07-11-2012
|
#1
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Bir Kadın, Bir Sokak, Bir Yalnızlık
--------------------------------------------------------------------------------
Bir Kadın, Bir sokak yağmurlu, ıssız, Bir adam Kısacası İstanbul sonu yalnızlık
--------------------------------------------------------------------------------
Küçük aceleci ilk yağmur damlası Garip bir heyecanla vurdu cama Bilinmeyenin o tuhaf hazzıyla titredi
Şaşkın ve heyecanlı oyalandı biraz düştüğü noktada Yağmur gözleriyle süzdü düştüğü cama açılan odayı Odada bir kadın vardı bir de yalnızlık Zaman kaybetmek istemedi Sıkıldı Keşfetmeliydi bu yeni dünyayı Umarsızca süzüldü bilmediği bir yolda Korkmadı Rotasını çizmemiş bir salyangoz gibi sağa, sola yalpalayarak şaşkınca ilerledi Kırılgan bir titremeyle
aktı, aktı, aktı Ve kimbilir kaç yağmur damlasının bu ilk ve son yolculuğuna şahitlik eden camın kırık dökük tahta
pervazında son buldu yaşamı Ölürken hiç ağlamadı Peşi sıra takip etti onu başka küçük, aceleci yağmur damlaları Ve küçük yağmur damlasının çizdiği ince çizgiyi takip ederek öldüler birbiri ardına İstanbul' da her sokakta her cam pervazında Ölüm sonatları söyledi her bir damla çığlık çığlık camda yankılanan aryalar eşliğinde Ölü yağmur damlaları birikti arnavut kaldırımlı sokakta, ölü yağmur
damlalarından nehirler aktı apartma oluklarından, ölü yağmur damlalarının gözyaşı izleri kaldı camda
Kadın usulca sokuldu cama Tıpkı bir yaprağın üzerindeki çiğ tanesi aktı akacak Taze, kırılgan, naif Bir dokunsan dağılıp binbir damlaya dağıldı dağılacak Bir gölge gibi sessiz Bir orman kadar ıssız Ürpererek seyretti sokağı Bedeni bir mermer kadar soğuk Sımsıkı sarıldı kendine Her yağmur da olduğu gibi Usulca o adamın dizleriymişcesine dayadı başını pencerenin
kenarına Uzaklarda ama cok uzaklarda bir yeri düşledi Birini belkide Siyah tüllerle örtülü yeşil iki bıçak vardı gözçukurlarında Kana bulanmış iki yeşil hançer yanyana Yasla bilemiş gözleri hüzün sarısından solgun papatya teninde, çifte su verilmiş çelikten keskin iki kılıç gözleri kınında
Düşündü Şehri, şehri yıkayan yağmur ölülerini düşündü İlk ölümünü düşündü Bugünü, yarını birazda dünü
Kaç gün, kaç hafta, kaç ay yada kaç yıl geçmişti bu şehirde Kaç yıl olmuştu öleli Ne kadar uzundu bu şehrin sokaklarıyla tanışıklığı Ve daracık arnavut kaldırımlı bu sokak Birbirine yaslanarak güç almaya çalışan yaşlı cifler gibi birbirine yaslanmış yorgun evleriyle sıralı bu sokak Karanlık gecelerinin tek ışığı, kah yanan kah yanmayan sokak lambasına dayanmış o adamın hayalini saklayan sokak Geçip giden zamana karşı direnen eski badem ağacının zamansız çiçeklerine kucak açan sokak Ve her akşam sarabı şişesini kaybetmiş ayyaşlı sokak Düşündü Kaç sokak vardı yaşadığı Ve yaşayan kaç
sokak
Bu sokağa ilk geldiği günü hatırladı Üşüdü Daha sıkı sarıldı kendine Akşam inmek üzereydi Üşüdü Ağır ağır cıkmıştı yokuşu arkasında Kızkulesiyle, Üsküdar Bitkindi cok bitkin Bacaklarımı onu yoksa o mu bacaklarını tasıyor du bilemedi ?
"Ne zor şeymiş ölmek dedi " içinden Ne zor Yokusun basında karsılamıstı onu carpık, curpuk sıra, sıra, kara kuru ahşap evler Zamansız açmış bir badem ağacı ve hafif kaykık bir sokak lambası Kursuni bir gri giymişti gökyüzü Denizin o sinsi uğultusu Gökyüzüne asılmıs martı çığlıkları sıra sıra Dalga çırpıntısına karısan kalp çırpıntısı İlk aşk gibi
İlk ölüm gibi
İlk öldürdüğü aşk yada kalbine ilk gömdüğü adam gibi
Uzaktan bir ezan sesiyle irkildi Ardından bir zangocun caldığı eski kilisenin çanı Sıyrıldı bir anda tüm o anlardan, o adamı düşlediğinde nasıl sıyrılıyorsa tüm kabuklarından Nasıl caresiz , korumasız kalıyorsa öylece kala kaldı Daha hızlı carpıyordu damlacıklar cama Daha hızlı ölüyorlardı peşpeşe, sıra sıra Uzaklaştı pencereden Saate baktı Aslında kaçı kaç geçtiğinin ne önemi vardı ki Zaman akıp geçiyordu işte 3 yada 5 O saatini aşka 5 kala durdurmustu Yakamozlarla yıkandığı bir gece
Boşverdi Usulca oturdu cam önündeki eski kanepeye Kaç kanepe gözyaşıyla yıkanmıştı ki? Gözü afrika menekselerine takıldı Nasılda yabani, nasılda güzellerdi Gölgede açan yaban çiçekleri Bir zamanlar onun da oldugu gibi Onun peşine takılmasaydım diye geçirdi bir an aklından Bu şehrin arka sokaklarında kaybolmasaydım bir zamanlar    
Üşüyordu Vazgeçti düşünmekten Üşüyordu Ama üşüyen neydi Bedenimi, yüreğimi yoksa ruhumu bilemedi Bir kaç odun attı sobaya Ateş böcekleri misali dağıldı kıvılcımlar Uçustu, dağılıverdiler odanın dört bir yanına O adamın gözlerindeki gibi
Nihavent makamı bir şarkı tutturdu sobanın üstünde çaydanlık Yüreği hüzzam, gözleri buselik
Ölülerin ellerine ihtiyacı varmıdır? diye düşündü Sonra cevabını veremiyeceği sorulardan vazgecti Tekrar başladı düşünceler geçidi
- Al kızım demişti ihtiyar madam eEleni Kendi yaptığı o vişne likörünü uzatırken billur bardaklarda Bana dost lazımıdir Yoldaş, arkadas para değil Konusmuşlardı saatlerce Elleri paltosunun kollarına saklı bası önünde konusmuşlardı saatlerce
O sokakları anlatmıstı Eleniye O adamı Perde perde çılgınlığı Deliliği İstanbul'un o karanlık sokaklarını anlatmıstı günlerce
Eskiden karaladığı bir şiiri bile okumuştu Eleni ye Günün geceye ağıdını okumuştu Yaldızları dökülmüş istanbul'u
okumuştu
" Zil zurna sarhoş,
adsız çıkmazında işedi “burıya işyen ibnedir !*?… “ yazılı apartmanın duvarına
Eceli gelen köpek, Cihangir'de bir cami duvarına eceli geldiğinden olsa?
Her şeyden bi haber uyurken, kırık dökük yatağında çingene gözlü çocuk
Kulağını hem üfledi, hem dişledi fare
Sırf o çocuğun kulakları kendininkinden daha kepçe diye
Gece konmuş kondunun- tahta tuvaletini mesken tutmuş iki salyangoz-
en sehvetli sevişmelerinde yeni bir gece yarısı, salya sümük içinde
Boya sarısı saçlı fahişe, dişler kankırmızı rujlu dudaklarını,
demir karyolanın gıcırtı senfonisi ve üstündeki adamın çoktan saymayı bıraktığı geliş gidişleri eşliğinde
Bir tinerci arnavut kaldırımlı sokak arasında ölürken,
bir bebek rüyasında
meleklerin çizdiği mutluluğun en güzel resmini görür
Yeni bir gün doğumunun sancısını çekerken İstanbul
Taze mezarında bir adam ağlar kendi ölümüne
Dayanamış sormuştu eleni o adamı Bilmem demişti Öyle bir adam hiç oldumu Ellerini paltosunun kollarına saklayarak
ve düşünmüştü Ölülerin ellerine ihtiyacı olurmu diye  
Uzaktan vapur düdükleri geldi Saat gene kaçı bilmem kaç geçiyordu Zifiri bir karanlık cökmüştü sokağa Sonuna kadar actı perdeleri
Cılız ısığıyla sokak lambası hergeceki ıssızlığıyla üşüyordu Aşağıda ayın savkı vurmuş bir deniz
Balıkcı sandallarının uzak fenerlerinin ışıkları Çinekop gözleri Balık kanatlarına yüklü balıkcı hayallari
Masal gibi biten son bulan yasamlar, öyküler gibi
|
|
|