Kaza Ve Kader-1 |
08-02-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Kaza Ve Kader-1KAZA ve KADER-1 TAKDİM Ötedenberi “kader meselesi” ayakların kaydığı bir zemin telakkî edildiği için İslâm büyükleri, âyet ve hadîslerle icmâlen en temel ölçüyü tesbit etmişler fakat halkın, anlayamayacakları ayrıntılarda tereddüde düşüp boğulmalarını önlemek gayesiyle de derin ve teferruatlı yönleri ulu orta mevzuubahis etmemişlerdir Böyle yapmakla da bilhassa avam halkı bilmedikleri vâdilerde kaybolma tehlikesinden korumuşlardır Fakat zamanla dünya çapında gelişen materyalist anlayış, bazı rejimlerin esası haline gelip, bütün dünyadaki eğitim sistemlerinin de temelini oluşturunca, tehlike çanları bizde de çalmaya başlamıştı Çünkü, ürettiği şüphe ve tereddütlerle tenkid gücünü geliştiren materyalizm, artık İslâm ülkelerindeki eğitim yuvalarında da bir moda gibi yayılma istidadı göstermişti Müslümanların, ele alırken hassasiyet gösterdikleri kader meselesinin, bilhassa üzerinde duran materyalistler, bu noktayı hücum edecek yumuşak bir karın saymışlar ve var güçleriyle yüklenmişlerdir Dînî eğitimden tecrid edilen yeni nesiller teksif edilen bu hücumlar karşısında zayıf ve korumasız kaldıkları için, -tabir mazur görülsün- sersemleştiler Pek çokları, inkâr girdabına kapılmaktan kurtulamadılar Bu konuda cephemiz de hazırlıksızlığın şokunu yaşıyordu Asırlar önce yapılmış olan yığınaklar ise bugünün hücum silahlarına göre değildi Çünkü karşımızdaki cephe, evvelâ bir şahs-ı manevî halinde beynelmilel çalışıyordu İkinci olarak sadece yıkmayı hedefliyordu Halbuki tamir zordu Üçüncü olarak sarî bir hastalık gibi üniversite ve liselerde inkâr modası başını almış gidiyordu Güç dengesi olarak da onlar ağır basıyordu Kahvelere kadar yayılan bu korkunç gelişme, vicdan ehli herkesi dehşete düşürüyordu İşte böyle bir zamanda M Fethullah Gülen Hocaefendi, cami kürsülerinden kahvelere, bilhassa üniversite muhitlerine kadar geniş bir alanda sohbetlerini, soru-cevap şeklinde sürdürmeye başladı Bu hizmetlerin pek çoğuna bizim kuşak bizzat şahitti Her yerde her seviye insan, kafasına takılan veya birileri tarafından üflenen soruları çekinmeden kendisine soruyor ve cevabını alıyordu Bilhassa kader üzerine en muğlak ve mudill sorulara verilen açık ve parlak cevaplar, kalp ve kafaları her türlü fikrî teşviş ve teşevvüşten halas ediyordu Biz geliş ve gidişlerdeki farklılığı yani karşılaşma öncesi kayıtsızlık hatta zaman zaman şımarıklığın, neticede saygı ve hayranlığa döndüğünü bizzat görüyorduk Verilen cevaplar, yapılan sohbetler teyp kasetlerinde tesbit ediliyor, tekrar tekrar dinleniyor, sonra çözülüp kağıda aktarılıyordu Pek çok genç bunlardan elde ettikleri donelere dayanarak yine kendi arkadaş çevrelerinin inkâr bataklığından kurtuluşuna vesile oluyorlardı Çünkü söylenenler bir kuru mantığın ifadeleri değillerdi Evet bunlar, teslimiyeti kırılıp saygısı berheva olmuş bedbaht bir neslin, inkâr girdabında boğuluşunu seyreden yaşlı gözlerin ve hüzün dolu bir kalbin dualarının meyveleriydi Onun için niceleri, bu sımsıcak sözlerle kendine geliyor, alması gereken yeri alıyor ve şaşkınlık içinde kalmış arkadaşları için “Ben de onların elinden nasıl tutabilirim?” diye düşünmeye başlıyorlardı Evet soru sorma nezaketini bile bilmeyen gençlerin halini gördükçe derin bir ızdırapla kıvranan ve Kur’ân-ı Kerîm’in her derde deva olan atmosferinde çare arayan bir vicdanın ihtizazlarına ilâhî mesaj, feyizleriyle cevap yağdırıyor ve vâridât bir hekim-i hâzık dikkat ve ihtimamiyle ifadelere döküyordu Allah’ın izniyle de bunların gönül dünyalarındaki yankıları da güzel oluyordu Kader konusu, tarif ve tanıtılma şekliyle çok genişçe ele alınıyor hatta Marks’ın bile tasdike mecbur olduğu noktalar muhataplara gösteriliyordu Geniş mânâsı ile atom ve kainat nizamından çekirdek ve tohuma, hatta spermlere varıncaya kadar, kader gerçeğinin cereyan sahası gözler önüne seriliyordu Jean’ın haklılığı tesbit edildikten sonra “Kompüterlerin keşfiyle de anlaşılmıştır ki, kâinatta yaradılan her varlık yaratılışı ile birlikte programlanmıştır” hükmü veriliyordu Bütün bunların yanında aslında kader sırrının insanın vicdanında adım adım çözülme bahtiyarlığının da meselenin en mühim noktasını teşkil ettiği de ihtar ediliyordu Bu yüzden işin başındaki mübtedi ile, îmân, ihlâs ve ubûdiyetteki derinliği ile ilerleyip intihaya ulaşmış kişilerin kader mevzuunu anlama ve kavrama farklarına da dikkat çekiliyordu İlm-i simanın inceliklerine vâkıf olma ve ruhun mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olmakla keşfedilen bazı sırların yine kadere düğümlendikleri de ifade ediliyordu Öbür taraftan nisbî ve izafî bir varlığa sahip olan çelimsiz iradenin de hakkı veriliyordu İnsanın mes’uliyeti kabulde ve fakat gurur hakkı olmama mevzuunda vicdanın ele alınışındaki ölçüden, Elest bezminde dudağı “Bela” şerbetiyle ıslanmasına kadar yine vicdanın şahitliğinin gerçekliği basiret ehline tefhime çalışılıyor, sorulan bazı sorulara verilen cevapların enfesliği de ayrı bir güzellik arzediyordu Şu anda derli toplu bir kitap olarak istifademize sunulan bu eserin ilk üç bölümü Muhterem Hocaefendi’nin “Kader” adı altında yapmış olduğu seri vaazları ihtiva etmektedir Bu vaazlar, önce dökümü yapılmış, sonra yazı diline çevrilerek, Hocamızın tashihine sunulmuş, tashih sonrası da ayet ve hadis tahriçleri yapılmıştır Kitabın dördüncü bölümü ise yine Hocaefendi’nin kader hakkında kendisine muhtelif vesilelerle sorulan sorulara verdiği cevaplardır Kitabın sonuna okuyucuların istifadesi adına karma indeks ilave edilmiştir Evet, “Kur’an ve Sünnet Perspektifinde Kader” kitabı aynı zamanda bir müracaat kaynağımızdır Günümüzde o sistemli hücumlar durmuş gibi görünüyor ama; nefis ve şeytanımızdan gelen ve iç dünyamızı zaman zaman karmakarışık hale sokan bazı ilkaat için bu şifa-bahş cevaplara şiddetle ihtiyaç hâsıl oluyor Aslında bütünüyle bu eser sadece bazı soruların cevaplarından ibaret de değil Evet bu hakikatler kalp, kafa ve vicdan itmi’nânımız için sık sık başvuracağımız nur hüzmeleridir Ama esas hizmet, daha doğrusu cihanşümûl hizmet bundan sonra başlayacaktır Çünkü bunlardan hiç haberi olmayan başta Batı ve Amerika olmak üzere bütün dünya, ekmek-su gibi bu çeşit şifa-bahş eserlere muhtaçtır Onun için inşaallah çok kısa bir zamanda başta İngilizce olmak üzere, diğer dünya dillerine tercüme edilecektir GİRİŞ Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hâl ve geleceği bir nokta gibi görüp, bilen ve esasen kendisi için geçmiş, hâl ve gelecek diye hiçbir şey mevzuubahis olmayan Cenâb-ı Hakk’ın mikro âlemden makro âleme, zerrelerden sistemlere ve gelecekteki bütün hayatıyla normo âlem insana kadar en küçükten en büyüğe, bütün kâinatı ilmî plânda, ilmî vücudlarıyla plânlayıp programlaması, tayin, tesbit, tasnif, takdir etmesi ve bütün bunları tasarı ve ilmî plândan alıp, irade, kudret ve meşiet plânına geçirmesi, hâricî ve varlık âleminde göstermesi adına olup bitecek herşeyi daha olmadan evvel Kitab-ı Mübin’de tesbit ve takdir etmesidir İmanın altı rüknü vardır Bunlardan biri de kadere imandır İnsan nasıl Allah (cc)’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve öldükten sonra dirilmeye inanmak zorunda ise, kadere de aynı şekilde inanmak zorundadır Kadere imanı, imanın diğer rükünlerinden ayrı düşünmek mümkün değildir Yalnız insana ait, düşünce, davranış ve hareketlerdir ki, onlarda bir irade söz konusudur Zaten kader ile alâkalı bütün meseleler, insanın iradesinin söz konusu olduğu yerde bir kıymet ve değer ifade etmektedir Aksi halde kader hakkında konuşulan her şey malumu ilamdan öte bir şey ifade etmezdi Yani insanı ve insanın iradesini düşünmediğimiz zaman kaderi düşünmemiz âdetâ yersiz ve abes ile uğraşmak olurdu İnsan varlığı ile kâinata ayrı bir renk kattığı gibi, cüz’î irade de kader meselesini ehemmiyetli bir konu haline getirmiş, âdetâ meseleye ayrı bir renk katmıştır Onun için biz bu kitapta, insan iradesinin söz konusu olduğu kaderden bahsetmiş olacağız Netice itibariyle de, cüz’-i ihtiyarî hakkında eskiden beri zihinlere takılan bazı sorulara cevap arayacağız Sözün başında Rabbimizden niyazımız, bizi Ehl-i Sünnet anlayışı içinde bir kader anlayış ve anlatışına muvaffak kılmasıdır Zira bizi böyle bir mevzuda muvaffak kılacak olan sadece O’nun ihsanıdır Vesilemiz ise ancak aczimiz ve ihtiyacımızdır 1 KADERİN LÜGAT ve ISTILAH MA’NÂLARI Kader, kelime olarak, ölçme, takdir etme, biçime koyma ve şekillendirme gibi ma’nâlara gelir Arapçada ò‚ӜӗÓå (Ka-de-ra), takdir etti, hisselere ayırdı ve herkese payını bölüştürdü ma’nâsına gelirken bir de aynı kelimenin, “güç yetirdi, muktedir oldu” gibi manaları vardır Kelime “Tef’il” babına nakledilince ò‚ÓœÒÓ—Óå (Kad-de-ra) olur ki o zaman manası “hükmetti, hükmünü geçirdi ve kazada bulundu” şeklinde olur İşte kelimenin bu lügat manasından çıkış yaparak “Kader”e ıstılah olarak şöyle bir tarif getirilebilir “Kader, Allah (cc)’ın kaza olarak takdir ve hükmettiği şeydir” Aşağıda kaydettiğimiz âyet-i kerimeler de bu tarifi te’yid eder mahiyettedir: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir Karada ve denizde olan her şeyi bilir Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi O bilir Yaş kuru ne varsa hepsi “Kitab-ı Mübin”dedir” (En'am, 6/59) “De ki: “Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir zarar ve fayda verecek durumda değilim Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar”(Yûnus, 10/49) “Gökte ve yerde, görülmeyen herşey şüphesiz Kitab-ı Mübin’dedir” (Neml, 27/75) “Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biz’iz Herşeyi apaçık bir kitapta saymışızdır” (Yasin, 36/12) “(Ey şânı yüce Nebi!) Doğrusu sana vahyedilen bu Kitap Levh-i Mahfuzda bulunan şanlı bir Kur’ân’dır”(Bürûc, 85/21-22) “Doğru sözlü iseniz bildirin, bu azap sözü ne zamandır?” derler De ki: “Onu bilmek ancak Allah’a mahsustur Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım” (Mülk, 67/25-26) Kaza ile kader bir yönüyle aynıdır Diğer ma’nâda ise, kader, Allah (cc)’ın takdiri, kazâ ise, bu takdiri infaz ve yapılacak şeyi eda etmesi ve hükmü yerine getirmesi demektir Kader, herşeyi daha olmadan evvel ilmî plânda ve ilmî vücûduyla Allah (cc)’a vermektir Olma havası içine girmiş ve olma silsilesi arasında yerini almaya çalışan eşya, levh-i mahfuzun istinsahları hâlinde, levh-i mahv ve isbatta, yine Allah (cc)’ın ilmi dahilinde olmak şartıyla, mükerrem melekler vasıtasıyla yazılıp kaydedilmektedir Kader, insanın kesbiyle Allah (cc)’ın yaratmasının mukârenet ve beraberliğidir Yani insan, bir işe mübâşeret edip, iradesiyle o işin içinde bulunur ve Allah (cc) dilerse o işi yaratır İşte kader, ezelî ve sonsuz ilmiyle eşyâyı olmadan evvel bilen Allah (cc)’ın yine olacakları daha olmadan evvel tesbit buyurmasıdır Demek oluyor ki, kaderi, ilm-i ilahinin bir ünvanı olmasını nazara alarak, sadece bundan ibaret saymak doğru değildir Saha olarak kader, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ile tayin ve takdiri demek ise de, fakat aynı zamanda o, Cenab-ı Hakk’ın Sem’i, Basar’ı, İrade ve Meşiet’i de demektir Durum böyle olunca, kaderi inkâr, Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatlarını inkâr ile aynı ma’nâya gelir Onun için pek çok ehl-i tahkik kader meselesini Cenâb-ı Hakk’ın Zât-ı Ulûhiyetini, mütâlâa içinde ele almışlardır Onlar: “Kader için hususî bir bahis açmaya lüzum yoktur Zat-ı Ulûhiyetin ele alındığı yerde kader de ele alınmak zorundadır” demişlerdir Bu düşünce, bir yönüyle kaderi, iman rükünleri arasında kabul etmemeyi işmam ettiğinden biz onlar gibi demiyoruz Biz, nasıl Allah (cc)’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve haşre iman var, kadere de aynı şekilde imân var, diyoruz Tâ ki, icmalî veya tafsilî, şöyle veya böyle kaderi inkâr ma’nâsına gelebilecek bir söz söylemiş olmayalım Ama meselenin aslına gelince, İmam Ahmed b Hanbel, “Kader, kudretten gelir” diyor Binaenaleyh, kaderi inkâr eden, Zât-ı Uluhiyete ait pek çok şeyi de inkâr eder Ulûhiyet akidesi sarsık hâle gelir ve bütün düşünce sistemi ters-yüz olur Onun için kader çok önemli bir mevzudur Bu mevzuu, Ehl-i Sünnet düşüncesi içinde ele almayanlar hep sapıtmışlardır Mu’tezile’nin rasyonalizması da, Cebriye’nin cebrî determinizması da hep bu sapıtma cümlesindendir 2 KÂİNATTA HÂKİM OLAN CEBRÎ KADER Kâinatta, kader, plân, program, ölçü ve denge hâ-kimdir “Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir O’nun katında herşey bir ölçüye göredir Görüleni de görülmeyeni de bilir; büyüktür, yücedir O’na göre, aranızdan sözü gizleyen ile açığa vuran ve geceye bürünerek gizlenip gündüzün ortaya çıkan arasında fark yoktur” (Ra'd, 13/8-10) “Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbirşey yoktur Biz onu ancak belli bir takdire göre indiririz” (Hicr, 15/21) “O göğü yükseltmiş ve mizanı vaz’etmiştir” (Rahman, 55/7) Âyetleri bize, plân, program, ölçü ve dengeyi anlatmaktadır Kâinatta öyle şâmil ve geniş dairede bir kader vardır ki, onun dışında hiçbirşey tasavvur edilemez Kâinatı yaratan Allah (cc), çekirdeğin çatlamasından bahara, insanın doğuşundan yıldız ve galaksilerin doğuşuna kadar her şeyde muhît ilmiyle bir plân ve program tesbit buyurmuş ve bir kader tayin etmiştir ki, dünyanın dört bir yanındaki ilim adamları ve araştırmacılar, yüzbinlere ulaşan eserleriyle bu nizam, bu ahenk ve bu takdire tercüman olmaya çalışmaktadırlar Marks’ın bile cebrî bir determinizmden bahsettiği yerde, kâinatta bir plân ve kaderin bulunduğunu dost-düşman, inanmış-inanmamış herkes kabul edecektir ve etmektedir Gerçi, İbn Haldun gibi bir kısım İslâm müellifleri de bir nevi determinizmden bahsederler ve hatta bunu son dönemlerin batı düşüncesinde, meselâ “historizm”de olduğu gibi, toplum hayatına da teşmil ederler ama, biz Ehl-i Sünnet düşüncesi içinde bunu belli şartlara bağlar ve ancak bu şartlarla alıp değerlendirebilir, kabul edebiliriz Bununla birlikte, insan iradesinin de dahil olduğu küllî bir kaderin herşeyde hâkim bulunduğunu da söyleriz Bir saat veya bir bina yaparken dahi, önce bir plân ve proje çizer, fizibilite çalışmasında bulunur ve hassas ölçüler ve çizgilerle ilerde ortaya çıkacak şeyin takdirâtını yaparız Öyle de, şu baş döndürücü sistemleri, atom âlemiyle insanların kendi aralarında ve kendi içlerindeki şu ölçü ve dengeyi plânsız, programsız ve ölçüsüz olarak düşünmek nasıl mümkün olabilir? Gördüğümüz bu baş döndürücü ahenk ve nizam bir saat veya binada gördüğümüzden daha aşağı mıdır ki, onlar hakkında kabul ettiğimiz plân ve projeyi diğerleri hakkında kabul etmeyelim? Çekirdek ve tohumlar kader yüklü sandukçalardır Geçireceği her bir safha ve ağacın bütün hayatı çekirdekte kaydedilmiştir Yapı itibariyle birbirinin aynı görünen ve aynı basit maddelerden meydana gelen pek çok çekirdek toprağa düştüğünde çeşit çeşit çiçekler, binler türde bitkiler ve ağaçlar meydana gelmektedir Herbir çekirdek, kaderin kendine biçtiği, ya da kendine kader yapılan ölçü içinde ilmî, mânevî bir suret ve şekil alıp, kendine has biçim ve elbiseyle toprak üstünde, gören gözlere kendini arz eder Binlerce terzi, yıllarca çalışsa, bir tek ağaca dahi böyle kusursuz bir elbise dikmeye muvaffak olamazlar Halbuki, dünya kurulduğu günden beri bütün ağaçlar, kendi elbiselerini kendileri yapmaktalar Bu yapılışı belli bir kadere vermeden izah etmek asla mümkün olamaz Şu muhteşem kainat sarayına bak! Teleskobun başına oturan bir insan 5 milyon ışık yılı öteleri görüyor Yani, bir nebüloz sönse, sen ancak onun söndüğünü 5 milyon ışık yılı sonra anlayabilirsin Veya sen ışık olsan o yıldıza gitmeye kalksan oraya ancak 5 milyon sene sonra varabilirsin İşte bu koskoca kâinat, bu baş döndürücü nizam, insanı hayrete sevkeden bir âhenk içinde seyrinde devam edip durmaktadır Ayrıca bu makro âlem ile, insan denen yeryüzünün halifesi normo âlem arasında da çok ciddi bir münasebet vardır ki, bu münasebet her iki âlem arasındaki dengeyi en hassas ölçülerle ayakta tutan Zât ve O’nun sonsuz ilim ve takdirini göstermektedir İnsanın uzuvları arasındaki tenasübü bütün kâinatta müşahede etmek mümkündür Jean haklıdır: Atomlar âlemini, insanlık âlemini ve diğer bütün âlemleri kuran Zât, bunların hepsini hendesî ölçülere göre kurmuştur Kâinatta gözle görülür bir hendese hakimdir Acaba bu hassas hendese, kâinatı en hassas ölçülere göre kuran bir Ezelî İlâhı isbata yeterli değil midir? İsterseniz meseleyi biraz daha avamileştirip anlatalım: Siz, basit dahi olsa bir bina yaptıracak olsanız, evvela bu mevzuda selahiyetli olduğunu kabul ettiğiniz birisine müracaat eder ve onun düşüncelerini alırsınız Zira statik adına yapacağınız en küçük bir yanlışlık bazen daha bina yapılır yapılmaz yıkılmasına sebep olabilir Onun için yapacağınız binanın statik hesabını yaptırmanız gerekecektir Bu basit bina kendine göre bir plân ve bir proje istemektedir Siz bina yapımına ancak bir sürü ön hazırlıktan sonra başlayabilirsiniz Yapacağınız binanın, bulunduğunuz belde ile münasebetini koruyabilmeniz için de imar plânına dikkat etmeniz ve binayı gösterilen yerde ve gösterilen şekilde yapmanız icap eder Bütün bu hassasiyet sadece basit bir bina içindir Halbuki, bütün kâinatta incelerden ince bir ölçü söz konusudur Misal mi istiyorsunuz: Ağzınıza aldığınız bir parça elma ile sizin aranızdaki münasebetteki hassasiyete bakıveriniz Elmanın tadı ile ağzınız, elmanın ihtiva ettiği vitaminlerle vücudunuz hatta, ağacın gölgesi ile sizin gölgeye olan ihtiyacınız ve sizin dışarıya çıkardığınız zehirli gazı onun yutması ve onun temizlediği havayı sizin ciğerinize doldurmanız, bu münasebetten sadece birkaçıdır Halbuki böyle yüzlerce münasebet bulmak mümkündür Meseleyi isterseniz bu kadar küçük dairede ele alın, isterseniz yıldızlar ve galaksiler çapında değerlendirin; her yerde en hassas ölçülerle ölçülmüş bir denge ve ölçü göreceksiniz Bir sperm asla yalan söylemez Zira belli bir plân ve programa göre hareket etmektedir Kromozomların dili, RNA ve DNA’nın şaşmaz vazifesi ve hücrelerin beyanıyla, ağzı, dili, dudağı, gözü, kaşı, kulağı, siması, duygu ve kabiliyetleriyle pek çok safhalardan geçip “İnsan olacağım” der ve olur Astrofizikçilere göre, kâinatın her noktasında hangi buudların var olduğu ve bu noktalarda hangi manyetik etkinin ne tarzda bulunduğu bellidir Çünkü, geometrik yerler ve kuvvetlerin şiddeti önceden vardır Kompüterlerin keşfiyle de anlaşılmıştır ki, kâinatta yaratılan her varlık yaratılışıyla birlikte programlanmaktadır Bu atomlardan yıldızlara kadar böyledir Levh-i Mahfuzda herşey tayin ve tesbit edilmiştir İşte biz buna kader diyoruz Ancak burada bir hususu belirtmekte fayda var: Baştan buraya kadar söylediklerimiz cebrî kader ile alâkalıdır Yani insan iradesinin söz konusu olmadığı, kâinatın umumunda carî olan kaderdir Bu kader âlemşümuldür Orada insanın iradesi asla nazara alınmaz Allah (cc) yaratır ve yaratacağı şeyi hiç kimseye sormaz O Cebbar’dır Şu kadar var ki, her yaratmasında bir de hikmet vardır Fakat hikmet bağlayıcı değildir Zira Allah (cc) ·“O her istediğini yapandır”(Burûc 85/16) Dünya, yaratıldığı günden beri hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında bu cebrî kaderin sevkiyle dönüp durmaktadır Bu dönüşe hiç kimse “dur!” diyemez Güneş ile ay, amansız bir yarışa girmiştir Bu yarışa hiç kimse sed çekemez Çünkü bu hareket ve bu yarışta tamamen cebrî bir kaderin hakimiyeti vardır Herşey o kadere boyun eğmek zorundadır 3 KADER VİCDANÎ BİR MESELEDİR Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, Peygamberimiz (sav)’in peygamber oluşunu çeşitli ilmî delillerle isbat etmek mümkündür Hatta öldükten sonra dirilme meselesini dahi ilmî delillerle isbat edebiliriz Fakat kader öyle değildir O hâlî ve vicdânî bir meseledir İlmî ve nazarî değildir İnsan kadere, îmândaki derecesine göre inanır ve kader meselesini kendi istiab ve kapasitesi ölçüsünde kabullenir, idrak eder Nice insanlar vardır ki, bütün bir hayat boyu çok şey görüp geçirmişlerdir ama, kadere ait en küçük bir meseleyi dahi kavrayamadan çekip gitmişlerdir Vicdanlarında kader sırrını anlamaya hiç yer ayırmamış bu kişiler cidden kemtalih insanlardır Onlara acımamak elde değildir Fakat, “zarara kendi iradesiyle razı olan da acımaya müstehak değildir” Bunlar, icraatlarının verâsında, Cenâb-ı Hakk’ın icraatının mevcudiyetini sezememişlerdir Gözleri fersizdir, bakışları, yapacakları işlerin daha önce ilmî plânda Cenâb-ı Hakk tarafından tesbit edilmiş olduğu hakikatine ulaşamamış kimselerdir Bunların hayatları ibtidâîlik içinde geçer gider Böyle insanların i’tizâlî düşüncelere düşmemesi de çok zordur 4 KADER İNANCININ GETİRDİKLERİ Kader meselesine vâkıf olan ve merhale merhale vicdanında kadere ait sırları düğüm çözüyor gibi çözen bir insan ise, neticede bütün herşeyi Cenâb-ı Hakk’a verir ve şu âyetinin anlattığı hakikata ulaşır Âyet: “Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı” (Saffât, 37/96) buyurmaktadır Bizim her türlü fiilimizi yaratan Allah’tır Yememiz, içmemiz, yatmamız, kalkmamız, düşünmemiz ve konuşmamız hep Allah tarafından yaratılmaktadır Aslında yaratılmış olarak ne varsa hepsi Allah’ın mahlûkudur İşte müntehî, bu hakikatı çok çıplak olarak görür Bir başkasının gün ortasında güneşi görmesi ne ise, müntehînin vicdânî sülûkuyla elde ettiği görüş berraklığı da aynı şekildedir Durum böyle olunca, müntehînin de cebre düşmemesi oldukça zordur İş, Cenâb-ı Hakk’a verile verile, neticede teklif ve mes’ûliyet ortadan kalkmasın diye irade devreye girer İnsana “Sen mes’ulsün” der, ona mes’ûliyetini hatırlatır Yapılan güzel işler karşısında gurura düşmemek için de kader devreye girer “Mağrur olma yapan sen değilsin!” diyerek insanı gurura düşmekten kurtarır Böylece insan dengeyi kurar ve böyle yaşadığı müddetçe de hep dengeli kalabilir İnsan kendisinden sadır olan güzellikleri sahiplenemez Çünkü bütün o güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın plânıdır Aksi halde, gizli bir şirk içine girilmiş olunur Çünkü güzellikleri veren doğrudan doğruya Allah’tır İnsanın nefsi hiçbir zaman güzeli ve güzel şeyleri istemez Elbette ki burada “güzel”den kastımız, bizâtihi güzel olan şeylerdir Yoksa biz, nefsin hoşuna gidecek şeyleri güzel olarak kabul etmiyoruz Evet, nefis hakiki güzelin ve güzelliğin daima düşmanı olagelmiştir, her zaman da düşmanı olacaktır Çünkü nefsin yapısı budur Kötülüğü isteyen ise nefistir Öyleyse kötülüğe ait mes’ûliyet tamamen nefse aittir İşte âyet, bu iki ana esası birleştirir ve şöyle buyurur: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, her kötülük de nefsindendir” (Nisa, 4/79) Sen, sana ait mehasin ile mağrur olamazsın Çünkü o mehasin bizzat senin değildir Güzellik adına ne varsa hepsi Cenâb-ı Hakk’ın sana ihsanıdır İhsan ise şükür ve mahviyet ister Günahlara gelince, onların yaratılmasında senin cüz’î ihtiyarın bir şartı âdidir Öyle ise mes’ûliyet senin nefsine aittir Zira sen neye meyletmiş, ne yapmayı düşünmüş veya meylinde nasıl tasarruf yapmışsan Cenâb-ı Hakk da onu yaratmıştır Ancak bütün bu anlattıklarımız da yine hâl ve vicdanla anlaşılacak hususlardandır Yani, içinden geçen meyile veya meyildeki tasarrufa tek şahid vardır; o da vicdandır Cenâb-ı Hakk, kendi ilmine ve kendi bildiğine senin vicdanını şâhid tutmuştur Mübtedî, yani işin daha başında olan bir insan da kadere inanır, ama o, maziye ve başa gelen musibetlere kader açısından bakar ve binlerce belâ u musibetle çepe-çevre kuşatılmış olduğu bir hengâmda, “Cenâb-ı Hakk’ın benim hakkımdaki takdiri budur” der ve ümitsizliğe düşmekten kurtulur İstikbâl ve ma‘siyete bakarken de irade açısından bakar “Nasıl olsa elde edeceğim herşey kaderimde varsa olacaktır” deyip tembel tembel oturamaz veya niyetlendiği günaha karşı kaderi, kendisi için bir teselli vasıtası olarak kullanamaz Zira Cenâb-ı Hakk: “Doğrusu insan için çalıştığından başkası yoktur” (Necm 53/39) buyurmaktadır Evet, iyiyi de kötüyü de Allah yaratır Çünkü yaratma sadece O’na mahsustur Fakat kötülüğü kim isterse cezayı da o çeker Bu şekilde inanma işin başındakiler için bir esasdır Bunun ötesinde bir mübtedînin daha da ileri gidip, kader meselesini kurcalaması, teferruata ait meseleleri dile dolaması tecviz edilemez Zira kader, çok hassas ve ayakları kaydıran bir meseledir İmam-ı Azam, talebelerini, bu gibi meseleleri münakaşa etmekten men’ederdi Kendisine “Sen niçin konuşuyorsun?” dediklerinde “Ben, başımda bir kuş var da onu uçururum endişesiyle tirtir titreyerek konuşuyorum” buyururlarmış Yani demek istiyor ki, “sizler konuşurken hasmınıza galip gelmek için konuşuyorsunuz Hasmınızın yanılmaları sizi sevindiriyor Onun için de sizi böyle meseleleri konuşmaktan menediyorum” Bu mevzûdaki hassasiyet, anlatılan meselenin mantıkî oluşuna gölge düşürmez Fakat bazı meseleleri konuşurken ulu orta konuşmak doğru değildir Bilhassa kader mes’elesi, mahir bir kuyumcu veya bir kimyager titizliği istemektedir 5 KADER İLE İRÂDE BİRBİRİNE ZIT DEĞİLDİR Esas itibariyle, insan irâdesiyle kader arasında bir zıddiyet ve münâfât yoktur İnsan irâdesiyle kader, omuz omuzadır İnsanlar işledikleri sevaplarla cennete, günahlarla da cehenneme gitmeleri bir vak’a ise, bunların kader dilinde, Cenâb-ı Hakk tarafından tasdik edilmesi, bir bakıma irâdelerinin te’yid edilmesidir Demek insanda, onu hayra, sevaba ve cennete sevkeden veya tamamen tersine, kötüye, günaha ve cehenneme yuvarlanmasına sebep olan bir güç var ki, takdire esas teşkil ediyor İşte bu güç irâdedir Ve bu irâdenin var olması Allah’ın takdirine mâni değildir Esasen bütün fiillerimiz için de böyle düşünebiliriz Meselâ, elimizi kaldırmak istediğimizde, fizikî bir ârıza söz konusu değilse, elimizi kaldırabilir; konuşmak istediğimizde de konuşabiliriz Bu fiilleri işlemeye muktedir oluşumuz bize birşeyi, yani bizde bir irâdenin oluşunu isbat eder İster buna irâde, ister cüz’-i ihtiyarî, isterse meşîet veya dileme deyin, netice değişmeyecektir Mahiyetini bilmediğimiz bu şeyin varlığı her türlü isbat gayretinin üstünde, gün gibi ayândır İlâhî takdirin ma’nâsına gelince; sanki Cenâb-ı Hakk, insana şöyle demektedir: “Ben, şu zamanda, iradeni şu istikamette kullanacağını biliyorum Onun için de senin hakkında bu işi o şekilde takdir buyuruyorum” İşte bu, iradeyi te’yid etmek demektir Evet, eşyayı yaratan Allah’tır Ancak insan iradesinin söz konusu olduğu yerde, yapılan takdirde, insan iradesinin hangi tarafa sarfedileceği Cenâb-ı Hakk tarafından bilinmekte ve takdir ona göre yapılmaktadır Öyle ise kader, insan iradesini te’yid ediyor, ibtal etmiyor Yani, bir bakıma kader, insan iradesini de içine alıp kuşatıyor, ihata ediyor Bu ise iradeyi te’yid etmek demektir; ibtal etmek, nefyetmek değildir 6 KADER İLİM NEV’İNDENDİR Kader, Cenâb-ı Hakk’ın ilminde eşyaya biçilen bir plân ve projedir Birşeyi bilmek ise o şeyi vücuda getirmek, demek değildir Meselâ, siz kafanızda bin tane binanın plânını tutsanız, yüzlerce fabrikanın fizibilitesini tasarlasanız bunlardan hiçbiri sırf kafanızda tuttuğunuzdan dolayı vücuda gelmez Onların vücuda gelmesi için, irâde ve kudrete ihtiyaç vardır Aksi halde, kafanızda tasarladığınız bina veya fabrikayı sadece siz bilirsiniz Hayalen onun içinde dolaşır durursunuz ve hayalinizdeki en küçük bir kesinti de o fabrika veya o binayı ortadan kaldırıverir Hatta, muhayyileniz yardımını kestiğinden dolayı hiç düşünmemiş ve tasarlamamış gibi olursunuz Bir kere daha hatırlatalım ki, kader ilim nev’indendir İlim ise daima ma’lûma tâbidir Yani birşey nasılsa ve nasıl olacaksa öyle bilinir Yoksa, ma’lûm ilme tâbi değildir Durum böyle olunca, bizim ne yapacağımızı, iradelerimizi nasıl kullanacağımızı Cenâb-ı Hakk biliyor ve takdirini de bildiği istikamette yapıyor O’nun ilmi muhittir, herşeyi kuşatmıştır -“Cenâb-ı Hakk’ın ilmine tâbidir” şeklinde bir ifade kullanmak sû-i edeptir Biz bu tâbiri sadece meseleyi akla ve anlayışımıza yaklaştırmak için kullanıyoruz- Bir tren düşünelim Bu trenin iki istasyon arasında katedeceği mesafe, zamanlama açısından bellidir İnce hesaplarla hesaplanmış bu netice, trenin hareketinden çok önce bilinir ve bazen de bu ma’lûmat matbû hâle getirilir İşte bu bilinen netice bir plân ve projedir Mes’eleyi, mevzûmuza teşmil ve kıyas edecek olursak biz buna “Kader” deriz Şu kadar var ki, elimizdeki bu ma’lûmat ve kader, treni harekete geçiren cebrî bir güç değildir Yani tren bu plân ve projeden dolayı, denilen saatte, denilen istasyona gitmiyor, belki tren o vakitlerde oralara gideceği için bu plân ve projede, yani trenin kaderinde bu böyle yazılıp kaydediliyor Çünkü ilim malûma tâbidir Nasıl olacaksa öyle bilinmekte ve hakkındaki takdir ona göre yapılmaktadır Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, manzarı a’lâdan (çok yüksek bir nokta) olmuş ve olacak bütün eşyaya bir anda ve bir noktaya baktığı gibi bakar O’nun ilminde, sebep-netice, illet-ma’lûl, başlangıç ve sonuç iç içedir ve hepsi tek noktanın içine sıkıştırılmıştır O’nun için orada evvel-âhir, önce ve sonra diye birşey yoktur Yani Cenâb-ı Hakk’ın ilmi herşeyi, bütün yönleriyle kuşatmıştır Takdirini de bu ilmiyle yapmaktadır Öyleyse bu takdir, iradî fiillerde, irade devre dışı tutularak yapılmamıştır İnsanın bütün yaptıkları, daha önce Levh-i Mahfuz’a kaydedilmiş şeylerdir Daha sonra onun boynuna takılan kader bu Levh-i Mahfuz’dan istinsah edilmiştir “Her insanın amelini boynuna doladık” (İsra, 17/13) âyeti†de†bize bu hakikati anlatmaktadır Evet, insanın yapacağı herşey önceden yazılmıştır İnsan yaptıklarıyla sadece kendi hakkında yazılmış olanı yerine getirmektedir Ancak bu yazılma, insanın yapacakları önceden bilindiği içindir Yoksa insanı zorlayıcı bir güç ve kuvvet değildir İnsanın boynuna asılan bu defterle, insanın fiillerinin melekler tarafından yazıldığı defter yan yana getirildiğinde görülecektir ki, insan teker teker kendisi için daha önce yazılandan başka birşey yapmamıştır Sonra Cenâb-ı Hakk, bu defteri insana okutacak ve hesabı da bu deftere göre görecektir Burada, dolayısıyla şu hususa da işaret etmek istiyorum; ruh meselesiyle ciddî meşgul olan kimseler, ruhun aynı zamanda insan dublesi olduğunu söylerler Yani misâlî bedenin yanıbaşında, insanın sergüzeşt-i hayatına dair takdir ve tayinlerin yazıldığı ikinci bir yönü bulunduğuna dikkat çekerler Dolayısıyla ruhun belli mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olunduğu zaman, başından geçenlere de belirli oranda vâkıf olunabileceğini ileri sürmektedirler Zâten, ilm-i kıyafet ile, yani, maddî yapının ifade ettiği ma’nâlarla uğraşanlar, elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme aksedişinin bir ifadesi olarak kişinin başından geçecek şeyleri kısmen de olsa söyleyebilmektedirler Hatta basiret ve firaseti açık kimseler, çehresine baktıkları insanın simasında, onun bir kısım mukadderatını sezebilirler Bunlar gaybı bilmek değildir Çünkü onlara göre kadere ait sırlar, işaretler şeklinde insan vücudunda şekillenmiş durumdadır Bu işaretleri bilmeyenlere göre söylenenler gaybî olsa dahi, hakiki ma’nâda gayb bu kabil ma’lûmatla sınırlı tutulamaz Yâni bu söylediklerimiz, “Gaybı ancak Allah bilir” hükmüne zıd değildir Allah’ın cismaniyetimize yerleştirdiği işâret ve alâmetlere bakarak, kaderi okumaya çalışmak, Saadet Asrı’nda da rastladığımız bir ilimdir O zaman bunu yapanlara “Kâif” denirdi Efendimiz (sav) bu ilmin karşısına çıkmadığı gibi, bir defasında kendisi de bir kâif getirmiş ve haklarında dedikodu yapılan Üsame b Zeyd ile, Zeyd b Harise’ye baktırmıştı -Zeyd Efendimiz’in azadlısıydı Üsame de onun oğluydu Ancak Zeyd’in aksine Üsame beyaz tenliydi Bunun için de halk arasında bu meselenin kritiği yapılıyordu- Efendimiz, birgün her ikisi de uyurken üstlerini örttürdü ve sadece ayakları görünüyordu Getirdiği kâif de uyuyanları tanımıyordu Ayaklarına bakarak: “Bu ayaklar birbiriyle alâkalı” dedi Allah Resûlü (sav) de sevinçle Hz Âişe’nin (ranha) yanına giderek bu durumu haber verdi: “Üsâme Zeyd’dendir ya Âişe” dedi1 Fakat burada bir kâif getirmekle, halka mâl olmuş bulunan ve içtimâî hayatta bir yeri olan bu müesseseyi halkın bakış açısına uygun bir delil olarak kullanmak istemişti Kâifin söylediği ile kendi bildiği arasında da bir zıtlık yoktu Onun için de kâifin söylediğinin halka mâl olmasını arzu ediyordu İRADENİN FONKSİYONU Biz, insan iradesine mevcud nazarıyla bakmıyoruz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dediğimiz ve Müslümanların, itikadî meselelerde ekseriyetini temsil eden görüşe göre bu böyledir Varlığımızı meydana getiren bütün uzuvları teker teker sayarak onların mevcud olduğunu ve Allah tarafından yaratılmış bulunduklarını kabul ederiz Meselâ, benim bir başım vardır, bu bir mevcuddur ve Allah tarafından yaratılmıştır Bir burnum var, o da Allah tarafından yaratılmıştır Ayaklarım var, kollarım var, gözlerim var ve bütün bunlar Allah tarafından yaratılmıştır Ancak irade için aynı cümleyi tekrar edemeyiz İrademiz vardır; fakat hâricî bir vücudu olmadığı için yaratılmış değildir Onun için biz irademize mevcud nazarıyla bakamayız Mevcud olmayan şeyler yaratılmayan şeylerdir ama bütün bunlar da Allah tarafından bilinir Yani ilmî plânda onların da bir vücudu vardır Fakat onlara irade ve kudret taalluk etmemiştir Eğer aksi bahis mevzûu olsaydı, yani irademiz de diğer uzviyatımız gibi haricî vücud noktasında var ve yaratılmış olsaydı işte o zaman araya cebir girerdi Nasıl Cenâb-ı Hakk, bizi yaratırken cebrî olarak yarattı Bizi bize sormadı Onun gibi irademiz de böyle yaratılmış olsaydı, işlenenlerin hiçbirinden mes’ul olma gibi bir durum söz konusu edilemezdi Tabiî ki hiç kimse yaptığı hasenâta mukabil mükâfat da talep edemezdi Çünkü ne iyiliği ne de kötülüğü yapan başka türlü yapmaya muktedir olamazdı Halbuki burada durum böyle değildir İnsan iradesi bizzat mevcud olarak yaratılmamıştır Belki ona itibarî bir vücud verilmiştir Hendesedeki itibarî ve farazî hatlar gibi, irade ve cüz’-i ihtiyarînin de itibarî ve farazî bir vücudu vardır Böyle bir varlığı ve böyle bir vücudu ise, herhangi bir tartı ve ölçü ile değerlendirmek mümkün değildir İşte irade, hiçbir ağırlığı olmayan böyle izafî bir vücuda sahiptir Şu kadar var ki o, Cenâb-ı Hakk’ın icraat ve yaratmasına bir şart-ı âdîdir Yani o kendine düşeni yaptığı zaman -ki bu ya meyelandır ya da meyelandaki tasarruftur- Cenâb-ı Hakk onun istediği fiili yaratır Demek oluyor ki, ister meyelan, isterse meyelandaki tasarruf, haddizâtında haricî bir vücuda sahip olmamakla beraber, yaratma işi bu meyelan veya meyelandaki tasarrufa bağlı kılındığı içindir ki, irade apayrı bir değer ve kıymet kazanmaktadır İsterseniz bunu da avamca bir misâlle müşahhaslaştıralım Elimizdeki plân ve projenin, binanın yapılması adına hiçbir tesir ve müdâhalesi yoktur Bu plân ve projeyi isterseniz hergün yanınızda taşıyın ve gözünüzü ondan hiç ayırmayın, binanın yapımı adına bir milim mesafe alamazsınız Bu yönüyle plân ve projenin hiçbir değer ve kıymeti yoktur Ama siz ne zaman binanın yapımı işine mübaşeret ederseniz, işte o zaman bu plân ve proje apayrı bir değer ve kıymet kazanacaktır Çünkü o olmadan sizin böyle bir bina yapmanız mümkün değildir İnsanın iradesi de böyle bir plân ve proje gibidir Aynen o da farazî hatlardan ve çizgilerden ibarettir “Cüz’-i ihtiyarî” veya “irade-i cüz’iye” dediğimiz bu plânın ifade ettiği ma’nâyı vücuda getirecek ise Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasıdır Fakat dikkat edilecek olursa, Allah’ın yaratması bu plâna göre olmaktadır Zaten mes’ûliyetin kaynağı da iradeye ait bu fonksiyondur Bizim irademiz zâtında kıymet ve ağırlığı olmayan birşey olsa bile, işlerimizi yaratacak olan Allah, bu plân üzerine yaratacağı için, biz bu yaratılacak şeye sebebiyet vermekteyiz Yaratılmasına sebep olduğumuz “hasenât” ise mükafât kazanırız; yok eğer “seyyiât” ise cezaya çarptırılırız Görülüyor ki, çok mühim ve büyük neticeler hep bu farazî, nazarî ve şart-ı âdî olan irade üzerinde dönüp durmaktadır Öyle ise mutlak cebir yoktur; ancak şartlı cebir vardır Yaratan Allah’tır; ama insanın iradesini kendi yaratmasına âdî bir şart yapmıştır İnsan bu noktada iyi düşünmeli ve kader ile irade arasındaki dengeyi korumalıdır Esasen kader mevzûunun en mu’dil mes’elelerinden birine girmiş olduk Onun için mevzûu birkaç misâlle anlatmaya çalışalım: Siz büyük bir elektrik mekanizmasının düğmesine dokunuyorsunuz Halbuki bu büyük mekanizmayı hazırlayan başkasıdır O, öyle bir sistem kurmuştur ki, siz düğmeye dokunur dokunmaz âdeta bütün cihanı ışığa boğuyorsunuz Yaptığınız bu küçük işle meydana gelen bu büyük netice arasında ma’kul bir münasebet görülmüyor Sebep ve netice arasında hiçbir tenasüp ve uygunluk yok Bu bir bakıma peygamberin mucizeleri gibi Diğer taraftan fizik dünyamızla alâkalı olan işlere de bunu kıyas edebiliriz İşte, size yediğiniz bir lokmanın serencamesi: Siz diyorsunuz ki “Yemek yedik” Ben de diyorum ki “Hayır, yemek yemedik Allah bize yemek yedirdi” Belki benim bu sözümü siz, evvela, bir saygı ifadesi olarak kabulleneceksiniz Fakat mes’elenin tetkikini yaptığınızda göreceksiniz ki, esas doğru olan benim söylediğimmiş Nasıl mı? İşte bakın: Lokmayı ağzımıza götürüyoruz O lokmayı bize kim verdi? O lokma o hâle gelinceye kadar hangi devrelerden geçti? Güneş ona nasıl ocaklık yaptı? Zemin onu hangi şartlarda yetiştirdi? Kimin suyu ile suladınız ve ona kimin havasını teneffüs ettirdiniz? Daha sonra ağzınıza götürdüğünüz o lokmayı başka bir mekanizma devralır Ondan sonra olup bitenlerden ise, ne bir haberiniz ne de müdâhaleniz olur Yemek yemeyi ve yenileni hazmetmeyi kendi iradenizle yapmaya çalışsanız, bazen dilinizi çiğnersiniz, bazen mideyi çalıştırmayı unutursunuz, bazen de mideyi çalıştırmaktan usanır ve bağırsaklara öğütülmemiş şeyler gönderirsiniz Halbuki lokma ağzımıza girdiği anda, hatta bazen onu sadece görmekle ağzımız sulanmaya başlar Ağzımıza aldığımız lokmanın çeşidine göre bir kısım asitler ifraz edilir İfraz edilen asidin miktarı ağzımızdaki lokmanın durumuna göre değişir Miktar ve çeşit ne olursa olsun aynı asitler salgılanacak olsaydı hiçbir zaman istenen netice hâsıl olmazdı Demek ki salgı bezleri faaliyete geçerken ağzımıza aldığımız lokmanın hazmının güçlük veya kolaylığına göre bir fonksiyon icra ediyor Midenin faaliyeti çok daha komplekstir O da vazifesini en küçük teferruatına kadar yerine getirir Sonra on iki parmak bağırsağı ve karaciğer de kendilerine ait vazifeyi yerine getirirler Karaciğer ki üçyüze yakın iş görmektedir Fakat harıl harıl çalışan içimizdeki bu fabrikadan hiçbirimizin haberi yoktur Orada herşey alabildiğine sessizdir Daha sonra bağırsaklar faaliyete geçer Kılcalları vasıtasıyla besinleri emmek ve damarlara aktarmak bağırsakların vazifeleri arasındadır Böbrekte süzülme olur Zararlı maddelerin idrar yollarını tıkamasına meydan verilmez Böbrek faaliyetini sürdürürken, çalıştırdığı işçilerin yarısına iş gördürür, diğer yarısını ise ihtiyat kuvveti olarak yedekte bekletir Sonra da ifrazat anındaki kolaylıkları hasıl edecek faaliyet seyri içine girilir Şimdi lokmayı ağzımıza koyduk, bu andan son neticeye kadar bütün olup bitenleri, birer malumat olarak bilsek bile, faaliyette hiçbir dahlimiz ve müdâhalemiz olmaz Bütün bu faaliyetleri yaratan doğrudan doğruya Allah’tır Öyleyse mes’eleyi tekrar edelim, “yemek yedim” demek mi doğrudur yoksa “Allah yedirdi” demek mi? Ama biz mecâzî bir ifade yolunu seçiyor ve “Yemek yedik” diyoruz Kelimeyi hakiki ma’nâsında kullanmamız gerekirse “Allah yedirdi” dememiz icap eder İşte mes’eleye bu noktadan baktığımızda, irademizle yaptığımız işlerde de durumun çok farklı olmadığını görürüz Onun için bir teşbihle mes’eleyi mucizeye benzetmiş olduk Bu benzetişteki ortak benzerlik (vech-i şebeh) her ikisinde de tenâsüb-ü illiyet prensibinin olmayışıdır Bu şuna benzer: Koskocaman bir saray düşünün ki yanında bir karınca duruyor Kalkıp da biri: “Bu sarayı bu karınca yaptı” derse, işte bu söz tenasüb-ü illiyet prensibine göre inandırıcı olmaz Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de böyledir Onun içindir ki bu mucizeler peygamberin peygamberliğine delil oluyor Yani, biz bir beşerin elinden böyle hârikulâde eşyanın zuhurunu imkânsız gördüğümüz için mecburen diyoruz ki, -aslında öyledir de- bu mûcizeler o peygambere Allah tarafından veriliyor İşte, bu hususlara binâen, bizim farazî bir hattan ibaret olan cüz’î iradelerimize bina edilmiş fiillerde de durum aynıdır Meselâ, Efendimiz eliyle işaret ediyor ve ay iki parça oluyor2 Aynı elin parmakları bir başka zaman on musluklu çeşme hâline geliyor3 Meydana gelen bu neticeleri, zahiren sebep gibi görünen eşyaya bina etmek mümkün olmadığı gibi, iradelerimize bina edilen bütün fiilleri de kendimize isnad etmemiz mümkün değildir Her ikisini de yaratan Allah’tır “Sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” (Sâffât, 37/96) diyerek bize bu hakikati ihtar ediyor Bu mes’eleyi kabullenmek dinî bir zarurettir Peygamber Efendimiz bu zarurete işaret buyurmuş ve itizâlî düşüncelere düşenleri bu ümmetin Mecûsîleri olarak vasıflandırmış ve “Her ümmetin, Mecûsileri vardır Bu ümmetin Mecûsileri ise ‘kader yoktur’ diyenlerdir”4 buyurmuştur Zira onlar hayır ve şerri Allah’a vermemekte ve kulu kendi fiilinin yaratıcısı kabul etmektedirler Önceleri “Kaderiye” ismi cebre kail olanlara verilmişti Ancak daha sonra hadîsin ma’nâsına uygun olarak bu isim kaderi inkâr edenlere verildi ve böylece isim hakiki sahibini bulmuş oldu Günümüzde “Kaderiye” yine Mu’tezile mezhebine denir ki, az farklılıkla eski mevcudiyetini muhafaza etmektedir İnsanın yaptığı işlerde kendine ait hiçbir fonksiyon yoktur düşüncesi de Cebriye mezhebine aittir Halbuki yukarıda da ısrarla üzerinde durduğumuz gibi, bu görüş de doğru değildir Ehl-i Sünnet mezhebi ise her ikisinden aldığı hakikatla orta yolu temsil eder Bu yol ifrat ve tefritten korunmuş yoldur Fiilimizi yaratan Allah’tır, fakat isteyen, talep eden bizleriz Öyle ise mes’uliyet bize aittir İşte Ehl-i Sünnet görüşü de budur! 8 İNSAN İRADESİ ve ALLAH’IN DİLEMESİ İnsan her ne kadar ihtiyar sahibi ise de, emir ve irade Allah’a aittir O’ndan emir gelmeyince hiçbir şey olmaz O irade etmeyince hiçbir nesne vücuda gelemez! O dilememiş olsaydı, bugün ne zaman ne de mekan bulunurdu O, var ettiği şeyleri devam ettirmeseydi, herşey toz-duman olur giderdi Yokluğun bağrına varlık incilerini saçan O, perde perde yokluk karanlıkları içinde gök kapılarını açan O, kâinatları okunsun ve temâşâ edilsin diye bir kitap, bir meşher gibi tanzim edip, sonra da çehresine ışık saçan yine O’dur Çeşmeler, çaylar O’ndan aldıkları emirlerle gürül gürül akarlar Taşlar, kayalar, O’nun emirleriyle parça parça olur, toprak kesilir ve bağırlarını tohumlara açarlar Ovalar, obalar, O’ndan aldıkları emirlerle en göz kamaştırıcı fistanlara bürünür, yer ve gök ehline gamzeler çakarlar O’ndan gelen esintilerle, her sene yeryüzü bir baştan bir başa cennetlere döner bağlar bahçeler birkaç kere meyvelerle kızarır kuşlar, kuşçuklar coşar-oynar; canlı cansız herşey lisan kesilir ve yürekleri hoplatan bir talâkatla O’nu haykırır Bu uçsuz-bucaksız kâinatta, hiç kimse O’na karşı mülk da’vâsında bulunamaz Yeryüzü, çeşmeleri, çayları ve engin denizleriyle O’nun rahmetinden küçük birer damla, canlı-cansız bütün varlık O’nun servetinden sadece birer zerredir O’nun nimetleri, iki kutup arasındaki rakamlarla ifade edilemeyecek kadar çok ve bütün bu göz kamaştırıcı nimetlere karşı minnet ve şükran da O’na mahsustur Her yerde gördüğümüz kâinat çapındaki bu engin tasarruf ve ihsanlar O’na ait olduğu gibi, insan-oğlunun eliyle gerçekleştirilen bütün hayırlar, bütün bereketler, feyizler de O’na aittir İmanlı gönülleri itminanla donatan O, hakikat erlerine ahlâk ve hikmet öğreten O, secdeli başlara ışığa giden yolları gösteren de yine O’dur O’nun inayetini tanımayan sa’y ve gayretler boş, O’nun korumadığı semereler de gelip geçici seraptan ibarettir Hizmetler, O’nun hoşnutluğu düşünülerek yapılırsa ibadet olur Bu mübârek ibadet de O’nun sahip çıkıp korumasıyla büyür, gelişir ve onu eda edip ortaya koyanların kurtuluşuna vesile olur Yoksa, yalınayak, başı açık hayallerle ne bir yere varılabilir ne de onlarla sırat geçilir “Ben yaptım, ben tertip ettim, ben yol gösterdim” gibi iddialı sözler, insanların dudakları arasından dökülse bile, şeytana ait hırıltılar olduğunda şüphe yoktur En küçük şeylere en büyük işleri yaptırıp, karıncaya Firavun’un sarayını harap ettiren Allah’tır! Kâinatın her yanında O’nun mülkünün bayrağı dalgalanır O bayrağın gölgesine sığınmayanlar -gölgesi başımızdan eksik olmasın- kendilerine yazık etmiş olurlar Yer-gök O’nun hükmü altındadır Elimiz-ayağımız, gözümüz-kulağımız, dilimiz-dudağımız, kalbimiz-vicdanımız O’nun geniş mülkünde küçük birer et parçası ve minik birer duygu vasıtasından ibarettir Bütün bunlar O’nun olduğu gibi onlardan elde edilen faide ve semereler de O’na aittir O, bu duygu ve uzuvları bize vermeseydi, biz nasıl “ağzımız-burnumuz, gözümüz-kulağımız” diyebilecektik! O, bunlara terettüb eden meyveleri yaratmasaydı, kalkıp kendimize mal ettiğimiz bu semerelerden kaçta kaçına sahip olabilecektik! Dünya, O’nun buyruğuyla dönüp durmakta, yeryüzü O’nun cömertliğiyle dolup taşmaktadır Bundan dolayıdır ki, varlığı, O’ndan başkasına isnad etmek, affedilmez kaba bir nankörlük; nimet ve ihsanları arkasında O’nun elini görmemek de utandırıcı bir şirktir Ey Rahmeti Sonsuz! Şeytanın bile ümit bağladığı, o engin rahmetin hürmetine, “Ben, ben” diyen görgüsüz ve saygısızların gözlerinden perdeyi kaldır teklif düğümünü azıcık çöz hayranlık duyulacak iş ve icraatını şaşkınlıkla seyredenlere bir kısım cilveler göster ve boşlukta olan gönülleri marifetinle doyur! |
Kaza Ve Kader-1 |
08-02-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Kaza Ve Kader-19 ÂYET ve HADÎSLERİN AYDINLATICI TAYFLARI ALTINDA KADER Kader mes’elesi, ancak aşağıda zikredeceğimiz âyet ve hadîslerin ışığı altında ele alınır ve işlenirse Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışına uygunluk sağlanmış olur Yoksa ya itizalî ya da cebrî düşüncelere kaymaktan kurtulamayız Onun için bu bölümde mevzû ile alâkalı âyet ve hadîsleri ele alıp tahlil etmeyi düşünüyoruz Bir âyette Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki Biz onu yaratmadan önce o bir kitapta bulunmasın Doğrusu bu Allah’a kolaydır” (Hadid, 57/22) Gökten, yerden ve nefsinizden size, ne zaman ve nasıl bir musibet isabet ederse etsin, o musibet gök, yer ve nefsiniz yaratılmadan evvel takdir ve tayin edilmiştir Evet, herşey önceden yazılıp çizilmiştir ve olanların hepsi bu tesbit çizgisi içinde cereyan etmektedir Mes’eleye bu şekilde inanma, bu şekilde yaklaşma Muhammedî yolda yürümenin gereğidir İnhiraflar ise, inhirafın büyüklüğüne, küçüklüğüne göre sapıklık ve dalâlettir Kader mes’elesine delâlet eden âyetlere kitabımızın başında işaret etmiştik Şimdi onları tefsir eden birçok hadîs-i şeriften birkaç tanesini aktarmak istiyoruz: 1 Abdullah b Amr b As rivayet ediyor: Efendimiz şöyle buyurdular: “Allah, gökleri ve yeri yaratmadan ellibin sene evvel mahlukatın kaderlerini tayin ve tesbit etmiştir Ve arşı su üzerindeydi”5 Bu ellibin sene, hangi zaman kıstaslarına göredir, bilemiyoruz Belki de dünyamıza ait zaman ölçüsüne vurulursa bu elli bin sene de olabilir Elli milyon sene de Hatta kesretten kinaye de söylemiş olabilir kesin birşey söyleyemiyoruz Gök ve yer yaratılmadan, göklerin ve yerin semeresi beşer halkedilmeden ellibin sene önce meşhergâh-ı âlemde teşhir edilecek olan herşey tayin ve tesbit edilmiş bulunmaktadır Hadîsin devamında “ ve arşı mâ üzerindeydi” denilmektedir ki, bu mes’elenin derinlemesine tahlilini bir başka eserimizde yaptığımız için burada onu söz konusu etmeyeceğiz “Mâ” belki birçok muhaddisin dediği gibi “Amâ” maddesidir Belki de “Esir”dir Allah’ın arşı, atomların, partiküllerin asıl maddesi olan esir üzerindeydi Belki varlıklar o zaman esirî vücudlarıyla vardılar Bunu bilmemiz hiçbir zaman mümkün değildir Çünkü biz de, babamız Âdem de henüz yoktu Kâinat da yoktu Hilkatin semasında henüz bir şimşek bile çakmamıştı 2 Ubâde b Sâmit vefat edeceği ân etrafında toplanan çocuklarına şunları anlatıyordu: “Evladcığım, sen, sana gelecek şeyler gelmeden evvel tayin ve tesbit edildiğini ve sonra da hiç şaşırmadan sana geldiğini kabul etmedikten sonra îmanın tadını tatmış olamazsın (Vicdanında îmanın zevkine ulaşmış olamazsın Îmandan matlup neticeyi elde edemez ve zevk-i ruhânîyi duyamazsın) Ben Rasul-ü Ekrem Aleyhisselam’dan işittim Buyurdular ki, “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir Allah, kalemi yaratır yaratmaz ona “Yaz” emrini verdi Kalem “Ey Rabbim neyi yazayım?” dedi Cenâb-ı Hakk “Kıyamete kadar olan her şeyin kaderlerini yaz!” buyurdu Ve sonra Allah Rasulü sözlerine şöyle devam etti: Kim bunun aksine bir iman üzerine ölürse benden değildir!” (Onun intisab-ı Muhammediyesi ve İslâm’la ilgisi yoktur)”6 İşte Ubâde b Sâmit, ölümle burun buruna geldiği bu son ânında, evlatlarına bu mes’eleyi anlatıyor ve onlara kadere îmanı sanki bir emanet gibi teslim ediyordu 3 Yine yukarıdaki âyeti îzah ve tefsir eder mahiyette Abdullah b Abbas’ın rivayet ettiği şu hadîs de meselemize ışık tutması bakımından çok mühimdir: (Abdullah b Abbas, Allah Rasulü’nün terkisinde bulunuyordu) Efendimiz ona hitaben şöyle buyurdu: “Ey delikanlı, sana birşeyler öğreteceğim! Allah’ın emir ve nehiylerini gözet ki, Allah da seni gözetsin Allah’ın hakkına riayet et ki, O’nu karşında bulasın İstediğini sadece Allah’tan iste Yardım dilediğin zaman da sadece O’ndan yardım dile Kat’iyen bil ki, bütün insanlar toplanıp sana bir yardımda bulunmak isteseler, Allah’ın senin için yazdığının dışında bir yardımda bulunamazlar Ve yine bütün insanlar sana zarar vermek için bir araya gelseler, Allah’ın senin aleyhine yazdığının ötesinde hiçbir şey yapamazlar Zira artık kalemler kaldırılmış, sahifeler kurumuştur”7 Yani: Allah’ın hakkına riayet et ki, ilerisi için birşeyler göndermiş olasın İstediğin zaman sadece Allah’tan iste Başkasına boyun büküp bel kırma Başkasının karşısında serfüru etme, başkasına müracaatta bulunma Çünkü senin işini halledecek sadece Allah’tır Öyle ise isterken O’ndan iste Zira kimden istersen iste, neticede senin istediğini sana Allah verecektir Öyleyse aradaki vesile ve vâsıtalara takılıp kalma Bütün aracıları ortadan çıkar Hem söz olarak, hem de fiil olarak bunu böyle yap ve bil ki, bütün vesile ve vasıtalar da aynen senin gibi âcizdirler Senin her türlü arzu ve isteğini yaratmaya muktedir olan bir tek zât vardır, O da Allah’tır Zira göklerin ve yerin anahtarı O’nun elindedir Takdir ve tayin eden O’dur Yaratan O’dur Mes’ud eden, hüzne boğan yine O’dur İstediğini aziz, istediğini zelil kılar Bütün insanlar sana hayırda bulunmak için birbiriyle yarışsalar, ve içinde bulunduğun kötü durumdan seni kurtarmaya çalışsalar; sana yapacakları iyilik hiç şüphesiz Allah’ın takdiri çerçevesinde olacaktır Yapılmak istenen kötülüklerin durumu da aynıdır Zira, kalem yazacağını yazmış, sahifeler de kurumuştur Yani bundan öte onlarda zerre kadar bir değişiklik söz konusu değildir Efendimiz, “Hıbrü’l-Ümme”, ümmetin allâmesi Hz Abdullah b Abbas’a, cevâmi’ül-kelim kabul edilen bu sözleriyle kadere ait en derin mes’eleleri talim buyuruyor Müntehinin kader anlayışı işte bu olmalıdır Evet, kader vicdanî ve hâlî bir mes’eledir İnsan, bütün bu anlatılanların gerçeğini ve hakikatini vicdanında duyacak ve dolacaktır Denilebilir ki, Efendimiz’in en çok tahşidat yaptığı mes’elelerden biri kader mevzûudur Ve bu hadîslerden ekserisi Kütüb-ü Sitte’de mevcuddur Onun için de kader mes’elesi üzerinde ne kadar durulursa yeridir ve lüzumludur Mecûsiler iki ayrı kuvvete inanıyorlardı; hayır ve şer Bunlar (haşa), Cenâb-ı Hakk’la şeytanı birbiriyle kavga ettiriyorlar ve birbirlerinin işlerine müdahele etmediklerine inanıyorlardı İslâm bu düşüncenin tamamen karşısındadır Ve bu tür zihniyetlere cihad ilân etmiştir Biz, Cenâb-ı Hakk’ın zâtında şeriki olmadığı gibi fiillerinde de şeriki olmadığına inanıyoruz Rabb O’dur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder Sultan birdir; güç ve kuvvet O’nun elindedir Sabah ve akşam onar defa okunması sünnet olan şu cümleler bize apaçık bu hakikati anlatmaktadır: “Allah’tan başka ilah yoktur O tekdir, şeriki yoktur Mülk O’nundur Hamd O’na mahsustur O her şeye kâdirdir”8 Biz bu ifâdede, tevhid-i ulûhiyet, tevhid-i sıfat ve tevhid-i ef’âl hakikatlerini görüyor ve öğreniyoruz Herşeyi Bir’e irca etme çok mühim bir mes’eledir ve bu bizim îman anlayışımızın özünü teşkil etmektedir 4 İsterseniz bu hususu Hz Ali (ra)’ın rivayet ettiği şu hadîs-i şerifin aydınlık ikliminde takip edelim: Allah Rasulü bir sahabînin defni münasebetiyle Bakî-ı Garkad’da mahzun ve mükedder duruyordu Elinde asası vardı Oldukça mahzun ve biz de etrafına halelenmiş yüzündeki gam çizgilerini anlamaya çalışıyorduk Elindeki asa ile yerde bazı şekiller çiziyordu (Derin bir düşünceye dalmış insanın durumu tasvir ediliyor) Ve bu arada mübârek dudaklarından şu sözler döküldü: “İçinizde hiçbir ferd yoktur ki Allah onun âkıbetini cennet veya cehennem olarak tayin buyurmuş olmasın!” Bu sözü dinleyen sahabî hayretle sordu: “Ya Rasulallah! Madem ki durum dediğiniz gibidir, niçin amel ediyor, niçin çalışıyoruz?” Şöyle cevap verdiler: “Amel edin, herkes için ne yaratılmışsa, kendisine o yönde bir kolaylık vardır Yani kim saadet ehlinden ise, o yöne doğru yürür ve kim de şekâvet ehlinden ise yürüyüp gideceği yön o taraftır” Ve ardından da şu âyetleri okudular: 1 Ama kim (varını) Allah yolunda harcar ve Allah’dan korkar ve en güzel kelimeyi (Lâ ilâhe illallah) tasdik ederse, Biz ona en kolay yolu hazırlarız 2 Ama kim de cimrilik eder ve (Allah’a karşı) müstağni davranır ve güzeller güzeli kelimeyi (tevhid) yalanlarsa, Biz de onu çetin bir yola zorlarız” (Leyl, 92/5-10)9 Evet, cennet için yaratılmış olan bir insan ibadet neşvesi içinde bulunacaktır Menhiyyata karşı içinde bir tiksinti duyacaktır Onun için mescide giden yol çok kolaylaşacak, meyhaneye götüren yol da gırtlağına oturmuş gibi zorlaşacaktır Amel edin, herkes ne için yaratılmışsa onun yolundadır Cennetin yolu mescidden ve Resûlullah (sav)’ın arkasında yürümekten geçer Alnı secde görmeyene, kalbini ve vicdanını Hakk’a makes yapmayan bir insanın cennet yolunda olduğu söylenemez Eğer insan saadet ehlindense, işin neticesinde saadet ehlinin amelini işler ve saadet ehlinden olur Ve yine insan netice itibariyle şekavet ehlindense, ergeç onlara ait amel işler ve şekavet ehlinden olur Onun içindir ki Allah Rasulü sabah-akşam şu duâyı okurlardı: “Allah’ım, bütün işlerimizde akıbetimizi hayırlı kıl Bizi dünyada rezil olmaktan, ahirette de azap çekmekten koru”10 Allah Rasulü yukarıdaki ifadelerine Leyl sûresinin 5-10’nuncu âyetlerini delil getiriyor Ve bu âyetler ma’nâ olarak bizlere şunları hatırlatıyor: Kim malını ve canını hak yolunda harcar, herşeyini o yolda feda eder, takva dairesine girer, Allah’ın kanunlarından istifade eder, yani her zaman kalbi saygıyla dolar taşar Allah’ın himayesine dehâlet eder, gerçek kurtuluşu Allah’ta bilir ve bulur böylece her işinde Allah’a güvenir, dayanırsa sonra Esmâ-i Hüsnâ’yı tasdik eder, ve inanılması gereken herşeyi doğrularsa; Biz de ona doğru yolu kolaylaştırır ve onu çağlayan bir çay gibi akar hale getirerek hedefine ulaştırırız Artık o, öyle namaz kılar, öyle oruç tutar, öyle hacca gider, öyle cihad yapar ki, bu işin neşvesine akıl erdiremeyenler bakar da ona ya hayran olur veya “deli” derler Evet artık onun ölümü istihkarı bir destan, yemeyi-içmeyi ve şahsî zevkleri terketmesi akıl üstü bir efsane gibi görülmeye başlar ve onun cömertliği bir nağme gibi dillerde dolaşır durur Zira Allah iyiye giden yolu ona kolaylaştırmıştır Durum aksi olursa, yani insan cimri kesilir ve hiç kimseye birşey vermezse, böyle bilmelidir ki, vermeyene verilmez Verirse Allah da ona verir Neyi verir? Hüsnâyı, güzel âkıbeti Ama kim vermez, hem de müstağnî davranırsa; yani diğerinin ittika edip Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girmesine mukabil bu kendinde bir varlık hissedip müstağnî davranır Karun gibi, “Bütün bunlar bana benim ilmim sayesinde verildi” der, camiye gitmeyi gericilik sayar ve camiye gidenleri hor ve hakir görür, hüsnâyı da tekzip eder, o Esmâ ile müsemma olan Cenâb-ı Hakk’ı yalanlar, Esmâ-i Hüsnâ’nın nokta-i mihrakiyesi olan Rasul-ü Ekrem (sav)’i kabul etmez, Esma-i İlâhî’nin cilvelerinin ezelî bir tercümesi olan Kur’ân’ı tanımazsa, Biz de onu zora koşarız Belki bazen o da dinî bir hayatın içinde bulunur Fakat kıldığı namazı gırtlağı sıkılıyor gibi kılar, sabah namazına kalkarken tembel tembel, uyuşuk uyuşuk kalkar ve döşekten bir türlü ayrılmak istemez Zamanla cemaatı da, ibadeti de terk eder Başka bir âyetin ifade ettiği gibi, dinî bir teklifle karşılaştığında ölüm baygınlığına bürünür, bakışları bulanır ve söylenenin aksine sürüklenir En ufak dinî teklifler karşısında dahi bir bezginlik ve bir tedirginlik gösterir Çünkü o zora koşulmuştur Ağır bir yük altında tepeye tırmanıyor gibi bir tavır sergilemektedir « “Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım” (Müddessir, 74/17) Evet, insanların kimisi bir kömür damarı bulmuş ve durmadan o kanalda kömür aramakta, kimisi gümüş, kimisi bakır, kimisi de altın Ve niceleri de var ki kanalizasyonlarda dolaşmaktadır Kalbi sağlam tutmak, sıdkı bütün olmak, teveccühü tam etmek, Allah için vermek, bekleneni Allah’tan beklemek, Esmâ’yı tasdik etmek, Allah’a karşı istiğnâ göstermemek, kendi cılız iradesine ve kendi zayıf ilmine itimat etmemek, herşeyi Allah’tan bilmek ve başını O’nun eşiğine koymak, evet bütün bunlar yolu kolaylaştıracak hususlardır Aksini yapmak ise, yolu sarpa sardırmak ve aşılmaz bir yokuş haline getirmek demektir Yukarıda zikrettiğimiz hadîsin râvisi Hz Ali diyor ki: “Sahabe, Efendimiz’den bunları duyduktan sonra öyle derin bir ibadet anlayış ve şuuruna erdiler ki, ibadet için paçaları sıvadılar ve gece-gündüz Allah’a ibadete koyuldular” Demek hepsi de ben hangi yoldaysam neticede oraya varacağım, diye düşünüyordu İşte sahabenin kader anlayışı buydu Kadere îman onlarda tembelliğe değil, aksine daha çok çalışmaya sebebiyet veriyordu Evet onlar: “Biz hangi yolda yürüyorsak, demek ki, o yolun neticesi bizler için takdir edilmiştir” diye düşünüyor ve durmadan o yolun nihayetine erebilmek için gayret gösteriyorlardı Öyle ise, vay haline cami yolunda olmayanların, secdesiz başların, Allah’ın yolunu bırakıp başka yolların ardına düşenlerin! Ve yine öyle ise vay haline, bayramı puthanede, orucu demhanede, iftarı meyhanede olanların! Gittikleri yol sarpa sarmıştır Neticesi ise “Sakar”dır (Müddessir, 74/26-30) Allah’a hamdolsun ki bize İslâm yolunu kolaylaştırdı Şebnemler gibi bizi cami denen yapraklar üzerine yerleştirdi, kalbimizi güneşler güneşinden gelen şualara makes eyledi Hz Muhammed Aleyhisselam’a bağlılık nimetiyle bizi serfiraz kıldı O’ndan bu nimetlerinin ikmâl ve itmamını talep ve niyaz ediyoruz! 5 Abdullah b Amr b As rivayet ediyor: “Bir gün Allah Rasûlü elinde iki kitap olduğu halde yanımıza geldi -Bu kitaplar nedir, biliyor musunuz? diye sordu -Hayır bilmiyoruz Haber verirsen biliriz Ya Rasûlallah! dedik Şöyle buyurdular: -Bu sağ elimdeki kitap, cennet ehli olanların isimlerinin yazılı olduğu kitaptır Burada onların, babalarının ve kabilelerinin ismi yazılıdır” (Burada Allah Rasûlü konuşmayı kesti Yani kitapta, o insanın kabilesi nereye kadar uzanıyorsa hepsi yazılıdır Melekler o insanın ismini hiç şaşırmadan tesbit edebilecektir Çünkü en küçük teferruata kadar o kitapta tesbit yapılmıştır) Devam eder: “Bu sol elimdeki kitaba gelince onda da bütün cehennem ehlinin isim listesi vardır Onlar da orada baba ve kabile isimleriyle kaydedilmiştir Bu her iki kitaptaki isimler ebedî olarak ne artar ne de eksilir” Allah Rasulü böyle deyince sahabi sordu: “Ya Rasulallah! Madem ki iş neticelenmiş, kitaplar dürülmüş, kalem kaldırılmış biz niçin amel ediyoruz?” Efendimiz şu cevabı verdi: “İstikametten ve itidalden ayrılmayın Cennet ehlinden olan hayatı boyunca ne yapmış olursa olsun, cennet ehline ait ameli işlemeden defteri kapanmayacaktır” Ve Allah Rasulü sözlerine şöyle devam buyurdular: “Eğer kişi cehennem ehliyse, daha önce ne yapmış olursa olsun, cehennem ehline ait bir amel işler ve defteri öyle kapanır ”11 Yaşadığım bir hâdise ile bunu tenvir etmeye çalışayım: Sevdiğim bir insanın ölümüne yakın başında bulunmuştum Siroz onu kıskıvrak yakalamış ve yatağa sermişti Dili de büyümüştü ve ağzında dönmüyordu Fakat onun dili durmadan kıpırdıyor ve birşeyler söylüyordu Kulağımı ona verdim ve dinledim sanki diline bedel kalbi “Lâ ilahe illallah” diyordu Temiz ve nezih bir hayat yaşamıştı O esnada gurbetteydi Ona şehadet kazandıracak bir hastalığa düçar olmuştu Son anında sevdiği, ağzı dualı insanlar yanındaydı Sanki Cenâb-ı Hakk, onu cennet ehli kılmak için bütün şartları hazırlamıştı Zaten hacca gitmiş ve orada hastalanmıştı Türkiye’ye döndüğünde yakınlarının yüzünü göremeden İzmir’de hastahaneye yatırılmıştı Zahiren mağduriyet içindeydi; ama çok büyük bir kazanç onu bekliyordu (Ben şahsen, zahir hali itibariyle, onun imanına şehadet ederim Ahirette de onun imanına şehadet etmeye hazırım tabiî o fırsatı verirlerse) Eğer kişi cennet ehliyse, Allah onun son amelini cennet ehlinin ameli kılacak ve amel defterini öyle kapatacaktır Ama, durum bunun aksine ise, netice de aksine olacaktır Cenâb-ı Hakk, bizi kötü yolun encamından muhafaza buyursun ve bizleri cennet ehlinin amellerine muvaffak eylesin teçhiz buyursun(Amin!) İnsan iradesi ile Cenâb-ı Hakk’ın yaratması hususuna, yukarıda kısaca temas etmiştik İrade dediğimiz şey keyfiyeti bizce meçhul, izafî bir varlık Bu ma’nâdaki irade Allah’ın yaratmasına şart-ı âdi kılınmış ve bu yönüyle de o bir değer ve kıymet kazanmıştır Ama iradenin, meydana gelen fiillerde fonksiyonu nedir? İşte bu husus hiçbir zaman tam ve kesin hatlarıyla tesbit edilememektedir Anladığımız ve tesbit ettiğimiz husus şudur: Allah (cc) bizi iyi amellerimizle cennete, kötülüklerimiz neticesinde de (Allah korusun) cehenneme sevkedecektir Ebrar cennete ehil hâle gelirken, füccar da kendi iradeleriyle cehenneme müstehak olacaklardır (İnfitar, 82/13-14) Ama bu noktada insan ne yapar? İnsanın, iyi ve kötü şeyler üzerinde müdahalesi ne kadardır? Yaratan Allah olduğuna göre, insanın sebebiyet vermesine hangi ölçüde itibar edilir? Bütün bunların bilinmesini biz, “Allamü’l-Guyûb” olan Allah’a havale etmek zorundayız Sebkat etmiş bir kitap vardır Ve bu kitabet meselesi çeşitli devir ve dönemlerde değişik şekillerde yapılmıştır Semavat ve arz yaratılmadan önce umumi bir plân tesbit edilmiştir Daha sonra da ferdlere ait plânlar bu umumi kitaptan istinsah edilmiş ve ferdlerin kaderleri olarak boyunlarına asılmıştır Biz kendimizi ve iradelerimizi eşya ve hâdiselerin dışında düşünemeyiz Öyle ise “kader” denince biz de irade ve isteklerimiz de o dairede çalkalanıp duran eşya ve hâdiselerin içinde bulunuyoruz ve bu hâdiseler içinde bizimle alâkalı işler, bizim iradelerimizle irtibatlı olarak meydana gelmektedir O iradeye biz bir ölçü koyamıyoruz; ama varlığından da şüphe etmiyoruz İşte, bizim irademizin de dahil olduğu herşeye, Cenâb-ı Hakk’ın manzar-ı a’lâdan bakması, başlangıç ve neticeyi hâl gibi görüp bilmesi bir kaderdir Ve böyle bir kader anlayışında ne cebrin ne de Mutezilî düşüncenin yeri yoktur Yani, irademizi alâkadar eden bütün fiiller, aynen bizim irademizle hiçbir yakınlığı olmayan diğer fiiller gibi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk tarafından bilinip, takdir ve tayin edilmiştir Ama iradî fiillerde, -çapı ne olursa olsun- mutlaka irade veya meyelan hesaba katılmış ve yapılan takdirler ona göre yapılmıştır Allah’ın çeşitli kitabetleri var, dedik Kader kaleminin (Levh-i Mahfuz)a yazıp kaydettiği şeyleri, daha sonra ellerinde kalem, mükerrem melekler istinsah etmektedirler Meleklerin yazdıkları bu kitaplar, her ferdin boynuna idamlık yaftası gibi asılmakta, yani henüz işleyeceklerini işlemeden evvel bütün sergüzeşt-i hayatları bu kitaplarda mevcud bulunmaktadır Nerede, nasıl ve ne yapılacaksa, herşey orada yazılıdır Ancak bu yazılma, insan iradesi hariç tutularak yapılmamıştır Belki bütün orada yazılı bulunan fiilleri insanlar, kendi iradeleriyle yapacaklardır Sonra da insanların yaptıklarını melekler tekrar yazacaklardır (Kehf, 18/49; Câsiye 45/29; Kâf, 50/18; İnfitar, 82/11-12) ve bu iki kitap yan yana getirildiğinde birbirinin aynı olacaktır İlmi herşeyi kuşatan Cenab-ı Hakk’ın bu muhit ilmiyle yazdığı kitap, daha sonra meleklerin yazdığı kitapla elbette tenakuz içinde olmayacaktır Çünkü birinci yazılan kitap, biz ne yapacaksak, daha önceden bilindiği için öyle yazılmıştır İkinci kitap ise bizler o işleri yaparken yazılmıştır Her iki kitap da, en küçük bir harf değişikliği söz konusu olmaksızın aynıdır Bu husus üzerinde ısrarla duruyoruz ki, herhangi bir yanlış anlamaya sebebiyet vermiş olmayalım Bu kitabetin bir yönü, ruhlar âleminde, misal âleminde veya zerreler âleminde bizden söz ve misak almak suretiyle yapılmıştır Biz bu kitabet ve yazılışın akislerini devamlı surette vicdanımızda duyarız Allah (cc) zaman üstü bir hükmü tescil buyurmak istemiştir Biz de bu hükmü “Belâ” diyerek cevaplamışızdır Ayet bize bu kaderî kitabeti anlatıyor: “Rabbin insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiş ve buna kendilerini şâhid tutmuştu Onlar da: “Evet, şahidiz” demişlerdi; ta, kıyâmet günü, “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz veya “Daha önce atalarımız Allah’a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, her işi boş olanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?” dememeniz için (böyle yaptık) (Araf, 7/172-173) Hani o zamanı hatırlayın ki, Rabbiniz, insanoğlundan bir söz almıştı Halbuki insanoğlu o sırada babalarının sulbünde, sırtında ve babalarının kromozomlarında genler halinde yaşıyorlardı Veya insanoğlu o devrede, ruhlar âlemindeki seyahatini sürdürüyordu Daha henüz sperm âlemine, zerreler âlemine intikal etmemişlerdi Belki de bu söz ve misak alış, sperm bir tohum gibi rahm-i mâdere ekildiği ve orada her safhasıyla cenin teşekkül etmeye başladığı zaman, meleğin üflemesiyle olmaktadır İnsanın mutlaka uğramak zorunda olduğu bu menzillerden birinde veya teker teker her birinde böyle bir söz alma-verme gerçeği bahis mevzûu olabilir ve bunun insandaki şahidi de vicdandır Ayette “Rabbin” denmesi ve burada özellikle “Rab” kelimesinin zikredilmesi çeşitli ma’nâları telmih içindir Seni terbiye eden, kemale doğru sevkeden, esir maddesinden atomlarını, atomlarından moleküllerini, moleküllerinden büyük mürekkebleri, hususiyle seni meydana getiren; anneden yumurtayı, babadan spermi halk eden ve sana, perde perde karanlıklar içinde yetişmen için zemin hazırlayan; havasız bir muhitte annenin solunumuyla sana hava aldıran, annenin aldığı besinlerle seni besleyen ve vücudunun artıklarını yine annenin kanıyla dışarıya atan; belli bir devreden sonra seni hayvanlardan ayırıp A’lâ-yı İlliyîn yoluna sevkeden ve hayvanları fıtratlarının hudutları içinde bırakan ve bunların verasında umumî terbiyesiyle sana mirac yaptıran, maddî ve manevî olgunluğa medar olsun diye İslâmî akidelerle kalbini mamur kılan; salih ameller ile de zâhir ve batınını nurlandıran; sana Hz Muhammed Aleyhisselam’a giden yolu gösterip O’nun terbiyesi altına girmeni temin eden; bunlardan da öte, sana O’nun zılli altında arşiyeler çizmeyi ihsan buyurup seni velayetin doruk noktasına çıkaran ve böylece seni terbiye etmek suretiyle sana Rabb olduğunu gösteren Allah, daha işin başında senden söz aldı Ve seni kendi nefsine şâhid tuttu “Siz şâhid misiniz?” dedi Benim Rab olduğuma, bu karmakarışık işleri Benden başkasının yapamayacağına, mebde ve münteha arasındaki dengeyi Benim kurup benim koruduğuma, toprak gibi kesif bir maddeden, insan gibi, melekleri çok geride bırakabilecek cennet sakinlerini ancak Benim yaratacağıma şâhid misiniz? Yani, kendinize şöyle tepeden tırnağa bir bakıverin Benden başkası sizi yaratabilir mi? Benden başkası size parmak karıştırabilir mi? Bu kemali, bu ahsen-i takvim kıvamını size Benden başkası verebilir mi? Şu yüzünüze bir bakıverin Avuç içi kadar küçücük bir yere milyarlarca insanı birbirinden ayıracak alâmet-i fârikalar yerleştirilmiştir Böyle bir mucizeye Benden başka kim güç yetirebilir? Milyarlarca insanın parmak izleri birbirinden ayrıdır Bunu birbirinden tefrik edip ayırmaya Benden başka kimin gücü yetebilir? İşte Allah (cc) evvela kendisinin Rab olduğunu hatırlattıktan sonra, insanları buna şâhid tutuyor ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”(A’râf, 7/172) diye soruyor Bu soruya muhatap olan bir kimse, ister ruh, ister zerreler, ister sperm, ister anne karnında teşekkül etme devresindeki cenin ve isterse esirî madde olsun, “Belâ–Evet Rabbimiz’sin” (A’râf, 7/172) diye cevap veriyor Evet, bizi terbiye eden, bizi kemale erdiren ve bize hakkıyla Rab olan Sensin ve biz buna şehadet ediyoruz Ve işte bu şehadetin kitabeti yapılıyor ve vicdanda hiç silinmeyecek bir şekilde yazılıyor Allah Rasulü: “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar Sonra ana babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar”12 diyerek bu kitabete işaret buyurmuştur Her çocuk fıtrat üzere, vicdanında Allah’a iman etmeye musait olarak doğar O bu haliyle üzerine hiçbir yazı yazılmamış tertemiz bir kağıt gibidir Üzerine en baş döndürücü şiirler yazılmaya hazır ve en mübarek bir kitabete de müstaittir O böyle doğar ama, ya sonra ne olur? Anası, babası, amcası, dayısı, evet en yakın daireden en uzak daireye kadar ona tesir edenler, onu Yahudileştirir, Hristiyanlaştırır veya Mecusileştirirler Meseleyi günümüze göre ifadelendirecek olursak; komünistleştirir, masonlaştırır, kapitalistleştirir Yani onu Allah’ın dininin dışında birçok yollara sokar ve kirletirler Her selim fıtrat, vicdanında bu şehadetin sesini duyar Bu misak, varlığın hangi safhasında olursa olsun, onu her zaman ruhumuzun derinliklerinde hissederiz Onun için biz, Rabbimiz’i bize tarif eden dört küllî esastan biri olarak vicdanı sayıyor ve vicdanı tek başına Cenab-ı Hakk’ın varlığına delillerden biri kabul ediyoruz Kainat bir kitaptır; bize Allah’ı anlatır Kur’an bir kitaptır; bize Allah’ı anlatır Peygamberimiz bir kitaptır; konuşan bir delil olarak bize Allah’ı anlatır Ama bir de sessiz bir kitap var; Kant gibi, Bergson gibi filozofların; kitapların, düşüncelerin, tabiatın verasında Allah’ı bilmeyi ona bağladıkları, sessiz, derin, yalan söylemeyen bir kitap: Vicdan Elest bezminde, dudağı “Belâ” şerbetiyle ıslanan bu şahid, Allah’ın varlığına öyle bir delildir ki, esasen onu yakalayabilen için artık başka hiçbir delile ihtiyaç yoktur Vicdan ki, Allah’tan başka hiçbir şey ile tatmini mümkün değildir Vicdan ki, bulmak ma’nâsına gelir ve ancak Allah’ı bulduğu zaman huzura erer Ve işte her doğan çocuk dünyaya böyle bir şâhid ile gelir Biz, “Nefsini bilen, Rabb’ini bilen de odur”13 ifadesini bu şekilde anlamaya meyyalız Vicdanının dilinden anlayan da Rabb’ini tanıyan da o dur “Maveradan bekliyorken bir haber, Perde kalktı öyle gördüm ben beni” mısralarında doruk noktaya ulaşan bu düşünce, Niyâzi Mısrî’nin: “Ben taşrada arar iken O can içinde can imiş” düşüncesiyle âdeta sistemleştirilmiştir Ve milyonlarca evliya da işte bu sırlı kitabın rehberliğinde nice uçsuz bucaksız yollar katetmişlerdir Ben, dışta dolaşıyordum başı açık, yalınayak hayallerle hep O’nu arıyordum Mâvera perdesi kalkınca, herşeyin düğüm düğüm benim vicdanımda meknî olduğunu müşahede ettim Latife-i Rabbaniyenin bu büyük rüknü, her müşkili çözen hüviyetiyle, kalbimize doğduğu zaman orada Cennetin cilve cilve açıldığını bizzat görürüz Orada temessül eden şeyin tecelli-i hazret olduğunu anlarız Günden güne orada cehennemden ve cehenneme sebep olan fiillerden nefretin kabardığını, vicdanın bir rehber gibi elimizden tuttuğunu ve bütün kevn ü mekanları, onlarda hasıl olan ma’nâları gözümüzün önüne seriyor gibi olduğunu hissederiz Evet her insan, dünyaya gelirken, kendisini böyle zirvelere ulaştıracak bir rehberle dünyaya gelir Ama maddeye inhimak eden ve Allah’ı, laboratuarda arayan nâdân, vicdanının sesine kulak tıkadığı, onu hiç çalıştırmadığı, hatta körelttiği, paslandırdığı için bu rehberi gerçek yüzüyle tanıyamayacak ve bu rehberden faydalanılması gereken ölçüde faydalanamayacaktır Elest bezmi, birçok hadis-i şerifte de ele alınıp izah edilir Bilhassa, 30’a yakın sahabinin -ki, içlerinde Hz Ali, Ebu Said el-Hudrî, Süraka b Malik, Hz Aişe, Abdullah b Ömer, Abdullah b Abbas, Abdullah b Mesud, Abdullah b Amr gibi seçkin sahabîler de vardır- rivayet ettikleri şu hadis, yukarıda zikrettiğimiz âyetin tefsirini şöyle yapar: “Allah (cc), Adem’in sırtını sıvazlayıverdi Bütün Adem zürriyeti döküldü Ve Allah (cc) onlardan misak aldı”14 6Yine aynı kadronun rivayet ettiği başka bir hadiste Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: «“Şakî daha annesinin karnında iken şakîdir, saîd de daha annesinin karnında iken saîddir”15 Evet, Marks, daha annesinin karnında iken, “beşeri idlal edecek, beşer suretinde bir şeytandır” damgasını yemiştir 20 asırda bize ışık tutan Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Nedvî ve emsali; Türkiye’de de adıyla sanıyla, yoluyla yöntemiyle bu işi temsil eden Büyük Rehber gibi daha niceleri tâ annelerinin karnındayken saîd damgasıyla şereflendirilmişlerdir Evet, saîd ve şakî daha annelerinin karnında iken tesbit edilir Ama bu kitabet ve yazılış, o insanın iradesi, o insanın kini, nefreti veya tam tersine şefkat ve mürüvveti hesaba katılmadan yapılmaz 7 Ve yine “müttefekun aleyh” bir hadiste, Efendimiz, Hz Adem ile Hz Musa arasında cereyan eden bir konuşmayı bize şu şekilde nakleder Nakledilen bu hâdise, kitabet meselesini izah etmesi bakımından mevzumuzla yakından alâkalıdır: “Hz Adem ile Hz Musa (Aleyhimesselam) Efendilerimiz karşılaştılar, yüz yüze geldiler (Bu karşılaşma misal âlemine ait bir tablodur) Hz Musa (as), Hz Adem’e dedi ki: Sen bizim babamız Adem’sin Bizi haybet ve hüsrana uğrattın; cennetten çıkmamıza sebep oldun!” Bunun üzerine Hz Adem ona şu karşılığı verdi: “Sen ki Musa’sın Allah seni seçti, üstün kıldı ve sana Tevrat’ı verdi Buna rağmen sen beni, ben yaratılmadan kırk sene evvel hakkımda verilmiş olan bir hükümden dolayı mı kınıyorsun?!” Allah Rasulü sözünün burasında durdu ve üç defa “Adem, Musa’ya galebe çaldı”16 buyurdu Adem’in Musa’ya galebe çalması hususunu selef öteden beri bir hayli izah ve tefsire tâbi tutmuşlardır Söylenenlerin hülasası şudur: -Hz Adem, Musa’nın babası olduğu için galebe Hz Adem’e verildi -Hz Adem ile Hz Musa ayrı şeriatların sahibidir Birine göre suç olan diğerine göre suç olmayabilir Onun için Hz Adem galebe çalmıştır -Cennet teklif yeri değildir Dünya ise teklif yeridir Hz Adem cennette mükellef değildi Halbuki Hz Musa dünyaya ait bir prensiple konuştu Onun için de Hz Adem galip kabul edildi -Hz Adem, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu anlatmak istedi ki; doğrusu da budur Onun için galip sayıldı17 vs Bütün bu tevcihler mizan ve ölçüye gelir cinsten şeyler değildir Ancak biz selefe olan saygımızdan dolayı bu sözlerin kritiğini yapmayacağız Fakat Efendimiz’in mübarek beyanlarındaki ince bir hikmete işaret etmeden de geçemeyeceğiz Bir kere bu hadîs, bizlere kadere ait sırlı bir meseleyi anlatıyor Herşeyin kitabeti, daha o şeyler olmadan önce yapılmıştır İkinci olarak, Hz Adem’in söyledikleriyle, Hz Musa’nın söylediklerinin bir mukayesesini yapıyor ve ardından da Hz Adem’in galebesine işaret ediyor Efendimiz, “Âdem, Musa’ya galebe çaldı” derken Hz Musa’nın düşüncesinin yanlış olduğunu söylemiş olmuyor Belki Hz Adem’in görüşünün daha şümullü olduğuna dikkati çekiyor Kaderde iki yön vardır Birincisi, herşeyin Cenâb-ı Hakk tarafından bilinip tesbit edildiği, tayin ve takdirlerinin yapıldığı yöndür ki bu, kaderin Cenâb-ı Hakk’a bakan yönüdür İkincisi ise insan iradesini ilgilendiren yöndür İşte Hz Musa, Hz Adem’in cennetten çıkarılması hâdisesini, kaderin sadece insan iradesini ilgilendiren yönünü esas alarak değerlendirmiş ve söylediklerini bu açıdan söylemişti Halbuki Hz Adem meseleye hem Cenâb-ı Hakk’ın tesbit ve takdiri açısından hem de kulun iradesi açısından bakmış ve bir yönüyle makam-ı cem’e göre konuşmuştu Meseleye böyle bakması sebebiyle de bu mevzuda Hz Adem, Hz Musa’ya üstün gelmişti İnsan iradesi, haricî vücudu olmamasına rağmen, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına bir şart olması dolayısıyla işlenen hatalara mercidir “Sana isabet eden bütün hayırlar Allah’tan; bütün şerler ise senin nefsindendir”(Nisa, 4/79) âyeti bize bu ölçüyü veriyor Fakat meselenin diğer tarafında da “Meşîet-i İlahî” vardır İnsan Allah’ın dilediğinden başka hiçbir şey dileyemez İşte: “Siz ancak Allah’ın dilediğini dileyebilirsiniz”(İnsan,76/30) âyeti de bize bu dersi vermektedir Allah öyle bir Hâkim-i Mutlak’tır ki, bütün iradeleri ters yüz eder ve kendi vereceği hükmü verir Sizin irade dediğiniz şey, bir kaşık sudan ibarettir ki, ancak ummana katıldığı zaman neye yaradığı ortaya çıkar Zâtında o bir hiçtir Ama Allah (cc) cihanı bu hiç üzerine kurmuştur O zaman da bu hiç olan irade cihan kadar bir kıymet kazanmıştır Kader meselesine böyle ihatalı bakmak gerekir Bu bakış cem’ makamını temsil eden bir bakış keyfiyetidir Şu âyetler bu da’vayı tenvir eder mahiyettedir: “Hayır, şüphesiz bu Kur’an bir öğüttür Dileyen kimse öğüt alır Allah dilemeksizin öğüt alamazlar O, kendisinden korkulmaya daha layıktır ve bağışlamaya da daha ehildir”(Müddessir, 74/54-56) İmam Gazali, “Ben yapmıyorum; fakat diliyorum” diyenlere şu cevabı verir: “Peki, dilemeyi veren kim?” Biz mükellefiz, iş yapıyor gibiyiz Fakat bu mükellefiyetimizin sınırını ancak bize bu mükellefiyeti veren Allah bilir O bize, hayır ve şerre medar olabilecek birşey vermiş Ama bu şey, yüz müdür, astar mıdır belli değil Ama görülüyor ki, bu şey üzerinde göz kamaştırıcı atlaslar dokunuyor ve bu şeye sahip olana krallık taçları takılıyor Evet, bu şey bir yönüyle hiçbir şey, bir yönüyle de çok şey Böyle düşünmek düşüncede cem’in gereğidir Mes’eleyi her iki yönüyle ele alan kader mevzuunu cem’ etmiştir Mes’eleyi bu şekliyle ele almayanlar ise ya Cebrî ya da Mutezilî olmuştur Sebkat etmiş bir kitap vardır Keyfiyeti bizce meçhul olan bu kitabın yanında, bir de yine keyfiyeti bizce meçhul boynumuza takılmış bir kitap daha vardır Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır Fakat O’nun hayra rızası var, şerre rızası yoktur Şerri isteyen insandır Allah insanın şer işlemesini istemez Fakat insan şerri isteyince, O da yaratır 8 İsterseniz şimdi de bu hususu müşahhaslaştıracak bazı misaller arzedelim: “Siz ve Allah‘tan başka taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız, oraya gireceksiniz” (Enbiya, 21/98) Bu âyet nazil olunca müşriklerin beyni döndü Çünkü âyet onlara hitaben şöyle diyordu: Siz ve ululadığınız bütün putlarınız, muvaffakiyetler isnad ettiğiniz ve böylece şımartıp şişirdiğiniz ne kadar toteminiz varsa hepsi, cehennem yakıtından başka birşey değildir Bu ifadeler doğrudan doğruya, müşriklerin Kâbe’yi dolduran 360 putunu birden hedef alıyordu Oysa ki bu putlar onların şeref ve namuslarıydı Kur’an, onları cehennem ateşiyle tehdid ediyordu Suskun davranamazlardı Muhakkak bu tehdide ve meydan okumaya karşı birşeyler demeleri gerekiyordu Fakat çaresiz idiler Çünkü kendilerinde Kûr’an’a cevap verecek güç bulamıyorlardı Daha sonra akıllarına İbn-i Zibe’ra geldi İkna gücü çok kuvvetli olan bu kuru mantık insanını, Allah Rasulü’ne gönderdiler Sıkı sıkı da tenbih ettiler; “muhakkak O’nu susturmalısın, şeref ve namusumuz senin elinde” dediler Zavallı İbn Zibe’ra, aklınca mantık oyunu yapacaktı Allah Rasulü’ne hitaben “Sen, ‘putlarınız ve siz cehennemin yakıtısınız’ derken bütün putları mı kasdettin?” diye sordu Allah Rasulü “Evet” cevabını verdi Bunun üzerine İbn-i Zibe’ra sözüne şöyle devam etti: “O zaman, Hristiyanlar Hz İsa’ya, Yahudiler Hz Üzeyr’e Allah’ın oğlu diyor ve onlara mabud nazarıyla bakıyorlar Ayrıca meleklere Allah’ın kızları diyenler var Şimdi senin dediğine göre onlar da mı cehenneme gidecekler?” O aklınca Allah Rasulü’nü ilzam edip susturmak istiyordu Ancak ona cevap olarak derhal şu âyet nazil oldu: “Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için (hüsnâ), iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutulanlardır”(Enbiya, 21/101)18 Eteklerini dünyanın tozuna toprağına bulaştırmamış o insanlar cehennemden uzaktırlar Allah’a kulluktan göz açıp kapayıncaya kadar dahi gafil olmayan melekler cehennemden uzaktırlar Evet, Nefha-i İlâhî olarak “Ruhullah” ünvanıyla dünyaya gelen, beşere hayat üfleyip, ölü gönülleri dirilten Hz Mesih ve Allah’ın yüce bir nebisi olan Hz Üzeyr ezelebed arasındaki mesafe kadar cehennemden uzaktırlar Onlar hakkında yanlış itikat ve yanlış düşüncelere sapanlar sadece kendi başlarını yiyeceklerdir Çünkü nebiler ve melekler, haklarında (hüsna) iyi akıbet hükmü sebkat etmiş seçkinlerdir Ve zaten meselenin bizim mevzumuzla alâkalı yönü de âyetteki bu ifadedir 9 Abdurrahman b Avf anlatıyor: “Bir defasında bayılmış ve kendimden geçmiştim Birden, vaziyet ve durumları dehşet veren iki şahıs yanımda görünüverdi Elimden tutup beni bir tarafa doğru sürüklemeye başladılar “Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sordum “Aziz ve emin olan Zât’ın huzuruna götürüyoruz, hesap vereceksin!” dediler Onlar beni bu vaziyette götürürlerken birden karşıdan bir adam çıkageldi Onlara beni kasdederek “Bunu nereye götürüyorsunuz?” diye sordu Ona da aynı cevabı vererek “Aziz ve Emin olana götürüyoruz” dediler O, “Hayır onu götüremezsiniz Çünkü o daha annesinin karnında iken hakkında hüsna sebkat etmiş bir kişidir O Aziz ve Emin’in huzuruna çıkarılmaz” dedi Bunun üzerine ayıldım” Efendimiz, -ileride tafsilatıyla izah etmeye çalışacağımız- bir hadîslerinde: “Kulun cehenneme girmesine bir karış kalır; fakat, kitap sebkat ettiği için cennet ehlinin amelini işler ve cennete gider”19 buyurarak Abdurrahman b Avf’ın anlattığı hâdiseye ışık tutar Zaten Abdurrahman b Avf cennetle müjdelenmiş on kişiden biriydi Bizim burada üzerinde durduğumuz husus ise, kitabın sebkat etmesi meselesidir 10 Amir b Sa’d, babası Sa’d b Ebi Vakkas ile alâkalı bir hâdiseyi bize şöyle naklediyor: Babam, Kûfe sokaklarından birinden geçerken bir kısım insanların, bir insanın başına toplanıp onu dinlediklerini görür Merak edip yanlarına varır Bakar ki, adam durmadan, Hz Ali’ye, Zübeyr b Avvam’a ve Talha b Ubeydullah’a (ranhüm) sövüp sayıyor Tabiî yanındakiler de durmuş onu dinliyorlar Babam, adama: “Sesini kesiyor musun, yoksa beddua edeyim mi?” der Adam, küstahlaşır ve “yoksa beni tehdid mi ediyorsun?” karşılığını verir Babam canı çok sıkılmış olduğu hâlde oradan ayrılır Sonra eve gelerek abdest alır ve iki rekat namaz kılar Namazdan sonra da ellerini kaldırır ve şöyle dua eder: “Allah’ım, biraz evvel konuşan adamın sövüp saydığı bu insanlar, eğer haklarında “hüsna” sebkat etmiş insanlarsa, Sen bir delil ve âlamet göster Tâ ki böyle insanların aleyhine ulu orta konuşmalar olmasın Diğerleri de bundan ibret alsın!” Daha aradan iki dakika geçmemişti ki, nereden çıktığı bilinmeyen bir deve cemaata doğru ilerledi Birden, o konuşup duran adamın üzerine saldırdı Duyanlar sadece acı bir feryad duyabildiler Biraz sonra adam, paramparça, cansız, yerde yatıyordu Herkes, olup bitenlerin şokuyla: “Ya Eba İshak! Ya Eba İshak!” diyerek Hz Sa‘d’ın evine koşmaya başladılar O ise herhalde “iyi mi ettim, kötü mü ettim?” diye düşünüyordu Onlar hakkında hüsnâ sebkat etmişti Hz Ali hakkında, Haydar-ı Kerrar, Şâh-ı Merdân, Damad-ı Nebi denmiş ve hakkında güzel hüküm verilmişti Hz Talha, Uhud’da kırık koluyla Allah Rasulü’nü müdafaa etmiş ve Allah Rasulü’nün “Talha’nın imdadına koşun”20 iltifatına mazhar olmuştu Hz Zübeyr, “Her nebinin bir havarisi vardır Benim havarim ise Zübeyr b Avvam’dır”21 denilerek Allah Rasulü tarafından havariliği bütün cihana ilan edilen bir yiğitti Ya bunlar hakkında duyduğu kötü sözlere dayanamayıp dua eden Sa’d b Ebi Vakkas, o da Allah Rasulünün dayısının oğluydu Allah Rasulü, Uhud’da ona ok atmasını söylerken “At, anam babam sana feda olsun”22 demişti Yaptığı her dua mutlaka kabul oluyordu Onun için herkes Sa’d’ın bedduasından tir tir titrerdi23 İşte bunların hepsi, haklarında hüsnâ sebkat etmiş insanlardı Yani, kapıyı çalmadan rahmet kapısından içeriye girecek, İlâhî iltifatın eteklerini öpecek, dudakları o bezm ile mütebessim cennete alınacaklardı İnsan ne yaparsa yapsın, daha önce kendisi için yazılandan öte birşey yapamayacaktır Ancak bu yazma, onu yapmaya mecbur kılan bir haricî zorlama olarak değerlendirilmemelidir Yukarıda da ısrarla söylediğimiz gibi, Cenâb-ı Hakk, ezelî ilmiyle kulun ne yapacağını önceden bildiği için, kader defterini ona göre yazmıştır Haklarında hüsna ve güzel netice hükmü verilenler için de durum daha farklı değildir Allah (cc), onların iradeleriyle yapacakları güzel ve iyi işleri bildiği için onlar hakkında böyle güzel bir neticeyi tayin ve takdir buyurmuştur Çünkü O, Allâm’ül-Guyûb’dur Bütün gizli-âşikâr herşeyi sadece O bilir Hem de O, varlık henüz yaratılmadan önce bilir Ve bildiğini kader defterinde yazdıklarıyla gösterir Sonra da kul, teker teker Cenab-ı Hakk’ın bildiği üzere işleyeceklerini işler Bunları da melekler amel defterlerine kaydederler Her iki defter de birbirinin aynısı olarak tecelli eder Cenâb-ı Hakk, bizleri de haklarında hüsnâ sebkat etmiş kulları zümresine ilhak eylesin! (Âmin) 1) Buhârî, Fedâilü Ashabi’n-Nebî, 17 2) Müslîm, Münafikun, 43-47; Buhârî, Menak›b, 27 3) Buhârî, Vudû, 46,32; Menâkib, 25, E_ribe 31; Müslim, Zühd 74, Fedâil, 4-6 4) İbn-i Mace, Mukaddime,10; Müsned, II/86,125, V/407 5) Müslim , Kader, 16 6) Ebû Davûd, Sünnet, 16 7) Tirmizi, Kıyâmet, 59; Müsned, I, 293,303/307 8) Buhari, Teheccüd, 21; Ezan, 155 9) Buhârî, Tefsir (92) 7, Kader 6, Tevhid 54;s Müslim, Kader, 6-8 10) Ahmed bin Hanbel, IV, 181 11) Tirmizî, Kader 8; Ahmed b Hanbel, II, 167 13) Keşfu'l-Hafâ, II, 343-44 4 Bs Beyrut 1405/1985 14) Müsned, I, 272 15) Heysemî, Mecma’u'z-Zevâid, VII, 193 16) Buhari, Tefsir (20) 1,30 Kader 11, Enbiya 31, Tevhid 37; Müslim, Kader, 13 17) Nevevî, Müslim Şerhi, XVI ,440-42 18) İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur’âni’l- Azîm, V, 374-5 19) Buharî, Kader, 1; Muslim, Kader 1 20) İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, IV, 33-34 21) Buharî, Cihâd, 40,41,135; Fedailu’s-Sahâbe 13; Magazi 29; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 48 22) Buharî, Cihâd, 80; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 41,42 23) Tirmizî, Menâkıb, 26 |
|