin [color="LightBlue"] azabından korur Ve İsa, daha önce söylediği, “Gaybları bilen muhakkak ki Sensin, Sen” [Mâide Suresi, 5/118] ve “Her şey üzerine Rakîb Sen oldun, Sen” [Mâide Suresi, 5/117] sözlerinin ifade biçimine uygun bir şekilde, sözü güçlendirmek için yineleme ile, “Aziz ve Hakîm olan muhakkak Sensin, Sen” dedi
(“Eğer onlara azab edecek olursan” ve “Eğer onları bağışlayacak olursan” biçimindeki) bu sözler Resul’ün bir cevap almak için gündoğumuna kadar ısrarla tekrarladığı bir dileyiş [color="LightBlue"] oldu; eğer dileyişi hemen kabul olunmuş olsaydı, dileyişini ardarda tekrarlamazdı Hak ona, cezalandırılma gerekçelerini, ayrıntılı olarak [color="LightBlue"] sundu Ve o da, O’na her sunumda ve herbir ayn için, “Eğer onlara azap edecek olursan muhakkak ki onlar Senin kullarındır; ve eğer onları bağışlayacak olursan Aziz ve Hakîm olan muhakkak ki Sensin, Sen” [Mâide Suresi, 5/118] dedi Eğer bu sunumda, Hakk’ın öne aldığı ve Hakk’ın tercih ettiği şeyin neyi gerektirdiğini görmüş olsaydı, (Hakk’ın dileğini öne alır ve Hakk’ın tarafını tercih ederek) onlar için (yani, onların lehine) değil, onlar üzerine (yani, onların aleyhine) dua ederdi Bundan dolayı, Hak Teala, bu ayette ortaya konan Allah’a teslimiyeti ve (günahları) O’nun bağışlayıcılığına havale etmeyi vurgulayarak, onların hakettikleri şeyin bu olduğunu ona gösterdi
Ve (hadis-i şerifle) varid oldu ki, Hak Teala dua eden kulunun seslenişini sevdiğinde –geri çevirme sözkonusu olmaksızın, ona sevgisinden dolayı– duasını tekrarlasın diye, duaya karşılık vermeyi geciktirir Bundandır ki, “Hakîm” dedi — ve Hakîm, her şeyi yerli yerine koyan; (kullarının) hakikatlerinin ve sıfatlarının istediği ve gerektirdiği şeyi değiştirmeyen demektir Hakîm, düzeni bilendir Ve Resulallah (sav), bu ayeti tekrar ederken, Allahu Teala’dan aldığı büyük bir ilim üzere idi Dolayısıyla, herkim bu ayeti ve diğerlerini okuyacak olursa, bu şekilde okusun; yoksa, sessiz kalması daha yerindedir
Allahu Teala, bir kulun herhangi bir konu hakkında söz söylemesini yerinde bulduğunda; bu konuşmasını, ancak buna icabet etmeyi ve gereksinimi gidermeyi dilediği durumda yerinde bulur Dolayısıyla, hiç kimse, kendisi için yerinde bulunanın (yani, duanın) içerdiği şeyin (yani, duaya icabetin) geciktiğini düşünmesin Tersine, Resulallah (sav), bu ayet üzerinde nasıl durmaksızın uğraştıysa, kendisi de bütün hallerinde aynı şekilde durmaksızın uğraşsın; ta ki, Allah’ın icabetini, zahirde veya batında veya Allah’ın dilediği herhangi bir şekilde işitinceye kadar Eğer O, dil ile ifade edilmiş bir karşılık verirse, kulağınla işittirir ve eğer mana ile karşılık verirse içsel olarak işittirir

Ahmet Baydar


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.