Ozanlarımız (B-C-D-E) |
06-24-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Ozanlarımız (B-C-D-E)EŞREFOĞLU RUMİ Gelse celalinden cefa Yahut cemalinden vefa İkisi de cana safa Senden hem ol hoş hem bu hoş Asıl adı Abdullah olan Eşrefoğlu Rumi'nin doğum yılı bilinmiyor Babası Ahmet Eşref'in Mısır'dan geldiği ve bir Mısır'da kalan bir Türk ailesinin çocuğu olduğu sanılıyor Eşrefoğlu Rumi, İznik medreselerinde öğrenim görmüş, öğrenimini bitirdikten sonra da yine İznik'te Çelebi Mehmet medresesinde müderris adayı olmuştur Daha sonra Ankara'ya giderek Hacı Bayram-ı Veli'nin tekkesine girip kendini tasavvufa verdi Hacı Bayram'ın kızı ile evlendi Bir süre sonra Hacı Bayram tarafından Hama'ya gönderildi Orada da tasavvufla uğraştı Yetiştikten sonra Bursa'ya gelerek bir tekke kurdu ve Eşrefiyye tarikatını yaymaya başladı 1470'te İznik'te öldü Yunus Emre yolunda yürüyen Eşrefoğlu, şiirlerinde temiz bir Türkçe kullanır 1 Aşıklar iki cihanda Nefs muradın almayalar Ağlayalar dün ü günü Şad oluban gülmeyeler İlm ü kemal terk edeler Dostla ahdi berk edeler Yüz tutup dosta gideler Aldanuban kalmayalar Sekiz uçmak bezeklerin Hur u kusur u köşklerin Arzedeler aşiklara Her giz nazar kılmayalar Aşıkların maşuk ile Candan öte esrarını Şol sır içinde sırrını Feriştehler bilmeyeler Aşıklar dost didarını Kanda baksalar göreler Musi'leyin münacata Tur'u tayin etmeyeler Tur ne hacet aşıklara Çün her yerde maşuk bile Daim münacat ideler Bir dem ayru olmayalar Vahdet-i sırfa erenler Ol dost ile dost olanlar Ol denizde gark olanlar Ad u sana gelmeyeler Eşrefoğlu Rumi'sin der Aşk içinde mahvolagör Ta ki sen de senlüğünden Zerre ayar bulmayalar 2 Cana cefa kıl ba-vefa Senden hem ol hoş 'hem bu hoş Ya derdin gönder ya deva Senden hem ol hoş hem bu hoş Hoştur bana senden gelen Ya hilat ola ya kefen Ya taze gül yahut diken Senden hem ol hoş hem bu hoş Halimi bir dem soragel Diler isen bağrımı del Ey lutfü hen kahrı güzel Senden hem ol hoş hem bu hoş Ya bağ u ya bustan ola Ya bend ü ya zindan ola Ya vasl u ya hicran ola Senden hem ol hoş hem bu hoş Gelse celalinden cefa Yahut cemalinden vefa İkisi de cana safa Senden hem ol hoş hem bu hoş Gahi nüş u gahi niştir Gahi merhem gahi niştlr Eşrefoğlu kim derviştir Senden |
Ozanlarımız (B-C-D-E) |
06-24-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Ozanlarımız (B-C-D-E)(Bayburtlu) Emrah* Çağrışır bülbüller gelmiyor bağban Hoyrat dost bağından gül aldı gitti Yüz bin mihnet çektim bir bağ bezettim Yari ben besledim el aldı gitti Nazlı yardan kem haberler geliyor Dostlarım ağlıyor düşmanlar gülüyor Dediler ki sefil Emrah ölüyor Kimi kazma kürek bel aldı gitti Aşık tarzı "on yedinci asırdan Divan Edebiyatıyla Halk Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı unsurlarının karışımından hasıl olan muhtelit bir mahsüldür XIX asırdan Anadolu'da yetişmiş birçok saz şairi arasında Dertli, Bayburtlu Zihni ve Erzurumlu Emrah en tanınmışlarıdır" Erzurumlu Emrah XIX asrın birinci yarısında yaşamıştır Araştırıcılar, Erzurum'lu olduğu konusunda ortak bir noktada buluşmuşlardır Kendisi divanındaki bir gazelinin sonunda: Ne aşıklar çıkuptur Erzurum'dan lik Emrah'ı Bu esnada hakikat bezminin üstadı ben çıktım beytiyle Erzurum'lu olduğunu belirtmiştir Erzurum'dan Yavı Nahiyesi'ne giden yol üstünde Tanbura Köyün'de dünyaya gelen Erzurumlu Emrah'ın doğum tarihi hususunda ihtilaf vardır Emrah'ın hayatı belirsizlik içindedir Klasik halk şairlerinden Tokatlı Nuri ve Erzurumlu Erbabi ile aynı yüzyılda yaşamış bulunduğuna onlarla müşterek hayat sürdüğüne bakılırsa, 1230-1235 m1815-1820 seneleri arasında doğduğuna hükmedeceğiz Bazı araştırıcılar Tokatlı Nuri, ile aynı yüzyılda yaşadığına bakarak 1230-1235 m1815-1820 yılları arasında doğduğunu kabul ediyorlar Halbuki Emrah, Tokatlı Nuri'nin ustası olduğuna göre ondan daha yaşlı olması gerekir Kendisi şu beytiyle: Hubb-ı dehr-i (Emrahi) müşkül maceradır galiba Geçti sinin elliyi bu maceradan geçmedin Elli yaşından fazla yaşadığını söylüyor; halk rivayetleri de yaşını yetmiş beşten aşağı düşürmüyor 0 halde bizim bulduğumuz kitabeye göre 1271 m1854'de öldüğü düşünülürse 1191-1196 m1781-1786 yılları arasında doğduğunu kabul etmek gerekirse de, on sekizinci asrın son yılları içinde doğduğunu söylemek daha doğru olur Emrah saz şairleri hakkında duyduğu hikayelerin etkisi altında büyür Bu sebeple seyahat etme arzusuna kapılır Küçük yaşta köyünden ayrılır ve medrese eğitimi için Erzurum' a gelir Kelamın fehm eylesinler bu müseddesten Bu feyz-i almışım Emrah bir şeh-i mukaddesten diyen Emrah, Nakşibendi Tarikatının Halidiye kolunu kuran Şeyh Halid'e bağlanarak, onun fikir ve telkinlerinden de feyz alır Arapça ve Farsça sözcükleri, deyimleri öğrenmeye çabalar, aruz veznindeki ses dalgalanmalarını sezinler gibi olur Fakat medresenin kasvetli ve esrarlı havasına daha fazla dayanamayarak köyüne geri döner Köyünün kendisine yabancı geldiği hissine kapılarak, deve tüyü rengi abası, beyaz keçeden külahını çevreleyen ince sarığıyla yollara düşer Bayburt ve Gümüşhane'ye uğrayarak Kop üzerinden Trabzon'a varır Pazar kapısındaki azlumoğlu'nun kahvesinde saz çalıp yöre halkının gönlünde yer etmiştir Değimendere taraflarında bir gezisinde Güleser isminde bir çingene kızına aşık olur Fakat anne ve babası kızları Güleser'i saz çalıp türk'ü söyleyen sefil bir dervişe vermek istemezler Bu yüzden oradan ayrılırlar Aşık olduğu kızın izini kaybeden Emrah Trabzon'da kalmak için bir nedeni olmadığını düşünerek oradan ayrılır, köyüne geri döner "Kastamonu'da cıkan Açık Söz gazetesinde Arif Efendizade Ziyaddin Efendi'nin Emrah hakkındaki bir yazısına göre: Emrah hicri 1253 m 1837-1838 senesinde Kastamonu'ya gelir" Kastamonu'nun zenginlerinden Alişan Bey adında bir zatın himayesine girer ve Alişan Bey'in yardımları ile aşk gücü olmaksızın bir evlilik yapar Emrah Alişan Bey'e ölümünden sonra: Bir zaman bu bezmden çok Alişanlar var idi Çok şecaat sahibi sahip-kıranlar var idi Böyle virane değildi gördüğüm gülzarlar Bunda tezyin-haneler aıı mekanlar var idi Kanda kalmış bilmezem bu gülşenin ranalan Nice servi kad1iler nevres ci vanlar var idi mısralarıyla sevgi ve bağlılığını dile getimiştir Alişan Beyin ölümünden sonra yanıp yıkılan Emrah, artık Kastamonu'da durmaz ve yollara düşer Konya ve Niğde civarlarında dolaştıktan sonra Sivas'a ulaşır "Gelmeseydim keşki sağlık ile Sivas'a ben" diye şikayet etse de Sivas'ta uzun süre Bengiler de Saatçıoğlu Hanesi'nde kalarak, havuzlu kahvede Sivas'lıların gönlünde taht kurar Bu şehirde Mahi isminde genç bir dula gönlünü kaptırır Yörenin hatırı sayılır kişilerinden Hacı Ali Bey sayesinde Mahi Hanımla evlenir Uzun yıllar mutlu bir yaşam sürerler Mahi Hanım'ın ölümü Emrah'ı Sivas'tan ayrılmaya mecbur kılar Bize gam yutturdu sahha-yı hicran Bilmem bu ayrılık gider mi böyle Ben mi tedbirimde eyledim noksan Yoksa tecella-yı kader mi böyle diyerek Sivas'tan ayrılır Tokat Niksar'a gelir Niksar'da da Acın Kız denen yaşlı bir kadınla evlenir ve ömrünün sonuna kadar Niksar' da kalır Erzurumlu Emrah'ın doğum tarihinde olduğu gibi ölüm tarihinde de bir takım ihtilaflarla karşılaşıyoruz Niksar'da Karşıbağ Mahallesi Tekke Bayır'ında kabristanın başında bulunan ve Tokat ulemasından Abdurrahman Hıfzı Efendi'nin yazdığı kitabeye göre 1271 m185-1855 yılında öldüğünü anlıyoruz Ahsenullah şemme-i hayrül-vera Rahm-ı aşkta eylemiş canın feda Fakr-ı fahriden giyinmiş hırkayı Hem muhibb-i zümre-i Al-i aba Levha-i kalbinde hikmet çeşmesi Meb'edip dil teşneler eyler seka AIem-i gayb'el-guyubun nağmesin Ruh-i akdesten okur Davut-eda Şair-i Rum idi gerçi ol edip Şark ile garba okudu essela Gel tavaf et Hıfzı ruh-i Kabe'yi İşte kabr-i hazret-i (Emrah baba) 1271 m 1854-1855 Buna rağmen EmJ-ah'ın Çaııkırılı Şair Sabri'nin ölümü için söylediği ve : Ey gelen bu aşık-ı dildade kabristanına Oku birkaç fatiha, bahşet o zatın canına beyti ile başlayan vefat tarihini bildiren son beyt : Ben de cevher kilk ile Emrah'ı (Sabri) tarihin Ruhu şad olsun deyü yazdım felek divanına olup hicri 1277 m186O-1861 tarihi göstermektedir Bu hale göre Emrah 1277 m1860-1861'de sağdır Bu vesika kitabedeki (l271) m1854-1855 tarihinin yanlışlını ve ölümünden hayli sonra yazıldığı iddiasını doğrulamaktadır Vahit Lütfü'nün (Yeni Türk İst 1938 c6,sayı 6ı,sı291-ı296) de Emrah'ın kitabesini yazanın Tokatlı olmayıp Köprülü Şair Hıfzı olduğunu iddia eden makalesinden anlaşıldığına göre bu Hıfzi'da XX asır başlarında sağdır Birçok yerler gezen Köprülülü Hıfzi, belki de Halil Rami Efendi' nin Niksar' da bulunduğu sırada Oraya gelmiş ve kitabeyi yazmış olabilir Böyle de olsa kitabenin Emrah'ın ölümünden çok sonra yazıldığını bununla beraber yine 1271 m1854-1855 tarihinin yanlış olduğunu ispat eder Böylece halk rivayetlerine dayanarak yazılan kitabedeki tarihin yanlış olabileceğini belirttikten sonra Emrah'ın asıl ölüm tarihini verelim Şimdiye kadar hiç bir yazarın dikkatini çekmeyen aşağıdaki vesika Ahmet Talat Bey'in ''Halk Şiirinin Şekil ve Nevi İst 1926 s93" ve "Tokatlı Aşık Nuri Çankırı 1933 s183" kitaplarından çıkmıştır Fakat araştırıcılar Emrah ile aynı dönemde yaşamış olan halk ozanlarının ve çıraklarının eserlerinden faydalanmayı düşünmemişlerdir Halbuki Emrah'a kuvvetle bağlı olan çırağı Tokatlı Nuri'nin ustasına muhakkak bir tarih düşürmesi gerekirdi Klasik Edebiyata ustasından daha çok vakıf olan Nuri için bu imkansız değildi Keşfoldu bahar-ı çimenistan-ı nezaket Gösterdi yine gülşene gül bu-yi letafet Baştan başa dünyayı sürur aldı temamet Erdikte cihan bağına ezhar-beşaret Aldı dil-i bülbülleri bir nale-i hasret Bilmem ne alamettir eya serv-i kaamet Matlalı ve yedi bentli müseddes baharivesinin son bendinde : Gördükde o serv-i kaddi nevreste nihali Can bülbülünün kalmadı cisminde mecali Keşfoldu sühan bağı cihan bağı misali Var olsun dilde hemen aşk-ı kemali İnci ile mücevher gibi bu tarih-i sali (Nuri) ne güzel söylemiş üstadına rahmet 1277 m1860 diyerek hakiki ölüm tarihini ortaya koymuştur Bu suretle yukarıda yanlışlığını ispata çalıştığımız kitabe tarihinin bir değeri kalmadığı kendiliğinden meydana çıkmış oluyor Yalnız bir nokta biraz şüpheli görülmektedir Emrah'ın Çankırılı Sabri için yazdığı manzume de aynı tarihi ihtiva etmektedir Demek ki Emrah, yaşlılığına rağmen yaptığı kısa seyahatlerden birinde Çankırı'ya kadar gidip, aynı yıl içinde Niksar'a geri dönüyor Belki de Tokatlı Nuri ölümü sırasında yanında bulunuyordu Ahmet Talat Bey (Tokatlı Aşık Nuri Çankırı 1933 s59-60 ) şöyle diyor : Beşiktaşlı Gedayi de Emrah çıraklarındandır Emrah vefat ederken Nuri'ye sazını ve sözünü, Gedayi'ye de kalem ve kuvve-i hafızasını miras bıraktığını söyleyerek hayata gözlerini kapamış ve Nuri'ye Anadolu'dan çıkmamasını Gedayi'ye de Rumeli'ye gidip oradan dönmemesini vasiyet etmiş Birçok araştırmacının kitabeye dayanarak verdiği 1271 m1854-1855 yılı Emrah'ın hakiki ölüm yılı olmayıp Tokatlı Aşık Nuri'nin verdiği 1277 m 1860 yılı hakiki ölüm yılıdır *Not: Erzurumlu Emrah olarak bilinen şairin aslen Bayburtlu Emrah olduğu belirtilmektedir Konuyla ilgili bilgi aşağıdadır BAYBURTLU EMRAH Divan Edebiyatında olsun, Halk Edebiyatında olsun seçkin bir yeri olan Bayburtlu Emrah, ?1775 yılında Bayburt İli’ne bağlı Aksaçlı (Haşıya) köyünde doğdu Ailesinin tek çocuğu olan Emrah’ın anası Erzurum’un Tambura köyünden, babası ise Bayburt İli’ne bağlı Konursu kasabasından “KARAOĞLU” Ailesindendir Ailesinin çok fakir olması nedeniyle Bayburt’un Kaleardı Mahallesi’ne gelip, burada bir süre marabalık yaparlar Kaleardı’ndan da Bayburt’un Aksaçlı köyüne gidip, burada yerleşirler Ailenin biricik oğlu oğlu olan Emrah’da bu köydeyken doğar Çocukluğunu burada geçirirken babası Aksaçlı köyünde ölür Kimsesiz, çaresiz kalan anası yetim kalan oğlunu alıp, Erzurum’un Tambura köyüne götürerek , ilim öğrensin diye HACI HAŞIL EFENDİ’nin dergahına verir Bayburtlu olduğunu hiçbir an unutmayan Emrah; Bayburtlu’luğunu hiçbir an gizlememiş, gurbette hep çocukluğunun ilk yıllarını geçirdiği yeri Aksaçlı köyünün dağlarını, bayırlarını, şiirleriyle dile getirmiştir Aynı dönemde yaşayan Bayburtlu Zihni ( 1797-1859 ) gibi O’da Bayburt’unun özlemini çekmiş, şiirlerinde Çini Mescit Kalesi’ni, doğup çocukluğunu geçirdiği , babasının mezarının bulunduğu kendi köyü Aksaçlı’yı unutmamış, “Divanyurdu” Dağlarını şiirlerine sokmuştur Erzurumlu olması durumu ; O dönemde Bayburt’un Erzurum’a bağlı olması ile ilgili olup, diğer bir önemli nedeni ise : Anasının Erzurum Tambura köyünden olmasıdır Gerçek anlamıyla Bayburtlu Emrah’ın kendisini yetiştirmesinde buradaki Hacı Haşıl Efendi’nin oldukca büyük katkıları olmuştur Bayburtlu Zihni’nin Erzurum’dan söz eden şiirleri yanında Bayburt’u konu eden şiirleri günümüze kadar ulaşmamış olsalardı, O’da “Erzurumlu Zihni” olarak tanınacaktı Kaldıki : “ Erzurumlu Şairler ” konu edildiğinde, birçok yerde : Bayburtlu Zihni’ye yer verilmiş olduğu da ayrı bir gerçektir Medrese öğrenimini Erzurum’da tamamlayan Emrah, birçok Anadolu şehrini dolaşıp, Niksar’a yerleşmiştir 1860 yılında Niksar’da ölen aşığımızın kabri, Tekkebayırı Mezarlığı’nda Ali Pehlivan Türbesi’nin yanındadır Bayburtlu Emrah’tan geriye ( günümüze ) kalan: “ Erzurumlu Emrah’ın Divanı ” adlı bir yapıtıyla, inançla yoğrulmuş, tatlı-temiz anılarıdır Bayburtlu ( Erzurumlu ) Emrah’ıın şiirleri ile Ercişli Emrah’ın şiirleri birbirlerine karıştırıldıkları olmuş ise de, araştırıldığında gerçekler ortaya çıkartılabilmektedir Bayburtlu Emrah’ın doğum yerinin “BAYBURT” olduğunu araştırmak; belgelerin ortaya serilmesi ile sağlamlaştırmak; ap-ayrı bir çalışma olacağından, ayrıca buraya alınmasına gerek görülmemiştir Veysel GİDER Çağrışır bülbüller gelmiyor bağban Hoyrat dost bağından gül aldı gitti Yüz bin mihnet çektim bir bağ bezettim Yari ben besledim el aldı gitti Nice mihnet çektim bin daha gerek Hayli ômür ister bir daha görek Nazlı yarim aldı o kanlı felek Aktı gözüm yaşı sel oldu gitti Nazlı yardan kem haberler geliyor Dostlarım ağlıyor düşmanlar gülüyor Dediler ki sefil Emrah ölüyor Kimi kazma kürek bel aldı gitti Dedim dilber didelerin ıslanmış Dedi çok ağladım sel yarasıdır Dedim dilber ak gerdanın dişlenmiş Dedi zülfüm değdi tel yarasıdır Dedim dilber sana yazılmış kanım Dedi niçün böyle edesin sultanım Dedim teşne vermiş ince miyanın Dedi ben sarıldım kol yarasıdır Dedim seni saran serini vermiş Dedi beni saran murada ermiş Dedim peri yanaklarının kızarmış Dedi çiçek sokdum gül yarasıdır Dedim dilber Emrah aklımı aldın Dedi sevdiğine pişman mı oldun Dedim dilber niçin sarardın soldun Dedi hep çekdiğim dil yarasıdır |
Ozanlarımız (B-C-D-E) |
06-24-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Ozanlarımız (B-C-D-E)Ercişli Emrah Seherde uğradım ben bir güzele Dedim sarhoş musun söyledi yoh yoh Ağ elleri boğum boğum kınalı Dedim bayram mıdır söyledi yoh yoh Dedim sırma nedir dedi telimdir Dedim İnce nedir dedi belimdir Dedim Emrah nedir dedi kulumdur Dedim satar mısan söyledi yoh yoh Hayatı 'bir masalın sisli, görüntüleri arasında gömülü kalan Ercişli Emrah, Erzurumlu Emrah'la karıştırılmıştır XVII Yüzyılın ilk yarısında yaşadığı sanılan Ercişli Emrah, Erciş kafesine bağlı bir Karakoyunlu köyü olan Egans'ta doğmuştur Erciş kalesinin başbuğu Miroğlu'nun sazcısı Aşık Ahmet'in oğludur Genç yaşta Miroğlu'nun kızı Selvihana aşık olarak sevgilisinin ardından İran ve Azerbaycan'ın batı kesimlerini gezmiş, gördüklerini duru bir Türkçe ile anlatmıştır Emrah ile Selvihan hikayeleri Doğu ve Güney Anadolu'da birbirinden farklı beş ağızda söylenmektedir Bu ağızları karşılaştıran Ali Saraçoğlu aşağıdaki belirlemeleri yapmaktadır: Emrah ile Selvihan hikayesinin Erzurum ağzı yedi, Erciş ağzı Emrah ile Selvihan hikayesi ise başlıca on parçaya bölünebilir Aşk, her iki ağızda da bir nevruz sabahı başlar Emrah, Çelebibağı (Ercişin 5 kilometre batısında, Van gölü sahiline kurulmuş tarihi bir köy) yöresinde Şeker bulağının üstünde, uyurken pir elinden pir dolusu bade içerek Selvihana aşık olur Erzurum anlatışında sevenler Emrah, Şah Abbas, Tiflis hakimi Kuğu Han'ın oğlu Mirze Ali, Sevilen: Selvi, Aldatıcı Kuğuhan ve Selvi'nin kardeşleri, Yardımcı: Yağıp Han, Selvi'nin tayası Nazlı, Emrah'ın babası Aşık Ahmet'tir Erciş anlatışında Selvi'nin kardeşleri yoktur Gaziantep anlatışında (Ali Rıza Yalgın derlemesi) Aşık Ahmet Erciş'e hariçten gelir Selvi İran padişahının kızıdır Emrah, Erciş'te bade içerek İran'a Selvi'yi aramaya gider Hikayenin kahramanları Emrah, Selvi, Aşık Ahmet, Serverşah, Acemşah, Haramiler başı Ahmet Turan'dır Erciş anlatışı ile Gaziantep anlatışının birlik motifi, Emrah'ın esirliğidir Gaziantep anlatışında Emrah Haramiler başı Ahmet Turan'ın, Erciş anlatışında ise Ağrı dağında bir mağarada Kurtlarının başının elinde uzun zaman esir olarak kalır Erciş anlatışında "Selvi" adı "Selbihan" olarak geçer Erciş ve Erzurum anlatışlarının birleşik motifi önceleri Selbihan-Selvihan'ın aşık olan Şah Abbas'ın, sonradan Emrah'ın ve sevgilisinin koruyucu ve kurtarıcıları oluşudur Yedi, parçaya bölünebilen Erzurum anlatışının ikince ve üçüncü kısımlarında Emrah üç defa hasım aşıklarla meydanlaşır 1- Erciş'te Miroğlu'nun sarayında babası Aşık Ahmet'le 2- Horasan'da Hasan Han'ın divanında Lezgi Ahmet'le 3-İsfahan'da Şah Abbas'ın huzurunda Aşık Abbas'la Emrah, bu üç meydanlaşmada da hasımlarını mat ederek sazlarını almaktadır Ali Rıza Yalgın derlemesinde Emrah, Koca Aşık ve Servarşah ile meydanlaşmakta, her ikisini de mat etmektedir Bu iki hikayede ve şiirlerinde Divan tesiri yok denecek kadar azdır Emrah ile Selbihan hikayesinin Erciş ağzı: 1- Emrah'ın çocukluğu, 2-Babası ile Miroğlu'nun divanında meydanlaşması, 3- Şah Abbas'ın veziri Şah Budak'ın Van kalesini muhasarası, 4- Şah Budak'ın adamlarının Erciş'te, Hayvan bahçesinde Selbihan'ı kaçırarak İran'a götürmeleri, 5- Emrah'ın Selbihan'ı aramaya çıkması ve Şah Abbas'ın yanında bulması, 6- Emrah'ın Şah Abbas'ın aşıkları ile meydanlaşması, 7- Erciş'e dönüş, 8- Kuğuhan'ın oğlunun Selbihan'ı kaçırması, 9 Emrah, Kuğuhan'ın yüzünde ve işkencede, 10- Yağıp Han'ın yardımı ile Emrah'ın zindandan kurtuluşu, ikinci dönüş ve son parçalarına bölünmüştür Her üç anlatışta da adlarının değişik olmasına karşılık bazı kahramanlar aynı hareketlerde bulunmakta, aynı olaylara sebep olmaktadırlar Bunlardan başka adları ve sebep oldukları olaylar aynı olan kişiler üç hikayede de esas kahramanlardır Hikayede sözü edilen Van kuşatması 1605'te başlamış ve Kuyucu Murat Paşa'nın sadrazam olduğu 1610 tarihine kadar sürmüştür; Ercişli Emrah'ın o yıllarda aşka tutulduğu ve aşağı-yukarı 18-20 yaşlarında olduğu düşünülürse, doğum tarihinin 1585 olduğu söylenebilir Eserlerinden bazıları: 1 Ağalar gurbetten geldim Geldim ki nazanım gitmiş Sılam bana hor göründü Salınıp gezenim gitmiş İçmişim ezel şarabı Yine kavuştur yarabbi Destinde aşkın kitabı Okuyup yazanım gitmiş Hasret içtim elde bade Oldu efganım ziyade Ördek uçtu kaldı ada Göllerde yüzenim gitmiş Bir dahi saz almam ele Mailim ben tatlı dile Top zülfünü ince bele Tarayıp düzenim gitmiş Bir dahi içmeyem bade Kuzum seni vermem yade Süt beyaz üstüne sade Giyinip tozanım gitmiş İstemem bahçeyi bağı İçirdiler bana ağı Beyaz fese penhe bağı Bağlayıp gezenim gitmiş Bu dünya böyle kalırsa Küffardan öç alınırsa Va'de gelüben ölürsem Mezarım kazanım gitmiş Dün gece gördüm düşümde Civan duruyor karşımda Tarihim mezar taşımda Okuyup yazanım gitmiş Emrah eder nedir bela Baba düştüm gurbet ele Yine saz alayım ele Eyveh ki nazanım gitmiş (Emrah der ki hele hele Baba kalk gidelim yola Bir daha saz almam ele Sazımı düzenim gitmiş) 2 Bir (y)iğit gurbete çıksa Gör başına neler gelir Sılası fikrine düşer Yaş gözüne dolar gelir Kalemnen çekilmiş kaşlar Gözümden akıttım yaşlar Yuvasın terk eden kuşlar Yuvam diyer döner gelir Emrah diyer servi boyun Hürü melem midir soyun Sürüden ayrılan koyun Kuzum diyer meler gelir 3 Seherde uğradım ben bir güzele Dedim sarhoş musun söyledi yoh yoh Ağ elleri boğum boğum kınalı Dedim bayram mıdır söyledi yoh yoh Dedim ala nedin dedi gözümdür Dedim şeker nedir dedi sözümdür Dedim alma nedir dedi (y)üzümdür Dedim öpeyim mi söyledi yoh yoh Dedim İnci nedir dedi dişimdir Dedim kalem nedir dedi kaşımdır Dedim onbeş nedir dedi yaşımdır Dedim daha var mı söyledi yoh yoh Dedim ölüm nedir dedi aynımda Dedim zulum nedir dedi boynumda Dedim turunç nedİr dedi koynumda Dedim ver ağzıma söyledi yoh yoh Dedim sırma nedir dedi telimdir Dedim İnce nedir dedi belimdir Dedim Emrah nedir dedi kulumdur Dedim satar mısan söyledi yoh yoh 3 Tutam yar elinden tutam Çıkam dağlara dağlara Olam bir yareli bülbül İnem bağlara bağlara Birin bilir binin bilmez Bu dünya kimseye kalmaz Yar ismini desem gelmez Düşer dillere dillere Emrah der ki bu günümdür Arşa çıkan tütünümdür Yare gidecek günümdür Düşsem yollara yollara 4 Uca dağların başından Perim güle güle gelir Ondört onbeş nazeninnen Elin vermiş ele gelir Yeriyip terliyip izi Humarlanıp ala gözi Deriptir deste nergizi Terin sile sile gelir Emrah diyer üç-ce bayram Olam gözlerine hayran Ya maraldır ya da ceyran Düşüp çölden çöle gelir |
Ozanlarımız (B-C-D-E) |
06-24-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Ozanlarımız (B-C-D-E)DEVRANÎ Çoktan uğramadım dostun köyüne O yar kahırlanıp küstü mü bilmem Gelip giden yoktur bir haber almam Benden umudunu kesti mi bilmem Sordum “Obasından göçtü” dediler “Bilmem hangi yana geçti” dediler “Bir hoyrat eline düştü dediler Âşık Devranî’ye küstü mü bilmem Asıl adı Hasan Tutal’dır 1928 yılında Şarkışla’nın Emlek yöresi Hüyük köyünde doğmuştur Soyu, baba tarafından Horasan’dan gelme Şeyh Merzuban-ı Veli’ye dayanır Ferhat ve Kibar’ın oğludur Babası, 1924 yılında, Zara’nın Tekke köyünden gelip doğduğu köy olan Hüyük’e yerleşmiştir Küçük yaşlarda babasını, 1959 yılında da annesini kaybetmiştir Çocukluğu yoksullukla geçmiştir Ailesine yardım için komşu köylerde çobanlık yapmıştır Köyünde okul olmadığı için okula da gidememiştir Okuma yazmayı askerlik yaptığı Sarıkamış’ta öğrenmiştir Yaşı, nüfusta büyük yazıldığı için askere dört yıl erken gitmiştir 1945 Şubatında Sarıkamış’ta askerken, şiddetli derecede böbreklerinden rahatsızlanıp ameliyat geçirmiş, doktorlar böbreğinin birini almak mecburiyetinde kalmıştır Ameliyat sonrasında altı ay Sivas’ta hava değişimine gönderilmiş, bu süre sonunda kıtası değiştirilmiş Samsun 90 Piyade Alayına sevk edilmiştir Ancak burada da rahatsızlanınca kendisine çürük raporu verilip terhis edilmiştir 1953’te Yeter Hanım’la evlenmiş bu evlilikten bir oğlu, dört kızı olmuştur 20 Şubat 1993’te Ankara’da vefat etmiştir Şiire 1945’te böbreğinin birinin alınmasından sonra başlamıştır 1947’de de sazı çalmasını öğrenmiştir Birlikte olduğu ustalardan Hasan Yüzbaşıoğlu, Âşık Veysel, Ali İzzet Özkan ve İzzat Savaş’ın şiir tekniğini ilerletmesinde büyük rolü olmuştur Aynı zamanda iyi bir saz ustası olan Devranî, yıllarca köy köy, şehir şehir dolaşıp âşıklık sanatını icra etmiştir Bununla da kalmayarak 1975 yılından itibaren Almanya, Avusturya, Yugoslavya, Hollanda, Irak, İran, Suriye gibi ülkelerde de programlar yapmıştır Şiir tekniği güçlü olup başka sosyal problemler olmak hemen her konuda şiiri vardır Defalarca ödüller almıştır Şiirlerini ihtiva eden dört kitabı çıkmıştır Dergâha Varış (1963), Uyanalım (1968), Gerçek Ozan Susmaz (1969 ve 1974), Yırtık Aba (1991) Yrd Doç Dr Doğan Kaya Eserlerinden bazıları: Bir Yanda Şimdi bizim eller yaylaya göçtü Koyunlar bir yanda yozlar bir yanda Sulağın başına kuruldu demler Kemanlar bir yanda sazlar bir yanda Güzeller halayın başından tutar Herkes sevdiğine cilve naz satar Tenhalarda gözün kırpar kaş atar Gelinler bir yanda kızlar bir yanda Ninni sesi gelir oymaklarından Dersin ballar akar dudaklarından Kırmızı gül açar yanaklarından Eda1ar bir yanda poz1ar bir yanda Obaları Besereğ’e yaslanır Gökkuyu’dan çobanları seslenir Her tarafı "çiçeklerle süslenir Baharlar bir yanda yazlar bir yanda Ağustosta serin olur havası Sarp kayalar kartalların yuvası Devranî yeşerir dağı ovası Dereler bir yanda düzler bir yanda Ali’nin Varlığı Hakkın kandilinde gizli nihanda La mekan elinde sır idi Ali Küntü kenzin hep esrarı andadır Dünya kurulmadan var idi Ali Feriştahlar kendi nurundan oldu Sen kimsin diye Cibril’e sordu Cibril bilemedi kanadı yandı Ol zaman kandilde nur idi Ali Ol vakit “Kün” dedi dünya kuruldu Ademi balçıktan yaptı yoğurdu Kendi anasını kendi doğurdu (Be) nokta altında bir idi Ali Adem’in bezminden Şit’e erişti Müminin evrakı ona karıştı Ayin oldu Yasin ile görüştü Evrakı ezelden dür idi Ali Kur’an’da Ali’dir İncil’de İlyâ Zebur’da Papa’dır Tevrat’ta Ulya Yoktan var eyledi bu cümle eşya Devranî kapında kulundur Ali Geçti Adem’den bu deme gelene kadar Nice mürsel nice ulu er geçti Kimseye kalmadı bu fani dünya Yüz yirmi dört bin peygamber geçti Adem’i Havva’dan önce yarattın Dört anasır şeş cihetten halk ettin’ Haz(i)ret-i Nuh’a bir gemi çattın Eyledin bir tufan dünya dar geçti Süleyman tahtıyla havada gezdi Nesimî Hak için postunu yüzdü Nemrut kaviminin fiiili azdı İbrahim’i nara attı nur geçti Yusuf da bir zaman zindanda yattı Züleyha aşk için peşinden tuttu Ahiri Mısır’a hükümdar etti Ağlattı Yakub’u günü zar geçti Musa’nın eline bir asa verdi Çağırdı turunda tekellüm kıldı Firavun kavmiyle deryaya girdi İnkâr etti hakkı ondan kör geçti Devranî bu sırrı anlamak gerek İnsanı her zaman güldürmez felek Kimisi kürk giyer kimisi yelek Benim de sırtıma hırka şal geçti Kocalık Haber verip kapımız çalmadan Köşenin başına çöktün kocalık Gençliğimde yanaşmadın yanıma Eğdin kametimi büktün kocalık Yokuşa yukarı sırtıma binen İnişe aşağı ayağım çelen Her düşüp kalktıkça halime gülen Bak şimdi anamı ettin kocalık İçimde yanıyor gitmez bir acı Bulunmaz derdimin yoktur ilacı Ocağ(ı)mın başına incir ağacı Getirip zorunan diktin kocalık Devranî halimi diyemez oldum İşitmez kulağım duyamaz oldum Bir lokma ekmeğim yiyemez oldum Ağzımda dişimi döktün kocalık Bu Millet Bir bütündür bölünür mü bu millet Gökte haritalar çizerek geldik Semaya yükselen Çin Setlerini Yıkıp yumruk ile bozarak geldik Akından akına durmadan koştuk Yalçın kayaları dağları aştık Haçlı ordusuyla nice savaştık O Tuna nehrini yüzerek geldik Elli bin er ile üç yüz bin ere Allah Allah sesi çıktı göklere Bizans ordusunu serdik yerlere Atlar ayağında ezerek geldik Aslımız Mete Han Hunlar Oğuzlar Alpaslanlar Yıldırımlar Yavuzlar Viyana’ya kadar at sürdük bizler Şehitlere mezar kazarak geldik Devranî bu cihan az gelir bize Savaşta çoğunu getirdik dize Yunan ordusunu döktük denize Tarihlere destan yazarak geldikBilmem Çoktan uğramadım dostun köyüne O yar kahırlanıp küstü mü bilmem Gelip giden yoktur bir haber almam Benden umudunu kesti mi bilmem Yine perişan mı zülfün telleri Esip dağıttı mı seher yelleri Sarmaya kıymazdım ince belleri Elleri bağrına bastı mı bilmem Sordum “Obasından göçtü” dediler “Bilmem hangi yana geçti” dediler “Bir hoyrat eline düştü dediler Âşık Devranî’ye küstü mü bilmem Yoruldum Ne bir mektup yazdın ne haber saldın Yollarına baka baka yoruldum Bugün yarın “Belki gelir” diyerek Şu gediğe çıka çıka yoruldum Coşkun çaylar gibi çağladım aktım Hasret aşkı ile bağrımı yaktım Her yolcu geldikçe yoluna çıktım Oturup da kalka kalka yoruldum Haberin bekledim uçan kuşlardan Gözüm görmez oldu akan yaşlardan Devranî der sorun kara taşlardan Şu bağrıma çaka çaka yoruldum Emlek Ozanları Âşıklar diyarı Emlek köyleri Agâhî Kemterî Veli’si vardır “Mühür Gözlü”süyle ün yapan ozan İzzet’i Özkan’ı Ali’si vardır Veysel’in sesinden tabiat coşar Sular dalgalanır bendinden taşar Kara toprak ile ebedî yaşar Âşıklar Serdar’ı ulusu vardır Sabri sazı ile yurtları gezmiş Bilim deryasında çırpınmış yüzmüş Hüseyin’le Kamber gör neler yazmış Aşkın badesinden dolusu vardır Halkın dertlerini dile getiren Gözünün yaşını sele getiren Mecnun gibi Leyla’sını yitiren Âşık Devran gibi delisi vardır Bir Bir Bu kutsal çabanın kutsal çağında Halkın yarasını saralım bir bir Namuslu insanlar yurdu yurdumda Paslı zincirleri kıralım bir bir Çıkar için bin palavra atarak El sırtından kazanıp yan yatarak Beşe alıp yirmi beşe satarak Yoksulu soyana vuralım bir bir Bir ulu ağaçsın budanmış dalın Kirli gökyüzünü fırçalayalım Yıkalım bu bendi parçalayalım Yepyeni bir düzen kuralım bir bir Kulak ver sözüme dinle gel beri Her gün çalınmakta a1nının teri Artık geldi çattı hesap günleri İğneden ipliğe soralım bir bir Paslı zincirleri bir bir kırınca Yoksulu soyana bir bir vurunca Yurdumda yeni bir düzen kurunca Birlikte meyvesin derelim bir bir Yeter artık bitsin kula kul olmak Karanlık açlıktan sararıp solmak Kendi sınıfına küfreden ahmak Devranî gerçeği görelim bir bir Aşk Aşk insanı deli eder Aşktan büyük bir şey yoktur Aşk insanı Veli eder Aşktan büyük bir şey yoktur Aşktır insanı coşuran Aşktır insanı pişiren Aşktır insanı taşıran Aşktan büyük bir şey yoktur Aşk insana bir çiledir Aşk insana bir yaradır Aşk insana bir beladır Aşktan büyük ‘bir şey yoktur Aşk insanı hayran eder Aşk insanı seyran eder Aşk insanı Devran eder Aşktan büyük bir şey yoktur |
Ozanlarımız (B-C-D-E) |
06-24-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Ozanlarımız (B-C-D-E)Dertli Telli sazdır bunun adı Ne ayet dinler, ne kadı Bunu çalan anlar kendi Şeytan bunun neresinde? Dertli gibi sarıksızdır Ayağı da çarıksızdır Boynuzu yok, kuyruksuzdur Şeytan bunun neresinde? Bolu ile Gerede arasında Yeniçağ bucağının Şahnalar köyünde 1772 yılında doğan Dertli, 1845 yılında Ankara'da ölmüştür Mezarı Gerede yakınlarında Esentepe'de dir Sonradan anayol üzerinde bir tür "Anıtmezar" yapılmıştır Dertli'nin asıl adı İbrahim'dir Babası Ali adlı bir çiftçidir Dertli'nin babasının ölümünden sonra köyün Halil Ağası küçük yaşta babasız kalan Dertli'nin babadan kalma tarlasını, mallarını davarlarını elinden alır Dertli de, yakın köylerden birindeki akrabalarının yanına gitmek zorunda kalır Sonraki yaşamı özetle şöyle: Üç yıl İstanbul'da, Konya'da , on yıl Mısır'da kalmış Sonra yine köyüne dönmüş evlenmiş İki oğlu olmuş Ama Dertli, birazda ozanlığının verdiği dürtülerle olsa gerek, alıştığı başı boş gezginciliğinin dürtüsüyle yine yollara düşmüş Orta Anadolu'da dolaşmış 1826'da İstanbul'a gitmiş, kısa süreli birkaç memurluk yapmış, sonra da Ankara'ya gitmiş, orada ölmüş Dertli'nin ilk takma adı "Lütfi"dir Genellikle, kullandığı "Dertli" takma adının yaşamının güçlüklerinden geldiği söylenir, ama bir başka söylenti de bir sevi yüzünden kendisini usturayla öldürmeye kalkıştığı için "Dertli" adını aldığı yolundadır Dertli hem aruz, hem hece ölçülerini kullanmıştır Divanı vardır Ancak, asıl ününü, ozanlık değerini hece ölçüleriyle yazdığı şiirlerinde göstermiştir Bektaşi'dir Tekke ve Divan edebiyatım çok iyi bildiği anlaşılıyor Divan edebiyatım bilmesi, kent kültürüyle ilişki kurması Dertli'nin de dilinde, söyleyişinde bu kültürün izlerini bırakmıştır Dertli'nin Gevheri, Aşık Ömer, Fuzuli gibi ozanlardan etkilendiğini gösteren belirtileri bulma olanağı vardır Çağının ünlü yaygın, kişiliği etkin birkaç ozanından biri olduğu kuşku götürmez Tek kitabı Dertli Divanı birkaç kez basıldı |
Ozanlarımız (B-C-D-E) |
06-24-2012 | #6 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Ozanlarımız (B-C-D-E)Dadaloğlu Dadaloğlum yarın kavga kurulur Öter tüfek davlumbazlar vurulur Nice koç yiğitler yere serilir Ölen ölür kalan sağlar bizimdir 19 yüzyılda yaşamış güney illerinin büyük şairi Dadaloğlu hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz Bu durum hemen bütün halk şairleri için böyledir Bunun sebebi saz şairlerinin çoğunun ümmi oluşu ve aydın zümrenin onlara önem vermemiş olmasıdır Bu yüzden yazılı belge bulmak çok güçtür Hele divan şairlerinden bahseden tezkerelerde halk şairlerinin adlarına rastlamak mümkün değildir Bunun için yaşadıkları zamanda hayatlarına dair bilgi vermeyen halk şairlerini incelemek zorlaşmaktadır Bu durumda rivayetler ve şiirleri ile yetinmek zorundayız Dadaloğlu içinde durum aynıdır Her büyük şair için olduğu gibi güneyde her bölge onu kendine mal etmeye çalışmıştır Rivayetler birbirini tutmaz olur Dadaloğlu toros dağlarında dolaşan göçebe Türkmen aşiretlerinin Avşar boyundandır Şiirlerinde ; Kalktı göç eyledi Avşar elleri Ağır ağır giden iller bizimdir Gibi mısralara rastlanmaktadır Bu aşiretin gezdiği yerle Torosların Erzin, Payas, Adana, Kozan çevreleridir Türkülerinde onun hayalini görür gibi oluruz Bir elinde sazı bir elinde tüfeği tepeden tepeye koşarak aşiret erlerini savaşa teşvik ederek Osmanlıya hıncını haykırır Kaypak Osmanlılar size aman mı Biraz sonra : Şahdan ferman türkmen ili göçünce Daha da hey Osmanlıya aman mı der Top gürültülerine karışan sazının tellerine dokunur Padişaha meydan okur Hakkımızda devlet etmiş fermanı Ferman padişahın dağlar bizimdir Diye haykırır Bunun gibi tarihi olaylarla ilgili türküleri çoktur Dadaloğlu kavga olmadığı zamanlar bir tabiat ve aşk şairidir Her türlü güzelliğe vurgundur Fakat asıl özelliği ve kudreti cenkler için yaptığı türkülerinde görülür Yaşadığı çevrenin tarihi olayları onu bir cenk şairi yapmıştır belki de en güzel eserleri dağlarda dövüşler arasında kaybolup gitmiştir Dadaloğlu büyük bir halk şairidir Şiirlerinde kudretli bir sanat ifadesi görülür İlgilendiği olaylar dolayısıyla hem bir devrin tarihini hem de bir toplumun duyuş ve düşüncelerini yaşatmıştır Bu bakımdan Dadaloğlu edebiyatımızın dikkatle üzerinde durulmaya değer şairlerinden biridir en çok bilinen şiirlerinden bir tanesi avşar elleridir Avşar Elleri Kalktı göç eyledi avşar elleri Ağır ağır giden eller bizimdir Arap atlar yakın eyler ırağı Yüce dağdan aşan yollar bizimdir Belimizde kılıcımız kirmani Taşı deler mızrağımın temreni Hakkımızda Devlet Vermiş Fermanı Ferman padişahın dağlar bizimdir Dadaloğlum yarın kavga kurulur Öter tüfek davlumbazlar vurulur Nice koç yiğitler yere serilir Ölen ölür kalan sağlar bizimdir Ölürüz De Kömür Gözlüm Ölürüz Ölürüz De Kömür Gözlüm Ölürüz Dost Ağlasın Zalim Felek Utansın Kıyamette Kavuşmak Var Biliriz Dost Ağlasın Kahpe Felek Utansın Bir Çıkmaza Girdi Bugün Yolumuz Geçit Vermez Sağımızla Solumuz Kalır Gayri Bizim Burda Olumuz Mert Ağlasın Namert Olan Utansın Avşar İli Yaylasına Göçmedik Aşın Yeyip Sularını İçmedik Tenhalarda Kendimizden Geçmedik Can Ağlasın Hain Felek Utansın Dadaloğluyum Yine Coştu Çağladı Ak Üstüne Karaları Bağladı Fırkat Odu Yüreciğim Dağladı Ben Ölende Çapanoğlu Utansın |
Ozanlarımız (B-C-D-E) |
06-24-2012 | #7 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Ozanlarımız (B-C-D-E)Çekiç Ali (Mahalli Sanatçı ve Kaynak Kişi) Kırşehir yöresi türkü ve bozlaklarının isim yapmış usta icracılarından biridir Çekiç Ali Hemen hemen tüm plak ve kasetlerinde "Kırşehir'li Çekiç Ali namıyla anılan sanatçımız, aslen Kaman'ın Meşe köyünden ve asıl soyadı da Ersan'dır 1932 yılında doğan Çekiç Ali'ye, "çekiç" lakabı; çevikliği ve ataklığının yanı sıra, saz çalışındaki canlılık, dinamizm ve aciliteden dolayı verilmiş Henüz çocuk yaşlarında iken köy odalarında saz çalmaya başlayan sanatçıya büyükleri tarafından takılan bu lakap o kadar yaygınlaşmış ki, asıl adı olan Ali'nin önüne geçerek, adeta asıl ismi olmuş O yıllarda İstanbul'da faaliyet gösteren bir plak şirketi, Çekiç Ali'ye ait bir plağı izinsiz basıp çoğaltarak piyasaya sürer Çekiç Ali'nin haklı itirazına ise, tam bir "şark kurnazlığı" üslubu ile "senin adın Çekiç Ali değil ki, sen Ali Ersan'sın" diyerek güya kendince sahtekarlığına bir kılıf uydurur Bunun üzerine Ali Ersan da, halk arasında maruf ve meşhur olan Çekiç Ali ismini hukuki yolla resmileştirerek Çekiç soyadını alır ve yeni adı "Ali Çekiç" olur Evet, Kaman'ın Meşe köyünden Ali Ersan'ın "Kırşehirli Çekiç Ali" olmasının kısa hikayesi böyle Tabi hikayenin özü, "Kırşehirli Çekiç Ali'yi Kırşehir türkü ve bozlaklarının usta sanatçısı" haline getiren o uzun, çileli ve yorucu hayatın ayrıntılarında gizli Şöyle yürek sızlatan bir saza sahip olmanın henüz hayal olduğu günlerde "tokaç" ı saz yaparak kendince türküler çalıp söylemeye başladığı yıllardan itibaren bu hayat gerçekten o kadar yorucu ve sıkıntılarla doludur ki, Çekiç Ali'nin o hassas ve ince kalbi bütün bunlara öyle çok uzun bir süre dayanamayacak ve henüz otuz beş yaşında ilk ciddi uyarışını yapacaktır Hacı Taşan'dan dört yıl sonra, Neşet Ertaş'tan ise dört yıl önce dünyaya gelen Çekiç Ali, 1973 yılının yazında Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi'nde kalbinden ameliyat olur ve bu ameliyattan iki yıl sonra geçirdiği beyin felci onu aramızdan ayırır Bir sanatçı için henüz olgunluk döneminin başları sayılabilecek kırk bir yaşında 13 Eylül 1973'de hayata gözlerini yuman Çekiç Ali, kıvrak, atak sazı; içli ve yanık sesi ile söylediği türkülerle elbette gönlümüzde yaşamaya devam edecektir Bu kadar kısa bir hayata bunca türküyü, bozlağı sığdırmak bir tarafa, ancak ayda yılda bir, bir kaç türküsünün yayınlandığı devlet radyosu ve belli sayıda basılmış 45'likler dışında hiç bir imkanın olmadığı yıllarda "meşhur ve usta sanatçı Çekiç Ali" olarak isim yapmak pek de kolay olmasa gerek Çekiç Ali, bu seriden daha önce yayınlanan Muharrem Ertaş ve Hacı Taşan ustaların albüm metinlerinde de söylediğimiz gibi, ekmeğini yöre düğünlerinde saz çalıp türkü söyleyerek kazanan abdal aşiretine mensup bir sanatçı olarak, Orta Anadolu abdal müziği geleneğinin önemli halkalarından birini teşkil eder Bu, Muharrem Ertaş Okulu'nun Hacı Taşan'la birlikte en yetkin temsilcisi sıfatıyla Çekiç Ali'ye haklı bir ün kazandırır Gerçi Çekiç Ali'nin, bir Hacı Taşan gibi Muharrem Usta'nın dizinin dibine oturarak birlikte bozlaklar, türküler meşk etmişliği, birlikte düğün dernek kurmuşluğu yok ama, 1980'li yıllara kadar, "yaşayan en büyük Abdal"sıfatıyla Muharrem Usta'nın manen tesirinde kalmamış, onun çalıp söylediğinden etkilenmemiş aşiret mensubu sanatçı bulmak hemen hemen imkansız Ayrıca bir akrabalık da söz konusu ve Muharrem Ertaş, Çekiç Ali'nin eşi Fatma Hanımın dayısı Muharrem Ertaş, "ustaların ustası" diyebileceğimiz Yusuf Usta ve dayısı Bulduk Usta'dan tevarüs ettiği geleneğin o kadar güçlü bir temsilcisidir ki gah bir silah gibi patlayan, gah bir gök gürlemesi gibi uğuldayan o parlak ve tiz sesini dinleyip de etkisinde kalmamak elbette mümkün değil Çekiç Ali de, her gerçek sanatçıda gördüğümüz gibi, bu etkiyi kendi iç dünyasında yoğurarak kişisel zevk ve üslup süzgecinden geçirmiş ve ustasını taklit etmeyen, ama ondan aldığı ilhamla yeni bir zevk ve güzellik peşinde olan bir sanatçı portresi ortaya koymuştur Bu portre oldukça başarılı ve pek çok yönden de orijinal bir sentezdir aynı zamanda Çekiç Ali'nin sanatının, başta Muharrem Usta olmak üzere, Hacı Taşan ve Neşet Ertaş'la olan benzerlik ve farklılıklarının neler olduğuna da kısaca değinmekte fayda var Zira uzaktan ve genel bir bakışla birbirlerine çok benzer gibi görünen bu sanatçıların bu sanatçıların birbirleriyle olan benzerlikleri ve farklılıkları aslında oldukça önemli ve/ fakat uzun bir bahistir Önemlidir; çünkü bizde müzik, özellikle halk müziği alanında, bu anlamda bir üslup tahlili bugüne kadar yapılmadığı için, farklılıklar, nüanslar ve incelikler üzerine kurulu bir sanat olan müziği gerçek boyutları ile kavramakta zorlanıyoruz Muharrem Ertaş, Hacı Taşan ve Neşet Ertaş'ta ayrı ayrı karşımıza çıkan bazı özelliklerin belli ölçülerde Çekiç Ali'de bir arada bulunduğunu görüyoruz Onda bir Muharrem Ustadaki heybeti, Hacı Taşan'daki sanatsal derinliği ve Neşet Ertaş'daki yaratıcı yeteneği bekli bulamayabiliriz, fakat Çekiç Ali'yi farklı ve kendine has kılan özelliklerine baktığımızda şunları görürüz : Onun sesi, kelimenin tam anlamıyla lirik, duygulu ve yanık bir sestir Çok yumuşak bir gırtlağı vardır ve yöre müzisyenlerinin hepsinde karşımıza çıkan ses çarpmaları, orijinal gırtlak nağmeleri, titretme ve triller, kelimenin telaffuz ve vurgularındaki hususilik Çekiç Ali'de en rafine şekliyle karşımız çıkar Fakat onun asıl orijinal yönü, saz çalma teknik ve üslubunda kendini gösterir Çekiç Ali'nin sazından bazen uda, bazen cümbüşe benzer sesler duyarız ve teller üzerindeki parmakların ve tezenenin kelebekler gibi uçuştuğunu hissederiz Çekiç Ali'nin 1960'lı yıllarda, Bayram Aracı ile birlikte son derece seri ve hızlı bağlama çalmayı yaygınlaştıran sanatçılardan biri olduğunu da söyleyelim Bu tavır ve edanın özellikle oğlu Aydın Çekiç'te devam ettiğini görüyoruz Aydın Çekiç, sesi ve bağlaması ile Kırşehir yöresi türkü ve havalarının günümüzdeki başarılı icracılarından biri olarak sanatını sürdürmektedir Çekiç Ali de, ustası Muharrem Ertaş, arkadaşı merhum Hacı Taşan ve üstad Neşet Ertaş gibi çok küçük yaşlarda yöre düğünlerine "çalgıcı" olarak giderek meslekte kendini yetiştirmiştir Neşet Ertaş, babası olmadan tek başına düğün çalmaya ilk olarak Çekiç Ali'nin yanında gittiğini söylüyor Yöresel tabirle düğünlerde "çalgıcılık" yapmanın; çalıp çığırmak dışında ellerinden fazla bir iş gelmeyen bu insanlar için yegane meslek, meşguliyet ve aynı zamanda da iyi bir rızık kapısı olduğunu söyleyelim Düğün çalmanın dışında, yöre folklorik oyunları ve müzikleriyle de ilgilenen Çekiç Ali'nin 1969 yılında İstanbul'da düzenlenen ulusal bir yarışmada ekibine kazandırdığı bir de birincilik var Özel bir bankanın düzenlediği 9Halk Oyunları Festivali'ne katılan Kırşehir halk oyunları ekibinin başında elinde sazı ile Çekiç Ali vardır ve birinciliği Kırşehir ekibi kazanır Bu başarıda şüphesiz Kırşehir halay ve oyunlarının güzelliği yanında, bu halay ve oyunları ustaca çalan ve türkülerini başarıyla icra eden Çekiç Ali'nin bireysel katkısını göz ardı etmemek gerek Çekiç Ali, mektep medrese görmemiş, doğuştan getirdiği Allah vergisi sanatçılık yeteneğini uygun şartlarda ve ortamlarda geliştirerek kendi kendini yetiştirmiş "alaylı sanatçılar" kuşağına mensup bir sanatçıdır Bu geleneğin diğer ustaları gibi o da içinde doğup büyüdüğü toplumu ve bu toplumun neşesini, hüznünü, ağıdını, oyununu, eğlencesini dile getirmiştir Bunu da sanat yapmak için değil, çalıp okumayı tabii bir hayat tarzı olarak benimsediği için yapmıştır Tabiilik (doğallık) ve kendiliğindenlik (spontane), Çekiç Ali'nin üslubunun en belirgin iki özelliği sayılabilir Çekiç Ali'nin hem sesinde, hem sazında öylesine kendine has bir renkle karşılaşırız ki, bu daha ilk müzik cümlesinde kendini hemen belli eder Başta Muharrem Usta olmak üzere Hacı Taşan'ın, Neşet Ertaş'ın da okuduğu bazı türküleri ve havaları (Biter Kırşehir'in Gülleri Biter, Acem Kızı vb) tamamen kendine has bir tavırla yorumlayarak, adeta okuduğu her eserin altına kolay kolay silinemeyecek güçlü bir imza atar Sazını sesine, sesini de sazına öylesine yakınlaştırır ki, sazla sesin birlikteliği ve iç içeliği oldukça etkileyici bir müzik dili ortaya çıkarır Söyler gibi çalan, çalar gibi söyleyen bir üslup Çekiç Ali bağlamayı Muharrem Ertaş ve Hacı Taşan'dan biraz farklı bir stilde ve karar sesini klavyedeki ikinci oktav "re perdesi" ne taşıyarak çalar Muharrem Ertaş'ın sürekli, Hacı Taşan'ın ise zaman zaman yaptığı boş alt teli (la perdesi) karar sesi kabul eden icra şekli yerine " re üzeri" icrayı tercih etmiştir Neşet Ertaş'ın da -daha çok Bayram Aracı'dan hareketle- bu tarzı benimsemesi ile, "bozuk düzen bağlama" da (la-re-sol) "re üzeri" icra büyük bir yaygınlık kazanır Yöre tavrının icrasına ve acilite göstermeye daha uygun gelebilecek bu tarz, aslında sanatçıya sunduğu ses alanı itibariyle öbürüne göre daha sınırlı imkanlara sahip olmasına rağmen, bugün yöre sanatçılarının bu tarz icrayı benimsemiş durumdalar Çekiç Ali'nin repertuarının önemli ölçüde anonim türkü ve ağıtlardan oluştuğunu görüyoruz Sözleri kendisine ait hemen hemen hiçbir türküsü olmadığı gibi, kendisinin "havalandırdığı / müziklendirdiği" bir eseri de yoktur bilindiği kadarı ile Bu tesbitin Muharrem Ertaş ve Hacı Taşan için de geçerli olduğunu söyleyelim Aslında Neşet Ertaş bu alanda da bir çığır açarak klasik türkü ve bozlak formunda sayısız eserin söz ve müziklerine imza atmış bir sanatçıdır Çekiç Ali'nin okuduğu türkülerin bazıları (Acem Kızı, Aziziye gibi) yöre müzik kültürünün ağırlıklı karakteristik ezgileri olmakla beraber, çoğu da oyun türküleri ve oyun havalarından oluşmakta Ağıtlar ise, yörede yaşanmış acılı, trajik olaylar üzerine söylenmiş anonim söz ve ezgilerin yanı sıra, en çok da Toklumenli Aşık Said'in (1835-1910) ve Aşık Said'in oğlu Aşık Seyfullah'ın (1896-1968) şiirleri üzerine söylenmiş ağıt / bozlaklardan ibaret Kızılırmak, Doğar Yaz Ayları, Sarı Yazma Yakışmaz mı Güzele vb bozlaklar bunlardan bazıları Muharrem Ertaş Okulu'nun üç önemli isimlerinden biri olan rahmetli Çekiç Ali'yi de böylesine derli toplu bir şekilde ilk defa müzik kamuoyuna takdim eden elinizdeki bu albüm ile, elbette başta büyük usta Muharrem Ertaş olmak üzere, "bozlak" geleneğinin çağımızdaki üç büyük ustasını ( Hacı Taşan, Çekiç Ali ve Neşet Ertaş) tüm Türk ve dünya müzikoloji ve etnomüzikoloji çevrelerine tanıtmış bulunuyoruz Yalnız bir noktayı önemle vurgulamak isterim: Geleneksel kapalı toplum yapılarını mümkün olduğunca korumaya çalışarak herkesle dost ve kardeşce yaşamayı sürdüren ülkemizin çeşitli yörelerindeki abdal aşiretleri, müzik itibariyle öyle zengin bir potansiyele sahipler ki bu zenginliğin ülke müzik ve kültür birikimine mutlaka dahil edilmesi gerekiyor Bu sanatçılar, Orta Asya kökenli ozanlık / bahşılık geleneğinin -Anadolu topraklarındaki tarihi, sosyal ve kültürel ilişkilerin şekillendirdiği yeni tarz ve üsluplarıyla- çağımızdaki en özgün temsilcisidir aynı zamanda Bu ekolü günümüzde amatör ya da profesyonel olarak sürdüren o kadar çok sanatçı var ki, isimlerini altalta sıralamak bile sayfalar tutabilir Tabi bu sanatçılardan yarınlara kimler kalacaktır, şimdiden söylemek mümkün değil Ancak şu kadarını söyleyelim ; bu öylesine gür ve gümrah bir damar ki, her geçen gün biraz daha gelişip serpilerek Anadolu Türk Müzik Kültürü içindeki ağırlıklı yerini korumaya devam etmektedir Elbette değişen ve artan dozlarda yozlaşmayı, dejenerasyonu ve başkalaşmayı da bünyesinde taşıyarak Kaynaklık ettiği türkülerden bazıları: Acem Gızı, İrafa Koydum Narı, Topak Daşın Kenarı, Çorabın Enine Bak, Yarin Yaylasına Seyrana Vardım |
Ozanlarımız (B-C-D-E) |
06-24-2012 | #8 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Ozanlarımız (B-C-D-E)Ceylani Yarım sensin güzel, yarı da benim Firar etti aklım duy beni beni Beden senin için, senindir canım Aşıktan deliden say beni beni Senden ayrı durmak zulüm çektirir Dert bağıma bir bir fidan diktirir Aklıma geldikçe yaşlar döktürür Ceylani perişan vay beni beni Ceylani'nin asıl adı Bülent Ceylan'dır Mahlasını soyadından almıştır Ceylani 18 Eylül 1974 yılında Sivas'ın Gemerek İlçesi'nin Çepni Kasabası'nda doğdu Aynı ilçenin Bulhasan Köyü'ndendir Burası Emlek Yöresi köylerindendir Babası Bekir, annesi Rukiye'dir Babası öğretmen ve uzun yıllardır yurtdışında çalışmaktadır Küçük yaşlarda Kayseri'ye taşındı İlk-orta ve lise öğrenimini Kayseri'de tamamladıktan sonra Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni kazandı ve Sivas'ta öğrenimine başladı Okul bitirince doktor olarak görevine başladı Bağlamaya ilkokul yıllarında merak saldı Babası ona bir bağlama aldı ve kendi kendine öğrenmeye başladı Belli bir kimseden eğitim almadı Çevre köylerindeki ve eski ilçeleri olan Şarkışla'daki aşıkların sözlerinden etkilendi Gerek babasının Aşık Veysel, Ali İzzet, Sefil Selimi ile sohbetlerini anlatması, gerekse türkülerini çalıp söylemesi ondaki isteği daha da artırdı Şiir yazmaya lise yıllarında merak saldı İlk yıllarda şiirlerini başkalarının mahlasını kullanarak okudu Şiirleri ve besteleri bulunmaktadır Emlek Yöresi aşıklarının özelliği olan irticalen çalıp-söyleme geleneğini sürdürmektedir Tek ayak şiirlerden ziyade çift ayak şiirlere sıklıkla yer vermiştir Yine kelime başı kafiyeli şiirleri bulunmaktadır Eserlerinden bazıları: ÖZLEM Yarım sensin güzel, yarı da benim Firar etti aklım duy beni beni Beden senin için, senindir canım Aşıktan deliden say beni beni Türkün türküm olmuş dudakta dilde Kavuşmaz yaraymış aşk olan kulda Mızrabım perişan dermansız elde Aşkın hançeriyle oy beni beni Sohbetin balmıdır, ağzın dürümü Çayların suları senden duru mu Yoluna koymuşum garip serimi Zülfikar elinde kıy beni beni Adın özlem midir bilmem sılamı Çok yeldim peşinden buldum belamı Hayalin gönlümde dilde kelamı Gençlik ömrüm gitti zay beni beni Bazı tok gezelim bazı bazı aç Sende bizden doldur sen de bizden iç Sanma yaralayan okundaki uç Gözün üstündeki yay beni beni Senden ayrı durmak zulüm çektirir Dert bağıma bir bir fidan diktirir Aklıma geldikçe yaşlar döktürür Ceylani perişan vay beni beni CAFER AĞA Öküzü hayli zorlamış Geriyon mu Cafer Ağa Sırtında gönü kalmamış Görüyon mu Cafer Ağa Akdağ'da nacak yaptırır Nakış koymayıp döktürür Gelinlere kök söktürür Yoruyon mu Cafer Ağa Alekse'li Abdal Kekeç Kağnısına diker dikeç Ormancı geliyor ha kaç Duruyon mu Cafer Ağa Sakar kıratın varıdı Yılkıda kurtlar yer idi Hem kırıdı hem dorudu Yürüyon mu Cafer Ağa Kâbe görmezden ezeli Çokça severdi güzeli Şarap sofrası düzeli Vuruyon mu Cafer Ağa Hafiye dokudu bezi Üzerine yazdı yazı Namaz da kılardı bazı Seriyon mu Cafer Ağa Hac'a gitmişti bir sefer Adı oldu Hacı Cafer Aha sana tam bir nefer Arıyon mu Cafer Ağa Dedem idi kendileri Sevmez bey-efendileri İmam olup kandıralı Eriyon mu Cafer Ağa Ahirette huzur bulsun Bu hasretlik bende kalsın Yerin Cennet mekan olsun Varıyon mu Cafer Ağa Beni saymazdın toruna Daha göremem yarına Ceylani 'yi sen bağrına Sarıyon mu Cafer Ağa AŞIKLIK Aşıklık sevdadır gönülden gelir Tekerleme ile aşık olunmaz Aşığın bağrında bir ateş durur Döküp söndürecek ırmak bulunmaz Türküsü gazeli güzele amma Bedenden dışarda gezene sanma Bal vermez her çiçek her dala konma Çayırdan çimenden şerbet solunmaz Dereler ırmaklar akmaz boşuna İnceden kar yağar aşık başına Doldurup mavzeri sıksan döşüne Elenir sinesi yine bölünmez Ceylani duy beni sözümü dinle Dinlediğin sözü iyice anla Sazını teslim et kendi elinle Aşık olmayanın sazı alınmaz AĞAMA Büyük ağam sıra bizde mi şimdi Şimdi kullar nerde sen nerde kaldın Azaldı malların biraz aşındı Şimdi mallar nerde sen nerde kaldın Balınan yağınan besleniyordun Ben ağayım deyin sesleniyordun Ala karlı dağa yaslanıyordun Şimdi hallar nerde sen nerde kaldın Taş çektirdin atlarınan yoluna Faydan yoktur emrindeki kuluna Hep asıldın köyündeki duluna Şimdi dullar nerde sen nerde kaldın Seçimde oy için gelirler ilden Hiçbir sual soran olur mu kuldan Eller ne görünür ne bilir haldan Şimdi eller nerde sen nerde kaldın Bir torba un verdin oy aldın gittin Aldığın oyları söyle ne ettin Vatanı milleti kimlere sattın Şimdi keller nerde sen nerde kaldın Ceylani sen gayri sus biraz uslan Yaşın kemal oldu ardına yaslan Eskinin itleri olmuşlar aslan Şimdi yallar nerde sen nerde kaldın SİVAS Zalım idin, soğuk idin, kış idin Dağlarında gezdim yorgunum biraz Çok ağladım, çok dolandım üşüdüm Seni unutmadım dargınım biraz Nerenden vuruldun nedir bu akan Kızıldağ'dan coşmuş besbelli ki kan Ateşlere düşsün bağrını yakan Bir bulut başımda durgunum biraz Al'İzzet-Veysel'i, Hüseyin Selim Aşıkların vardı kimden bu zulüm Başına hal geldi sağ olan kulun Daha ne gelecek gerginim biraz Ceylani topraktan kaynayıp çıkar İnceden öz olur ırmağa akar Filize fidana suyunu döker Binleri büyütür gürgünüm birazBABAMA Gurbette hasretlik çökmüş üstüme Gözlerim ağlıyor elim ağlıyor Söylemem eşime yakın dostuma Sözlerim ağlıyor dilim ağlıyor Hallarımı bilen kullar sayılı Dertleri sorarsan bir bir kayılı Ayaklar nasırlı eller soyulu Dizlerim ağlıyor belim ağlıyor Memleketten haber veren bulunmaz Dönmek istesen de sıran bulunmaz Yaram göz göz oldu saran bulunmaz Bezlerim ağlıyor zulüm ağlıyor Özledim köydeki isli ocağı Harmanda ekinde yazın sıcağı Baharda navruzu börtü böceği Yazlarım ağlıyor gülüm ağlıyor Çağır küçük kızı saçını tara Oğlanın dizleri hep yara bere Gelip de bizleri görsen bir kere Kızlarım ağlıyor oğlum ağlıyor Ceylaniyim şimdi dokunur tele Söyleyip türküsün savurur yele Duyarsa sevdiğim çok selam ola Sazlarım ağlıyor telim ağlıyor GEL GECE GECE Dün gece bir güzel gördüm düşümde Savurmuş saçları gezer dolaşır İncidir dişleri her gülüşünde Gerçek mi yalan mı aklım karışır Uyanıp kalkınca yanımda olsa Düşüme değil de koynuma gelse Biraz cilvelenip yüzüme gülse Sevincim göklere arşa ulaşır Gözüm yolda artık dedim bilesin Düşüme de olsa gene gelesin Ceylani'yi zaman gelip bulasın Güzele sözünde durmak yaraşır YOKLUK YOLU Yaylamızın yolu cılgadır bizim Yürürüz yürürüz uzar gideriz Tek durak yerimiz gölgedir bizim Yürürüz yürürüz tezer gideriz Toprak dam tabanda yok bile hasır Odundan gelenin elleri nasır Böyle mi geçecek bu koca asır Yürürüz yürürüz bezer gideriz Erkenden uyun da erken uyanın Azığı çok koyun yolda dayanın İz geçer altından büyük kayanın Yürürüz yürürüz ezer gideriz Öğlende avratlar sağın davarı Malların önüne dökün zavarı Sütüme dökülen toprak duvarı Yürürüz yürürüz süzer gideriz Yayığa doldurup çıkarın yağı Yerlere sağılır sütlerin çoğu Tuluğun içinde yirminci çağı Yürürüz yürürüz gezer gideriz Dağlarım perişan dağlarım fakir Kimimiz çobandır kimimiz okur Bir ayak düzlükde öteki çukur Yürürüz yürürüz kızar gideriz Ceylanim dertlerim saymakla bitmez Yaylanın yolları aklımdan gitmez Toprak dam altında her adam yatmaz Yürürüz yürürüz tozar gideriz GİDİŞİME Yine yol göründü benim serime Alışmak da yorulmak da şart oldu Sizler sürün sefasını yerime Ulaşmak da sorulmak da dert oldu Doyamadım toprağımda taşımda Binbir çile türlü bela başımda Jandarmalar karakollar peşimde Gurbeteller garibana yurt oldu Adalet gantarı sallıyor burda Teslim mi köşeler canavar kurda Yoksullar yurdunda çalışanlarda Çakallar çukallar şimdi mert oldu Sözümde yalan yok çarkımız bozuk Türküye dökülür bağrımız ezik Ceylanim ağlatma gene de yazık Feleğin tokatı bize sert oldu BİZİM ORA Kafa bitli sırt hep açık Saç kirini kil götürür Dam delinmiş ahır uçuk Bu nasıl bir hal götürür Efendiler köyden gelir Üçbeş gün yaylada kalır Biraz bulgur yağdan alır Bazısı da bal götürür Dünya döner amma gitmez Çekilen çileler bitmez Satsan onbeş para etmez Buğdayı da el götürür Kaldık yalnız yalın ayak Hava soğuk ateş kayak Kötülüğe boyun eğek Yazılanı kul götürür Kızılırmak buzlu gene Cana kıyıyor her sene Biri ağlar yana yana Birini de sel götürür Düğün tezgah at koşulur Aşılmaz dağlar aşılır Yüksekten engin düşülür Fakir olan dul götürür Ceylani'yim nedir çilem Gözüm yaşı olda silem Sen de gitme ben de kalam Ömürü de yel götürür |
Ozanlarımız (B-C-D-E) |
06-24-2012 | #9 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Ozanlarımız (B-C-D-E)CEVRİ (Nejat Birdoğan) Hey erenler pazarım var Hal ehline hal satarım Terazim, tartım bulunmaz Doyumuna bal satarım Ben sarrafım inci düzdüm Gevher denizinde yüzdüm Akıl süzgecinden süzdüm Cevri aklı kul satarım Bir Alevi-Bektaşi ozanı olan Cevri'nin asıl adı Nejat Birdoğan'dır 1934 Kars doğumludur Alevilik-Bektaşilik üzerine yaptığı esaslı araştırmaları ile tanındı Halk eğitimcisi olarak öğretmenlik yaptı Kültür Bakanlığında çalıştı Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik (1990), Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi (1992), Şah İsmail Hatai (1991), Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı (1995), Samahlar (1982) Türkülerimiz (1987) gibi incelemeleri, Gülizar-ı Haseneyn (1985), Çelebi Cemalettin Efendinin Savunması (1994), İttihat ve Terakkinin Alevilik-Bektaşilik Araştırması (Baha Sait Bey) (1994); Hasan Dede Kasabası ve Hasan Dede (1992) gibi araştırmaları mevcuttur Sayın Birdoğan'ın derinlemesine, değerli, ciddi, titiz araştırmalarının yanı sıra Cevri mahlasıyla halk şiiri tarzında yazdığı şiirlerinde de bu tarzın usta bir ozanı olduğu gerçek Akıcı ve duru bir dili var Andığımız yapıtlarının bazılarında yer alan şiirlerini sunuyoruz 3 Mayıs 2001 tarihinde aramızdan ayrıldı Eserlerinden bazıları: 1 Buyursun gönül köşküne, Viran ile yeksan olan, Yer alsın Ali aşkına, Mihman olan, mihman olan Bu bağ kendi evi iken, Dal meyvesi sevi iken, Hey! Bir damla sıvı iken, Umman olan, umman olan Hele devran, yık bendini, Çöz boynundan kemendini, Bil kendini, bil kendini, İnsan olan, insan olan Meyil verme pul, paraya, Yaklaşma sırça saraya, Yaklaşma sırça saraya, Derman olan, derman olan Yön ver de aşkın atına, Var ulaş kamil katına, Girip Cevri sıfatına Rabbisine sultan olan 2 Kısmetinden alan alsın, Dost! Bu, Ali sofrasıdır Kul hakkını bilen alsın, Dost! Bu, Ali sofrasıdır Suyumuz var, tuzumuz var, Kurbanlık koç kuzumuz var, Başta, sonda sözümüz var, Dost! Bu, Ali sofrasıdır Bu gider yenisi gelir, Boş gider ganisi gelir, Hak emek sinisi gelir, Dost! Bu, Ali sofrasıdır Biz, Hak içün dervişleriz, Hak lokması yemişleriz, Hak içün emek işleriz, Dost! Bu, Ali sofrasıdır Cevri Kul'u ettik feda, Kıldık borcumuzu eda, Burda birdir bayla geda, Çün bu, Ali sofrasıdır 3 Gizlenir ozan ahında, Yer altında türküler var Deyişinde, samahında, Zar altında türküler var Umut kuzu aşık güden, Bir umuttur dosta giden, Dayan bre körpe fidan, Kar altında türküler var Zincirlendikçe yayılan, Yedi iklimde duyulan, Bir kesilen bin sayılan, Nar altında türküler var Hak balına tuz katıldı, Gövde n'etsin, baş satıldı, Yiğite ilmek atıldı, Dar altında türküler var Cevri, sıkıntıdan yeniler, Bu günü dünden günüler, Devran dolabı iniler, Var, altında türküler var 4 Hey erenler pazarım var Söz : Nejat Birdoğan Müzik : Musa Eroğlu Hey erenler pazarım var Hal ehline hal satarım Terazim, tartım bulunmaz Doyumuna bal satarım Tezgah üstü söz söylerim Sözümü gülle peylerim Hasmı sitemi neylerim Ben dikensiz gül satarım Erenler bir pazar kurdum Hak hak dedim döndüm durdum Aşkın mühürünü vurdum Dost zarfına pul satarım Ben sarrafım inci düzdüm Gevher denizinde yüzdüm Akıl süzgecinden süzdüm Cevri aklı kul satarım 5 Bana Hakkı soran oğul, Haber al aşık sazından, Göğsü peygamber ağacı, Kılıfı Ali bezinden Elif, Hakk'a nişan sapı, O gerçeğe açar kapı, Eşikten başlayan yapı, Sarı turna avazından Şah perdeye basan parmak Niyaz eyler Hakk'a varmak, Ezgi olup akan ırmak Hak imamlar düvazından Sancılar dolunca cim'e, Baş eğerek gelir cem'e Elbette sarılır dem'e Acısı canan nazından Sıtk ile daya bağrına Derman yetirir ağrına O mahbubun diyarına Hisse götürür sızından Cevri, bunda dilli Kur'an Hem erkanlı yollu Kur'an Elimizde telli Kur'an Yürürüz Hakk'ın izinde 6 Hey erenler! Medet, mürvet, Cüda düştüm samahından, Elim yerde, özüm darda Sıyır beni günahından Sakındım "ben"den kendimi, Elest'ten aldım fendimi, Kuşanmışam tığbendimi, Güzel "erenler Şahı"ndan Ben bendeki "ben"i yıktım, Birliğin köşküne çıktım, Gönül çerağını yaktım, Işık geldi penahından Buldunsa dünya hasını, Kibir kılma libasını, Nice zalim cezasını Çeker mazlumun ahındın Namazımız kılır elbet, Dermanımız bulur elbet, Umut kuşu gelir elbet, O Düldürün sipahından Taşım bir harcım on iki, Yüküm bir, hurcum on iki, Kalem bir, burcum on iki, Cevri, gönül dergahından |
Ozanlarımız (B-C-D-E) |
06-24-2012 | #10 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Ozanlarımız (B-C-D-E)Celal GÜZELSES Esas ismi Mehmet Celalettin olan Celal Güzelses'in Babası Derviş hasanın vefatı ile Annesi Latife Hanım tarafından mahalle mektebine verilir Birinci Dünya savaşı yıllarında Rüştiyenin lav edilmesi ile öğrenimini tamamlayamaz Okula giderken 1913'ten 1921'e kadar Ulu Cami'deki müezinlik görevini devam ettirir 1931 yılında Karındaş Mahmut'un Diyarbakır şivesini taklit ederek doldurduğu plak halktan oldukça tepki alır Celal Güzelses bu plağı olan tepkisini dile getirerek İstanbul'a plak doldurmaya gider Celal Güzelses Bayandırlık bakanı Feyzi Pirinççioğlu'nun ısrarıyla 1917'de bir tesadüf sonucu tanıştığı Mustafa Kemal Paşadan "Şark Bülbülü" ünvanını alır 1934 yılında soyadı kanunun kabulu ile soyadını sesinin güzel oluşundan alır Celal Güzelses 22 haziran 1943 tarihinde Diyarbakır halk musiki cemiyetini bir kaç arkadaşı ile birlikte kurar 1950'de cemiyete yapılan resmi ödenekler ve belediye yardımlarının kesilmesi üzerine cemiyetten ayrılır 1956 yılında kendisinden ayrılan arkadaşlarının yıldız kulubünde toplanmasıyla Celal Güzelses sarsılır Ulu cami baş müezzinliği için vilayete başvuruda bulunur Bu görevi 1956 yılından vefatına kadar (1 Şubat 1959) devam eder Vefatına Diyarbakır halkı çok üzülür Naaşı Ulu Camii'den eller üzerinde ilahi ve tekbirlerle Şeyhi Zeki Efendi'nin metfun bulunduğu kabrinin alt kısmına vasiyeti üzerine defnedilir Celal Güzelses'den yaklaşık olarak 46 türkü derlenmiştir Derlenen bazı türküler: Ağlama Yar Ağlama, Bülbülün Kanadı Sarı, Dağlar Dağımdır Benim, Esmerin Ağı Gerek, Mardin Kapı Şen Olur, Nare Esvap Yıkıyor, Vallahi O Yardir Ağlama Yar Ağlama Ağlama Yar Ağlama Anam Mavi Yazma Bağlama Mavi Yazma Tez Solar Anam Yüreğimi Dağlama Elmada Al Olaydın Anam Selvide Dal Olaydın Bana Göre Yar Mı Yok Anam İstedim Sen Olaydın Elma Al Olanda Gel Anam Ayva Nar Olanda Gel Hasta Düştüm Gelmedin Anam Bari Can Verende Gel Bugün Ayın Üçüdür Anam Girme Bostan İçidir Dudakların Bal Kaymak Anam Dilin Badem İçidir Bülbülün Kanadı Sarı Bülbülün kanadı sarı Ben ağlarım zârı zârı Elimden aldılar yarı Garip garip ötme bülbül Benim derdim bana yeter Bir dahi sen katma bülbül Bülbülün kanadı beyaz Gece bulut gündüz ayaz Al kalemi derdimi yaz Garip garip ötme bülbül Benim derdim bana yeter Bir dahi sen katma bülbül Bülbülün kanadı buhur Gece yazar gündüz okur Yolcu ise ola oğur Garip garip ötme bülbül Benim derdim bana yeter Bir dahi sen katma bülbül |
Ozanlarımız (B-C-D-E) |
06-24-2012 | #11 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Ozanlarımız (B-C-D-E)BAYBURTLU ZİHNİ Vardım ki yurdumdan ayak götürmüş Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş Sakiler meclisten çekmiş ayağı Zihni dert elinden her zaman ağlar Sordum ki bağ ağlar bağban ağlar Sümbüller perişan güller kan ağlar Şeyda bülbül terk edeli bu bağı Bayburtlu Zihni'nin doğum yılı kesin olarak bilinmiyor ama şiirlerinde kendinden söz ederken verdiği bilgilerden çıkarılan sonuca göre 1798-1799 yıllarında doğmuştur Babasının adı Osman'dır Öğrenimini Erzurum ve Trabzon medreselerinde yapan 1816-17 yıllarında İstanbul'a gelerek Mustafa Reşit Paşa ile yakınlık kurar ve Divan-ı Hümayun kalemine girer Bir süre İstanbul'da kaldıktan sonra yurduna dönen ozan, Türk-Rus savaşı ile, bu savaş sonunda yurdunun Rus işgali altına girmesinin (1828) bütün acılarını yaşar İşgalden sonra Bayburt'tan ayrılır, işgal kaldırılınca yurduna döner Bir süre sonra Hacc'a, oradan da Mısır'a giden ozan 1840 yılına doğru İstanbul'a gelirse de burada pek kalmaz, çeşitli görevler alarak dolaşır: Donanma ile Akka'ya gider; Hopa, Karaağaç, Ünye, Erzurum, Erzincan vbyerlerde dolaşır Zihni, her gittiği yerde taşlanacak birini buluyordu: Kaymakam, kadı, ağa vb Bu yüzden de yerden yere vuruluyordu Elli beş yaşını geçtikten sonra Trabzon'a geldi ve burada hastalandı Bu sırada yurt hasretiyle yanan Zihni, Bayburt'a doğru yola çıkar,Trabzon yakınlarında Holasan köyünde ölür (1859) Divanı ile, başından geçen olayları anlatan Sergüzeşt-Name adlı eseri bulunan Zihni, daha çok divan şairi olmak kaygısı güderdi Ama adını yine sayılan az olan, hece ile söylemiş koşmaları ile destanları yaşatmaktadır Divanında divan şiirinin bütün şekilleri ile yazılmış şiirler vardır Usta bir taşlamacı (hicivci) olan ozan, bu tür eserlerinde yer yer açık saçık ve kaba küfürlere de baş vurur Koşma Vardım ki yurdumdan ayak götürmüş Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş Sakiler meclisten çekmiş ayağı Kangı dağda bulsam ben o merali Kangı yerde görsem çeşm-i gazal Avcılardan kaçmış ceylan misali Göçmüş dağdan dağa yoktur durağı Laleyi sümbülü gülü har almış Zevk u şavk ehlini ah ü zar almış Süleyman tahtını sanki mar almış Gama tebdil olmuş ülfetin çağı Zihni dert elinden her zaman ağlar Sordum ki bağ ağlar bağban ağlar Sümbüller perişan güller kan ağlar Şeyda bülbül terk edeli bu bağı |
|