Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Biyografiler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
1953, olcay, yazıcı

Olcay Yazıcı ( 1953)

Eski 07-04-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Olcay Yazıcı ( 1953)



Osman Olcay Yazıcı, 1953’te Trabzon’un Sürmene ilçesine bağlı Küçükdere Nahiyesinin Yukarıovalı köyünde, Molla Temel’in oğlu Ahmet ile Ali Efendi’nin kızı Ayşe’nin son çocuğu olarak dünyaya geldi İlkokulu Aşağıovalı köyünde, ortaokulu Zeytinburnu’nda, liseyi Zonguldak Fener Lisesinde, yüksekokulu İstanbul’da okudu


Başta Hisar, Töre, Öncüler, Türk Edebiyatı, Boğaziçi, Pınar, Meşale, Dolunay, Ufuk Çizgisi, Millî Kültür, İnsan ve Kâinat, Cemre, Güneysu, Çağrışım, Tepe Edebiyat, Kırağı, Kültür Dünyası, Tarih ve Düşünce, İslâmî Edebiyat, Bizim Külliye, Çerçeve, Seyir, Ufuk Ötesi, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Biyografi Analiz, Çınar, Mor Taka, Yüzakı ve Berceste olmak üzere, birçok dergide şiir, hikâye, deneme ve kültür/fikir yazıları yayınlandı

Türk Edebiyatı Vakfı’nın yayınladığı Türk Edebiyatı Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürlüğünü(1983-84), İhlas Holding’in dergiler grubundan, bilim ve teknoloji dergisi İnsan ve Kâinat’ ın editörlüğünü (1988-94) yaptı 1984’te gazeteciliğe başlayan şair ve yazar Olcay Yazıcı, 12 yıl çalıştığı Türkiye Gazetesi’nde dizi, mülâkat ve köşe yazarlığı; kültür-sanat sayfası yöneticiliği, bölüm şefliği ile yazı işleri ve Avrupa baskıları servisinde redaktörlük görevlerinde bulundu (1984-1997)

16-20 Eylül 1991 tarihinde İstanbul’da yapılan 12 Dünya Şairleri Kongresi ve Yunus Emre’ye Saygı Kurultayı’na (X11 World Congress Of Poets, In Homage To Yunus Emre) “Derviş” isimli şiiri ve “Yunus Emre’nin Rüzgârıyla” konulu tebliği ile katıldı Dönemin Kültür Bakanı Gökhan Maraş tarafından “Teşekkür Belgesi”yle taltif edildi

1997’de Türkiye Gazetesi’nden ayrılarak, edebiyat çevrelerince “Bütün zamanların en iyisi” diye değerlendirilen Kültür Dünyası Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliği’ni yaptı (1997-98, 16 sayı)

1999’da Kültür eski Bakanı Namık Kemal Zeybek’in sahipliğini ve başyazarlığını yürüttüğü Ayyıldız Gazetesi’nin Kültür Sanat ve Düşünce sayfasını yönetti


Müstâkil Sanayici ve İşadamları Derneği’nin, Araştırma Yayın Komisyonu Koordinatörlüğü ile Süreli Yayınlar Editörlüğünü yürüttü (2000-2001)

17 Mayıs 2003 tarihinde, TYB’nin Kahramanmaraş’ta düzenlediği sempozyumda, “Bahaettin Karakoç’un Şiir Serüveni” konulu bir tebliğ sundu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin fetih yıldönümü münasebetiyle, 1 Haziran 2003’te Gülhane Parkında düzenlediği, “550 Yılda İstanbul Edebiyat Buluşması” programına katıldı ve “Şiiri Yazılamayan Şehir” isimli şiiriyle, 550 Şair ve Yazar kitabı ile, 2005 yılında İhsan Işık tarafından hazırlanan ve İngilizce’ye çevrilen “Ancylopedia of Turkish Authors-People of Literature Culture and Science” (Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi-Edebiyat, Kültür ve Bilim İnsanları) isimli çalışmada yer aldı

Halen, Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (UTESAV) Genel Müdürü olarak görev yapıyor İLESAM (İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği), Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olan şair ve yazar Olcay Yazıcı’nın, Arif Nâzım, Mustafa Yıldızdoğan ve Ahmet Yılmaz tarafından bestelenmiş şiirleri de var


Düşünce derinliği ve estetik yoğunluğuyla,“geleneğe bağlı çağdaş Türk şiirinin önemli isimleri” arasında yer alan Osman Olcay Yazıcı’nın yayınlanmış eserleri ise şöyle:

“Çocuklar Vatanında Büyüsün”(Hikâyeler, Türk Edebiyatı Vakfı yayını 1985)/”Papatyalar Üşümesin”( Hikâyeler, Kültür Bakanlığı yayını, 1990, İkinci Baskı Salıncak Yayınları 2006)/”Erguvan Uğultusu”(Şiirler, Boğaziçi yayınları 1991)/”Tartışmayı Tartışmak”(Deneme-Kültür yazıları, Ötüken Neşriyat 1992)/”Hüzün Yazıları”(Özgün metin, Boğaziçi yayınları 1993)/”Eylül’ün Kırdığı Gül”(Şiirler, Ötüken Neşriyat 1994)/”Kitapsız Toplum”(Deneme-Kültür yazıları, Ötüken Neşriyat 1994),“Büyük Gün/Bir Kıyâmet Alâmeti Olarak Hazreti İsâ’nın Dönüşü”(Araştırma, Marifet Yayınları 2001),“Eğitim ve Kültür Trajedimiz/Kendimiz Olmaktan Nasıl Çıktık”(Kültür-analiz, Marifet Yayınları 2001)/”Nemrut Ateşi” (Fikir, Türk Edebiyatı yayınları, 2004),/”Yaralı Küheylân” (Deneme-Hikâye, Türk Edebiyatı Vakfı yayını, 2004)


Büyük Gün

Hazret-i İsa'nın Dönüşü

Olcay Yazıcı

Marifet Yayınları


Kültür dünyasının yakından tanıdığı şair ve yazar Olcay Yazıcı, "Büyük Gün" / Bir Kıyâmet Alâmeti Olarak Hazret-i İsâ'nın Dönüşü isimli çalışmayı, özgün bir üslûpla kaleme alıyor Kitapta, Hazret-i İsâ'nın dönüş menkıbesi etrafında, ayrıca âhiret düşüncesinin tarihçesi, dünya kadınlarının sultanı Hazret-i Meryem'in akıllara durgunluk veren hikâyesi, Hazret-i İsâ'nın inkârcı kavmi tarafından uğradığı zulümler, İsrail Oğullarının sapkınlıkları, Hz İsâ'nın çarmıha gerilme senoryaları ile İslâmî kaynaklara göre semâya kaldırılışı ve kıyâmete yakın tekrar yeryüzüne indireleceği inancı da edebî, lirik bir anlatışla işleniyor Bozulma ve yozlaşmalar çağında, metafizik bir uyarıcı niteliğini taşıyan eserin ana fikri: İnsan, ölümün aşırılıkları dizginleyici şuuru ile bilinmeli, dünyevî olanın büyüsüne kapılmadan, mücerret değerlerin erdemiyle donanmalıdır, şeklinde özetlenebilir

x


Olcay Yazıcı Hakkında Yazılan Bazı Yazılar:


“Olcay Yazıcı’nın 2 kitabı/Sabahat Emir, 20 Ocak 2005 Türkiye

“Olcay Yazıcı’yı Okumak”/M Nuri Yardım, 2 Şubat 2005 Yeniçağ

“Yaralı Küheylân”/Mehmet Niyazi, 7 Şubat 2005 Zaman

“Cümlesi ve Fikri Olan Kalem”/Osman Akkuşak, 7 Şubat 2005 Yeni Şafak

“Olcay Yazıcı’dan 2 yeni eser”/Servet Kabaklı, Halka ve Olaylara Tercüman, 12 Şubat 2005


x


ARZU'YA ŞİİR


"İlim kesbiyle rütbe-i rif'at

Arzû-yı muhâl imiş ancak

Aşk imiş her ne var âlemde

İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak"

Fuzûlî


Ne zaman hislerim sana meyletse

İçimden ağlayan bir bulut geçer

Kader beni sırat üstü eyletse

Bakışların kalbimi kırka biçer!


Gökkuşağı çizgisini aşarak

Bilsem bu aşk sana nasıl ulaşır?

Uçurumdan uçuruma düşerek

Şiir melâlimi sonsuza taşır


Ey kılcallarıma yürüyen usare

Cemre düşür düşlerin buzdağına

İkliminde dirilmek hasretime tek çare

Lâlezarlar değerken alevden dudağına!


Yakar tenhalarda açelyaları

Arzunun ateşiyle tutuşan kar

Noksanın sayılır hüzün yılları

Cehennemin olur gecikmiş bahar!


Sen gülünce körpe bir gül kırılır

Nevruzunu yaşar kızışan kanım

Bütün güzellikler benden sorulur

Ben kanmayan hayalî Don Juan'ım


Kavil üzre sana sundum arzımı

Gel ki yeni baştan kurulsun dünya

Yeryüzü cenneti, çılgın bir hülya

Kâtipler kaydedin bu son arzumu!


Kim bilir belki de bir ağıttır bu

Sevdalar sırrını saklar yarına

Çiçek kokuları sarar tabutu:

Gün doğar ruhumun ufuklarına!


XX


İbrahim’e Su

Taşıyan Karınca


İnsana en kutsal öğüdü verir:

İbrahim’e su taşıyan karınca

Hasret ateşinde buzullar erir

Ümit baharına, aşka varınca


Şiir şehirlerden sürgün edildi

Soylu duyguların melâl çağı bu

Önce söz vardı ya: kim neyi bildi?

Ruhları kuşatan metal ağı bu


Çıktığımız sefer iç yolculuğu

Kırılgan gönüller küser-incinir

Kirlenmemiş saf sevgiler oluğu

Yalnızlık gurbeti: mücerret-zincir


Ne desen bu efkâr sinmez kâğıda

Bıçak ucu uçurumlar sıratı

Terk edilmiş eski masal dağı da

Ey süvari, gök-burcuna sür atı


Kokla alevdeki o serin gülü

Arzular ceht ile erer menzile

Hayat serüveni: düş kuran ölü

Dilersen, sonrasız olanı dile


Bilge bir cân gibi hikmete ulaş:

Kaç mevsim dirildi şu narin eşkin?

Akşamlı gün için niye bu telaş?

Öte bir idrak ol, eşyadan aşkın


İnsana en kutsal öğüdü verir:

İbrahim’e su taşıyan karınca

Hasret ateşinde buzullar erir

Ümit baharına, aşka varınca


24-29 Ağustos 2000




xxx

Direnen Şehir


Camlara yansıyan cinnet bir figür

Ecinni sarmalı şarkı ve ezan

Nasıl böyle arsız, nasıl böyle hür?

Oku kitabını: Ki sensin yazan!


Aynalar hicaptan içine kırık

Efsunlu fanusta ışık ve katran

Duygular ağıtlı, hasretler lirik

İblis şöleniyle çevrili dört yan


Yedi-uyurların ilk şaşkınlığı

Taşralı arkadaş, ne ki bu hüzün?

Çığırından çıkmış çağ taşkınlığı

Esenliği uçup gitmiş gündüzün


Ağa camiinin acısı derin

İki gözü iki çeşme ağlıyor

Dersaadet, bu mu senin kaderin?

Sınanışın hikmetini hayra yor


Yan-yana bir resim: kadın ve kitap

Can tetik düşümü aşklar peşinde

Uğuldar beynimde mücerret azap

Tutsağım fikrimin keşmekeşinde!


Ruhumu sıkıyor beton ve çelik

Hani masalların gökçe kuşları

Mistik duyarlığım etmez metelik

Alaya alınır gönül düşleri


Kaç kalbi ansızın hiçliğe iter

Faili bilinen âşikar kurşun

Kışkırtıcı eda düşmandan beter

Alev sütunları yıkan sarışın



Çavlan bir çığlıktır hayat ırmağı

Eğreti, hükümsüz sabun köpüğü

Örtüler sonsuzu örümcek ağı

Kim nasıl kıracak saydam kabuğu?


Yaşatır iffetli efsanesini

Ucu işlemeli, sevdalı mendil

Yanık bir ezgide gizler sesini

Yaban rüzgârlara yenilmez kandil


Masum hayallerle uyan uykudan

Kısmetin açılsın, talihin dönsün

Tutun fırtınaya nazenin fidan

“Vücut ikliminin sultanı sensin!”


Yaralı yürekler mahzun-mülteci

İşgalin kahrıyla mustarip hilâl

Silahsız-süngüsüz ölmek ne feci

Esaretin adı neden istiklâl?


Pera’nın parfümlü odalarında

Hâlâ oynaşmada ecnebî bir dul

Dünün endişesi yaşar yarında

Yeniden fethini özler İstanbul!



SÖYLEŞİ SÖYLEŞİ SÖYLEŞİ


Olcay Yazıcı: Sûfî iklimin entelektüel şairi

Anket: Mehmet Nuri Yardım

Mart 2001


Edebiyat dünyasıyla ilk temasınızı sağlayan olay nasıl gerçekleşti?


-İlk şiirim 1973 yılında “Gün” gazetesinde yayınlandı Fakat, ciddi mânâda edebiyat dünyasıyla ilk temasım 1976 yılında, Ankara’da çıkan ve titizliği, estetik seçiciliği ile bir okul sayılan “Hisar” dergisinde, “Anamın Elleri” isimli şiirimin yayınlanmasıyla gerçekleşmiştir


Okul ders kitapları dışında ilk okuduğunuz kitapları, yazar ve şairlerini hatırlıyor musunuz?


-İlk okuduğum kitap, “Köprü Altı Çocukları”dır Bu isim Kemalettin Tuğcu’yu andırsa da, yazarı ismini hatırlayamadığım başka biridir

Daha öncesinde, okuma-yazma bilmediğim için okumadığım fakat büyük bir merakla dinlediğim ilk uzun hikâye-şiir, köyümüzün taş camiinde Ramazan geceleri; insanı büyüleyen esrarlı lüks lambası ışığında, köyün genç hafızları ve yaşlıları tarafından yanık sesle okunan Süleyman Çelebi’nin ruhları öte âleme kanatlandıran ve uhrevî bir coşkuyla mest eden Mevlîd-i Şerif’idir: “Doğdu ol saatte ol sultan-ı din/Nûra gark oldu semavat ü zemin!”

İlk dinlediğim ve müthiş etkilendiğim menkıbeler ise Hazreti İbrahim, Hazreti Eyyüb, Hazreti Yusuf ve Hazreti Musa’nın menkıbesidir

İlk dinlediğim mahallî türkü ve mâniler de, üzerimde büyük bir tesiri bırakmıştır: “Söyleyin çobanlara da, yüksek dağlar kar mıdır/Sevdalıktan ölene sorul-sual var mıdır?”

İlk dinlediğim efsane ise “Kesik Baş” efsanesidir Bunları rahmetli babam gözleri dolu dolu ağlayarak anlatır; ailece dinler, ürperir ve bir inanç iklimi ile kuşatılırdık Ablamların geceleri anlattığı “Devli”, “Perili”, “Cadı Karı”lı, “Canavarlı” masalları ise zar zor hatırlıyorum

Yine ilk okuduğum değil fakat başkalarından ilk dinlediğim kitaplardan biri de, “Kerem İle Aslı”dır Onun, “Aldı Kerem/aldı Aslı bakalım ne söyleyecek?” cümleleri yıllardır kulaklarımda ve yüreğimde yankılanıp durur Bunlara daha sonra Ömer Seyfettin’e ait olduğunu öğrendiğim “Forsa” hikayesini de ilave etmek gerekir

Edebî şahsiyetimin oluşmasında, anamın çayır biçer ya da toprak kazarken mırıldandığı manilerin de ilk etkilenme olarak büyük payı olduğuna inanıyorum:

“İkbalim balık olsa, tutsam onu tor ile/Ne edeyim sevdiğim, sevilemem zor ile”

Ya da “Gemiden düşen ölür da, zannetmeyin bayılır/Askere giden gelir da, onu Mevlâm kayırır/Geminin serenleri da, çevirin gidenleri/Acaba nere korlar, sevdadan ölenleri!” Ya da hüzün ilmini yüreğime ilk aşılayan şu sözler: “Ben günümde görmedim, gomar (açelya-ormangülü) yaprağı sarı/Bu hasretlik bitmeden çıkmaz dağların karı!” Bu sözleri çeyrek asrı aşan bir süre sonra şiirimde olduğu gibi kullandım Anam da bir Aşık Veysel hayranıydı Transistorlu radyomuzda onun yanık ve kederli türkülerini duyunca can kulağı ile dinler ve gözleri dolarak ağlardı

Rahmetli babamın çok az da olsa keyiflendiği ya da yüreğine bilinmez bir keder düştüğü zamanlar mırıldandığı, “Yalan dünya, gamım gitmez, nedendir bu/Çamur ile yoğurulmuş, aslı toprak bedendir bu!” mısraları da beni etkileyen ilk edebî metinlerden sayılır

Doğduğum yeşil coğrafyanın, duru ırmakların, göğe yükselen mavi, berrak yaylaların, bir çiçek harmanının andıran renkli bulutların, yağmur sonrası dünyamızı şenlendiren gökkuşağının, kuş seslerinin, bin bir türlü bitkinin, çam ormanlarının, son baharda cennet güzelliğine bürünen gürgen ağaçlarının; kemençeli, taşlamalı düğünlerin, yaslı ölüm törenlerinin de duygu ve düşünce yapımın oluşmasında büyük rolü vardır


Daha sonra ilkokula başladığımda, okul kitaplığında yazarını hatırlayamadığım çok ilginç, çok sürükleyici “serüvenleri” diye bir seri vardı Okumanın ilk büyük lezzetini onlardan aldığımı söyleyebilirim

Yine okul kitaplığından edindiğim, halk ozanı “Aşık Veysel’ın Hayatı ve Şiirleri” kitabı yıllar geçse de hatırası hafızamda kalan bir eserdir Şiirin ilk tadını ondan almışımdır

Özellikle, “Şeytan Bunun Neresinde?” nakaratlı şiiri müthiş sevmiş ve ezberlemiştim Hatırladığım dörtlükleri şöyleydi:

“İçinde mi, dışında mı/Burgusunun başında mı/ Göğsünün nakışında mı/Şeytan bunun neresinde?/Venedik’ten gelir teli/Ardıç ağacından kolu/Be Allah’ın sersem kulu/Şeytan bunun neresinde?”

Tabii ki, İlkokul Okuma ve Türkçe kitaplarındaki şiirler de, bende ilk şiir sevgisinin, zevkinin teşekkülünü sağlamıştır Bunların başında da, gür ve yiğit hitabetiyle, Orhan Şaik Gökyay’ın “Bu Vatan Kimin?” şiiri gelir:

“Bu vatan toprağın kara bağrında/Sıra dağlar gibi duranlarındır”diye başlayan ve “Gökyay’ım, ne desem ziyade değil/Bu duygu bir kuru ifade değil/ Sencileyin hasmı rüyada değil/Topun namlusundan görenlerindir!” mısralarıyla zirveleşen şiirin telkiniyle, kafamızda gerektiğinde kendisi için ölüme gidebileceğimiz bir vatan ideali oluşur

Daha sonra da, hüzünlü, lirik edasıyla Tevfik Fikret’in, “Sarı saçlı, altın gözlü papatyaları” gelir yâdıma: “Bahar olsun da seyreyle/Nasıl açar papatyalar?”


Sonra, İstanbul’dan ortaokula başladığım yıllarda bir arkadaştan tedarik ettiğim Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Çamlıca’daki Eniştemiz”ini, “Fehim Bey ve Biz”ini okudum Fakat dili çok ağırdı Pek bir şey anlamadım Aklımda kalan sadece, sık sık kullanılan mikro ve makro kozmoz kelimeleridir

Gezici kütüphaneden, abone olarak 10 lira karşılığında alıp okuduğum Victor Hugo’nun iki ciltlik ve yaklaşık bin 500 sayfalık orijinal “Sefiller”i, bende büyük bir edebî tesir uyandırmış ve Batı edebiyatına ilgim bu vesileyle doğmuştur

Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları”nı, Cahit Sıtkı’nın “Otuzbeş Yaş”ını, Aşık Veysel’in “Dostlar Beni Hatırlasın” isimli şiir kitabını, tabii ki, Kemalettin Tuğcu serisini vs şiire ve her türlü kitaba olan susamışlığımla okudum

“Han Duvarları”nın o buruk ve hüzünlü havası da beni derinden etkilemiştir:

“Gidiyordum gurbeti gönlümde duya duya/Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya


ŞİİRİN EVRENSEL DİLİ

E A Poe’nun “Annabella”sı aşkın ilk ateşi gibi düşmüştü yüreğime: “Sevdalı değil/Kara sevdalıydık/Üşüdü gitti rüzgârından, güzelim Annabella!”

Yabancı olmasına rağmen, ondaki evrensel dili sevmiştim

Yahya Kemal’in, “Ak tolgalı beyler beyi haykırdı ilerle/O gün Tuna’dan geçtik kafilelerle!” şeklindeki söyleyişi ise içimizdeki vatan sevgisini ve cihangir ecdadımızla övünme duygusunu şahlandırıyordu

Sonra Karacaoğlan titreştirdi gönlümüzün bamtelini: “İncecikten bir kar yağar/Tozar elif elif diye!” Sonra Yunus Emre’nin ilahîlerinde bulduk manevî huzuru: “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu/Çıkmış islâm bülbülleri öter Allah deyu deyi!/Ne dilersen haktan dile, kılavuz ol doğru yola/Bülbül âşık olmuş güle öter Allah deyu deyu!”

Battal Gazi serisi ile ecdadımızla övünmeyi, millî kimliğimizle gurur duymayı, cesareti ve civanmertliği öğrendik erken yaşlarda

Ardından, Ziya Gökalp’ın kızıl elmasıyla düşünce ufkumuz gerçeğin ötesine, masal ülkesine doğru kanatlandı: “Çocuktum, ufacıktım/Top oynadım acıktım/Buldum yerde bir erik/Kaptı bir ala geyik/Geyik kaçtı ormana/Bindim bir ak doğana/Doğan yolu şaşırdı/Kaf dağından aşırdı” diye devam edip giriyordu bu ufuk ötesi yolculuk

Ve böylece alttan alta oluşuyordu Olcay Yazıcı’nın şiir iklimi, şiir coğrafyası Köklerden beslenerek ve duru pınarlardan su içerek gelişiyor; gelenek coğrafyasından renkler, rayihalar devşirerek kendi özgün güzelliğini/sentezini buluyordu

Ortaokul Müdürü ve Türkçe öğretmenimiz İ Gürşen Kafkas, bir gün sınıfta, “Aranızda okul kitapları dışında kitap okuyan var mı?” diye sorduğunda, sadece ben parmak kaldırmıştım Okuduğum kitabın adı: “Köprü Altı Çocukları”ydı


Sınıfta, kitap okuyan tek kişi olarak bu durumdan çocukça bir gurur ve sevinç duymakla birlikte; okumama eksikliğini ve kitap okumam gerektiği düşüncesini de beynimde bu soru ateşlenmişti Bu münasebetle, ortaokul hocam Gürşen Kafkas’a, beynimde ilk kıvılcımı oluşturduğu için teşekkür borçluyum Okumanın, öğrenmenin, okul dışındaki gerçek kitap dünyasına adım atmanın büyük heyecan ve mutluluğunu, onun bu uyandırıcı harekete geçirici sorusu sayesinde kazanmıştım


DOĞU’DAN-BATI’DAN

Öncelikle hangi yerli ve yabancı yazarları okudunuz, bunlardan hangisini sevip okumaya devam ettiniz?


-Önceleri, yerli yazarlardan Yaşar Kemal’i, Fakir Baykurt’u, Yılmaz Güney’i, Aziz Nesin’i, Necati Cumalı’yı, Orhan Kemal’i, Hasan Hüseyin’i, Ahmet Arif’iokudum

Sonraları ise Faruk Nafiz Çamlıbel’i, Cahit Sıtkı Tarancı’yı, Ziya Osman Saba’yı, Ömer Seyfettin’i, Reşat Nuri Güntekin’i, Halide Edip Adıvar’ı, Sait Faik Abasıyanık’ı, Ahmet Haşim’i, Akagündüz’ü, Orhan Veli’yi, Nazım Hikmet’i, Ziya Gökalp’ı, Yahya Kemal’i, Halit Ziya Uşaklıgil’i, Halit Fahri Ozansoy’u, Ahmet Kutsi Tecer’i, Mehmet Rauf’u, Asaf Halet Çelebi’yi, Arif Nihat Asya’yı, Necip Fazıl Kısakürek’i, Bahattin Karakoç’u, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu, Osman Atilla’yı, Mehmet Çinarlı’yı, İlhan Geçer’i, Mustafa Necati Karaer’i, Gültekin Samânoğlu’nu, Bahaettin Özkişi’yi, Fuad Köprülü’yü, Ahmed Yesevî’yi, Prof Dr Tahsin Banguoğlu’nu, Remzi Oğuz Arık’ı, Mehmet Rauf’u, Prof Dr Necmettin Hacıeminoğlu’nu, Hilmi Ziya Ülken’i, Mümtaz Turhan’ı, Behçet Necatigil’i, Kemal Tahir’i, Cemal Süreya’yı, Turgut Uyar’ı, Attila İlhan’ı, Hilmi Yavuz’u, Abdurrahim Karakoç’u, Orhan Türkdoğan’ı, Sezai Karakoç’u, Mehmet Niyazi Özdemir’i, Yavuz Bülent Bâkiler’i, Tarık Buğra’yı, Emine Işınsu’yu, Sevinç Çokum’u, Sabahat Emir’i, Nihal Atsız’ı, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nu, Bekir Büyükarkın’ı, Ahmet Haşim’i, Abdülhak Hamid’i, Tevfik Fikret’i, Peyami Safa’yı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Ahmet Muhip Dıranas’ı, Cemil Meriç’i, Erol Güngör’u, Seyit Ahmet Arvasi’yi, Nurettin Topçu’yu, Saidi Nursî’yi, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, Halide Nusret Zorlutuna’yı, Samiha Ayverdi’yi, Nezihe Araz’ı, Tâlât Said Halman’ı, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu, Şevket Bulut’u, Halikarnas Balıkçısı’nı, Adalet Ağaoğlu’nu, Firüzan’ı, Mustafa Kutlu’yu, Selim İleri’yi, Oğuz Atay’ı, Rıfat Ilgaz’ı, Şerif Mardin’i, Cengiz Dağcı’yı, Cengiz Aytmatov’u, Ahmet Oktay’ı, Mehmed Selimovic’i, Mevlânâ’yı, Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı, İmam Gazâlî’yi, Süleyman Çelebi’yi, Fuzûlî’yi, Feridüddin Attar’ı, Sadi Şirazî’yi, Hafız’ı, Nizamî’yi, İbn Arabî’yi, İmamı Rabbani’yi, Cüneydi Bağdadî’yi, Rabındranath Tagor’u, Muhammed İkbal’i, Ömer Hayyam’ı, Seyid Kutup’u, Halil Cibran’ı, Seyid Hüseyin Nasr’ı okudum (Hatırlayabildiğim kadarıyla)


Batılı ve Rus yazarlardan ise Victor Hugo’yu, Maksim Gorki’yi, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Gogol’u, Aleksandır Soljenitsin’i, Anton Çehov’u, Montaigne’i, Edgar Allan Poe’yu, Goethe’yi, Bertrand Russel’ı, Puşkin’i, Balzac’ı, Marcel Proust’u, Jak London’ı, İvan Turgenyev’i, Hemigway’i, Sehakespeare’i, Mallarme’yi, Paul Verlaıne’i, Valery’yi, Paul Eluard’u, Arthur Rimbaud’yu, T S Eliot’u, Louis Aragon’u, Guillaume Apollinaire’i, Petöfi’yi, Alain’i, Schiller’i, F Hölderlin’i, Reiner Maria Rilke’yi, Eugene İonesco’yu, Dante’yi, Immanuel Kant’ı, Jean Jacques Rousseau’yu, Friedrich Nietzsche’yi, Rudyard Kipling’i, Knut Hamsun’u, Emile Zola’yı, Charles Baudelaire’i, Federico Garcia Lorca’yı, Molliere’i, Jean Paul Sartre’ı, Albert Camus’yu, Stendhal’ı, Aleksander Soljenitsin’i, George Orwel’i, Roger Garaudy’yu, Arthur Koestler’i, William Faulkner’i, Ionesco Eugene’yi, Oscar Wilde’i, Andre Gide’i, Raymond Aron’u, Arthur Schopenhauer’u, Erich Maria Remarque’yü, Fanz Kafka’yı, Gabriel Garcia Marquez’ü, Milan Kundera’yı, Umberto Eco’yu, Erich Fromm’u, Nikos Kazancakis’i, Karl Jaspers’i, Alexis Carrel’i, Andre Mauroıs’ı, Pascal’ı, Heidegger’i, Ezra Pound’u, Roger Garaudy’yü, Ian Dallas’ı, Edgar Morin’i, Samuel Beckett’i, Adler’i, Carl Gustav Jung’u, Sigmund Freuyd’u, Panait Istrati’yi, Oktavio Paz’ı, Hermann Hesse’yi, Rene Guenon’u, Jorge Luis Borges’i, Elias Canetti’i, Carl Sagan’ı, Susanna Tamaro’yu, Camilo Jose Cela’yı, Paulo Coelho’yu, Amin Maalouf’u, Marlo Morgan’ıokudum (Hatırlayabildiğim kadarıyla)


Yerlilerden başta Mevlânâ, Yunus Emre ve Fuzûlî, Nizamî, Nedim, Şeyh Galip olmak üzere, Mehmet Âkif’i, Yahya Kemal’i, Arif Nihat Asya’yı, Necip Fazıl’ı, Tanpınar’ı, Ömer Seyfettin’i, Cemil Meriç’i, Erol Güngör’u, Behçet Necatigil’i, Ahmet Muhip Dıranas’ı, Bahattin Karakoç’u, Sezai Karakoç’u, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nu, Tarık Buğra’yı, Emine Işınsu’yu, Nihal Atsız’ı, Seyit Ahmet Arvasi’yi, Attila İlhan’ı, Cemal Süreya’yı, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, Hilmi Yavuz’u, Sevinç Çokum’u, Adalet Ağaoğlu’nu, Cengiz Aytmatov’u ve Cengiz Dağcı’yıseverek okumaya devam ettim


Batılı yazarlardan ise insanı derinlemesine tahlil edebilen, mistik âlemle ve metafizikle bağ kurabilenlerle; bütün zamanlar için güzel olan klasikleri okumaya devam ettim Bunların başında Shakespeare, Baudelaire, Rilke, Dostoyevski, Tolstoy, Kazancakis, Milan Kundera ve Erich Fromm geliyor


İLK ÜRPERTİ, İLK İLHAM

Yazdığınız ilk edebiyat metnini (şiir, hikaye, deneme) hatırlıyor musunuz? Bu hevesinize, yakınlarınızın (anne, baba, kardeş, öğretmen) tavırları ne oldu?


-Küçükken, 1965 yılında İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Gureba Hastanesi’nde üç ay yatmış ve yoğun bir tedavi görmüştüm Sanıyorum bendeki ilk duygu ve düşünce derinleşmesi veya yazarlığın ilk nahif, çocuksu filizlenişi buradaki hatıralarımı yazmamla başlamıştır Fakat o zamanlar, yazmanın ve edebiyatın ne demek olduğunu bilmiyordum Bana bu hatıraları yazdıran, yaşadığım acıklı günlerin iç zorlamasıydı İsimlendiremediğim tabii bir duyguydu


Hani Peyami Safa, “Büyük bir hastalık yaşamayanlar, hayatı derinlemesine anlayamazlar!” der ya Belki de bu hastalık benim için, çizgi ötesine geçişin, derinleşmenin ve yazı hayatına merhaba demenin vesilesi olmuştu


Yazdığım ilk şiir denemesini ise çok iyi hatırlıyorum İlkokula gidiyordum ve yanılmıyorsam 1967’nin güneşli bir Sonbahar günüydü Bunu fırsat bilen rahmetli Babam, iyice kurumadan eve kaldırılmış fındık çuvallarını, daha iyi kurumaları için yayla kapısına çıkarmıştı Ben içerideydim Öğle güneşi, çerçeveleri maviye boyalı küçük pencerelerimizin ince camlarından geçerek içeriye süzülüyordu


Ansızın içime bir şey doğmuştu o an Daha önce hiç hissetmediğim, ilk defa tanıştığım bir şeyİlham dedikleri buydu herhalde İlk heyecan, ilk titreşim ve kafiyeli ilk sözün doğum sancısıydı Kâğıdı kalemi elime aldım ve ilk çocuksu dörtlüklerimi fındık üzerine yazdım Toplanışından, kurutulup satılışına kadar hayatımızda mühim bir yer tutmadaydı fındık ürünü Belki bu yüzden, ilk şiirimin konusu fındıkla ilgiliydi Yıl 1967 idi ve kâğıda kayıt düştüğüm ilk mısralar şöyleydi: “Fındık denilen mahsul/ Sert kabuklu bir yemiş/Kara gözlü sevdiğim/ Onu çok sevdim demiş

Bu sade ve basit sözlerin kurgusu ile içimde yepyeni bir dünya açılmıştı Artık kafiye tutturma sırrına ermiştim Şiir dünyasına atılan ilk adımdı bu Uzun ve yorucu bir çilenin ilk işareti İlahî bir ses, taşralı çocuğun kulağına esrarlı kelimeler fısıldamıştı sanki: “Ey çocuk, bundan böyle kelimelerin büyük azabını çekeceksin Bu sana verilen mukaddes bir görevdir!”


Bu duyguları ve şiir yazabilme yeteneğimi keşfettiğimi uzun zaman yakın çevreme hiç açmadım Sadece ilkokul arkadaşlarıma söyledim Ne de olsa onlar şiirin ne olduğunu az-çok biliyorlardı “Ben her şey için şiir yazabilirim!” dedim Çünkü “kafiye” ve ses uyumu sanatı bana ilham edilmişti Arkadaşlarım da çocuk olduklarından pek fazla bir ilgi duymadı Bunu sıradan, geçici bir heves olarak düşündüler


O sıralar, Gediz depremi olmuştu Bu sosyal acı üzerine, “Deprem oldu, Gediz battı/Bu facia bizi yaktı/O gün matem bir sabahtı/Bütün dünya âlemine!” diye bir şiir yazdım Öğretmenlerime okudum Şiiri çok beğendi ve onu okuldaki duvar gazetesine astılar Böylece şairliğim ortaya çıktı Öğretmenlerim, okul arkadaşlarım ve çevreden, “şiir yazan çocuk” olarak ilgi ve itibar görmeye başladım Bu alâka, yazma hevesimi artırdı Ailem ise durumdan habersizdi


EDEBİYATIN HİSAR’INI AŞAN ŞAİR

Herhangi bir dergi veya gazetede yayınlanan ilk edebiyat çalışmanızı hatırlıyor musunuz? Adı, konusu neydi Şiirse ilk mısraları, yazıysa ilk satırları nasıl başlıyordu Aile ve okul çevrenizde nasıl karşılandı?


-Basılı bir yayında çıkan ilk şiirim, İstanbul’da ortaokuldu okuduğum sırada, 1973 yılının Mart ayında halk ozanı Aşık Veysel’in ölümü üzerine yazdığım “Veysel’in Ardından” isimli şiirdir

Bu şiir, o zamanlar, İstanbul’da yayınlanan “Gün” gazetesinde yer aldı Aynı şiir birkaç gün sonra, Babıâlî’de tanıdığım ilk isim olan merhum Tahir Kutsi Makal tarafından “Son Havadis” gazetesinde de yayınlandı

Fakat edebiyat dünyasına ilk ciddi adımı, “Hisar” dergisinde yayınlanan “Anamın Elleri” adlı şiirle attım Bu şiirden ezberimde kalan mısralar şöyle:

“Toprak kokar/Yosun kokar/Gül kokar/Bu ellerde/Her çiçeğin balı var!”

Bir köylü kadını olan anamın çileli hayatını anlatıyordu şiir Bunun ardından, Hisar’da kapanıncaya kadar şiirlerim yayınlandı

Edebiyatımızda yeri tartışılamayacak bir ekol teşkil eden Hisar dergisinde yer almak, öyle kolay değildi Bu, söz konusu kişi için debî-estetik ve fikrî bir olgunluk ölçüsü demekti Dolayısıyla, “Hisarcılar”ın şahsıma gösterdiği ilgiye teşekkür borçluyum “Hisar” dergisi edebî hayatımda bir dönüm noktası ve çıkış olmuştur Tabii ki, ardından “Töre” ve “Türk Edebiyatı” dergisinin desteğini de yâd etmek gerekir

Aileme hâlâ bu konuda fazla bir şey yansıtmıyordum Çünkü onlar bunu kavrayacak kültür birikimine sahip değildi Okul ve kültür çevresindeki arkadaşlarım ise ismim dergilerde yer aldıkça seviniyor, bana cesaret veriyorlardı


Edebiyat dünyasına girişinizde sizi yönlendiren ve teşvik eden çevrenizden veya edebiyat dünyasından kişiler oldu mu, kimlerin yardımını gördünüz?


-Edebiyat dünyasına girme konusunda çevreden özel bir gayret görmüş değilim Bu tamamen içten gelen eğilim, karşı durulmaz bir yazma ihtiyacı ve baş edilmez bir tecessüs ile mümkün oldu Allah’ın takdiri ve kulun gayreti ile yani Bu konuda bana cesaret veren, belli isimlerden ziyade; gönderdiğim şiirleri yayınlayan dergilerin teşviki olmuştur

Baştan beri, zaten endi kendimin acımasız bir eleştiricisi oldum hep Acizane, yazdıklarımı Batı ve Doğu kriterleri ölçüsünde gözden geçiriyor, eliyor; bu konuda kendi kendime karşı acımasız davranıyordum


Muhterem Emine Işınsu’nun bana yazdığı, “Kâğıdın yırtılır bir nesne olduğunu unutma!” sözü, bu konuda rehberim oldu

Bu arada, özellikle İlhan Geçer beyin, rahmetli Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun, Ahmet Kabaklı hocanın ve şiirimizin aksakalı Bahaeddin Karakoç ağabeyimizin, şiirim hakkında söyleme teveccühünde bulundukları övücü, yüreklendirici sözlerin hakkını da teslim etmek lazım


Fakat bütün bunların dışında-bir sosyal tesbit olarak belirtmeliyim ki-ben zaten baştan beri zor olana, çilesi çekilene taliptim Edebî, estetik ve fikrî yoğunluğu yeterli olmayan bir şiir her şeyden önce benden “geçiş izni” alamazdı!


YAZMASAM, YAŞAYAMAZDIM

Ciddi anlamda yazmaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz?

-Yazmanın ve yazdıklarını gün ışığına çıkarıp edebiyat severlerle paylaşmanın büyük arzusu, özellikle birkaç şiirim edebiyat dergilerinde çıkınca ve hele Hisar gibi bir sanat-edebiyat, estetik okulu niteliği taşıyan ve herkesin kolayca yer alamadığı seçici bir dergi şiirlerime peş peşe yer verince iyice belirmeye başladı Öte yandan, Rilke’nin, “Genç Bir Şaire Mektuplar”ında ifade ettiği gibi, “yazmadan yaşayamayacağımı”, yazmanın hayatımın biricik eylemi olduğunu anladım ve işin birikimini, ilmini elde etme gayreti içerisine girerek, ciddi ciddi yazmaya başladım


Yine samimi olarak kaydetmeliyim ki, yazmak bende hiçbir zaman bir heves, bir hobi olarak tezahür etmedi Ben baştan beri işi ciddiye aldım ve baştan beri şair-yazar olacağım/olduğum düşüncesini taşıdım, onun gerektirdiği çileyi çekmeye başladım Kısacası, duygu ve düşüncelerimi kayıt altına almak, yani yazmak, doğuştan genlerime yüklenmiş mukaddes bir misyon ya da kaderdi Bundan kaçamaz, bunu erteleyemezdim Yazmamak diye bir alternatifim, seçme hürriyetim yoktu Hayatın acı dalgalarıyla fikrin keskin sancısını beyninde ve yüreğinde derinden hisseden biriydim Yazmasam çıldıracaktım Çıldırmamak için yazdım Yazmanın benim için birinci mânâsı, bu psikolojik rahatlama, tatmin olma duygusuydu Yazdıklarımın yayınlanması, şöhret olmam falan pek önemli değildi


Bu konuda anlatmak istediğiniz ve unutamadığınız bir hatıranız var mı?

-Yazma konusunda herkes gibi ben de, birçok hatıra yaşamışımdır Önce, şiirin ne olduğunu bilmeyen bir ananın ve Kur’ân-ı Kerim’den başka hiçbir kitap okumamış bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiştim Bu yüzden, işim ve katlanmam gereken üretme sancısı başkalarına kıyasla iki kat daha fazlaydı Taşralı küçük çocuğun beynindeki büyük fırtınaları, kalbindeki büyük tufanları anlayacak, ona destek olacak bir çevrem yoktu Şiir yazdığımı, bir duygu ve düşünce acısı çektiğimi herkesten gizliyordum


Akşamları beş numara gaz lâmbasının ölgün ışığında şiirler, romanlar okurken ve bıkıp usanmadan notlar alırken, şiir taslakları yazıp-karalarken; bir çakıl taşı kadar duru ve saf olan anam garipseyen, acıyan bakışlarla yüzüme bakar, “Kalk yat oğlum” derdi, “gözlerine yazık! Yorma kendini bu kadar

Babam ise sanki, “edebiyatın-kültürün para etmezliğini” yirmi yıl önceden görmüş gibi: “Boşuna okuyorsun İki kasa hamsi alıp, Sürmene pazarında satsan, bundan daha iyidir!” derdi

Bu sözlere kırılır ama belli etmezdim Kelâm ve kalem ürününün, bir gün mutlaka layık olduğu kıymeti, itibarı bulacağına inanırdım

Zeytinburnu Ortaokulu’nda okurken, bir matematik öğretmenimiz vardı Sol görüşlüydü Bir gün beni özel olarak odaya aldı Orada bana bazı sol yazarların isimlerini söyledi ve bunları tanıyor musun dedi Evet dedim Sonra bazı sağ yazarların isimlerini sıraladı “Peki bunları tanıyor musun?” dedi Hayır dedim Gerçekten de hiç birinin ismini duymamıştım O yıllarda kitapçı vitrinlerinde hep sol görüşlü yazarların kitapları vardı Bak dedi, o zaman seçimini iyi yap Soldan gidersen sen de tanıdığın bu yazarlar gibi tanınır, şöhret olursun Kitapların satılır Yok eğer sağ tarafı izlersen, sen de o ismini dahi duymadığın yazarlar gibi silinir gidersen Hiç kimse seni tanımaz Düşün, kararını ona göre ver


Dedikleri doğruydu Fakat ailemden aldığım kültür ve inanç, yüreğime silinmez, başkalarıyla değiştirilemez şekilde işlenmişti bir kere Bu ırmağı başka yöne akıtmak, onu kendi vadisinden taşra çıkarmak mümkün değildi Daha sonra Zonguldak’ta liseyi okurken de Matematik öğretmenim Mehmet Bey, beni sol çizgiye çekmek için çok uğraştı Hatta, “Sen kendinle çelişiyorsun” dedi “Sosyal karşı çıkışların ve eleştirilerinle, aslında sen sol dünyaya ait birisin Fakat duygularınla kendini sağda hissediyorsun” Aklı sıra beni tereddüte düşürmek ve sola yönelmemi sağlamak istiyordu

Fakat çok şükür ki, daha o yıllarda bile “haksızlığa karşı çıkmanın” ve “ezilen insanın yanında” olmanın, sadece solun tekelinde bulunamayacağının farkında ve idrakindeydim


Sola hiçbir zaman zerrece meylim olmadı Çünkü doğduğumda babam kulağıma ezan okumuştu ve ilk okul öncesinde kısa bir süre de olsa medrese eğitimi almıştım Millî Şef döneminin sebep olduğu korkunç kıtlık yıllarının trajik hikâyeleriyle büyümüştüm Daha sonra, efsanevî bir Adnan Menderes sevdasıyla tanışmıştım Evimizin bir odasında onun insan-yüzlü ve müşfik fotoğrafı asılıydı Altında kocaman harflerle: “Menderes, Allah seni başımızdan eksik etmesin!” ibaresi yazılıydı Yani mânevî duygularım, millî heyecanlarım çok sağlam ve yerleşikti çocukluğumdan beri Acı çeksem de, yeterince tanınıp bilinmesem de, yazdıklarım hakkıyla değerlendirilmese de, bedelini çok ağır ödesem de; ben hep burada, “kendi inancımızın, kendi kültürümüzün, kendi medeniyetimizin onurlu dairesinde” kaldım Ömrüm oldukça da, kalmaya devam edeceğim


Hayatınızın ve eserlerinizin toplu olarak ele alındığı biyografinizle bir fotoğrafınızı ekler misiniz?


OLCAY YAZICI’NIN ÖZ GEÇMİŞİ

Osman Olcay Yazıcı, 1953’te Trabzon’un Sürmene ilçesine bağlı Küçükdere Nahiyesinin Yukarıovalı(Vizara) köyünde doğdu Babası Molla Temel’in oğlu Ahmet Yazıcı, annesi Ali Efendi’nin kızı Ayşe Yazıcı’dır Küçükken geçirdiği bir hastalık yüzünden okul hayatına geç başladı Daha ilkokula gitmeden ve okuma-yazma bilmeden, okumanın büyük özlemi ile tutuşuyor ve içinden “Eğer okumayı bilseydim, yol kenarlarındaki, çöplerdeki gazete parçalarını bile alır, temizler okurdum!” diye geçiriyordu

Bu aşkla, okula gitmeden okumayı sökmüştü Ailesi hastalığını bahane ederek onu okula göndermek istemiyordu Yaşı epey ilerlemişti Fakat bu sıra dışı beyin, okumadan yapamazdı

Bir gün bir yakını ile ailesinden gizli Aşağıovalı İlkokulu’na gitti ve okuma-yazmayı bildiği için, doğrudan ikinci sınıf öğrencisi olarak okula başladı


Şiir hayatına ilkokulda başladı ve ilk şiirlerini burada yazdı

Daha sonra ortaokulu okumak üzere İstanbul’a geldi Ortaokulu Zeytinburnu’nda okudu ve bu sırada İstanbul Orta Dereceli Okullar Arasında düzenlenen” Cumhuriyetin 50 Yılı Şiir Yarışması”nda, “Bu Çatı Altında” adlı şiiriyle birinci seçildi Artık ona herkes “şair” gözüyle bakıyordu


Türkçe öğretmeni Gürşen Kafkas’ın da desteğiyle ilk defa ortaokulda Şiir Sergisi açtı Ortaokuldan sonra liseyi okumak üzere bu sefer de Zonguldak’taki ablasının yanına gitti ve liseyi oradaki Fener Lisesi’nde okudu

Bu sıralarda mesleğinde hayli yol almış ve kendi üslubunu bulmuştu Öyle ki, kendinden on, on beş yaş büyük şairlerin bile yer alamadığı “Hisar” dergisinde ilk önemli şiiri sayılan “Anamın Elleri” yayınlandı O artık kararını vermiş, yolunu seçmişti: Şair olacaktı

Yüksek öğrenimine devam edebilmek için tekrar İstanbul’a döndü Aruz ettiği, Basın Yayın Yüksekokulu’nu ve Sosyal Bilimler’i kazanamamıştı Çaresiz Kocaeli Meslek Yüksekokulu Sevk ve İdare Bölümüne kaydını yaptırdı ve 1979 yılında buradan mezun oldu


Bu yıllarda, Olcay Yazıcı ismi edebiyat dergilerinde sık sık görülüyordu Hisar dergisinden sonra Töre ve Türk Edebiyatı gibi yine seçkin dergilerde şiirleri yayınlanıyordu “Bir Mavi Türküdür Deniz” isimli şiiri 1978’de Türkiye Radyolarından kemençe fon müziği ile defalarca okundu Artık özgün, farklı ve derin şiiri ile Olcay Yazıcı’yı kültür ve edebiyat çevresi ilgi ile takip ediyordu

Yüksekokulu bitirdikten sonra, büyük şehre gelmeyen ve yalnız olan anasına arkadaşlık edebilmek, ruhunu tabiatın sükuneti içende dinlendirebilmek için Sürmene’deki köyüne döndü Burada yaşadığı 4 hüzünlü yılın acı hatıralarından “Hüzün Yazıları” isimli büyük beğeni kazanan eseri çıktı daha sonra


Hassas, kırılgan ve içe dönük kişiliği sebebiyle münzevi yaşamaktan hoşlanıyordu Fakat onuruyla tek başına ayakta kalabilmek ve edebî hayallerini gerçekleştirebilmek için bir iş tutmak zorundaydı

Çantasında şiir taslakları ve yazı denemeleri olarak, 1983 sonbaharında yeniden bunalarak kaçtığı şehre, İstanbul’a sığınmak zorunda kaldı


Burada, Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı, gazeteci-yazar Ahmet Kabaklı ile tanıştı İş talebinde bulundu Daha önce, Türk Edebiyatı Vakfı’nın 1982 yılında açtığı Çocuk Edebiyatı Yarışmasında “Çocuklar Vatanında Büyüsün” isimli çalışmasıyla 130 eser arasından birinci seçilmişti ve Türk Edebiyatı Dergisi’nde şiirleri yayınlanıyordu 1983 Kışında Türk Edebiyatı Dergisinde editör olarak göreve başladı Kültür dünyasının birçok siması ile burada yakından tanışma fırsatı buldu Yazdıkları edebî çevrede yankı uyandırıyordu Bir süre sonra Türk Edebiyatı Derginin Yazıişleri Müdürlüğüne getirildi 1984 baharında dergiden ayrılarak, Türkiye Gazetesinde gazeteciliğe başladı


Özetle Yazıcı’nın, başta Hisar, Töre, Meşale, Pınar, Türk Edebiyatı, Boğaziçi, Dolunay, Ufuk Çizgisi, Milli Kültür, İnsan ve Kâinat, Cemre, Güneysu, Çağrışım, Tepe Edebiyat, Kırağı, Kültür Dünyası, Tarih ve Düşünce olmak üzere, birçok dergide şiir, hikâye, deneme, kültür-edebiyat ve felsefe yazıları yayınlandı


Türk Edebiyatı Vakfı’nın yayınladığı Türk Edebiyatı Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürlüğünü(1983-84), İhlas Holding’in dergiler grubundan olan bilim ve teknoloji dergisi İnsan ve Kâinat’ ın editörlüğünü (1988-94) yaptı

1984’te gazeteciliğe de başlayan şair-yazar ve gazeteci Osman Olcay Yazıcı, 12 yıl çalıştığı Türkiye Gazetesi’nde dizi yazı, mülâkat ve köşe yazarlığı; kültür-sanat sayfası yöneticiliği, hayatım roman sayfasının editörlüğü ile yazı işleri ve Avrupa baskıları servisinde redaktörlük görevlerinde bulundu (1984-1997)


16-20 Eylül 1991 tarihinde İstanbul’da yapılan 12 Dünya Şairleri Kongresi ve Yunus Emre’ye Saygı Kurultayı’na (X11 World Congress Of Poets, In Homage To Yunus Emre) “Derviş” isimli şiiri ve “Yunus Emre’nin Rüzgârıyla” konulu tebliği ile katıldı

1997’de Türkiye Gazetesi’nden ayrılarak, edebiyat çevrelerince”Bütün zamanların en iyisi” diye değerlendirilen Kültür Dünyası Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliği’ni üstlendi(1997-98, 16 sayı)


1999’da Kültür eski Bakanı Namık Kemal Zeybek’in sahipliğini ve başyazarlığını yaptığı Ayyıldız Gazetesi’nin Kültür-Sanat sayfasını yönetti


Halen, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği MÜSİAD’ın Süreli Yayınlar Editörlüğünü yürütüyorİLESAM ve Gazeteciler Cemiyeti üyesi olan şair ve yazar Olcay Yazıcı’nın, Arif Nazım ve Mehmet Yılmaz tarafından bestelenmiş şiirleri de var Songül İnan’la evli olan Olcay Yazıcı’nın, Feyza ve Arife Ayşegül isimli iki kız çocuğu bulunuyor


Geleneğe bağlı çağdaş Türk şiirinin öncülerinden ve entelektüel şiirin orta kuşak temsilcilerinden sayılan Olcay Yazıcı, farklı ve özgün bir üsluba sahiptir


Aşırı hassas mizacı ve trajik yaşantısıyla Peyami Safa’ya benzetilen Olcay Yazıcı, Safa’nın, “Ömrüm, hep bir felâkete uğrayacağım duygusu içinde geçti!” fikrini, kendisine de tıpa tıp uyan bir psikoloji kabul eder Öte yandan, felsefî-mistik boyutu ile Necip Fazıl iklimine, sarıcı ve sarsıcı üslup ustalığıyla da Cemil Meriç’e yakın bulunursa da, onun şiirini ve denemelerini yakından inceleyenler farklılığını, kullandığı sembol ve imajlarla orijinalliğini fark ederler


Olcay Yazıcı geleneğe bağlı, divanî ve halk tarzı, kafiyeli, ölçülü şiirler yazan bir şairdir Serbest şiire karşıdır“Şiir, en basit tarifiyle disipline edilmiş sözdür Bunun serbesti, rast gelesi, şaire göresi olmaz” der

Ona göre, serbest şiire övgü dizenler, geleneksel şiirin büyük çilesine katlanamayanlar ve bu sahada ikna edici ürünler ve azabı çekilmiş eserler meydana getiremeyenlerdir Çünkü, serbest şiirde, Bektaşi namazı gibi, “ben yazdım oldu!” düşüncesi hâkimdir Halbuki geleneksel şiir formuna ve normuna göre, bir eser ya şiirdir, ya şiir değildir Onun ölçüsü, terazisi ortadadır Kaçamağı, bana göresi yoktur


AŞKIN OLANIN ESRARI

Yine de serbest şiire büyük bir husumetle yaklaşmaz Fakat şunu da söylemekten kaçınmaz: Tamam, şiiriniz ölçülü, kafiyeli olmasın Mısra değil belki ama uzun-kısa cümlelerinde edebî, estetik, sembolik ve özgün çağrışım zenginliği bulunsun Mücerret söyleme gücüne sahip olsun Felsefî, tasavvufî, fikrî ve lirik yoğunluk taşısın Aleladenin, gündelik konuşma dilinin, mektup cümlesinin üzerine taşsın Aşkın olanın esrarını, edebî rayihasını taşısın Kalbe nüfuz etsin Bunu başaramayan bir metne, şiir adı vermekle o metin şiir olmaz/şiir sayılmaz Edebî bir eser kabul edilemez

Olcay Yazıcı, düşünce ağırlıklı şiirlerinde olduğu gibi; denemelerinde ve fikir yazılarında da entelektüel bir üslup güzelliği, bir irfan derinliği yansıtır okuyucuya Bu sebeple, denemelerindeki insanı sarıcı ve sarsıcı üslup Cemil Meriç’le kıyaslanır

Gerek Necip Fazıl’ı, gerekse Cemil Meriç’i severek okuduğunu, bu isimlere büyük bir hürmeti olduğunu belirten Olcay Yazıcı, “Fakat ben özgün ve orijinal kendimim!” der Benzerlikte ısrar edenlere ise “Necip Fazıl ne kadar Baudelaire ise ben de o kadar Necip Fazıl’ım!”cevabını verir

Söz konusu isimlerle kendisi arasında paralellik kuran mantığın ilmî metodolojiden mahrum, yüzeysel bir mantık, kısır bir idrak olduğunu; aradaki nüansları göremediğini, kolaycı ve peşin hükümlü davrandığını savunur

Yoğunlaştırılmış bir cümleye sığdırmak mümkünse, çileli, zorlu bir hayatın, sosyal-mistik bir öfkenin entelektüel şairidir Olcay Yazıcı Ferdin ve toplumun,“kendisi olmasını/kendisi kalmasını” biricik onur ve erdem sayan; şiiri ciddiye alan, fikrî ve estetik çapsızlığa, sıradanlığa tahammülü olmayan; sığ ve şovmen tiplerin vitrine çıkmasından müthiş rahatsızlık duyan bir mizaca sahiptir “Bir insanın hem iyi bir entelektüel, hem de iyi bir pazarlamacı olması mümkün değildir!Eğer, şahsiyetli bir entelektüel ise iyi bir pazarlamacı değildir; eğer iyi bir pazarlamacıysa, o zaman da, entelektüel değildir!”der

Şiirlerinde genellikle, âşk, ölüm ve mistik âlem; kimliksizleşme, erdemsizlik, yozlaşma, murakabe ve muhakemesiz sosyal değişme; köy-şehir, Doğu-Batı karşılaştırması/çatışması; dünyevî olanla âşkın olanın kıyaslanması gibi konu ve temalar ağırlıklı olarak işlenir

Daha çok, tasavvufî, felsefî kaynaklardan beslenen, düşünce ve duygu yoğunluğu taşıyan; sembolik imajlar ve okuyucuyu şaşırtan sürpriz--kafiyeler kullanan, beylik söyleyişlere iltifat etmeyen; kısaca trajik-ben’in şiirini yazan bir şair olarak tanınır Olcay Yazıcı

Şiiri, “Sonsuz yorumlanan söz” ve “Kelimelerin taşıyabileceği son yoğunluk” diye tanımlayan şair, bu titiz, duyarlı, eleyici ve en sembolik, en güçlü söyleyişi bulma yolundaki cehti ile klasikler arasında zikredilmeye hak kazanır

Olcay Yazıcı’nın, dünya ve Türk edebiyatında örneği bulunmayan bir özelliği de, şiirlerinde kelime tekrarının olmamasıdır Bu titizlik, şaire aşırı bir azap yükler yazma sırasında

Ondaki bir başka ilginç yan ise, Yazıcı’nın şiirlerinin ilk yazılışı ile son hali arasında büyük farlılıklar bulunması; şiirin oluşma sürecinde, baş döndürücü, çıldırtıcı bir değiştirme-ekleme-çıkarma çilesinin yaşamasıdır

Bu konuda şöyle der: “Güzeli, güzel olmayandan ayıracak mümeyyiz bir makamın, ilmî-objektif/âdil bir münekkit müessesesinin olmadığı; göz nûru akıtılıp çilesi çekilenle, seri imalatı yapılanın birbirinden ayrıt edilmediği bir ülkede; kelimelerin beynimi ve ruhumu aşındıran büyük azabını neden çektiğimi doğrusu ben de bilmiyorum Herhalde, sanatta estetik mükemmeliyet endişesinin, karşı durulmaz bir tezahürü bu Yani bir tür delilik Fakat unutmayalım ki, rahmetli psikiyatr Recep Doksat’ın ifadesiyle, ‘dünyanın delilere olan borcu, delilerin dünyaya olan borcundan çok daha fazladır!”

Bu büyük sabır ve çile neticesindedir ki, Olcay Yazıcı’nın şiirlerinde benzeri pek bulunmayan orijinal imajlar, yoğun ve hikmetli söyleyişler sıkça yer alır

Formüle edilmiş bir ifadeyle: metafizik boyutu ve düşünce yoğunluğu ile Olcay Yazıcı, sûfî iklimin entelektüel şairidir Çeşitli ödülleri bulunan şair ve yazar Olcay Yazıcı’nın yayınlanmış eserleri ise şöyle:

“Çocuklar Vatanında Büyüsün” (Hikâyeler, Türk Edebiyatı Vakfı 1982 Birincilik Ödülü, 1985)/”Papatyalar Üşümesin”( Hikâyeler, Kültür Bakanlığı yayını, 1990)/”Erguvan Uğultusu” ( Şiirler, Boğaziçi yayınları 1991)/”Tartışmayı Tartışmak” ( Deneme-Kültür yazıları, Ötüken Neşriyat 1992)/”Hüzün Yazıları”( Özgün bir metin, Boğaziçi yayınları 1993)/”Eylül’ün Kırdığı Gül”(Şiirler, Ötüken Neşriyat 1994)/”Kitapsız Toplum” (Deneme-Kültür yazıları, Ötüken Neşriyat 1994), “Büyük Gün/Bir Kıyâmet Alâmeti Olarak Hazreti İsâ’nın Dönüşü” (Araştırma, Marifet Yayınları 2001), “Ateşi Uyandıran Şiirler” (Yayınlanacak yeni şiir kitabı)



FİKİR FİKİR FİKİR


Kitap medeniyetinden

internet muhabbetine


Olcay Yazıcı


“Ben kuş dilin bilirim, söyler Süleyman bana!”

Ansızın, sabahın sihirli ışıklarıyla birlikte bizim Yunus’un bu beyti düştü hafızama Sûfî bir ilahî gibi yankılandı, yansılandı ruhumun derinliklerinde

Bilişin, beşer için daha ötesi olmayan son sınırıydı bu sanki:

“Ben kuş dilin bilirim, söyler Süleyman bana!”

Sözde “iletişim çağı”nın, dar kapsam alanına mahkûm; hissiz, ufuksuz ve derinliksiz beyinleri; sözün, sezginin ve metaforlar dünyasının gönüldeki “iç fethini”, “iç uzayını” kavrayabilirler mi acaba? Yoksa, “çağdışı bir söylem” diye mi hüküm verirler

Fakat, birileri onlara anlatmalı ki: efendiler, toplumlar teknik ve maddî gelişmişliklerinden ziyade, efsane ve menkıbeleri ile yaşarlar Bu sayede “dirlik-düzenlik ve dahi esenlik içinde” olurlar!

“Ben kuş dilin bilirim, söyler Süleyman bana!”

Kelimelerin kelimelere temasından aydınlık bir şimşek çaktı beynimde

Kelâmın ulvî ateşi tutuştu içimde Fikirsizlik, duyarsızlık çölünün gülleri yeşerdi birden Şükür ki, söz ölmüş değil O ezelde var idi ve ebedîyen var olacaktı

Aldırmayın, sözde iletişim çağının, fikir fakiri şaşaasına! Cep telefonlarının cızırtılı, ahlâk yoksulu diyalogları, bu ruh yüceliğini asla köreltemez ve beşerin hafızasından silemez Çünkü kelâmın ve kalemin kutsallığı var Çünkü “Kitap medeniyeti”nin hükmü sonsuza kadar geçerli olacaktır Çünkü sözün hikmeti, yaratanın emri yüklenmiştir insanoğlunun genlerine, DNA’sına Yaratılışın özüne, ezelî ve ebedî kimyamıza hükmedemezler ya!

Bırakınız kullansınlar, bırakınız oyalansınlar çağdaş oyuncaklarıyla

“Ben kuş dilin bilirim, söyler Süleyman bana!”

İşte sözlerin sözü İşte kelimenin büyüsü İşte mücerredin ve mecazî oluşumların gücü İşte mânâmızı var eden, beynimize yazılan kader-kimlik! Önce söz vardı, sonra da söz olacak Ötesi hurda-haşat bir medeniyet eğlencesi

İletişim dünyasının metafizikten cırcırböceği kadar habersiz bireyleri, peki sözün erdemini, soyutun güzelliğini ve sonsuzluğunu size kim öğretecek? İletişim çağının, mutsuz, muştusuz, yarınsız beyleri Bilseniz, ne trajik bir son bekliyor sizleri!

***


“Ben kuş dilin bilirim, söyler Süleyman bana!”

Ruhum birden gök ekince, kuş tüyünce, bulut hafifliğince yeğnildi, ferahladı, açıldı Ufuk, derinlik ve mânâ kazandı var oluşum Hüznüm ve kederim buhar olup, bahar olup dağıldı Gökyüzüne ağdı Yükseldi Yer çekiminden âzat oldu Bu yeni oluşum karşısında kâinatın sırları çözüldü sanki

Korunmuş, hıfz edilmiş levhadaki insan macerasını görüp, alın yazısını okudum birden Füsunlu bir ruh esenliği kuşattı sahramızı“Bürüyen kaside” gibi bir beytin beynimde araladığı semavî pencereden kanatlanıp, ötelere sefer eyledim Daralan yüreğim huzur ve sükûnet buldu Kutlu bir sağanak altında arındım, tazelendim, dirildim!

İşte ben bu sözün, bu söze derinlik ve sonrasızlık boyutu kazandıran iklimin, irfanın insanıyım! İşte ben bu selamet diyarının eriyim Bu nizamın, bu terkibin mensubuyum Kalbî huzurum ve ebedî kurutuluşum bu oluşun içinde


Teknolojiymiş, internetmiş, sanal âlemmiş, maddî konformuş bana ne!

Dedim ya, odalar arası geyik muhabbetinin teknik detaylarını, üslup ve metodunu, bilmiyor, doğrusu bilmek de istemiyorum

Bilinmezi kavrama arzusuyla tutuşan idrakimi, elektro manyetik bir ekrana hapsedemem Mistik tecrübem ve sürrealist tecessüsüm, İnternet siteleriyle, web sayfalarıyla; chat hücrelerindeki dişlek manzarayla asla kanabilemez


Çağın bilemediği bir iç ferasetle, ilahî ve şiirsel bir ilhamla, sûfîyane bir “nazar”la bilinmesi gereken, erbabına bildirilir Bu mertebeye çağın cafcaflı iletişim teknolojisi ile erişmek mümkün değil Bu bir nasip işidir:

“Ben kuş dilin bilim, söyler Süleyman bana!”

“Tâlib-i ilmleriz, âşk kitabın okuruz”

“Evliya safâ-nazar edeli günden beri/Hâsıl oldu Yunus’a her ne ki olasıdır” hikmetinin muhatabı için, yeryüzünde can sıkıntısından söz edilebilir mi?

Aşk Kitabını okuyunca ufku açılır idrakimin Gönlüm yedi kat semalara kanatlanır Tay-i zaman eylerim Esenlik diyarına, emin beldeye, devr-i dilâraya hicret eyler düşüncem Derviş Yunus’umuzun dediği gibi:

“Biz tâlib-i ilmleriz aşk kitabın okuruz!”

Ve Cemil Meriç’in ifadesiyle:

“Deha kütüphaneden çıkar”, internet cafe’den değil

***

İnsanın “miracı” düşüncedir Onunla yükselir, onunla yücelir Sırların “sırrı” okumakla çözülür Bundan ötürüdür ki, şair:

“Okumakokumak/Oku, çözülsün yumak!” demiş

Sen kendi trajik durumundan habersiz, malumat yığınına ulaşmayı ve kemiyet muhasebeciliğini marifet mi sanıyorsun?

Bütün zamanlarda insanın biricik arzusu ve tecessüsü “mücerrede”, âli olana ulaşmaktır Tezahürler seyrangâhı olan kâinatta, internet sitesinde oyalanmak ve bununla yetinmek, ancak vukufsuz-ufuksuz aklın işidir, derin düşünce sahiplerinin değil

Öyleyse, size “iyi oyunlar” efendiler, ben “eşyanın hakikatini” öğrenme yolunda çile çekmeye gidiyorum!

***

Açıkçası, İnternet dünyası benim için pek “net” değil Puslu Bulanık ve kuşkularla çevrili Dünyevî bazı kolaylıklar sağlasa da, etik açıdan tekin değil Şunu baştan belirtelim ki, bizim medeniyetimiz, her şeyden önce bir “ kitap ve kâğıt medeniyetidir” Buradan, teknolojik çağa ve internet’in kemiyete kurgulu dünyasına (üstelik Batıdaki oluşma ve gelişme sürecini yaşamadan) acemice bir geçiş; kültür atlasımızda yamanması mümkün olmayan yırtılmalara, medeniyet çizgimizde vahim kırılmalara yol açtı

Ben hâlâ kültürün, bilginin; üsluplu yaşama tarzı, haysiyetli bir üst-kimlik oluşturabilmenin, “kemâle ermenin” vazgeçilmez ana kaynağının/biricik şartının yazılı kültür, yani “kitap” olduğuna inanıyorum

Çünkü, insanı“terbiye eden” ve ona azgınlıkları dizginleme, maddeden bağımsız düşünebilme melekesi kazandıran; onu “varlığın mahiyeti” hakkında bilgi sahibi kılan yazılı kültürdür/kitaplardır

Kitap sayesindedir ki insan, yeryüzünün sadece “oyun ve eğlence” yeri değil, bir sınanma yeri olduğunun şuuruna varır

Bilgisayar ekranından metin ve madde tıklamakla, derin ve yoğun bir kültür elde edilemez, sofistike bir çağın şifresi çözülemez Hikmete ve alp erenliğe ulaşılamaz Düşünce ufku genişletilemez Bir “yalanın yalanı” olan “sanal dünya” ile “fikrin büyük çilesi” bir birine eş tutulamaz

Hiçbir eziklik ve eksiklik duygusuna kapılmadan itiraf ediyorum ki: Network ne demektir bilmiyorum (Fakat ön sezilerim, birileri birilerini tuzağa düşürmek için küresel bir menfaat ağı örüyor galiba diyor bana!) Mikroçip neyin karşılığı haberim yok E-Ticaretin e’sinden anlamam Haber portalı ile kast edilen nedir kestiremiyorum Balzac’ın “Vadideki Zambak”ını, “Menekşeli Vadi”yi biliyorum da, şimdilerde sıkça sözü edilen esrarengiz ve bilimsel Silikon Vadisi’nde neler oluyor, neler üretiliyor bilemiyorum


Eşya bir vasıta, asıl olan insandır

Yıllar önce başlamıştı teknolojiyi ve onun ürünlerini kutsama hastalığı Bu da, kıt akıllılar için geçerliydi Çünkü, eşyanın künhüne inip, onun hükmünü, insan hayatındaki yerini bilen, muhakemesi nesnel olanla sınırlı kalmayan kişi; maddenin hiçbir görüntüsünü yüceltip, insanın önüne çıkarmaz Bilir ki, eşya vasıta, asıl olun insandır

Bilgisayarların büyük rağbet gördüğü yıllarda, “bilgiyi benim ümmi ninem de sayar Mühim olan, oluşlar üzerinde tefekkür ederek, yeni bir bilgi üretmektir” diye yazmıştım


Köprülerin altından çok sular geçti ve ülkemiz dev bir teknoloji pazarına, daha sonra da mezarlığına dönüştü O dönemde, çağrı cihazlarını beline takanların görgüsüzlüğünden; cep telefonu denilen çağdaş aletin ilkel şekilde kullanıldığı bugünlere geldik


Özellikle cep telefonu görgüsüzlüğü, ülkemiz insanı için komik ve acıklı manzaralar arz ediyor Cep telefonu olan her yeniyetme, kendini cep telefonu olmayan herkesten üstün ve saygın görüyor Ötekileri küçümsüyor Bu sahada öyle bir insan modeli oluştu ki, tahammül etmek mümkün değil Sapık bir tarikatın puslu mabedinde, ya da ağlama duvarı önünde kendinden geçmiş müritler gibi, dünyayı umursamadan takılıp kalıyorlar cep muhabbetine


“Düşünüyorum o halde varım” öz deyişi, post-modern değişmeyle birlikte maziye karıştı Şimdi sokaktaki adam için tek geçerli söz:

“Cep telefonum var, o halde üstün ve farklıyım!”

En kalabalık cadde ortasında, “Konuşan Adam” heykeli gibi durup, sanki öte âlemle iletişime geçmişçesine caka satarak konuşmak; çağdaş cepçiliğin fiyakası sayılıyor artık Oluşun sırrını çözmek, İstanbul’u fethetmek ya da atomun fotoğrafını çekmek de ne imiş!

Şahsiyetini bulamamış ham hâlleri ve terbiye edilmemiş kuruntularıyla, bulundukları ortama sosyal kirlilik yayan bu “baz” kafalı “teknoloji mankurtları”; kullandıkları elektronik cihazları “üstünlüğün/saygınlığın/itibarın tek belirleyici unsuru” sanarak, “bizim, ayrıca mücerret değerlerle donanmamıza ve bir kişilik performansı göstermemize gerek yok!” vehmine kapılıyorlar Ve ne yazıktır ki, o kısır döngüde, o sığlıkta ve o çiylikte kalıyorlar!

Her ne kadar iyi de efendim, birikimi, bilgiler arası münasebeti kurarak, kullanarak bir düşünce harmanlaması yapamadıktan, yeni bir yoruma, yeni bir önermeye; insanlık için faydalı bir teklife varamadıktan sonra, ekranda bilgi kaynaklarının maddelerini tıklamak, kitap listelerinin çetelesini tutmak neye yarar ki, deseniz; mekanik ve metalik bakışlarla sizi süzerler

Öyle bir “tuş”a gelirsiniz ki, çağdaş aforizmalar üreten(!) bilge-kokoreççiler bile güler halinize!


“Eğlence İnternette/siz neredesiniz?”

Bakışlarım ansızın bir dükkan önündeki reklam panosuna ilişti:

“Eğlence internette/siz neredesiniz?” diye yazıyordu iri ve renkli puntolarla

Demek ki, teknoloji harikası ve bilgi çağının alameti farikası internet sayesinde güle-oynaya bilgiye ulaşmak, kadim feylesoflar kervanına dahil olmak çok kolay hale gelmiş de haberimiz yok

Entelektüel muhalefetimi ve eleştirel aklımı kışkırtan bu popülist cümle, beynimin içinde yankılanıp durdu uzun süre:

“Eğlence internette/siz neredesiniz?”

Düşündüm: Neden sadece ve özellikle “eğlence” vurgulanmış? (Hani bilgi çağı diyorlardı yaşadığımız yüzyıla?) Klasik telakkilere göre bilgiye ulaşmanın ağır bedeli; ateşten, kılıçtan beter acısı ve sıradan insanların katlanamayacağı çilesi vardır O yüzden klasik telakkiye göre:“Bilgi azaptır!”

Demek ki, yeni zamanların metodu eğlenerek, öğrenmek! Zahmetsizce “erişim!”

Düşündüm: Sahi ben neredeyim? İnternet’te olmadığıma göre, kısır, verimsiz, basiretsiz ve iptidai bir hayat mı yaşıyorum yoksa?

İronik ve iğneleyici cümleler oluştu zihnimde:

Siz eğlenin efendiler, ben kutsal metinleri asıllarından okumaya ve düşünmeye gidiyorum

(Sahi kim sormuştu o çıldırtan soruyu: Gazâli’nin, İbn-i Sina’nın, Mevlânâ’nın, Yunus Emre’nin, Şeyh Galip’in, Fuzulî’nin; Baudelaire’in, Goethe’nin, Sehakespeare’in, Dostoyevski’nin, Tolstoy’un, Çehov’un ve Rilke’nin bilgisayarı mı vardı?Şeyh Gâlip, Fuzûlî, Necip Fazıl, Cemil Meriç ve diğerleri internet mi kullanıyordu? Onların e-mailleri, Networkları var mıydı?)


Ya da interneti kullananlar arasından hangi bilge, hangi deha çıktı bugüne kadar? Vasat bilginin elden ele dolaştığı bu vasatta, vasatı aşacak üstün-idrak ne zaman yetişecekti acaba? Yoksa, internet furyası ile birlikte irfan adamı, kitap medeniyeti, yazılı kültürün ehemmiyeti tarihe mi karışıyordu? Ve en önemlisi, bilgeler çağı kapanıyor, “teknolojik mankurtlar” çağı mı başlıyordu?


Yazılı kültürün esrarıyla

Düşünen insan olarak, yapmam gerekeni, olmam gerekeni, kalabalığa, mitleştirilen makineye, teknolojik tapınmaya rağmen, zihnimde egzersiz yapmaya devam ettim:

Siz eğlenin efendiler, (aslında çağdaş köleler demeliyim), ben Suç ve Ceza’yı, İlahî Komedya’yi, Gariplerin Kitabı’nı, Ariflerin Menkıbeleri’ni, Fîhi Mafih’i ve Işık Doğu’dan Gelir’i eğlenerek değil, acı çekerek hıfz etmeye gidiyorum


Siz, İnternet denilen çıkışı olmayan labirente girip kilitlenin Ben ışığın, bilmenin, çizgi ötesinin ana unsuru ile ünsiyet kurmaya gidiyorum

Siz, ekran başında birbirinize sahte kimliklerle, erotik replikler geçmeye devam edin Ben soyut düşüncenin ve kalbî sezgilerin, ermişlere has mukaddes azabını çekmeye; insanın büyük macerasını derinden kavramaya; âlemler arası muhayyel yolculukların mistik heyecanının yaşamaya gidiyorum


Biliniz ki, oyalanıp eğlendiğiniz “sanal dünya”, insanın binlerce yıllık yükselme ve yücelme serüveni yanında çok sıradan, çok “banal!” kalıyor

Dedim ya, kusuruma bakmayın İnternet’ten, e-mailden, web sitesinden anlamıyorum Fiber kanal nedir bilmiyorum

Fakat, “Ben kuş dilin bilirim, söyler Süleyman bana!”

***

Peki, söyler misiniz, överek göklere çıkardığınız ve arkaik bir tutkuyla tapındığınız makine, ne kadar gelişirse gelişsin acımayı, hüzünlenmeyi, kederli bir kalbe merhamet duymayı ve Yunus Emre’nin mistik liriklerinden zevk almayı bilebilecek mi?

Sorgusuz-sualsiz, tüketim ekonomisinin, e-ticaretin çarpıtılmış enformasyon ve globalleşme emperyalizminin metalik maketine eklemlenmek; bu sömürü pazarının aptal bir tüketicisi durumuna düşmek; “en güzel surette yaratılan”, eşref-i mahlûkat ve zübde-i âlem olan insana yakışır mı?

Teknolojiyi insanın faydasına kullanmaya evet, fakat onun kölesi olmaya hayır!


Makine, ne kadar çok fonksiyonlu, modern donanımlı olursa olsun, zamanla örselenir, miadı dolar ve teknoloji mezarlığına atılır

Oysa, arz ve sema yerinde durdukça yazılı kültürün ve mânâ medeniyetinin esrarı, efsanesi, esenliği eskimez

Kitap ve kâğıt medeniyetinden, internet muhabbetine kesin ve keskin bir geçiş yapmadan önce, iyi düşünmek gerekir!

Asla unutulmamalı ki, yeryüzünün efendisi insandır!


xx


Olcay Yazıcı'ya yaşarken saygı

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.