Prof. Dr. Sinsi
|
Modern Psikoloji 2
Lâtif dünya deneyimi özneldir -modernlerin hiç bilmediği bazı bilimler söz konusu olduğunda bu geçerli değildir- çünkü bilinç kendini lâtif biçimlerle özdeşleşirken, aynı bir ışık ışınının karşısına çıkan bir dalganın biçimine göre yolundan sapması gibi, bunların eğilimlerinden etkilenir Lâtif dünya, biçimlerden oluşmuştur; ancak bu biçimler kendi başlarına veya duyumsanabilir muhayyiledeki yansımaların dışında, [12] kesif biçimlerde olduğu gibi mekânsal veya belirli hatlara sahip değildir Tamamen aktiftirler, daha doğrusu saf aktiftik sadece özsel 'biçimlere' veya saf Ruh'da bulunan arketiplere özgü olduğu düşünülürse, dinamiktirler Yani ego veya bireysel nefs kendi başına soyut dünyanın biçimlerinden biridir ve bu biçimi kabullenen bilinç mutlaka dinamik ve kendine özgüdür, sadece kendi bensel (egoic) biçiminin modaliteleri ise diğer lâtif biçimlerin farkına varır Bu yüzden, düş durumunda bireysel bilinç, yeniden lâtif dünyanın içine çekilmiş olsa bile, yine kendine geri döner; bu durumda tecrübe ettiği bütün biçimler kendilerini bireysel öznenin basit uzantıları olarak sunarlar veya en azından geriye baktıklarında veya uyanmanın eşiğine geldiklerinde böyle görünürler Çünkü düş görenin bilincinin kendi içinde, bu öznelliğe karşın, örneğin birçok insanın gördüğü ön-sezisel veya telepatik düşlerin de kanıtladığı gibi, lâtif dünyanın en değişik 'bölümlerinden' gelen etkilere kapalı olmadığı açıktır [13] Aslında bir rüyanın imge örgüsü öznenin 'tözü' -öznenin kendi psişik biçimini kademeli olarak gerçekleştirmesinden başka bir şey olmayan bir 'töz'- ile dokunmuş olmasına karşın, rastlantısal olarak ve farklı düzeylerde, kozmik düzenin gerçeklerini sergiler
Bir düşün içeriği çok değişik biçimlerde ele alınabilir Düşü oluşturan materia analiz edilirse her tür anıyı içerdiği görülecektir ve bu açıdan, düşleri bilinçaltındakilerin dışa vurumu olarak tanımlayan halihazırdaki psikolojik açıklama büyük ölçüde doğrudur Ancak bir düşün hiç bir şekilde düşü görenin kişisel deneyiminden kaynaklanmayan ve sanki bir bireyden diğerine yapılan psişik bir aktarmanın izlerine benzeyen 'maddeler' de içerebileceği gözardı edilmez Düşlerde seçicilik de vardır ve bu bağlamda C G Jung'un temelden yanlış bir çok tezinin karşısındaki şu tanımını aktarabiliriz:
Bilinçdışının faaliyetinden kaynaklanan düş, orada yatmakta olan şeylerin bir görüntüsünü verir; ancak hepsini değil, çağrışım yoluyla, bilincin anlık durumu ile bağlantılı olarak, harekete geçen, kristalleşen ve seçilen bazılarını [14]
Düşlerin yorumbilimine gelince, modern psikoloji bu yöndeki çabalarına karşın bunu kendi sınırlarına dahil edememiştir, çünkü hangi gerçeklik düzeyini işaret ettikleri bilinmeden nefsin yansıttığı imgeleri doğru bir biçimde yorumlamak mümkün değildir
Bir düşten uyanırken elde edilen imgeler genelde bizzat düş durumu içinde tecrübe edilen psişik biçimlerin sadece bir gölgesi niteliğindedir Uyanıklık durumuna geçerken bir tür aktarma olur -kişi bunun farkına varabilir- ve düşün gerçekliğinden bir şeyle az çok hızlı bir biçimde buharlaşır Ancak yine de, geleneksel rüya yorumculuğunda iyi bilindiği gibi, anısı kesin bir açıklıkla belleklerde kalan belirli bir düşler kategorisi vardır ve bu düşlerin derin içeriği kendisini gizliyor gibi görünse de aynı şey olabilir Genelde sabaha karşı görülen ve uyanana kadar devam eden bu düşlere karşı konulmaz bir nesnellik duygusu eşlik eder; yoksa, sırf zihnî olandan daha ileri bir kesinlik içerirler Ancak onları hepsinden çok karakterize eden ve düşü gören üzerindeki ahlâkî etkilerinden bağımsız olan şey, biçimlerinin, bütün bulanık veya kaotik tortulardan arınmış yüksek niteliğidir Bunlar Meleklerin, diğer bir deyişle nefsi biçim ötesi varlık durumlarına bağlayan öz'ün yolladığı düşlerdir
İlâhî olarak veya melekler aracılığıyla ilham edilen düşler olduğu için karşıtları da olmalıdır ve bunlar, kutsal biçimleri karikatürleştiren, şeytani tahriklerle dolu düşlerdir Bu düşlere eşlik eden duygu sakin ve huzurlu bir berraklık değil, saplantılı ve baş döndürücü bir duygudur; bu bir uçurumun insanı çekmesi gibidir Cehennemi etkiler bazen, deyim yerindeyse onlara yolu açan doğal bir tutku dalgasının üzerine binerek gelirler Ancak ya bir burukluğun ya da kaderin eşlik ettiği kibirli ve olumsuz eğilimi ile tutkunun ilkel karakterinden ayırt edilebilirler Pascal'ın dediği gibi: 'Melek rolü oynamaya çalışan şeytanın rolünü oynar', ve aslında hem düşlerin içinde hem de dışında hiçbir şey, Tanrı'yı son derece parçalanmış egosuyla bağdaştıran -Freud sonrası psikolojiciliğin incelediği birçok psikozun klasik nedeni- insanın bilinçsiz gösterişçi tutumu kadar karikatürleştirmeye uygun değildir [15]
C G Jung, düşlerin analizinden yola çıkarak 'kolektif bilinçdışı' ile ilgili ünlü kuramını geliştirmiştir Belirli bir düş imgeleri kategorisinin sadece bireysel deneyimlerin kları oldukları temeline dayanarak açıklanamayacağını gözlemi, Jung'u düşlerin beslendiği bilinçdışı alanı çerçevesinde, içeriği temelde bireysel psişik hayatın diğer yüzünü sergileyen kişisel bir kuşak ile; kendilerini doğrudan gözlemle hiçbir zaman açığa vurmayan ancak dolaylı olarak, 'simgesel' düşlerle (irrasyonel içtepilerle belli eden, kişisel olmayan bir karaktere sahip gizli psişik eğilimlerden oluşan 'kolektif bir kuşak arasında ayırım yapmaya itmiştir, ilk bakışta bu kuramda 'irrasyonel' teriminin simgecilikle bağlantılı olarak kullanılması dışında aşırıya kaçan hiçbir şey yoktur Ampirik egonun merkezinde yer alan bireysel bilincin psişik düzende, belirli bir yöne yansıtılan ışığın etrafını kuşatan karanlığa doğru azalması gibi, fiilen bu merkezde yer almayan her şeyi kenara itmesini, hatta kendi dışında bırakmasını anlamak kolaydır Ancak Jung meseleye bu şekilde bakmaz Ona göre kişisel olmayan nefs kuşağı aslında bilinçdışıdır; diğer bir deyişle, modalitesi ne olursa olsun veya şümulü ne kadar geniş olursa olsun, içeriği hiçbir zaman aklın doğrudan nesnesi olamaz
İnsan bedeninin, ırksal farklılıklardan bağımsız olarak ortak bir anatomiye sahip olması gibi, psyche de bütün kültürel ve zihnî farklılıkların ötesinde, kolektif bilinçdışı adını verdiğim ortak bir 'alt tabaka'ya sahiptir Her insanda bulunan bu bilinçdışı psyche, bilinçli olması mümkün bir içerikten değil, daima birbirinin aynı tepkiler doğuran gizli eğilimlerden oluşur sadece [16]
Yazar burada, kökeni fiziksel düzene dayanan atalardan kalma yapıların söz konusu olduğunu ima etmeye devam eder:
Bu kolektif bilinçdışının varlığı, bütün ırksal farklılıkların ötesinde beynin yapısının aynı olduğunun psişik göstergesidir  psişik evrimin farklı kolları, kökleri bütün çağlara yayılan tek bir gövdeden çıkar Burada hayvanlarla psişik bir paralellik vardır [17]
Bu tezin korkunç sonuçları aşağıdaki pasajda açkça göze çarpan Darwinci yorumu dikkat çekecektir: 'Bu, genelde insani iletişim araçları olarak mitolojik motiflerin ve simgelerin benzerliğini, daha doğrusu özdeşliğini açıklar [18] Bu görüşe göre mitler ve simgeler, insanı hayvana yakınlaştıran, atalardan kalma psişik bir zeminin ifadesi olur! Düşünsel ya da manevî temelleri yoktur, çünkü
tamamiyle psikolojik bakış açısına göre ortak muhayyile ve eyleme geçme içgüdüleri söz konusudur Bütün bilinçli muhayyile ve eylemler bu bilinçdışı prototiplere göre evrim geçirirler ve daima onlara bağlı kalırlar; özellikle de bilinç çok yüksek düzeyde bir berraklığa ulaşmışsa, diğer bir deyişle, bütün işlevlerinde hâla bilinçli bir iradeden çok içgüdüye bağlıysa veya akılcı olmaktan çok duyusalsa  ' [19]
Bu , Jung'a göre 'kolektif bilinçdışı'nın 'altlarda', psikolojik içgüdüler düzeyinde yer aldığını açıkça gösterir Bunu unutmamak gerekir, çünkü Jung'un yaptığı bazı benzetmelerden, özellikle de 'arketip' terimini 'kolektif bilinçdışının' gizli, daha doğrusu ulaşılmaz içeriğini tanımlamak için kullanmasından -hatta daha çok gaspetmesinden- anlaşılacağı üzere, 'kolektif bilinçdışı' terimi kendi başına daha geniş ve bir şekilde daha manevî bir anlam taşıyabilirdi Çünkü arketipler psişik alana değil, saf Ruh'un dünyasına ait olsalar bile, koşullara göre, tam anlamıyla imgeler halinde kristalleşmeden önce psişik düzeye -özellikle de imgelerin esas biçimleri olarak- yansıtılırlar; böylece 'arketip teriminin belirli psikolojik bir uygulaması gerektiğinde haklı çıkarılabilir Ancak Jung arketip'i 'doğuştan gelen bir kompleks' olarak tanımlar [20] ve nefs üzerindeki etkisini şu şekilde açıklar: 'Arketip tarafından ele geçirilmek insana tamamiyle kolektif bir kişilik, altında insanın doğasının artık gelişemeyeceği, sürekli yozlaşacağı bir tür maske kazandırır [21] Sanki, Varlık'ın doğrudan ve biçim ötesi belirlemesi olan -ve bu yüzden sınırlayıcı olmayan- bir arketip, bir şekilde nefsi büyüleyip kanını emebilirmiş gibi! Jung'un kafasında canlandırdığı az çok patolojik durumda gerçekten söz konusu olan şey nedir? Bir insanın lâtif biçiminin, her biri benzersiz ve telafisi imkânsız bir şeye sahip bir çok yönden oluşan bir biçimin yapısındaki imkânların ayrışması sadece Yozlaşmış bir bireyde potansiyel olarak bir kadın ve bir erkek, bir baba ve bir anne, bir çocuk ve yaşlı bir adam, ayrıca yaratıcı bir zanaatkarın, bir hizmetçinin vs kutsal ve soylu nitelikleri gibi, insanın özgün ve ontolojik konumunun ayrılmaz bir parçası olan çeşitli nitelikler veya 'payeler' bulunur Normalde bütün bu imkânlar bir diğerini tamamlar; burada nefsin hiçbir akıl dışı fonu yoktur çünkü insan biçiminin bu farklı imkânlarının veya yönlerinin birlikte varolması kendi başına son derece anlaşılır bir şeydir ve sadece tek yönlü ve yanlış bir zihniyetin veya uygarlığın gözünden kaçabilir Dahası, insan ruhunun yapısındaki bu çok sayıdaki imkânın veya yönelimin birindeki herhangi dehavari bir gelişme, birbirini tamamlayan imkânların bütünleşmesini gerektirir; dehaya sahip hakiki bir insan dengeli bir varlıktır, çünkü dengenin olmadığı yerde büyüklük de yoktur Böyle bir gelişmenin zıttı nefsin imkânlarından birinin diğerleri pahasına anlamsız ve patolojik bir biçimde abartılmasıdır ve bu yol Jung'un bir maskeye benzettiği türden bir ahlâkî karikatüre gider; burada düşünülmesi gerekenin, aslında kendi hesabına hakiki bir arketipi ve bu nedenle de nefsi büyülemeyen, tam tersine özgürleştiren bir imkânı ifade eden kutsal bir maske değil, karnavallarda takılanlar gibi bir maske olduğu unutulmamalıdır [22]
Psişik ayrışma daima karşıt kutupların birbirinden kopmasının yanısıra bunların sabitleşmesini de sağlar ve bu sadece nefsin içinde arketipe karşılık gelen şeyin nefsi gölgeye düşürmesiyle mümkündür Hipertropiler (aşırı şişme) yaratan bu dengesizliğin karşıt kutbunda, örneğin mükemmel erkeklik hiçbir şekilde kadınlığı dışlamaz, tam tersine onu içerir ve benimser; bunun tam tersi de doğrudur Aynı şekilde, psişik düzeyde yer almayan gerçek arketipler karşılıklı olarak birbirilerini dışlamazlar, birbirlerini içerir ve gerektirirler Kelimenin Platoncu ve kutsal anlamına göre, arketipler varlığın ve bilginin kaynağıdır ve Jung'un sandığı gibi bilinçsiz eylem ve tahayyül eğilimleri değildir Arketiplerin tutarsız düşünceyle kavranamamasının, içeriğinin sadece dolaylı olarak, 'yüzeyde patlak veren' şeylerle bilinebileceği söylenen farazi 'kolektif bilinçdışı'nın akıldışı ve gizli karakteriyle hiçbir bağlantısı yoktur Tutarsız düşünce olmadığı gibi, düşünsel sezgi diye bir şey vardır ve bu sezgi arketiplere simgelerinin başlangıç noktasından itibaren ulaşır
Kuşkusuz, atalardan gelme yapıların 'kolektif bilinçdışı'nı içerdiğini savunan kuram, modern düşünceye çok daha kolay uyar; öyle ki hayvanların içgüdüleriyle ilgili evrimci açıklama ile aynı görüşü paylaşır Bu görüşe göre, içgüdü bir türün kalıtımını, çağlar boyunca karşılaşılan benzer deneyimlerin bir toplamını ifade eder Sözgelimi, bir koyun sürüsünün avcı bir kuşun gölgesini hisseder hissetmez kuzularının etrafında toplanmalarını veya bir kedi yavrusunun oyun oynarken avcı bir hayvanın bütün numaralarını sergilemesini ya da kuşların yuvalarını nasıl yaptıklarını böyle açıklarlar Aslında içgüdülerinin otomatik bir şey olmadığını görmek için onları gözlemek yeter Salt kümülâtif -bu nedenle de muğlak ve sorunlu- bir süreç sayesinde böyle bir mekanizmanın oluşması olasılığı en azından son derece düşüktür İçgüdü zekanın tepkisel olmayan modalitesidir; kararlı olarak, bir dizi otomatik refleks sayesinde değil, türün 'biçimi' -niteliksel belirlemesi- sayesinde gerçekleşir Bu biçim, içinden evrensel zekanın çıktığı bir filtre gibidir Bir varlığın lâtif biçiminin cismanî biçimiyle kıyaslanamayacak kadar karmaşık olduğu da unutulmamalıdır Aynı şey insan için de geçerlidir: Onun aklı da kendi türünün soyut biçimiyle belirlenmiştir Ancak bu biçim, bireyin hayvanların aksine benzersiz olmasını sağlayan düşünsel bir vasıf taşır Sadece insan kendini nesnelleştirebilir 'Ben buyum ya da şuyum' diyebilir Sadece o bu iki yönlü vasıfa sahip olabilir İnsan, evrendeki merkezi konumu sayesinde kendi özgül normunu aşabilir; buna ihanet edip aşağı bir düzeye de inebilir; corruptio optimi pessima Normal bir hayvan kendi biçimine göre ve kendi türünün vasıflarına sadık kalır; zekası düşünsel ve nesnel delil de bir şekilde varoluşsalsa bile kendiliğindendir; önyargı ve cehalet nedeniyle aklı sadece rastlantısal düşünceyle özdeşleştiren insanlar öyle düşünmeseler bile evrensel aklın bir biçimi olduğu kesindir
Jung'un, kişisel hatıralarla açıklanamayan ve tüm insanlarda bulunan bir bilinçdışından kaynaklanıyor gibi görünen bazı düşlerin, mitlerde ve geleneksel simgecilikte de rastlanan motifleri ve biçimleri içerdiği yolundaki tezi prensipte mümkündür; nefsin içinde çok eski atalardan kalma ve ilkel bir dünya görüşünün kanıtlarını taşıyan bir tipler listesi bulunduğu için değil, hakiki simgelerin, zamansal olmayan gerçeklikleri ifade ettikleri sürece 'aslî' oldukları için Aslında, nefs belirli koşullar altında, tamamiyle pasif ve yaratıcı bir tarzda akılda varolan evrensel hakikatleri yansıtan bir aynanın işlevini üstlenebilir Ancak bu tür 'ilhamlar' son derece nadirdir; hakikatleri ileten veya daha önce bahsi geçen gelecekteki olayları yansıtan düşlerde olduğu gibi, deyim yerindeyse Allah'ın inayetine kalmış koşullara bağlıdırlar Dahası, simgesel düşler sadece herhangi bir geleneksel 'üslup'a sahip değildir; biçimsel dilleri, normalde, bireyin fiilen veya esasen bağlandığı gelenek veya din tarafından belirlenir, çünkü bu alanda rastlantısal hiçbir şey yoktur
Jung'un ve aynı ekolden gelen diğer psikologların aktardığı, simgesel oldukları varsayılan düş örnekleri incelenirse, çoğu kez bunun yanlış bir simgecilik olduğu, sözde manevî çevrelerde sıkça rastlanan türden olduğu görülecektir Nefs sadece kutsal bir ayna değildir; daha çok, onda kendisine bakanı yanıltan büyülü bir aynadır Jung'un da unu bilmesi gerekirdi, çünkü bizzat kendisi anima'nın (bu terimle nefsin kadınsı yönünü kasteder) tuzaklarından söz eder; ve anılarında aktardığı bazı kişisel deneyimlerinden,[23] psyche'nin bilinçdışı derinliklerini araştıran bir kişinin kendisini sadece benmerkezci nefsin tuzaklarına değil, özellikle kullanılan analiz yöntemleri hipnozdan veya medyumluktan kaynaklanıyorsa, her yerden, bilinmeyen varlıklardan ve oluşlardan gelen psişik etkilere de açık tuttuğunu bilmesi gerekirdi Jung'un tedavi ettiği hastaların çizdiği ve Jung'un gerçek mandalalar olarak yutturmaya çalıştığı bazı desenler bu bağlamda ele alınmalıdır [24]
Üstelik, sözgelimi hakikat ışığa, yanılgı karanlığa, ilerleme yükselişe, ahlâkî tehlike bir uçuruma benzetildiğinde veya sadakat bir köpekle, kurnazlık bir tilkiyle temsil edildiğinde olduğu gibi doğası itibarıyla çok genel olan ve bizzat dilin yapısında bulunan bir simgecilik de vardır Yani, düşlerde, dilin doğal olarak mecazî olduğu ve rastlantısal olmadığı benzer bir simgeciliğin varlığını açıklamak için 'kolektif bilinç-dışı'na başvurmak gerekmez; akılcı düşüncenin düşüncenin tümü olmadığını ve uyanıklık durumundaki bilincin bütün zihnî faaliyet alanını kaplamadığını unutmamak yeter Düşlerin mecazî dili rastlantısal değilse bu onu mutlaka akıl dışı yapmaz, ve aslında Jung'un da doğru bir biçimde gözlediği gibi, düşü gören kişinin düşlerinde uyanıkken olduğundan daha akıllı olması mümkündür Hatta bu iki durum arasındaki düzey farklılığı günümüz insanları arasında çok sık rastlanan bir şeydir; kuşkusuz bunun nedeni, modern hayatın dayattığı çatıların zeka dışı olması ve insan hayatının temel içeriğini normal bir tarzda taşıyamamasıdır
Bunun, ister kendiliğinden ister manevî törenlerin yol açtığı tamamen simgesel veya kutsal düşlerin rolüyle hiçbir ilgisi yoktur; buna verilebilecek bir örnek, bütün gelenekleri gibi hayati kararları da düş yorumuna dayanan bir tür kehanetçiliğe uygun olan Kızılderililer'dir
Bu meselenin hiçbir yönünü gözardı etmemek için şu da söylenebilir: Kendi geleneksel biçimine, yaşamının kutsal çatısına sadık kalmayan bütün topluluklarda kabul edilen simgeler çöküşe veya bir tür mumyalaşmaya uğrar ve bu süreç, bu topluluğa ait olan ve bu sadakatsizliğe iştirak eden her bireyin psişik yaşamına yansır Burada her hakikate biçimsel bir işaret karşılık gelir, her manevî biçimin izdüşümünde psişik bir gölge vardır; geriye kalan sadece bu gölgeler olduğunda, bilinçaltında ataların hayaletleri olarak görünürler Psikolojik yanılgıların en kötüsü simgeciliğin anlamını bu gibi hayaletlere indirgemektir
'Bilinçdışı'nı tanımlarken ise son derece göreceli ve geçici olduğu asla unutulmamalıdır Bilincin de ışık gibi tonları vardır ve aynı ışık gibi karşılaştığı ortama göre kırınıma uğrar Ego bireysel bilincin biçimidir, ışık yayan kaynağının değil Bu kaynak bizzat aklın kaynağıyla çakışır Evrensel doğası itibarıyla bilinç bir anlamda zekanın varoluşsal yönüdür ve bu, hiçbir şeyin bilincin dışında kalamayacağı anlamına gelir [25] Bu yüzden psikologların 'bilinçdışı', en basit tanımıyla ruhun içinde sıradan bilincin -maddî dünyaya yönelmiş ampirik 'Ben'e ilişkin bilincin- dışında kalan her şeydir, diğer bir deyişle bu 'bilinçdışı', hem daha alt sıralardaki varoluş durumlarının kaosunu hem de daha yüksek varoluş durumlarını içerecek şekildedir Yüksek durumlar (Hindular bunu derin uyku durumunun, prajna'nın mutluluk anına benzetirler) Evrensel Ruh'un ışık saçan kaynağından yayılırlar; bu yüzden, 'bilinçdışı'nın tanımı hiçbir şekilde ruhun belirli somut bir modalitesine karşılık gelmez Jung'un en büyük öncülerinden biri olduğu derinlik psikolojisinin birçok yanılgısı, 'bilinçdışı'nın belirli bir varlıkmış gibi ele alınmasından kaynaklanır Jung'un psikolojisinin 'nefsin özerk gerçekliğini yeniden oluşturduğu' sık sık söylenir Gerçekte ise, bu psikolojinin bakış açısına göre, nefs ne bedenden ayrı bir şeydir, ne de ölümsüzdür; sadece anlaşılabilir herhangi bir kozmik düzenin dışında yer alan bir tür akıldışı (irrasyonel) kaderdir Eğer insanın ahlâkî ve zihnî davranışı tamamen bilinçdışı olan ve akıl ile asla kavranamayan bir zeminden doğan, atalara dayalı bir 'tipler' birliği ta-rafindan gizlice belirlenmişse, insan, bağdaştırabilir ve birbirinden ayrı iki gerçeklik arasında kalmış gibi olurdu
Modern psikolojiye göre, nefsin ışık saçan noktası ya da varoluşsal doruğu sadece kendisini 'bilinçdışı'nın karanlığından uzaklaştırabildiği ölçüde varolan 'Ben'in bilincidir İmdi, Jung'a göre bu karanlık bölünmezliğin (bireyselliğin) yaşamsal köklerini içerir: öyleyse 'kolektif bilinçdışı'na, şüphesiz biyolojik bir doğaya sahip düzenleyici bir içgüdü, bir tür uyurgezer bilgelik bahşedilmiştir; bu yüzden, egonun bilinçli özgürleşmesi kökten yok olması tehlikesini doğuracaktır Jung'a göre, ideal olan, iki kutup -bilinç ile bilinçdışı- arasında bir dengenin, sadece "benlik' diye adlandırdığı, Hinduizm doktrinlerinden alınan üçüncü bir terimin, bir tür kristalleşme merkezinin yardımıyla gerçekleştirilebilecek bir denge kurulmasıdır Jung bu konuda şunları yazmıştır:
'Ben'in ne karşıt ne de tâbi olduğu, ancak bağlı kaldığı ve dünyanın güneş etrafında dönmesi gibi etrafında döndüğü benliğin (self), akıldışı ve tanımlanamaz bir varlık olarak duyumsanması ile bölünmezlik hedefine ulaşılır 'Duyumsamak terimini, 'Ben' ile benlik arasındaki ilişkinin ampirik niteliğini ifade etmek için kullanıyorum Bu ilişkide anlaşılabilir hiçbir şey yoktur, çünkü benliğin içeriği hakkında hiçbir şey söylenemez 'Ben', benliğin bildiğimiz tek içeriğidir Bireyselleşmiş 'Ben' kendisini, bilmediği ve kendisinden üstün bir öznenin nesnesi gibi hisseder Burada psikolojik gözlemin en uç sınırına dayandığını düşünüyorum, çünkü bir benlik fikri kendi başına aşkın bir postüladır; bu postüla bilindiği gibi psikolojik olarak kanıtlanamaz Bilimin bir adım ötesinde, burada tanımlanan psikolojik evrime mutlak bir gereksinim vardır Çünkü söz konusu postüla olmadan deneyimde gözlenen psikolojik süreci yeterince formüle edemezdim Bu yüzden, bir benlik fikri en azından, atomun yapısı ile ilgili kuramlar gibi bir hipotez değeri taşır Ve burada da bir imgenin mahkumları olduğumuz doğruysa, bu her halükârda yorumlanması benim kapasitemi aşan çok canlı bir imgedir Bunun bir imge olduğuna hiç şüphem yok, ama bizi içeren bir imge [26]
Halihazırdaki bilimciliğe çok fazla dayalı terminolojisine rağmen, bu pasajda ifade edilen önsezilere tamamen güvenilebilir ve içinde geleneksel metafizik öğretilere yönelik bir yaklaşım bulunabilirdi; tabiî Jung daha sonraki bir pasajda benlik kavramını bu kez aşkın bir ilke olarak değil, psikolojik bir sürecin sonucu olarak ele alıp göreceleştirmeseydi:
Benlik, iç ve dış arasındaki karşıtlık açısından bir tür telafi olarak tanımlanabilir Böyle bir tanım, benlik bir sonuca, ulaşılması gereken bir hedefe, azar azar üretilmiş olan bir şeye ve tecrübesi çok zahmetli olan bir şeye benzediği sürece benliğe uygulanabilir Bu yüzden, benlik aynı zamanda hayatın amacıdır, çünkü 'bölünmez' dediğimiz o kader birliğinin en eksiksiz ifadesidir ve bir kişi diğerlerini tamamlayarak mükemmel bir imge oluşturduğunda sadece tek bir insana değil, bütün bir gruba aittir [27]
Amatörlüğün affedilemeyeceği bazı alanlar vardır
Jung'un, geleneksel olarak herhangi psikolojik bir süreci değil, türlerin ortaya çıkışından itibaren bireylerin farklılaşmasını tanımlayan bir terimi kullanıp paradoksal olarak 'bireylik' (indi-viduation) diye adlandırdığı şey, bilinçdışı ile bilinç arasında gerçekleşmesi gereken bir dengedir veya ampirik 'kişilik' içinde bilinçdışından yayılan bazı güç veya itkilerin bütünleşmesidir Ancak Jung'un bu terimden anladığı şey, kendi başına bir sonuç olarak kabul edilen bireyliğin bir anlamda kesin olarak dile getirilmesidir Bu bakış açısına göre, 'benlik' kavramı bütün metafizik anlamını yitirir, ancak bu, Jung'un tamamen psikolojik, hatta klinik bir düzeye indirmek için kendine mal ettiği tek geleneksel kavram değildir; bu bakımdan, tam da bu bireyliği ön plana çıkarmak için kullandığı psikanalizi kelimenin tam ve kutsal anlamıyla bir eriştirme (üyeliğe kabul) törenine benzetir ve hatta, psikanalizin 'modern çağda hâlâ geçerli olan tek eriştirme biçimi'ni temsil ettiğini ileri sürer' Bütün yanlış benzetmeler ve psikolojinin yeterli olmadığı bir alana yaptığı müdahaleler hep buradan kaynaklanır [28]
Burada bazı çevrelerden uzak bir araştırmacının bazı şeyleri gönülsüzce gözardı ettiği söylenemez, çünkü Jung yaşayan geleneklerin temsilcileriyle temas kurmaktan özenle kaçınmıştır, örneğin Hindistan'ı ziyaret ettiğinde - küstahça ve saçma bir mazeret göstererek [29] - Sri Ramana Mahârishi'yi görmek istememiştir; kuşkusuz bunun nedeni, kuramlarının yalan olduğunu ortaya koyacak bir gerçekle yüz yüze gelmekten içgüdüsel ve 'bilinçsiz' (burada bu sözcüğü kullanmanın tam yeri) olarak korkmasıdır Ona göre metafizik boş bir spekülasyondu, daha doğrusu, psişik olanın kendi sınırının ötesine ulaşmak için harcadığı boş bir çabaydı; bunu, bataklıktan kurtulmak için kendi saçından çeken bir adamın anlamsız hareketine benzetiyordu Bu düşünce modern psikolojiciliğe özgüdür ve burada bundan bahsetmemizin nedeni budur Metafiziğin sadece psyche'nin bir ürünü olduğu yolundaki saçma iddiaya bizzat bu yargının benzer bir ürün olduğu söylenerek karşı çıkılabilir İnsan hakikatle yaşar; ne kadar göreceli olursa olsun, bir hakikati kabul etmek, intelectus adequatio rei 'yi kabul etmektir Sadece 'bu budur' demek, yeterlilik (adequation) ilkesini ve bu nedenle de göreceli olanın içindeki mutlağın varlığını otomatik olarak onaylamaktır
Jung modern bilimin son derece maddeci çatılarında gedikler açmıştır, ancak doğrusunu söylemek gerekirse bunun kimseye yararı yoktur -ki bundan memnun olunması gerekir- çünkü, bu gedikten sızanlar, tek gerçek olan ve bizi kurtarabilecek tek varlık olan İlâhî Ruh'dan değil, daha düşük düzeyde bir psişizmden kaynaklanmaktadır
Titus Burckhardt
Türkçesi: Volkan Ersoy
Dipnotlar:
[12]: Bazı ustalar lâtif dünyayı imgeleme benzetmişlerse, kafalarındaki şey muhayyileye dayanan faaliyettir, muhayyile tarafından üretilen imgeler değil
[13]: Ampirik psikoloji artık bu fenomeni inkar etmeye kalkışmamaktadır
[14]: L'Homme a la Decouverte de son Ame, s 205
[15]: Çağdaş psikoloji genel bir tarzda patolojik vakalara ilişkin gözlemler yapmaya çalışır ve ruhu sadece bu klinik bakış açısına göre gözler
[16]: C G Jung, The Secret of Golden Flower (New York, 1931) Giriş
[17]: a g e
[18]: a g e
[19]: a g e
[20]: bkz L'Homme â la Decouverte de son Ame, s 311
[21]: bkz Two Essays on Analytical Psychology (Pantheon, New York, 1966), s 234
[22]: bkz Bu kitapta 'Kutsal Maske' başlıklı bölüm
[23]: Jung'un anılarında değindiği ve psikolojik araştırma yoluyla uyguladığı türden bir içgözlem ve bu yöntemle ortaya çıkan bazı para-psikolojik fenomenler kişiyi açıkça bir ispiritizma ortamına götürür Yazarın 'arketipler' kuramındaki etkilerine bakılacak olursa, bu fenomenleri 'bilimsel' olarak incelediğini ileri sürmesi hiçbir şeyi değiştirmez
[24]: bkz The Secret of Golden Flower'in Giriş bölümü
[25]: Burada, Vedanta'daki üçleme Sat-chit-ananda (Varlık, Bilinç, Mutluluk) hatırlanabilir
[26]: Bkz Two Essays on Analytical Psychology, s 240
[27]: a g e
[28]: Jung'un psikolojik simya yorumu Alchemy: Science of Cosmos, Science of Soul adlı kitabımda (Element Books Shaftesbury, ingiltere 1989) açık bir biçimde çürütülmüştür Frithjof Schuon bu bölümü okuduktan sonra bana yazım hakkındaki şu görüşlerini yolladı: 'insanlar genelde Jungculuğu Freudculuğa kıyasla geleneksel maneviyatçılıkla uzlaşma yolunda atılmış bir adım olarak görüyorlar, ancak bu hiçbir şekilde doğru değil Bu bakış açısına göre tek farklılık şu: Freud dinin uzlaşmaz bir düşmanı olmakla övünürken, Jung dinin içeriğini boşaltıp yerine kolektif psişizmi, yani akıl-ötesi ve bu nedenle de manevî olanın karşıtı bir şey geçirerek dinle bir yakınlık kuruyor Burada, özellikle Doğu'da-ki temsilcileri eski itibarlarını kazanma kompleksleri nedeniyle modern ruha ilişkin kesin bir anlam arayan eski maneviyatçılıklar açısından büyük bir tehlike vardır; Japonya'da da bunun örneklerine rastlanması çok üzücü olmasına rağmen şaşırtıcı değildir Burada, psikanalistlerin 'denge'si Zen'in satori'sine benzetilmiştir; Hindistan ve başka yerlerde de bu gibi kafa karışıklıklarına rastlamak mümkündür kuşkusuz, öyle olsa bile, söz konusu kafa karışıklıkları büyük ölçüde, insanların neredeyse evrensel bir biçimde şeytanın varlığını reddedip onu tanımamalarına yarar, diğer bir deyişle, düzene iyimser bakan bir tür sözsüz anlaşmanın, gerçekte hakikatten nefret eden bir hoşgörünün, insanları bilimciliğe ve resmi beğeniye ayak uydurmaya zorlayan bir zihniyetin ve şüphesiz her şeyi yutan ve insanları tarafsızlığına suç ortağı etmekten başka işe yaramayan "kültür"ün işine yarar; bunların yanısıra, anlakçı (intellectualist) diyemesek bile tamamen düşünsel (intellectual) olan ve bu nedenle de insanların zihinlerinde dogmatizm, skolastizm, fanatizm ve önyargıyla kirlenen her şeye, evrensellikte daha aşağı kalmayan ve yarı-resmî bir küçümsemeyle bakıldığını da eklemek gerekir Bütün bunlar günümüz psikolojiciliğinin yanında yer alır ve büyük ölçüde bu psikolojiciliğin sonucudur '
[29]: bkz Heinrich Zimmer'in Shri Ramana Mahârshi üzerine yazdığı kitabın önsözü
Bu yazı Titus Burckhardt, "Aklın Aynası Geleneksel Bilim ve Kutsal Sanat Üzerine Denemeler" İnsan Yay İst 1994'den alınmıştır
|