Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Edebiyat / Dil Bilgisi

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
türkologlar

Türkologlar II

Eski 06-24-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türkologlar II




Ziya Gökalp


Ziya Gökalp (1876-1924) öncelikle Türkiye’yi Sosyoloji ile tanıştıran kişiydi ve ateşli bir Türk Milliyetçisi olarak sosyolojiyi entellektüel bir temel oluşturmada esas aldı

Mahallî,resmî bir gazetede mesul müdür bir memurun oğlu olan Mehmet Ziya (daha sonra Gökalp) Diyarbakır’da doğdu, orada laik okullara devam etti ve aynı zamanda islam hukukuna vakıf olan amcasından geleneksel islam ilimlerini öğrendi 18 yaşında intihara teşebbüs etti Yine de, bir sonraki yıl İstanbul’a gidebildi ve Baytar Mektebine (Veterinary College) kaydını yaptırdı
Daha önce Jön Türklerin (Young Turks) fikirlerinden etkilenen Gökalp, 1985 yılında İstanbul’da gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (Union and Progress) üyesi oldu 1898′de tutuklandı; bir yıllık mahpusluk devresinden sonra bütün zamanını çalışmalarına adadığı doğduğu şehre sürgün edildi O yıllarda Paris’te sürgünde olan Jön Türkler Fransız sosyolojisinden çok yoğun olarak etkilenmiştiİçlerinde Le Play hayranı olan Prens Sabahattin, Osmanlıların sadece sosyolojik çalışmalar yoluyla sosyal değişmeyi anlayabileceklerini daha sonra bu görüş Gökalp tarafından da desteklenmişti ve imparatorluğu bir arada tutan çeşitli unsurlar arasında uzlaşma sağlama yolunu bulabileceklerini (28 Ağustos, 1099 tarihli Peyman gazetesinin ilk sayısında) beyan etmişti

Jön Türk devriminden sonra, 1908′de Gökalp İttihat ve Terakki Fırkası’nın Diyarbakır’daki temsilcisi oldu Bir yıl sonra, fırkanın Selanik’teki merkez heyetine üye seçildi ve kendisine parti doktrinini anlatma ve genç insanları parti saflarına çekme görevi verildi 1910 yılında Selanikte sosyoloji öğretimini esas alan bir göreve atandı Türkiye’de ilk defa gerçekleşen böyle bir atamadan beş yıl sonra da İstanbul Üniversitesi’nde ilk sosyoloji profesörü oldu O, İstanbul’u Türkiye’deki sosyoloji çalışmaları için bir merkez haline getirirken, bu faaliyeti 1919′a kadar Edebiyat Fakültesinde sürdürdü 1 Dünya Savaşı sonrasında Malta’ya sürgüne gönderilen Gökalp, yürekli bir Atatürk taraftarı olarak 1921′de Diyarbekir’e geri döndü ve milli liderlere yol göstermek amacıyla sosyolojik makale serileri hazırladığı küçük mecmua’nın sorumlu müdürü oldu 1922′de (Ministry of Public Deparmant of the Education) un Ankara’daki Kültürel Yayınlar Dairesine müdür olarak atandı ve orada ünlü eseri “Türkçülüğün Esasları” yayınlandı
Gökalp Jön Türklerin gerçekleştireceği siyasi devrimin, iktisat aile, güzel sanatlar, ahlak ve hukuk gibi alanlarda “Yeni Hayat” ortaya çıkaracak sosyal bir devrimle tamamlanmaya ihtiyaç gösterdiğine inanmıştı Yeni bir Türk medeniyeti sadece Türkiye’nin gerçek milli değerlerinin kazanılmasıyla yaratabilirdi 1911′e kadar Gökalp, değerlerin hiçbir şey ifade etmediğine,”fikir-kuvvet”(idees forces)’un felsefesi öneme haiz olduğuna inanmıştı Fakat 1912′den sonra Durkheim’in değerlerle ilgili yorumunu (collective represantations) kollektif temsiller olarak kabul etti (Gökalp, Durkheim’i en önemli sosyolog ve sosyolojinin kurucusu olarak düşünüyordu)

Gökalp’e göre tam olarak ifade edildiklerinde idealler olarak adlandırılan kollektif temsiller (collective reprasantations) kollektif şuurdaki gerçeklerdir Değerlerin tek kaynağı toplumun kendisidir, ve bireylerce elde edilen kollektif duygu ve bilgi birikimi kollektif şuuru oluşturur (1911-1923) 1959, s62-64)

Balkan savaşı yenilgisinden sonra, Türkiye için kritik bir dönem başladı Reformlar üzerindeki tartışmalara İslâmcılık, Batıcılık ve Türkçülük arasındaki çatışmalar öncülük etti 1912′de İstanbul’a gelen Gökalp, bu çatışmaların daha geniş bir bakışla ele alınarak, giderilmesi gerektiğini hissetti Gökalp, insanın her biri kendi değer sistemine sahip olan kültür gruplarının ve evrensel kabul ve kültürel yayılma kaabiliyeti olan kural ve tekniklerin bileşimi olduğunu tartıştı ([1911-1923] 1959, s97-101) Türklerin aynı anda; Türk Milletine, İslâm ümmetine ve Avrupa medeniyetine ait olduğu sosyolojik bir vakaydı (Gökalp [1911-1923] 1959, s71-76; Heyd 1950, s 149-15]) Gökalp, milliyetçiliğin, modern çağın en güçlü ideali, milletlerin ise, kültür grupları skalasında en üst seviyede gelişmemiş türler olduğunu, yoğunluğu gittikçe artan bir şekilde vurguladı Millet kavramı içinde, Türk kültürünü, İslâmı ve Batı teknolojisini bir araya getirmenin mümkün olduğunu düşündü Gökalp, daha sonra, kollektif temsilleri millî âdetlerle bir tutma gerektiği noktasına geldi ve ……” bir milletin kültürünü ait olduğu medeniyetten ayırma çalışmaları yapan disipline kültürel sosyoloji adı verildiğini” öne sürdü ([1911-1923] 1959, s172-173)

Bir sosyoloğun görevinin millî kültür unsurlarını ortaya çıkarmak (keşfetmek) olduğu inancını takiben, Türk ailesinin evrimi ile (pre-islamic) İslâm-öncesi Türk dini ve devlet üzerine bir dizi çalışmaya girişti Gökalp’ın modernleşmiş islâm düşüncesine ait teorisi ilahi kaynaklı olmasından ziyade, sosyal kaynaklı uzlaşma dayanan ve bundan dolayı seküler değişimi parelel olarak değişebilen İslamın kurallarının bir kısmına yönelikti ([1911-1923]1959, s193-196) Bir devletin seküler olması gerektiğine inanmıştı ve eğitim ve ekonominin millî olması gerektiğinin ısrarlı savunucusuydu Eğitim ve ve hukuku sekülerleştirme ve kadınlar için eşit haklar teklif etme üzerindeki programları kısmen 1917 - 1918 yıllarında uygulamaya konuldu

Gökalp üzerindeki fikirler ikiye ayrılır Gökalp, bizzat kendisi, çalışmalarını özgün hale getiren şeyin, Durkheim’ın sosyolojik metodu üzerindeki denemelerini Türk medeniyetine uygulamak olduğunu düşünüyordu Destekleyicileri ise; onun kültür ve millet yapısı üzerindeki kavramsallaştırmalarının özgün olduğu ve çalışmalarının, Durkheim geleneğindeki bilimsel sosyolojiyi temsil ettiği konusunda hemfikirdiler; ayrıca, muhalifleri, Gökalp’ın baskın kollektivist fikirlerle, dogmatik tümden ve gelimci bir zihin yapısına sahip olduğunu vurgularlar Bunların ötesinde, Gökalp, ateşli bir milliyetçiydi ve öğretilerinin Türkiye’nin modernleşmesi yolunda fikrî bir kaynak sağladığına şüphe yoktur

ESERLERİ
ŞİİR:Ala Geyik
Altın Destan
Köy
Lisan
Medeniyet
Vatan
DÜZYAZI:
Kızıl Elma (1914)
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak (1918)
Yeni Hayat (1918)
Altın Işık (1923)
Türk Töresi (1923)
Doğru Yol (1923)
Türkçülüğün Esasları (1923)
Türk Medeniyet Tarihi (1926, ölümünden sonra)
Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler (ölümünden sonra)



Alıntı Yaparak Cevapla

Türkologlar II

Eski 06-24-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türkologlar II




Prof Dr Hasibe Mazıoğlu
Germiyan Beyliğinde Şeyhoğlu Sadrüddin Merzuban-name ile Kabus-name’yi Germiyanoğlu Süleyman Şah adına Farsçadan çevirmiştir Merzuban-name aslı Hintçe olan öğretici hayvan hikâyeleridir Sadrüddin’in Farsçadan yaptığı bu çeviri Zeynep Korkmaz tarafından yayımlanmıştır (1973) Kabus-


name de Farsça bir nasihatname olup öğretici bir eserdir II Murad’ın emriyle Mercimek Ahmed’in sade bir dille yaptığı Kabus-name çevirisi bastırılmıştır (O Ş Gökyay, İstanbul, 1944) Şeyhoğlu Mustafa’da 1387’de yazdığı 7640 kayıtlı büyük mesnevîsi Hurşid-nâme’yi de Germiyan Beyi Süleyman Şah adına yazmıştı Candaroğullarından İsfendiyar Beyin adına Cevâhirü’l-esdâf adıyla Kur’an çevirisi yapılmıştır
Beylikler zamanında hayvan bakımı ile ilgili olarak Baytar-nâme çevirisi avcılıkla ilgili Bâz-nâme, kıymetli taşlar hakkında Cevâhir-nâme, rüyaları açıklayan Tabir-nâme gibi pratik hayatta yararlı olan eserler de yazılmıştır Beyliklerin başındaki beyler yazarları, şairleri, sanatkârları koruyarak beyliklerini kültür ve sanat yönünden değerli ve güzel eserlerle zenginleştirmişlerdir Camiler, medreseler, hanlar, hamamlar gibi yapılarda mimarlar kendilerine özgü değerli buluşlar göstermişlerdir Taş ve tahta işçiliğinde insanı hayrette bırakan incelikte ve güzellikte sanat eserleri yaratılmıştı

Yukarıda Beylikler Döneminde yazılmış olan eserlerden çok kısa olarak söz edebildim Bu dönemde yazılmış olan bütün eserler hakkında benim Türk Ansiklopedisi’ne yazdığım Eski Türk Edebiyatı maddesinde daha geniş bilgi bulunmaktadır (cilt XXXII, 1982, s 80-134) 14 yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Gülşehrî ile Âşık Paşa iki büyük mutasavvıf şairdir Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr ve Âşık Paşanın Garib-nâme adlı mesnevileri halka tasavvufu öğretmek için yazılmış iki önemli eserdir Adı Süleyman olan Gülşehrî Ahi Evren’in dervişidir Gülşehrî Kırşehir (Gülşehir)’de kurduğu tekkesinde tasavvufu özellikler de Mevlevîliği yaymıştır Gülşehrî Mantıku’t-tayr adlı eserini 1317’de bitirir Eser İranlı tanınmış mutasavvıf şair Feridüddin Attâr’ın Mantıku’t-tayr adlı eserinden yapılmış bir çeviridir Ancak Attâr’ın eserinin tam bir çevirisi değildir Attâr’ın eserine bazı yerlere Mevlâna’nın Mesnevî’sinden, Kelile ve Dimne’den, Kabus-name’den alınmış olan metne uygun hikâyeler konularak yapılmış bir çeviridir Böylece Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı telif bir eser hâlini almıştır Gülşehrî Mantıku’t-tayr’ın içinde Kudûrî (972-1037) den fıkıhla ilgili manzum bir çeviri yaptığını yazmışsa da eser elde yoktur Gülşehrî bir gazelinde kasideler, gazeller yazdığını söyler Ancak elimizde yalnız yedi gazeli vardır (A Sırrı Levend, Mantıku’t-tayr, TDK yayını, tıpkı basım, s 30-31) Gülşehrî’nin tasavvuf konusunda Farsça olarak yazıdğı Felek-nâme (Sadettin Kocatürk, Ankara 1982) ile Kerâmât-ı Ahi Evren (Franz Taeschner, Wiesbaden 1955) yayımlanmıştır Bu son eserin Gülşehrî’nin olduğu şüphelidir Gülşehrî’nin bir şair olduğu Mantıku’t-tayr’ı ile gazellerinden anlaşılmaktadır Gülşehrî’nin dili sade, üslubu akıcıdır Şiirlerinde şairliği ile övünmüş olduğundan çağdaşı şair Ahmedî tarafından eleştirilmiştir

Âşık Paşa da Gülşehrî gibi 14 yüzyılın önemli bir kültür merkezi olan Kırşehir’dendir Âşık Paşa’nın dedesi Baba İlyas Anadolu’ya Horasan’dan gelmiştir Babası Muhlis Paşa Anadolu’da doğmuştur Kırşehir’de doğan Âşık Paşa iyi bir öğrenim görmüş, Arapçayı, Farsçayı ve İslami ilimleri öğrenmiştir Oğlu Elvan Çelebi Menâkıbu’l-Kudsiye’sinde yazdığına göre Âşık Paşa dünya işleri ile uğraşmayıp kendisini yalnız tasavvufa vermiş bir mutasavvıftır 10 bin beytin üzerinde olan Garib-nâme eserini halka tasavvufu öğretmek için yazmıştır Mevlâna’nın Mesnevi ile halka tasavvufu öğretmek ve yaymak isteğini Âşık Paşa Türk diliyle yazarak yerine getirmiştir Âşık Paşa’nın 1330’da bitirdiği Garib-nâme’de Türk diline kimsenin önem vermemesi ve Türklerin hiç beğenilmemesi yüzünden millî duygularını yaralamıştır Garib-nâme’de dile getirdiği yakınmaları arasındaki ”Türk diline kimesne bakmazıdı Türklere hergiz gönül akmazıdıbeytiyle Türk’e ve Türkçeye önem verilmesini istemiştir Âşık Paşa’nın bu ünlü beyti dilini seven her Türk için geniş anlamlı özlü bir söz, bir uyarıdır Türk Dil Kurumu Garib-nâme’nin güzel bir yazma nüshasının metnini tıpkıbasım olarak 4 cilt hâlinde yayımlamıştır (İstanbul 2000) Eser Kemal Yavuz tarafından baskıya hazırlanmıştır

Eski Anadolu Türkçesinde dinî-destani konuda yazılmış mesneviler de vardır Peygamber’in mucizelerinin anlatıldığı Kesikbaş Destanı, Güvercin Destanı, Ejderha Destanı, Geyik Destanı gibi Bunların yazarları belli değildir Destanın bir yazmasının (altında bulunan ad ile) değişik nüshalarında farklı adlar bulunduğundan yazar ile destanı anlatan karıştırılmıştır Bu yüzden destanı yazanın hangisi olduğunun tespit etmek güçtür Dinî-destani konularda yazılmış başka mesneviler de vardır Tursun Fakı’nın Kıssa-i Mukaffa adıyla Peygamber’in Mukaffa adındaki putla savaşı, Maazoğlu Hasan’ın Selâsil Kal’ası, Cenâdil Kal’ası savaşları, Meddah Şâzî’nin Maktel-i Hüseyin’i gibi konularda yazılmış bu dinî-destanî hikâyeler halk meclislerinde kıssa-hân denilen hikâye okuyucular tarafından anlatılmıştır Dinî-destani mensur destanlardan Hamzavî’nin Hamza-nâme’si, Ebû Müslim Destanı, Battal-nâme, Dânişmend-nâme, Dede Korkut Destanı da halk meclislerinde okunan ve ilgiyle dinlenen hikâyelerdir

14 yüzyılda şair ve yazar sayısının arttığını din ve tasavvuf dışı şiirler ve eserler yazıldığını ve divanlar düzenlendiğini söylemiştim Kadı Burhanüddin’in Divanı’nın British Museum’da bulunan tek yazma nüshasının Türk Dil Kurumu tarafından tıpkıbasımı yapılmıştır (1944) Muharrem Ergin tıpkıbasım hâlindeki Kadı Burhaneddin Divanı’nı yeni harflerle yayımlamıştır (1980) Ahmedî Divanı basılmamıştı Tunca Kortantamer’in doktora tezi olan Ahmedî Divanı üzerindeki incelemesi Almanya’da bastırılmıştır (Fribourg, 1973) Şeyhî Divanı’nın en eski yazmasının tıpkıbasımı Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanmıştır (1946) Divanın içinde bulunan Har-nâme 126 beyitli küçük bir mesnevi olup sosyal hiciv konusunda yazılmıştır Har-nâme Divan şiirinde zarif ve ince hiciv örneği olarak çok tanınmış bir mesnevîdir Ali Nihat Tarlan’ın Şeyhî Divanı’nı Tetkik (1964) adlı önemli eserinden başka Mustafa İsen-Cemal Kurnaz Şeyhî Divanı’nı yeni harflerle bastırmıştır (Akçağ yayını, Ankara 1990)
Ahmed-i Dâî Türkçe ve Farsça olmak üzere iki divan düzenlemiştir Türkçe Divanı’nı Mehmet Özmen yayımlamıştır (Konya, 1949) Ahmed-i Dâî’nin hayatı ve eserleri üzerinde İsmail Hikmet Ertaylan değerli bir monografi yayımlamıştır (İstanbul 1952) Fatih’in babası II Murad’a Şehzadeliğinde hocalık yapmış olan Ahmed-i Dâî’nin eserleri hakkında Ertaylan ‘ın kitabında verilen eserler içerisinde ona ait olmayanlar da vardır Bununla birlikte Ahmed-i Dâî kesin olarak 13 değerli eser yazmıştır Şehzade Murad’ın yararlanması için yazdığı ‘Teressül mektup yazma kurallarını öğreten bir inşa kitabı olup medreselerde de okutulduğundan kütüphanelerde yazma nüshaları çoktur

14 yüzyılda Eski Anadolu Türkçesiyle yazılmış belli başlı mesneviler Ahmedî’nin tıp konusunda yazılmış Tervîhü’l-ervâh’ı 10 bin beyit dolayında büyük bir mesnevi olup basılmamıştır Ahmedî’nin tanınmış bir mesnevî olan 8754 beyitli İskender-name’si bastırılmıştır (İsmail Ünver 1983) Şeyhî’nin 6944 beyit olan Hüsrev ü Şîrin’i Faruk Timurtaş tarafından bastırılmıştır (İstanbul, 1963) Daha sonraki yüzyıllarda bu konuda yazılmış olan mesnevilerin de en güzeli olduğu görüşü yaygındır Şeyhî’nin Divan’ı içinde bulunan 126 beyitli sosyal mesnevîsinden daha önce söz etmiştim Ahmed-i Dâî’nin Çeng-nâme adındaki tasavvufi-temsilî eseri orijinal konusuyla dikkat çekici bir mesnevidir (Gönül Alpay Tekin, Cambridge, 1975)

Eski Anadolu Türkçesiyle yazılmış olup konularının ağırlığı din ve tasavvuf dışı olan romantik aşk hikâyeleri vardır Bunların çoğu bastırılmıştır Yayımlanmamış olanlar daha azdır Bunlar Yûsuf ile Züleyhâ, Ferhâd ile Şîrin veya Hüsrev ü Şîrin vb adlarla yazılmış olan mesnevilerdir Bunlar İran edebiyatında daha önce yazılmış olan mesnevilerin çevirileridir Şairlerimiz İran şairlerinin yazdıkları mesnevileri çevirirken çok kez yalnız konuyu alarak olaylarda değişiklikler yapmışlar, bazı olayları eklemişler veya çıkarmışlardır Mesnevideki kahramanların adlarını da ya aynen almışlar veya değiştirmişlerdir Şairlerimiz yaptıkları bu değişikliklerle kendi şairlik güçlerini gösterebilmek için edebî bir yarış yapmak gereğini duymuşlardır Yazarların bir konuyu birkaç kez yazmalarının İslami edebiyatta ve Batı edebiyatlarında örneği çoktur Hatta hem İran şairleri hem divan şairleri aynı konuyu birkaç kez yazmışlardır Önemli olan konunun işlenişi ve ortaya konan eserin sanat değeridir

Eski Anadolu Türkçesiyle Kur’an’daki Yûsuf Suresi’den ilham alınarak romantik mesneviler yazılmıştır: Bunlardan Şeyyad Hamza’nın Yûsuf ve Zelihâ mesnevisini Dehri Dilçin’in yayımladığını söylemiştim (TDK yayını İstanbul 1946) Sulı Fakih’in Yûsuf ve Zeliha’sı yayımlanmamış olup üç bin beyitten fazladır Erzurumlu Darîr’in Kıssa-i Yûsuf da denilen Yûsuf ü Züleyhâ mesnevisi Leylâ Karahan tarafından bastırılmıştır (TDK yayını, 1994)

Nizâmî aslında Türk olan büyük bir şairdir Farsça ile yazdığı beş mesnevisi (Penc Genc) bizim şairlerimizi çok etkilemiştir Eski Anadolu döneminde Nizâmî’nin mesnevileri az çok değiştirilerek Türkçeye çevrilmiştir Bunlardan Şeyhoğlu Mustafa’nın 1387 de yazdığı 1740 beyitli Hurşid-nâme’sini Hüseyin Ayan Atatürk Üniversitesi yayını olarak bastırmıştır (1979) Ahmedî’nin 1403’te yazdığı 4799 beyit olan Cemşîd u Hurşîd mesnevisini Mehmet Akalın Atatürk Üniversitesi yayınları arasında bastırmıştır (Ankara, 1975)

Yine Nizâmî’nin Eski Anadolu Türkçesiyle yapılan çevirilerinden Fahrî’nin 1367’de yazdığı Hüsrev ü Şîrin’i Barbara Flemming tarafından yayımlanmıştır (Wiesbaden 1975) Şeyhî’nin II Murad adına çevirdiği Hüsrev ü Şîrin mesnevîsi Faruk Timurtaş tarafından bastırılmıştır (İstanbul 1990)

Eski Anadolu Türkçesiyle yazılmış Süheyl ü Nev-bahâr ile Işk-nâme mesnevilerinin Farsça hangi eserlerden çevrilmiş olduğu belli değildir 1354’te yazılmış olan 5703 beyitli Süheyl ü Nev-bahâr Hoca Mes’ud tarafından Türkçeye çevrilmiştir Cem Dilçin’in doktora tezi olarak hazırladığı eseri Atatürk Kültür Merkezi bastırmıştır (Ankara 1991)

Mehmed’in Işk-nâme’si Ferrûh ile Hümâ arasındaki aşkın hikâyesidir Farsça aslından Doğu Türkçesine nesirle çevrilmiş bu hikâyeyi Mehmed manzum olarak yazmıştır 8000 beyitten fazla olan hikâye 1398’de bitirilmiştir Bibliothèque Nationale’de tek yazması bulunan bu romantik mesnevîyi Sedit Yüksel yayımlamıştır (İstanbul, 1965)

Yukarıda özetle anlatmaya çalıştığım Eski Anadolu Türkçesi Döneminde bilginlerin, şairlerin, sanatkârların eserleriyle Türk dilinin, Türk kültürünü ve medeniyetini geniş ölçüde yansıtmış olduğu açıkça görülmektedir

-14 yüzyıldaki bu edebî miras Osmanlı Devleti Döneminde şair ve yazarları nasıl etkilemiştir?

Fatih Sultan Mehmed 1453’te Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezini fethederek Osmanlı Devleti’ne başkent yapınca en büyük arzusu öncelikle İstanbul’u doğunun en büyük kültür merkezi yapmak olmuştur Bunun için İran’dan, Arabistan’dan gelen şairlere ve sanatçılara çok ilgi göstermiştir Padişahın bu ilgisi İstanbul şairlerinin yakınmalarına neden olmuştur İyi bir şair ve usta bir hattat olan Priştinalı Mesihî şöyle yakınır:

Mesihî gökten insen sana yer yok Yürü var gel Arabdan ya Acemden Fatih’in amacı Araptan ve Acemden gelen şair ve sanatçıların Türk şair ve sanatçılarını yetiştirmesidir Ne var ki bu durum Türk şairlerinin Arapça ve Farsçaya daha çok yönelmelerine neden olmuştur Bu duruma tepki olarak 15 yüzyılda Aydınlı Visâlî, 16 yüzyılda Edirneli Nazmi, Tatavlalı Mahremî Arapça Farsça kelime kullanmadan şiirler yazarak “Türkî-i basît” denen bir yol açmak istemişlerse de özellikle o dönemde şairler için çok zor olan bu tarz tutunmamıştır Bu yüzden edebiyat tarihimizde Klasik Devir denen 16 ve 17 yüzyıllarda divan şiirinde Türkçe daha çok kaside alanında Arapçanın ve Farsçanın gerisinde kalmıştır16 yüzyılda özellikle de 17 yüzyıldan itibaren mesnevilerde yerli renklere önem verilmesinin gittikçe artması Türkçenin daha çok kullanılmasına yardım etmiştir Türk dili sağlam gramer yapısıyla kaside ve özellikle de gazelde ahenkli ve güzel sesini her yüzyılda daha çok duyurmuştur Böylece Osmanlı Türkçesi şiir alanında doruğa yükselmiştir Ancak Osmanlı Türkçesinin Türk kültürünü ve medeniyetini yeterince yansıtmış olduğu söylenemez

-Bir Türkolog olarak Eski Anadolu Türkçesini ele alırsak, söz gelimi 12 ve 14 yüzyıl Anadolu Türkçesi ile Orta Asya Türkçesi ne kadar benzeşmektedir?

12 ve 14 yüzyıl Anadolu Türkçesi ile aynı yüzyılda Orta Asya’daki Türkçesi kökleri bir olan iki lehçedir Coğrafi ve tarihî sebeplerle aralarında farklılıklar meydana gelmiştir Bu yüzden kelimelerdeki fonetik ayrılıklar yanında kelime yapımında (morfoloji) kelimelerin önüne ve sonuna getirilen eklerde değişiklikler olmuştur Ayrıca yakın komşularından giren yabancı kelimelerle söz hazineleri değişmiştir Doğu Türkçesi benim çalışma alanım değildir Bu konuda örneklerle karşılaştırmalar yapılarak her iki lehçe arasındaki ayrılıkların birer birer gösterilmesi gerekir

-Türk medeniyetinin nasıl bir geleceğe uzandığını Türk dilinden yola çıkarak nasıl açıklayabiliriz?

İlimde ve teknikte ilerlemiş ülkelerin çalışma yöntemlerinden, ilim ve teknik alanlardaki üstünlüklerinden yararlanabilmek için Türkçenin ilim dili olarak geliştirilmesi üzerinde önemle durmamız gerekmektedir Ancak bu sayede medeniyette ilerleyebiliriz Türkiye’de eğitim ve öğretimin bazı meslek okulları ve üniversitelerde yabancı dilde yapılmasının Türkçenin bilim dili olarak gelişmesini önleyeceği kanısındayım Medeniyette ilerleyememenin en büyük sebebi budur Bilimde kullanılan yabancı terimlere Türkçe karşılıkların bulunması Türk dilinin bilim dili olarak gelişmesinin tek yoludur Ancak pek çok ulusun ortak olarak kullandığı yabancı sözcüklerden televizyon, radyo sinema gibi yaygın olanları biz de kullanıyoruz Yalnız bunlarla ilgili terimlere Türkçe karşılıklar bulmalıyız Devlet dairelerinde, hastanelerde yabancı bir çok kelime ve terim maalesef yerleşmiş durumda Medya, spor ve moda yoluyla giren yabancı kelimeler bir bilgiçlik gösterisi olarak kullanılıyor Mağazalar, dükkânlar, çiçekçiler vb tabelalarında yabancı kelime yazarak müşteri çekmeye çalışıyor Onlar için para millî duygudan önce geliyor Bütün bunlar dil bilincimizin yetersiz olmasından ileri geliyor Bu bilinci ancak eğitimle güçlendirebiliriz İlkokulda ve ortaöğretimde Türk diline ve kültürüne ağırlık verilip okutulması yararlı olacaktır Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Türk dili bilimsel bir dil olarak gelişmedikçe Türk medeniyeti çağdaş bir düzeye erişemeyecektir

-Bir Türkolog olarak tarihten günümüze Türkiye Türkçesi açısından düşünecek olursak bir dil felsefesinden söz edilebilir mi?

Türkler Orta Asya’da tarih sahnesinde göründükleri çok eski dönemlerden beri dillerini yitirmeyerek varlıklarını ve kimliklerini koruyabilmişlerdir Türk insanı yaratılışında bulunan yöneticilik karakteriyle her dönemde Türk boylarını bir araya getirerek bir devlet kurmuştur Çeşitli nedenlerle yıkılan bir Türk devleti yok olmayıp arkasından yeni bir devlet kurulmuştur Kurulan her devletin adaleti ve çalışkanlığı, Türkün yaratılışındaki doğruyu, yeniliği ve güzelliği sevme eğilimi ve yardımlaşma duygusu ile kurulan her yeni devlet, döneminin en güçlü devleti olmuştur Böylece Türklerin yok olmamaları dillerini korumaları sayesinde mümkün olmuştur Bu durum Türk dilinin bir felsefesidir

Atatürk’ün Afet İnan’ın Medenî Bilgiler kitabına (Ank 1969) kendi el yazısıyla yazdıkları düşünceleri de Türk dilinin felsefesidir: “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkı Türk milletidir Türk milleti demek Türk dili demektir Türk dili Türk milleti için en kutsal bir hazinedir, çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlakını, ananelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün kendi milletini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu gösteriyor Türk dili Türk milletinin, kalbidir, zihnidir

-Genç bilim adamlarına Türkoloji alanının özellikleriyle ilgili olarak ne gibi bilgi donanımlarını önerirsiniz? Türkologlar hangi tür yan bilgi alanları ve dallarıyla yüklü olmalıdırlar?

Türkoloji alanında çalışan gençlere önerilerim şunlar olacaktır:

1 Gençlerin Türkolojide seçtikleri uzmanlık alanının başından başlayarak yazılmış olan bütün metinlerini okumalarını ve anlamlarını da bilmeleri;

2 Uzmanlık alanına yakın ilgisi olan Arapça, Farsça, Çince, Sanskritçe, Moğolca vb yardımcı dillerden en az birini iyi bilmeleri;

3 Batı dilerinden, çalışma alanı için yararlı olacak dillerden yine birini iyi derecede bilmeleri; Türkolojide birkaç dil bilmenin büyük yararı vardır Gençlerin bir tek yabancı dil bilmekle yetinmemeleri;

4 Çalışma alanındaki yayımlanmamış metinleri tespit ederek en az bir tanesini yayımlamaları; böylece metin yayımında deneyimleri olacaktır

5 Bütün bunların yanında elbette ki, Türkoloji alanında çalışan gençlerin Türk tarihini çok iyi bilmeleri başlıca önerimdir

-Eski Anadolu Türkçesiyle günümüz Türkçesi arasındaki ses değişiklikleriyle, gramer ve anlam açısından farklılıklar nelerdir?

Eski Anadolu Türkçesindeki kelimelerin çoğu günümüzde halk ağızlarında yaşamaktadır Ancak her ikisi arasında fonetik, kelime yapımı ve kelimelere getirilen eklerde değişiklikler olmuştur Bütün değişikliklerin metotlu bir biçimde karşılaştırılarak ve transkripsiyon işaretleri de konularak gösterilmesi gereklidir Ben burada söz gelimi aklıma gelen Eski Anadolu Türkçesindeki birkaç kelimenin karşılığını söyleyeyim: degül: değil, yanut: yanıt, eyü: iyi, karındaş: kardaş, gelür: gelir, alup: alıp, idüpdür: itmiştir, ol geliser: o gelecek, men gelürem: ben gelirim ya da gelirin, men alurven: ben alırım alırın, anuñ gözi: onuñ gözü, odanıñ öñi: odanın önü, binüm sözü: benim sözüm vb Karşılıklı olarak verdiğim bu kelimelerde Türk dilinin büyük ahenk kanunu olan kalın seslerle kalın sesli, ince seslerle ince sesli harf uyumunun değişmediği görülmektedir Ancak Eski Anadolu Türkçesinde kelime ve eklerdeki ünlü seslerde çok kez bir yuvarlaklaşma olmaktadır Bu yuvarlaklaşma bugünkü ağızlarda düzleşmiştir Bütün halkın konuşmasında da düz sesli ünlü ile düz, yuvarlak sesli ünlü ile yuvarlak ünlü gelmektedir Yalnız şimdiki zaman eki olan -yorur ile -yor eki Eski Anadolu Türkçesinde, halk ağızlarında ve bütün halkın konuşmasında ve edebî yazı dilinde düz ünlü sesle düz, yuvarlak ünlü sesle yuvarlak uyumunun dışındadır: Eski Anadolu Türkçesinde “geliyorur”, bugünkü Türkçede “geliyor”dur

Eski Anadolu Türkçesinde bulunan kelimeler yerinde bugünkü ağızlarda Arapça, Farsça karşılıkları kullanılan ya da büsbütün unutulmuş olan kelimeler ve deyimler vardır Unutulmuş olan kelime ve deyimlerin hepsinin tespit edilmesiyle Türk dilinin zenginliğine önemli bir katkı yapılmış olacaktır

Halk ağızlarında bugün unutulmuş olan kelimelere örnek olarak: assı: fayda, issi: sahip, sin: mezar, iltürmek: iletmek, eslemek: dinlemek, köymek (göymek): yakmak, köynük (göynük): yanmış ilk aklıma gelen kelimelerdir

Eski Anadolu Türkçesiyle bugünkü halk ağızları arasındaki bütün değişikliklerin gösterilmesi geniş bir inceleme konusudur Bu konuda bilimsel, doyurucu çalışmaların artırılması Türk dilinin ve kültürünün daha etraflı tanınmasına yardım edecektir
Bölgeler arası ağızlarda bulunan değişiklikler bugün ilköğretim ve ortaöğretim ders ve kitaplarında “İstanbul ağzı” edebî konuşma ve yazı dili uygulamalarıyla düzeltilmektedir Ancak ağızlar bazı eserlerde belli bir amaçla kullanılabilir

-Burada sözünü ettiğiniz “belli amacın” ne olduğunu açıklar mısınız?
Belli amaçtan maksadım bazı yazarların hikâye ve romanlarında köylerde, kırda ve yaylalarda yaşanan hayatı ve doğanın güzelliklerini kendi şiveleriyle betimleyerek tanıtmaktan hoşlanmalarıdır

-Türkiye Türkçesinde yaşanan değişiklikleri belirlemek için bir dil laboratuvarına gereksinim var mıdır? Bu konuda neler söylersiniz?

Türk Dil Kurumunun Ağız Araştırmaları Kolundaki çalışmaların son teknik olanaklardan yararlanabilmesi için bir dil laboratuvarının kurulması düşüncesindeyim Çünkü sözlü kayıtları ses değişimi açısından değerlendirecek olan laboratuvarın Türk Dil Kurumunda bulunması gereklidir Ancak sözlü kayıtların ve ses bantlarının yazıya geçirilmesinin uzman kişiler tarafından yapılmasını uygun bulmaktayım

-Genel Dil Bilimi ile Türk dili tamamen birbirlerinden ayrı iki bilim dalıdır Her iki bilim dalının birbirleriyle ilgisi nedir? Bu konuda neler söylersiniz?

Dil Bilimi Kolunun çalışma konularının açıkça belli olması ve dil biliminin Türk dili ile olan ilişkisinin birbirinden ayrılan ve ortak olan yönlerinin belirtilmesini çok yararlı buluyorum Ancak bu soru benim çalışma alanım dışında olan bir konudur

-Bugün Türk dilinde karşılaşılan sorunlar nelerdir? Toplumda bir dil bilincinin oluşturulması için neler yapılabilir?

Bugün Türk dilinde karşılaşılan en önemli sorun yabancı sözcüklerin özellikle İngilizcenin Türk dilini istila etmesidir Bu durum ile Türk Dil Kurumu çok yakından ilgilenmektedir Bu konuda duyarlı olan belediyeler, öğrenciler ödüllendirilmekte, seminerler, açık oturumlar ve yayınlar yapılmaktadır Ancak Kurumun bu saldırıyı durduracak bir yaptırım gücü yoktur Öncelikle her aydın insanın ana dili olan Türkçe konusunda çok dikkatli olması gereklidir Ne yazık ki bu konuda yeterli bilincimizin bulunmadığını yukarıda söyledim Benim öteden beri düşündüğüm ve söylediğim resmî bir önlemdir Yüce Atatürk bu konuda bütün devlet kurumlarının dikkatli ve ilgili olmalarını istemişlerdir: “Türk dilinin kendi benliğine, güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet kurumlarımızın dikkatli, ilgili olmasını dileriz” (S D I, 332) Bunun için parlamentodan çıkartılacak bir kanunla bütün resmî ve özel bütün kurumlar Türk dilini korumaya zorunlu tutulmalıdır

-Zamanınızı bize ayırdığınız, anılarınızı ve bilgi birikiminizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz


Alıntı Yaparak Cevapla

Türkologlar II

Eski 06-24-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türkologlar II




Prof Dr Hasibe Mazıoğlu
Mesut Çetintaş’ın Hasibe Mazıoğlu ile yaptığı söyleşiden…
-Sayın Mazıoğlu biraz kendinizden bahseder misiniz? Gördüğünüz eğitim, yetiştiğiniz çevre hakkında neler söylersiniz? Neden Türkoloji gibi bir alanı seçtiniz?

Burada özel yaşamımı ve meslek hayatımı ayrıntılı olarak yeniden anlatmak istemiyorum Harward Üniversitesi yayınlarından Journal of Turkish Studies (Türklük Araştırmaları) 21 1977, Hasibe Mazıoğlu Armağanı I-III ile Bütün Yönleriyle Develi, Bilgi Şöleni, 26-28 Ekim 2002, Bildiriler, s 425-429’da özel yaşamım ve meslek hayatımla ilgili bilgi bulunmaktadır Bu ikisinde bulunan bilgilere doğum yerim, doğum tarihim yetiştiğim çevre ve ailemle ilgili olarak şunları ekleyebilirim:
Bana ‘Nerelisin?’ diye sorduklarında: ‘Öğünmek gibi olmasın, Kayseriliyim’ derim Aslında Kayseri’nin ilçesi olan Develi’denim Kayseri ile Develi arasında Erciyes Dağı vardır Yalnız, Develi’den Erciyes’in görünüşü değişiktir Kayseri yönü kayalıklı, muhteşem tek bir zirvedir Develi’den ise düzgün üç zirve hâlinde görünür Çok az yükseklikte olan ortadaki zirvenin üzerinden yaz aylarında bile kar hiç eksik olmaz Develi’nin konumu Kayseri’den daha yüksekte, Erciyes’e daha yakın olduğundan yazları serin olur Kayseri ile Develi arası 80 km olup Kayseri-Adana tren yolu üzerindeki Kayseri’nin İncesu ilçesinden ayrılan asfalt bir yolla Erciyes’in güneyinde bulunan Develi’ye varılır Develi’nin bulunduğu yer sapa olup ticarete elverişli değildir Bundan dolayı gençler ancak okuyarak iyi bir gelecek elde edebilirler Bu yüzden Develi’de bütün çocuklar okutulur
Develi’nin eski adı Everek’ti Selçuklular zamanında Everek’e 4 km uzaklıktaki tepenin üzerinde Dev Ali adındaki bir Selçuklu kahramanı, askerî yönden önemli olan Kayseri-Adana yolunun gözetlenmesi için bir gözetleme yeri kurmuş Dev Ali adının halk tarafından zamanla Develi biçiminde söylenmesinin yer adı olarak kullanıldığı halkın anlattığı etimolojik bir açıklamadır Cumhuriyet’ten sonra Everek adı kullanılmamış, Develi bütün ilçenin adı olmuştur Selçukluların kurduğu gözetleme yeri olan Develi, Yukarı Develi adıyla Develi ilçesinin bir mahallesidir Bu yüzden XIX yüzyılın tanınmış halk şairlerinden Seyranî hakkında yayımlanmış ilk eserde Everek adının belirtilmesi gerekli görülmüş olup: “Ahmet Hazım, Everekli Sânihât-ı Seyranî, 1924” yazılmıştır

Develi’de eskiden Ermeni ve Rum çokmuş Ermenilerin çoğu “tehcir” olayında Suriye’ye gönderilmiş Rumların hepsi mübadele yoluyla değiştirilerek Yunanistan’a gitmişler, Türklerle evlenen Rum kadınlardan çocuğunu bırakıp gidenler olmuş Çocukları olan Ermeni kadınlar Türk adları alıp Müslüman olduklarını söyleyerek Develi’de kalmışlardır Erkek çocuklar büyüyünce ayakkabıcılık, terzilik, marangozluk gibi işler yaparlardı Kadınların hepsinin kıyafeti aynı olup kalın siyah kumaştan etek ve üstlük giyerlerdi Bunun yas kıyafeti olduğunu sanıyorum Genç kadın ve kızların giyinişi normal ve sade idi Cumhuriyet Döneminde pazar günleri kiliseye giderek ayinlerini rahat yaparlardı Develi’de kalanlar birer birer İstanbul’a göçtüler ve çok zengin oldular Ancak yeşil Everek’i hâlâ unutmadıklarını söylerler

Develi’nin Türk halkı XII ve XIII yüzyıllarda Orta Asya’dan birbiri ardınca sürekli olarak Anadolu’ya gelen Oğuz Türklerinden güneyde Maraş yoluyla gelmiş olan Türkmen aşiretleridir Bu tarihî yerleşme dolayısıyla Develi halkı ile Kayseri halkı arasında Erciyes Dağı kadar fark vardır Bu yüzdendir ki ben de Kayseri’de işe yaramayan okumuşlar sınıfındanım


1928 Temmuzunda yeni Türk harflerini öğretmek için ev kadınları ve okulu eski yazıda bitirenlerle okumakta olan öğrenciler için “Halk Mektepleri” adıyla kurs açılmıştı İlkokul ikinci sınıfta olan küçük ablamın yanında ben de altı yaşında bu kursa giderek okumayı öğrendiğimden, eylül ayında ilkokula başladım 1933’te yaşımın küçüklüğü nedeniyle ortaokula gidebilmem için mahkeme kararıyla yaşım büyütülerek doğum tarihim nüfusa 1922 olarak kaydedildi

Ortaokulda başarılı bir öğrenci idim Özellikle edebiyat ile Fransızca derslerinde durumum çok iyi idi Edebiyatı üç yıl Makbul Özdil Bey okuttu Makbul Özdil Hoca deneyimli, bilgili, anlayışlı ve çok kibar bir öğretmendi Öğrencilerle ayrı ayrı ilgilendiğinden edebiyatı bütün öğrencilerine sevdirmişti Makbul Özdil Hocanın dersi beni de etkilemişti Edebiyatı çok seviyordum Yazmış olduğum iki kompozisyon ödevimi o zamanki adıyla Maarif Vekâletine gönderdiğini söyleyerek beni yönlendirmek istemişti 1940 yılının Haziran ayında Kayseri Lisesinin Edebiyat Şubesini birincilikle bitirmemde ve Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne girmemde Makbul Özdil Hocamın beni yönlendirmesi etkili olmuştur

Türkolojiyi meslek olarak seçmemin ikinci bir nedeni de ailemin edebiyata ve sanata olan sevgisi ve eğilimidir Fakültenin ikinci sınıfında iken İranlı bilgin şair Sa’di’nin tanınmış eseri Gülistan’ı yaz tatilinde babamla birlikte okumuştuk O zaman 60 yaşlarında olan babacığım rüştiyede okuduğu Farsçayı unutamamıştı Hâlâ sakladığım diplomasında (şahâdet-nâme) şu dersler yazılıdır: Arabî, Farisî, Türkî, İmlâ ve İnşa, Tarih-i İslâm, Hesap, Hendese, Coğrafya, Sülüs, Rik’a Not toplamı pekiyi (aliyyü’l-a’lâ) olan Şahâdet-nâme Muallim-i Evvel, Muallim-i Sâni ve beş mümeyyizin mühürlü imzası ile 1306’da Develi Kaymakamlığı tarafından verilmiştir Bugün edebiyat fakültelerinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Arapça, Farsça, Rik’a ve Sülüs (Paleografya) seçmeli yardımcı ders olarak okutulmaktadır

Ben doğduğumda babam 45, annem 42 yaşındaymış İkisi erkek dört de kız kardeşin en küçükleri bendim Anneciğim Ankara’ya beni görmeye geldiğinde veya ağabeylerimin yanına gittiğinde babam, annemin özlemiyle yazdığı şiirleri bizlere gönderirdi Her iki ağabeyim de vakit buldukça şiir yazarlardı Büyük ağabeyim saz, küçük ağabeyim de keman çalardı Üç ablam eski yazı ile yeni yazıyı okurlar ve yazarlardı Ortanca ablam ut dersleri de almıştı Ben müzikle hiç uğraşmadım Türk müziği ile klasik batı müziğini dinlemeyi severim Benim de aruzla ve serbest olarak yazılmış birkaç şiirim vardır

- Türk dili ile kültürü ve medeniyeti arasında nasıl bir ilişki vardır?

Dil ile kültür ve medeniyet arasında çok yakın bir ilişki vardır Bu konuda önce dil ile kültür arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışayım Yalnız daha önce kültürün ve medeniyetin tanımının yapılması yararlı olacaktır Kültür ve medeniyetle ilgili eserlerde her ikisinin de çeşitli tanımları yapılmıştır Burada ben kültürün kısa bir tanımını yaptıktan sonra dil ile olan ilişkisini belirtmeye çalışayım: Kültür, bir toplumun, bir ülke halkının tarih boyunca toplumsal yaşama biçiminin bütünüdür Kültür, o toplumun veya o ülke halkının gelenekleri, ahlak görüşü, inancı, sanatı gibi toplumsal yaşama özgü maddi ve manevi bütün özelliklerini içine alır Dil ile kültürün ilişkisine gelince: Toplumsal bir varlık olan insanlar konuşmak, düşündüklerini birbirlerine söylemek ihtiyacıyla dili yaratmışlardır Dil ile düşünce arasında sıkı bir bağ, karşılıklı bir etkileşim vardır Bir insan düşüncesini anlatırken kullandığı sözcüklere özen gösterdiği ölçüde dilini geliştirir Ancak dil, asıl eğitim ve öğretimle geliştirilir Eğitim ve öğretimde önde gelen en önemli araç dildir Eğitim ve öğretimle geliştirilmiş bir dille kültürün tanıtılması daha etkili olur Bu yüzden Türk kültürünün dünyaya tanıtılmasında Türk dilinin geliştirilmesi büyük önem taşır Türk Dil Kurumunun, daha ilk kurultayında “Türk dilini kültürümüzün eksiksiz anlatım aracı durumuna getirmek” amacı belirtilmiştir (İstanbul, 17 Ekim 1933, s 10; S D I, 380)

Dilin medeniyetle olan ilişkisi üzerinde durmadan önce medeniyetin de bir tanımını yapmaya çalışayım: Medeniyet, bir toplumun veya bir ülke halkının toplumsal yaşamında bir sorunu yoksa, insanlar düşünce ve inançlarını belirtmekte özgürse, başkalarının düşünce ve inançlarına da saygılıysa, insan sevgisi, toplumsal yardım, hoşgörü gibi insanlık duyguları gelişmişse, eleştiride gerçeği söylemekten korkulmuyorsa ve kişinin onuru düşünülerek ölçülü davranılıyorsa o toplum uygar olup medeniyette ilerlemiştir Böyle bir toplumun insanları birbirleriyle ilişkilerinde düşünceli ve nazik davranırlar İnsanlar bu düzeye eğitim ve öğretimle erişebilir Dil ve kültür ilişkilerinde olduğu gibi bu konuda da dil en başta gelen önemli bir araçtır Uygarlık yani medeniyet aileden başlayarak eğitim ve öğretimle gelişir Eğitim ve öğretimin bütün basamaklarında gençlere yukarıda tanımlamaya çalıştığım niteliklerin kazandırılması, eğitim ve öğretimin bilimsel temele dayalı programlarla düzenlenmiş olan Türk dili ve Türk kültürünün okutulup öğretilmesine bağlıdır Ulu önder Atatürk Türk milletinin kültürde ve medeniyette yükselebilmesi için ilimde ve teknikte (fende) yüksek meslek sahiplerinin yetiştirilmesini istemişlerdir (S D I S 230) Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en uygar ülkeleri düzeyine eriştirmek yüce Atatürk için en büyük ideal olmuştur (S D II, s 271)

-Üzerinde çalışmalar yaptığınız Eski Anadolu ve Osmanlı Türkçesi göz önüne alınırsa Türk dili, Türk kültürünü ve medeniyeti ne ölçüde yansıtmaktadır?

Eski Anadolu ve Osmanlı Türkçesinin Türk kültürünü ve medeniyetini ne ölçüde yansıttığı sorusunun yanıtı oldukça geniştir Bu geniş kapsamlı soruyu burada ancak özetleyerek yanıtlamaya çalışayım:

Eski Anadolu Türkçesi bilindiği üzere 12 yüzyıldan 1453’te İstanbul’un fethine kadar olan dönemdir 1071’de Malazgirt zaferiyle Oğuz Türklerine Anadolu’nun kapıları kesin olarak açılmıştır 12 yüzyılda Anadolu’nun Türkleştirilmesi mücadelesi verilirken Oğuz Türklerinin sözlü gelenekle getirdikleri Oğuz Destanı, Ahmed-i Yesevî’nin hikmetleri, din büyüklerinin kahramanlık destanları, Anadolu’da yaratılmış olan Battal-nâme, Dânişmen-nâme, Dede Korkut gibi destan ve hikâyelerle birlikte atasözleri, fıkralar ve masallar vb ile Türk kültürü Anadolu’da yerleşmektedir Bunda savaşçı alperenlerin, şehirlerde ve köylerde yerleşmiş Türk halkı ile aşiretler arasında dolaşan Ahmed-i Yesevî, Harezmli Rıfâî, Kalenderî, Hayderî, vb dervişlerle birlikte Rum (Anadolu) erenleri abdalların yararları olmuştur Orta Asya’da Cengiz’in askerlerinin korkunç yıkıcı istilâsının önünden kaçarak Anadolu’ya sığınan bu derviş grupları arasında Yesevî, Kübrevî, Rıfâî gibi Sünnî inançlı dervişler yanında, toplum yaşamına ve karşı şeriata aykırı, Bâtınî düşünceler
taşıyan Kalenderîler gibi yarı çıplak giyinişli, saç, sakal kaşlar tıraşlı cavlaklar (cevlakan) denen dervişler bulunmaktadır

Ayrıca Cengiz istilâsından kaçarak Anadolu’ya sığınmış büyük mutasavvıflar vardır Daha önce Âlimlerin sultanı (Sultânü’l-ulemâ) lâkabıyla ünlü Bahaüddin Sultan Veled, oğlu Mevlânâ Celâlüddin ile birlikte Harezm’de Belh’ten ayrılmış, İran yoluyla Hicaz’a gitmiş, oradan Anadolu’ya gelerek önce Karaman’da sonra da Konya’da yerleşmiştir Sultanü’l-ulemâ’nın talebesi ve Mevlânâ’nın hocası Seyyid Burhanüddin Tirmizî de Konya’da yerleşmiş mutasavvıf bir bilgindir Konya’da Sadrüddin-i Konevî, Mahmud-ı Hayrânî, Kayseri ve Sivas’ta Necmüddin-i Dâye, Tokat’ta Fahrüddin-i Irakî gibi büyük mutasavvıflar yaşamaktadır Sadrüddin-i Konevî’yi yetiştiren Muhiddin İbni Arabî de Anadolu’da büyük ilgi ve saygı görmüştür Bu mutasavvıflar eserlerini Farsça ve Arapça yazdıklarından dolayı bunların eserlerindeki tasavvuf düşüncesinden ancak medreseden yetişmiş olan insanlar yararlanmışlardır

Hacı Bektaş-ı Velî Horasan’dan (Nişabur-1271 Hacıbektaş) Anadolu’ya gelmiş bir mutasavvıftır Ahmed-i Yesevî (öl 1166) etkisi altında kalarak onun ocağında yetişmiştir Anadolu’ya Yesevî’nin işaretiyle geldiği Vilâyet-nâme menkıbesinde anlatılır Hacı Bektaş Selçuklu Devleti’ne karşı isyan eden Baba İshak’ın müritlerindendir Hacı Bektaş-ı Veli Makalât adındaki eserini Arapça ile yazmıştır Hacı Bektaş şeriata bağlı bir mutasavvıf olduğunu Makalât adlı eseriyle göstermektedir Ahmed-i Yesevî’nin Fakr-nâme’siyle aynı konuda yazılmış olan Makalât’da şeriat, tarikat, marifet ve hakikat ile bunlara bağlı kırk kapı anlatılır 14 yüzyılda Yunus Emre’nin etkisi altında şiirler yazan Said Emre Makalât’ı nesirle, 15 yüzyılda Muhammed Hatipoğlu manzum olarak Türkçeye çevirmişlerdir Esat Coşan Makalât’ın eksik ve dağınık el yazmalarını karşılaştırarak tam metnini tespite çalışmış ve kurduğu metni Türkçeye çevirmiştir (Seha Neşriyat, Ankara, 1971)

Hacı Bektaş-ı Velî şehirlerde halk arasında özellikle köylerde dolaşarak Türkmenlere tasavvufu anlatmış, onları aydınlatıp doğru yola yöneltmeye çalışmıştır Tanrı’ya sevgi ile ulaşılacağını, Tanrı’nın niteliklerini taşıyan insanı sevmeyi, bütün insanların kardeş olduğunu, bu yüzden dinî ayrılıkların gereksizliğini anlatan Hacı Bektaş-ı Veli halk arasında büyük bir ün kazanmıştır Bektaşîlik tarikatı Hacı Bektaş-ı Veli tarafından kurulmamıştır Balım Sultan (öl 1516) Hacı Bektaş‘ın düşünceleriyle hakkında söylenegelen menkıbeleşmiş bilgilerden de yararlanarak Bektaşîlik tarikatının esaslarını kurmuştur Bundan dolayı Bektaşîler Balım Sultanı ikinci pir olarak kabul ederler Hacı Bektaş’ın menkıbeleştirilmiş olan hayatını 15 yüzyılın ilk yarısında II Murad zamanında yazıya geçirilmiş olan Vilâyet-nâme’den öğrenmekteyiz (Abdülbaki Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî, İstanbul, 1958)

Hacı Bektaş’ın Vilâyet-nâme’sinde anlatıldığına göre Ahi Evren de Hacı Bektaş-ı Veli gibi Anadolu’ya Horasan’dan gelmiş bir mutasavvıftır Kırşehir’de kurduğu tekkesinde Horasan’dan getirdiği Ahilikle ilgili düşüncelerini halka yaymaya çalışmıştır Dinî-tasavvufi-ekonomik bir lonca kuruluşu olan Ahilik 13 yüzyılın ikinci yarısında Selçuklu Devleti’nin zayıfladığı, Moğollara verilen ağır vergiler yüzünden halkın sıkıntı çektiği bir dönemde çok yararlı olmuş dinî-tasavvufî toplumsal bir kuruluştur Zengin kişilerin yardımıyla kurulan vakıfların imarethanelerinde açlar doyurulmuş, yolcular yaptırılan hanlarda parasız yatırılmış, yedirilmiştir İlk kuruluşta dokumacılık ve dericilik (debbağlık) geçerli iş olduğundan Ahi Evren ilk olarak debbağlık loncasını kurarak loncanın şeyhi olmuştur Ahi Evren insanların Ahilik yoluna girerek dine ve tasavvufa bağlanıp çalışmakla iki dünya için de yararlı bir insan olmalarını öğütlemiştir 676 / 1277 tarihinde düzenlenmiş Arapça vakfiyesi Vakıflar Genel Müdürlüğünde vardır Vakfiyenin çevirisi de yaptırılmıştır Elimizde başka eseri yoktur

13 yüzyılda Anadolu’da din ve tasavvufun iyice yerleşmiş ve yayılmış olması edebiyat alanını da etkilemiştir Şairlerin ve yazarların eserlerinde din ve tasavvuf konusu ağırlıktadır

Mevlânâ bütün eserlerini Farsça olarak yazmıştır Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr veya Şemsü’l-Hakayık adındaki Divanı’nında Türkçe ancak bir iki dize ve birkaç kelime vardır Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in Farsça Divan’ındaki tasavvuf konusunda yazılmış olan Türkçe gazelleriyle Farsça yazılmış İbtidâ-nâme mesnevisinde 76 Türkçe beyit, Rebab-nâme mesnevisinde 162 Türkçe beyit vardır Mecdut Mansuroğlu tarafından Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1958) Bu Türkçe şiirler daha önce Veled Çelebi (İzbudak) tarafından Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled adıyla eski harflerle bastırılmıştı (İstanbul 1341) Sultan Veled’in Türkçe şiirlerinde dili kuru olup başarılı değildir Kendisi de Farsça daha kolay şiir yazdığını söyler Mevlevîlik tarikatını Sultan Veled kurmuş ve 28 yıl Mevlevî tarikatının şeyhliğini yapmıştır

Ahmed Fakih Câmiü’n-nezâir’de bulunan “Çarh-nâme Der Bî-vefâî-i Rûzgâr” başlıklı tasavvufî şiiriyle ilk kez Fuat Köprülü tarafından tanıtılmıştır Köprülü, Fakih’in 13 yüzyılda yaşamış olduğu görüşündedir Mevlânâ’nın babası Bahâüddin Veled’in talebesi ve Mevlânâ’nın da hocası olan Ahmed Fakih ile Çarh-nâme yazarı Ahmed Fakih karıştırılmıştır Mevlânâ’nın hocası Ahmed Fakih’in Konya’nın batısında türbesi vardır Türbenin kapısı üzerindeki taşta ölüm tarihi h 618 ve 628 okunabilmektedir Çünkü taşın tarih kısmında hafif bir kırıklık vardır Ben de Konya’da türbeyi ziyaret ettiğimde bu durumu gördüm

British Museum Kütüphanesinde Ahmed Fakih’in Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-Şerîfe adıyla Hicaz’a giderken ziyaret ettiği camileri anlattığı 339 beyitli bir eserini buldum Önce Türk Dili dergisinde ve X Türk Dili Kurultayı’nda eseri tanıttıktan sonra yayımladım (TDK yayını 1974) Bu eserin de Çarh-nâme’nin yazarı Ahmed Fakih’e ait olduğu kanaatindeyim

-Bu duruma göre bir yazar hem din hem de tasavvuf konusunda eser verebilir mi?

Bir yazarın hem din hem tasavvuf konusunda eserler ve şiirler yazdığının örnekleri çoktur Vezinleri aynı, dilleri birbirinden farksız, konuları tasavvuf ve din olan Çarh-nâme ile Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-Şerife’nin ikisi de Ahmed Fakih’in eseridir Fuat Köprülü’nün Çarh-nâme yazarı Ahmed Fakih’in 13 yüzyıl şairi olduğunu herhangi bir araştırma gereğini duymadan ben de kabul etmiştim Osman Fikri Sertkaya’nın Ahmed Fakih’in dil özelliği dolayısıyla 14 yüzyılın ikinci yarısı ya da 15 yüzyılın ilk yarısında yaşamış olabileceğini ve Çarh-nâme sahibi olan Ahmed Fakih’ten başka bir Ahmed Fakih olduğunu ileri sürmesi yetersiz bir dayanaktır Bir eserin yalnız dili, yazıldığı zamanı göstermeye yetmez 13 yüzyılda Dehhânî’nin, 14 yüzyılın başında Yunus Emre’nin (öl 1320) dillerinin özelliğinden ve güzelliğinden dolayı 15 yüzyıl başında yaşadıklarını söyleyebilir miyiz? Ben Çarh-nâme ile Mesâcidi’ş-Şerîfe yazarı Ahmed Fakih’in en geç 14 yüzyılın ilk yarısında yaşamış olacağını söyleyebilirim

13 yüzyıl şairlerinden Dehhânî Horasan’dan gelerek Konya’da I Alâüddin Keykubad (veya III Alâüddin Keykubad) zamanında yaşamıştır Dehhânî’nin Alâüddin Keykubad’a yazdığı bir kasideyle 6 gazeli vardır Kasidesinde memleketine dönmesi için padişahtan izin istemektedir Alâüddin Keykubad’ın emriyle yazdığı 20 bin beyitli Farsça Şehnâme kaybolmuştur Dehhânî usta bir şairdir Kasidesinde ve gazellerinde dilinin güzel ve akıcı olması Farsçayı çok iyi bilmesi yüzündendir Anadolu’da divan şiirini ilk başlatan şair Dehhânî’dir

Şeyyad Hamza’yı da ilk kez tanıtan ve 13 yüzyılda Anadolu’da yaşamış olduğunu bildiren Fuat Köprülü’dür Şeyyad Hamza gezgin bir şair olup aruz ve hece vezinleriyle din ve tasavvuf konusunda şiirler yazmıştır Kızının Akşehir’de bulunan mezar taşından, Şeyyad Hamza’nın Akşehir’den veya yöresinden olduğu sanılmaktadır Din dışı konuda iki gazel ile doğu Türkçesine yakın bir de gazel yazmıştır Şeyyad Hamza’nın Yûsuf ve Zeliha mesnevisi Anadolu’da bu konuda yazılmış ilk eserdir Yûsuf ve Zeliha’nın elde bulunan tek ve bozuk yazması Dehri Dilçin tarafından Türk Dil Kurumu yayını olarak bastırılmıştır (1946) 1529 beyit olan eldeki tek yazmada bulunan dil bozuklukları düzeltilemediğinden eserin dilinden yeterince yararlanılamamaktadır Metin Akar tarafından yayımlanan bir kasidesinde veba salgınını anlatması, kasidenin sonunda tarihini de vermiş olmasından Şeyyad Hamza’nın 14 yüzyılın ilk yarısında yaşadığı kesinleşmiştir Metin Akar bu önemli bilgiyi V Millî Türkoloji Kongresi’ndeki (1983) bildirisiyle duyurmuştur

13 yüzyılın ikinci yarısı ile 14 yüzyılın başlarında yaşamış olan Yunus Emre (1240-1320) yalnız Eski Anadolu Türkçesi döneminin değil Anadolu’da gelişen Türk dili ve edebiyatının en büyük ilk şairidir Yunus Emre, dehasıyla Oğuzcanın yaşadığı dönemde mükemmel edebî bir dil olduğunu şiirleriyle göstermiştir 13 yüzyılda Anadolu’yu kaplamış olan tasavvuf düşüncesini en rahat bir söyleyişle şiirlerinde anlatmıştır Yunus Emre’nin içtenlikle söylediği şiirleri sekiz yüzyıl boyunca canlılığını yitirmemiş, her devirde halkın en çok severek okuduğu tek şairimiz olmuştur İlahi aşkın yüceliğini, Tanrı aşkının gerçek aşk olduğunu içten duymuş, gece ve gündüz (dün ü gün) hep bu heyecanın coşkusuyla yaşamıştır Bazı yazarların hümanist (insanlık yanlısı) bir şair olduğunu vurguladıkları Yunus Emre insan sevgisinde ruhunun bütün inceliklerini doruğa çıkarmıştır Tasavvuf ona yetmiş iki millete bir gözle bakılmasını öğretmiştir

Yunus Emre’nin en çok okunan şiirleri hece vezniyle millî nazım birimimiz olan dörtlük biçiminde söylenmiş olanlardır Bunlar yazma Yunus Emre divanlarında divan şairlerinin şiirleri gibi beyitler hâlinde yazılmıştır Onun aruz vezniyle yazdığı şiirleriyle Risâletü’n-Nushiyye adındaki tasavvuf ve ahlak konulu mesnevisi de ustaca yazılmış şiirlerdir Yunus Emre’nin dili arı bir Türkçe değildir Arapça ve Farsça kelimelerin de kullanıldığı herkesin anlayabileceği sade bir Türkçedir Yunus Emre’nin etkisiyle 14 yüzyılda şiirler yazan Said Emre ile tasavvuf konusunda manzum ve mensur eserler yazmış olan Kaygusuz Abdal tasavvufi halk edebiyatını başka bir deyişle tekke edebiyatını başlatmışlardır

14 yüzyıldan 15 yüzyılın ortasında 1453 İstanbul’un alınmasına kadar süren Beylikler Döneminin Türk dilinin gelişmesine büyük katkısı olmuştur Anadolu Selçuklu Devleti Döneminde Anadolu’nun uç sınırlarına çoğu Türkmen aşireti olan beyler yerleştirilmişti Selçuklu Devleti 1343’te Moğollara Kösedağ Savaşı’nda yenilmiş, 1346’da Sultan II Gıyaseddin Keyhüsrev’in de ölümüyle büsbütün zayıflayarak Moğolların egemenliği altına girmiştir Selçukluların gücünü yitirmesini ve Moğolların bütün Anadolu’yu ele geçirmemiş olmasını fırsat bilen uç beylerinin özgürlüklerini elde etmesiyle büyüklü küçüklü yirmi kadar beylik ortaya çıkmıştı Beyliklerin başında bulunan beylerin yeterli kültürleri bulunmadığından, Arapçayı ve Farsçayı da bilmediklerinden bilginleri, yazarları ve şairleri korumuşlar, kendilerinin ve halkın yararlanması için onlardan din, ahlak, tarih, tıp gibi konularda eserler yazmalarını, tanınmış Arapça ve Farsça eserlerinden de Türkçeye çeviriler yapmalarını istemişlerdir Bundan dolayı yazarların ve şairlerin sayıları arttığı gibi telif ve tercüme pek çok eser yazılmıştır Din ve tasavvuf konusunda yazılan eserlerden başka din dışı konularda da eserler, şiirler yazılmış, şairler divanlar düzenlemişlerdir 14 yüzyılda yazılmış bütün eserlerde 13 yüzyılda olduğu gibi Arapça, Farsça kelimeler ve tamlamalar bulunmakla birlikte Türkçe kelimeler ağırlıkta olup dil çok sadedir

Beyliklerde beyler birbirleriyle yarışırcasına bilginleri, yazarları, sanatçıları koruduklarından beyliklerin bazılarında daha çok eser ortaya konmuştur Aydınoğulları bölgesinde Hacı Paşa adıyla ünlü Celâlüddin Hızır (1325-1425) tıpta Arapça olarak çok önemli eserler yazmıştır Aydınoğlu Mehmed Bey adına 1381’de Arapça olarak yazdığı Şifâu’l-eskam ve devâu’l-âlâm adlı önemli eserinden dolayı Hacı Paşaya Anadolu’nun İbn-i Sînâ’sı denilmişti Mehmed Bey adına Kısasu’l-Enbiya ile Tezkiretü’l-Evliyâ adında iki eser de Arapçadan çevrilmiş olup kimin çevirdiği bilinmemektedir Mehmed Beyin oğlu İsa Beyin isteği üzerine Hacı Paşa, tıptaki bilgisini Teshîlü’ş-şîfâ adlı eseriyle özetleyerek onun yararlanmasını sağlamıştır Kütüphanelerde kısaca Teshîl adıyla kayıtlı olan bu eser halk tarafından da çok okunmuştur Fahrî adındaki şair İsa Beyin isteği üzerine Nizâmî’nin Farsça Hüsrev ü Şîrin mesnevîsini Türkçeye çevirmiştir (Barabara Flemming, 1974, Wiesbaden) Mehmed Beyin oğlu Aydınoğlu Umur Bey adına Kul Mes’ud aslı Sanskritçe olan ahlaki hayvan hikâyeleri Kelile ve Dimne’yi Farsçadan Türkçeye çevirmiştir


Alıntı Yaparak Cevapla

Türkologlar II

Eski 06-24-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türkologlar II




Prof Dr Sadık TURAL
Betül EYÖVGE YILMAZ’un Sadık TURAL ile yaptığı bir söyleşiden…

-Sayın Hocam, bize kendinizden söz eder misiniz?

7 Temmuz 1946 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin yarattığı bir sanayi şehri olan Kırıkkale’de Kemal Beyin çocuğu ve beş kardeşin en büyüğü olarak dünyaya geldim Hacettepe Üniversitesinde bilim hayatına başladım Doktora, doçentlik ve profesörlük işlemleri ile unvanlarını da Hacettepe Üniversitesinde aldım 1989 Aralıktan itibaren Almanya’da görev yaptım Almanya dönüşünde Ağustos 1989 itibarıyla Gazi Üniversitesine geçtim 1993 yılında Atatürk Yüksek Kurumunun bağlı kuruluşlarından Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığına getirildim 14 Ağustos 2000’den beri de Atatürk Yüksek Kurumu Başkanlığını yürütüyorum Evli, bir çocukluyum
-Kitap ve dergi yayınlarınızdan bahseder misiniz?
Kendi imzamla yirmi bir, ortak çalışma hâlinde imzayla yirmi bir olmak üzere bir öbek kitabın sahibiyim Divan, Yeni Divan, Erdem dergilerini bir süre yönettim; Arış ve Bilge dergilerini kurup yaşattım Elliye yakın farklı dergide imzamı taşıyan fikirlerim ve yorumlarım ile biçimlenen yazılar yer aldı Geniş bir yayınlar listesi bu sohbetin konusu olmamalı…

-UNESCO dâhil olmak üzere birçok kuruluşta da göreviniz var Onlardan değil de aldığınız ödüllerden söz eder misiniz?
Gerek ülkemde gerek başka ülkelerde, yaptığımız çalışmaları ve hizmetleri yeterli bulan kadirbilir tutumların sonucunda, ödüller, armağanlar, üyelikler, teşekkür belge ve plaketleri aldım; ancak, bunları milletimin öz malı sayarım ve bunun listelenmesinden de hoşlanmadığımı ifade etmek isterim Şöyle söylesem daha mı doğru olur, yoksa bir haset sağanağına muhatap mı olurum, bilmem; ama, içimden bu cümle geçer: Yaptıklarım ve yaşadıklarım başkaları tarafından araştırılmalı ve değerlendirilmeli Bunların ifadesi benden çok, kadirbilir, insaf sahibi, kıskançlığa yenik düşmeyecek gelecek kuşaklarındır
-Türk aydınlarının bir kavram kargaşası içerisinde olduğu bilinmektedir Sizce Türk aydınının kavramlara yüklediği anlam kendi kültür birikimimize mi yoksa evrensel kültür değerlerine göre mi şekillenmelidir?

İnsan düşüncesi nasıl işleyişe geçiyor? Hafızanın desteğini alarak, duygu, düşünce ve hayalin bir davranış, bir tepki oluşturacak biçimde işleyişe dönüşmesi nasıl oluşuyor? Bunun üzerinde zaman zaman düşünürüm Zihninizdeki milyarlarca odacığı açabilen anahtarlar var Bu anahtarlardan bir kısmı, isimler, bir kısmı fiiller İşleyişi asıl sağlayan, büyük kapıları açma gücüne sahip olan anahtarlar ise, kavramlar Duygu, düşünce ve hayal dünyamızdaki büyük kapıların açılmasını, davranış ve tepkiye yol açan anlamlı işlemesini sağlayan da, kavramlar Kavramlar, daha önce beyin denilen büyük sisteme kayıtlanmış bulunan bilgileri uyararak, yeni bilgilere, yeni yorumlara, yeni tepkilere, yeni davranışlara yol açıcı işlem ve işleyişleri sağlayan özel kelimeler Bir kültürün göstergesi olan dilin en önemli yanı veya göstergesi, kavramlara yüklediğimiz anlamlardır Beş tane kavramı örnek vererek fikrimizi delillendirelim: Anne, vatan, bağımsızlık, cumhuriyet ve şehit Bu kavramların öncelikle Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Türkler arasında, sonra da Türk dünyası olarak bilinen cumhuriyet ve topluluklar içinde kutsal sayılacak anlamları var Bu kavramların tanımları veya kabul gören anlamları tarihî birikime dayanır, dayanmalı… Zihni bulaşıklı birtakım kimseler çıkıp, düşüncesi kirletilmiş bazıları bilim adına gürültü edip bu kavramların öz duyarlılığınıza, acı tecrübelere dayanan tanımlarını reddedebilir Haydi bunlara iki kelime daha ilave edeyim: Namus ve aile Bu iki kavram Türkler için, kültürümüzü derinlemesine ve genişlemesine yapılandıran ve sürdüren, belirleyici işlev taşıyan, gücü ve kuvveti hemen hissedilen kavramlar idi
Son elli yıl içinde en önde bu yedi kavram olmak üzere temel kavramlar ve onların bağlı olduğu toplumluk işlevler, gözle görülür ölçüde yara aldı Ortak bilincin, ortak aklın oluştuğu ve bir kültür belirleyicisine dönüştüğü toplumlarda, kavramların tanımları da, zihinde ortaya çıkan işleyiş gücü de, yüksek bir benzeşme gösterir
Kültür ise, benzeştirme yoluyla çözülmeleri önleme gücünü işletebilme sonucunda bir bütünlük yaratmak değil midir?

Kültürün temeli, kavramlar ve kavramlara yüklenen anlamlardır Bu tanımlanmış kavramların üzerine bilim, sanat, siyaset ve idare ile ticaret yaşantıları bina edilir Bilim, sanat, siyaset, idare ve ticaretimizde bir çıkmaz varsa, onun temeli veya ana sebebi bağlı olduğu kavramlara verilen karşılıklardaki bulanıklıktır Benzemeyi ve benzeştirmeyi sağlayan değer ve davranışlar, kültür koruyucusu şahsiyetlerin ve kurumların desteğinde yaşayabilir Bizim toplumumuz ferdiyetten çok, şahsiyeti esas alan, toplumluk denetimin koruyuculuğunu bir taraftan örfe, bir taraftan şahsiyete bırakan özel bir yapıdır Türk kültürü, gerek kırlık, gerek kentlik alanlardaki yerleşimde, son elli yılı bir kenara bırakırsanız, örfün ve şahsiyetlerin kurduğu bir zengin dünya idi “Her şey mahvoldu” anlamında kötümser bir tavır ile değil, elimizdekilerin değerini bilerek, zenginliğimize sahip çıkarak, bize kaybettirilenlerin yerlerine yenilerini koyabilme başarısı göstererek, bağımsız Türk varlığının devamını sağlayalım demek istiyorum
Türk kültürü gerek kavramları, gerek davranışları bakımından şahsiyetlere ve tarih içinden süzülüp gelen kendi birikimine dayanmalıdır Bu birikim gerçek bir hazinedir
-Şahsiyet kavramı size göre nasıl tanımlanabilir? Zamanın elinden tutan adam veya ufuk adam sözlerini şahsiyet kavramıyla aynı anlamda kullanabilir miyiz?
Kendi içerisinde ahenkli bir bütün oluşturacak biçimde bütünleşmiş ve ne yapabileceğini yahut ne yapmayacağını kestirebileceğiniz kadar kendi değerler bütününün uyumlu bir temsilcisine dönüşmüş insana şahsiyet demeliyiz Şahsiyet sahibi insan, bir alana ait temsil yeteneğiyle öne çıkabilir ve en sonunda da diğer insanların ufkunda bir nirengi noktasına dönüşebilir Ancak böyle bir ifadeden, toplumun içerisinde şahsiyetlerin çok az olduğu türünden bir anlam çıkarılmasından da korkarım Din, edebiyat, siyaset, askerlik, ticaret, bilim, idare alanlarından birine ait şahsiyetler, bir toplumun içerisinde yan yana ve iç içe yaşarlar Kendi içerisindeki bütünlüğü çok belirgin olanlar ise öne çıkarlar Bazen de tarih onların toplumun önüne atılmasını ister, önder olurlar Türk kültürü bu anlamda bayrak şahsiyetlerle devletleşmiş, bağımsızlık sahibi olmuş, kültürünü korumuş, varlığını sürdürmüş bir özel yapıdır
Betül Hanım, şahsiyetler hem zamanın elinden tutan insanlardır, hem de bir yerin, bölgenin, hatta ülkenin ufkuna yerleşen kişilerdir Benden izin istemediğinize göre her türlü kullanıma herkesin hakkı vardır
-Şahsiyetin değerler bütünü içerisinde Türk dilinin yeri nedir?
Bu halka mensup olduğunu herkesin bildiği, gerçek şahsiyetlerin, Türk dili konusunda da duyarlı oldukları görülür Yeni bir tanım yapayım ister misiniz? Şahsiyet, tarihin ruhunu, toprağın ruhunu ve ataların ruhunu duyarak, o ruhlardan aldığı söylemlerin biçimlendirdiği bir sorumluluk ve görev anlayışını benimseyen insandır (Yeri gelmişken mübarek insan Atatürk’ün ‘Atalarımızın ruhu beni göreve çağırıyordu’ sözünü hatırlatayım) Böyle bir sorumluluk ve görev anlayışı içinde, bağımsız bir siyasi cumhuriyet kurmak veya korumak önemli bir yer tutar Gerçek şahsiyetler için, siyasi cumhuriyetin bağımsızlığını kurmak ve korumak görev ile sorumluluğu kadar düşünce cumhuriyetinin, kültür cumhuriyetinin, kısacası Türkçe cumhuriyetinin bağımsızlığının korunarak dil devletine dönüştürülmesi de, bir görev ve sorumluluk alanıdır Türk diline karşı duyarlılığını bilince dönüştürmemiş olan kimselerin ve Türkçe cumhuriyetinin bağımsız ve güçlü bir düşünce ve ifade devletine dönüşmesinde görev ve sorumluluk üstlenmeyen kişilerin sayıca artması kadar tehlikeli bir şey yoktur
-Türk dili, Türk aydınının zihninde, muhayyilesinde ve eserinde hangi dönemlerde bir problem olarak yerini almıştır?
Komşu kültürlere aşırı saygı duyanların veya öz kültürüne karşı saygısını yitirmiş olanların sayıca arttığı, yönetime büyük etkide bulunduğu dönemlerde… Şair adını verdiğimiz özel insanların, Türk dilini, ana sütüne dönüştürme yönünde, Türkçeyi duyarlılığımızın bayrağı yapma yönünde bir bilinç göstermedikleri zaman… Bilim adına konuşanların, bilim dilinin Türkçe olmasını istemedikleri veya Türkçeyi bu konuda yetersiz bulduklarını ifade etmekten utanmadıkları zaman… Eğitim ve öğretimin Türkçe ile temellen­dirilmiş bir dünyaya dönüşmesinin devlet amaçlarından biri olmaktan çıkarıldığı zaman… Dilin - ve dinin - cemaatleşmeye, ideolojik ayrışmaya kurban edildiği zaman… Kısaca söylemek de mümkün: Aydın olanların, dil bilincini, dilin tarih içinden gelip gitmekte olan işlevini unuttukları, bu konudaki duyarlılıklarını yitirdikleri zaman, Türk dili dertlere düçar oluyor Aydınımız Türkçeci olmak, Türkçe cumhuriyetini korumak zorundadır
-15 yüzyılda “Türkçe söyleyeceğim diye dilimde tüy bitti” diyen şairle, hikâyelerinde Türkçeyi bir çatışma alanı olarak ele alan Ömer Seyfettin ve yine bu yönde eserler veren Ziya Gökalp’i dikkate aldığınızda neler söylersiniz?
Toplumun geniş kitleleri Türkçenin korunmasından, incelenmesinden ve zenginleştirilmesinden sorumlu değildir Sorumlu olanlar, öncelikle dil bilginleri ile edebiyat eseri veren büyük sanatçılardır Sonra da, insan eğitimini veya bir bilim dalını seçenler, en sonra da siyasetçi ve idareci olanlardır… İşaret ettiğiniz bu büyük şahsiyetler, Türkçe bilincinin kendilerini göreve ve sorumluluğa davet ettiği andan itibaren, gereğini yapmış olanlardır; bu yüzden de, onlar kültür tarihimizdeki, milletimizin hafızasındaki şerefli yerlerini almışlardır Bugünün sanatçısı açısından ise, durum sanıldığı kadar kötü değildir Şiir kitaplarındaki kelime/tür sayısı 20000’den aşağı düşmeyen, romanlarındaki kelime/tür sayısı 40000’den yukarı olan edebî şahsiyetlerin ve eserlerinin sayısı arttıkça Türkçenin sıkıntısı azalır Tabiidir ki, sanatçıların şiir, roman, hikâye, tiyatro ve senaryo dillerinde zenginliği dikkatle kullanıp Türkçe Sözlük’ümüzü yeni baştan fethederek eserlerine taşıyıp, bir Türkçe cumhuriyeti kurmalarını isteriz; Eğitim Bakanlığımızın da, Kültür Bakanlığımızın da bu konudaki çalışma ve hizmetlere aykırı düşmeyecek türden zenginleştirici, güçlendirici, alkışlayıcı, yüreklendirici destekler vermesini ister ve bekleriz
-Son dönemlerde bazı kişiler gerek çocuklarına gerek iş yerlerine ad koyarken yabancı kökenli kelimeleri tercih ediyorlar Kendilerine bu durumun yanlış olduğu söylenince de “dünyayla bütünleşme, evrensellik bunu gerektiriyor” şeklinde açıklama yoluna gidiyorlar Bu düşüncelerin altında kendi kültürüne karşı iman zayıflığı, kanaat ve bilgi eksikliğinin yattığı söylenebilir mi?
Her kültür, mensuplarını tarih içinde devam edebilen bağımsız bir varlık sahibi kılmaya uğraşır Her kültürün insanlara verdiği değerler ve davranışların arkasında, başka kültürlerle ezilip yok olmamak, başkalaşmamak hedefi var Yabancılaşma, özüne aykırı düşme, yaradılış sebebi ve işleviyle ahenksiz, hatta aykırı konuma gelme, kendi olmama durumudur Kendi olmama yönündeki çözülmenin başladığı yerde, hastalanma ortaya çıkmış olur
Sağlıklı bir bedenin her organı, diğerini benimser ve onunla ahenkli bir bütünlük oluşturma yönünde kendine düşeni yapar Toplumun içinde kendi dilini koruma yönündeki bilinç kırılması, bir duyarlılık çözülmesi, bilgisizlikten kaynaklanabileceği gibi, züppelikten de doğabilir Toplumun kültür sağlığı, dil sağlığıyla temellenmiş bir dünyadır İnsanlar ayrı bir dünya, maymunlar ayrı bir dünyadır İnsanları çok başarılı biçimde taklit ettikleri noktada bile onların maymun oldukları gerçeği ortadan kalkmaz Maymunluğu benimsemiş marjinal grupları ciddiye almayabilirsiniz Nasıl söylüyor olurlarsa olsunlar…

Ad bilgisi önemli bir dil bağımsızlığı göstergesidir Türk kültüründe insan isimleri için üç kaynak var: İslam kültüründen doğan Hz Peygamberin, sahabenin önde gelen ve azami kırk kişisinin adları; dinler tarihinden gelen ve Arapça telaffuzuyla bize yansıyan isimler… Bu iki kaynaktan gelen kişi adları yanında; Türkçe veya Türk tarihinden gelen isimler… Yeni doğanlara isim koyarken çok dikkatli olunmalı… İnsan isimlerinde temiz Türkçenin, güzel Türkçenin imkânlarından yararlanılmalı, Türk Dil Kurumunun Genel Ağ (İnternet)’a yüklediği Türk ad bilgisi listelerine bakılmalı… İş yeri adları ve özellikle yer adları ise, ülkeye vurduğumuz kültür mührüdür, Türk damgasıdır Bunu başaramazsak, başkaları damgasını ve mührünü iş yerine, mekân dünyamıza vurursa, bizim kültür bağımsızlığımız tartışmalı hâle gelir, siyasi cumhuriyetimiz sözden ibaret kalır, siyasi bağımsızlığımız tehlikeye düşer…
-Türk dili günümüz yazar ve şairleri tarafından dilin sosyolojik, psikolojik ve felsefi yönü dikkate alınarak etkin bir biçimde işlenebiliyor mu? Sizce Millî Edebiyat Dönemindeki bu heyecan bugün de varlığını sürdürüyor mu?

Yazılı ve görüntülü iletişim araçlarının Türkçeye karşı çok özensiz, duyarsız, hatta bilinçsiz bir yaklaşımla biraz zarar verdiğini, bu zararın 1980’li yılların başından 21 yüzyıl başına kadar sürdüğünü söylesem şaşırır mısınız? Ne zaman ki, yabancı strateji merkezleri, Türkiye ve Türk dünyasındaki beklentilerinin bir kısmının Türkçe ve Türk alfabesi ile ilgili olduğunu, bunları değiştirme yönünde bize emirler vermeye kalktığını açıkça ortaya koydu, birtakım insanlarımız ayıldılar, uyandılar Bugün şairlerimizin, yazarlarımızın aralarındaki her türlü ayrılığı ve ayrışmayı bir kenara bırakarak, bütünleştikleri tek konunun Türkçenin korunması olduğunu görmekten büyük bir mutluluk duymalıyız Türkçenin, hem kişi hem toplum hayatındaki yerini, değerini, işlevini bir sorumluluk ve görev sayan edebiyat ve bilim adamları üzerine düşenleri yapıyorlar Türkçeden bilim dili olmaz diyen düşünce ve şeref yoksulları ise artık ortada yoklar, yok olup gittiler
Türk Dil Kurumu, -2007’de- kuruluşunun 75 yılında 1923 ve sonrasında doğmuş ve Türkçe cumhuriyetinin kurulmasına hizmet etmiş, eserlerinde en az 40000 kelime kullanmış nesir yazarı, edebiyat ve bilim adamlarıyla, en az 20000 kelime kullanmış şairlere büyük ödüller vermeli Her vatandaşımız bu ödüllere aday gösterilebilmeli 2005 yılı aday gösterebilme yılı olmalı, 2006 yılı eserlerdeki kelime/tür sayısının Türk Dil Kurumunca değerlendirme yılı olmalı, 2007 yılı ise ödüllerin dağıtılma yılı Atatürk’ümüzün ruhuna karşı Türk Dil Kurumu, saygısını, sevgisini ve borcunu bir parça da olsa böylece ödemiş oluruz diye düşünüyorum
Şairin çığlığı geliyor kulaklarıma:
Gezdim seyreyledim Frengistanı,
İlleri var bizim ile benzemez,
Levin tutmuş gonceleri açılmış,
Gülleri var bizim güle bezemez
Diyordum ya, kültür benzeştirmeyi sağlayan değerler, benimseyişler, reddedişler, davranışlar toplamıdır diye; şair benzeşmenin göstergesinin öncelikle dil sonra da güzellik anlayışımız olduğuna ne güzel işaret ediyor
Millî Edebiyat Dönemine ait heyecan da, 1932-1938 yılına ait heyecan da yok… Niye yok der iseniz, cevabım kolay… 1908-1933 yılları arasındaki atalarımızın siyasi bağımsızlık, kültür bağımsızlığı konusundaki bilinçleri de dilimizi edebiyatın bilimindeki yapma duyarlılığı da bugünden daha fazla idi Emperyalizmin oyunlarına gelmeyecek, tuzaklara düşmeyecek bir bilinç yaygındı Merkezî yönetim ve merkezî denetimi güçlendirerek siyasi bağımsız cumhuriyeti, kültürel bağımsız cumhuriyet yapmak o aydınların vazgeçilmez hedefi idi… Şimdi ise gürültüsü duyulan, uygarlık adına aykırılık, özgürlük adına azgınlık… Ah Büyük Nutuk’un son üç sayfasını herkese tekrar tekrar okutma gücümüz ve imkânımız olsa… Dili zenginleştirmek, işlemek ve bağımsızlaştırmak isteyip istemeyenleri sonra sorsak…
Estetik duyarlılığımızın, dil bilincimizin, Atatürk’ümüzün beklediği ve istediği yönde bağımsız bir Türkçe cumhuriyetine dönüşmesi için, bestekârlarımızın Türkçeye saygısını göstermede Münir Nurettin Selçuk, Saadettin Kaynak gibi, Yıldırım Gürses, Barış Manço, Cem Karaca gibi besteci yorumcuların, Sezen Cumhur Önal gibi melodiyi Türkçeyle taçlandırmaya ömür adayanların sayısını arttırmak gerekir
-Türk Dil Kurumunun çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?
Hiç şüphesiz alkışlanmaya değer buluyorum Ancak Türkçe Sözlük’teki hataların giderilmiş hâliyle hem Genel Ağ’da (İnternet’te), hem de yeni bir baskıyla ortaya çıkmasını istiyor ve bekliyorum Diğer taraftan bu baskıda, gerçeğimsi kelimesi de dâhil yeni karşılıkların yer aldığı ve madde başında olmadığı hâlde madde başına taşınması gerektiği türden eklemelerle 101000 kelimelik bir zenginliğin ortaya konulmasını bekleyenlerden biri de benim
Önemle vurgulamak istediğim bir konu var Türkçenin eğitim ve öğretiminin, üniversitelerimizde kavram, terim, yöntem ve araçlar yönünden yeterince incelenip, değerlendirilip öğretildiğinden şüphem var Türk Dil Kurumunda Türkçenin eğitimi ve öğretimi ile ilgili ayrı bir kol oluşturularak söz varlığımızın anaokullarından üniversitelerin sonuna ve bilim yapan insanlara kadar herkesin, duygu, düşünce, hayal ve davranış dünyasını nasıl biçimlendirmesi gerektiği yönündeki değerlendirme ve önerilerin de bu koldan ortaya çıkmasını bekleyenlerdenim Bu seneki büyük kurultayımızın bir günlük çalışmasının ise, bu alana ayrılmasını diliyorum Hüseyin Ağca, Murat Özbay, Nusret Alperen, Sani Adıgüzel, Mesiha Tosunoğlu, İdris Karakuş, Hayrettin Parlakyıldız gibi Türkçenin eğitim ve öğretimine kendini adamış, doktora yapmış insanlardan yararlanılması doğru olurdu diye düşünüyorum Bu konulardaki görüşlerimi Türk Dil Kurumunun sorumluluk bilinci yüksek değerli Başkanı Halûk Akalın’a arz ettim Yapılacak iş çok…
-Sayın Hocam, değerli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederim


Alıntı Yaparak Cevapla

Türkologlar II

Eski 06-24-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türkologlar II




- Türk Dil Kurumunca yayımlanan dergileri değerlendirir misiniz? Yazı Kurulu üyesi olarak Türk Dili dergisi ve gelen yazılar konusunda neler düşünüyorsunuz?
Kurumumuzun yayımladığı dergileri bir hatırlayınız 50 yaşlarını aşan aylık Türk Dili ve yıllık Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten ile onuncu yılına doğru yol alan Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi Aylık dergi üzerinde ayrıca duracağım için öbürlerine kısaca değinmek istiyorum Kısaca Belleten diye tanınan yıllık dergimiz bilimselliği tartışılmaz dil ve edebiyat yazılarının yer aldığı bir hazinedir 1995’te yayımlanan dizinine şöyle bir bakmak bile onun nelerle zenginleştiğini görmemizi sağlayacaktır En genç dergimiz ise Türk dünyasını dil ve edebiyat yazılarına yer vermesi açısından önemlidir Ayrıca bilgi alışverişinin yapıldığı bir sergidir âdeta Her ikisinde de yazılarımın yer alması, doğrusu bana mutluluk vermektedir

Aylık dergimize, 626 aylık Türk Dili’ne gelince söyleyecek epey sözümüz var Dergiyle lise yıllarımda, galiba 1956’da tanıştım O yıllarda dergiyi gazete satıcısından alıyor, okuyordum Bir yaz günü, Konya’da biraz da sahhaf sayılabilecek bir kitapçının dükkânının önünde, farklı ve dikkati çeken kapaklarıyla birkaç dergi gördüm Bunlar Türk Dili’nin ilk sayılarıydı Hepsini alıverdim Ve hep aldım, abone oldum Yurt dışında iken bile aboneliğimi devam ettirdim 1969 yılında da eksiklerimi tamamladım Bu dergi çok sevdiğim birkaç dergiden biridir Ben, 1999’un Ocak ayından beri (sayı 565), dergimizin Yazı Kurulu üyesiyim Bu işi severek, isteyerek ve zevkle yapıyorum Ben daha çok şiir ve hikâye ile tanıtma, edebiyat ve halk bilimi konulu yazıları inceliyorum
Dergimize gelen yazıların ağırlığını şiirler oluşturuyor Hatta şairlerimiz 8-10 şiirini birden gönderiyorlar Birkaç hikâyecimiz var; güzel yazıyorlar, biz de sıra ile yayımlıyoruz Tabii başka hikâyecilerimiz de var
Bilim yazılarımız daha çok dille, biraz da edebiyatla ilgili Uzunluğu ve konusu gereği Belleten’e veya Türk Dünyası’na gönderilmesi gerekenleri oralara aktarıyoruz

Dergimize gençler de ilgi gösterip şiir ve hikâyelerini gönderiyorlar; onları da değerlendiriyoruz Hemen şunu belirteyim ki artık günümüzde herkes her dergiye yazı vermiyor, göndermiyor Bunu, “Herkes belli dergilerde yazıyor” diye de özetleyebiliriz Özel sayılar için yazı istememiz yadırganmamalı Bir de doğum ve ölüm yılları 0 ve 5’li yıllarına rastlayanlar için özel yazı isteklerimiz oluyor Özetlersek, Türk Dili üzerine düşeni yapıyor

Sürekli yazdığınız dergi var mı? Bunlar hangileridir?
Sürekli yazdığım dergi sayısı fazla değildir Türk Dili dergimize epeydir yazıyorum Konya’da üç aylık ve mevsim adlarına göre yayımlanan Meram dergisinde de yazılarım çıkıyor Bu yıllarda daha çok kitap yayınlarıyla uğraştığım için doğrusu sürekli yazmaya zaman kalmıyor Ayrıca, araya giren onca konu (bildiri, rapor, konferans vb) da engellerin başında gelmektedir
- Akademik hayatınızda aldığınız ödüller nelerdir?
Bilirsiniz, ödüllere ya siz aday olursunuz veya yakınlarınız sizi aday gösterirler Bazen de yarışmayı kazanınca ödül alırsınız Her neyse, ben, türü ne olursa olsun aldığım ödülleri ve dereceleri sıralayayım
Üç defa yarışmaya katıldım, üçünde de birincilik ödülünü aldım
Atatürk’ün doğumunun 100 yılı münasebetiyle Tercüman gazetesi 1981’de Atatürk ve Türkçekonulu bir eser yarışması açmıştı Atatürk’ün Dili: Türkçeadlı eserimle, 23 eser arasında birinciliğe layık bulundum VI+200 sayfa olan bu çalışmam basılı değildir Türkiye İş Bankası 1980’den beri, her yıl üç dalda Büyük Ödül verir Bu dallardan biri olan ‘Sosyal Bilimler’in 1990 yılına ait olanının konusuHalk Edebiyatıidi Yukarıda adını andığım doçentlik tezimle bu yarışmaya katıldım Çalışmam, 17 eser arasında birinciliğe layık bulundu
İlk ödülüm daha küçük çapta biri yarışmayla ilgili idi Tercüman gazetesinin yayımlamaya başladığı 1001 Temel Eser dizisinin 20 kitabı Emin Nihat Beyin Müsameretname / Gece Hikâyeleri adlı eseri idi Her ay bir kitabın tenkidi yapılıyordu Ben 1 Eylül 1973’te üç hikâyesi Gece Hikâyeleri adıyla yayımlanan Müsameretname’nin tenkidinde birinci olmuştum O günlerde Dr asistandım
Aldığım armağanlar da var Bunlar, bilgimiz dışında layık görüldüğümüz için verilen değerbilirliklerdir
Kayseri Sanatçılar Derneği (KASD), 1982 yılı için verdiği “Yılın Folklorcusu” armağanına beni uygun görmüş
Folklor Araştırmaları Kurumu, o zamanki adı “İhsan Hınçer Türk Folkloruna Hizmet Ödülü” olan ödülü, 1985 yılında birkaç arkadaşımla birlikte bana vermişti
1990 yılından sonra ne bir yarışmaya katıldım, ne de bir ödülü kabul ettim Bu perhizimi 65 yaşımda bozacağım Ödül verilirse kabul edeceğim, uygun yarışmalara da katılacağım
- Üyesi olduğunuz bilim kuruluşları, dernekleri, vakıfları nelerdir?
Üye olduğum derneklerin sayısı pek fazla değildir American Folklore Society’nin 1974-1988 yılları arası üyesi idim Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Folklor Araştırmaları Kurumu, Konya Fikir, Sanat ve Kültür Adamları Birliği Derneği ile İLESAM’ın üyesiyim Üyelik olmasa bile onu hatırlayacak bir olay daha var Almanya’da yayımlanan Ethnos dergisinin de uzun yıllar Türkiye adına Editorial Board üyeliğini yürütmüştüm
- Bugüne kadar kaç eser yayımladınız ve hâlen üzerinde çalıştığınız eser var mı? İleriye dönük projeleriniz nelerdir?

Bugüne kadar 39 kitabım yayımlandı Bunlardan biri üç, yedi tanesi de ikişer defa basıldı Basım sayısı en yüksek olan kitabım, Türk Çocuklarına Masallar’dır, 60 bin adet basılmıştır Ayrıca, birer kitap hacminde olan makalelerim veya kitap bölümlerim de vardır: Türkçe’de Soyadları (1979, 46 s), Dünya Folklor Dergileri Bibliyografyası (1980, 56 s), Masallar (2002, 181 s, metin yoktur), vb
Üzerinde çalışmakta olduğum eser “hayatımın kitabı” diyebileceğim Karaca Oğlan’dır Bu yılın yaz başında herhâlde piyasaya sunulacaktır Derleme ile ilgili ders notlarımı da basıma hazırlıyorum Türkçenin Tarihi, Orhun Abideleri, Anlatım Bozuklukları, Cümlenin Öğeleri, Yazım ve Noktalama, Türkoloji Makaleleri, Edebiyat Nedir?, Alfabelerimiz, Atasözleri, Bulmacalar, Edebi Sanatlar, Sınav Soruları, Kpss, Oks, Öss, Bunları Biliyor musunuz?, Özlü Sözler, Güzel Sözler, Türkçe, Edebiyat, Masallar, Destanlar, Astroloji, Roman Özetleri
Âşık edebiyatı konusunda özgün makale ve bildirilerimin bir bölümünü de bir kitapta topluyorum Konya Yazılarıadlı kitabımın da sonuna yaklaştık Meram Yazıları ise ilgililere teslim edildi
İleriye dönük projelerim var Birkaç eseri ortak olarak hazırladığımız en eski öğrencim Prof Dr Ali Berat Alptekin ile ikimizin öğrenci Prof Dr Esma Şimşek ile ortak bir “Türk Halk Edebiyatı” dizisi hazırlamak istiyoruz 4-5 cilt olabilecek bu eser için bazı eksiklerimiz var, onları tamamlamaya çalışıyoruz Bu kadar yeter herhâlde… Şimdi de basılı kitaplarımız listesi vereyim:
Gümüşhane Masalları / Metin Toplama ve Tahlil, 1973, (2 bs Gümüşhane ve Bayburt Masalları, 2002); Halk Şiirinde Atatürk, 1974 (Turgut Günay ile); 101 Anadolu Efsanesi, 1976, 1989 ve 2003; (İlk 71 efsane 1978’de Japoncaya çevrilmiştir); 4 Türk Çocuklarına Masallar, 1977; Sarı Çiçek / Sivaslı Âşık Kul Gazi, 1980; Anadolu - Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Efsanelerin Tip Kataloğu, 1980; Kıbrıs Türk Masalları, 1983 ve 1986; Azerbaycan Âşıkları ve El Şairleri I, 1985 (Ali Berat Alptekin ve Esma Şimşek ile) (1989’da Tebriz’de Azerbaycan Türkçesiyle de yayımlanmıştır); Azerbaycan Âşıkları ve Halk Şairleri II, 1986 (Alptekin ve Şimşek ile); Dadaloğlu, 1986 ve 1993; Ercişli Emrah, 1987; Senin Aşkınla / Kadirlili Âşık Halil Karabulut, 1987; Bayburtlu Zihnî, 1988; Dadaloğlu Bibliyografyası, 1990 (Alptekin ile); Bayburtlu Zihnî Bibliyografyası, 1990 (Alptekin ile); Atatürk, Gençlik ve Kültür, 1990; Türkmen Halk Masalları, 1991 (Metin Ergun ile); Folklor Bibliyografyaları Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme, 1991; Azerbaycan Tapmacaları / Bilmeceleri, 1992 (Alptekin ve Şimşek ile); Türk Fıkraları ve Nasreddin Hoca, 1992; Hikâye-i Garîbe, 1992 (Ahmet Sevgi ile); Efsane Araştırmaları, 1992; Hurşit ile Mahmihri Hikâyesi, 1996 (Ali Duymaz ile); Proben VIII, 1997 (Ergun ile); Meddah Behçet Mahir’in Bütün Hikâyeleri I, 1997 (Alptekin, Yurdanur Sakaoğlu ve Şimşek ile); Âşıkların Diliyle Cumhuriyet, 1998 (Zekeriya Karadavut ile); Dede Korkut Kitabı / İncelemeler-Derlemeler-Aktarmalar, 2 C 1998; 80 Doğum Yılında Şair Ahmet Tufan Şentürk, 1999, 2002; Masal Araştırmaları, 1999 ve 2003; Meddah Behçet Mahir’in Bütün Hikâyeleri II, 1999 (Alptekin, Sakaoğlu ve Şimşek ile); Azerbaycan Âşıkları ve Halk Şairleri Antolojisi I (16-18 Yüzyıl), (Alptekin ve Şimşek ile) 2000; Çaybaşı Yazıları, 2000 ve 2002; Türk Ad Bilimi I / Giriş, 2001; İslâmiyet Öncesi Türk Destanları / İncelemeler - Metinler, (Duymaz ile), 2002 ve 2003; Destan Destan Üstüne / Kadirlili Âşık Halil Karabulut’un Destanları, 2002; Ercişli Emrah Bibliyografyası, 2002 (Alptekin ile); Konya Üzerine Şiirler, 2002; 101 Türk Efsanesi, 2003; Türk Gölge Oyunu Karagöz, 2003
2004 yılında yayımlanacak olanlar: Meram Yazıları; Karaca Oğlan; Konya Yazıları; Dîvânü Lûgati’t Türk’te Türk Halk Edebiyatı
- Bir Konyalı olarak Konya kültürüne ait ne gibi çalışmalar yaptınız? Uzun yıllar Erzurum’da kaldınız Konya ile Erzurum kültürlerini karşılaştırır mısınız?
Konya ile ilgili kültür çalışmalarımı iki döneme ayırmak gerekir Profesör olarak Konya’ya gelmeden önceki Erzurum dönemi ve geldikten sonraki dönem Doğrusunu söylemek gerekirse birinci dönemimi pek verimli saymıyorum Daha çok metin yayımlamak, Konyalı öğrencilere Konya halk edebiyatı konulu tezler yaptırmak, özellikle Konya’daki toplantılarda Konya konulu bildiriler sunmak ve Çağrı başta olmak üzere bazı dergilerde yazmak
Bu dönemi bir hazırlık, bir ısınma dönemi olarak kabul edersek ikincisinin yerini daha iyi anlamış oluruz Bu dönemde, özellikle Türk Dil Kurumunun bütün kongrelerinde Konya ağzı ile ilgili bildiriler sundum Konya ağzını ve Konya’daki dil hareketlerini gündeme taşıdım
Benim Konya’ya gelişimle birlikte üniversitemizdeki halk edebiyatı ve halk bilimi çalışmaları bir canlılık kazandı Selçuk Üniversitesindeki son halk edebiyatı öğretim üyesi, eski bir öğrencim olan yardımcı doçent de ben gelmeden önce ayrılıp gidince doğrusu üzülmüştüm Neyse, önce iki fakültede birden (Fen-Edebiyat Fakültesi, Eğitim Fakültesi) halk edebiyatı dersleri vermeye başladım Sosyal Bilimler Enstitüsüne bağlı olarak bir halk edebiyatı programı vardı, ancak hoca azlığından doktora programı yoktu Onu açtırdım ve hemen öğrenci kabulüne başladık Bu öğrencilerin, gerek yüksek lisans, gerek doktora programlarındaki seminer, yüksek lisans ve doktora tezlerinin çoğunluğu Konya ve çevresi ile ilgilidir Bugün, Enstitü Kütüphanesinde güzel bir koleksiyon oluşmuştur Yanlış anlaşılmasın, konu Konya il merkezi ile sınırlı değildir Ereğli, Akşehir, Beyşehir vb ilçelerimiz ile ilgili tezler de hazırlatılmıştır
Bu arada Konya basınında, uzun süre haftalık köşe yazısı kaleme aldım; bunların da ağırlığını kültür konuları oluşturuyordu Ayrıca, bu gazetelerde hazırlanan özel sayfa, bölüm veya eklerde de Konya kültürü ile ilgili yazılarım yayımlandı Kırkambar, Konya, Cönk, Akademik Sayfa vb adlarla yayımlanan bölümlerde pek çok yazım yer aldı
Doğup büyüdüğüm Çaybaşı Caddesi ile ilgili yazılarım Meram Belediyesince bir kitapta toplandı: Çaybaşı Yazıları (2000, 2002) Aynı belediye bu sefer de Meram Yazıları’nı basım aşamasına getirmiştir Bu alandaki üçüncü kitabım Konya Yazıları da düzenleme aşamasındadır Bir de mahallemiz var… Onunla ilgili yazılarım da artmaktadır Galiba sıraya girecek
Daha lise yıllarımdan itibaren biriktirmeye başladığım Konya konulu şiirleri, 500 sayfalık bir antolojide topladım Konya Ticaret Odasının yayımladığı Konya Üzerine Şiirler adlı bir kitabım düzenlenmesi açısından, antoloji hazırlama anlayışına bir çığır açmıştır Daha önce de söylemiştim galiba… Konya masalları, efsaneleri benim hayalimde her zaman için canlılığını koruyor Fıkra tipimiz Tayyip Ağa’yı da unutmuş değilim Hepsi zaman işi…
Bilir misiniz, benim kızlarıma, “Nerelisiniz?” diye sorulunca “Erzurumluyuz” derler Doğrudur; orada doğdular, orada büyüdüler Ben de, hayatımın en güzel 21 yılını (1967-1988) Erzurum’da geçirdiğim için hiç şikâyetçi değilim Çünkü orası da bir Konya idi benim için Ailecek hâlâ Erzurum’u özleriz Neyse, ben her yıl, fahri hemşerisi olduğum Bayburt’a gidip gelirken bir Palandöken havası alıyorum
Siz bilmem hatırlayabilecek misiniz, bir türkümüz var; şöyle başlar:
Yaylalar içinde Erzurum yayla
Şehirler içinde Konya’dır Konya
Vallahi bu türküyü söyleyen ya benim gibi Erzurum’da kalan bir Konyalı veya Konya’da bulunan bir Erzurumlu olmalı Her iki ilimiz de insanlarıyla, kültürüyle geleneklerine sahip çıkmaları ile âdeta kardeş şehir gibidir Ben Erzurum’un her yönünü çok seviyorum, tıpkı Konya’mızın her yönünü sevdiğim gibi
- Bugün dilimizin bir anarşi içinde olduğunu kabul ediyor musunuz? Türk dilinin içinde bulunduğu sorunlar sizce nelerdir? Bu sorunların çözümünde Türk Dil Kurumunun rolü nedir ve ne kadar etkili olabilmektedir?
Evet, bugün dilimiz bir anarşinin içindedir; acı ama doğru İnsanlar dillerini bilmiyor, onun değerini anlamıyor Yazarken veya konuşurken dilimize asla özen göstermiyoruz Türk Dili’nin geçen sayılarında bir yazım yayımlanmıştı: “Cumhuriyetten Günümüze Konya’da İş Yeri Adları” (622, Ekim 2003, 410-420) Ben 1922’deki gazetelerden yola çıkarak bu araştırmayı yapmıştım Son 15-20 yıl içindeki bozulmayı, hatta çürümeyi büyük bir üzüntüyle karşılıyorum Özellikle ticaret hayatımız üç kuruş için her türlü yanlışa koşuyor, yabancılaşmaya koşuyor Dil sevgisi olmayan insanlara bunu anlatmak zor Bu konuları ele aldığımız bir televizyon programına telefonla katılan sayın seyircimiz “İş yeri adlarının ticaretle ne ilgisi var?” şeklinde gayet mantıklı (!) bir soru yöneltmişti
Bir büyük gazetemizin özel giyimli kültür-edebiyat köşesi yazarı da birkaç yıl önce, “Türkçe, tabelalarla düzeltilmez” anlamını veren bir başlık atıvermişti Ama unutulmasın, Türkçeyi bozan üç zararlıdan biri tabelalardır (Tabii siz bunu iş yeri adları olarak algılayacaksınız) Tempo dergisinin bu aylarda her hafta vermekte olduğu, illerimizle ilgili rehber kitapçığının İzmir ile ilgili olanına bir göz atınız (31 Aralık 2003, 52 / 837) Yemek yediğimiz, çay içtiğimiz, sohbet ettiğimiz yerlerin adlarına bir bakın Allah aşkına… Türkiye’de olduğunuzdan şüphe edersiniz “Tabelana ‘Show Room’ yazdırmazsan sana bayilik vermeyiz!” diyecek kadar ileri giden büyük iş yeri patronlarının adı acaba; Ahmet, Mehmet mi, yoksa James veya George mu? İki defa kadük olan Türk Dili Kanunu mutlaka bir an önce çıkarılmalıdır
Her şeyden önce insanımıza Türkçe sevgisini aşılamalıyız Sonra belirli yöntemlerle bazı meslek sahiplerini eğitmeliyiz Mesela düğün davetiyesi veya kartvizit basanlara, tabelacılara, bilgisayar üzerine çalışanlara, vb yabancı adlara özenmemek gerektiğini açıkça anlatmalıyız Türkçenin de çok güzel bir dil olduğunu, zengin bir kelime dünyasının olduğunu belirtmeliyiz Çoğunun bir moda diye ayak uydurduğu bu insanlarımızı uyarmanın da yararlı olacağına inanıyorum

Türk Dil Kurumu bu konuda elinden geleni yapıyor Konferanslarıyla, kongreleri ile, Türk Dili’ndeki yazıları ile epey yol alındı Ancak toplumuzun bu konuda gereken duyarlılığı göstermemesi gelişme hızını kesmektedir Özel kitap yayınlarımız var, ama okunup uygulanabilme oranı ülkemin okuma alışkanlığı ile yakından ilgili Eğer bu ülkenin Türkçe veya edebiyat öğretmeni 70 yıllık Varlık’ın, 53 yıllık Türk Dili’nin adını duymamışsa anarşiyi başka yerlerde aramalıyız
- Halk edebiyatının dil çalışmalarına ne gibi katkısı olmuştur?

Halk edebiyatı, bilirsiniz, sözlü olma özelliği ağır basan bir edebiyattır Bu edebiyatın başka bir özelliği de genelde halkın arasında yaşamasıdır Bu sebeple halk edebiyatı dil çalışmalarına, özellikle ağız araştırmalarına büyük ölçüde yardımcı olmaktadır Rahmetli hocamız, Kurumumuzun eski üyelerinden Prof A Caferoğlu’nun Anadolu ağızlarından derlediği ciltler dolusu dil malzemesinin tamamına yakını halk edebiyatı ürünleridir Bizim derlediğimiz ürünleri ağız araştırıcıları da rahatlıkla kullanabilirler Ayrıca, ürünlerimizin kelime dağarcığı da sözlüğümüze yeni yeni kelimeler kazandırmaktadır Bu iki dalı ayrı ayrı düşünemeyiz, ikisi birden ele alınmalıdır
- Yeni nesillere halk edebiyatını, halk bilimini sevdirmek için neler yapılabilir?
Aslında içinde bir cevher olana, bu iki alanı sevdirmek için hiçbir şey yapmaya gerek yoktur; ancak bu türün örneği pek azdır O hâlde, biz onları bu alana çekebilecek işler yapmalıyız Son yıllarda televizyon kanallarına kök salan tuhaf yarışmalar gençliği yanına alabilmektedir Yararlı olduğu veya bir şeyler verdiğinden değil tabii; onlar da bir yerden sonra televole kültürünün bir başka görünüşüdür
Önce bu alanları sevdirmeliyiz; bu alanlarda yazılanları okutmalıyız Ayrıca, katılımın çok olacağı yarışmalar düzenlemeliyiz Ben, özellikle ödülü iyi olan yarışmalara katılımın çok olacağına inanıyorum Mesela âşık tarzı şiir yazma yarışması, halk türküsü derleme yarışması, bir halk bilimi olayının filme alınması (bir çocuk oyunu, yağmur duası, seyirlik oyunları vb), masal veya hikâye anlatma yarışması vb
- Türk halk biliminin tanıtılması ve yaşatılması amacıyla ne gibi çalışmalar yapılmalıdır?
Halk biliminin yabancı dillerin pek çoğundaki karşılığı folklordur Ancak başka ülkelerde folklor denilince bir bütün akla gelirken bizde bütünün bir iki parçası hatırlanmaktadır: Halk oyunları, halk türküleri vb Onun için halk bilimi bir bütün olarak ele alınmalıdır Biz, halk bilimi yazılarımızla ve onunla ilgili bildirilerimizle bu alanı tanıtmaya çalışıyoruz Bu alanda asıl yetkili olan Kültür ve Turizm Bakanlığının ilgili birimleri başta olmak üzere çeşitli kurumlar ve kuruluşlar tanıtım faaliyetlerini geniş bir alana yaymalıdır Sergiler, gösteriler vb deyip de bilinenleri tekrarlamayayım Kâğıt üzerinde kalan güzel düşüncelerin yarısı bile uygulansa gereken yapılmış olur
- Dünya halk biliminde ve kültüründe yerimiz ne durumdadır?
Halk oyunları ekiplerimiz bizlere güzel dereceler kazandırıyor Biraz da el sanatlarımızın adı anılabilir Yazdıklarımız yabancı dillere çevrilmezse sizin görüşleriniz nasıl olur da değerini ortaya koyabilir ki? Bir bilim adamı yıllarını verip yazdığı bir kitabını bir de oturup İngilizceye veya Almancaya mı çevirsin? Bu işler için yetişmiş çevirmenlerden yararlanılmalıdır; onların işi çeviri olmalıdır Yerimizin ne olduğunu söylemek ise zor Üç beş ülkeyi göz önüne alıp sonuca ulaşmak yanıltıcı olabilir
- Sayın Hocam, değerli vaktinizi bize ayırdığınız ve sorularımıza cevap verdiniz için teşekkür ederim


Alıntı Yaparak Cevapla

Türkologlar II

Eski 06-24-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türkologlar II




Prof Dr Saim Sakaoğlu
Elif KARAKUŞ’un Saim Sakaoğlu ile yaptığı bir söyleşiden…

- Sayın Sakaoğlu, bize kendinizden söz eder misiniz?

Kendimi biraz farklı bir biçimde, biraz da uzunca tanıtacağım Böylece, bazı sorularınızı da önceden cevaplandırmış olacağım Bu, biraz hayatım, biraz da bilimimin tarihçesi olacaktır
Doğum tarihimi, o eskinin 28 sayfalık Hüviyet Cüzdanı, 20 Mart 1939 olarak gösteriyor Galiba biraz geç yazılmışım Araştırmalarıma göre bu tarih 28 Şubat olmalı… Yani 20 günlük bir gecikme var Günlerden ise salı Fala filan inanmam ama meraklısı için hatırlatayım, burcum Balık imiş!

Doğum yerim ise Konya’nın en eski mahallelerinden biri: Fahrünnisa Mahallesi Bugün dört caddeye dağılan mahallemizin en ünlü caddesi ise evimizin bulunduğu Çaybaşı Caddesi Caddenin ünlü olması benden değil, benim bir kitabımdan kaynaklanıyor 2000 ve 2002 yıllarında iki baskısı yapılan Çaybaşı Yazılarıadlı kitabım, pek çok bölümün yanında 80 kadar da renkli fotoğrafıyla, ilk defa bir yerleşim yerine bağlı caddenin değerlendirilmesini içine alıyor… Sekseni geçen yaşıyla, hâlâ 22 numarayı taşıyan iki kanatlı kapıdan girilen, iki katlı kerpiç evimiz ise yaşlanmanın izlerini göstermeye başladı
Mahallemizin adı, Hz Mevlâna’nın hanım öğrencilerinden Fahrünnisa Hatun’un, aynı adı taşıyan caminin avlusunda gömülü olmasından kaynaklanıyor Caddemizin adı ise, bir zamanlar Konya’nın üçte birinin bağ ve bahçelerini sulayan suların akıp gittiği çaydan geliyor Barajların suya gem vurmasıyla öksüz kalan çayımız, 1970’li yılların başında kanalizasyona çevriliverdi
Babam, aynı mahalle eşrafından olan Hacı Hasan Efendi’nin dört çocuğunun ikincisi ve ilk oğlu olan [hattat, hafız] Mehmet (1318-1975)’tir Annem ise, o dönemin geçerli mesleklerinden biriyle uğraşan Nalbantların Salih [Köseoğlu] Efendi’nin dört çocuğunun üçüncüsü ve tek kızı olan Zeliha (1318-1999)’dır Ninelerim ise sırasıyla Fatma ve Emine adlarını taşımaktadır
İlk ağabeyim daha Cumhuriyet ilan edilmeden doğmuş ve ölmüş; Mustafa Kemal Hâlen hayattaki ağabeyim Hasan da 1923’te doğmuş Evin tek kızı Hayriye Karpuzoğlu 1927-1959 yılları arasında yaşadı Ben, evin küçüğü, “tekne kazıntısı”, ablamdan 12 yaş küçüğüm; 1939 Beni annemle birlikte ablam büyütmüş, birazını ben de hatırlıyorum
Bugün, 23 Nisan Ulusal Egemenlik İlköğretim Okulunun birinci kademesini oluşturan Hâkimiyeti Milliye İlkokulunu (1946-1951), Konya Lisesinin orta (1951-1955) ve lise (1955-1959) kısımlarını bitirdim Lise son sınıf öğrenciliğimle ilgili olarak bir notu eklemeliyim O yıl, üç arkadaşımla aylık bir fikir ve sanat dergisi yayımlamaya başladık: Özlem Mezun olduğumuz için kısa ömürlü oldu Burada; Cahit Öztelli, Mehmet Önder, Feyzi Halıcı, H Zekai Yiğitler, Abdülkadir Bulut, Kemal Or gibi adlar da yer alıyordu
1960 güzünde sınavsız girdiğim İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden, 1965 Şubatında, Umumî Türk Dili sertifikasından tez hazırlayarak diploma aldım Rahmetli hocam Ord Prof Dr Reşit Rahmeti Arat ile başladığım tezimi, onun hastalığı ve vefatı sebebiyle tamamlayamamıştım Rahmetli Prof Dr Muharrem Ergin’in yönetimde tamamladım: Ebû’l-leys Semerkandî’nin Kitâbü’l- Mukaddimetü Fi’s-salât Adlı Eseri Üzerine Bir Gramer Denemesi
O yıllarda kimlerden ders aldığımı da belirtmek isterim Yukarıda adlarını saydığım iki dil hocamın dışında Prof Dr Tahsin Banguoğlu, Prof Dr Sadeddin Buluç, Prof Dr Faruk Kadri Timurtaş’tan Türk Dili; Prof Dr Ali Nihat Tarlan, Prof Fahir İz, Prof Dr Abdülkadir Karahan’dan Eski Türk Edebiyatı; Prof Ahmet Hamdi Tanpınar, Prof Dr Mehmet Kaplan ve Prof Dr Ömer Faruk Akün’den Yeni Türk Edebiyatı dersleri aldım Bu hocalarımızın bazıları o yıllarda henüz profesör olmamışlardı Ayrıca, bölümümüzün genç araştırmacılarından Dr Necmeddin Hacıeminoğlu ile Birol Emil de derslerimize yardımcı olarak girerlerdi Bunlardan sadece İz, Akün ve Emil hayatta

Aynı zamanda, tarihî Çapa Yüksek Öğretmen Okulunu da bitirdim (Mart 1961- Şubat 1965)
Okulu bitirdikten (26 Şubat 1965) 32 gün sonra (30 Mart 1965), Tokat Gazi Osman Paşa Lisesine edebiyat öğretmeni olarak atandım Orada, okulun yatılı kısmı da olduğu için belletici olarak da görev yapmaya başladım Ne de olsa evli olmayan hocalar için en iyi ikinci görev
Mehmet İstemi (1968-1969), Selcen (1969) ve Seren (1976)’in anneleri Yurdanur Hanımla Tokat’ta tanışıp evlendik (26 Mart 1966)
Asistanlık, üniversite yıllarındaki hayallerimden biri idi Tokat’ta bir yandan hocalık, bir yandan yöneticilik yapıyor, bir yandan da İngilizce çalışıyor, bilim kitaplarını okuyordum O güne göre iyi bir kitaplığım var idi O günlerde verilen bir ilan için hocam Muharrem Bey’i telefonla aradım Biz de bir gelenek vardır: Önce hocanın izni alınmalı O, “Saim dedi, Kemal Ağabeyin de başvuracak, o belki senden daha şanslıdır” Doğruydu Ben, Rahmeti Beyin sağlığında, Türkiyat Enstitüsündeki odasına bitirme tezi için giderken Kemal [Eraslan] Ağabey de doktora çalışması için gelirdi Hatta, benim işim daha kısa süreceği için önceliği bana verirlerdi
Rahmetli Prof Dr Harun Tolasa’yı, Konyalı olmakla birlikte, Edebiyat Fakültesinde dersler başladıktan sonra tanımıştım Konya il merkezinde ayrı ayrı okullarda okumuştuk İkimizin de amacı asistan olmaktı O, bir süre sonra Atatürk Üniversitesinde asistan olarak göreve başladı Onun sık sık, “Yakında ilan verilecek!” uyarıları benim çalışma hızımı yükseltiyordu Sonunda istediğimiz oldu 10 Temmuz 1967 Pazartesi günü yabancı dil ve bilim sınavına alındık Ertesi gün ise mülakat vardı Hepsi doçent olan Niyazi Akı, Kaya Bilgegil ve Ahmet İhsan Türek’ten oluşan bilim kurulu önünde terledik Sonucun ilanı epey gecikti O günlerde Tokat-Erzurum telefon hattını herhâlde en çok ben işgal ediyordum
Ders yılı liselerde erken başladığı için, Bakanlıktan izin çıkıncaya kadar iki haftaya yakın hocalığa devam ettim 27 Eylül, tam 21 yıl kalacağım Erzurum’da göreve başlama tarihim olacaktı
Atatürk Üniversitesine Türk Dili asistanı olarak atanmıştım Bir süre bu alanda çalıştım Okuduğum kitaplar, üzerinde çalıştığım çeviriler, hatta almaya başladığım kitaplar hep bu alanla ilgili idi Bir süre sonra, bölüm başkanımız Kaya Bey, yeni alınan beş asistandan dilci olan dördünden birini halk edebiyatına kaydırmak istiyordu Hocanın üzerinde durduğu arkadaş ise buna kesinlikle karşı çıkıyordu O, 1416 sayılı kanunla Almanya’ya doktora yapmaya gidecekti ve gerekli başvuruları yapmıştı Ortalık toz duman değilse de kendi çapında bir bulanıklığa bürünmüştü Bir gün rahmetli Tolasa’ya dedim ki:
Bilimse bilim, dilde de yapılır, halk edebiyatında da… Söyle hocaya, ben halk edebiyatına geçeyim
Benim halk edebiyatı uzmanı olmam böyle bir “zıtlaşma”nın tarafımdan çözülmesinin sonucudur
Bir süre sonra N Y Almanya’ya gitti ve dönüşte de mezun olduğu fakültede göreve başladı Uzun süre Türk Dil Kurumunda da bilim kurulu üyesi olan bu arkadaşımız 15 yıllık profesördür

O günlerde bölümde iki halk edebiyatı asistanı daha vardı Muhan Bali 1967 baharında Dr olmuştu; Bilge Palandöken [Seyidoğlu] ise tezine çalışıyordu Bizim zamanımızda yüksek lisans yoktu, hatta doktora dersleri de yoktu Bir “doktora babası” belirleniyor, onun yol göstericiliği altında kitapları okuyor, makaleleri inceliyor ve tezinizi hazırlıyordunuz Ülkemizde, bu yeni alanın henüz profesörü de yoktu, doçenti ise bir tane idi: Şükrü Elçin Prof Mehmet Kaplan, Atatürk Üniversitesinin kuruluşunda görev almış, dekanlık ve rektör vekilliği gibi yönetim görevlerinde bulunmuştu Bali ve Palandöken’in doktora babası o idi Bana da bir doktora babası gerekiyordu Prof Kaplan’ın dersini 1963 Haziranında vermiştim ve şimdi 1968 idi Zaten bizim sınıfımız yeterince kalabalıktı; acaba beni hatırlayacak mıydı? Kaya Bey onunla bir telefon görüşmesi yaptı Sonuç olumlu idi Hemen izin alıp İstanbul’un yolunu tuttum
Hocamla uzun uzun konuştuk Ben, biraz da bölge şartlarını göz önüne alarak bir halk hikâyesi belirlemiştim Bunu hem çocukluğumda ninemden dinlemiştim, hem de bir Ramazan gecesi, Erzurum’da, Gürcükapısı’ndaki Taksim Çay Evinde, sonradan adının Nalbant İshak Kemâlî olduğunu öğreneceğim bir meddahtan…
Sevinçle eve döndüm; ancak sevincim kısa sürdü Çünkü konu ile ilgili yeterli malzeme bulamamıştım Durumu telefonla Prof Kaplan’a bildirip yeni bir randevu aldım
Ben, arkadaşlarımdan ve Dr Kırzıoğlu’ndan aldığım yeni tez konularıyla yine hocamın huzurunda idim “Konya Masalları” üzerinde çalışmak istiyordum Hocam, “Saim, Konya bir kültür merkezidir, halk kültürü ile aydınların kültürleri karışmış olabilir…” deyince hemen, “Tokat Masalları…” adı dökülüverdi dilimden Çünkü eşim Tokatlıydı ve ben o yıllarda ilin tek klasik lisesinde öğretmenlik yapmıştım Her ilçeden öğrencilerim olmuştu
Tokat yanlış hesabı bu kez Erzurum’dan döndü Bu coğrafyaya da, daha sonra dekanımız olacak olan bölüm başkanımız Prof Selâhattin Olcay karşı çıktı Atatürk Üniversitesinin bir bölge üniversitesi olduğunu, aynı konuyu bir Doğu Anadolu ilinde çalışmamı istedi Doğruydu Dilciler Erzurum, Artvin; halk edebiyatçılar Erciş ve Erzurum üzerinde çalışıyorlardı Açtım önüme Faik Sabri Duran’ı… Erzincan, Muş, Bingöl, Ağrı, Gümüşhane… Gerçi bu sonuncu il İç Karadeniz Bölgesindeydi ama önemli bir bölümü de (ki sonradan il olacak Bayburt ve çevresi) Doğu Anadolu Bölgesindeydi Trabzon-Erzurum-İran transit yolunun dışında hiçbir önemli yolu yoktu Derleme çalışması için uygundu bu il Doktora çalışması olarak Gümüşhane masallarını ele almayı uygun bulmuştum Bu çalışmam daha sonra, Gümüşhane Masalları/Metin Toplama ve Tahlil (Ankara 1973) ve Gümüşhane ve Bayburt Masalları (Ankara 2002) adıyla iki defa yayımlandı
1969 yaz aylarında, Haziran-Eylül arasında haftalarca derlemeye çıktım Dekanımız Prof Şaban Karataş’ın, emrime verdiği bir jeep ile kaptanı güzel derlemelerin aracılarıdır Sonrası, Ankara ve İstanbul’da kitaplık araştırmaları… Ankara’da Millî Kütüphane, Türk Dil Kurumu ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi arasındaki geliş gidişler, İstanbul’daki resmîsiyle, özeliyle, yabancılarınkiyle kütüphaneler derken, ünlü 12 Mart 1971 muhtırasının 15 gününde (26 Mart), Hacettepe Üniversitesinin, o zaman Tıp Fakültesindeki birkaç odada faaliyet gösteren Edebiyat Fakültesinde sıygaya çekildim Prof Kaplan’dan başka, Prof Elçin ile Prof Olcay da kurulda yer almışlardı
Derken 112 dönemde Tuzla ve Sivas’ta kutsal görevimizi, piyade olarak tamamladık 2 Şubat 1974-23 Mayıs 1975 tarihleri arasında ABD yolculuğu… Amerika’daki ilk durağım Texas’ın Lubbock şehri oldu O yıllarda nüfusu Konya’nınki kadardı ama gelişmiş üniversiteleri, kolejleri vardı Ben, Archive of Turkish Oral Narrative (ATON)’in misafiri idim Prof Warren S[tanley] Walker ile eşi ATON müdiresi Barbara K[erlin] Walker yardımcı oldular Arşiv binası henüz tamamlanmadığı için malzemeler Walker ailesinin üç daire büyüklüğündeki evlerinde korunuyordu Ben, orada kalıyor, arşiv malzemelerini değerlendiriyordum Ayrıca yerleşkeye gidip kütüphane araştırması yapıyor, Prof Walker’ın halk edebiyatı alanında vermekte olduğu yüksek lisans derslerine katılıyordum
1974’ün Mayıs başında, uzun bir kara yolculuğuna çıktım: Texas-New Mexico-Arizona-California Uçak ve otobüs fiyatları arasındaki fark azdı ve dostlarım benim uçmamı istiyorlardı Oysa benim amacım çevreyi görmekti 30 saatlik bir yolculuktan sonra Los Angeles’a indim 13 ay kalacağım bu şehri bütün eğitim kurumlarıyla, kitaplıklarıyla tanımaya çalıştım Folklore and Mythlogy Departmant’ta değişik hocaların yüksek lisans ve doktora derslerine girdim Bunlar arasında, özellikle efsaneler üzerinde çalışan Prof Dr Wayland D Hand’ı anmalıyım Başka bir departmanda görevli Macar asıllı bilgin Prof Dr Andreas Bodrogligeti’nin derslerine de girdim Türk tarihi ile ilgili dersler veren değişik alanların öğretim üyelerinin derslerini de fırsat buldukça dinliyordum
ABD dönüşü, hocalarıma danışarak doçentlik tezimin konusunu belirledim Zaten orada iken birkaç konu üzerinde yoğunlaşmış, ona göre malzeme toplamıştım: Anadolu-Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Efsanelerin Tip Kataloğu Bu uzun adlı tezi sunmadan önce 1977 Mayısında yabancı dil sınavını vermiştim Bilim kurulu tezimi kabul edip beni 28-29 Kasım 1977 tarihlerinde sınava çağırmıştı Prof Dr Ali G Akıncı’nın başkanlığındaki profesörler Ş Elçin, S Olcay, Ö F Akün ve Talât Tekin’in huzurunda sözlü sınavı ve deneme dersini vermiş, başarılı bulunmuştum Bu tezim, 1980 yılında Kültür Bakanlığınca yayımlanmıştır
Nice dersler, nice makale ve bildiriler, nice kitaplar… Yıllar akıp gitmektedir 13 Mart 1988’de profesörlük yabancı dil sınavını verdim Ancak, dönemin bir kuralı vardı: Kendi üniversitende profesör olamıyorsun YÖK’ün, Selçuk Üniversitesi adına verdiği ilana başvuruyorum Kadirlili Âşık Halil Karabulut adlı çalışmamı “Başlıca eser” olarak sunmuştum Profesörler Ş Elçin, Umay Günay ve Abdurrahman Güzel’in raporlarıyla profesörlüğe yükseltilmiş oldum
Konya’ya gelişimin üzerinden bir ay geçmeden, kısa bir süre vekâletle yönettiğim kardeş kurum Eğitim Fakültesinde dekanlığa başladım Altı yıldan fazla süren bu yöneticiliğimin kayıpları yanında ‘insan’ı tanımam açısından çok büyük kazançları da oldu Bu arada, benden önce başlatılan, hatta yönetmeliği bile yayımlanmadığı hâlde bazı kurumlardan kitap bağışı isteyen bir araştırma merkezi vardı Her şeyi sil baştan edip sıfırdan işe koyuldum İki arkadaşımızla hazırladığımız Selçuk Üniversitesi Türk Halk Kültürü Uygulama ve Araştırma Merkezinin yönetmeliği 12 Ocak 1989’da Resmî Gezete’de yayımlandı 25 Ocak’ta atandığım başkanlık görevim dördüncü defa uzatıldı Merkezimize bir uzmanlık kitaplığı kurdum, öğrencilerimizin destekleriyle oluşturduğumuz bir ses arşivine kavuştuk Burada ses kayıtları bilgisayar ortamına aktarılarak daha kolay yararlanılabilir hâle getirildi Merkezimizin yönetmeliği pek çok üniversitemizce örnek olarak alındı
Dekanlığımın sona ermesi üzerine (9 Aralık 1994) Fakültemdeki görevime döndüm, hem de bölüm başkanı olarak… Uzun yıllar tek profesör olarak süren bu görevim, Aralık 2003’te, ilk ve son defa, ana bilim dallarınca gönderilen teklif yazılarıyla uzatıldı Bu son dönem dolmadan, kısmet olursa, 20 Mart 2006’da emekli olacağım
Çaybaşı Caddesi’nde başlattığım hayat yolculuğumu yerleşkemin başkanlık odasında üç nokta ile beklemeye alıyorum…
Dediğim gibi, uzun oldu olmasına ama beni tanımak için bunların bilinmesinde yarar vardır Şunu açık kalplilikle söylemek isterim; bu yazılanlara eklenecek o kadar çok şey daha var ki… Ama sayfa sayımızın sınırlı olması, kalanları bir “hatıra” kitabına aktarmamıza yol açmıştır
- Halk edebiyatı çalışmalarına nasıl ilgi duydunuz? Bu alandaki çalışmalarınıza ne zaman başladınız?
Şiiri çok severdim çocukluğumda Ağabeyimin aldığı, 7 Gün dergisinde rahmetli Nihad Sâmi Banarlı’nın bir köşesi vardı İşte o köşe benim çok ilgimi çekiyordu İlkokul kitaplarımla dergilerimde de güzel şiirler yer alıyordu Ben, hiçbir ayırım yapmadan bu iki ayrı dünyanın şiirlerini boş bir “okul defteri”ne yazıyordum
Masallarla tanışmam okul öncesine rastlar; ninem Safiye Sakaoğlu’ndan dinlemiştim ilk örneklerini Âşık şiirini tanımam ise ortaokul Türkçe kitaplarıyla gerçekleşti İlkokuldan getirdiğim şiir zevkim Karaca Oğlan’la, Süm­manî ile birleşiverdi O yılların şiirlerini çok iyi hatırlıyorum Bunlardan, Pir Sultan adına türkü olarak TRT dağarcığına girdiği için bir türlü Karaca Oğlan’a mal edemediğimiz, “Dinle sana bir nasihat edeyim”i, kitaplarda Süm­manî adına kayıtlı olan, “Şu karşıki yüce dağlar”ı unutmam mümkün mü? Bunlar belki halk edebiyatına karşı ileride filizlenecek ilk tohumlardı
Bir güzel olayı daha anlatmak isterim Yıl 1958’in sonları, belki de 1959’un başları… Konya Lisesinin 83 kişilik tek 6 edebiyat şubesinde öğrenciyiz (6 Fenler A ve B diye 40’ar kişilik iki sınıfta okuyor!) Edebiyat öğretmenimiz, Ticaret Lisesinden geliyor: Cahit Öztelli Ben Öztelli’yi, Ticaret Lisesinde okuyan, bir yaş küçüğüm amcamın oğlu İsmail dolayısıyla tanıyorum Rahmetli sınıf arkadaşımız Lâtif Çakıcı pire gibi biri… Bir gün oturup karar aldık Edebiyat derslerinin bir saatinde özel bir halk edebiyatı programı sunacağız Önce nelerin anlatılacağı, nelerin örneklerinin verileceği konusunu belirledik Sonra, can sıkıcı olmasın diye örneklerin bir bölümünü arkadaşlarımıza sundurmaya karar verdik Masallar, fıkralar, atasözleri, bilmeceler ve daha neler… O dersin programını hâlâ saklarım
Bu alanda çalışmaya başlamamın tarihi ise, biraz önce de dediğim gibi, Atatürk Üniversitesindeki dil asistanlığımdan halk edebiyatı asistanlığına geçişimle yakından ilgilidir Başlayış o başlayış…
Hemen şunu belirteyim; İstanbul’daki öğrencilik yıllarımızda, boş derslerde hemen bir “fırt” uğrayıverdiğimiz Sahhaflar Çarşısı’ndan aldıklarım arasında âşık edebiyatıyla ilgili olanlar da vardı, halk edebiyatı ile ilgili olanlar da…
Bu konu ile ilgili son bir cümle… Benim kuşağım, üniversite yıllarında ne halk edebiyatı dersi gördü ne de âşık edebiyatı dersi…
-Yetişmenizde rolü olan bilim ve kültür adamları kimlerdir?

Yetişmemde çeşitli bilim dallarına mensup hocalarımın önemli rolleri oldu Hiç şüphesiz Prof Arat bunların başında gelmektedir Bizim Fakültede öğrenciler dört sertifikayı tamamlayarak mezun olurlardı Bunlardan üç tanesi üç yıl süreli idi Sonuncusu ise tez hazırlayacağınız sertifikayla ilgili olup dört yıl sürerdi Sizin sonuncu yılınız, sadece tezinizin yöneticisinin dersine girerek tamamlanırdı Koskoca sınıftan Prof Arat’ı üç kişi seçmiştik: Nahide, Atila ve ben Atila pek derslere gelmezdi; Nahide’yle ben devamlı öğrenciydik Arat Bey ikimize âdeta özel ders verirdi Anlattıkları hem bilimdi, hem de hayat tecrübesi idi Tez aşamasında ise hocam, bazı günler evine gelmemi, orada çalışmamızı isterdi
Prof Kaplan’ı zaten lisans yıllarımdaki derslerinden tanırım Hatta onun farklı konuları işlediği öbür sınıflarındaki derslerine de girerdik Doktora hocam olduktan sonra onu daha yakından tanıma şansını yakaladım İstanbul’a çalışma için gittiğim yıllarda, her cumartesi, 1500-1700 arasında beni Moda’daki evinde kabul ederdi Onun çalışma ortamı da beni etkilemiştir
Prof Elçin’i, üniversiteyi bitirdikten birkaç yıl sonra tanıdım Henüz doçentti Sonra çok iyi iki dost olduk İlerlemiş yaşında bile bir şeyler yapmak istemesi, millî konulardaki duyarlılığı beni etkilemiştir
Bu soruyu şöylece sonuçlandırabiliriz: Her hocamın kaptığım özellikleri vardır Prof Ergin’in ders anlatması, Prof Timurtaş’ın hoşgörüsü, Tarlan’ın metin incelemesi, Prof Tanpınar’ın ders anlatma sırasındaki daldan dala konması, Prof Akün’ün konulara derinlemesine inmesi vb
- “Masal, fıkra ve efsane benim bilim hayatımın üç vazgeçilmez güzelliğidir” demişsiniz Bu alanda yaptıklarınızı ve yapmak istediğiniz hâlde yapamadıklarınızı anlatır mısınız?
Galiba bu güzel konuşmanın sonunda yayımlanmış kitaplarımın listesini de isteyeceksiniz Bu sebeple fazla ad vermeden sorunuzu cevaplandırayım Hayatımı anlatırken de söylemiştim; benim doktoram masallar üzerinedir Doçentlik çalışmamı ise genelde efsaneler üzerine, özelde taş kesilme motifine yer veren efsaneler üzerine kurmuştum Bu çalışmanın sonundaki tip kataloğu ise dünyada benzeri olamayan bir çalışmadır Benim beş masal, dört efsane kitabım var Fıkra ise bir yandan Nasreddin Hoca, bir yandan da yöre tipleri olarak ilgimi çekiyordu Bu alanda tek kitap yayımladım İki yıl sonrası için Nasreddin Hoca kitabı hazırlıkları sürüp gidiyor Yapamadıklarıma gelince… Vallahi buraya pek çok “yapamadığım” giriyor Mesela Konya masalları, mesela Türk masalları tip kataloğunun uluslararası ölçülere uygun biçimde hazırlanması, Türk efsaneleri tip kataloğu vb Ancak, bunları yapamasam bile hayalini kurarak alt yapısını oluşturup gelecek kuşaklara armağan etmek güzel bir duygu
- Türk Dil Kurumunda yaptıklarınız, yapmak istedikleriniz nelerdir?
Türk Dil Kurumuna yaptıklarımı, üniversite öğrenciliği yıllarıma kadar götürebiliriz Rahmetli Ömer Asım Aksoy’un öncülüğünde başlatılan atasözlerimizi ve deyimlerimizi derleme seferberliğine genç bir öğrenci olarak ben de katılmıştım Bölge Ağızlarında Atasözleri ve Deyimler adlı kitabın ikinci cildinin başındaki, “Derleyici adları, nerelerden derleme yaptıkları ve gönderdikleri söz sayısı” bölümünde ‘Konya’ başlığı altında adımın karşısında 60 sayısı yer almaktadır
1983’te bilim kurulu üyesi olduktan sonra, Ad Bilimi Çalışma Grubunun üyeliğini, iki ayrı dönemde de başkanlığını yaptım Erzurum’da bulunduğum yıllarda, özellikle kış aylarında düzenli olarak Ankara’ya gelmek zor olduğu için pek fazla görev alamadım Yabancı Kelimelere Karşılık Bulma, İmla ve Yayın Komisyonları; Atatürk ve Türk Dili ile Halk Bilimi Metinleri Çalışma Gruplarında görev aldım 1996-1999 yılları arasında bir dönem yürütme kurulu üyesi seçildim Daha sonraki dönemde de bir boşalma sonucu, yeniden aynı göreve getirildim Uzun zamandan beri Türk Dili dergimizin yazı kurulu üyeliğini yürütüyorum Bir ara da, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi’nin yazı kurulunda görevli idim
Kurum yayınları arasında yer alması için gönderilen eserlere de raporlar yazdım Bu arada üç kitabım kurum yayınları arasında yer aldı: W Radloff-I Kúnos’un Proben 8’ini alfabemize aktardık (Metin Ergun ile), Cumhuriyetimizin 75 yılında âşıkların Cumhuriyetimize bakışını anlatan şiirlerden oluşan bir antoloji hazırladık (Zekeriya Karadavut ile) Son olarak da, alanında, dilimizde ilk defa olmak üzere özgün bir çalışmam yayımlandı: Türk Ad Bilimi I / Giriş
Yapmak istediklerime gelince… Türk Dil Kurumunun arşivinde bulunan ve doktora çalışmalarım sırasında yararlandığım masal derlemelerini kitaplaştırmak, ad bilimi kitabımın devamı olan Ad Yazıları’nı tamamlamak, ad ve soyadlarının hikâyelerini kitap hâline getirmek


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.