Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
16yy, osmanlı, yıkıldı

Osmanlı 16.Yy Da Yıkıldı!!

Eski 07-16-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Osmanlı 16.Yy Da Yıkıldı!!



Bir devletin gücünü, sadece ‘toprak’ genişliğiyle açıklamak dün de yanlıştı, bugün de Bizlere okutulan Osmanlı Tarihi’ndeki “Yükselme”, “Duraklama” “Gerileme” devirleri, devletin toprak genişliği ve toprak kaybından başka bir anlam taşımıyor

16 yüzyıl, Osmanlı’da “Yükselme Devri” olarak bilinir Gerçekte ise bu yüzyıl, bilimin Osmanlı’da topa tutulduğu bir yüzyıldır; bir başka deyişle, Osmanlı’nın beyinlerde çöküşüdür; yıkılışıdır

Osmanlı, 20 yüzyılın ilk çeyreğinde, fiziken yıkılmıştır; ama özde yıkılışın başlangıcını 16 yüzyılda aramak gerekir

16 Yüzyılda Avrupa

Tarihteki olayları günümüz anlayışına göre değerlendirmek elbette yanlış olur 16 yüzyılda Osmanlı’nın ‘bilim’e olan tavrını anlatmadan önce, aynı yüzyılda Avrupa’daki bilim anlayışına kısaca gözatmamız gerekmektedir Ancak böyle bir yöntemle doğru zeminde konumuzla ilgili doğru yorumlar yapabiliriz

16 yüzyıl, Avrupa’da modern bilimlerin temellerinin atıldığı, bilimde rönesansın başladığı bir yüzyıl

Bu yüzyılda, daha çok ressam ve heykeltraş olarak bilinen Leonardo Da Vinci anatomik çalışmalar yapıyor; yüzyıl sonra Harvey’in kesin olarak tespit edeceği kan dolaşımı konusunda incelemelerde bulunuyor; astronomi ve mekanik bilimine hizmet ediyordu Ve ayrıca bu büyük deha; simya, astroloji ve büyünün (11yüzyılda El Birunî’nin de söylediği gibi) faydasız, boş bir aldatmaca olduğunu da açıkça belirtiyordu

Bu yüzyılda, bir Alman olan Nürenbergli Albrecht Dürer, insan üzerinde anatomik incelemeler yapıyor, matematik ve fizik üzerinde çalışıyordu

Bu yüzyılda, İsviçreli Parecelsus, kimyasal maddeleri ilaç olarak tıp bilimine armağan ediyordu

Bu yüzyılda, modern maden biliminin kurucusu olarak bilinen George Agricola, madenler ve fosiller hakkında günümüz bilgilerinin ilk ipuçlarını insanlığa sunuyordu

Bu yüzyılda, Jerome Cardan üç bilinmezli denklem için meşhur yöntemini ortaya koyuyor; yazdığı cebir kitabıyla ortaçağ cebir usullerini alt-üst ediyordu

Bu yüzyılda, Botanik bilimi Alman Leonard Fuchs ile temelleniyordu

Ve ilk kez bu yüzyılda, Flamand Andreas Vesalius, insan ölüsünü bir bütün olarak anatomi masasına koyup, öğrenciler önünde açarak organ ve dokuları gösteriyordu

Bu yüzyılda, Nikolaus Kopernikus (Kopernik) astronomi alanında ilk büyük buluşunu ortaya koyuyor; “Evrenin merkezinin Güneş olduğunu ve bütün gök cesimlerinin güneş çevresinde döndüğünü” ispat ederek, eski çağın bilim dünyasını temelden sarsıyordu

Bacon, 16 yüzyılda “Bilgi kudrettir” diyor; 1564’de doğan Galileo, “Güneş sabit, dünya onun çevresinde dönüyor” diye bağırıyor; 1571’de doğan Johannes Kepler, günümüz uzay fiziğinin ipuçlarını ortaya koyuyor; 1578’de doğan William Harvey, günümüzde bilinen “Kan Dolaşımı”nın bilimsel verilerini açıklıyordu Bilimi taçlandıran bu adları daha da çoğaltabiliriz

Gerçekten 16 yüzyılda bilim ve fikir insanlarının kitapları, Avrupa’da, yüz yılı aşkın bir zamandır matbaalarda basılıyor; insanlar ‘bilginin’ gücüyle donanıyordu(1)

16 Yüzyılda Osmanlı

Osmanlı Devleti, kuruluşundan beri imparatorluk içindeki milletleri hak ve adalet üzere yönetme geleneğini kuşkusuz 16 yüzyılda da sürdürdü Ne var ki Osmanlı, insanları hak ve adalet üzere yönetmede gösterdiği başarıyı, bilim anlayışında gösteremedi Türk tarihinin önemli bir zaman kesitine egemen olan Osmanlı yönetimi, acı ama gerçek; -Fatih Sultan Mehmet Han’ın ilk yılları dışında- bilimi tanımadı, insan aklının donanımına ilgisiz kaldı Üzüntü vericidir ki; 16 yüzyılda Avrupa’da insan aklı fırtına gibi eserken; ‘küffar’da onca işler olurken; Osmanlı Devleti’nde ise, bir Şeyhülislam(2), “Gökleri incelemek uğursuzluk getirir” diye, padişaha görüş bildiriyor ve çağın en büyük rasathanesi bir gecede yıktırılıyordu!

Nasıl olmuştu bu olay?

Astronom Takiyüddin Mengüberdi, İstanbul’da Tophane bayırına padişah izniyle Avrupa’nın en gelişmiş rasathanesini kurar ve göğü incelemeye başlar Takiyüddin Efendi, gökteki cisimleri incelemekle kalmaz; elde ettiği sonuçları “Sidretu’l Münteha” adlı bir kitapta toplar Takiyüddin’nin çalışmaları şaşırtıcıdır: Güneş parametrelerini üç gözlem noktası yöntemini uygulayarak hesaplar Ve Takiyüddin eski Yunanlılardan beri çözüme ulaştırılamayan üç problemden birisi olan Delos probleminin, üç çözüm yolu üzerine kafa yorar

Gerçek şu ki; Tophane bayırındaki bu rasathane, günümüz ABD’sindeki NASA gibidir Gel gör ki, kör zihniyet aman vermez!

Şimdi, tarihimizin bu acı sayfalarına biraz daha yakından bakalım

Rasathanenin kuruluşu

Yıl 1578

Devir; anası Yahudi, karısı İtalyan olan ve tahta geçtiği gece beş kardeşini birden boğduran Sultan 3 Murat devridir

Müneccimbaşı Mustafa Çelebi’nin yerine eski Türk Beyleri ailesinden gelen Astronom Mengüberdi Takiyüddin Efendi getirilir

Takiyüddin Efendi, geniş ufuklu ve bilimin ne olduğunu farkeden değerli bir aydındır Görevi müneccimliktir Yani, yıldızlara bakarak, padişaha uğurlu, uğursuz saatleri bildirmektir Fakat o, bu görevi, zamanın en donanımlı rasathanesini kurmak ve gökleri incelemek için, önemli bir fırsat olarak değerlendirmek ister Böyle bir rasathaneyi kurmak için padişahtan ‘irade’ alma şansı da vardır Çünkü bir güzel rastlantıdır ki; padişahın hocası olan Sadettin Efendi ile çok iyi dosttur

Takiyüddin Efendi, Hoca Sadettin’e sunduğu raporda şöyle der:

“Uluğ Bey Zic’nin (yıldızların sıralanmasının) yeni rasatlarla düzeltilmesi gerekir Mevcut Zic’e göre yapılan hesap sonuçları her zaman doğru çıkmamaktadır Bu sebeple yeni bir rasathane kurulması gereklidir”

Aynı zamanda bir tarihçi olan Hoca Sadettin Efendi, Takiyüddin’in bu isteğini yerine getirmek için durumu padişaha anlatır Padişah, konunun önemini anlamasa da, aracı Sadettin Efendi’ye olan güveni tamdır Padişah 3 Murat hiç tereddüt etmez ve Tophane Bayırı üzerinde yeni bir rasathane yapılması, bu rasathanenin müdürlüğüne Takiyüddin Efendi’nin getirilmesi için İstanbul Kadısı’na, (Hoca Sadettin Efendi’nin kaleminden çıktığı anlaşılan) şu hükmü gönderir:

“İstanbul Kadısı’na hüküm ki, müteveffa Lütfullah’ın vakfı olan müneccim kitapları mahmiye-i mezburede Mimar Sinan Mahallesi’nin imamı ve müezzini ellerinde olduğu ilan olunmağı alınıp, rasathaneye verilmek emredüp buyurdum ki, vardukta tehir etmeyüp müteveffa-yi mezburun ellerindedir ve eğer âhardadır her kimde ise getirip dahi bilfiil rasad hizmetinde bulunan Mevlana Takyeddin’e cümlesin teslim edilsin fi 12 Safer 986”(3)

Başlangıç güzeldir

Gerçekten inşaat hemen başlar ve çok kısa bir zamanda yapılan rasathane her türlü astronomi aletleriyle donatılır Takiyüddin Efendi de hemen çalışmaya koyulur Yaptığı rasatları bir bilim insanı olmanın titizliğiyle kaydeder

Takiyüddin gerçek bir bilgindir Matematik ve trigonometriye tam anlamıyla hâkimdir Teorik ve pratik çalışmalarını bir kitapta toplar Kitabın önsözünü dostu, tarihçi Hoca Sadettin Efendi yazar Takiyüddin Efendi bu kitabında, rasathanede kullanılan aletlerin adlarını, görevlerini, kullanılış biçimlerini tek tek anlatır Takiyüddin’in bir değil birkaç kitabı vardır “Kitaplarından birisi yaptığı gözlemlerin sonuçlarını topladığı Sidretu’l Münteha adlı eserdir Yazar bu eserinde trigonometrik çizgileri tarif ve dairelerin kesişmesinden meydana gelen açı hesaplarını açıklamıştır Bundan sonra da gözlem araçları, gözlem usulleri ile ay ve güneşin hareketlerinin gözlemi ile ilgili bilgiler vermiştir Takiyüddin bu eserinde güneş parametrelerini üç gözlem noktası yöntemi uygulayarak hesaplamıştır Bu yöntem, Batı dünyasında (Avrupa’da) ilk kez XVl yüzyılda uygulandığı halde İslâm dünyasında Beyrunî (El Birunî)den beri bilinmektedir Takiyüddin’in matematik ile ilgili eserlerinde ise ondalı kesirler hakkında bilgi verilmiş ve aynı zamanda Yunan çağında çözüme ulaştırılmaya çalışılan üç problemden biri olan Delos probleminin üç çözüm yolu üzerinde durulmuştur”(4)

O, aynı zamanda bir mucittir Rasathanesine kendi bulduğu bir Astronomik Saat’i de ilâve eder

Takiyüddin Efendi çalışmalarında rahattır Gerçi devlet, zevk ve sefa âlemlerine dalmış, bu yüzden sar’a hastalığına tutulmuş bir padişahın yönetimindedir ama, Takiyüddin’in dilinden anlayan biri vardır: Hoca Sadettin Efendi! Sadettin Efendi etkilidir Çünkü, padişahın şehzâdeliği sırasında hocası idi Dolayısıyla Saray’da saygınlığı vardı

Biri bilgin, biri yazar

Bu ikili, birşeyler yapmaya; müspet bilimleri yavaş yavaş zihinlerde öne çıkartmaya çalışıyordu

Rasathanenin yıkılışı!

Ne acıdır ki, Takiyüddin’in bilim yolunda koşma çabaları çok geçmeden engellenecektir Bu engelleme, din adına hüküm veren Şeyhülislam’dan gelecekti!

Devrin Şeyhülislam’ı olan Kadı-zâdeliler’den(5) Ahmet Şemsettin Efendi(6) ile Hoca Sadettin Efendi’nin arası iyi değildi Şeyhülislam Efendi boş durmadı Doğrusu, Rasathanenin kurulmasında önayak olan Hoca Sadettin Efendi’den intikam almanın yollarını da pek fazla aramadı; nihayet din adına hüküm verecek bir makamdaydı Bırakınız fetvayı, bir mektupla bile zaten telkine yatkın olan padişahı etkileyebilirdi Hiç vakit kaybetmeden ve Allah’tan korkmadan Padişaha yazdığı ariza (mektup-jurnal) ile “Gökleri incelemenin uğursuzluk getireceğini” bildirdi!

Aldığı sonuç, tam istediği gibiydi; rasathane bir gecede yerle bir edildi!

Kinine dinini alet eden sözde din adamı Şeyhülislam’ın padişaha verdiği jurnal şöyleydi:

“Rasattan uğursuz hükümler çıkarmaya ve göklerin esrar perdesini küstahça bilmeye (öğrenmeğe) ve bu işin tehlike ve sonuçlarına cüretee niyet edilmiştir (karar verilmiştir) Devlet binası mamur halde iken, harap ve yıkık hâle getirmeğe çalışılması hiçbir ülkede görülmedi”(7)

İşte bu jurnal padişah katında hemen etkisini gösterdi; Takiyüddin Efendi’nin bin bir emekle kurduğu ve astronomik çalışmalar yaptığı rasathane, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’nın askerleri tarafından 22 Ocak 1580 yılı gecesi, içindeki aletleriyle beraber topa tutularak yerle bir edildi!

Çok, hem de çok ilginçtir ki; rasathanenin kurulmasına da, yıkılmasına da izin veren aynı padişahtır! Ve yine çok ilginçtir ki, hiç kimse, Şeyhülislam’ın görüşünün Kur’an’da ve Hadis’de yer alıp, almadığına bakmamıştır; ve bir bilim yuvası bir gecede yerle bir edilmiştir!

Aynı yıllarda, söz gelişi, İngiltere Kraliçesinin özel hekimi William Gilbert ise mıknatıslı maddeler üzerinde rahatça çalışıyor; pusula konusunu irdeliyor; rahat çalışması için İngiliz Sarayı kendisine her türlü imkânı hazırlıyordu Ve yine o yıllarda Avrupalı bilim adamları, Osmanlı Devleti’ndeki Türklerin henüz tanışmadığı, 18 yüzyıla kadar tanışamayacağı matbaalarda, harıl harıl kitaplar basıp, bilginin kanatlarını açıyorlardı

Zihniyet!

1580 yılında Tophane bayırında gerçekleşen bu olay, gerçekte; ümitlerin, hayallerin de yıkımı olmuş; etkisi günümüze kadar sarkan bir millî felakettir Bu felaketin gerçek tahribat alanı ise, Tophane sırtları değil, beyinlerdir!

Okutulan tarihler, 16 yüzyıla “Yükselme Devri” diyedursun; ben bu olayı Osmanlılarda “zihniyette gerileme devrinin” başlangıcı olarak düşünüyor; Osmanlı’nın özde yıkılışı olarak değerlendiriyorum

Bu zihniyet körlüğü, yüzyıllar boyu sürdü gitti

1920’lerde TBMM’sinde “Sıtma ile mücadele etmek gerekir” diyen bir doktor milletvekiline, sözde din adamı olan bir diğer milletvekili öfke ile “Allah’tan gelen bir hastalıkla nasıl mücadele edebilirsin?” diyebilmiştir!

Elbette, toplumların gerilemesi ve ilerlemesi, bir zihniyet sorundur Aklı yüzlerce yıl uykuya dalmış bir toplum, başkalarının kölesi olmaya mahkumdur!

Batı dediğimiz gelişmişlik; gerçekte, akıl uyanıklığıdır

Yani; Biruni’nin, Ali Kuşçu’nun, Uluğ Bey’in, Takiyüddin’nin gösterdiği akıl uyanıklığı!

Kadızâdelilerin, Aczimendilerin ki değil!

‘Devirler’ meselesi

Yazımızın başında; bir devletin büyüklüğünü, bir toplumun gelişmişliğini o devletin sahip olduğu toprak genişliğiyle ölçmenin yanlışlığından söz etmiştik Bu konuyu biraz daha açmak gerekmektedir Şöyle ki; Osmanlı tarihini “yükselme, duraklama, gerileme” diye tasnif etmek, doğru olmasa gerektir Sözgelişi, bizlere okutulan tarihte, gerileme devrinin başlangıcı olarak Karlofça Antlaşması belirtilir 1683 yılında 2 Viyana Kuşatması’nı takip eden savaşlardan sonra 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması gereğince, Osmanlı devleti tarihinde ilk kez toprak verdiği için ‘gerileme’ devrinin başlangıcı sayılmaktadır Kuşkusuz böyle bir tanımlama, devlet gücünü, toprak genişliğiyle açıklamak alışkanlığından doğmaktadır Oysa, toprak büyüklüğü, bir devletin ve halkının güçlü olduğunu, özellikle “Ticaret Devrimi”nden sonra, ifade etmiyor

Elbette, şu katı gerçek dün de vardı, bugünde vardır: Toplumların gerileme veya ilerlemesi; aydınlarda-yöneticilerde bulunan bir ‘zihniyet’ meselesidir Varolan bu zihniyet, bir biçimde o toplumun devletine de yansımaktadır İşte, Rasathane olayı, Osmanlı Devleti’nin o dönem zihniyetini herhalde ortaya koymaktadır Hem de bu olay, devletin toprak genişliğine, devletin o geniş topraklardaki hükümranlığına bakarak, bizim “Türk Asrı” dediğimiz bir yüzyılda geçmektedir

Zihniyet geriliğini zaman zaman Avrupalılar da yaşamıştır Avrupa’da kilisenin baskıcı tutumuyla insan aklının kuşatılması, tutsak edilmesi girişimleri bir gerçektir Avrupa’da da anlattıklarımızın benzeri olmuştur Galileo’nun engizisyon önünde çektikleri, Kopernik’in aşağılanması, Bruno’nun düşüncesinden ötürü çarptırıldığı feci ceza, bilinen olaylardır Ama, bütün bunlara karşın, Avrupa’da müspet bilime olan ilgi durmamış; engellemeler ve müspet bilime olan ilgisizlik süreklilik kazanmamıştır Oysa Osmanlı’da, Fatih Sultan Mehmet Han’ın Akkoyunlular’dan getirttiği, Uluğ Bey’in öğrencisi Matematikçi Ali Kuşçu’dan sonra gözlerin müspet bilimlere kapanması süreklilik kazanmıştır

Bir hesap yapalım!

Bir toplumda bilim zihniyetinin gelişmesini sağlayan pek çok etken vardır Ama bunların en önemlisi, özellikle 15 Yüzyıldan, günümüzdeki elektronik yayımcılık çıkana kadar; matbaa ürünleridir; kitaptır; dergidir; gazetedir

Matbaa Avrupa’da bulunduktan kısa bir süre sonra Osmanlı devletine geldi; geldi ancak, gelen matbaadan sadece gayrimüslimler yararlanabiliyordu Kör zihniyet bizi matbaadan uzak tutuyordu Oysa, matbaa bulunduğu yıllarda tüm Avrupa’da olağanüstü ilgi görüyordu Devlet yöneticileri bu aletin üzerine adeta titriyordu Sözgelişi Fransa’da, matbaa sahibi ve çalışanları vergiden ve askerlikten muaf oldukları gibi, soylular sınıfından sayılıyor; kılıç taşıyorlardı

Ya bizde? Bizim açımızdan işin bu yönü çok acıdır Evet, biz Türkler, matbaanın ürününden ancak 279 yıl sonra yararlanabildik Bunu hepimiz biliyoruz İşte, şimdi burada durup; farklı bir hesap yapalım ve az bilinen bir gerçeği ortaya çıkartalım: Gutenberg’in İncil’i basıp halka sunduğu yıl 1450 İbrahim Müteferrika’nın Vankulu Lügâtı’nı okuyucuya sunduğu tarih 31 Ocak 1729 Şimdi, 1729’dan 1450’yi çıkartırsak, geriye 279 kalır Demek ki, matbaa bize 279 yıl sonra gelmiş Evet, bu rakamı hepimiz biliyoruz Ama, bir hesap daha yaparak, bu konuda gözden kaçan acı bir gerçeği ifade etmek istiyorum O da şudur: Matbaanın seri üretim vermeye başladığı tarih olan 1450 yılından, 1500 yılına kadar geçen 50 yıllık süre içinde, Avrupa’da tam 20 bin kitap basılıyor Bizde ise, matbaanın ürün vermeye başladığı 1729 yılından 1923 yılına kadar geçen 194 yılda ancak 20 bin kitap basılabiliyor! 194 rakamından Avrupa’nın 50 yılını çıkartırsak, 144 kalır Demek ki, kitap üretimi konusunda da 144 yıl geride kalmışız 144 ile 279’u toplarsak, ortaya çıkan rakam, Batı ile aramızdaki farkın dehşet büyüklüğünü ortaya kor!

Evet Bunlar acı gerçekler

Söz sonu

Değerli okuyucu, Osmanlı döneminin bilim zihniyetine bakışımızdaki keskinliği yadırgamış olabilirsin; sırtı sıvazlanan bir tarih anlayışının atmosferinde bunu doğal karşılarım Osmanlı batı Türklerini yöneten bir devlet ve bizim tarihimizdir Ne var ki; bu tarihi her yönüyle görmek zorundayız ve gerçekleri bilmek durumundayız

Türkler bilim zihniyetinden tümüyle uzakta mıydı? Böyle bir sorunun cevabı “hayır” olmalıdır Hatta, şaşılacak bir durumdur; Hıristiyan coğrafyası yani “Batı”, ancak 16 yüzyılda müspet bilimlerle buluşurken, “Doğu”, çok daha öncesi yüzyıllarda müspet bilim insanlarını barındırıyordu Bizden, Türklerden söz edelim Farabî’yi, İbn-i Sina’yı unutabilir miyiz? 11 yüzyılın büyük bilim insanı Biruni (Beyruni) için Bilim Tarihçisi Sarton, “Biruni her çağın bilim adamıdır” diyor Bir devlet başkanı olan astronom Uluğ Bey (ben onu paratoneri bulan ABD Başkanı Benjamin Franklin’e benzetirim) ve yine onun öğrencisi Ali Kuşçu ve diğerleri, İslam coğrafyasında rahatça müspet bilim çalışmaları yapabilmişlerdir

Sonra ne oldu?

Sonrası felaket! Özellikle Osmanlı dönemi bu konuda hiç de iç açıcı değildir İslam’ın bir ‘akıl dini’ olduğu çoğu zaman unutulmuştur Aklı uyuyanların felaketle karşılaşması da çok doğaldır İşte bu yazıda sözünü ettiğimiz, dünyanın bir numaralı rasathanesi, bir köle-devşirme çocuğu olan Şeyhülislam’ın “Gökleri incelemek uğursuzluk getirir” safsatası ile topa tutturularak yıktırılmıştır 1716’da Petervaradin Meydan Savaşı’nda, aklını yanındaki sözde din adamına teslim eden Damat-Şehit Ali Paşa’nın, hücum saatini, yıldızların hareketlerine göre ayarlamak istemesi sonucu, ağır bir yenilgi tatmışızdır Bu savaşta, Ali Paşa ve tüm ordu komutanları dahil tam beş bin şehit verdik Bitmedi Şehit Sadrazam Ali Paşa’nın kitapları vakfedilirken devrin Şeyhülislamı matematik, tarih ve coğrafya kitaplarını ‘dine aykırıdır’ diye vakfa aldırmaması olayı, Osmanlı’nın 18 yüzyıl zihniyetini bizlere anlatmaktadır 19 Yüzyılın ilk yarısında Nizip’te de aynı felaketi yaşadık Ordu komutanı Hafız Paşa, yanındaki sözde din adamlarının “Cuma günü savaşmak caiz değildir” demesine kanarak, çapulcu Mısır ordusuna yenildik Bu konuda pek çok örnek vermek mümkündür

Niçin oldu bunlar?

Sözde din adamlarının safsatalarına inanan devlet yetkililerinin ‘akıllarını’ devre dışı bırakmaları sonucu tattık bu büyük felaketleri Bizim “yitik malımız” olan bilim, 16, 17, 18 yüzyıllarda Batı Avrupa’da öyle bir yeşerdi ki; tüm dünyayı kuşattı! Bugün ben, yazılarımı, onların bulduğu bilgisayarda yazıyorum Dahası bu yazıyı internet dediğimiz ‘sanalevren’den anında dergi yönetimine ulaştırabiliyorum Günümüzde onların ‘akıl’ ile yarattıkları ileri teknoloji ürünü harikaları almak için kapılarında bekliyoruz Bu durumdan utanmamız gerekmez Bu durumun vebali, yüzlerce yıldır aklımızı donduran, bilimin gelişmesine gözünü kapayan kör zihniyetin yaşandığı devirlerdir

Biz Türkler, Cumhuriyetimiz ile yepyeni bir soluk aldık Binlerce yıllık bir birikimi taşıyoruz Türk tarihi yüksek hareketlilik içinde çizilmiş harika bir tablodur Yabancı tarihçiler, “Dünya tarihinden Türkleri çıkartınız, tarih anlamsızlaşır” diyor Bu söz doğrudur Türk unsuru çoğu zaman gözardı edilmiş olsa da, köklü bir devlet geleneğimiz var Zihin kotları açık bir toplum olma yolunda ilerliyoruz Kendimize güveniyoruz Bunun içindir ki, yanlışlarımızı açıkça yazıyoruz Yitirilmiş, boşa harcanmış zaman açıklarını çekinmeden öğreniyoruz ve bu zaman açıklarını kapatmanın heyecanı yüreğimizde taşıyoruz Eksisiyle artısıyla, geçmişin acı-tatlı olaylarını bilmek, elbette az hata yapmamızı sağlayacaktır Zaten doğru, tam tarih bilgisi de bunun için gerekli değil midir?

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.