Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
bizans, tarihi, uygarlığı, uygarık

Bizans Uygarlığı - Uygarık Tarihi

Eski 07-25-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Bizans Uygarlığı - Uygarık Tarihi



Bizans uygarlığı nerde kurulmuştur - Bizans uygarlığının tarihçesi - Bizan uygarlığının coğrafyası - Bizan uygarığının dönemleri - Bizans kültürüBizans Nedir?

Bunu “Bizans” klasörünün giriş yazısında belirtmek yadırgatıcı ise de, tarihte ne kendisini

“Bizans İmparatorluğu” olarak adlandıran bir devlet vardı, ne de kendisine “Bizanslılar”

diyen bir halk Bugün Bizans dediğimiz uygarlık, Roma İmparatorluğu’nun varlığını Doğu

topraklarında Hristiyanlaşarak sürdürmesinden ibarettir

İlkçağ'ın son yüzyıllarında Atlas Okyanusu'nun kıyılarından Basra Körfezi'ne kadar uzanan

Roma İmparatorluğu, esas olarak Akdeniz çevresinde ulaşabileceği doğal sınırlarına

dayanmış, MS 3 yüzyıldan başlayarak da bu geniş coğrafyada ciddi sorunlarla karşılaşmış ve

zaman içinde imparatorluğun yönetsel, ekonomik ve kültürel ağırlık merkezi kaçınılmaz

olarak Doğu'ya kaymıştır Bu eğilim daha Diocletianus döneminde (285-305) başlamışsa da,

ilk gerçekçi adımlar Roma İmparatoru I Constantinus (Büyük Konstantin) tarafından

atılmıştır O, bu zorlukları aşmak için öncelikle Doğu'da yeni bir din olarak güçlenen

Hristiyanlığı, 313 yılında, imparatorluğun "eşit" dinlerinden birisi olarak tanıdı Bu bir

bakıma, yıpranan Roma yönetimi için yeni, güçlü ve dinamik bir dayanak, bir toplumsal

destek bulma çabasının sonucuydu Çünkü yeni din, özellikle Doğu topraklarında görmezden

gelinemeyecek denli güçlü bir toplumsal tabanı, daha 3 yüzyılda edinmişti ve bu diri güç,

çökmekte olan Roma İmparatorluğu'nu tekrar diriltecek toplumsal dinamiği sağlayabilirdi Bu

gerçeği gören I Constantinus, daha 312'de, Ortak İmparator Maxentius'u yenerek saf dışı

bıraktığı Milvian Köprüsü Savaşı’nda, savaştan önce gördüğü bir rüyayı yorumlayarak

askerlerinin kalkanlarına ve labarumun üzerine İsa Mesih'in (Iesus Xristos) baş harflerinin

üst üste getirilmesinden oluşan khristogramı koydurmuş ve zaferini de buna bağlamıştır

Kendisinin Hristiyan olup olmadığı kuşkuluysa da, imparatorluğun özellikle Doğu

topraklarındaki Hristiyan cemaatler arasında sempati ve destek kazandığı muhakkaktı


Artık imparatorluğun Roma kentinden yönetilmesinin zorlukları da ortadaydı Başkentin

kendisi güven altında değildi Milvian Savaşı’ndan sonra imparatorluğa tek başına egemen

olan I Constantinus, başkenti de kademeli olarak daha güvenli gördüğü Doğu topraklarına

taşıdı Küçük bir Roma kenti olan Byzantion, yoğun bir imar faaliyetinden sonra 330 yılında

imparatorluğun “ikinci başkenti” olarak kutsandı Constantinus'un bu yoğun imar çabası,

onun “yeni bir Roma yaratma” vizyonunun bir göstergesidir Yeni başkent, Roma kenti

model alınarak neredeyse baştan inşa edilmiş; imparatorluk sarayı, büyük kamu hamamları,

geniş meydanlar (forum), revaklı caddeler, zafer takları inşa edilmiş, hipodrom genişletilerek

işlev kazandırılmıştı Bu yeni merkeze, yeni rolünü perçinlemek amacıyla imparatorluğun

dört bir köşesinden önemli heykeller, mimari parçalar getirilmiş, bunlar kentin yeniden

inşasında önemli semboller olarak kullanılmıştır


Bu süreç, 395 yılında İmparator I Thedosius'un ölümüyle Roma İmparatorluğu'nun resmen

Doğu ve Batı diye iki ayrı yönetsel birime ayrılmasıyla devam etmiş, Theodisius'un

oğullarından Arcadius, Doğu Roma'nın, Honorius ise Batı Roma'nın imparatoru olmuştur

Roma İmparatorluğu bir süre iki başkentli ve iki eş imparatorlu bir devlet olarak yönetildi

Doğu ve Batı arasındaki sınırı ise, bugünkü Ortodoks dünyanın batı sınırı oluşturmaktaydı

Aynı yıl Hristiyanlık Doğu Roma İmparatorluğu'nun “devlet dini” olarak ilan edilmiştir

İzleyen yüzyıllarda Batı Roma İmparatorluğu kuzeyden gelen kavimler tarafından yıkılmış,

Doğu topraklarındaki Roma İmparatorluğu ise varlığını, başkenti Konstantinopolis olmak

üzere, 1453 yılına kadar yaklaşık 11 yüzyıl sürdürmüştür Modern tarihçilerin “Bizans” olarak

adlandırdığı uygarlık, işte bu, Doğu'da süren Roma İmparatorluğu'dur


Ancak bu uygarlık hiçbir zaman kendisini Bizans olarak adlandırmamış, ilk imparatoru I

Constantinus'tan, son imparatoru XI Konstantinos Palaiologos'a kadar tüm imparatorlar

“Roma İmparatoru" ünvanını kullanmış, imparatorluğun halkına da Romalılar denmiştir

Bizans ismi, 19 yüzyılda tarihçiler tarafından bu uygarlığa verilmiş olan bir isimdir Bizans

imparatorları Roma’nın halefi ve tek varisi olma hakkına imparatorluğun tarihi boyunca hep

sahip çıkmıştır Bu “evrensel egemenlik” iddiasının sürdürülmesi demektir Geç Antik Çağ’ın

bütün “uygar” dünyası Akdeniz ve çevresindeki topraklardan oluştuğuna göre, bu toprakları

yöneten Roma, bütün dünyanın da hakimiydi, yani evrensel bir devletti Onun sınırları dışında

kalanlar ise, ne konuştukları bile anlaşılmayan, Romalılar’ın “Barbar” diye adlandırdıkları

kavimlerden ibaretti Dolayısıyla Roma İmparatorluğu bütün dünyanın tek bir imparatorluk

altında birleştirilmesinin sembolüydü Roma İmparatoru da, bütün dünyanın tek

hükümdarıydı Başka hükümdarların varlığı, ancak Roma İmparatoru’nun bahşettiği ünvanla

mümkün olabilirdi Tek meşru imparatorluk olabileceği ve bunun da tüm dünyayı yöneteceği,

Roma’nın olduğu gibi, Bizans’ın da siyasal doktrininin temelini oluşturuyordu Süreç içinde

Hristiyan bir kimliğe bürünen Bizans İmparatorluğu için bu savın anlamına siyasal istemlerin

yanı sıra, dinsel amaçlar da yüklenmişti: Nasıl ki evrene hükmeden tek Tanrı vardı, bu dünyaya da onun temsilcisi olarak tek hükümdar hükmetmeliydi ve bu da elbette ki Roma

İmparatoru olmalıydı Tek meşru imparatorluk olan Roma (artık Bizans demeye

başlayabiliriz) evrensel bir devlet olarak tüm Hristiyanları içinde barındırmalıydı; imparator

ise Tanrı’nın bu dünyadaki tek meşru temsilcisi olarak Hristiyanlığın bekçisi ve tüm

Hristiyanların koruyucusu olmalıydı Tek Tanrı, Tek İmparator, Tek İmparatorluk! Bu

ancak Hristiyan Roma İmparatorluğu, yani Bizans İmparatorluğu ile mümkün olabilirdi Bu

doktrin bütün bir Geç Antik Çağ ve Ortaçağ boyunca Bizans Devleti’nin temel doktrini

olmasının yanı sıra, Bizanslılar’ın dışında kalan halk ve kavimler tarafından da bir gerçeklik

olarak kabul görmekteydi Gerek Bizans İmparatorluğu’nun kendi tebaası, gerekse bunun

dışında kalanlar için, Bizans İmparatorluğu hukuki ve ideolojik algılanış biçimiyle

yeryüzünün tek meşru imparatorluğuydu Öyle ki, bir zamanlar imparatorluk tebaası olan,

ama sonraki yüzyıllarda ayrılarak kendilerini “imparatorluk” ilan eden, hatta Bizans’ın

varlığını tehdit edecek kadar güçlenen bazı uluslar için bile bu algılama değişmiyordu

Onların hükümdarları, Konstantinopolis’teki Roma İmparatoru’nun kendilerine gönderdiği

hükümdarlık taçları ile meşruiyet kazanmakta, onun verdiği saray ünvanlarını gururla

kullanmaktaydı Çizmeyi çok aşanlar, 6 yüzyılda Ravenna kenti başta olmak üzere İtalya’nın

bir kısmını ele geçiren Teodorik gibi, kendisini Roma İmparatoru ilan edip bu meşruiyeti

kendisi kullanmaya çalışıyordu Ama bu prestij, son yüzyılını neredeyse bir ”şehir devleti”

olarak yaşayan Bizans’ın 1453 yılındaki sonuna kadar ona ait oldu 1453’te ise Bizans

İmparatorluğu’nun başkentini ele geçiren II Mehmet, bu ünvana sahip çıkarak kendisini

Roma’nın da imparatoru olarak ilan etmiştir Bizans ile aynı jeopolitiği paylaşan Osmanlı

İmparatorluğu da kendi tebaası olan Bizanslılar’ı, “Rum”, yani Romalı diye adlandırmaya

devam etmiştir


İşte bugün bizim “Bizans İmparatorluğu” olarak adlandırdığımız siyasi ve kültürel varlık, bu

imparatorluktur Bu imparatorluk için “Bizans” adını her ne kadar ilk olarak 16 yüzyılda

Hieronymus Wolf (1516-1580) kullanmışsa da, akademik alanda bu adın kullanılması 19

yüzyıl tarihçileriyle başlamıştır Neden Bizans isminin seçildiği sorusunun yanıtı ise, ”Yeni

Roma” olarak, Doğu İmparatorluğu’nun yeni başkenti seçilen bugünkü İstanbul kentinin ilk

kuruluşuna uzanmaktadır MÖ 7 yüzyılda Megara’dan yola çıkan Byzas komutasındaki

Yunan kolonistleri, yola çıkmadan önce danıştıkları Delphi’deki Apollon Tapınağı

kahinlerinin de önerileri ile, kendilerinden önce gelerek buraya yerleşmiş olan

Khalkedon’daki (Kadıköy) “Körler Ülkesi”nin karşısına, yani bugünkü Sarayburnu’na

kentlerini kurmuştur Khalkedonlular ”kör”dü, çünkü stratejik olarak savunulması çok kolay

olan bu yarımada (bugünkü Sarayburnu) dururken, onlar Khalkedon’a yerleşmişti Bu küçük

Grek kolonisi, Byzas’ın kenti anlamında “Byzantion” olarak adlandırılmıştır Nitekim daha

MÖ 3 yüzyılda basılan bazı sikkelerde kentin adı Byzantion olarak okunmaktadır MS 73

yılında Roma İmparatorluğu’nun topraklarına katılan kent, 330 yılında Konstantinopolis

olana kadar 10 yüzyıl boyunca Byzantion olarak anılmıştır


Tarihi Coğrafya

Roma'dan Bizans'a gerçekte kesintisiz olan süreç, pratik nedenlerle, ilgili disiplinlerde çalışan

bilim insanları tarafından dilimlere ayrılmıştır Olgunluğuna ulaşmış bir kültür olarak Bizans

kültürü de gerçekte Roma'nın Geç Antik kültüründen büyük ölçüde farklılaşmış, Ortaçağlı bir

kimliğe bürünmüş Doğu Roma kültürüdür Ancak Bizans uygarlığının çeşitli alanlarını

inceleyen disiplinlerde çalışan birçok bilim insanı Bizans uygarlığını incelemeye ya

Konstantinopolis'in kuruluşu olan 330 yılından, ya da Doğu ve Batı Roma'nın resmen

ayrıldığı 395 yılından başlamayı, daha geç tarihlere tercih ederler Bizans'ın başkentinin

“Yeni Roma” olarak kurulan Konstantinopolis kenti olması ve bu başkentin imparatorluğun

son gününe kadar Bizans uygarlığının her alanda en önemli yaratıcı gücü olması gerçeği,

Bizans'ın tarihinin başlangıç noktası olarak bu kentin kuruluş yılı olan 330 yılının alınmasını

desteklemektedir Bu düşünceyle, MS 330 yılından, 1453 yılına kadar olan yaklaşık 11

yüzyıllık bir tarihsel süreci, Bizans İmparatorluğu olarak ele alıp incelemekteyiz Bu dönemin

sanatını da genel bir başlık altında “Bizans Sanatı” olarak adlandırmaktayız


Öte yandan, Bizans olarak adlandırdığımız imparatorluk, çok uzun bir tarihsel dönemi

kapsamasının yanı sıra, çok geniş bir coğrafyaya da yayılmıştı Sınırlarının en geniş olduğu

İmparator Iustinianus döneminde (6 yüzyıl) imparatorluk, batıda İspanya'dan başlayıp,

İtalya, Yunanistan ve Balkanlar’ın büyük kısmı, Anadolu, Kafkasya'nın bir kısmı, tüm

Ortadoğu ve Kuzey Afrika'yı kapsamaktaydı Sonraki yüzyıllarda devamlı toprak

kaybedilmiş, Ortaçağ'da sınırların sık sık değişmesine karşın, imparatorluğun anayurdu

Anadolu ve Yunanistan olmuş, son yüzyıllarda ise imparatorluk toprakları başkent ve dar

çevresi ile sınırlı kalmıştır


Erken Bizans

330 yılında Roma İmparatoru I Constantinus’un küçük Byzantion kentini Roma

İmparatorluğu’nun ikinci başkenti olarak ilan ve imar etmesinden, 395 yılında Theodosius’un

imparatorluğu oğulları arasında ikiye bölmesine kadar olan dönemde Roma İmparatorluğu

“iki başkentli tek imparatorluk”tur: Batıda Roma kenti, doğuda Konstantinopolis

Akdeniz’in etrafındaki bütün karalar da imparatorluğun topraklarıdır Ancak, bir bakıma

doğal sınırlarına ulaşmış olan Roma İmparatorluğu’nun bu kadar geniş bir coğrafyayı uzun

süre kontrol edememesi de normaldir ve imparatorluk artık coğrafi olarak erime sürecindedir

Tarihsel perspektiften bakıldığında, sınırların giderek daralması biçiminde bir eğilim olarak

karşımıza çıkan bu süreç, Geç Antik Çağ’dan Ortaçağ sonlarına kadar sınırların

değişkenliğini de gözler önüne sermektedir 395 yılında Roma İmparatoru Theodosius,

imparatorluğu oğulları Honorius ve Arcadius arasında ikiye böldüğünde, Doğu’da Arcadius’un başında olduğu kısım, merkezi başkent Konstantinopolis, ana toprak parçası

Anadolu olmak üzere, Doğu’da Pers İmparatorluğu ile sınırlanıyordu ve güneye doğru Suriye

ve Filistin’i de içine alıyordu Yani imparatorluğun Doğu sınırını esas olarak Pers

İmparatorluğu’nun sınırları belirlemekteydi İmparatorluk, güney tarafından ise Büyük Sahra

çölü ile sınırlanmakta, Mısır ve Libya’nın kıyı şeridini oluşturan Kuzey Afrika,

imparatorluğun güney topraklarını oluşturmaktaydı Kuzey sınırı Batı Kafkaslar ve Karadeniz

ile belirlenmişti Batı sınırını ise bugünkü Ortodoks dünyanın Avrupa ile olan sınırı,

Yunanistan, Bulgaristan, kısmen Romanya ve eski Sırbistan oluşturmaktaydı Bu,

“Akdeniz’in yarısı” demekti Akdeniz’in batı yarısı, 476’ya kadar şu ya da bu biçimde

varlığını sürdürebilen Batı Roma İmparatorluğu’nun sınırları içindeydi Bu tarihte kuzeyden

gelen Germen ve Got saldırıları Batı Roma İmparatorluğu’nu tarihten siler, ve “Roma

İmparatorluğu” olarak Bizans kalır


Iustinianos Dönemi

Altıncı yüzyılda Büyük Roma’yı tekrar diriltmek için son bir çaba, 527 yılında

Konstantinopolis’te tahta çıkan Iustinianos’tan (527-565) gelir İmparatorun politikasının

ekseninde Roma İmparatorluğu’nu eski sınırları ile tekrar kurmak vardır ve bu amaçla orduyu

Batı seferine gönderir Sonuçta, 6 yüzyıl ortalarında imparatorluğun sınırları yeniden, ama

son kez olarak bütün İtalya, Güney İspanya, Kuzey Afrika’nın tamamı, Ortadoğu,

Anadolu’nun ve Balkanlar’ın tamamını kapsar Iustinianos’un bu “tek evrensel Hristiyan

imparatorluğu” kurma düşüncesi, imparatorluk çapında giriştiği çok kapsamlı imar

faaliyetinde ve bu girişimi taçlandıran Ayasofya’da somutlaşmaktadır Roma mimari

geleneğinin son anıtsal örneği olan İstanbul Ayasofyası, bütün dünyaya Iustinianos’un

amacını ilan etmektedir: Dünyaya tek imparatorluk, Roma hükmeder; tek Tanrı’ya inanan bu

Hristiyan imparatorluğunun tek imparatoru vardır Bu imparatorluğun başkenti de dünyanın

siyasal ve dinsel merkezidir Ancak, Ayasofya bütün görkemiyle günümüze kadar ulaşmışsa

da, Iustinianos’un tek evrensel imparatorluk düşü kısa süre sonra tuzla buz olmuştur

Alıntı Yaparak Cevapla

Bizans Uygarlığı - Uygarık Tarihi

Eski 07-25-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Bizans Uygarlığı - Uygarık Tarihi



Erken Ortaçağ

Yedinci yüzyıl başlarında kuzeyden Avarlar’ın Balkanlar’a girmesi, doğudan da Persler’in

ilerleyişi ile sınırlar değişir Hatta öyle ki, 626 yılında Avarlar Konstantinopolis’e kadar

gelerek kenti kara tarafından kuşatmış, Pers ordusu ise Boğaz’ın karşı kıyısına, Khalkedon’a

(Kadıköy) ulaşmıştır Ancak kuşatmanın başarısız olması ve İmparator Heraklios’un (610-

641) Persler’i 627 yılında yenmesinin ardından, Bizanslılar Mısır, Suriye ve Filistin’i geri

alarak Doğu’da eski sınırlarına kavuşmuştur Batıda ise Balkanlar’ın büyük kısmı Avarlar’ın

6

eline geçmiştir 7 yüzyılın ikinci yarısı, Bizans İmparatorluğu için, siyasal varlığının sonuna

kadar sürecek bir başka cephenin açılmasına tanık olmaktadır Arap Yarımadası’nda yeni bir

din olarak doğan İslam dini önemli bir güç haline gelmiş, 636 yılında Filistin’de Yarmuk

Savaşı’nda Heraklios’un ordusunu dağıtarak yeni ve güçlü bir aktör olarak siyasal sahneye

çıkmıştı Bütün bir Klasik Dünya’nın Doğu’daki tek rakibi olan Pers İmparatorluğu’nu da ele

geçiren İslamiyet, Bizans’ın yeni rakibi olarak ortaya çıktı Üstelik, Persler’in tersine “fetih”

kavramı, yeni dini yaymak misyonunu benimsemiş İslam güçlerinin ana motivasyonuydu

Yedinci yüzyılın ortalarına gelindiğinde Bizans, doğusunda bütün Kuzey Afrika, Filistin,

Suriye ve Kilikya’ya kadar güneydoğu Anadolu’yu Araplar’a; batıda ise Yunanistan’ın bazı

kısımları ve Trakya’nın doğusu dışındaki bütün topraklarını Avar Hanlığı’na kaptırmış, bu iki

büyük güç arasında sıkışmıştı 674, 680 ve 717 yıllarında başkent Konstantinopolis’i

denizden kuşatan ancak başarılı olamayan Arap orduları, 7 ve 8 yüzyıllar boyunca Bizans’ın

Akdeniz kıyılarındaki yerleşmelerine de akınlar düzenlemiştir Bu dönem Anadolu’nun

özellikle Akdeniz kıyıları için güvensiz ve istikrarsız yüzyıllar olmuştur 8 yüzyıl sonlarına

gelindiğinde Kafkaslar ve tüm Doğu Anadolu da Abbasi Halifeliği’nin eline geçmiş ve

Bizans’a Trabzon–Sivas–Mersin hattının batısı ile Kıbrıs, Doğu Trakya, Ege Adaları ve Doğu

Yunanistan kalmıştır

Ortaçağ: Makedon ve Komnenos Hanedanları

8 yüzyıl başlarında iktidara gelen Isauria hanedanı (717-802), imparatorluğa yeni bir güç

kazandırmış ve devleti yeniden örgütlemiştir 867 yılında iktidara gelen I Basileos ise

Makedon hanedanı dönemini (867-1057) başlatır Bu dönemde önemli başarılar elde

edilmiştir: Kilikya, Doğu Anadolu (1032 Urfa, 1045 Ani), Bulgaristan (1018) ve

Yunanistan’ın büyük bir bölümü, İtalya’nın güney ucu ve Girit tekrar imparatorluk sınırlarına

eklenmiştir Ancak 11 yüzyılda Akdeniz havzasındaki siyasal aktörlere, birkaç yüzyıl içinde

bölgenin kaderini değiştirecek olan bir yenisinin eklendiğine tanık olunmaktadır: Türkler

Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1071 yılında Romanos Diogenes komutasındaki Bizans

ordusunu Malazgirt’te yenmesiyle, Anadolu Türk akınlarına karşı korumasız kalmış ve

Türkler’in Bizans İmparatorluğu’nun sonunu getirecek olan Anadolu’daki ilerleyişi

hızlanmıştır

Bu yeni tehdit karşısında Bizans İmparatorluğu 1095 yılında Roma’ya, Papa II Urban’a bir

heyet göndererek yardım istemiştir Papa Anadolu, Suriye ve Kutsal Toprakları (Filistin)

kurtarmak üzere bir ordu hazırlamış ve I Haçlı Ordusu 1097 yılında Anadolu’da ilerleyerek

İznik, Eskişehir ve Antakya’yı ele geçirmiş, 1099 yılında Kudüs’e girmiştir Bu tarihten sonra

Doğu Akdeniz kıyılarında küçük Latin krallıkları kurulmaktadır Anadolu’da ise çok sayıda

kale, Haçlı Ordusu tarafından yapılmıştır Bizanslılar’ın kazancı ise, Türkler’in biraz

7

yavaşlatılmış olmasıdır ve bundan yararlanılarak Anadolu’nun büyük kısmı Selçuklular’dan

geri alınmıştır Bu dönemde parçalanan Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu sahnesindeki yerini

Anadolu Selçuklu devletine, ya da “Rum Sultanlığı”na bırakır Anadolu’da sınırların belki de

en değişken olduğu 11 yüzyıl sonları ve 12 yüzyılda Bizans tahtında Komnenos hanedanı

bulunmaktadır (1081-1185)

12 yüzyılda Anadolu’nun büyük bir kısmı Bizans’ın elinden çıkmıştır Batı Akdeniz kıyı

şeridi, Kıbrıs ve Girit, Karadeniz kıyı şeridi, Batı Anadolu, Marmara, Trakya, Yunanistan ve

Bulgaristan Bizans’ın kalan topraklarıdır Selçuklu Sultanı’nın başkenti ise İkonia’da (Konya)

bulunmaktadır 1176 yılında II Kılıçarslan’ın Bizans İmparator’u Manuel Komnenos’u

Miryakefalon’da yenmesi, 1187’de Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü geri alması, Papalığın

III Haçlı Seferi’ni organize etmesine neden olmuştur II Haçlı Seferi’nin Anadolu’da eriyip

gitmesi nedeniyle etkin olamaması üzerine, III Haçlı Seferi Kudüs’e deniz yoluyla ulaşmış,

ancak bu sefer de kalıcı bir zafer elde edilememiştir

Başkentte Latin İşgali

13 yüzyılın başında yeniden organize edilen IV Haçlı Seferi ise Kudüs’e yönleneceği yerde,

fırsatçılıkla Konstantinopolis’e girmiş ve 1204 yılından 1261 yılına kadar Bizans’ın başkenti

Latin ordusunun elinde kalmıştır Bu dönemde Bizans imparatorluk ailesi ve önemli

aristokratlar sürgünde prenslikler kurmuştur: Başkenti İznik’te olan ve Batı Anadolu’nun da

önemli bir kısmını kontrol eden Laskarisler; Trabzon ve çevresinde Komnenoslar; ve

Yunanistan’ın batı tarafında Epiros despotluğu Bu 57 yıl süresince Bizanslılar’ın

Anadolu’da sahip olduğu toprak parçaları Trabzon, İznik ve Kuzey Ege’den ibarettir Latin

işgali dönemi Bizanslılar için çok büyük bir şok etkisi yaratmıştı İmparatorluğun başkenti ilk

kez elden çıkmış, inanılmaz bir biçimde yağmalanmıştı Bu olay Bizans İmparatorluğu’na

vurulan en büyük darbe olmuş ve imparatorluk bir daha kendisini toparlayarak eski gücüne

ulaşamamıştır

Bizans’ın Son Devri: Palailogos Hanedanlığı

Bizans uygarlığının son evresi, Bizans İmparatoru VIII Mikhael Palaiologos’un 1261

yılında Konstantinopolis’i Latinler’den geri alması ile başlar ve 1453’te başkentin

Osmanlılar’ın eline geçmesiyle sona erer Bu süre içinde tahtta Palaiologos hanedanının

hüküm sürmüş olması nedeniyle bu dönem Palaiologoslar dönemi olarak da anılmaktadır

Latinler’in bir harabeye çevirdiği başkentin hızla imar edilmesi gerekmektedir Aynı zamanda

Anadolu topraklarının da çok büyük bir kısmı kaybedilmiştir Özellikle de VIII Mikhael’i

8

izleyen II Andronikos Palaiologos döneminde (1282-1321), imparatorluk varlığını güven

içinde sürdürebileceği ekonomik ve askeri bir hinterlanddan bile mahrum kalmış, bir süre

sonra da bir “şehir devleti”ne dönüşmüştür Başkentin çok sağlam surları ve savunmaya

uygun konumunun yanı sıra, Bizans sarayının başarıyla yürüttüğü “evlilik diplomasisi”

sayesinde başkentten ibaret olan “imparatorluk” 1453 yılına kadar varlığını sürdürebilmiştir

Bizans Kültürü

Bileşenleri

Bu kadar uzun bir tarihsel sürece ve geniş coğrafyaya yayılmış olan bir uygarlık, bütün bu

süreç ve coğrafya içinde aynı gelişim çizgisini göstermemiş, yerel katkılar ve etkilerle uzun

bir zaman dilimi içinde yavaş yavaş yoğurulmuş, biçimlenmiş, değişerek kendi özgün

kimliğini yaratmıştır Tarihçilerin Roma’dan farklı olarak Bizans diye adlandırdıkları bu

özgün kültürün oluşumunda rol oynayan başlıca etkiler ise şunlar olmuştur:

1 Doğrudan doğruya Roma İmparatorluğu'nun bir devamı olduğundan, Roma'nın Antik

kültür mirası Bizans uygarlığının da ana kolunu oluşturmuştur

2 Ancak Roma'nın “Doğu” topraklarındaki devamı olması, bu uygarlığın ister istemez

üzerinde bulunduğu toprakların yerel kültürlerinden etkilenmesini sağlamıştır Genel

olarak “Doğulu etkiler” diye guruplayabileceğimiz bu uygarlıkların kuşkusuz en güçlüsü

Persler olmuştur

3 Son olarak da, bu ana kolları aynı potada kaynaştırarak zaman içinde olgunlaşıp

Bizans kültürü dediğimiz bir senteze ulaştıran ve Ortaçağ boyunca bu kültüre damgasını

vuran unsur, Hristiyan dini olmuştur

Esas olarak bu faktörler Bizans kültürünü oluşturan ana etkilerdir; ancak Bizans kültürü bu

etkilerin basit bir biçimde üst üste toplanması değil, bunların uzun bir zaman dilimi içinde

kaynaşıp damıtılarak ulaştığı bir sentezdir Bizans kültürünün kendine özgü niteliği de, böyle

bir sentez olmasından kaynaklanmaktadır Bu niteliğiyle Bizans kültürü, insanlık tarihi

boyunca ortaya çıkmış olan diğer kültürlerden farklılaşır, kendi özelliklerini ortaya koyar, ve

tıpkı Mısır uygarlığı, Antik Yunan uygarlığı, Roma uygarlığı gibi ayrı bir kültür olarak

adlandırılmayı hak eder

Elbette ki bu uzun kültürel evrimi aynı ad altında ele alıp incelemenin bazı zorlukları vardır

Bütün bu süreç içinde kültür ve sanat aynı kalmamış, değişik dönemlerde kendi biçimlerini

yaratmıştır Bu durum Bizans olarak adlandırdığımız kültürü kendi içinde dönemlere ayırarak

inceleme gerekliliğini önümüze koymaktadır Tarihçiler ve sanat tarihçileri, Bizans kültürünü

9

ve onun bir parçası olarak da sanatını, belli evrelere ayırarak incelemektedirler Buna göre üç

ana dönem belirlenmiştir: Erken Bizans Dönemi, Orta Bizans Dönemi ve Son Bizans

Dönemi

Erken Bizans

Bizans olarak adlandırdığımız uygarlık gerçekte Roma İmparatorluğu’nun kesintiye

uğramaksızın Doğu’da devam etmesidir demiştik TAY envanterinin de kapsamını oluşturan

yapılar açısından baktığımızda da durum böyledir Bizans mimarlığı Roma mimarlığının

devamıdır Kültür ve sanat alanında, her ne kadar Doğulu etkilerin katkıları azımsanmasa da,

ilk yüzyıllarda bütün kültür alanlarında “Romalılık” egemendir

Antik Roma kültüründen esas olarak bir Ortaçağ uygarlığı olan Bizans kültürüne geçiş uzun

bir süreçtir, çünkü Ortaçağ kültürü, birçok açıdan Antik kültürün antitezidir Bu “dönüşüm”

süreci, genel olarak “Erken Bizans Dönemi” olarak adlandırılır ve kendi içinde farklı nitelikte

dönemler barındırsa da, 4 yüzyıldan 7 yüzyıl sonlarına kadar sürer Pratik açıdan daha net

referans noktaları vermek gerekirse, 330 yılından 726 yılına kadar olan dönemi birçok sanat

tarihçisi ve tarihçi Erken Bizans olarak adlandırmaktadır 330 yılı Roma İmparatorluğu’nun

ilgi odağının Doğu’ya kayması konusundaki en önemli referans noktasıdır Bazı tarihçiler

Constantinus’un Hristiyanlığı İmparatorluğun “eşit” dinlerinden biri olarak yasallaştırdığı

313 yılını referans noktası olarak değerlendirir, çünkü sonuçta Bizans uygarlığı bir bakıma

“Hristiyanlaşmış Roma uygarlığı” olarak da tanımlanabilir Bir başka yaklaşım ise Roma

İmparatorluğu’nun İmparator Theodosius tarafından oğulları Honorius ve Arcadius arasında

Doğu ve Batı Roma olmak üzere resmen ikiye bölündüğü 395 yılının Bizans için referans

alınmasıdır Bu yaklaşım da doğrudur, çünkü bu bölünmeden sonra Doğu Roma, başlıbaşına

bir siyasal varlık olarak dünya sahnesinde yer almış ve bu devlet ileride Bizans olarak

anılmıştır Dolayısıyla, kendisi gerçekte kesintiye uğramayan bir süreç olan tarihi, modern

zamanda araştırmacılar biraz dönemlerin homojen özelliklerine göre, biraz da inceledikleri

konunun niteliğine göre yapay olarak “dönem”lere ayırmaktadır Biz burada, 330 yılını

Bizans’ın başlangıcı olarak almayı ve “Bizans mimari envanteri”ni bu tarihe göre oluşturmayı

tercih ettik

Erken dönemin ilk iki yüzyılı, yani kabaca Iustinianos dönemine kadar (527-565) olan zaman

dilimi, Roma’nın “Bizanslaşması”dır aslında Başlangıçta Roma kültürü tamamen hakimdir

Her ne kadar daha I Constantinus ile başta Roma ve Konstantinopolis olmakla birlikte

Akdeniz çevresindeki bütün önemli Geç Antik kentlerde büyük bazilikal kiliseler inşa

edilmeye başlamışsa da, özellikle 4 yüzyılda pagan kültür toplumsal yapıya egemendir

Hristiyanlıkla paganizm biraradadır, devletin resmi dili Latince’dir Latince ve Latin ünvanlar

10

Bizans’ta uzun bir süre ısrarla kullanılmıştı Konstantinopolis ikinci başkent olduğunda,

Roma’daki imparatoluk sarayı gibi, önemli bir aristokrat kesim ve yönetici sınıf da (örneğin

senatörler) Roma’dan Konstantinopolis’e taşınmıştı Latince’yi esas olarak bu sınıf

sürdürüyordu Ama Filistin’den İtalya’ya kadar olan geniş Bizans coğrafyasında, yerel

dillerin dışında, ortak dil olarak Grekçe kullanılmaktaydı Grekçe’nin devletin resmi dili

olması, Roma imparator ünvanlarının terkedilerek Grekçe olan Basileos ünvanının alınması,

imparator Herakleios döneminde (610-641) gerçekleşmiştir Dördüncü ve 5 yüzyılların sanat

ve mimarlığı da Antik Roma sanatından çok unsur barındırır Birçok araştırmacı bu dönemi

“Geç Antik Çağ” olarak da adlandırmaktadır Ama bu yavaş yavaş değişmektedir

Iustinianos’un hükümdarlık döneminde Hristiyan kültürünün ağır basmaya başladığı

görülmektedir Iustinianos’tan başlayarak Bizans kültürü giderek Roma’nın Antik

mirasından uzaklaşacak, kendi özgünlüğünü oluşturacaktır Bu dönüşümdeki önemli eşik ise

8 yüzyıl başlarında somut bir politikaya dönüşen İkonoklast hareket olmaktadır İkonoklast

dönemin başlangıcı kabul edilen 726, bu nedenle Erken Bizans Dönemi’nin sonu kabul edilir

Orta Bizans

Bizans tarihinde çok ilginç bir dönem olan İkonoklast (ikon kırıcı) dönem, aslında daha

erken dönemlerden beri ruhban arasında süren teolojik bir tartışmanın, imparatorun taraf

olmasıyla siyasi bir aksiyona dönüşmesidir Tartışma, özellikle dini yapılardaki figürlü

bezemenin din açısından caiz olup olmadığı ile ilgilidir Bir kısım teolog, özellikle Tevrat’ı

örnek göstererek Tanrı’nın “insan eliyle yapılmış” putlara tapınmayı yasakladığını, ancak

Ortodokslar’ın kutsal kişilerin betimleri olan ikonlara saygıyı abartarak tapınma noktasına

getirdiğini ve Tanrı’nın bu nedenle de Bizanslılar’ı cezalandırdığını öne sürmekteydi

Özellikle manastırların temsil ettiği Ortodoks çizgi ise, kiliselerin figürlü temalarla

resimlenmesini savunuyordu 726 yılında İmparator III Leon, başkente büyük zarar veren

depremi de Tanrı’nın bir cezası olarak yorumlayarak, Büyük Saray’ın bugünkü Sultanahmet

Meydanı’na bakan Khalke Kapısı’nın üstündeki büyük İsa ikonunu kaldırır ve böylece

İkonoklazma olarak adlandırılan dönem başlamış olur Burada imparatorluğun asıl amacı,

ikonları savunmalarını bahane ederek, toplumda büyük bir itibar ve güç kazanmış olan

manastırları hizaya sokmaktır Nitekim mücadele yaklaşık 200 yıl boyunca esas olarak sivil

otorite ile manastırlar arasında bir güç çekişmesi biçiminde geçer Sonuçta, kazanan taraf

“ikon severler”, yani manastırlar olur 843 yılında Ayasofya kilisesinde, İmparatoriçe

Theodora’nın da hazır bulunduğu ve Patrik Methodios’un ikonoklastları eleştirdiği bir

konuşma yaptığı törende, Ayasofya’nın apsisinde bugün halen duran Meryem ve Çocuk İsa

mozaiğinin (ya da ikonunun) açılışı yapılır, böylece İkonoklast dönem resmen son bulur

Dünyada hiçbir uygarlık iki yüzyıla yakın bir süre resim yasağı gibi bir konuyu

tartışmamıştır Ama bu uzun süre içinde, sindirilmiş ve içlerine kapanmış olan manastırlar,

11

Hristiyan dogmasını geliştirdiler, buna bağlı olarak da mimarlık alanında ve resim sanatında

yenilikler oluşturdular İkonoklast dönemin sona ermesiyle de bu birikimin hemen

uygulandığını görmekteyiz Yeni dönem, aynı zamanda manastırların kültür alanında

damgalarını vurdukları, Hristiyanlığın tüm kültür alanlarına egemen olduğu bir dönemin,

Ortaçağ’ın da başlangıcıdır Bu dönemden sonra Bizans kültürü “Ortaçağlı” kimliğini almış,

bir bakıma gerçek kişiliğini kazanmıştır Buradan sonrası “Orta Bizans Dönemi” olarak

adlandırılmaktadır

Orta Bizans Dönemi, 1204 yılında başkent Konstantinopolis’in IV Haçlı Seferi’nde ele

geçirilmesine kadar olan dönemi kapsamaktadır Bu dönemde Hristiyan dininin

şekillendirdiği bir Ortaçağ kültürü egemendir Kendisini oluşturan etkileri tam olarak

hazmetmiş olan Bizans kültürü, artık onlardan bağımsız, kendi özgün niteliklerini oluşturmuş

ve “farklı” bir kültür olarak ortaya çıkmıştır

Son Bizans

İmparatorluğun başına gelen en büyük felaketlerden biri olan IV Haçlı Seferi, imparatorluk

sanatı ve kültürünün yaratıcı merkezi olan Konstantinopolis’i 1204-1261 yılları arasında

elinde tutmuş, imparatorluk kültürüne en büyük zararı vermişse de, sürgündeki Bizanslılar

kültürel üretimlerini sürdürerek varlıklarını korumuş, 1261 yılında başkentlerini Latinler’den

geri aldıklarında, eski görkemli günlerindeki güçlerinde olmasalar da, uygarlıklarını yeniden

canlandırmayı başarmışlardır 1261 yılından 1453 yılına kadar olan dönem, “Son Bizans

Dönemi” olarak adlandırılmaktadır Özellikle başkentte kültürel bir canlanış, imparatorluğun

genelindeki kötü gidişle çelişir bir görüntüdedir Anadolu’da kaybedilen topraklarda yaşayan

üst sınıflar, Konstantinopolis’e gelerek kültür ve sanata yatırım yapmıştır Başkentte, Antik

Yunan kültürüyle, bilim ve felsefeyle ilgili bir elit kesim oluşmuştur Gerçi güçleri artık yeni

mimari eserler yapmaya yetmemektedir —bunun bir istisnası bugün Kariye Müzesi olan ve

1321 yılında üst düzey bir bürokrat ve çağının entellektüeli olan Theodoros Metokhites

tarafından yaptırılan ve zengin bir biçimde dekore edilen Khora Manastırı’dır— ama

mevcut yapılar onarılmış, bunlara bazı ekler yapılmıştır Bu küçük ama parlak dönem, bu

nedenlerle bazı araştırmacılar tarafından “Bizans Rönesansı” olarak da adlandırılmaktadır

Post Bizans

Bizans uygarlığının kültürel etkileri 1453 yılında Bizans İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden

çekilmesinden sonra da, başta Rusya ve Balkanlar gibi Ortodoks ülkeler olmak üzere, Avrupa

ülkeleri ve Osmanlı İmparatorluğu’nda da çeşitli biçimlerde sürmüştür Sanat alanında bu

12

etkiler, özellikle mimarlıkta ve Ortodoks dünyasında çok yaygın olan ikonalarda günümüze

de ulaşmış olan çok sayıda örnek vermiştir Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra

çeşitli biçimlerde süren bu Bizans etkileri, Bizans sonrası anlamında “Post Bizanten” diye

adlandırılmaktadır

Türkiye’deki Bizans Kültürel Mirasının Önemi

Bizans’ın kültürel mirası, bugün Türkiye’nin tarihsel zenginliğinin en önemli parçalarından

birini oluşturmaktadır, çünkü;

1 Bizans uygarlığının sınırları tarihsel süreç içinde sürekli değişmişse de, bu uygarlığın

ana toprak parçası, başkent Konstantinopolis ile birlikte, esas olarak Anadolu olmuştur

2 Bu topraklarda Bizans uygarlığı 11 yüzyıla yakın bir süre varlığını sürdürmüştür Bu,

Anadolu’nun zengin tarihi boyunca birbirini izlemiş olan uygarlıkların içinde en uzun

olan tarihsel zaman dilimidir

3 Bizans uygarlığının materyal kültür kalıntıları —en azından toprak üzerinde olanlar—

nicelik olarak Osmanlı uygarlığının eserlerinden sonra ikinci sırada bulunmaktadır

4 Bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Bizans Dönemi kalıntıları,

dünyanın geri kalan kısmındaki kalıntıların toplamından daha fazladır

5 Son arkeolojik katmanlardan birisi olarak ve Anadolu coğrafyasını uzun süre yurt

edinmiş bir uygarlık olarak, Türkiya’de arkeolojik çalışma yapılan neredeyse her alanda

Bizans kalıntılarına da rastlanmaktadır

6 Bizans kültürü ile Anadolu’daki Türk kültürü arasında bugün bildiğimizin çok

ötesinde bir etkileşim vardır ve bu alan incelenmeyi beklemektedir

Türkiye’de Bizans Sanatı Konusunda Çalışmalar

Türkiye’de Bizans sanatı ile ilgili ilk çalışmalar 19 yüzyılın sonları ve 20 yüzyılın başlarında

Avrupalı gezginler ve bilim adamları tarafından gerçekleştirilmiştir Strzygowski, Bell,

Ramsay, Rott gibi bilim adamları, Anadolu’da Bizans Dönemi eserlerini ilk tanıtanlar

olmuştur Cumhuriyetin ilk yıllarında devletin arkeolojiye verdiği destekten Bizans pek

yararlanamamış, ama 1950’lere kadar Anadolu’da ve özellikle de İstanbul’da yabancı bilim

adamları çok önemli çalışmalar yürütmüştür: Kapadokya’yı gezen Jerphanion gibi gezginler,

Trabzon çevresinde çalışan DT Rice gibi sanat tarihçileri Anadolu’da iki önemli bölgenin

Bizans yapılarını tanıtmıştır İstanbul’da ise Hipodrom, Büyük Saray, Myraleion, Odalar

Camisi, Euphemia, Theodosius Zafer Takı gibi dünyada yankı bulan kazılar yapılmıştır

Bir Bizans yerleşmesinde ilk Türk kazısı ise, 1930 yılında Arif Müfid Mansel’in

13

İstanbul’daki Balabanağa Mescidi kazısı olmuştur Yine bu yıllarda başlayan ve İstanbul

Arkeoloji Müzeleri ile Ayasofya Müzesi elemanları tarafından özellikle İstanbul ve Marmara

Bölgesi’nde yürütülen yüzey araştırmaları ve kurtarma kazıları, günümüze kadar devam

etmiş, Bizans ile ilgili önemli buluntuları saptayan ve ortaya çıkaran çalışmalardır Ancak bu

çalışmaların çoğu, ya kent içinde hızla tamamlanması gereken kurtarma kazıları, ya da çok

sınırlı olanaklarla gerçekleştirilen yüzey araştırmaları olduğundan, yeterli düzeyde bilimsel

bir belgeleme yapılamamış ve bu çalışmalar kapsamlı yayınlara dönüşmemiştir 1950-1970

yılları arasında ABD’deki Dumbarton Oaks Enstitüsü özellikle İstanbul’daki bazı kazı ve

restorasyon projeleri ile, Anadolu’da bazı geniş bölgesel yüzey araştırmalarını desteklemiştir

İstanbul’da Polyeuktos ve Konstantinos Lips kazıları, Kalenderhane kazı ve restorasyonu,

Kariye ve Ayasofya mozaik ve freskolarının restorasyonu gibi önemli çalışmaları bu kurum

desteklemiştir Anadolu’da da çok sayıda arkeolojik yüzey araştırmasının desteklenerek

Dumbarton Oaks Papers ciltlerinde ya da kitap olarak yayınlandığını, ancak 1970’li yılların

sonlarında bu desteğin büyük ölçüde kesildiğini görmekteyiz Bizans sanatı ile ilgili ilk

akademik çalışmalar 1940’larda İstanbul Üniversitesi’nde Arkeoloji Bölümü bünyesinde

başlamış, 1964 yılında Bizans bağımsız bir kürsü olarak kurulmuş ve başına Semavi Eyice

getirilmiştir 1970’lerden itibaren diğer üniversitelerde de Bizans sanatı ve mimarlığı

konusunda dersler verilmeye başlanmış ve Hacettepe, Anadolu ve Ege Üniversitesi’nde

Bizans Sanatı Anabilim Dalları kurulmuştur Bizans yerleşmeleri ile ilgili çalışmalar da buna

paralel olarak artmıştır

20 yüzyılın ikinci yarısında amacı ve coğrafi kapsamı daha net belirlenmiş yüzey

araştırmaları, Anadolu’daki Bizans mimari varlığının tanımasına büyük katkı sağlamıştır

Doğrudan Bizans mimarlığı ile ilgili olan bu alan çalışmalarının başlıcaları arasında şunları

sayabiliriz: Eyice’nin 1960’lı yıllarda Trakya bölgesinde, 1970’li yıllarda Silifke ve çevresi

ile Karaman civarında gerçekleştirdiği yüzey araştırmaları; 1960’larda itibaren Harrison’un

Likya bölgesindeki araştırmaları; 1975-1980 arasında Ötüken’in Kapadokya bölgesi

mimarlığı araştırmaları; Bryer ve Winfield’in 1980’li yıllarda Doğu Karadeniz bölgesindeki

yüzey araştırmaları; Edwards’ın 1980’lerde Artvin, Oltu çevresini kapsayan Kuzeydoğu

Anadolu araştırmaları; Foss’un 1980 –1990’lı yıllar boyunca geniş bir coğrafyada Anadolu

kaleleri üzerine yaptığı araştırmaları; Ötüken ve Ousterhout’un 1980’li yıllarda Trakya

yüzey araştırmaları; 1990’larda Ötüken’in Bursa ve çevresindeki incelemeleri; aynı yıllarda

Hill’in Kilikya bölgesindeki araştırması Elbette daha sınırlı bölgelerde olmak üzere çok

sayıda araştırma yapılmıştır, ancak bu yazının kapsamı hepsine burada değinmeye

elvermemektedir

Yakın zamanda ise Bizans yerleşmeleri ile ilgili alan çalışmalarında bir artış gözlenmektedir

Araştırma Sonuçları Toplantısı ciltlerine bakacak olursak, Türkiye’de Bizans yerleşmeleriyle

ilgili bütün Anadolu coğrafyasına yayılmış çok sayıda yüzey araştırmasının sürdürüldüğünü

14

görürüz Bu sayısal artışın mutlaka niteliksel bir gelişmeyle de paralel gittiğini söylemek ne

yazık ki zor Özellikle yüzey araştırmalarında –ki yayına dönüşen bu araştırmalar TAY’ın da

ana veri kaynağını oluşturmaktadır– bazı projelerin “bir hoca, iki öğrenci, bir temsilci”

biçiminde ekiplerle gerçekleştirilmesi, çalışmanın gerektirdiği uzmanlaşmış emek ve

teknolojilerden yararlanılmaması sonucunda, bu çabaların uluslararası standartlarda yayına

dönüşemediği görülmektedir Öte yandan, genel olarak Anadolu’da Bizans Dönemi mimarlığı

ile ilgili çalışmalara baktığımızda, özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde çalışma

yapılmadığı, son yıllarda bazı alan çalışmalarına başlanmışsa da bu bölgelerde Ortaçağ

Hristiyan mimarisi açısından büyük bilimsel boşluklar olduğu da dikkat çekmektedir

İstanbul ve Marmara Bölgesi

Bizans İmparatorluğu’nun kalbi ve beyni, bugün İstanbul olan başkenti Konstantinopolis

kentiydi Konstantinopolis yalnızca imparatorluğun siyasal başkenti değil, kültürel ve

sanatsal yaratının da merkeziydi Birçok sanat biçemi ve mimari tip başkent kökenlidir

İmparatorlara hizmet eden sanat atölyeleri ve ustaların yaratıları, imparatorluğun bütün

topraklarında olduğu gibi, komşu ülkelerde de ün kazanmış, onlar uzak topraklara iş yapmak

için gönderilmiş veya çağırılmıştı Envanter konumuz olan mimarlık açısından baktığımızda,

niteliksel ve niceliksel olarak en fazla yapının bugün İstanbul’da bulunduğunu görmekteyiz

Elinizdeki bu envanter klasöründe 250’ye yakın yapı, İstanbul ve yakın çevresinde yer

almaktadır Birçok araştırmacıya göre ise İstanbul ilindeki Bizans yapılarının ancak yüzde

10’u günümüze ulaşabilmiştir Bu oran Anadolu’da çok daha düşüktür Bizans’ın elinden son

çıkan topraklar başkent ve Marmara Bölgesi’ndeki yakın çevresi olduğu için, bu bölge yapı

tiplerinin çeşitliliği açısından da çok zengindir Bugün İstanbul’da, bütün Bizans mimarlık

tarihi boyunca kullanılmış olan yapı tiplerinin neredeyse hepsinden en az bir örneği

bulabilmek mümkündür Bu yapıların bir kısmı bugün müze, cami, açık arkeoloji parkı gibi

çeşitli işlevlerle kullanılmakta; bir kısmı ise iyi ya da kötü belgelenmiş olarak, ya da adından

başka hiçbir iz bırakmadan yakın tarihimizde yok edilmişlerdir

Bügünkü Marmara Bölgesi’nin Asya tarafında kalan kısmında (Bithynia) en önemli Bizans

yerleşmeleri, başkentin Latin işgali altında olduğu dönemde İmparatorluğa başkentlik yapmış

olan Nicaia (İznik), Proussia (Bursa) ve Nikomedia (İzmit) olmuştur Bunların yanı sıra

özellikle Marmara Denizi’nin güney kıyılarında ve Gebze–Tuzla hattında, Ulubat Gölü

çevresinde Bizans yerleşmeleri dikkati çekmektedir Trakya tarafında ise Bakırköy ve

Çekmece’den sonra Perinthos (Marmara Ereğlisi), daha batıda Ainos (Enez) yer alır Kuzey

Trakya’da Adrianopolis (Edirne) önemli bir yerleşmeyse de, burada çok az kalıntı günümüze

ulaşabilmiştir Kuzeyde en önemli yerleşim bölgesi Byze (Vize) ve çevresi olmuştur

15

Marmara Bölgesi’nde de Bizans mimarlığı konusunda yeterli arkeolojik araştırmanın

yapıldığını söylemek çok zordur İstanbul’da bile, Ayasofya, Kariye, Kalenderhane,

Fethiye gibi ayrıntılı olarak çalışılmış bazı önemli yapılar olsa da, halen hakkında hiçbir

bilimsel çalışma ve başlı başına bir yayın yapılmamış çok sayıda Bizans yapısı

bulunmaktadır Elinizdeki bu mimari envanteri hazırlarken, bir yandan bu sorunun boyutlarını

fark ettik, bir yandan da bu yetersizliğin yol açtığı sorunları yaşadık Çok sayıda yapıyla ilgili

mimari tanımlamaların ve hatta yer tanımlamalarının çok eksik ve yanlış olduğunu gördük

Bazı yayınlarda, modern yerleşimlerin dışında yer alan kale gibi yapıların nerede olduğunu

anlayabileceğimiz verilerin eksik olduğunu gördük Diğer bir önemli zorluğumuz ise,

Marmara klasöründeki yapıların büyük bir kısmının bulunduğu İstanbul’dan

kaynaklanmaktaydı: Sokak ve mahalle adları o kadar sık değişmiş ki, bırakınız 19 yüzyılın

sonlarındaki araştırmaları, yakın zamanda gerçekleştirilen çalışmalarda bile yapıların

bulundukları adres bilgilerinin içinden çıkmak çok zor, bazen de imkansız olmuştur

Bizans, esas olarak bir “kent uygarlığı” olmuştur Bizanslılar Geç Antik Çağ’ın bütün

kentlerini iskan etmeye devam etmiş, en önemli mimari eserlerini bu kentlerde yaratmıştır

Bizans kalıntılarının korunması ile ilgili sorunlar da buradan kaynaklanmaktadır Birçok

Bizans yerleşmesi günümüzde de insan yerleşmelerine sahne olmakta, başlıca Bizans kentleri

bugün de Türkiye’nin en büyük kentleri arasında yer almaktadır Dolayısıyla, Bizans mimari

kalıntıları modern yerleşimciler tarafından büyük bir hızla yok edilmekten

kurtulamamaktadır Örneğin Edirne, Bursa, İznik, İzmit gibi kentlerde çok az sayıda Bizans

yapısı günümüze ulaşabilmiştir İstanbul’da ise, daha çok camiye dönüştürülen yapılar ayakta

kalabilmiş, diğerleri büyük ölçüde tahrip edilmiştir Modern zamanda incelenen ve bir kısmı

da fotoğrafla belgelenmiş olan bazı yapıların yerinde bugün modern binaların yükselmekte

olduğunu görüyoruz Bazılarının ise yalnızca adını biliyoruz Ne yazık ki sonsuza kadar yitip

giden bu yapıların epey bir kısmı, geride, TAY’ın bu envanterine girebilecek kadar ipucu bile

bırakmamıştır


Engin Akyürek


alıntı

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.