Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
demektir, elestü, kâlû–belâ, soru

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?

Eski 08-02-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?




Soru 1: Elestü: Kâlû–belâ ne demektir?

Cevap: Bu sözler, Yaradan’ın yaratıklarıyla; hususiyle insanla olan mukâvelesine ait bir kısım sözlerdir ki bu mukâvelede: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorulur Karşılığında da: “Evet, Rabbimizsin”(Arâf, 7/172) cevabı alınır

Bu meselenin iki yönü vardır:

1 Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur?

2 Ne zaman sorulmuştur?

Birinci şık itibariyle, birkaç mülâhaza arzedilebilir

a İnsan henüz hiçbirşey değilken “var olma” emrini alması ve onun da bu emre, “evet” demesi ki; tekvînî mahiyette bir soru-cevap ve bir mukavele sayılır

b İnsan atomlar âleminde, hatta bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibaret iken, herşeyi bir kemale doğru sevkedip terbiyeye tabi tutan Rabbulâlemin, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikamette onlardan bir söz ve mîsak almasıdır ki; bu da, her zerrenin kendi takatinin çok üstünde, Kafdağından ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin “var etme” teklifine “evet” demesinden ibâret sayılabilir

Bu iki şekilde cereyan eden “soru-cevap” veya “teklif ve kabul” söz ve beyanla değil gibidir Buna binâen bir kısım tefsirciler bu mukâveleye istiare-i temsîliye tarîkiyle yapılmış bir mukavele nazarıyla bakmışlardır Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevab verilmiş ve öylece hukûkî kıymeti hâiz bir sözleşme kabul edilmiş; yoksa, beyânla ve yazışma ile yapılmış bir akid değildir

Aslında, binbir çeşit hitab ve binbir çeşit cevab sahibi Rabbin, “hitab ve cevab” indeksini (fihristini) nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüfden sâlim olamaz Buna da yeri gelince temas edeceğiz

c Bu türlü bir ikrar isteği ve şehâdette bulunma sözleşmesi insanın kendini duyması ve kendinin, kendinden başka birşey olmadığını anlamasından ibâret, bir nefis ma’rifeti, bir “nefsini bilen Rabbini bilir”1 hakîkatini temsîl; bir mâhiyet âyinesini seyre koyulma ve bu yolla şuûruna akseden rengarenk hakîkatlerin petekleşmesine şâhid olma ve bu şehâdeti ilân etmektir Ne var ki, bu îcâb ve kabûl; bu duyma ve uyanma, çok açık ve hemen sezilecek gibi de değildir Belki, çok îkaz ve tembihlerle duyulup hissedilebilecek şeylerdendir ki; irşadın ehemmiyeti de, bu noktadan ileri gelmektedir

İnsana emânet edilen nefis veya benlik (ego), Yaratıcı’nın yüce varlığını bilmek ve itiraf etmek için ona verilmiştir Zaten onun varlığının gâyesi de bu bilme ve îtirafdan ibarettir Binâenaleyh, insan, varlığıyla O’nun varlığını, sıfatlarıyla O’nun servet ve gınâsını, aczi ve fakrıyla O’nun iktidar ve ihsanlarını gösterir Bu bir ilk mevhibe ve ihsandır Bu ilk ihsana terettüb eden idrâk ve irfan ise, her varlıkta onun varlığını; her ziyâda O’nun nurunu hissettiği yüce Yaratıcı’yı, ilân ve i’tiraftır Bu ise “elestü” ve “belâ” mukâvelesi demektir

Bu mukâvele, kudret ve irâdenin yazdığı muhteşem kitabın ma’nâsını anlama ve hâdisat satırlarının esrârını kavrama neticesinde, âdetâ bir “icab ve kabul” gibidir

d Bu sözleşme ve sözleşme içindeki suâl-cevab, cismâniyâta göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir Hakk (cc) bütün varlıklara, kendi mâhiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlûkatdan yükselen sesleri, sadâları dinler, anlar ve yerine göre onları is’af eder Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehçelerle merâmını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hz Allah (cc), aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehçelerle, onlara emirler verir, hakikatleri anlatır; insan ve kâinatı şerheder; yarattıklarından sözler alır, mîsâklar yapar ve mukâvelelerde bulunur ki, lâfzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi “kelâm-ı lâfzî” cümlesindendir Bir de, bize göre kelâm ve beyân olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilhamdan, meleklerin mazhar olduğu İlâhî hitap tarzına kadar, Hakk’ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, “Kelâm-ı nefsî”nin ayrı bir tezâhür ve tecellîsidir

Allah’ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dâirede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dâirenin “alma-verme” keyfiyeti başka başka olduğundan, bu dâirelerden herhangi birine, ne gelen mesajı, ne de ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka daireye göre ne duymak, ne de tesbit etmek mümkün değildir

Aslında bizlerin herşeyi duyabileceğini iddia etmek de çok yanlış bir kanaattir Zira, bugün artık anlamış bulunuyoruz ki, bizler, duyulma cinsinden olan şeylerin ancak, milyonda birkaçını duyabilmekte; görülebilecek şeylerden de ancak, o kadarını görebilmekteyiz Bu demektir ki, bizim duyduğumuz ve gördüğümüz âlem, duymadığımız ve görmediğimiz âlemlere nisbeten hiç hükmündedir

Bu îtibarla, Cenab-ı Hakk’ın zerrelerle konuşması; sistemlere emirler vermesi; terkibler, tahliller yapması, çok yüce buudlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tesbit edilmesi mümkün değildir

Allah (cc), zerrelerle mukâvele yapacak, moleküllerle mukâvele yapacak, hücrelerle mukâvele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukâvele yapacak, fakat biz bunları, kendi ölçücüklerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tesbit edemeyeceğiz

Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhda bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa

İnsan ruhu, müstakil bir varlıkdır ve bu husus bugün artık münakaşa götürmeyecek şekilde vuzûha kavuşmuştur Çeşitli dallarıyla, bütün ilim dünyasını saran parapsikoloji, günümüzde ruhu, mevcudiyetiyle, fonksiyonlarıyla; düşleriyle, temennileriyle; ümitleriyle, emelleriyle öylesine merak mevzuu haline getirdi ki, âdetâ ondan bahsedilmedik bir sosyete salonu ve ilmî mehâfil kalmadı Tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu teşkil eden ruhun üzerinde başka bir yerde durduğumuz için, şimdilik sadece mevzumuzla alâkalı kısmına temas edeceğiz

Ruh, insan bedeninden evvel ve bir bakıma zaman üstü mahiyete sahip bulunduğundan, mîsâkla alâkalı icâb ve kabul onunla yapıldığı takdirde, anlama ve anlatma kıstaslarımız içinde onu kavramamız kat’iyen mümkün değildir O, rüyalardaki diline ve duymasına benzer şekilde konuşuyorsa; telepatide olduğu gibi, ses titreşimlerine ihtiyaç duymadan muhabere temin edip anlayabiliyorsa ve hatta bu husus kendine has ağırlığıyla, dağılan Sovyetler Birliği’nde dahi -materyalist bir dünya olması itibariyle çok ma’nidardır- alâka görmüşse, ruhun kendine mahsus konuşması kabul ediliyor demektir Bu farklı konuşma, farklı bantlara alınacak; farklı kasetlerde korunacak ve yeri geldiğinde kendine has hitabetle ortaya çıkacak; kendi dilini kullanarak konuşacak ve yine nev’i şahsına mahsus (orijinal) tedâileriyle (çağrışım) ortaya çıkacaktır

Binaenaleyh, “elest bezminde” de ruhlar Rab’le mukâveleye çağrıldılar Cismaniyet berzahı arada olmadığı için, herşeyi ayan beyan gördüler ve “evet” diyerek böyle bir mukâveleye imza attılar Ancak, günümüzde çokça bulunduğu gibi bir kısım kimseler, ruh kitabının vicdan bölümünü hiç kurcalamadıkları için böyle bir imzaya ve mîsâka rastlamadılar Rastlamalarına da imkân yoktu; çünkü o âleme ne bir bakışları, ne de araştırmaları olmamıştı Aslında, Kant’ın; Yaratıcı’yı tarif istikametinde yazılan bütün kitabları arkaya atarak, Bergson’un, umum kâinata sırt çevirerek dinlemek istedikleri sessiz kitab da işte bu idi Ruh dinlenilecek; ruhun ilhamlarına kulak verilecek; vicdanın dilini anlama laboratuarları tesis edilecek ve şuura akseden indeksde hakikatin çehresi görülmeye çalışılacaktı

Bu kitab başlı başına yüce hakikatin en yanılmaz şahidi ve mukâveleye imza atan âkiddir ama, böyle bir dili öğrenme cehdinden mahrum olanlara bunu anlatmak çok da kolay olmasa gerek

Şayet kafalar, şartlanmışlıkdan arınabilse, insan, vicdanının bu ilk mîsâka “evet” dediğini duyacak ve görecektir Aslında âfâkî ve enfüsî tefekkür ve araştırmalardan maksat da işte budur Zihin kendi saplantılarından kurtarılacak; mefkûreye hürriyet kazandırılacak ve serbest düşünce adesesiyle vicdandaki bu ince yazılar okunmağa çalışılacaktır Bu yolla kalbin derinliklerine bakmağa kendini alıştırmış nice kimseler vardır ki, iç müşahede ve iç duygularıyla, elde ettikleri vâridatı, hiçbir kitabda görmeleri mümkün değildir İlâhi kitabların remiz ve işaretleri dahi, ancak bu adese altında kendilerine has renklilikleriyle zuhur ederler Bu ufku göremeyen, kendini aşamamışlar ise, hiçbir zaman bundan birşey anlayamayacaklardır

Şimdi, gelelim meselenin ikinci yönüne, acaba bu mukâvele ne zaman yapıldı? Hemen arzedeyim ki; bu mevzuda, nasslarda kat’î bir şeyin gösterilmesi oldukça güçtür Ancak bu hususta tefsircilerin bir kısım beyanlarının bulunduğunu söyleyebiliriz

Bu îcab ve kabul, spermin döl yatağına seyahati esnasında olmuştur Ceninin insan şeklini iktisab ettiği zaman olmuşdur Veyahud, çocuğun rüşde erdiği, kendini bildiği zaman olmuştur

Bütün bu mütâlâaların kendilerine göre müdafaa yol ve usulleri de vardır Ne var ki, bunlardan birini diğerine tercih ettirecek; hatta bunlardan başka bir diğer hususa râcih kılacak ciddi bir sebep göstermek de bir hayli zordur

Bu misâk ruhlar âleminde olabildiği gibi, ruhun kendi atomlarıyla münâsebete geçtiği başka bir âlemde de olabilir Embriyolojik safhaların herhangi bir devresinde olduğu gibi, rüşde erileceği âna kadar geçen herhangi bir devrede de olabilir

Düne, bugünle beraber seslenen ve dünü bugünle beraber duyan ve dinleyen Allah (cc), bütün bu devrelerin hepsinde de bu misâkı almış olabilir Bizler, vicdanlarımızın derinliklerinden gelen böyle bir sesi duymakta ve kalbimizin bu bezme şehâdetine muttali bulunmaktayız

Ne var ki, mide, açlığını kendine has diliyle anlattığı, vücud, elem ve acılarını kendi kelimeleriyle dile getirdiği gibi, vicdan da kendi dilini kullanarak, kendi terminolojisine sâdık kalarak sözleşmelerden bahisler açıyor; duyduğu acı ve ızdırablar için inliyor; verdiği sözde sâdık kalmak için çırpınıyor ve muttasıl bir dalgalanma hâlinde heyecanlarını sürdürüyor Bir çocuk gibi, iniltileriyle dikkati çekdiğinde, kendini mes’ud ve tâlihli sayıyor; hâlini anlatamadığı, derdine nigehbân bulamadığı zamanlarda da inkisar içinde kıvranıp duruyor

En yüce hakikate bir mir’ât-ı mücellâ olan gönül ne zengin bir kütüphane, ne muhteşem bir kayıt defteri, ne âli bir mahfaza, ama, ondan anlayan mütâlâacının nazarında!

Alıntı Yaparak Cevapla

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?

Eski 08-02-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?




Soru 2: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine “Evet Rabbimizsin” ile cevab verildiğine aklî delil var mıdır?

Cevap: Bazı meseleler vardır ki, bunları aklen izâh etmek çok zordur Anlatılabilirse de bu gibi şeylerin ancak mümkün olduğu anlatılabilir Aslında, Allah (cc) böyle birşeyden bahsediyorsa, artık meselenin itiraz edilecek tarafı kalmamış demektir

Bu soruyu iki cihetten ele alabiliriz:

1 Böyle birşey vâki olmuş mudur? Olmuşsa, bunun isbatı nasıl yapılır?

2 Mü’min ferd bu işten haberdar olmuş mudur?

Evvelâ, Cenab-ı Hakk’ın, herhangi bir âlemde, ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onların da: “Evet, Rabbimizsin” demesi, kat’î midir? suali varid oluyor Bu mevzu Kur’an-ı Kerim’de iki âyette ele alınmıştır Birisinde: “Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim (demişti)”(Araf, 7/172) denilmekte ve böyle bir sözün alındığından bahsedilmektedir Eski ve yeni bütün tefsirciler bu söz alınma meselesinin hakkında pek çok şey söylemişlerdir

Bir kısmı “zerrât âleminde daha atomlar halindeyken, ileride terkib hâline gelecek bu zerrelerden, ruhları ile beraber söz alınmıştır” demektedir Bazı tefsirciler de, “bu, çocuğun anne karnına düştüğü zaman alınmış bir sözdür” derler Bir hadis-i şerifin de te’yidine dayanarak, bazı mudakkik müfessirler de derler ki, “hayat nefh edildiği anda o insandan alınmış bir sözdür”2 kanaatini izhar ederler

Esas itibariyle Cenab-ı Hakk’ın varlıklarla konuşması çeşit çeşit ve değişiktir Biz burada, belli bir şekil, belli bir stilde konuşuyoruz Ama, bundan başka bizim iç dış duygularımız, zâhir ve bâtınımız, kafa ve ruhumuz, nefsî ve lafzî konuşma tarzlarımız vardır Zaman zaman bu dilleri de kullanır ve onlardan anlayanlara yine onlarla bir şeyler anlatmaya çalışırız

Kalbin kendine göre bir konuşması vardır ki, kalb konuşur ama bu konuşma duyulmaz Bize deseler: “Kendi içinizden ne konuştunuz öyle” Biz de: “Şunu şunu dedik” diye anlatır ve bu hususdaki kelimeleri de sırayla diziveririz Bu nefsî bir konuşmadır

Bazan olur ki, rüyalarımızda birşeyler konuşuruz Başkalarından da birşeyler duyarız Ama yanımızda bulunan hiç kimse bunu duymamıştır Sonra da kalkar, kelimesi kelimesine, konuştuğumuz ve duyduğumuz şeyleri başkalarına naklederiz Bu da değişik stilde bir konuşma şeklidir

Bazı kimseler uyanıkken dahi, misâl âleminden nazarlarına arz edilen misâlî levhaları görür ve misâli şahıslarla konuşurlar Belki bir kısım maddeciler bunlara inanmaz ve “hallüsinasyon” derler, varsın desinler Rasûl-ü Ekrem’in (sav) mazhariyetlerinden bir tanesi de bu idi: Alem-i misâle, âlem-i berzaha ait misâlî levhalar, O’nun (sav) kudsî nazarına arz edilir, O da gördüğünü, duyduğunu, anladığını başkalarına neklederdi Bu da ayrı bir konuşma şeklidir

Vahiy ise, bambaşka bir konuşma tarzıdır Hz Peygamber’e (sav), vahiy geliyordu Efendimiz (sav) dışında kimse hiç birşey duymuyor ve anlamıyordu Eğer bu maddî kulağa gelecek birşey idiyse, yakınında bulunan kimselerin de duyması gerekirdi Oysa ki, bazan zevcelerinden birinin dizine başını koyup yatarken, veya mübarek dizini birinin dizine koyduğu halde vahiy gelirdi de, O, (sav) duyardı ama, öbürleri ne birşey duyar, ne de hissederlerdi Rasûl-ü Ekrem (sav), o vahyi, harfiyyen beller ve onlara anlatırdı Bu da başka bir ses, başka bir konuşma tarzıdır

Velinin kalbine ilham geliyor: Âdeta onun içine birşeyler fısıldanıyor Bu da değişik stilde bir konuşma Morsla konuşma gibi birşey Morsda nasıl “di di dadit; dâdit” denir; operatör hemen maksadı anlar Öyle de bir kısım şeyler velinin kalbine dikte edilir, veli de onlardan bir kısım ma’nâlar çıkarır Meselâ: Veli: “Şu anda falan oğlu falan kapının önüne geldi” der, açarlar kapıyı ve bakarlar ki o adam karşılarında Bu da ayrı bir konuşmadır

Bir de telepati var Şimdinin ilim adamları, bir gün o yolla mükemmel bir muhabere gerçekleştirebileceklerini hesaplıyorlar Bu da ayrı bir konuşma şeklidir Kalbin kalbe teveccühü, insanların birbiriyle içten muhaberesi Bu da bir başka beyan

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah (cc), “lâ yuâd ve lâ yuhsâ” (sayısız, pek çok) konuşma stilleri yaratmış

Şimdi gelelim meselemize Allah (cc) bize “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’râf, 7/172) buyurdu; ama, bunu hangi konuşma stilinde ifade etti bilemiyoruz Şayet, velinin kalbine dikte edilen mors alfabesi gibi bir tarzla bildirmişse bunu, herhalde kulaklarımızla duyacağımız bir sesle beklememiz doğru olamaz Bu bir ilham ise, vahiy değildir Vahiy ise, ilham değildir Ruha bir konuşma ise, cesede bir konuşma değildir Cesede bir hitap ise o zamanda ruha hitap nevinden değildir

Şu nokta çok önemlidir: İnsanlar, misâl âleminde, berzah âleminde veya ervah âleminde gördükleri, duydukları şeyleri, bu âlemin mikyasları ile değerlendirdikleri takdirde yanılırlar Muhbir-i Sâdık (sav) bize diyor ki: “Kabirde Münker, Nekir gelir, size soru sorar”3 Acaba adamın neyine soru soracaklar?

İster cesedine sorsunlar, ister ruhuna; netice değişmez; ama, ölü duysa bile, onun yanında bulunan kimseler kat’iyen bunu duymazlar Hatta bir teyp koyup, mikrofonunu da kabrin içine sokuverseler, yine bir ses tesbit edemezler Çünkü, artık mükaleme başka buudlarda cereyan ediyor, sizin buudlarınızda değil Hani Einstein’in ve daha başkalarının ortaya attığı dördüncü, beşinci buud var ya, işte bunun gibi, mekân değişikliğine göre mesele değişecek, başka bir hüviyetle karşınıza çıkacaktır

Binaenaleyh, bu (A’râf, 7/172) Allah’ın (cc) ruhla olan, ruha mahsus bir mükâlemesidir Bunun tesirini ben duyayım, hıfz edeyim şeklinde beklememek lâzımdır Belki vicdandan bir his şeklinde aksedeceği intizar edilmelidir Biz vicdanla ve ona gelen ilhamlarda bunu hissedebiliriz

Bir keresinde bu meselenin izâhını yaparken, birisi dedi ki: “Ben bunu duymadım” Ben de “Duydum” dedim “Sen duymamışsan başının çaresine bak! Çünkü, ben duyduğumuzu çok iyi hatırlıyorum” Ne ile duyduğum sorulacak olursa; içimdeki ebed arzusuyla, mütenâhi olduğum halde nâmütenâhi arzularımla duydum bu sesi Evet esasen ben Allah’ı da bilemem; çünkü sınırlıyım Sınırsızı nasıl idrâk edeyim? İşte sınırsıza karşı içimdeki bu hâhişkarlık ve arzu ile duyduğumu anlıyorum Şu sınırlı âlemde benim gibi bir böcek, sınırlı âleminde, sınırlı hayatını yaşayıp ölmesi gerekirken ve onun düşünce sahasına giren şeyler de böyle sınırlı şeylerden ibaret olması gerekirken, ben sınırsızlık içinde nâmütenâhiyi düşünüyorum İçimde ebed arzusu var; ruhumda cennet ve Cemâlullah arzusunu taşıyorum Bütün dünya benim olsa, gamım gitmiyor İçimde bu hâl var da, bundan dolayı ben “onu duydum” diyorum

Vicdan dediğimiz şey ne ise, kendisine ait fakülteleriyle, bölümleriyle daima Allah’ı terennüm eder ve o hiç yalan söylemez Ona arzu ettiği, taleb ettiği şeyi verdiğiniz zaman, onu huzura kavuşturmuş olursunuz Onun için Lâtife-i Rabbâniye olan kalbin ancak, vicdanın bu huzuru ile huzura kavuşacağına işareten Kur’an-ı Kerim: “Dikkat edin! Kalbler, ancak Allah’ı zikir ve O’nu duyuşla mutmain olur, oturaklaşır ve huzura kavuşur”(Ra’d, 13/28) buyuruyor

Bir diğer husus da şudur Bergson gibi bir kısım feylesoflar bütün aklî, naklî delilleri bir tarafa bırakarak, Allah’ın varlığında sadece vicdanlarını delil olarak kullanmışlardır Hatta bir keresinde Kant, “Ben, Allah’ı azametine uygun anlayabilmek için bütün malumatımı arkaya attım!” der Bergson sadece “sezgi”siyle bu istikamette yol almak ister ve onun tek delili de vicdanıdır Vicdan, Allah’ı inkârdan muzdaribtir Vicdan Allah’a imanla huzura kavuşur İnsan vicdanın sesini derinden derine dinlediği zaman ezelî ve ebedî bir Ma’bud arzusunu her zaman onun içinde duyacaktır İşte bu hâl, bu edâ, insanın vicdanında sessiz kelimelerle ifadesini bulan ve Allah-u Teala’nın: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf, 7/172) hitabına verilen: »Ó‰È¢ “Evet Rabbimizsin” cevabıdır ki; dikkat etse herkes, ruhun derinliklerinden kopup yükselen bu sesi duyabilir Yoksa bu kafada, cesedde aranırsa tenakuza düşülmüş olur O, herkesin vicdanında vardır, meknîdir Ancak, isbatı, kendi sahasında yapılabilir bir hususdur Ehl-i tahkik, ehl-i şuhud, asfiyâ, evliyâ ve enbiyâ, bunu açık seçik, görmüş ve göstermişlerdir

Ama, aklî isbatına gelince, tabiî, bazı meselelere aklî dendiği zaman mahsusatı isbat ettiğimiz gibi, yani size bir çınar ağacını, bir çam ağacını göstermek gibi, bunu göstermemiz mümkün değildir Vicdanını dinleyen, içinden geçenleri seyreden, bunu görecek, bilecek ve duyacaktır

Alıntı Yaparak Cevapla

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?

Eski 08-02-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?




Soru 3: İrâde-i Külliyenin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğu Kur’an-ı Kerim’de beyan olunmuştur Bunun yanı sıra, cüz’î bir irâdenin insana verildiği de malûmdur Hâl böyle olunca, günah işleyen bir kişi kendi irâdesine uyarak mı günah işler, yoksa Cenab-ı Hakk’ın irâde-i külliyesi mi günah işletir?

Cevap: Meselenin kısaca ifadesi şudur: İnsanın elinde irâde vardır Biz buna ister cüz’î irâde, ister meşiet-i beşeriye, isterse insanın kesb (kazanma) gücü diyelim Cenab-ı Hakk’ın yaratmasına da, küllî irâde, halketme kuvveti veya kudret, irâde ve tekvin diyelim (Bunlar Allah’ın sıfatlarıdır) Mesele, Cenab-ı Hakk’a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenab-ı Hakk zorluyor da, olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır Bu suretle de, işin içine cebr girer Mesele, insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılır O zaman da işin içine “herkes kendi fiilinin hâlıkı” düşüncesinden ibaret olan “Kaderîlik” fikri girer

Kâinatta olup biten herşeyi Allah yaratır Bu soruda “küllî îrade” diye geçen şey de işte budur Hatta, “Sizi de, işinizi de, Allah yarattı”(Saffât, 23/96) Yani sizin de, sizden sâdır olan ef’âlin de hâlikı yalnız Allah’tır Meselâ: Siz taksi yapsanız, veya bir ev inşa etseniz, bu işleri yaratan Allah’tır Siz ve ef’aliniz, Allah’a aitsiniz Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus vardır ki, o da bir kesb ve bir beşerî mübâşerettir Bu ise âdî bir şart ve temâyül gibi bir şeydir Tıpkı dünyaları aydınlatacak olan bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi Bu durumda “Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdâhaleniz yok” denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez İş tamamıyla Allah’a aittir Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüz’î müdâhalenizi de âdi şart olarak kabûl etmiş ve yapacağı her şeyi onun üzerine inşa buyurmuştur Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hale getirmiştir Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah’a aittir Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir Ve bunlar da “Nuru’n-Nûr, Münevviru’n-Nûr, Musavviru’n-Nûr” olan Hz Allah (cc)’a aittir Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir mübaşeretiniz vardır; o da Allah’ın kurduğu bu mekanizmada, Allah’ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır Sizin irâde ve tâkatinizin çok fevkinde, o mekanizmanın, tenvir vazifesini yapması ise tamamen Allah’a aittir

İsterseniz biraz daha açalım: Meselâ; hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makina düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş O makinayı harekete getirme ise, onu kuran ve inşâ eden Zât’a mahsustur Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübâşerete biz, “kesb” diyoruz Veya “Cüz’î irade” deniyor Allah’a ait olana ise “halk etme, yaratma” diyoruz Ve böylece bir irâde inkısamı karşımıza çıkıyor:

A) Küllî İrade

B) Cüz’î İrâde

İrâde dediğimiz; murad etme, dileme demektir ki tamamen Allah’a aittir “Allah’ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz”(İnsân, 76/30)

Bu husus, yanlış anlaşılmasın Biz böyle düşünürken, “kulun da bir parmak dokundurma denecek kadar irâdesi vardır” diyerek, tamamen “cebrî determinizma” diyeceğimiz çarpıklıktan uzaklaşmış bulunuyoruz İşi meydana getiren Allah’tır, derken de, Mûtezile mezhebi ve rasyonalistler gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz Bu suretle de ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allah’a eş ve ortak koşmuş oluyoruz Allah (cc) nasıl ki, Zâtında birdir; icraatında da birdir, işini başkasına yaptırtmaz Allah (cc) herşeyi kendisi yaratmıştır Fakat, teklif, imtihan gibi birtakım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübâşeretini de şart-ı âdi olarak kabul buyurmuştur

Meseleyi daha fazla tenvir için, burada bir büyük zâtın bu mevzûda irad ettiği bir misâli arzetmek istiyorum: Diyor ki: “Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki, beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa; şimdi o çocuk sana: “Beni niye buraya getirdin” diye itirazda bulunabilir mi? Bulunamaz, çünkü, kendisi istedi Üstelik ona: “Sen istedin” diyerek iki de tokat vurursun

Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Edilemez; zira, o talep etti ve istedi4 Ama onu oraya getiren sensin Hastalanmayı da, çocuk kendisi yapmadı Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu Binâenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur Biz kadere ve insanın irâdesine bu ma’nâ ve anlayışla bakarız

İşin doğrusunu, herşeyi takdir eden Allah bilir

Alıntı Yaparak Cevapla

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?

Eski 08-02-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?




Soru 4: Kur’ân-ı Kerim’de, “Ben, kime dalâlet murad edersem, dalâletten ayrılmaz; kime hidayet murad edersem hidayetten ayrılmaz” deniliyor Hem de “İnsanoğluna akıl, fikir verdim, iradesini kendi eline bıraktım, ayrıca doğru yolu da eğri yolu da gösterdim Hangisinden giderse gitsin” deniliyor Bunlar, nasıl te’lif edilir?

Cevap: Bu soruda iki şık var; birincisi: “İrade-i külliye ile, Cenab-ı Hakk nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesini mi kullanıyor?” Bu sorudaki âyet şöyledir: “Allah bir kimseyi hidayete erdirirse, kimse onu saptıramaz O kimi de, dalâlete iterse, onu hidayete getirecek bir yardımcı bulamazsın”(Kehf, 18/17) Ma’nâ olarak, hidayet: Doğru yol, rüşd, Nebîlerin gittiği istikâmetli yoldur Dâlâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve umûmî şehrahtan ayrılma demektir

Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir Ve beşere ait yönü ile birer uf’ûle, birer fonksiyondur Bu îtibarla, bunların her ikisini de Allah’a vermek iktiza eder Arzettiğimiz gibi, her fiil Allah’a râcîdir Ona râcî olmayan hiçbir iş gösterilemez Dalâleti, Mudill isminin iktizâsıyla yaratan, hidayeti, Hâdi isminin tecellisine bağlayan ancak Allah (cc)’dır Demek ki, ikisini veren de Hak’tır

Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir dahli, mübaşereti olmadan, Allah tarafından cebren dalâlete itiliyor veya hidâyete sevk ediliyor da, o, ya dâll (sapık) veya râşid (dürüst) bir insan oluyor

Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür Hidâyete ermede veya dalâlete düşmede, bu ameliye ne kadar olursa, olsun meselâ: Bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun aşrı mi’şarını (yüzde birini) dahi insana vermek hatadır Hakiki mülk sahibi Allah’tır ve o iş mülk sahibine verilmelidir

Müsaade buyurulursa biraz daha açayım: Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır Camiye gelme, nasihat dinleme, fikren tenevvür etme hidayetin yollarıdır Kur’an-ı Kerim’i dinleme, ma’nâsını tedkik ve derinliklerine nüfuz etme, hidâyet yollarındandır Rasul-ü Ekrem’in (sav) Huzur-u Risâletpenâhîlerine gitme, rahle-i tedrîsi önünde oturma, O’nu can kulağı ile dinleme, O’nun gönülden ifâde edilen sözlerine kulak verme ve O’ndan gelen tecellilere gönlünü ma’kes yapmak, hidâyet yollarından birer yoldur İnsan bu yollarla, hidâyete mübâşeret eder Evet, câmiye geliş küçük bir mübâşerettir Ama, Allah (cc), camiye gelişi hidâyete vesile kılar Hidâyet eden Allah’tır; fakat, bu hidayete ermede Allah’ın kapısını, “kesb” ünvanıyla döven kuldur

İnsan, demhâneye, meyhâneye, puthâneye gider; böylece “Mudill” isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve “beni saptır” demiş olur Allah da murad buyurursa onu saptırır Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüz’î birşey vardır ki, bu ne hidayeti ne de dalâleti asla meydana getiremez

Misâl mi istiyorsunuz? Bakınız! Siz Kur’ân-ı Kerim’i ve va‘z u nasihatı dinlediğiniz zaman; keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nûra gark oluyor Halbuki bir başkası, minarenin gölgesinde ezân-ı Muhammedîyi duyarken, va‘z u nasihati işitirken, hatta en içten münacâtlara kulak verirken rahatsızlık duyuyor ve tedirgin oluyor da; “Bu çatlak sesler de ne?” diye ezanlar hakkında şikayette bulunuyor

Demek oluyor ki; hidâyet eden de, dalâleti veren de Allah’tır (cc) Ama bir kimse dalâletin yoluna girdiyse, Allah (cc) da binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi-, sonra da insanı, dalâlete meyil ettirir O arzusundan ötürü de ya cezalandırır veya afveder

Alıntı Yaparak Cevapla

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?

Eski 08-02-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?




Soru 5: Allah (cc) çok insanlara, araba, apartman, mal, mülk, itibar, arkadaş, şan, şöhret vermiş Bazı insanlara da fakirlik, dert, musibet, elem, keder, vermiş; sonraki insanlar çok mu kötü yoksa Allah öbürlerini çok mu seviyor? Uçmak için yaşayanla, sürünmek için yaşayan arasındaki fark nedir?

Cevap: Böyle bir soru, ancak öğrenmek maksadı ile sorulabilir Başka türlü günaha girilmiş olur Esasen, içinde böyle bir derdi olan insanın da, bunu sorması lazımdır

Allah (cc) dilediğine at, araba, han, hamam, taksi, apartman verir; dilediğini de fakr u zaruret içinde kıvrandırır Ancak bütün bunlarda, âile ve sâireden gelen bazı sebepler de inkâr edilmemelidir Meselâ, bir insanın mal kazanma dirâyet ve kiyâsetini inkâr etmek mümkün olmadığı gibi, kendi devrinin şartları içinde kazanma yollarını bilmesi de, kazancına sebep olması bakımından inkâr edilemez Bununla beraber Allah (cc), bazı kimselere, liyâkat izhar ettiği halde, yine onlara mâl-menâl vermemiştir Mâmâfih, zayıf bir hadis-i şerifde; Allah’ın, malı sevdiğine-sevmediğine, din ve îmânı ise sevdiğine verdiği ifade edilmektedir5 ki, mevzumuz itibariyle oldukça manidardır

Bir de, mal-mülk mutlaka hayır sayılmamalıdır Evet, bazen Allah (cc) mal-menâl ve dünyevî huzur ve saadet isteyenlere, istediklerini verir; bazen de vermez Ama, Allah’ın (cc) hem vermesi, hem de vermemesi hayırlıdır Zira, sen iyi bir insan ve verileni de yerinde kullanacak isen, senin için hayırlıdır İyi bir insan değil ve istikâmetten de ayrılmış isen, Allah’ın vermesi de vermemesi de senin için hayırlı değildir

Evet, istikâmetin yoksa, fakirlik senin için küfre bir vesiledir Çünkü, o seni Allah’a karşı isyâna sevk eder de, her gün O’na karşı yeni bir isyân bayrağı açarsın Yine, şayet sen istikâmette değilsen; kalbî ve ruhî hayatın da yoksa, senin zenginliğin de senin için bir belâ ve musibettir, “Mal ve evlâd, dünya hayatının zînetidir ve bir ibtilâdır”(Kehf, 18/46) Şimdiye kadar çok kimseler bu imtihanı kaybetmiştir Nice servet sahibi kimseler vardır ki, servet içinde yüzdükleri halde, nankörlüklerinden ötürü, kalblerinde tecelliden en ufak bir parıltı ve aydınlık yoktur

Binâenaleyh, bunlara, Cenab-ı Hakk’ın mal ve menâl vermesi bir istidraç ve sapmalarına bir vesiledir Ama bunlar herşeyden evvel ruhî ve kalbî hayatlarını öldürdükleri ve Allah’ın verdiği fıtrî kabiliyetleri çürüttükleri için, buna müstahak olmuşlardır

Bu arada, Efendimizin (sav) şu hadislerini kaydetmek de yerinde olur: “İçinizde öyleleri vardır ki, ellerini kaldırıp Allah’a kasem ettikleri zaman, Allah (cc) onların yeminlerini yerine getirir Ve yeminlerinde hânis kılmaz Berâ bin Mâlik, onlardan birisidir”6 Halbuki Enes’in kardeşi Berâ’nın ne yiyeceği ne de yatacak bir yeri vardı O âdetâ, kût-u lâ yemûtla yaşıyordu İşte, Berâ gibi saçı başı karışık, nice pejmûrde görünüşlü ve perişan sayılacak kimse vardır ki, onlara büyük insanlar nazarıyla bakılmış ve kalblerinin büyüklüğü, içlerinin derinliğiyle değerlendirilmişlerdir Rasul-ü Ekrem (sav) diliyle, yemin etseler, Allah, yeminlerinde yalan çıkarmayacağı kişiler olarak vasıflandırılmışlardır

Onun için; ne müstakillen servet, ne de fakirlik bir felakettir Belki yerine göre fakirlik de servet de Allah’ın en büyük nimetlerindendir Allah Rasûlü (sav) irâdesiyle fakirliği ihtiyar buyurmuştur “İstemez misin dünya onların olsun, âhiret bizim”7 buyurmuşlardır Hz Ömer, dünya servetleri devlet hazinesine aktığı halde, bir fakir insan gibi, kût-u lâ yemûtla geçinmiş ve fazlasını istememiştir

Ama, öyle fakirlik de vardır ki, -Allah muhafaza buyursun- küfür ve dalâlettir Meselâ: Yukarıdaki sözler tahkik niyetiyle bir mü’minin ağzından çıkmasaydı da, bir nankörün ağzından çıksaydı, Allah’ın nimetlerine karşı şikayet eden o kişi, kâfir olurdu

Demek ki, yerine göre fakirlik nimet, yerine göre de devlet Asıl mesele, kalbde musaddıkın bulunmasıdır Yani:

“Ya Rabbi, senden ne gelirse gelsin makbûlümdür
Hoştur bana Sen’den gelen, ya hıl'at ü yahut kefen;
Ya taze gül, yahut diken, lûtfun da hoş, kahrın da hoş”

Şarkî Anadolu’da; “Sen’den, o hem hoş, hem bu hoş” derler

İnsan hil’at giyip servet içinde de yüzse, Allah’la beraber olduğu takdirde, Abdülkadir Geylânî gibi, yine ayağı velilerin omuzunda ve mübarek başı da Rasul-ü Ekrem’in (sav) dâmenine dokunacaktır Ama Allah ile münasebeti yoksa, o fakirin dünyâsı da hüsrân, âhireti de hüsran demektir Keza Allah ile beraber olmayan zengin, zâhiren dünyada mesud gibi görünse de, neticede ağır bir hüsrana uğrayacaktır

Alıntı Yaparak Cevapla

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?

Eski 08-02-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?




Soru 6: Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak yarattı?

Cevap: 1 Allah mülk sahibidir Mülkünde istediği gibi tasarruf eder Kimse O’na karışamaz ve O’nun icraatına müdâhale edemez Senin zerratını yaratan, terkibini düzenleyen Allah’tır İnsanî hüviyeti bahşeden de yine Allah’tır (cc) Sen bunları sana lûtfeden Allah’a daha evvel birşey vermemişsin ki, O’nun karşısında bir hak iddia edebilesin Eğer sen, sana verilenler mukabilinde Allah’a birşey vermiş olsaydın, “Bir göz verme, iki göz ver, bir el verme iki el ver!” gibi iddialarda bulunmaya “Niye iki tane değil de bir ayak verdin?” diye îtiraz etmeye belki hak kazanırdın Halbuki sen Allah’a (cc) birşey vermemişsin ki, -haşa ve kellâ- O’na adaletsizlik isnadında bulunasın Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir Senin O’na karşı ne hakkın var ki, yerine getirilmedi de haksızlık irtikab edildi!

Allah-u Teâla Hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş; hem de insan olarak Azıcık dikkat etsen; senin dûnunda birçok mahlukat var ki, onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin

2 Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularında inkişaf başlatırsa çok az birşey almakla, pek çok şeyler vermiş olur Demek ki zâhiren olmasa bile hakikatta bu ona, Allah’ın lûtfunun ifâdesidir Tıpkı şehid edip ona cennet vermek gibi Evet, bir insan, muharebede şehid olur Bu şehâdetle Mahkeme-i Kübra’da, Allah’ın huzurunda, sıddîkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir Onu gören başkaları “Keşke Allah bize de harp meydanında şehadet nasip etseydi” derler Binâenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz Belki aldığı şey ona nisbeten çok daha büyüktür

Çok nâdir olarak bazı kimseler bu mevzuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile inhiraf etseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, daha fazla Allah’a teveccühe vesile olmuştur Bu itibarla haşarat-ı muzırra nev’inden bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının serrişte edilmesi yerinde değildir Bu mevzuda esas olan ebede namzet insanların ruhlarında, o âleme âit iştiyakı uyarmaktır Bu ârızalıda, ârızaların itmesiyle Hakk’a teveccühü, başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmalar şeklinde kendini gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir

İnsan, hayvan, nebât ve diğer bütün varlıklar, kendilerine hükmeden bir kudretle gün yüzüne çıkar, teşhîr ve âyinedarlık vazifelerini yerine getirir, sonra yerlerini başkalarına bırakarak sahneden silinip giderler

Bu âlemde, hem doğuşlar, hem de ölüşler birer teşhîr, birer imtihan olarak cereyan etmektedir Her şeyin varlığa erişi, gizli bir Mevcud’un apaçık delil ve tercümanı olduğu gibi, müddet hitâmında ayrılıp gitmesi de, evveli olmayan o Gizli Varlık’ın, ebediyet ve ölümsüzlüğüne delâlet etmektedir Evet, hiçden ve yokdan varlığa eren biz ve her şey, varlığımızla birinin varlığını görmemiz, duymamız ve bilmemizle, gören, duyan, bilen birinin mevcudiyetini gösterdiğimiz gibi, bir hayat boyu sırtımızda emânet olarak taşıdığımız herşeyi terkedip gitmekle de, bir bir gelenlere; bir bir gidenlere, gidip gelmeyenlere mukâbil, sır olan bir “BİR”i göstermekteyiz O, “O’dur ki, hanginiz daha güzel iş yapacağınızın imtihanını vermek için, hayatı ve ölümü yaratmıştır”(Mülk, 67/2)

Gelişin sırrını kavrama, bulunuşun imtihanını verme ve gidişe hazır olma İşte insan için mühim olan da budur!

Şimdi bu küçük hazırlıkdan sonra, mevzuumuz olan “bir anda ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir” hususunu ele alalım:

Evet, hepsinin eceli birden gelmiştir Ve böyle olması için de ciddî ve kayda değer hiçbir mânî yoktur Varlığı bütünüyle elinde tutan Yüce Zât, zerrelerden sistemlere kadar herşeyi ve herkesi kendi kaderi içinde birden var ettiği gibi, birden de öldürebilir Ne ayrı ayrı yerlerde bulunmalar, ne de vasıf ve keyfiyet farklılığı bu mevzuda hiçbir mânî teşkil edemez

Kudreti Sonsuz’un tasarrufunu göstermek için, tamı tamına o kudreti aksettirecek misâl bulamamakla beraber, yine de, O’na ayna olabilecek ve bir fikir verebilecek pek çok şeyden bahsetmek mümkündür

Ezcümle; güneşe yönelen değişik evsaf ve keyfiyetteki varlıklar, herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermeden, ona bakarak hayatlarını sürdürür; onun ziyâsı altında renkten renge girer; onunla en revnekdâr hâle gelir ve onun doğuşu ve batışıyla ölgünleşir, pörsür ve söner giderler Aynen onun gibi, herşey, aynı baharın kucağında döllenir; aynı yazda serpilir gelişir ve aynı sonbaharda hazanla sararır; fakat, hepsinin kaderi ayrı ayrıdır Hepsi, o geniş ilmin plân ve programıyla, o sonsuz irâde ve meşietin yönlendirmesiyle; evet, gelişigüzel ve kendi isteklerine göre değil, o meşiet ve iradenin istediği istikâmette varlık gösterir ve mevcudiyetlerini sürdürürler “O, karada ve denizde olan herşeyi bilir Düşen bir yaprak ve karanlıklar içine gömülen hiçbir dâne yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın”(En’am, 6/59)

Ağaçların, otların, tohumların, dânelerin hayat ve ölümleri, gelişme ve semereleri bu kadar ciddi takip edilip de, insan gibi en ekmel bir varlık hiç başıboş bırakılır mı? Bir şeyi görmesi diğer şeyi görmesine; bir şeyi işitmesi diğer şeyi işitmesine mâni olmayan kâinatların Yüce Sâhibi, elbette en aziz mahlûku, en değerli san’atı olan insanın, her hâline ehemmiyet verecek ve O’nun bir ferdine, sâir varlıkların cins ve nev’inin mazhar oldukları şeyleri lûtfederek, âlemlerin fihristi olan insanı, hususi olarak ele alacak, hususi iltifatına mazhar edecek, husûsî sevkiyâtıyla huzurunda şereflendirecektir

Bu da’vet ve sevkiyat, bazen bir döşekte, bazen bir harp meydanında, bazen de herhangi bir felâket ve âfetle olabilir Hatta, ayrı ayrı mıntıkalarda toplu olarak veya teker teker de meydana gelebilir Yaratıcı’nın insana bakışı zâviyesinden, bunlar, asla neticeye te’sir etmezler Her insanın zimâmını elinde bulunduran; her canlıyı istediği kadar hayatta tutup sonra da salıveren sonsuz ilim ve Kudret Sahibi, nezdindeki Kitab’a göre, belli ferd ve kitlelerin ruhlarını kabzetmesi gayet normal ve ma’kuldür Evvelce de temas edildiği gibi, bu, önceden terhîs edilmeleri tesbit edilmiş bir askerî birliğin, vakti gelince, en büyük kumandan tarafından tezkere işleminin icrâ edilmesi gibi bir şeydir

Ayrıca, ruhların kabziyle vazîfeli meleğin vazîfesinin şümûlüne temas edildiği yerde de belirtildiği gibi, ruhları kabzetme vazifesiyle mükellef o kadar çok melek vardır ki; bir anda binlerce âfetin kol gezdiği her yerde, sâhibinin irâde ve takdiri altında, her vefat edenle bir değil birkaç melek görüşebilir ve ellerindeki kitaplara göre, değişik takdirlerle kurbanlarını istikbâl edebilirler

Bu türlü âfetler, çok ciddi tetkiklere tâbî tutulduğu zaman, gerçekten, hem bir ilk takdîri, hem de ölenlerin ecellerinin birden geldiğini görmemek mümkün değildir Bu hususdaki enteresan ve hârika hâdiselerin bütününü tesbit etmek için ciltler lazımdır Üstelik yazılanlar da ciltleri aşacak kadar çoktur Gün geçmiyor ki, kitaplara mevzu olacak, böyle fevkalâde hâdiselerden birkaçını matbuatta görmüş olmayalım

Meselâ, şehirlerin altını üstüne getiren korkunç bir zelzelede, binlerce insan bütün gayretlere rağmen kurtarılamamalarına mukâbil, zelzeleden günlerce sonra, kendilerini korumaktan aciz yüzlerce çocuğun, hiçbir zarar ve ziyâna uğramadan toprağın altında istirahat ederken bulunmaları hem kanala yuvarlanan bir römork içindeki bütün işçilerin boğulmalarına karşılık, çok ötelerde hiçbir ârızaya uğramadan, suyun üzerinde yüzüp duran kundakda bir çocuğun bulunması hem bir uçak kazasında, en mâhir ve tecrübeli kimselerin kaçamayıp cayır cayır yanmalarının yanında, uçağın düşmesiyle iki yüz metre öteye fırlayan mini mini bir yavrunun hiç ârıza almadan kurtulması gibi yüzlerce hâdise isbat etmektedir ki; hayat da ölüm de, kendi kendine olmayıp, aksine bilen, gören ve idâre eden birinin tedbiriyle meydana gelmektedir

Hayâta, birer birer veya toplu olarak gelen her varlık, kütük ve sicil defterlerindeki vazife bitimi ve ecellerine kadar, fıtratın ince sırlarını kavrama, tabiat ötesi gizlilikleri keşfetme, bizleri ve onları gönderen Zât’a âyine ve tercüman olma mükellefiyetiyle ömürlerini doldurur, parça parça veya toplu olarak terhis edilirler

Bu bilme, tesbit ve sonra da vefat ettirme, yâni aynı anda ecellerini getirme ve işlerini bitirme, herşeyi baştan sona en iyi şekilde bilen Allah (cc) için, gayet kolaydır Kaldı ki, her insanın etrafında bir yığın meleğin bulunduğunu ve bundan başka pek çok can alan meleklerin de olduğunu, gizli açık herşeyi Bilen’den öğreniyoruz Bu bahiste ayrıca, şöyle küçük bir itiraz da vârid olabilir: “Bu kabil musibetlerde, müstahak olanlarla beraber, bir hayli de ma’sum telef olup gitmektedir Acaba buna dâir de birşeyler söyleyebilir misiniz?”

Hemen arzedeyim ki, bu istifham da yine, akîde ve tasavvurdaki bir yanlışlıkdan doğmaktadır Eğer hayat, sadece dünyevî hayattan ibaret bulunsaydı ve insanın evvel ve âhir yeri burası olsaydı belki bu itirazın da ma’kul bir yanı ve bir mesnedi olduğu iddia edilebilirdi Halbuki, insan için burası bir ekim yeri, bir gayret sahası ve bir bekleme salonu ise; öteki âlem, bir harman ve hasat yeri, bir bağbozumu ve semere zamanı; nihayet sıkıntılardan kurtulup saadetlere erme mekânıdır Bu itibarla da, burada iyinin kötüyle; mücrimin nezihle vefât etmesinde hiçbir gayri tabiilik yoktur Bilakis, işin böyle cereyan etmesi en ma’kul ve en mantıkî olanıdır Zîrâ ikinci dirilişle, herkes niyet ve davranışlarına göre hususî bir varlığa erecek, ona göre muâmele görecek ve ona göre ya tekdire ma’ruz kalacak veya ulûfe alacaktır

Hâsılı; ölüm ve ecel, bu dünyada bulunma ve hizmet etme süresinin bitiminden ibarettir Böyle bir süre, insanın irâdesini nefyetmeme çizgisinde, önceden hazırlanmış, tescil edilip kütüklere geçirilmiş bir plân keyfiyetinde olup ve yine herşeyi bilip gören Zât’ın emir ve fermanıyla, mevsimi geldiğinde infâz edilmesinden başka birşey değildir Bunun toplu olmasıyla, münferid olması arasında da, mantıkî hiçbir fark yoktur

Öyle zannediyorum ki, pek çok meselelerde olduğu gibi burada da, Yüce Yaratıcı’nın sonsuz ilim, kudret ve irâdesini bilememe; inhirafın başlıca sebeplerinden birini teşkil etmektedir Diğer bir sebep de, eşya ve hâdiselere bakış zâviyesinin yanlışlığıdır Olup biten şeyler muvâcehesinde kafalarımızı hatalı tabiat ve tesadüfler anlayışından sıyıramamış ve gönüllerde tecrîde erememişsek; içimiz zayıf akîdelerle, şeytanî vesveselerin muhârebe meydanı hâline gelecektir

Bir de gönül dünyamızın fakirliği ve yeterince beslenememesine karşılık -mesnedsiz dahi olsa- her gün kâse kâse şüphe ve tereddütlerin içirilmesi, öyle korkunç bir felâkettir ki; nesillerin istikâmetinin bozulmasına değil de, hâlâ istikâmetini muhafazada muvaffak olmalarına hayret edilmelidir

Ehemmiyetsiz gibi görünen bu kabil meselelerde, haddinden fazla tahşidat yapıldığı iddia edilebilir Ne var ki, imana taâlluk eden hususların hiçbirinde biz, böyle bir düşünceye katılmayacağız Nazarımızda îtikadla alâkalı en küçük mesele, dağlar cesâmetinde ve cihanbahâdır Bu îtibarla da üzerinde ne kadar titizlikle durulsa, değer ve yerindedir

Bu hususu nazar-ı îtibara alan arkadaşlarımızın sıkılmayacaklarını ve bizi bağışlayacaklarını umarız

Alıntı Yaparak Cevapla

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?

Eski 08-02-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?




Soru 7: İnsanın ne zaman ve nasıl öleceği önceden belirlendiğine göre, onu öldürenin suçu nedir?

Cevap: Herşey gibi ölümün de zaman ve keyfiyeti, önceden tesbit edilmiştir Yani kâinat için vârid ve vâki olan herşey insan, insanın hayatı ve ölümü için de vârid ve vâkidir Belli yollarla varlığa erme, belli esaslar içinde varlığını sürdürme ve belli bir zamandan sonra da sahneden çekilme, her varlık için kaçınılmaz bir hakikattır Evet Her şey, çok geniş ve umumî bir kader dairesi içinde ve kendisi için belirlenmiş bir çizgide doğar, gelişir; sonra da ölür gider Bu, ezelî, değişmez bir yol ve ebedlere kadar da devam edecek bir çark ve düzendir

Zerrelerden sistemlere kadar, hayret verici bir düzen ve baş döndürücü bir âhenkle işleyen şu koca kâinatın bağrında doğan ve gelişen pozitif ilimler, o ilimlere âit sâbit prensibler ve âlemşümûl kâidelerde, herşey için böyle bir ilk belirleme, bir ta’yin ve takdir açıkça müşâhede edilmektedir Böyle ilk bir plânlama olmadan, ne kâinattaki nizam ve âhengi îzâh etmek, ne de onun bağrında müsbet ilimlerden herhangi birini geliştirmek mümkün değildir Kâinatın olabildiğine hendesî, olabildiğine riyâzî ve bir kısım tesbit ve takdirlere göre hareket etmesi sayesindedir ki; fizik laboratuarında belli prensiplere göre araştırma yapmak, anatomiyi belli kâideler içinde mütalâa etmek ve anlatmak ve yine sâbit bir kısım kâidelerle, fezânın derinliklerine açılmak mümkün olabilmiştir

Âhenksiz bir kâinatta, plânsız programsız bir dünyada ve nizamsız işleyen bir tabiat mecmuasında, pozitif ilimlerden hiçbirini düşünmeye imkân yokdur İlimler, aslında, varlık içinde mevcut olan bir kısım kâide ve prensiplere adese olmuş, onları göstermiş ve onların birer ünvanı olarak kitaplara geçmişlerdir

Bu ifadelerle ilimleri ve keşifleri küçümsemek istemiyoruz; sadece onların yer, önem ve ağırlıklarını hatırlatıyor ve onlardan çok daha mühim hususlara dikkat edilmesi lâzım geldiğini belirtiyoruz ki; o da, ilimlerden ve keşiflerden evvel kâinatın sinesinde bir kalb gibi atan nizam ve âhenktir Bu nizam ve âhengi, bir ilk belirleme ve kaderi bir programla bütün cihanlara esas yapan kudret ne mübecceldir!

Bu, yukarıdan inme ve hâkim kanunları, insan topluluklarına tatbik etmek isteyen içtimaiyatçılar bile çıktı Böyle koyu bir kadercilik, daha doğrusu aşırı cebriyecilik her zaman tenkide açık olsa da, böyle bir tesbit âlem-şümûl bir âhenk ve bu âhengin dayandığı ezelî programı itiraf bakımından, oldukça ma’nidardır

Aslında inanç ve itikada müteallik bir hakikat, kendi kendine vardır ve hâricî desteklere, tasdiklere dayanma ihtiyacından da çok muallâ ve müberrâdır Ne var ki, bakışları çeşitli hâriciliklerle bulanmış, kalbi bunlara ait hezeyanlarla yerinden oynamış talihsiz neslimize “Yerine dön” çağrısında bulunurken, onu baştan çıkaranların tenâkuzlarına, işaret yoluyla dahi olsa temas etme fâideli olacağı kanaatindeyiz Ve, işte bunun için sözü uzattık ve sadet harici beyanlarda bulunduk Yoksa, bütün kâinatın fevkalâde bir tenasüb ve uyumluluk içinde işlemesi, atomlardan, galaksilere kadar herşeyin göz doldurucu bir nizam ve âhenkle hareketi, bütün eşyayı sımsıkı birbirine bağlayan bir tayin ve takdire ve bir hâkimiyet ve cebre delâlet etmektedir Kuruldu kurulalı bütün dünyalar, bu mutlak hâkimiyete boyun eğmiş, O’nun iradesine ram ve O’na inkıyad üzere, hâlden hâle dönerek devam edip durmaktadır

Ancak, insan ve benzeri diğer irâde ve hürriyete sahip varlıklar için de, ilk yaratılış tamamen cebrî ve sâir varlıklarla aynı çizgide olsa bile, daha sonra bu iradeli varlıklar, iradeleri altına giren hususlarda, emsâllerinden tamamen ayrılırlar Böyle bir farklılıktan ötürü de, “önceden belirlenmenin ma’nası, insan ve benzerleri için değişik bir hâl alır Esasen, sorulan soru da, insanın bu farklı yönünü sezememiş olmadan ve onu da tıpkı diğer eşya gibi mütalaa etmekten doğmaktadır Bu îtibarla, insan ve sâir varlıklar arasında mevcut böyle bir farkı kavrama, kısmen dahi olsa, meseleyi halleder kanaatindeyiz Gerisi, ilm-i İlâhinin bütün eşyayı çepeçevre ihâta etmesini kabullenmekten ibarettir

Evet, insanın diğer varlıklardan farklı olarak bir hürriyet ve irâdesi, bir meyil ve seçme istidadı vardır Ve işte, o hürriyet ve irâde, o meyil ve seçmeye göre; iyi ve kötü, sevab ve günah insana nisbet edilir İnsan irâde ve isteğinin, meydana gelen o büyük neticeler karşısında, ağırlığı ne olursa olsun; o irâde, Yüce Yaratıcı tarafından bir şart ve sebep olarak kabûl edilmişse, onu hayırlara ve şerlere çevirmesine göre suçlu veya suçsuz olması; irâde dediğimiz cüz’î emrin hayra veya şerre meyil göstermesine dayanmaktadır Bu meylin neticesinde meydana gelen hâdise, insanoğlunun sırtına yüklenemeyecek kadar ağır olsa da, o bu temayülle ona çağrıda bulunduğu için, mes’uliyet veya mukafat da ona ait olacaktır O mes’uliyet ve cürümü önceden tayin ve takdir eden, sonra da belirlediği zaman içinde onu yaratan Zât, mes’uliyet ve cürümden muâllâ ve müberrâdır

Meselâ, O yüce Zât, iklimlerin değişmesi gibi çok büyük bir hâdiseyi, bizim nefes alıp vermemize bağlayıp sonra da dese ki: “Şu miktarın üstünde nefes alıp verirseniz, bulunduğunuz yerin coğrafî durumunu değiştiririm” Bizler, tenâsüb-ü illiyet prensibi açısından, nefes alıp-verme ile, iklimlerin değişmesi arasında bir münâsebet görmediğimiz için, yasak edilen şeyi işlesek; o da, va’dettiği gibi iklimleri değiştirse, takatımızın çok fevkınde dahi olsa bu işe, biz sebebiyet verdiğimiz için, sorumlu da biz oluruz

İşte bunun gibi, herkes elindeki cüz’i irâde ve ihtiyariyle, sebebiyet verdiği şeylerin neticelerinden ötürü, ya suçlu sayılır ve muâheze görür veya vefâlı sayılır, mükâfâta mazhar olur

Şimdi, biraz da meselenin ikinci şıkkı üzerinde duralım Yani, Yaratıcının, herşeyi çepeçevre içine alan ilmiyle, insan irâdesinin tevfik edilmesi keyfiyetini

Allah’ın (cc) ilmine göre, bütün varlık ve varlık ötesi herşey, sebeb ve neticeleriyle iç içe ve yan yanadır Öyleki o noktada, önce-sonra, sebep-netice, illet-ma’lûl, evlad-baba, bahar-yaz bir vâhidin iki yüzü hâline gelir Ve yine o ilme göre sonra önce gibi, netice-sebep gibi, ma’lûl-illet gibi, bilinir ve hükmedilir

Kimin, hangi istikametde, nasıl bir temâyülü olacak ve kim âdî bir şart ve sebebden ibaret olan irâdesini, hangi yönde kullanacaksa, bütün bunlar, önceden bilindiği için; o sebeblere göre meydana gelecek neticeleri takdîr ve tesbit etmek, insan irâdesini ne bağlamamakta ne de zorlamamaktadır Aksine, onun meyilleri hesaba katılarak hakkında bu takdirler yapıldığı için, irâdesi kabûl edilmekte ve ona değer verilmektedir Nitekim, bir büyük zât, hizmetçilerine; “Sizler öksürüğünüzü tutduğunuz zaman, şahâne hediyeler elde edeceksiniz; sebepsiz öksürdüğünüz takdirde de, hediyeleri kaybetmekle beraber, bir de itab göreceksiniz” dese, onların irâdesini kabûl etmiş ve desteklemiş olur Aynen öyle de, Yüce Yaratıcı kullarından birine: “Sen şu istikâmette bir meyil gösterecek olursan, ben de, senin meyil gösterdiğin o şeyi yaratacağım Ve, işte senin o temâyülüne göre de, şimdiden onu belirlemiş bulunuyorum” diye ferman etse, onun irâdesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymet vermiş olur

Binaenaleyh, ilk belirlemede irâdeyi bağlama olmadığı gibi, insanı, rızâsı hilâfına herhangi bir işe zorlama da yoktur

Ayrıca kader ve ilk belirleme Allah’ın (cc) ilmî programlarından ibarettir Yânî, kimlerin hangi istikâmetlerde meyilleri olacak, onu bilmesi ve kendinin yapıp yaratacağı şeylerle, bir plân ve program hâline getirmesi demektir Bilmekse, hâriçte olacak şeylerin, şöyle veya böyle olmasını gerektirmez Hâriçte olup biten şeylerin, şöyle veya böyle olmasını insanın temayüllerine göre, Yaratıcı’nın kudret ve irâdesi îcad eder Bu itibarla varlığa erip meydana gelen şeyler, öyle bilindikleri için var olmuş değillerdir Bilâkis, var oldukları şekillerle bilinmektedirler ki, ilk takdir ve ta’yin de, işte budur Kelâmcılar bunu, “ilim, ma’luma tâbidir” sözüyle ifâde ederler Yâni, bir şey nasıl olacak öyle biliniyor; yoksa öyle bilindiği için meydana gelmiyor Nasıl ki, bizim, ilmî tasarı ve plânlarımız pratikte, tasavvur ettiğimiz şeylerin vücud bulmasını gerektirmiyor; öyle de, Yüce Yaratıcı’nın tasarı ve plânları sayabileceğimiz ilk belirlemeler de, hâriçte, herhangi bir şeyin var olmasını mecbûrî kılmayacağı bedihidir

Hâsılı: Allah, olmuş, olacak herşeyi ihâta eden geniş ilmiyle; sebebleri neticeler gibi; neticeleri de sebebler gibi bilmektedir Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü şeylere teşebbüste bulunacaklarını bilmiş ve işte bu teşebbüs ve niyetlere göre neler yaratacağını belirlemiş ve takdîr etmişdir Zamanı gelince de, mükellefin meyil ve niyetlerine göre, takdir buyurduğu şeyleri dilediği gibi yaratmıştır

Onun için, bir insanın nasıl ve ne zaman öleceğinin ve bir başkasının da bu fiile sebebiyet vereceğinin önceden ta’yin edilmiş olması, mesûliyeti giderici değildir Zîrâ takdir, onun hürriyet ve irâdesi hesaba katılarak yapılmıştır Bu itibarla da, onun cürmü kendisine isnad edilecek ve ona göre de, muâhezeye tabi tutulacaktır

Kaderle alâkalı, bu derin meselenin, bilhassa kendi kaynaklarında, tekrar tekrar mütâlaa edilmesi şarttır Bizim yaptığımız şey, sadece selefin sağlam prensipleri içinde, meselenin, avamî bir anlayışa intikal ettirilmesinden ibarettir

Alıntı Yaparak Cevapla

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?

Eski 08-02-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?




Soru 8: İrade-i külliye ve irade-i cüz’iyye ne demektir?

Cevap: İrade-i Külliye, avam halk arasında, Cenab-ı Hakk’ın iradesine verilen bir isimdir Fakat, sahabe, tabiîn ve tebei tabiîn döneminde bu ıstılah söz konusu değildir Yani, onları Cenab-ı Hakk’ın iradesine Külli İrade; beşerin iradesine Cüz’î İrade dememişlerdir Ne var ki, halkın meseleyi anlayabilmesi için böyle bir ıstılah vaz’etmede çok fazla zarar olmasa gerek Tabiî, benim bu sözüm de yine tenkide açıktır

Esasen böyle bir ıstılah, vak’aların neticelerinden çıkarılmış tabiî bir değerlendirme ifadesidir Dolayısıyla da bu değerlendirmenin haklı bir dayanak noktası var sayılabilir

Aslında, Cenab-ı Hakk’ın iradesine Külli İrade denmekle, şu ma’nâlar kasdolunmuştur: Bütün irade Allah’a aittir İrade, O’nun iradesine verilen bir isimdir O murad buyurduğu zaman, başkasının iradesine bakmaksızın, murad buyurduğu şeyi yaratır Burada, daha önce dikkatinizi çektiğimiz bir hususu yeniden hatırlatmak istiyoruz Bazıları yanlış olarak, “O dilediğini yaratır, dilemediğini yaratmaz” der Bu söz yanlıştır Doğrusu şu şekilde olmalıdır: “Allah (cc)’ın olmasını murad ettiği şey olur Olmamasını murad ettiği şey de olmaz”’

Kâinatta cebir hâkimdir Allah (cc), kâinatı yaratırken hiç kimseye sormamış ve hiçbir iradeyi esas almamıştır O, “Dilediğini yaratır”(Bürûç, 85/16) Fakat, insanlara da bir irade vermiştir Bu irade, insan için bir terakkî veya tedennî vasıtasıdır İradenin verilişi Cenab-ı Hakk’ın, Rahmân ve Rahîm isimleriyle alâkalıdır Yani, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın bu isimlerin tecellisiyle insana bir lütfudur Yoksa, İsm-i Azam ve “Allah” lafzı hesabıyla eşyaya bakacak olursak tüm kâinat ciddi bir cebir içinde çalkalanıp, durmaktadır Evet, “Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder”, kaidesi bütün varlıklar için geçerlidir Sadece insandır ki, ona mahiyeti meçhul bir irade verilmiştir O, bu iradesini hayra sarfettiği zaman, Allah (cc) hayrı yaratacak, şerre sarfettiği zaman da, eğer murad buyurursa, şerri yaratacaktır Burada bizi böyle bir hüküm verme cüretine sevkeden de yine Cenab-ı Hakk’ın Rahmâniyyet ve Rahîmiyyetine olan itimadımızdır

Yani, biz hayrı istediğimiz zaman kat’iyen inanıyoruz ki, Cenab-ı Hak o hayrı yaratacaktır Fakat, bazen insanın istediği şerri Allah (cc) lütfu olarak yaratmaz Mesela, birisi insanın kafasına girer, onu yoldan çıkarmak ister, o da ona meyleder Fakat Cenab-ı Hak o insanın ya mazide işlediği güzel bir ameli sebebiyle ya da istikbalde yapacağı iyi amelleri vesilesiyle onun dalâletini murad etmez ve onun için o kötülüğü yaratmaz Hatta bir engel çıkarır ve onu öyle bir kötülükten alıkor, kötü yere gitmesine meydan vermez Bu, Cenab-ı Hakk’ın atâsıdır Ancak, Cennet dahi bir bakıma insanın iradesini kullanmasına bağlı olduğundan, Cenab-ı Hak hayır adına istenen şeyleri yaratır Elverir ki insan bütün hayırları silip süpüren büyük bir günahla Cenab-ı Hak’tan gelecek atâ ve ihsana liyakatını ortadan kaldırmış olmasın

Alıntı Yaparak Cevapla

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?

Eski 08-02-2012   #9
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Soru 1: Elestü: Kâlû–Belâ Ne Demektir?




Soru 9: Cenab-ı Hakk’ın atâ kanununu izah eder misiniz?

Cevap: Atâ kelime olarak, lütuf, ihsan ve bahşiş demektir İ’tâ da aynı kökden gelir

Mevzumuzla alâkası ise atânın kaza ve kader ile alâkalı yönüdür İnsan, şerri talep ederse, Cenab-ı Hak da onun için o şerri takdir buyurur Zaten insan hakkında yapılan takdirler onun iradesi hesaba katılarak yapılmaktadır Mesela: Benim elimi kaldırmam daha ben elimi kaldırmadan önce hakkımda takdir edilmişse; Cenab-ı Hak bunu benim irademi veya meylimi o istikamette sarfedeceğimi bildiğinden dolayı takdir etmiştir Zira Cenab-ı Hakk’ın ilim sıfatı bütün eşyayı -olmuşu ve olmamışı-, kendi zâtı da dahil herşeyi içine almaktadır Binaenaleyh O, benim yapacağım işleri de biliyor ve ona göre takdirde bulunuyor; “Falan kulum elini kaldırmaya meyledecek ben de onu yaratacağım” veya “Ben bunu böyle yazdım” diyor İşte bu kaderdir Yani, bunun böyle yazılması kaderdir Vakti gelip de benim elimi kaldırmam ise kazadır O da hakkımda yapılan takdirin yerine getirilmesi demektir

Atâyı ise şu şekilde anlayabiliriz: Meselâ kul, iradesini, meylini şer istikametinde sarfeder Fakat, Cenab-ı Hak o kulun güzel bir hali, kalbinin güzel bir durumu veya iyi bir davranışı sebebiyle ona hususi bir atâda bulunur ve şer işlemesine meydan vermez Böylece daha önce hakkında verilen takdir infaz edilmemiş olur Atâ kazaya, kaza da gidip kadere tesir eder Fakat bütün bunlar Levh-i Mahv ve İsbatta cereyan eden şeylerdir Yoksa ilm-i İlâhîde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir Levh-i Mahv ve İsbat, bir bakıma insanın hususi defteridir Buralarda değişiklik söz konusu olabilir; fakat Levh-i Mahfuz-u Âzâm’da değişiklik söz konusu olmaz

Atâ bir lütufdur Lütuflarda ise istihkak şart değildir Esasen meseleye bu zaviyeden baktığımızda bizim işlediğimiz bütün hasenelerin Cenab-ı Hakk’ın atâsı olduğunu görürüz



1) Keşfu’l-Hafâ, II/343
2) Elmalılı, IV/167-175; (İstanbul 1992, Azim Dağıtım)
3) Buharî, Cenâiz, 87
4) Bediüzzamân, Sözler, 26 Söz, (Kader Risâlesi)2 Mebhasın Yedincisi
5) Mecma’uz-Zevâid, X/90, 228; Deylemî
6) Tirmizî,Menakıb,55
7) Buharî, Tefsîr, Sure (66), 2; Müslim, Talak, 31

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.