Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Biyografiler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
bekiroğlu, bekiroğlunazan, hayatı, kimdir, nazan

Nazan Bekiroğlu-Nazan Bekiroğlu Kimdir? Nazan Bekiroğlu Hayatı

Eski 06-24-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Nazan Bekiroğlu-Nazan Bekiroğlu Kimdir? Nazan Bekiroğlu Hayatı



Yûsuf ile Züleyha: Kalbin Üzerinde Titreyen Hüzün


'Nasıl herkese duyurayın da sesimi diyeyim: Bu anlattığımız ben değilim, ben bu anlattığımz değilim Yusuf'u ben nasıl yerim? Ben Yusuf'u nasıl yerim?

Sözünün bu kısmına gelince kurt, nemli gözlerinden boncuk gibi yaşlar dökülmeye başladı Gri tüylerle kaplı göğsü, ön ayakları ıslandı Bir ah çekti derinden derine Islak burnu daha bir daha ıslandı Ve devam etti:

Ben şimdi adımı nasıl temize çıkarayım, alnıma sürülen bu kapkara lekeyi neyle, nasıl yıkayayım? Öyle bir leke ki değil bana, yeter kıyametin kopacağı güne değin gelip geçecek tüm torunlarıma

Tek muradım, bütün yaratılmışların sahibi olan Tanrım, bu ayıpla yaşatmasın beni Ya alsın yeni doğmuş bütün kurt yavrularıyla birlikte canımı, kurt neslinin dalı yaprağı burada kesilsin, ya da adım temize çıksın'

(Arka Kapak)




İsimle Ateş Arasında


Padişah, askerleri ve hüzünlü bir aşk hikâyesi

Bir yanda, başlarken muhteşem biterken tükenmiş yeniçeriler Bir yanda, satın aldığı esame ile bütün hayatı değişen ve kendisini aşkın tükenişe varan yolculuğunda bulan Numan… Bir yanda, kokuların ruhunu bilen, Numan’ın baştan ayağa aşk eden Nihâde… Diğer yanda, Yeniçeri Ocağı, Numan ve Nihâde üçgenine bağlanan küçük hikâyeler…

Her şey Numan’ın kalbinden ve Yeniçeri Ocağı’ndan kıvılcım almışa benzeyen muazzam bir yangında yok olurken; Nazan Bekiroğlu resmi tarihin hükümleriyle bireysel tarihçelerin ne kadar uyuşmaz olduğunu anlatıyor Yerli bir bakışla




Mor Mürekkep


Mürekkep neredeyse tarihe karışıyor Kağıda düştükten biraz sonra rengini mora teslim eden sabit kalemler de öyle Hele mor mürekkep Aramaya kalkışsanız kırtasiyeci yüzünüze bir garip bakacak Yine de ben işte, bütün bunları yazdım Yazdıklarımın bir kısımını kalemine mor mürekkebi çekmeden evvel ben de bilmiyordum, yazarken öğrendim Bir kısmını ise biliyordum Keder gözyaşlarının mor olduğunu biliyordum örneğin Gözyaşları mor olan teyzeler de vardı hayatımda İkiye katlanmış kağıtlar arasında bir damla mor mürekkebin bıraktığı lekelerle oyalanan bir çocuktum Buyrun işte burası benim içim Bunlar ters ayaklı cücelerim Şu köşede gece kelebeklerim, şunlar da devlerim, perilerim ve cinlerim




Nun Masalları




Mavi Lale / Yitik Lale


Ben şimdilerde on altıncı asırlardan kalma çini bir pencere alınlığında, tam sağ alt köşeye imza düşürülmüş mavi bir Osmanıl lalesi neler düşünür, onu merak etmedeyim Lale mühürlü, kendi tarihçesinin farkında mı her zaman merak edilebilir bir kağıdın sathında Ben Yani modern zamanların mavi laleleri kavramakta zorlanan bilinci örselenmiş, ben demekten hoşlanan çocuğu

Sağ avcumun içinde ters bir lale, kusursuzluğuyla kem nazarları çağıran Selimiye'nin mazisinde ters huylu bir kadın olmasam da

Bir sahaf dükkanının derinliğinde ilk sahifesi yitik bir Lale Risalesini okumaya bir türlü başlayamıyorken ben, yine ben; bir laledana daldırılmış tek sap lalenin uyandırdığı aşinalığın sızısında

(Arka Kapak)




Cümle Kapısı



Kelimeyle değil, cümleyle düşündüğümü fark ettim ben Muhal farz bile olsa ''Her şeyi özetleyecek bir cümle'' tutkum, mana biriminin cümle olmasından karmaşık cümlelerle konuşmayı sevmem, öyle düşünmemden Başka türlü anlatamıyorum, bu yüzden mazurum ben

Faturaların, makbuzların, ihbarnamelerin arkasına

Mektup zarflarının, davetiyelerin, program kartlarının boşluklarına

Peçetelerin üzerine

Kitapların, kenar sularına, kapak içlerine

Defterlerin, sahifelerine değil kıyılarına köşelerine

Yazılıp da bırakılmış; bilinç kendine bile hırsız, kim bilir bazıları hatırlanmışta sonradan unutulmuş bunca cümleyi bir yerlerden bulup da çıkarmam Burada böyle bir kapı açmam

Cümle Kapısı: Kalbin Kapısı

Sonra, sebebi malum sırrı meçhul, yani bana muamma, tutup bu kapıyı kapatmam

Eğer beni okuyanla paylaşım isteği ve daha yakından tanışma beklentisinden değilse, defterimde kalan cümlelerden kurtulma isteğimden

Bir şey değil, yeni bir şey söylemek için

(Arka Kapak)




Cam Irmağı Taş Gemi


'İç yüzüne ermeden anlatamadığım gölge, bir güneş hikayesini zorunlu kıldığında bildim ki camın özü kum, kumun aslı taş Ne camı kırmak ne de taşı horlamaktı niyetim Taş ile camı birleştiren kalemin kalbine en evvel ben hamd ettim Ama düştüm, camın kırılganlığına, taşın sertliğine Camın tam****** taşın sessizliğine Camın özü ateş, taşın özü su değil ki Başlayalım; benimki hayli uzu bir hikaye'

(Tanıtım Bülteninden)


Nun Masalları ('Nun Baskısı'-Özel Mukaddime İle) Ciltli



Bir körlük sarhoşluğunda bildim ki yazılan her yazı ilk yazılana düşülen bir dipnot kadarmış Ama harflerin denize karşı aldığı şekiller tutkulu yazma serüvenlerine kurban kılarmış kalemin emanetçisini Ama bir oturuşta anlatılacak hikâyelerden değilmiş, anlatmaya başlamak için bile yıllar geçmesi gerekmiş

Benimki on yılı buldu Bir harfin bedeli kaç yıl kölelik bu defterde?




Mor Mürekkep


Tiryakilik yapan bir dil ustasından denemeler

Nazan Bekiroğlu'nun denemeleri daha şimdiden genç kuşak tarafından bir klasik olarak kabul ediliyor Mor Mürekkep, birbirinden bağımsız konulardan bahseden ama bütünü dikkate alındığında ortak bir ruh etrafında öbeklenen denemelerden oluşuyor

Kimi zaman bir renk, kimi zaman bir kitap veya bir şahıs, kimi zaman da edebi bir sanattan hareketle farkı zaman ve duygusal iklimlerde kaleme alınan bu denemelerde her şeyden önce kıvrak ve akıcı ve Türkçe bilgi dağarcığınızı zorlayan ve harekete geçiren bir birikimle karşılaşacaksınız Mor Mürekkep'in çağrışımları okkasında duramayacak kadar zengin ve derin





Halide Edib Adıvar


Bu andan,1922'de İzmir'e Türk ordusunun muhteşem girişine kadar hiçbir şeyin önemi yoktu Bir fert olmaktan çıkmıştım Muhteşem milli cinnetin bir parçası olarak çalıştım, yazdım ve yaşadım




Şair Nigar Hanım



Nigar Hanım,19 asır sonu kültür semalarında yerini alan Osmanlı kadınlarının en parlak yıldızlarından biri Roman ve tefekkür sahasında Fatma Aliye Hanım'ın temsil ettiği madalyonun diğer yarısı, sosyal yaşantı ve şiir sahasındaki tamamlayıcısı

Alıntı Yaparak Cevapla

Nazan Bekiroğlu-Nazan Bekiroğlu Kimdir? Nazan Bekiroğlu Hayatı

Eski 06-24-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Nazan Bekiroğlu-Nazan Bekiroğlu Kimdir? Nazan Bekiroğlu Hayatı



Aşkın tükenişe varan yolculuğu

Nun Masalları adlı hikaye kitabından sonra uzun bir sessizliğe gömülen Nazan Bekiroğlu, en son Yusuf ile Zuleyha'yla okur karşısına çıkmıştı Ara dönemde dergi ve gazete sayfalarında yer alan deneme ve makalelerinden oluşan Mor Mürekkep ve Mavi Lale'yi saymazsak pek sık ürün veren bir kalem değil Bekiroğlu Sadık ve özel bir okur kitlesinin oluştuğunu bildiğimiz Nazan Bekiroğlu, en son bir sürpriz yaparak romanla çıktı okurlarının karşısına İsimle Ateş Arasında, adını verdiği bu romanında Nun Masalları'ndaki atmosfere benzer ama hikayeden biraz öte, romandan biraz beri bir dünyaya, ama aynı duyarlıkların hakim olduğu bir dünyaya götürüyor Nazan Bekiroğlu ile son kitabı İsimle Ateş Arasında'nın serüvenini, son dönemde yükseliş gösteren tarihi romanlara, Osmanlı'ya, aşka, kadına ve kokulara dair uzun bir söyleşi gerçekleştirdik

• Sizi şimdiye kadar bir hikâyeci olarak tanıdık Yûsuf ile Züleyha'da hacimli metnin ilk örneğini vermiştiniz Şimdi de bir roman Neden roman ve neden İsimle Ateş Arasında?

Bu soru çok soruluyor, ve ben benzer sorulara benzer cevapları veriyorum, bağışlansın Hikâye bitip de içinizdekinin bitmediğini fark ederseniz eğer, hattatın öyküsüne her bitti dediğinizde, o yeni bir öyküyle dikilirse karşınıza O zaman ya Nun Masalları'ndaki gibi bir birbirine bağlı öyküler yazmaya başlarsınız, ya da büyük metni tercih edersiniz Çünkü büyük metin, yazarını, onun içini, hissini, fikrini daha geniş bir zaman aralığında derleyip toparlar Bu, romanın hikâyeye göre daha kolay sayılabilecek yanıdır Şimdi bir roman yazmış olmamın nedenine, anlatma ihtiyacı, diyelim Yûsuf ile Züleyha'dan bu yana kendimi geniş hacimli metinle daha iyi ifade edebildiğimi fark etmiştim Bu defa da anlatmak istediklerime bir hikâyenin hacmi yetmeyecekti, bu yüzden roman Bir veya iki değil, o kadar çok hikâye anlatmak istiyordum ki Bu yüzden roman
Neden İsimle Ateş Arasında, buna gelince Çok defa bir şeyle bir şey arasında bir ürperti gibi asılı kalırız biz Aynı anda tek şey olmak, en azından bazı kıymetler bakımından, çok beşeri gibi durmuyor Bu romanın dünyasında da her şey, bir şeyle bir şey arasında asılı Bu arada kalmışlığın simgesel yükünü en fazla taşıyabilecek olan değerler bir yandan isim bir yandan ateş gibi göründü bana
Hem felsefi, hem imgesel/sembolik ve hem de gerçeklik düzleminde Romanın üç katmanı var Hem padişah ve yeniçerinin, hem Numan ve Nihade'nin, hem de küçük hikâyelerin anlatıldığı katmanlarda geçerli ismin ve ateşin temsil ettiği kıymetlerin çatışması: Padişah isimle ateş arasındadır Her şey bir isim etrafında döner saltanatta O, koruması gereken bir hanedan ismidir en fazla ve nihayetinde ilâhi bir ismin yüceltilmesine hizmet eder İktidarının hem onaylayıcısı ve hem de tehdidi olan yeniçerisi, o ise bir ateş ismidir Yakıcı ve sonunda kendisi de yanan Bir yeniçeri olan Sinan, "semender"e benzetir yeniçerileri, ateşte yanmayan masal yaratığı Diğer yandan Numan'ın aşk hikâyesinde Numan isimle ateş arasındadır İsim, Numan'ın kelâm yanını, akıl yanını temsil eder İsim, bütün bir felsefedir çünkü
İlm-i kelâm, Allah'ın varlığını ve ona ait bahisleri İslâm'ın izin verdiği ölçüler içinde de olsa akıl ve mantık yoluyla çözmeye çalışan ilmin adıdır Nutk, Arapça'da aynı zamanda hem konuşma hem düşünme anlamına geliyor Nutk ve mantık aynı kökten gelme Kelâm düşünmenin, düşünme kelâmın eseri Ve bunlar aklın sahasında kalan oluşlar Bu yorumlar çok uzatılabilir Neticede, Numan, kendisini başlangıçta sadece aşk zanneder Oysa baskın bir kelâmcılığı vardır Fark etmek, öğrenmek, anlamak, zannetmek, adlandırmak Numan'ın en çok kullandığı fiiller Nitekim uyuyan aklı Nihade'nin vurduğu darbelerle açığa çıkar ve Numan'ı yakar sonunda Okyanus bir kalp ve serçe kadar akla sahip olmakla övünen, bir gün zannettiği gibi olmadığını, ve aklın ve onun çocukları olan şüphe ile vesvesenin pençesine düştüğünü fark eder Bu yüzden "İsimle Ateş Arasında"
Bütün bu ayrıntılar bir yana, romanın isme dair bütün açılımlarının, ilk sahifede yer alan "Füsus, ilk cümle" kabulüne dayalı olduğunu belirterek bu cevabı bitirmek isterim "Hikmetleri kelimelerin kalbine indiren Allah'a hamd olsun" "Allah'ın kelimeleri", yine Füsus'da M Arabi'nin ifadesiyle, mevcut varlıkların ayân-ı sabitesinden başka bir şey değildir Ayan-ı sabite ise gelmiş ve gelecek bütün şeylerin ve hadiselerin gayb âleminde ve ilâhi bilinçteki tasavvuru, yani onların ismidir Yani ki Âdem'e önce isimler öğretilmiştir İsim varlıktan evveldir Bu yüzden hikmet, kelimenin kalbindedir Vahdet-i vücud'un yirmi yedi meselesinin/"hikmet"inin, yirmi yedi Peygamberin ismine izafe edilerek tefsir edildiği Füsus'da, ilk bahsin Âdem fassı olması ve onda da ünlü "Âdem'e isimler öğretildi" âyetinin yorumlanması, bu romanın yazılma sürecinde beni çok ilgilendirdi

Nasıl yazdınız bu romanı? Yûsuf ile Züleyha'yı âdeta kendiliğinden, su akar gibi yazdığınızı çeşitli söyleşileriniz vesilesiyle biliyoruz Bu da öyle mi oldu?
Yûsuf ile Züleyha, haklısınız, âdeta kendiliğinden, su gibi akarak yazılmıştı Bunu arayarak buldum Yûsuf ile Züleyha âni ilhamlarla, bölüm bölüm, hiç olmazsa geniş metin parçaları halinde yazılmıştı Orada en son yaptığım bölümlerin ses ve tema ritmini düzene koymaktı Fakat bu romanda her şey cümle cümle, en fazla paragraf paragraf geldi Hatta bazen bir tek kelime veya bir tek imaj Sonra bütün o cümlelerin, paragrafların, imajların bir kanaviçe üzerinde bir kadının renk ve motif tanzimi gibi yerlerine yerleştirilmesi gerekti Bu yanıyla meşakkatliydi Diğer yandan bir tek cümlenin bile büyük bir metnin bütünü içinde sadece kendisinin doldurabileceği bir yere sahip olduğunu en baştan kabul ederek yazmış olmam zannımca hikâyelerine ayrılarak yazılmış bu romanı en fazla roman kılan yanı

Romanınızın üç katmanı var Bunların ilkinde bütün bir Osmanlı tarihi, devlet ve onun Yeniçeri ordusu ölçeğinde yoruma tabi tutulmuş İkinci katman bir isim ticaretinde esame satın alan taraf olarak hayatı değişen Numan'ın tutkulu aşkının acı hikâyesi Üçüncü katmanda ise çoğu, padişahlar ağzından anlatılan on bir küçük öykü var Ve sonunda her şey II Mahmud'un yeniçeri ocağını topa tutarak kışlaları yaktırmasıyla muazzam bir yangında yok oluyor II Mahmud, Yeniçeriler Devlet, ordu Osmanlının tarihsel sürecine yüklediğiniz bu yorum denemesinde kim haklı?
Nasreddin Hoca gibi durmasın ama herkes haklı değilse de mazur Yeniçeri bozulmakta mazur Yeniçeri bozulduğunda ne kalmıştı ki bozulmayan? Şehzade iyi padişah olamamakta mazur Padişah ordularının başında sefere çıkamamakta mazur
Ekonomi bozulmakta mazur Yönetim sekteye uğramakta Padişah kendi ordusunu yok etmekte mazur II Mahmud yeniçerileri topa tutmayıp da daha ne yapsındı? Belki romanın trajedisi bu zaten Herkes mazur ama birileri yanmak zorunda Bir yerde ipin koptuğunu, kaderin kırıldığını görmek zorundasınız

Peki siz nerede durdunuz?
Ben hepsine eşit mesafede durdum Politik olsun diye değil Cevabını bulamadığımdan da değil Her duruş noktasına göre tarihin yeniden yazılabilirlik taşıdığını artık öğrenmiş bulunduğumdan Asıl söylemek istediğim zaten bu Tarih bilimi, vahiy gibi mutlak değildir Farklı duruş noktalarından farklı haritalar çıkarılabilir Farklı bakış açılarından farklı tarihler yazılabilir Çünkü tarih ve geçmiş aynı şey değildir

Bu durum çok farklı "gerçekler" doğurmaz mı? Ve bu da "yalan" anlamına gelmez mi? Sizin kahramanınızın o kadar korktuğu şey
Tamam işte Beni korkutan da bu Tarih ve geçmişin aynı şey olamaması "farklı gerçekler" riskini artırıyor

• Tarihe duyduğunuz itimatsızlık noktasında tarihçilerden gelebilecek tepkiler sizi korkutmadı mı?
Tabii ki hayır Benim problematiğimin en fazla da "tarihçiler" farkında "Saptırılmış tarih" kavramını tarihçilerden öğrenmedik mi?

Sizce bu romanın asıl kahramanı kim?
Kanuni Hiç görünmese de varlığı daima hissedilen Süleyman

• Bu, tarihi düzlemde böyle Peki bireysel ölçekte, akıttığınız o tutkulu aşk hikâyesinde?
Orada da asıl kahraman, görüntüye hiç girmese de varlığı daima hissedilen Mansur gibi duruyor Numan'ın tükeniş süreci, "Mansur" adının Nihâde tarafından telâffuzuyla, sadece telâffuzuyla, yani bilinçaltından bilinç alanına çıkartılmasıyla başlamıyor mu?

• Görüntüye girmeyen iki kahraman nasıl olup da romanın diğer kahramanlarından daha etkin olabiliyorlar?
İsmin gücü Kelimenin gücü İsimleri varlıkları beyanındadır çünkü

• Numan neden yaşadıklarına isim koymaya, bir bakıma şair olmaya çalışıyor ki boyuna? Bunu başaramadığı için mi bunca acı?
Evet, yaşadıklarına isim koyabilse biraz teselli olacak Çünkü cinnet halinden şuur haline atlayabilecek, kurtulacak Hicret edecek Fuzuli'nin hicreti Mecnun'du, Nedim'in hicreti de, vasfettiği dilberden özge dilber Cinneti önleyen hicretler bunlar, sığınmalar, korunmalar Numan'ın bu şansı yok Hem yaşadığından hem onları vasfedecek kelimeleri bulamamaktan muztarip ve bu gerçekten büyük bir çileKelâma mecbur olan için böyle

• Numan neden kendisini ifade edemiyor ki kelimelerle?
Çünkü dilin kusursuzu bu dünyada durmuyor ve bütün yaşadıklarını yepyeni bir yorumla fark eden Numan'a artık kendi dili yetmiyor Yetseydi kurtulabilirdi, çünkü isim koymak bir bakıma tefrik etmektir, ayırt edebilmek, yani aklın alanında bir eylem Numan yine arada kalıyor Tükenişinin nedeni olan akıl, onun kurtuluşu olamıyor Ne cinnet ne makuliyet Ne tahammül ne sefer Sadece yangın

• Sizin diliniz size yetiyor mu?
Ben ne yazık ki hicret edebilenlerdenim, cinnet getiremeyecek kadar makul olanlardan Ne yazık ki! Böyle zannediyorum En azından şimdilik


• Ne bekliyorsunuz bu romandan?
Başlarken sadece yazmak ihtiyacını hissettiğim için yazıyordum Acım azalsın, içim ılınsın diye Işısın diye Beklentilerim daha sonra, metin büyüdükçe oluştu Şimdi ise, benim için önemli olan şu iki şeyi bekliyorum: Bu romanda, bir roman yazmış olmama rağmen, kendimde bir hikâyeci duruşu hissettim Hikâyeci ve romancı duruşu nedir, bunun üzerinde durulsun, bunu bekliyor ve istiyorum Tabii bunlar çok teorik ve teknik düzlemde çözülmesi gereken ve ehlini bekleyen meseleler Bir de romanın bireysel ölçekteki düğüm noktası var Numan'ın tıkandığı nokta Aşkın iki tanımı Aşk kayıtsız şartsız güvenmek ve inanmak mıdır, yoksa bu güvenin ve inancın gerçekleşmesi için muhataba yüklenen bir sorumluluk dairesi de var mıdır? Yani aşkın alanı içinde, sorgusuz sualsiz teslimiyeti şarta bağlamak doğru mudur? Bunun da tartışılmasını isterdim Lâkin bu konuda ümitsiz olduğumu peşinen belirtmem gerek Hangi tanımı yapılsa da eksik kalacak Aşkın ismi yok çünkü


• Yeniçeriler ve Osmanlı ile ilgili bir şey söylenmesini beklemiyor musunuz?
Yeniçeriler ve Osmanlılar'a ilişkin olarak kronolojik ayrıntıda değilse de genel hüküm verme noktasında benim öğrenmek istediğim bir şey kaldığını zannetmiyorum Bu yüzden kendi namıma Yeniçeriler ve Osmanlı ile ilgili bir söylem geliştirilmesi beklentim yok Lâkin bu, kendi yorumunu henüz kurmamış genç okuyucu için faydalı olabilir Ancak yine de benim romandan beklediğim asıl şey okuyucuya tarih öğretmesi değildir Bir evvelki cevapta belirttiğim tartışmaların açılması beni daha çok ilgilendiriyor


• Bu padişahlardan biriyle karşılaşmanız mümkün olsa?
Ne güzel Biriyle? Hayır, hepsiyle karşılaşmak isterim Muhal farz Lâkin "arzu sergeşte-i fikr-i muhal" eyliyor insanı

• Nun Masalları'ndan bu yana neden ki bu padişah ilgisi? Soyluluk kavramı, aile, sülâle üstünlüğü anlayışlarına karşı tavrınız nedir ki?
Nun Masalları'nda soyutlanmış bir padişah gerçeği vardı Toplum piramidinin üst noktasında konumlanmış olana kaderinin yüklediği görev ve bireysellik çatışmasıydı beni ilgilendiren Fakat İsimle Ateş Arasında, belki Nun Masalları yazıcısından beklenemeyecek kadar tarihi ve somut düzlemdeki bir padişah imgesiyle biçimlendi Öyle ya da böyle kendimdeki ilginin nedenini ben de çok düşündüm Kendi ilgime şaşırdığım, adını koyamadığım zamanlar oldu Çünkü soy sop, aile sülâle üstünlüğü, asalet kan kalitesi gibi feodal kavramlar karşısında fevkalâde tepkisel bir yapıya sahibim (Çocukluğumda, ağabeylerimin üzerimdeki etkisi olmasaydı, bu tepkiselliğin romantizmiyle, söylemi eşitlikçilik-paylaşımcılık etrafında biçimlenen ideolojileri benimseyebilirmişim gibi gelir bana hep)
Bu ilginin adını çok sonraları koyabildim O da, bir sahneyi tasavvur ederken Yaşlı vezirleri, mağrur kumandanları, güçlü beyleri, paşaları, gül kurusu giysileri içindeki yeniçerileri, muazzam bir kös ve davul gürültüsü ve toz bulutu arasında ve bir şerif sancak arkasında, sevdiklerinden, ülkelerinden bu kadar uzağa düşüren şeyin ne olduğunu merak ederken Ve hepsinin arasında onun, padişahın yüzünü görürken Bir an, bu muazzam kalabalığı arkasında sürükleyebilen ve kendisi de sancak-ı şerif arkasına düşmüş bu yüzde ilâhi erkin tecelli ettiğini gördüm Buna siz inanabilir ya da inanmayabilirsiniz Mesaj, dönemden döneme geçerliğini yitirebilir fakat o dünyanın içerdiği temel mesaj doğrultusunda padişaha yüklenen en yüksek kıymet budur ve bu çok ürpertici


Osmanlı'nın kuruluş, yükselme, duraklama, gerileme, yıkılma tasnifi içinde bir yaşam şemasına hapsedilmesi hususunda tarihçilerden yükselen ciddi itirazlar var Oysa sizin romanınızda tam anlamıyla bu doğrultuda değilse de yine bir ömür şeması teklif ediliyor En azından İbn Haldun'un Mukaddimesinden gelen ve devletlerin bir ömrü olduğuna dair meşhur görüşün etkisi aşikâr Ne dersiniz?
Benim yaslandığım şema ilkokul kitaplarından bu yana ezberlediğimiz kuruluş, yükselme, duraklama şeması değil, doğru Tarihin sonsuz gibi görünen ölçeğinde hiçbir devir bir diğerinden siyahla beyazın birbirinden ayrıldığı netlikte ayrılmaz Pek çok yeni, beraberinde eskinin varlığını da sürdürür Avrupa'da Rönesans diye bildiğimiz aydınlanma, içinde çok uzun zaman engizisyon yangını barındırır Bu bakımdan tarihçilerin ciddi tepkilerini haklı buluyorum Lâkin Mukaddime'de sözü edilen görüş; devletlerin de insanlar gibi bir ömrü olduğu, doğduğu, büyüdüğü ve ciddi tedbirlerle geciktirilse de ölümü olduğu, bu hiç olmazsa romancı duruşumla, bana hiç de yabana atılacak bir görüş gibi gelmiyor Tarihin kendi ölçeğindeki onaması bir yana, görüş, birkaç yerde tekrarlanan bir ayete de yaslanıyor Ümmetlerin de insanlar gibi ecelleri olduğunu, ve bunu ne bir saat ileri ne de bir saat geri almanın mümkün olduğunu ayet söylüyorsa, itirazın artık anlamı var mı? Ve evet ben elbette tarih âlimi duruşuyla değil ama romancı duruşumla, devletlerin de insanlar gibi ömrü olduğuna inanıyorum Neden ki? İnsanlar faniliği duysunlar diye Sonsuzluk vehmine kapılmasınlar diye Geçici ve bitimli olmayanın sadece O olduğu anlaşılsın diye Diğer yandan evet, kuruluş, yükselme, duraklama modası geçmiş bir masal gibi dursa da, büyük ve uzun bir oluşun içindeki iniş ve çıkışları görmezden gelmek mümkün değil Çünkü o devlet varlığının bir "var oluş gayesi" yani ki mesajı vardır ve bu mesajın en fazla gerçekleştirildiği dönem ya da dönemler vardır Bu gayenin tahakkukuna göre devletlerin ömründe bir altın çağ, bir klasik dönem, mesaja en çok yaklaşılan bir dönemin, bir zirvenin varlığı inkâr edilemez Yükselme şaibeli bir terim olsa da, kemâl inkar edilemez Kemâl var Bu da Osmanlı'da on altıncı asır gibi duruyor Ve etkisi on yedinci asrı da içine alıyor

• Ne var on altıncı asırda?
"Bir Sinan bir de Süleyman" desem yetecek Ekonomi, kültür, sanat, teknoloji ve devletin belirlediği varlık gayesini gerçekleştirebilmiş olması alanlarında bir arada duran çok şey Sinan, Itri, Baki, Karahisari, Nakkaş Osman, Barbaros, Fuzuli ve nihayet Zembilli Ali Cemali, Ebüssuud ve Süleyman Bunların bir araya gelmesi tesadüfi değil Sonraki asırlarda da münferit yıldız parlamaları var elbet, Şeyh Galip gibi Ancak burada topyekûn bir parıltı söz konusu Arkadaki hayatın sağlamlığıyla, bütün kurumların sükûnetiyle bağlantılı Çürümeden bir an önceki mükemmeliyet hali


• Osmanlı asırlarından sizin de ilginizi çeken o parlak on altıncı asır mı oluyor?
Güneşe hayran olmamak ve ışıktan gözleri kamaşmamak mümkün değil Dolayısıyla Fatih Yavuz Kanuni üçlemesinin cazibesine kapılmamam imkânsız İhtişam asırlarını bu ismiyle ayrı tutalım Bunun dışında, hayran olmamız için bize âdeta dayatılanın dışında, kendi özgür hissimizle fark edebileceğimiz, "Kuruluş" denebilecek dönemin bambaşkalığı var Başkalığı hem fazla bilinmeyişinden, ne kadar az ve uzak tanıdığımızı bir düşünün, hem de farklılığından Cazibesi, trajedisi, etkileyiciliği, merak uyandırıcılığı, kaderinin şaşırtıcı rengi inkâr edilemez Türkmen varlığı, heterodoks yapının devletle hoşça birlikteliği Üzerinden serin rüzgâr geçen bozkırda buğday tarlası O asırlara, bir gün aşikâr olacak ve sonucunu bildiğim bir sebep sırrı gibi çekiliyorum
Bir yanda bozkırda buğday tarlası, diğer yanda olgunlaşmış saltanat meyvesinin cazibesi, şehir ve saray Kuranlar ve yükseltenler Bunlara hayran olmak kolay gibi görünüyor Fakat kuranların ve yükseltenlerin, devletin ömrü üzerinde şahsi dehaları kadar nasiplerinin de cömertliği ile duranların dışında öyle bir dönemi var ki Osmanlı'nın Kaderden başka hiçbir sözcük o asırlarda hiçbir kilide anahtar olmuyor ve trajik padişahlarla aniden burun buruna geliveriyorsunuz Kadersiz kahramanlar onlar Tarihin kendilerine yüklediği rolü üstlenmekten başka hiçbir çareleri de yok Şimdi Fatih'in yerine IV Murad'ı, Kanuni'nin yerine III Mustafa'yı bırakıversek ne olurdu? Bunu düşünmenin anlamı yok , yok ama insan düşünmeden de edemiyor O zaman içiniz sızlıyor, ürperiyorsunuz "Herkes kendi kaderini yaşar", bu çok doğru, padişah da olsanız Rol biçilmiş, onu giyeceksiniz Benim kuvvetle hissettiğim trajedi belki "saptırılmış tarihin" onları acımasızca mahkûm ettiğini fark etmemden kaynaklanıyor Ne yapsın, tam kırk yıl şimşir ağacının acı kokusuyla sarmalanmış bir kafesin içine hapsedilmiş şehzade, padişah olunca ne yapsın? Ne yapma şansı var ki? Hiçbir şey, çırpınmaktan başka hiçbir şey Öyle de oluyor ama onların çoğu inmeden ya da kalpten ölüveriyor Cephelerden gelen kötü haberler üzerine I Abdülhamid, III Mustafa çaresiz, en fazla kendi kalplerinden vaz geçebiliyorlar Bu çok beşerî Ve ben yazıcı konumumla en fazla onlarla ilgiliyim Parlayan güneşe meczub olmak kolay Onları ise fark etmek, anlamak, şefkat etmek lazım III Mustafa'nın kaderine bakın, III Selim'in babası Bir labirentte sıkışıp kalmış Savaş bitse orduyu düzeltecek Ordu bozuk savaş bitmiyor Sosyal düzen, devlet kademeleri, her şey bozuk Ne yapsın? Üstelik bir de tarihe, devleti müneccimlikle yönetmek, Prusya kralından müneccimlerini sordurmuş olmak gibi bir garabet anekdotla kalıyor Mümkün mü, topçu ocağını ıslah etsin diye Avrupa'dan Baron dö Tott'u getirten, Mühendishaneler açtıran bir adamdan bu beklenebilir mi? İlm-i Nücme merak duymakla bunun pratiğinin yayılma alanı karıştırılmamalı Çok kadersiz, çok nasipsiz, daha doğrusu kendilerine biçilen kaderi yaşayan insanlar bunlar Yıkılmanın bütün faturası onlara çıkartılmış Onlara kendimi çok yakın buluyorum Onları anlıyorum Kalbim kopacak sanıyorum Roman, hikâye, yazı, sanat burada tümü iflâs ediyor Sadece benim mahremiyetim Ki anlatılmasına bu dünyanın kelimeleri yetmiyor

• Safiye Sultan ve benzeri "tarihi" romanlar ile kendi yazdıklarınızı mukayese ediyor musunuz? Okudunuz mu bu romanları?
Ben edebiyat akademisyeniyim Edebiyat sosyolojisinin nabzını ölçmek adına, özel bir alan teşkil eden popüler/piyasa romanlarını (şimdilerde kaldırım romanlarını) okumam gerektiğini biliyorum Elbette ki okudum Okurken hoşça vakit geçirdim de Bundan sonra da okumam gerekecek Okumadan eleştiremem, eleştirme hakkını kendimde bulmam için okumam gerekir Piyasa romanının tarih-aşk-entrika kolundan başlayarak gelişen ve modernleşerek, evrilerek bu güne ulaşan çok güçlü bir geçmişi var Tecrübesiz okuyucunun bu cazibeye ilgisiz kalması mümkün değil
Bu romanların bir yandan yorucu olmayan bir sadelik katmanında içerdiği entrika, bir yandan akıcı ve sağlam bir dille anlatılmış olması, diğer yandan okuyucunun kendi vechesinde oluşturduğu sanat'a katılıyor olma hazzı ve tarih öğreniyor olma yanılsaması böylece "entelektüel" olmuşluk tatmini, güçlü bir piyasa oluşturuyor Safiyeler de yabancı gezginlerden/ressamlardan başlayarak asırlarca devam etmiş oryantalist bakış açısının roman düzlemindeki tezahürü Yeni bir şey değil Bence üzerinde durulması gereken Safiyeler'in ne olduğundan ya da olmadığından daha ziyade bizim okuyucumuzun ne olamadığı

• Peki siz neredesiniz?
Ben ayaklarımın yere sağlam bastığı bir yerdeyim Beşir Ayvazoğlu'nun işaretiyle; oryantalist ressamların aygın baygın, muhayyileyi gıcıklayıcı, bol gölgeli gravürlerinin karşısında, sade ve gerçekçi bir Osmanlı minyatürüne benzetiyorum kendimi Modern fakat yerliyim Edebiyat tarihine şerefim namına geçecek bir şey varsa onun da bu yerli duruş olmasını isterim

• Eşiği giderek yükseltiyorsunuz Bir yazdığınızı aşamamak sizi korkutmuyor mu?
Her sanatkâr bir külliyedir O zaman: Ana kubbeyi kurdu bırak yan kubbecikleri kondursun Ya da: Yan kubbecikleri konduruyor, bekle, yakında ana kubbeyi kuracak Demek istediğim, sanatkâra başarısızlık hakkını vermelidir okuyucu Ama samimiyetsizlik hakkını asla

• Eleştirmenlerle aranız nasıl?
"Eleştiri bir okuldur" ama okulu yok Türkiye'de bu işi münferit yapanlar var Geleneğimiz olmadığı için münferit örnekler de literatür oluşturamıyor ve bu kısır bir döngü Halli zamana bağlı bir mesele Diğer yandan kendi adıma konuşacak olursam; canımı acıtsa da bir şey öğretecek olana can feda, nadirattan da olsa bunu yaşamışlığım vardır Ama eleştiriyi ciddiye almam için eleştirmenin, edebiyatın teknik ve teorik meselelerini en az benim kadar bildiğine inanmam gerekiyor Değilse, dudak ucu bir tebessüm, gülümser geçerim Fakat söz gelimi "Mayıs doğmak için iyi mevsim" dediğimde, eleştiri anlayışı Mayıs'ın mevsim değil ay olduğunu işaret eden "eleştirmen" için de üzülürüm Ancak eleştirmenin eli göz yaşıma uzanmamalı O zaman hesap gününe havale edilmiş bir hakka dönüşür bu ki bende mahfuzdur

• Neden yazar değil de yazıcı? Bu bir tevazu mu?
Mütevazi olduğunu fark edenin tevazudan bahsetme hakkı yok Dolayısıyla sorunun bu kısmına cevap verme tasarrufunda değilim Diğer yandan yazıcı'nın sadece "printer" anlamına gelmediğini görecek göze sahibim elbette ben Yazıcı, kâtip demektir ve kâtip de kendisine yazdırılan metin karşısında iradesi, müdahil alanı sıfırlanan âdem demektir Lâkin imlâ hatalarının sorumlusudur Böylece yazarlığın, "hikmeti kendinden menkul" duruşuna bir alternatif olarak daha çok yazıcı olmaya talep edersiniz O bir yandan sözü kendisine değil, asıl sahibi olana irca ederken kusurlarından da kendisini sorumlu tutar Bir edep duruşu diyelim Bir cesaretsizlik ya da Sadece şahsi bir duruş

• Filbahri çiçeğini yeni nesiller tanıyor mu?
Zannetmiyorum Bahçesi olmayan, filbahriyi (fûl-i bahrî) ya da diğer ismiyle limon çiçeğini nasıl tanısın?

• Peki siz nasıl tanıdınız ve sizin için anlamı ne?
Ben kendisini çok geç fark eden biriyim Şimdi düşünüyorum da, fakültede olduğum yıllarda sınıfımızda ya da alt üst sınıflarda kabiliyetli öğrenciler vardı, onlar kendilerinin farkındaydılar, hikâyeci filan olacaklarını biliyorlar, hesaplarını buna göre yapıyorlardı Benim, çektiğim mahiyeti meçhul bir arayış acısı mevcut olmakla birlikte, çocukça resim arayışlarımın dışında, böyle bir bilincim yoktu
Fakülteyi bitirdiğim yıl oldu büyük uyanış 79' yazı Uyanışımın refakatinde bir filbahri fidanı vardır O yıl bahçeli ve iki katlı eski bir Trabzon evine taşınmıştık Biraz viraneydi ama ağabeylerimin merakıyla köpeklerimiz vardı ve apartmanda bakımları çok meşakkatliydi, o yüzden O evin bahçesinde bir filbahri fidanı vardı O işte! Sonraları '94 yazında ikinci bir uyanıştan ya da ikinci bir kendini buluştan söz edebilirim hayatımda, o zaman da ömrümün galiba en güzel yıllarını geçirdiğim deniz kıyısında, bahçesinde hanımelleri bulunan bir evde dört buçuk yıl yaşadım
O evde yıldızların, servilerin tepesine kadar inebileceğini, gökyüzünün başımın üzerinde nasıl dönebileceğini, denizin bir sis perdesi arkasına nasıl sığınabileceğini, şehirde hiç fark etmediğimiz şeyleri, toprağın şubat sonundan itibaren nasıl uyandığını fark ettim Papatyalı bir Nisan toprağına gerçekten ama gerçekten yüz üstü kapandığım bir gün oluşa vasıtasız katılmanın ne anlama geldiğini fark ettim Orada da ön bahçede bir filbahri fidanı vardı Yine refakatteydi Kokusu Bana her kokudan daha fazla hatırlatıyor

• Peki tanıyor musunuz?
Hayır, hatırlıyorum ama tanıyamıyorum Yani adını koyamıyorum hatırladığım şeyin Ve bu çok güzel ama çok acı Hazdan acıya geçilen o ürpertici an parçası Sadece aslının orada durduğunu biliyorum Burada duran sureti

• Bundan sonra ne yapacaksınız? Yine roman mı? Yine Osmanlı mı?
Ben, her bitirdiğinin arkasından "bitti, artık bir şey yazamam", diye feryad edenlerdenim Osmanlı ve aşk hakkında söyleyebileceğim her şeyi bu romanda söyledim zannediyorum Elimde bir deneme ve bir de hikâye kitabının çalışmaları var Onları bitirebilirim

• Konusu bugünde geçen bir roman ya da hikâye yazmayacak mısınız?
Bilmem ki İçimden ne gelir ne gider? Zaman bana "hiç ummadığımı ve biriktirmediğimi" getirebilir

• Sizin tabirinizle "son söz" yerine, Yeniçeriler ve II Mahmud düzleminde size kaderin acı bir cilvesi gibi gelen, buruk bir tebessüm veren şey var mı?
Olmaz mı? Acı ve tebessüm verici Yeniçeriliğin bütün isimlerini kaldırmış ve yasaklamış olan II Mahmud'un, bu kez padişahlığın bütün isim ve kavramlarının kaldırılmış olduğu bir zamanda, "Yeniçeriler" adı verilmiş bir cadde üzerine kurulu türbesinde hesap gününü bekliyor olması Reşat Ekrem'in tecahül-i arifanesiyle, kaderin adaletle hükmü mü, intikamı mı, ne demeli? Oradan geçerken caddeye ve türbeye benim için bakmanızı isterim

• Siz kaç defter doldurdunuz bu roman yazılıncaya kadar?
Ben de dört defter doldurdum Nefti, gölgeli

• Niye ki bunca söz?
Niye ki bunca acı?

<b>• Arka kapakta âdeta sizin roman anlayışınızı özetleyen bir paragraf var Romanı bir yalan olarak mı görüyorsunuz?
</b>
Sanat sun'iliği doğasında barındırır Çünkü onda her şey kurmacanın aynasında görüntü verir Bu teorik sabiteyi kabul ettikten sonra geliyor cümlenin ikinci kısmı Roman, tamam, yalandır ama daha yüksekte duran bir gerçeği işaret etmek için söylenen bir yalan Böylece Nezuka tarihi bir şahsiyet olmamış olabilir, hatta benim aynama düşen bir Genç Osman da taşıdığı gerçeklik itibarıyle tarih âlimlerinin işine yaramaz Ama bir çocuk yokluğunun anne kalbinde yarattığı acı, bu işte yalan değildir Ve sanırım "soyutlayıcı" sanatın etkileyici gerçekliği burada giriyor işin içine Ve ben romanın bu tanımını çok seviyorum Hasılı tezat içeren bu cümleden olarak; daha yüksekte duran bir gerçeği işaret etmek için söylenmiş bir yalan, yalan olma hükmünü kaybeder Artık onun yalanlığını sorgulamak kimsenin aklına gelmez Çünkü o artık en fazla doğruyu söylemektedir

• İç kapaktaki özgeçmiş sizin mi kaleminizden çıktı
Evet

• Çok sade bir özgeçmiş değil mi bu?
Soyutlanmış diyelim Soyutlama mizacımda var galiba Çok karmaşık şeylerden aklımda özetleyici ve tefsir sunucu birkaç çizgi kalıyor Erzurum'dan, rüzgârın uğultusu eşliğinde yaptığımız dersler, üzerine bulutların gölgesini düşüren ova ve dağ Trabzon'dan da aklımda deniz, bulut ve yağmur kalacak

• Bu kadar sade mi yaşamınız?
Görünürde evet bundan ibaret Ben mahşerini içinde taşıyan kâtipler zümresine aidim

• Alışıldık roman kalıplarını bekleyen okuyucu için romanınız bir tür beklenti sekmesi oluşturuyor Hayal kırıklığı değil çünkü metin parçalarının her biri tek başına çok cazip Fakat aksiyon eksikliği okuma temposunu ağırlaştırıyor Bu, romanda hikayeci kimliğinizin ön plana çıkmasından mı kaynaklanıyor? Nasıl okuyacağız bu romanı?
Aksiyon eksikliğini, roman için bir zaaf sayıyorsanız eğer, bunu taşıyabilirim Nasıl yazdığımı baştan beri biliyordum ve ben uyarmıştım: "Hikâyelerine ayrılarak yazılmış bu romanda son kez yemin ediyorum ki" Hikayecinin, evreni, romancının bakış açısından farklı bir bakış açısıyla kavradığı muhakkak Bunu hikayeciler de romancılar da iyi biliyorlar
O zaman: Bu, bir hikayecinin duruş noktasından bakılarak yazılmış bir roman Bu satırların yazanı bu duruşu memnuniyetle sahipleniyor

• Bu imaj yoğunluğuna ne demeli?
İmaj, dilin imkansızlığına düşen şairin-yazarın önerdiği çözümdür Anlatamazsa ölecek ya da çıldıracak olan, dil ile yetinemediğini fark edince (yetinemez çünkü dil sayılı kelimeden ibarettir insan ruhu ise sayısız duyguda durur), dilin yan anlamlarını zorlamaya başlar
Önce yaygın olarak kullanılan mecazlar, mazmunlar, teşbihler, istiareler o da yetmeyince kendi şahsi lügatini kurmaya çalışır Bu yüzden evren karşısında sıradışı bir duruş sahip olan şairin-yazarın mevcut kelimelere yeni anlam yükleme çabasıdır imaj Özellikle de gerçeği olduğu gibi değil de tecrid ederek alan ve aktaran yazıcının imajla işi vardır
Ve onun hikayesinin "şiire yaslanıyor" olması içerdiği secilerden, simetriden, tekrirlerden yani fonetiğinden filan değil öncelikle bu imaj yoğunluğundandır Lakin bunca ifadeye imkan tanıyan imaj, yazarı-şairi aynı zamanda bayağı, klişe, kabuk, soğuk, sun'i bir dil kullanma tehlikesiyle de karşı karşıya bırakır Süs! Ya da hiç anlaşılamama tehlikesiyle Eğer imaj anlatma ihtiyacıma cevap vermiyorsa, ve en fazla süse hizmet ediyorsa, has okuyucu bunu hisseder ve yazarını reddeder Diğer yandan araya okuyucunun atlayamayacağı kadar derin bir uçurum koyuyorsa yine yazar reddedilir Ezcümle, benim imajdan anladığım dilin bana yetmediği yerde yangınımın yansımasına vasıta olmasıdır Canıma tenime yangın değmiyorsa, imaj kuru kalabalık

• Metnin zor okunması, vasat okuyucu nezdinde geçerli bir tanım gibi mi duruyor? Ve böyle bir roman, yayınevinin bastığı kadar satılabilecek mi?
Cümle cümle yazılan bir romanın paragraf paragraf okunmasını istemeye hakkı olmasın mı yazarın? Baskı sayısına gelince, bunu editör düşünsün

Editörün elinde kalırsa bütün bu kitaplar?
Atılacağı bir ateş bulunur mutlaka

• Bu sizi üzmez mi?
Beni kazanamadığım değil kaybettiğim şey üzer

İstanbul'da bir güzergâhınız oldu mu bu romanı yazarken? Nerelerde dolaştınız? Neler kalmış Yeniçeriler'den bize?
Çok dolaştım Ama yeni bir güzergâh değil bu On altı yaşımda öbür tarafına geçtiğim aynanın beni getirdiği güzergâh Lâkin huzursuz bir ruh gibi hep kapılarda kaldım Yeniçeriler'den kalma tek özgün yapı olan Acemoğlanı Hamamı'nın (ki asıl adı Acemioğlanı Hamamı) yan sokaklarında dolanıp durdum Puslu bir Mart akşam üzeriydi Patrona'ya izafe edilen hamamın hep önünden geçerdim, bu kez arka tarafına geçtim Eski Odalar'ın, Yeni Odalar'ın, Et Meydanının bir zamanlar var olduğu yerlerde Zaman değişmiş, dünya bitmiş Her şey başka bir boyuta geçmiş
Tekke Meydanı'nda Orta Camii, ki gördüklerini her halde Osmanlı tarihinde hiçbir cami görmedi, şimdi Ahmediye Camii olarak biliniyor, oraya gittim Şimdi, şu son gelişimde, eylül sonuydu, 1826 Haziranının on altıncı gününde havanın olmuş olabileceği kadar sıcak ve latif bir gündü İki vakit arası, cami bomboştu Oturdum bir köşede Cami elbet o cami değil, Bu, 1912 yapısı Ama nokta o nokta Koordinatlar aynı 1826 eylülünde gölgeler hangi yönden geliyor idiyse, o aynı Boşluğa bakıp durdum Ruhun kesafeti Ruhların katman katman birbiri üzerine yığılıp durması Ve orada, 2002 yılının Eylülünde bir kadın, yeniçeriler için göz yaşı döktü II Mahmud için göz yaşı döktü Kendisi için göz yaşı döktü Ve bu kez İstanbul'dan Trabzon'a her zamankinden daha zor döndü

Peki yazıcının bir kıssa nasibinden başkaca mutlu bir öykü kahramanı neden yok? Dilin, güzel kokunun ve aşkın kusursuzu bir başka dünyada durduğundan her halde

Alıntı Yaparak Cevapla

Nazan Bekiroğlu-Nazan Bekiroğlu Kimdir? Nazan Bekiroğlu Hayatı

Eski 06-24-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Nazan Bekiroğlu-Nazan Bekiroğlu Kimdir? Nazan Bekiroğlu Hayatı



Nazan Bekiroğlu-Nazan Bekiroğlu Kimdir? Nazan Bekiroğlu Hayatı



1957'de Trabzon'da doğdu İlk ve orta tahsilini aynı kentte yaptıktan sonra Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi (1979) Dört yıl lise öğretmenliği yaptı Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü'ne öğretim görevlisi olarak girdi (1985) Orhan Okay yönetiminde sürdürdüğü Halide Edib Adıvar'ın Romanlarının Teknik Açıdan Tahlili konulu doktorasını tamamladı (1987) Aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı Şair Nigâr Hanım konulu çalışmasıyla doçent oldu (1995) 1998'den itibaren aynı fakültede açılan Türkçe eğitimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan Nazan Bekiroğlu 4 mayıs 2001'de profesör oldu Çeşitli dergilerde çok sayıda bilimsel makale, deneme ve öyküsü yayınlandı




1957 tarihinde Trabzon'da doğdu İlk ve orta tahsilini aynı kentte yaptıktan sonra Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi (1979) Dört yıl lise öğretmenliği yaptı KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü'ne öğretim görevlisi olarak girdi (1985) Orhan Okay yönetiminde sürdürdüğü Halide Edib Adıvar'ın Romanlarının Teknik Açıdan Tahlili konulu doktorasını tamamladı (1987) Aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı Şair Nigâr Hanım konulu çalışmasıyla doçent oldu (1995) 1998'den itibaren aynı fakültede açılan Türkçe eğitimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan Nazan BEKİROĞLU 4 mayıs 2001'de profesör oldu Çeşitli dergilerde çok sayıda bilimsel makale, deneme ve öyküsü yayımlanmakta olan Bekiroğlu'nun eserleri:
Nun Masalları (Öykü; Dergâh Yayınları, 1997)
Şair Nigâr Hanım (İnceleme; İletişim Yayınları, 1998)
Halide Edib Adıvar (İnceleme; Şule Yayınları, 1999)
Mor Mürekkep (Deneme; İyiadam Yayınları, 1999)
(Şark Mesnevîsi, Timaş Yayınları, 2000)
Mavi Lâle (Deneme, İyiadam Yayınları, 2001)
İsimle Ateş Arasında (Roman, Timaş Yayınları, 2002)
Cümle Kapısı (Deneme, Timaş Yayınları, 2003)

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.