Mekke Devri |
07-12-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Mekke DevriMekke devri Muhammed aleyhisselâm vahyin bir müddet kesilmesinden sonra yine Hira Dağına çıkmıştı Dağdan aşağı inerken bir ses duydu Başını kaldırıp baktığında Cebrâil aleyhisselâmı gördü Mübârek kalbi çarparak ve ürpererek evine dönüp; “Beni örtünüz” dedi ve örtündü Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm Müddessir sûresinin; “Ey örtüye bürünen (Muhammed aleyhisselâm)! Kalk da (kâfirleri Allahü teâlânın azâbı ile) korkut Rabbini tekbir et, tâzim et! Giydiklerini temiz tut! Haram edeceğim şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabin için sabret! Sûra üfürüldüğü zaman kâfirlere çok sıkıntılı bir gündür Onlara kolaylık yoktur” meâlindeki ilk âyetlerini getirdi Bundan sonra vahiy aralıksız devâm etti Kur’ân-ı kerîm âyetleri, 22 sene 2 ay 22 gün süren bir müddet içerisinde vahyedilip tamamlandı Muhammed aleyhisselâm, “ümmî” idi Yâni kitap okumamış, yazı yazmamış, kimseden ders görmemişti Mekke’de doğup büyüyüp, belli kimseler arasında yetişip, seyâhat etmemişken, Tevrat’ta ve İncil’de, Yunan ve Roma devirlerinde yazılmış kitaplarda bulunan bilgilerden, hâdiselerden haber verdi İslâmiyeti bildirmek için, hicretin altıncı senesinde Rum, İran ve Habeş hükümdârlarına ve diğer Arap pâdişahlarına mektuplar gönderdi Hizmetine altmıştan ziyâde yabancı elçi gelmiştir Bu husûsu Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle bildiriyor: “Sen bu Kur’ân-ı kerîm gelmeden önce, bir kitap okumadın Yazı yazmadın Okur yazar olsaydın, başkalarından öğrendin diyebilirlerdi” (Ankebut sûresi: 48) Hadîs-i şerîfte de; “Ben ümmî peygamber Muhammed’im Benden sonra peygamber yoktur” buyruldu Yine Kur’ân-ı kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: O (Muhammed aleyhisselâm) kendiliğinden konuşmamaktadır O’nun sözleri, O’na bir vahy ile bildirilmekte, öğretilmektedir (Necm sûresi: 3-4) Peygamber efendimize vahyin gelmesinden sonra ilk îmân eden hazret-i Hadîce oldu Cebrâil aleyhisselâm ilk vahyi getirdiği sıralarda Peygamberimize abdestin nasıl alınacağını öğretti Sonra da O’nunla birlikte iki rekat namaz kıldı Muhammed aleyhisselâm Cebrâil aleyhisselâmdan öğrendiği gibi abdest almayı ve kıldıkları iki rekat namazı hazret-i Hadîce’ye de öğretti Ona imam olup bu iki rekat namazı kıldırdı Bu sırada henüz beş vakit namaz emredilmemişti Sâdece sabah ve ikindide iki vakit namaz kılınıyordu Onları bu şekilde namaz kılarken gören hazret-i Ali de Müslüman oldu Peygamber efendimiz insanları İslâma dâvet işine önce yakınlarından ve samîmî dostlarından başladı Hazret-i Hadîce’den ve hazret-i Ali’den sonra âzâtlı kölesi Zeyd bin Hârise, eski dostu ve yakın arkadaşı hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Osman, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebi Vakkâs, Zübeyr bin Avvâm, Talha bin Ubeydullah Müslüman oldular Hazret-i Hadîce’den sonra Müslüman olan bu sekiz kişiye “Sâbıkûn-i İslâm”, yâni ilk Müslümanlar denir Muhammed aleyhisselâm, insanları İslâma dâvet et emrinden sonra halkı gizlice İslâma dâvet etti İnsanlar birer ikişer Müslüman oluyordu Bu ilk yıllarda Müslümanların sayısı ancak otuza ulaşmıştı Bir müddet sonra; “Yakın akrabânı Allah’ın azâbı ile korkutarak, onları hak dîne çağır” âyet-i kerîmesi gelince, Muhammed aleyhisselâm akrabâsını dîne dâvet etmek üzere hazret-i Ali vâsıtasıyla onları Ebû Tâlib’in evine çağırdı Önlerine, bir kişiye yetecek kadar bir tabak yemek ve bir tas süt koydu Önce kendisi besmele ile başlayıp, gelen akrabâsını buyur etti Gelenler kırk kişi kadar olmasına rağmen o yemek ve süt Muhammed aleyhisselâmın mûcizesi olarak hepsini doyurdu ve hiç eksilmedi Gelenler bu mûcize karşısında şaşıp kalmışlardı Yemekten sonra Muhammed aleyhisselâm, akrabâlarınıİslâma dâvet etmek için söze başlamak üzereyken amcası Ebû Leheb düşmanlık ederek; “Biz bugünkü gibi bir sihir görmedik Akrabânız sizi bir sihirle büyüledi” dedi Sözlerine hakâretle devâm edince, dâvetliler dağıldılar Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra akrabâsını tekrar dâvet etti Ali radıyallahü anh yine hepsini çağırdı Önceki gibi yine önlerine yemek kondu Muhammed aleyhisselâm yemekten sonra ayağa kalkıp; “Hamd, yalnız Allah’a mahsustur Yardımı ancak O’ndan isterim O’na inanır, O’na dayanarım Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allah’tan başka tanrı yoktur O birdir, O’nun eşi ve ortağı yoktur” dedikten sonra sözlerine şöyle devâm etti: “Size aslâ yalan söylemiyorum ve doğruyu bildiriyorum Sizi bir olan ve O’ndan başka ilâh olmayan Allah’a îmân etmeye dâvet ediyorum Ben O’nun size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz Uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan hesâba çekileceksiniz İyiliklerinizin karşılığında mükâfât, kötülüklerinizin karşılığında da cezâ göreceksiniz Bunlar da ya Cennet’te ebedî kalmak veya Cehennem’de ebedî kalmaktır İnsanlardan, âhiret azâbı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz” Ebû Tâlib bu sözleri dinledikten sonra; “Sen emrolunduğun şeye devâm et! Seni korumaktan geri durmayacağım Fakat eski dînimden ayrılmak husûsunda nefsimi bana boyun eğer bulmadım” dedi Ebû Leheb hâriç, orada bulunan diğer amcaları ve akrabâsının hepsi yumuşak konuştular Fakat Ebû Leheb; “Ey Abdülmuttaliboğulları, başkaları O’nun elini tutup mâni olmadan önce siz O’na mâni olun!” gibi daha birçok çirkin sözler söyledi Onun bu sözleri üzerine Muhammed aleyhisselâmın halası, Ebû Leheb’e; “Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve O’nun dînini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Vallahi bugün yaşayan bilginler, Abdülmuttalib’in soyundan bir peygamberin geleceğini bildiriyorlar İşte O peygamber, budur!” dedi Ebû Leheb, bu sözler karşısında çirkin konuşmalarına devâm edince, Ebû Tâlib, kızarak; “Ey korkak!Vallahi biz sağ oldukça, O’na yardımcı ve koruyucuyuz!” dedi Muhammed aleyhisselâma da; “Ey kardeşimin oğlu! İnsanları Rabbine îmâna dâvet etmek istediğin zamânı bilelim, silâhlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız!” dedi Sonra Muhammed aleyhisselâm tekrar söze başlayıp; “Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim size getirdiğim, dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden (yâni bu dinden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur Ben sizi dile kolay gelen, mîzanda ağır basan iki kelimeyi söylemeye dâvet ediyorum ki o da: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim O’nun kulu ve resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir Allahü teâlâ sizi buna dâvet etmemi emretti” buyurup; “O halde hanginiz benim bu dâvetimi kabul eder ve bu yolda yardımcım olur?” dedi Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler Muhammed aleyhisselâm bu sözlerini üç defâ tekrarladı Her söyleyişinde hazret-i Ali ayağa kalkıp; “Yâ Resûlallah, her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de sana ben yardımcı olurum!” dedi Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm hazret-i Ali’nin elinden tuttu Diğerleriyse hayret içinde ve alaylı alaylı gülerek dağıldılar Peygamberliğin dördüncü yılında: “Sana emrolunan şeyi açıkla, baş ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma” (Hicr sûresi: 4) meâlindeki ilâhî emir gelince, Mekkelileri açıktan açığa İslâma dâvet etmeye başladı Vahyolunan âyetleri açıkça okuyor ve herkese, hak din olan İslâmı kabul etmelerini söylüyordu İlk sıralarda îmân edenler az oldu Îmân etmeyenler de önce O’ndan alâkalarını kesmediler Allahü teâlâya ibâdet edilmesini emreden âyetler gelince, bunları işiten Kureyş kavmi Muhammed aleyhisselâmın doğru sözlü ve yüksek ahlâk sâhibi olduğunu bildikleri halde O’ndan yüz çevirdiler ve düşman kesildiler Muhammed aleyhisselâm insanların bu inkarcı tutumu karşısında onları dâimâ îmâna dâvet ediyordu ve Mekkelilerden bir kısmı îmânla şerefleniyordu Yine bir gün Safâ Tepesi üzerine çıktı Yüksek ve gür bir sedâ ile; “Ey Kureyş topluluğu buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var” diye seslendi Bunun üzerine kabîleler merakla koşup orada toplandılar Hayretle bakmaya, merakla beklemeye başladılar “Ey Muhammed-ül emîn! Bizi buraya niçin topladın, neyi haber vereceksin?” diye sordular Muhammed aleyhisselâm; “Ey Kureyş kabîleleri!” hitâbıyla konuşmaya başlayınca herkes büyük bir dikkatle dinlemeye başladı Onlara; “Benimle sizin hâliniz, düşmanı görünce, âilesine haber vermek üzere koşan ve düşmanın kendisinden önce âilesine ulaşıp zarar vermesinden korkarak; “Yâ sabâhâh (ey topluluklar)” diye haykıran bir kimsenin hâline benzer Ey Kureyş topluluğu ben size şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize hücûm etmek üzeredir desem bana inanır mısınız?” dedi “Evet inanırız, çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şey görmedik Senin yalan söylediğini hiç görmedik!” dediler Muhammed aleyhisselâm bu umûmî hitaptan sonra, bütün Kureyş kabîlelerinin ismini; “Ey Haşimoğulları! Ey Abdümenâfoğulları! Ey Abdülmuttaliboğulları!” şeklinde sayarak; “Ben size önümüzdeki şiddetli azâbın bildiricisiyim Allahü teâlâ bana; “En yakın akrabâlarını âhiret azâbı ile korkut!” emrini verdi Sizi Lâ ilâhe illallah vahdehû lâ şerike leh (Allah birdir, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur) diyerek îmân etmeye dâvet ediyorum Ben de O’nun kulu ve resûlüyüm Eğer buna îmân ederseniz Cennet’e gideceksiniz Siz Lâ ilâhe illallah demedikçe ben size ne dünyâda bir fâide, ne de âhirette bir nasip sağlayabilirim!” dedi Dinleyen kabîleler arasından Ebû Leheb; “Bizi buraya bunun için mi topladın?” diyerek, yerden aldığı taşı Muhammed aleyhisselâma attı Diğerlerinden o anda böyle bir muhâlefet gelmedi Aralarında konuşarak dağıldılar Ebû Leheb’in gösterdiği inkâr ve düşmanlık üzerine daha sonra; “Ebû Leheb’in elleri kurusun, zâten kurudu” diye başlayan Tebbet sûresi nâzil oldu Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilip, insanları açıkça İslâma dâvet etmesi emredildiği zaman, bütün insanlık âlemi dînî, rûhî, içtimâî ve siyâsî bakımlardan yaygın bir karanlık, tam bir câhiliyyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde bulunmakta idi O zaman dünyâ üzerinde göze çarpan belli başlı devletlerden Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin ve benzerlerinde yaşayan insanlar inançsızlığın veya bâtıl inançların içinde çırpınan ve ne yaptığını bilmeyen azgınlar hâline gelmişti Âlem öylesine kararmış ve zulmet öyle kesifleşmişti ki insanlar; her şeyin yaratıcısı olan Allah’a îmân ve ibâdet etmek yerine, kâinatta cereyan eden hâdiselere veAllahü teâlânın yarattığı eşyâya tapıyorlardı Zavallı insanlık yıldızlara, ateşe, elleriyle yonttukları taştan ve tahtadan putlara “ilâh” diye secde ediyordu Sınıflara ayrılan insanlardan kuvvetliler zayıfları korkunç bir tahakkümle eziyordu Dünyâ üzerinde siyasî, coğrafî ve ticârî bakımdan mühim bir yer tutan Arabistan’da da durum diğer yerlerden farksızdı O zaman Arabistan’da insanlar inanç bakımından bâzı değişiklikler gösteriyordu Bir kısmı tamâmen inançsız ve dünyâ hayâtından başka bir şey kabul etmiyordu Bir kısmı ise Allah’a ve âhiret gününe inanıyor, fakat insandan bir peygamberin geleceğini kabul etmiyordu Bir kısmı da Allah’a inanıyor âhirete inanmıyordu Diğer büyük bir kısmı da Allah’a şirk koşarak putlara tapıyordu Müşriklerin herbirinin evinde bir put bulunuyordu Kâbe’ye de 360 put konulmuştu Bütün bunlardan başka İbrâhim’in (aleyhisselâm) bildirdiği din üzere olan ve “Hanîfler” denilen ve putlardan uzak duran kimseler de vardı Cahiliyye devri denilen bu zamanda Arabistan’da insanlar genellikle göçebe hayâtı yaşıyorlardı ve kabîlelere bölünmüşlerdi Devamlı çekişme hâlinde bulunan bu kabîleler, baskın ve yağmacılığı âdetâ kendileri için bir geçim vâsıtası kabul etmişlerdi Aralarında zulmün ve yağmacılığın yaygınlaştığı kabîlelerden meydana gelen Arabistan’da siyâsî bir nizam, içtimâî bir düzen de yoktu Yine bu sırada, dünyânın diğer yerlerinde olduğu gibi, Arabistan’da da ahlâksızlık son haddine ulaşmıştı İçki, kumar, zinâ, hırsızlık, zulüm, yalan ve ahlâksızlık nâmına ne varsa alabildiğine yaygınlaşmıştı Zulme, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız ve tüyler ürpertici bir vâsıta olarak başvuruluyor, kadın basit bir mal gibi alınıp satılıyordu Bir kısmı da kız çocuklarının doğmasını bir felâket ve yüz karası sayıyorlardı Bu korkunç telakkî o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar üzerinde açtıkları çukurlara diri diri yatırıp; “Babacığım! Babacığım!” diyerek boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryâd etmelerine hiç kulak asmadan üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terk etmekte en ufak bir vicdan azâbı duymuyorlardı Netîce îtibâriyle o zamânın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi Korkunç bir câhiliyye devri yaşayan Araplar arasında dikkate değer bir husus vardı O da; edebiyâtın, belâgatın ve fesâhatın yaygınlaşarak zirveye ulaşmış olmasıydı Şâire ve şiire çok önem verirler, bunu büyük bir iftihâr vesilesi sayarlardı Güçlü bir şâir kendisi ve kabîlesi için îtibâr sağlardı Belirli zamanlarda panayırlar kurulur Şiir ve hitâbet yarışmaları açılırdı Birinci gelenlerin şiirleri veya hitâbeleri Kâbe duvarına asılırdı Câhiliyye devrindeki Kâbe duvarına asılan en meşhur şiirlere «Muallakat-ı Seb’a» (yedi askı) denilmiştir Kur’ân-ı kerîm âyetleri inmeye başlayınca O’ndaki eşsiz belâgatı gören nice kimseler de bu sebeple Müslüman oldu Muhammed aleyhisselâmın insanlara ebedî saâdeti, sonsuz kurtuluşu bildirmek, onları dalâletten hidâyete kavuşturmak üzere peygamber olarak gönderildiği sırada câhiliyye devri yaşayan Mekkeliler, îmân etmeye dâvet edilince, önceleri ilgisiz davrandı Sonra açıkça düşmanlık göstermeye başladılar Müşriklerin bu düşmanlıkları önce alay tarzında olup, sonra hakâret şekline, daha sonra işkence safhasına girdi Bunlardan sonra ticârî ve diğer bütün münâsebetleri kesme ve şiddet gösterme devresi başladı Müşriklerden bilhassa azılı beş kişi, SevgiliPeygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı çok üzüp alay ediyorlardı Bunlar arasında, Âs bin Vâil, Esved bin Muttalib, Esved bin Abdi Yagves, Velîd bin Mugîre ve Hâris bin Kays vardı Bir defâsında Peygamber efendimiz Kâbe’nin yanında otururken, Cebrâil aleyhisselâm da gelmişti Müşriklerden bu beş kişi önlerinden geçerken Cebrâil aleyhisselâm, Âs bin Vâil’in ayağının tabanına, Esved bin Muttalib’in gözüne, Esved bin Abdi Yagves’in başına, Velîd bin Mugîre’nin inciğine, Hâris’in karnına birer işâret koydu ve; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ bunların şerrinden seni halâs eyledi Yakında bunların her biri bir belâya uğrayıp helâk olacaklardır” dedi Bu beş müşrikten Âs bin Vâil bir gün merkebe binmişti Mekke’nin dışında bir yerde merkebinden inince ayağına diken battı Dikenin battığı yer şişti ne kadar ilâç yapıldı ise çâre bulamadılar Nihâyet ayağı deve boynu gibi şişip; “Muhammed’in Allah’ı beni öldürdü” diye feryâd ede ede öldü Esved bin Muttalib, Mekke’nin dışında bir ağaç altında otururken birden bire gözleri kör oldu Cebrâil aleyhisselâm da başını tutup altına oturduğu ağaca çarparak helâk etti Esved bin AbdiYagves de Mekke’den çıkıp Bad-ı Semûm denilen yere gitmişti Buradayken yüzü ve gövdesi simsiyah oldu Evine gelip kapısını çalınca âilesi onu tanıyamadı ve içeri almadı Kahrından başını evinin kapısına vura vura öldü Hâris bin Kays da tuzlu balık yemişti Öyle bir harârete tutuldu ki ne kadar su içtiyse kanmadı Su içe içe çatladı Velîd bin Mugîre’nin ise baldırına bir okçu dükkânı önünde demir parçası battı Yarasından çok kan aktı ve; “Muhammed’in Allah’ı beni öldürdü” diye feryâd ederek öldü Müşriklerin zulüm ve baskıyı arttırması üzerine Muhammed aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâmdan Erkam bin Ebil Erkam’ın evini emniyetli bir yer olarak seçti Dar bir sokak içinde, Safâ Tepesinin doğusunda bulunan bu ev giriş çıkış için ve gelip gidenleri kontrol etmeye elverişli bir yerdi Peygamber efendimiz İslâmiyeti burada anlatıyor ve Müslümanlar oraya toplanıyordu Birçok Mekkeli bu evde Müslüman oldu Bir merkez olarak seçilen bu eve “Darü’l-İslâm” adı verildi İnsanları ebedî saâdete kavuşturmak için ve rahmet olarak gönderilen Muhammed aleyhisselâm, Mekke’de câhiliyye devri yaşamakta olan insanları açıkça İslâma çağırdı Hakîkî kurtuluşun Allahü teâlâya îmân etmekte, nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve bütün çirkin işlerden uzaklaşmakta olduğunu bildirince, nefslerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve iyice azgınlaşmış olanlar bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler ve O’na düşman kesildiler Bir kısmı da kendileri gibi âciz ve fânî insanların ayıplamalarından sakınarak îmân etmediler Nefislerine, şeytana ve şehvetlerine uyarak saâdetten mahrum kaldılar Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmeyen ve O’na düşmanlık gösteren müşrikler, önce alay etmeye başladılar Bir araya toplanıp O’na; kâhin, mecnûn, şâir, deli, sihirbâz diyelim şeklinde karar almak istediklerinde, bunların hiçbirinin Muhammed, aleyhisselâmda bulunmadığını yine kendileri îtirâf ediyorlardı O’na bir şeyler söylemek için toplandıklarında müşriklerden Velid bin Mugîre şöyle diyordu: “Hayır o kâhin değildir Biz, kâhinleri gördük O’nun okuduğu ne kâhin fısıltısı, ne de uydurma şeylerdir Kâhinler hem doğru hem yalan söyler Biz Muhammed’de hiçbir yalan görmedik O mecnun, deli de değildir Deliliğin ne olduğunu biliriz, O’nda böyle bir hal yoktur O şâir de değildir Biz şiirin her çeşidini iyi biliriz O’nun okudukları bunlardan hiçbirine benzemez O, sihirbâz da değil! Biz sihirbâzları gördük O’nun okudukları sihirbâzların okuyup üfürmelerine ve düğümleyip bağlamalarına hiç benzemiyor” Çeşitli hilelerle ve zulümle insanların îmân etmesine mâni olmaya kalkışan müşriklerin ileri gelenleri, insanları Muhammed aleyhisselâmın okuduğu âyetleri dinlemekten men ederlerdi Kendileriyse geceleri gizlice Muhammed aleyhisselâmın bulunduğu evin yanına gelerek bir köşeye saklanıp dinlerlerdi Sabah olup ortalık aydınlanmaya başlayınca, birbirinden habersiz gece Kur’ân-ı kerîm’idinlemeye geldiklerini gören müşriklerin ileri gelenleri birbirlerini ayıplarlar bir daha böyle yapmayalım derlerdi Ancak ertesi gece yine birbirinden habersiz gidip bir köşeye saklanarak tekrar dinlerlerdi Sabah olunca da birbirlerini görüp şaşırırlardı Bir daha böyle yapmamak üzere yemin ederek ayrılırlar, fakat bundan vazgeçemezlerdi Ancak nefislerine uyup, üstünlük taslayarak ve diğer müşriklerin kendilerini ayıplamalarından çekinerek ve daha birçok boş düşüncelere kapılarak îmân etmediler Üstelik başkalarına da mâni oldular Sokaklarda, “Muhammed sihirbâz” diye bağırdılar İslâm nûrunun günden güne yayılması üzerine iyice azgınlaşan müşrikler, artık alay etmekten de öteye, Müslümanlara işkence yapmaya başladılar Muhammed aleyhisselâmın kapısının önüne pislik dökmeye, kapısına kan sürmeye, geçeceği yollara diken dökmeye başladılar Sevgili Peygamberimiz, Mekke’ye dışardan gelenlere İslâmı anlatarak dâvet ederken, peşinde dolaşıp; “Yalan söylüyor, inanmayın” diyerek taşkınlık gösterirlerdi İlk Müslüman olanlardan, önce zayıf ve kimsesizlere sonra da hepsine ağır işkenceler yapmaya başladılar Bütün bunlarla insanların îmân etmelerine engel olamadıklarını aksine, İslâmın günden güne yayıldığını gören müşrikler her yola başvurdular Menfaatleri sebebiyle putlara tapan ve İslâmiyetin, zulümlerine, haksızlık ve ahlâksızlıklarına kesinlikle son vereceğini gören müşrikler, buna mâni olmak için ilk safhada başvurdukları şeylerin sonuç vermediğini gördüler Hattâ ileri gelenleri toplanıp Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib’e giderek; “Ey Ebû Tâlib! Biz senden kardeşinin oğlunu susturmanı, O’na engel olmanı istiyoruz Ya O’nu bildirdiği şeylerden vazgeçirirsin veya iki taraftan birisi yok oluncaya kadar O’nunla da seninle de çarpışırız Bundan vazgeçsin ne isterse vereceğiz” dediler Ebû Tâlib, müşriklerin söylediklerini Muhammed aleyhisselâma nakletti Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm; “Ey amca! Şunu bil ki, güneşi sağ, ay’ı da sol elime verseler (her ne vâd ederlerse etsinler) ben aslâ bu dinden ve onu insanlara tebliğ etmekten, bildirmekten vazgeçmem Ya Allahü teâlâ bu dîni bütün cihâna yayar, vazifem biter veya bu yolda cânımı fedâ ederim” dedi Bu sözleri dinleyen Ebû Tâlib Sevgili Peygamberimizin boynuna sarılarak; “İşine devam et, istediğini yap! Vallahi, seni aslâ herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim” dedi Ebû Tâlib’in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve aslâ yalnız bırakmayacağını anlayan müşrikler, bundan da bir netice alamadıklarını görerek bizzat Muhammed aleyhisselâmı çağırıp şöyle dediler: “Eğer mal toplamak istiyorsan sana istediğin kadar verelim Hükümdâr olmak istiyorsan seni kendimize hükümdâr yapalım Daha her ne istiyorsan yapalım, verelim Yeter ki bu dâvâdan vazgeç” Peygamber efendimiz müşriklere şöyle cevap verdi: “Sizin söylediğiniz şeylerin hiçbirisi bende yoktur Ben, size mallarınızı istemek, içinizde şeref ve şan kazanmak, üzerinize hükümdâr olmak için gelmedim Fakat Allah, beni size peygamber olarak gönderdi Bana bir kitap da indirdi Îmân ederseniz Cennet’le müjdeleyici, isyânınızdan dolayı da azâbla korkutucu olmamı Allah bana emretti Ben de Rabbimin bana vahyettiklerini size tebliğ ettim Size öğüt de verdim Size getirip tebliğ ettiğim şeyi alır, kabul ederseniz o, dünyâda ve âhirette nasîbiniz ve saâdetiniz olur Onu reddederseniz Yüce Allah aramızda hükmü verinceye kadar tebliğ etmek, sabretmek ve buna katlanmak benim vazîfemdir” İnkârlarında ısrâr eden müşrikler bu teşebbüslerinden de netice alamayınca işi zulüm ve işkence safhasına döktüler Muhammed aleyhisselâma kastetmeye karar verdiler Başları Ebû Cehil şöyle dedi: “Yarın kaldırabileceğim kadar kocaman bir taşı alıp, O secdeye kapandığı zaman başının üzerine bırakacağım” Diğer müşrikler de; “Sen istediğini yap seni destekleyeceğiz” dediler Ertesi günü beklediler ve Muhammed aleyhisselâm Kâbe’ye gelerek namaza durdu Secdeye vardığı sırada Ebû Cehil kocaman bir taşı alıp yanına yaklaştı Fakat yaklaşır yaklaşmaz, büyük bir korkuyla, perişân bir halde, geri kaçtı Ellerinin canı kesildi ve taş yere düştü Bu hâli gören ve merakla seyreden müşrikler; “Ne oldu sana?” dediklerinde Ebû Cehil; “Bir benzerini görmediğim zaptedilmez bir arslan beni parçalamak üzere üstüme yürüdü” dedi Ebû Cehil birkaç kere böyle yapmak istemişse de aynı durumla karşılaşmıştı Bu ve buna benzer mûcizeleri görenlerden bir kısmı îmân ediyor, bir kısmı da düşmanlıkta ısrar ediyordu Bundan başka müşriklerin Muhammed aleyhisselâma saldırdıkları, bâzan da mübârek yüzünü, başını yaraladıkları oluyordu Diğer taraftan Müslüman olanlara yaptıkları işkenceler görülmemiş bir vahşet hâlini almıştı Yapılan işkencelere dayanamayarak vefât eden Yâsir radıyallahü anh ve Ebû Cehil tarafından karnına mızrak saplanarak şehit edilen Yâsir’in (radıyallahü anh) hanımı Sümeyye Hâtun İslâmda ilk şehitler oldular Peygamber efendimiz ilk Müslümanların ağır işkencelere uğramaları ve zulüm altında zor duruma düşmeleri üzerine “Siz Habeş ülkesine gidiniz, Allah sizi orada ferahlığa kavuşturur ve sizi yine toplar” buyurdu Bi’setin (Peygamberliğin) beşinci yılında (M 615) Eshâb-ı kirâmdan 10’u erkek, 5’i kadın olmak üzere 15 kişilik bir kâfile Mekke’den Habeşistan’a hicret ettiler Bi’setin altıncı yılında Hamza’nın, sonra da hazret-i Ömer’in îmân etmesi üzerine Müslümanların durumu bir miktar kuvvetlendi Habeşistan’a hicret eden ilk kâfilenin, hükümdâr Necâşî tarafından iyi karşılanması üzerine, Peygamberimiz, müşriklerin baskı ve işkencelerine mâruz kalan Müslümanlardan ikinci bir kâfileyi de bi’setin yedinci yılında (M617) Habeşistan’a gönderdi 80’i erkek, 10’u kadından meydana gelen bu kâfile de Habeşistan’a hicret etti Bu arada İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için her yola başvuran müşrikler, Peygamber efendimize çeşitli şeyler soruyorlar, nâzil olan âyetler okundukça aldıkları cevaplar ve gördükleri mûcizeler karşısında şaşırıyorlardı Her şeye rağmen Müslümanların sayısı artıyordu Bunu engellemek için çeşitli yollar deneyen müşrikler, Müslümanları muhâsara altına almaya, başta ticârî olmak üzere onlarla olan bütün münâsebetlerini kesmek üzere karar aldılar Müslümanlara hiçbir şey satmamaya ve onlardan hiçbir şey satın almamaya yemin ettiler Bu anlaşmalarını bir kâğıda da yazarak Kâbe içine astılar Müslümanlar ise Şi’b-i Ebî Tâlib (Ebû Tâlib mahallesi) denilen yerde toplanmışlardı Müşrikler bu mahalleye yiyecek, içecek dâhil hiçbir şey sokmuyorlardı Oradan, birşey satın almak üzere çıkmak isteyene ve oraya yiyecek içecek satmak için gitmek isteyen hiçbir satıcıya fırsat vermiyorlardı Bu mahallede muhâsara altına alınan Müslümanlar ise dışardan fazla bir şey satın alamadıkları için şiddetli kıtlıkla karşı karşıya kalmışlardı Sâdece hac mevsiminde dışarı çıkabiliyorlardı Ancak Mekke’ye gelen tüccarlardan bir şey satın almak istediklerinde müşrikler, tüccarlardan, fiyatlarını çok yüksek tutmalarını istiyorlardı Bu sebeple Müslümanlar fazla bir şey satın alamıyorlardı Bâzıları yiyecek bulamadıkları için ağaç yaprakları ile açlıklarını gidermeye çalışıyor, küçük çocuklar açlıktan feryad ediyordu Müslümanlar içinde zengin olanlar sıkıntıya düşenlerin ihtiyâcını karşılamak için bütün mallarını harcamışlardı Ancak bu da kâfi gelmemişti Üç sene boyunca devâm ettirdikleri bu zulümle Müslümanlara iyi bir ders verdiklerini zannedip İslâmiyetin yayılmasının duracağını ümid eden müşrikler, İslâmın hızla yayıldığını görerek iyice çıldırdılar Allahü teâlâ, müşriklerin anlaşmalarını yazarak Kâbe içine astıkları sahîfeye bir güve kurdu musallat etti Güve, o sahîfede bulunan; “Bismike Allahümme” ibâresi hâriç diğer kısmını tamâmen yiyip bitirdi Bu husus Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiyle bildirildi Muhammed aleyhisselâm bu durumu amcası Ebû Tâlib’e bildirince, Ebû Tâlib müşriklere gidip; “Kardeşimin oğlunun bana haber verdiğine göre, Allah sizin Kâbe’de astığınız sahîfeye bir kurt musallat etmiş ve (Allah) lafzı hâriç o sahîfede zulüm, akrabâlarla münâsebeti kesme ve iftirâ olarak yazılı diğer kısmı yiyip bitirmiştir Kâbe’ye gidip bakınız Bu zulüm ve kötü davranışınızdan vazgeçiniz” dedi Kâbe’ye gidip astıkları sahifeyi gerçekten bir güve kurdunun yiyip bitirdiğini gördüler Bu hâdise karşısında şaşıran müşrikler bâzı ileri gelen kimselerin de böyle bir uygulamadan vaz geçtiklerini bildirmeleri üzerine bi’setin onuncu yılında bundan tamâmen vazgeçmek zorunda kaldılar Fakat düşmanlıklarını günden güne şiddetlendirip, İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için her türlü yola başvurdular Halbuki İslâmiyet süratle yayılıyor, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm câhiliyye devrinin zulmetinde bunalan insanları hakîkî saâdete kavuşturuyordu Bu saâdetle şereflenen insanlar da kavuştukları büyük nimete şükrediyorlar, müşriklerin hakâret ve işkenceleri karşısında aslâ yılmıyorlardı Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerini ve Müslümanların dinlerindeki sebâtını gören nice gönüller İslâm nûru ile aydınlanıyordu Müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları üç senelik abluka sona erince Habeşistan’dan yirmi kişi kadar Hıristiyan Ruhban Mekke’ye geldi Bunlar daha önce Habeşistan’a hicret eden Müslümanlardan İslâmiyetle ilgili duydukları şeyleri bizzât mahallinde görmek ve araştırmak üzere Mekke’ye gelmişlerdi Kâbe yanında Peygamber efendimizle görüşen bu Hıristiyan kâfilesi, Kur’ân âyetlerini dinleyip çok ağladılar Öyle ki, sakalları gözyaşları ile ıslandı Sordukları her soruya verilen cevaplar karşısında son derece memnûn kalıp, Sevgili Peygamberimizin kendilerini İslâma dâvet etmesi üzerine büyük bir şevkle sevinç gözyaşları dökerek Müslüman oldular Bu hâllerini görerek kendilerine çeşitli hakârette bulunan Ebû Cehil’e ve diğer müşriklere aslâ aldırış etmediler; “Bize yaptığınız câhilliği biz size yapamayız ve bize nasîb olan hak dinden aslâ dönmeyiz” dediler Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin onuncu yılında büyük oğlu Kâsım ve bir müddet sonra da diğer oğlu Abdullah, küçük yaşta, vefât ettiler Yine bi’setin onuncu yılında Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib ve ondan birkaç gün sonra da hanımı hazret-i Hadîce vefât etti Ard arda ortaya çıkan bu ölüm hâdiselerinden dolayı bu seneye Senet-ül hüzün (hüzün yılı) denildi Bu vefât hâdiselerine çok sevinen müşrikler, sevgili Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı öncekinden daha şiddetli davranmaya başladılar Ebû Tâlib hayattayken onun himâyesinden çekinen müşrikler, o vefât edince, Muhammed aleyhisselâma ve Müslümanlara yaptıkları tecâvüzleri kat kat arttırdılar Mekke ahâlisi îmân etmiyor ve Müslümanlara çok sıkıntı veriyordu İşkenceyi arttırıp, işi azdırmışlardı Resûlullah çok üzüldü Hicretten bir yıl önce, elli iki yaşında idi Zeyd bin Hârise’yi alarak Tâif’e gitti Tâif halkına bir ay nasîhat eyledi Kimse îmân etmediği gibi alay ettiler, işkence yaptılar, yuhaladılar Çocuklar taşa tuttular Üzüntülü ve yorgun bir şekilde geri dönerken mübârek bacakları yaralandı Zeyd’in başı kan içinde kaldı Çok sıcak bir saatte, yol kenarında, bitkin hâlde istirâhat edip yaralarını, kanlarını sildiler Muhammed aleyhisselâm daha sonra Mekke’ye doğru gitmekte iken, başının üzerinde kendisini gölgeleyen bir bulutu ve biraz sonra da Cebrâil aleyhisselamı gördü Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed, şüphesiz ki, Allahü teâlâ kavminin sana ne söylediklerini işitti (Bir melek göstererek) Şu melek, Allahü teâlânın dağları emrine verdiği melektir Kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin” dedi Dağlara müvekkil melek (Mekke’nin iki tarafında bulunan Ebû Kubeys ve Kuaykıan dağlarını göstererek); “Yâ Muhammed! Eğer şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine kapanıp birbirine kavuşmasını istersen, emret, kavuşturayım!” dedi Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimiz; “Hayır! Ben insanlara rahmet olarak gönderildim Allahü teâlânın, bu müşriklerin sulbünden, îmân edecek, Allah’a şirk koşmayacak bir nesil çıkarması için duâ ederim” buyurdu Peygamber efendimiz Tâif’ten Mekke’ye döndüğü sırada Mekke’ye varmadan Nahle adındaki bir yerde bir müddet istirâhat etti Bu sırada namaza durmuştu Nusaybin cinlerinden bir grup oradan geçerken O’nun okuduğu Kur’ân âyetlerini duydular ve durup dinlediler Sonra Peygamber efendimizle görüşüp Müslüman oldular Muhammed aleyhisselâm onlara; “Kavminize varınca benim îmâna dâvetimi onlara da söyleyin, onları îmânâ dâvet edin” buyurdu O cinnîler kavimlerine gidip bunu bildirince, işiten cinnîlerin hepsi îmân ettiler Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Cin sûresinde bildirilmektedir Resûl-i ekrem efendimizle Zeyd bin Hârise bu hâdiseden sonra Mekke’ye yürüdüler Karanlıkta şehre girdiler Birkaç ay Mekke’de çok sıkıntılı geçti Her taraf düşman idi Gidecek bir yer yoktu Doğruca amcası Ebû Tâlib’in kızıümmü Hâni’nin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi Ümmü Hâni, o zaman îmân etmemişti Resûlullah, o gün çok incinmişti Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların îmâna gelmesi, saadete kavuşmaları için duâya başladı Çok yorgun, aç, üzüntülü idi Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi O anda, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın dâveti üzerine Muhammed aleyhisselâmı Mirac’a götürdü Gökleri aştı, bilinmeyen, anlaşılmayan, anlatılamayan şekilde Cennet’i, Cehennem’i, Arş’ı, Kürsî’yi gördü Mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı görüp konuştu Hicretten bir sene önce 13 Temmuzda Cumâ gecesi vukû bulan bu mûcizeye “Peygamberimizin “Mîrâcı” denir Resûlullah Mîrâca rûh ve bedeniyle uyanıkken çıktı “Beden ile gittim” buyurdu Peygamber efendimize Mîrâc gecesinde nice ilâhî hakikatler gösterildi ve beş vakit namaz bu gecede farz kılındı Mîrâc Kur’ân-ı kerîm’de İsrâ sûresinde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmektedir Peygamber efendimiz, müşriklerin şiddetle karşı çıkmalarına ve istememelerine rağmen, bütün güçlüklere ve sıkıntılara katlanarak insanları İslâma dâvet etti Mekke her yıl hac mevsiminde uzaktan, yakından gelenlerle dolup taşardı Peygamberimiz bu mevsimde kurulan panayırlara gider, Mekke’ye gelen Arap kabîlelerine İslâmı anlatır ve onları îmâna dâvet ederdi Müşrikler ise hep mâni olmak için uğraşırlardı Peygamber efendimiz bi’setin (peygamberliğin) on birinci yılında hac mevsiminde Mekke’nin yakınında bulunan Akabe’de Medîne’den gelen altı kişiyle karşılaştı, onlarla görüştü Onlara Kur’ân-ı kerîm okudu ve İslâma dâvet etti Medîne’deki Hazrec kabîlesinden olan bu altı kişi Peygamberimizi dinledikten sonra hemen îmân ettiler Bu altı kişi ilk Medîneli Müslümanlardır Bundan bir sene sonra bi’setin on ikinci yılında yine hac mevsiminde 12 Medîneli, Peygamber efendimizin dâvetini kabûl ederek Müslüman oldular Allah’a şirk koşmayacaklarına, zinâdan, hırsızlıktan sakınacaklarına, kimseye iftirâ etmeyeceklerine, kız çocuklarını öldürmeyeceklerine, Allah’a ve Resûlüne itâat edeceklerine dâir kesinlikle söz verdiler Bu hâdiselere ilk Akabe bîatları denilmiştir Medînelilerin yaptıkları bu bîat büyük bir önem taşıyordu Peygamberimiz bu bîatlerde bulunanlara İslâmı anlatmak ve Kur’ân-ı kerîm’iöğretmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Mus’ab bin Umeyr’i, muallim olarak onlarla birlikte Medîne’ye gönderdi Bu sıralarda Medîne’deki Müslümanların sayısı kırka ulaşmıştı Mus’ab bin Umeyr’in üstün gayretleriyle Medîne’de bulunan Evs ve Hazrec kabîlelerinden hemen hemen Müslüman olmayan kalmamıştı Az zamanda İslâmiyetMedîne’de yayıldı Peygamber efendimiz Medîne’deİslâmın bu şekilde süratle yayıldığını haber alınca çok sevinip bu seneye Sevinç Yılı denildi Bu seneden sonra peygamberliğin on üçüncü senesinde yine hac mevsiminde Medîne’den 73 erkek 2 kadın olmak üzere 75 kişi Akabe’de gece yarısı Sevgili Peygamberimizle görüştüler Resûlullah efendimiz onlara; “Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim O’nun Resûlü olduğuma îmân ederek dînin emirlerini yerine getireceğinize, bana itâat edeceğinize, hiçbir şeyden çekinmeden Allah yolunda Allah için hakkı söyleyeceğinize, kendi nefsinizi ve nâmusunuzu koruduğunuz gibi bana yardımcı olacağınıza söz veriyor musunuz?” buyurdu Bunu seve seve kabûl ettiklerini bildiren Medîneliler; “Yâ Resûlallah, senin uğrunda ölürsek bize ne var?” diye sordular “Cennet var” buyurunca, Resûlullah efendimizin elini tutarak bîat ettiler Peygamberimiz bunların içinden Medîne’nin ileri gelenlerinden, okuma yazma bilen 12 kişiyi temsilci olarak seçti Bu temsilciler; “Allah’a hamd olsun ki; bizi Muhammed aleyhisselamın sevgisiyle ve O’na îmân etmekle şereflendirdi Allah’ın ve Resûlünün dâvetini kabul ettik, dinledik ve boyun eğdik” diyerek sevinçlerini ve teslimiyetlerini ifâde ettiler İkinci Akabe bîatıyla Medîne, Müslümanların rahat edecekleri ve sığınacakları bir yer olmuştu İkinci Akabe bîatını duyan Mekkeli müşriklerin Müslümanlara tutumları çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hal aldı Müslümanlar durumlarını arzedip hicret için izin istediler Peygamber efendimizin; “Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu bana gösterildi ve bildirildi Orası Yesrib (Medîne)dir Oraya hicret ediniz Orada Müslüman kardeşlerinizle birleşin Yüce Allah onları size kardeş yaptı ve Medîne’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt yaptı” buyurarak Mekke’deki Müslümanların Medîne’ye hicret etmelerine izin vermesi üzerine, bölük bölük Medîne’ye hicret ettiler Mekke’de hapsedilen veya işkence altında bulundurulan yâhut da hastalık gibi sebeplerden dolayı yola çıkamayanlar, sevgili Peygamberimiz, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den başka Müslümanlardan kimse kalmayıp Medîne’ye hicret ettiler Müslümanların Mekke’den hicret etmesi üzerine müşrikler harekete geçip ne yapacaklarını kararlaştırmak üzere, kendilerince önemli saydıkları işleri görüştükleri Dar’ün-Nedve denilen yerde toplandılar Bu sırada şeytan Necdli bir ihtiyar kılığında yanlarına geldi Ebû Cehil; “Muhammed’i öldürelim” deyince; “İşte bu adamın dediğini yapınız” dedi Bunun üzerine müşrikler bu kararda birleştiler Her kabîleden birer kişi olmak üzere 40 kişi seçtiler Bunlar gece vakti evini sarıp sabahleyin evden çıkarken Sevgili Peygamberimizi öldürmek üzere harekete geçtiler Cebrâil aleyhisselâm gelip Sevgili Peygamberimize bu durumu ve hicret etmesi için izin verildiğini bildirdi Resûlullah efendimiz o gece hazret-i Ali’ye yatağına yatmasını ve kendisine bırakılan emânetleri sâhiplerine vermek için Mekke’de kalmasını söyledi Resûlullah, müşriklerin ellerinde kılıçlarla gece evinin etrâfını sardığı sırada, üzerlerine bir avuç toprak serpti ve Yâsîn sûresinin ilk âyetlerini okuyarak evden çıkıp müşriklerin arasından geçti Bekleyenlerin hiçbirisi onu göremedi Ebû Bekr ile Sevr Dağına çıkıp üç gün orada bir mağarada gizlenip sonra Medîne’ye hicret ettiler O gece evinin etrafında bekleyen müşrikler sabaha doğru eve girince Ali radıyallahü anh ile karşılaştılar Muhammed aleyhisselâmın Mekke’den ayrıldığını anlayarak tâkibe koyuldular Ancak Resûlullah’ın mûcizeleri karşısında âciz kalıp bulamadılar Peygamber efendimizin bi’setin on üçüncü yılında 12 Rebîulevvel de, Mîlâdi 622 senesinde Medîne’ye hicretiyle on sene süren Medîne devri başladı |
|