07-11-2012
|
#1
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Akasya Düşleri
önce sevmeyi öğrettiler tenden uzak, gönle yakın sonra ellerimi kelepçeledi her gelip geçen gönülçelen her şarkıya riyakâr notalar dizdiler ve astılar ömrümü çığırtkan bir sehpada sallandı düşüm, ardından lerzeye tutulmuş ışıkta düştüm kabir denen kuyuya ben seni şarkılarla sevmiştim, her nota gül olurdu solmayan baharlara
seni sırılsıklam, kırkikindi yağmurları kadar duru, bengisu kadar eşsiz, sabır çiçekleri gibi hoş kokulu sevmiştim şimdi sildim adını şarkılardan
bir notalık yokmuş değerim bekledim çok bekledim daha beklerdim de lâkin sevdanın senin dilinde bir engerek gibi raksettiğini gördüm
sen zehirdin, zehredendin…
geçer elbet geçmeyecek sandığımız her dokunuşunda karabasan sancımız
eloğlu kalbimize ekipman kurmuş, olta atıp ağ salmış hayatımıza
ömrümüz misinanın ucunda, tırnaklarımızsa ağlarını parçalamakta saçlarımız şefkatli yosunlarla koyun koyuna nasıl olsa ilkyazdan kalma sınır çizgimiz o yeşil ışık var ya, alır gözlerimizi anaforlarımızda
gün gelir senin hesabınca tutmaz ebced dağılır ağ, kopar misina, hoyrat bir türkü tutturur dalgalar imbatlar eşliğinde okşar takılanı
iskelenin nabzından akan intihar, boğar düzeneğinde kıvrılan yılanı
zaman kırar omurgasında baş eğmez hergele aykırılıkları bakmasını bilmeyen gözlerin düşürdüğün de as beni turkuaza tutunamayışlarımdan ya da azat et ruhumu iblisin şerrinden
arala mahşerimin kızıllığını, düş renginden ama sakın aşkla sınama! katledilen yüreğin ahvali kazınır tenimin taravetini kaybetmiş yasına
yazılınca cürmü nemrud’un kitabesine günahının sancısında doğuyordu yol gösteren sitare
kut/sayıp doyduğum tasından ıslak bir ölüm içiyordu iniltiyle peygamber çiçeği akrebin bu kaçıncı ihaneti? kim öğretecek cihetini kaybetmiş aşka, leylâk zamanlarında kalbin zaten ölü nefes doğurduğunu
kutsal saydıklarımızın koynunda aklanırken kınanma, kıyametimi geçtim övünme, devinme, ardım-sıra sevinme gör bak ne belâları sevdim ayaklarımı sımsıkı bastığım zeminde pençelerimde boşluğa düşerken şehir, başıbozuk sahillerin kursağına tıkanmış kumulda inliyor dehrin amansız fermanı
ağlama duvarına hapsedilmiş gözyaşı, serpecek isyanını gözlerin nezaretinde her bakış “yine vurgun mu” diyecek setlerini yıktıkça ölüm? haydi birer birer çık ömrün basamaklarını, düşler âleminde sis perdesini arala gözlerinin
yaz adını ayrılığa kavuşabildiğince düş(me) artık peşime bu son gidiş nicedir suskuya mı kardeş yüreğin!? canımın boşluklarına ot tıkma seanslarında bin otlakta yayılırken karmaşa okyanus diplerinde umarsızca vurgun yedim de ayıl(ama)dım rüyalarımdan
sanki benmişim âdem’i bir tatlı işve ile sürgün ettirip ağuyu bal gösteren havva; cennetlerden kovduran olmayan dünyalara! ibrahim oluvermişim kül san(d)ıkları bahçelerde gül olduğumu hissederek her defasında
yusuf’un gömleğindeki d/okunuşun gölgesinde züleyha mı idim sanki, bir ara ay şavkırken günaha el değmemiş yanlarımla isa’lar mı doğurdum, meryem miydim masumiyetini akrepler sokan yed-i beyza mucizeler mi fısıldadı ellerim ki nûr’unu gören gözlerin musa’sı sanıldım nuh olup keşke yüzdürebilseydim tufanlarda gerçeği billur saraylarda etekleri salınan belkıs’tım ama fark mı edemedim süleyman’ın dayalı duruşunu…
ayılırken rüyadan, titretti çapsız bir kıpırtı asâyı ve yıkıldı sözlerinle saraylarımın anlık saltanatı
sen; adı ayrılıkla anılan ihanet! çıkar maskelerini gazap meleği! son vahyin ışığında kapandı göğün kapıları lahûtî sese kulak verip mabede yönel cümle kapısından gir şehre, gör ki ne âlemler yangınında suskun, güller ise küllerde son raksı sunsun
Naşe Yeşilova
|
|
|