Prof. Dr. Sinsi
|
Akşemseddin
HAKKINDA YAZILANLAR
Fethin görünmez mimarı Akşemseddin Hazretleri
Akşemseddin; Hazret-i Ebûbekir’in evladından, Şihâbüddin Sühreverdi’nin torunudur Babası Şeyh Hamza (Kurtboğan adıyla meşhurdur) âlim biridir ve oğlunu mükemmel yetiştirir Mübarek, dudak uçuklatacak kadar zekidir Hızlı ilerler ve genç yaşta müderris olur Osmancık medreselerinde talebe okutur Evet yörede hatırı sayılır bir âlimdir, ancak işin hâkikatına varmak ister Bunun tek yolu vardır “ledün ilminde mütehassıs bir velinin” huzurunda diz çökmek
Arar, sorar, istihareye yatar Zihninde iki isim berraklaşır Bunlardan bir tanesi Hâlep’te ki Zeynüddin Hafi Hazretleridir Diğeri Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli Akşemseddin yakından başlar Önce Ankara’ya gider Ancak Hacı Bayram Hazretlerini kapı kapı teberrû toplarken görür ve yıkılır Nedenini, niçinini sormaz bile, oracıktan döner, yürür Hâlep’e Ancak yolda gördüğü rüyalarda, nasibinin Hacı Bayram elinden olduğu işaret edilir Hatta zincirlerle çekilir ki, uyandığında izi vardır boynunda Şaşkınlık ve pişmanlık içinde Ankara’ya döner Yüce veliyi orak tırpan çalışırken bulur Mübârek garibin birine yardım eder ki kan ter içindedir Akşemseddin bin pişmandır, boyun büker  Ve kavuşur affa
Hacı Bayram Hazretleri bu mütevazı talebesini çok sever, O'na hususi bir ihtimam gösterir Akşemseddin ayrıca iyi bir hekimdir de Pastör’den asırlar evvel hastalığa sebep olan mikropları ve karantinanın mantığını anlatır Hatta o yıllarda “seretan” adıyla bilinen kanseri teşhis eder
İstanbul’un kuşatıldığı günlerde Fatih Anadolu’daki âlimleri ordugâha davet eder Hepsi mükemmel insanlardır, ancak Akşemseddin’le aralarında anlatılmaz bir muhabbet başlar Nedendir bilinmez bu akça pakça veliyi görünce içi rahatlar Tabiri caizse kanı kaynar
İstanbul gibi bir şehri almak kolay değildir Dev surlar, haçlı yardımları, derin hendekler, aşılmaz zincirler, Rum ateşi denen bela ve güçlü düşman Bunlar bilinen şeylerdir ve Fatih herbirine tedbir düşünür
YEMEĞİ İÇMEYİ UNUTUR
Ancak, bazı komutanlar (ki bir çoğu baba emanetidir) zafere inanmazlar Açıktan açığa “Bu devletin askerine, akçesine yazık değil mi canım?” derler, “Maceranın sırası mı şimdi?”
Genç sultanı Bizansla boğuşmak değil, yanındakilerle uğraşmak yorar Yemeyi içmeyi unutur, uykuyu dağıtır Kendini fena yıpratır Geceler boyu ağlar ki yastığı hiç kurumaz Muhasara başlayalı 50 gün geçer, lâkin gözle görülür bir ilerleme yoktur Rumlar yıkılan surları anında yapar, o acaib ateşleri ile zemini değil, suyu bile yakarlar Fidan gibi yiğitler ardarda düşerler toprağa Sultan Mehmed kalabalıklar içinde yalnızdır Hatta zaman zaman kuşatmayı kaldırmayı düşünür
Akşemseddin hazretleri onun zihninden geçenleri okur “Sakın ha!” der, “Asla vazgeçme!” Zira o, müjdeyi Hızır Aleyhisselam’dan alır Zaferden zerre kadar şüphesi yoktur Şehir düşünce, Fatih derin bir nefes alır, büyük güç ve itibar kazanır Genç sultanın şimdi tek arzusu vardır Mihmandârı Resulullah Hâlid bin Zeyd’in kutlu kabrini bulmak
Akşemseddin Hazretleri kuşatmanın sürdüğü sıralarda türbenin bulunduğu noktaya bir nur indiğini görür Fatih’i o mahalle götürür Kısa bir murakabenin ardından iki çınar dalını toprağa diker ve kendinden emin bir ifadeyle “Büyük sahabe bunların arasında yatıyor!” der Ancak etraftan “ne malum?” diyenler olur Hatta birileri padişaha akıl öğretirler “Bu dalları başka bir yere diktir bakalım” derler, “ihtiyar molla farkedebilecek mi?” Fatih denileni yapar, hatta ilk işaret edilen yer kaybolmasın diye mührünü gömdürür Ama Akşemseddin dallara bakmaz bile, ertesi gün milimi milimine ilk gösterdiği noktaya yönelir Hatta bir ara durur “Sultanımızın mührü” der, “Ne arıyor orada?”
Büyük veli bakar, bu mevzu çok tartışılacak, şüpheye mahal bırakmaz “Kazın!” buyururlar Toprağın bir kulaç altından yeşil somaki bir taş çıkar Üstünde kûfi harflerle “Hâzâ kabri Halid bin Zeyd” yazılıdır Kalabalık bir hoş olur Derhal türbe ve mescid hazırlıklarına girişirler
KAÇIŞ
Günler geçer, Fatih, Akşemseddin Hazretleri’ne sıkça gelip gitmeye başlar Öyle ki devlet işleri oyuncak gelir gözüne Sarayı, otağı bırakıp döşeği tekkeye sermeye niyetlenir Nitekim bir gün “N’olur” der, “Beni de dervişleriniz arasına alın”
Akşemseddin, hani Fatih’e baba muamelesi yapan o gül yüzlü muallim birden ciddileşir, celalli bir edayla “Hayır!” der, “Osmanoğullarının dervişe değil, sultana ihtiyacı var!”
Ama Sultan Mehmed’i iyi tanır Yine gelecek, hem bu kez ısrar edecektir Buna fırsat vermez Pılısını pırtısını toplamadan uzaklaşır İstanbul’dan O yıllarda kuş uçmaz, kervan geçmez bir kuytu olan Taraklı’ya çekilir, sonra Göynük civarlarına yerleşir, kendi halinde talebe yetiştirir Ama duaları Fatih’le birliktedir
Göçemedin gitti yani  
Akşemseddin Hazretleri birgün oğlunu (4 yaşındaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur Mübârek bir ara hanımına döner “Biliyor musun?” der, “Aslında dünyanın mihneti, zahmeti çekilmez ama şuncağızın yetim kalmasına dayanamam Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanımı omuz silker “Amaaan efendi” der, “sen de göçemedin gitti yani ” Mübarek “İyi öyleyse!” deyip kalkar Göynüklülerle helalleşir ve mescide çekilir Talebelerine “okuyun” buyururlar Bir ara gözleri kapanır, yüzü aydınlanır Kolları yana düşer ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarına Müridleri eve koşarlar “Başınız sağolsun ” derler, “Efendi göçtü!”
|