Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
tasavvuf

Tasavvuf

Eski 04-27-2009   #1
Equinox
Icon47

Tasavvuf







TASAVVUF




Tasavvufun Menşei:


Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm’ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının yaşayışlarında görülmektedir Bazılarının zannettiği gibi Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile zâhir olmuştur

Kaynağı Kur’an-ı kerim ve Hadis-i şerif’lerdir

Asr-ı saâdet’te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan zümre yoktu Sufiliğin hakikatı vardı, fakat adı yoktu; yaşanırdı, dâvâsı yoktu

Saâdet asrında en yüksek mevkiyi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizle sohbet şerefine eren Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı almışlardı Hepsi değerliydi, amma içlerinde değerlisinin de değerlisi vardı Her biri ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı ayrıydı Bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ etmeye, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha çok önem veriyordu

Müslümanlar onlar için “Sahabi” olmaktan daha üstün bir tâzim ünvanı tasavvur etmiyorlardı Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra Ashâb-ı kiram’a yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara “Tâbiîn” denilmiştir Ondan sonra da “Tâbiîn”e erişen “Tebe-i tâbiîn” gelmektedir Bu üç nesil, en hayırlı insanlar olarak kabul edilmişlerdir

İslâmî ilimler ilk devirlerde bir bütündü Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi Bugünkü şekliyle bir Tefsir, bir Hadis ilmi yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır



Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye’nin ne olduğunu bilmiyordu, amma yaşıyordu Nasıl yaşıyordu? O Nur’un sohbetinde kendilerine icabeden herşey veriliyordu Herkes nasibi kadar alıyordu Kimisi çok alıyordu, derya oluyordu; kimisi az alıyordu, havuz oluyordu

O Nur’un sohbetinde bulunmakla, Allah-u Teâlâ onları lütfu ile dolduruyordu Şu kadar var ki, Ashâb-ı kiram’ın hepsinin dereceleri aynı değildir Bu dereceler, onların kendi şahsiyetlerine âit faziletlere, İslâm’a yaptıkları hizmete göre farklılık arzetmektedir

Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye ile meşgul olmamıştır, çok az olmuştur Amma hepsi de Tarikat-ı aliye’nin içinde idiler Hele bunların arasında bir zümre vardı ki;

“Seninle beraber olanlardan bir tâife de kalkıyorlar” (Müzemmil: 20)

Âyet-i kerime’sinde belirtildiği üzere, fazla ibadetleriyle seçilmişlerdi

Dikkat edilirse görülür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zikrullah için çok seyrek halka toplamıştır Hadis-i şerif’lerde birkaç yerde geçer Ashâb-ı kiram’ı her yönden yetiştirmeye çalışmıştı Çünkü herşeyden habersiz bir topluluğun, her yönden eğitime ihtiyacı vardı Bir yönden, bir noktadan değil, birçok yönlerden onları yönetiyordu

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz kendilerine göre bir ders vermişlerdi, fakat yaygın değildi

Çünkü onlar Hazret-i Kur’an’ın nuru ile nurlanmış, feyzi ile feyizlenmişlerdi Âyet-i kerime’ler sabah akşam nâzil oluyordu Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru ile, şeref-i sohbeti ile hemhâl oluyorlardı O Nur’un karşısında bulunuyorlar, o Nur’dan nur alıyorlardı, ilim alıyorlardı, edep alıyorlardı, feyz alıyorlardı O Nur’un yanında bulunmak, ona bakmak kâfi idi Baka baka iman ediyorlardı Hepsi de Tarikat ehli idi, amma kapalı, meydanda birşey yok Öylece yetişiyorlardı

Bu müridan da aynı şekildedir Ciddi bir ders almış, terbiye görmüş değil, hususiyetli bir şey yok Kitaplardan nasibi kadar almış, kimisi derunî noktasına yavaş yavaş inmiş, kimisi cihada eğilmiş, kimisi yolda kalmış, amma o yolun içinde bulunuyor Herkes nasibi kadar nasibini alıyor Kimisi açık olarak, kimisi gizli olarak terakki ediyor Fakat hepsi de kapalı olarak götürülüyor, gizli hallerle terbiye ediliyor Teslimiyeti, bağlılığı, sadakati ve nasibi nisbetinde hiç farkına varmadan mahviyetle yürütülüyor, Allah-u Teâlâ’nın ilâhî lütfuna nâil oluyorlar

O yol ile bu yol bu noktada da bitişiyor

Her ne kadar mâneviyat yoluna ağırlık veriyorsa da birçok müridan bunun ciddiyetle farkında değil

Ashâb-ı kiram da böyle idi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu Ashâb-ı suffa da aynı şekilde yetişiyordu Ashâb-ı kiram ile her zaman görüşemese de, Ashâb-ı suffa ile her zaman görüşüyordu Onlar onun talebeleri idi Onun feyzi ile gıdalanıyorlardı Onlar onu tercih etmişlerdi



Ashâb-ı kiram ve Tâbiîn devirlerinden sonra muhtelif ilimlerle uğraşanlara, uğraştıkları ilimlere göre isimler verilmişti Meselâ Tefsir ilmiyle uğraşanlara “Müfessirûn”, Hadis ilmiyle uğraşanlara “Muhaddisûn”, Kelâm ilmiyle uğraşanlara “Mütekellimûn”, Fıkıh ilmiyle uğraşanlara da “Fukaha” gibi isimler verilmişti

İşte bu arada rûhî kabiliyetlerini geliştirmeye çalışan ve Allah yoluna sülûk eden zümrenin yoluna da “Tasavvuf” adı verildi

İlk devirlerde zühdî bir hareket tarzında başlayan tasavvuf; İslâm dininin kendi bünyesinde doğmuş, gerçek canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde gelişmiştir Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın ortalarına rastlamaktadır Tarikat kelimesi ise tasavvufun sistemleşmesinden sonra kullanılmaya başlamıştır

Zühd hareketi “Mutasavvıfe” adı ile bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini, kelâmcılar kelâm ilmini sonradan meydana getirdilerse; başlangıçta sadece hareket halinde beliren tasavvuf da öteki, İslâmî ilimler gibi, sonradan bir ilim haline geldi

Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller için de hükümler kondu Böylece “Tasavvuf ilmi” doğmuş oldu

Zâhirî fıkhın hükümleri Kur’an-ı kerim’de ve Sünnet-i seniyye’de bulunduğu gibi, bâtınî fıkhın hükümleri de Kur’an-ı kerim’de ve Sünnet-i seniyye’de bulunmaktadır

İslâm dini ruh ile bedenin birleşip kemâle erdiği bir dindir İnsanın ruh ve beden diye iki cephesi olduğu gibi, dinin de zâhir ve bâtın diye iki yönü vardır

Namaz, oruç ve diğer amellerin zâhirî bir şekli varsa ve bunlar zâhirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşû gibi bâtınî bir şekli de vardır Bu da bâtınî fıkhın yani tasavvufun mevzusunu teşkil eder

Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehri kısmını Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi kısmını ise Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri sistemleştirmişlerdir Bundan dolayı cehri zikir yapanların yoluna “Kadiri tarikatı”, hafi zikir yapanların yoluna ise “Nakşibendi tarikatı” denmiştir

Bundan sonra çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir Tarikat-ı Muhammediye’dir Gaye, Allah-u Teâlâ’yı en güzel şekilde zikretmek ve O’na kulluk yapmaktır

Tasavvufun Lüzumu:

Tasavvuf, İslâmî ilimlerin özü ve kaynağıdır Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikatı anlamak için kurulmuş ilâhi bir ilim-irfan mektebidir Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir

Tasavvufun asıl gayesi süzülmektir Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek, haddelerden geçmektir

“Koca bir adam olarak girdim, zerre hakîr olduğumu bildim

Tasavvuftan gaye budur Bu hale gelebilmek için, “Fenâ”ya varmak için tasavvuf elzemdir

Tarikat-ı aliye münevver bir yoldur Nefsi tezkiye, ruhu tâlim ve terbiye için lüzumlu olan bir yoldur Kişinin varlığını dağıtması ve Var’ı bulması için yegâne âmildir

Hiç şüphesiz ki bu da, Fenâfillâh’a ermiş bir Mürşid-i kâmil’in taht-ı terbiyesine girmekle gerçekleşir Ezelî nasibini aldıkça nefis tezkiye olur, ruh tekâmül eder Nefis derecelerini aştıkça, perdeleri bir bir kaldırdıkça Hakk’a yaklaşmış olur

Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“İçinizde Görmüyor musunuz?” buyuruyor ve inananlara duyuruyor (Zâriyat: 21)

O’nu görünceye kadar bir bir perdeleri kaldırmak gerekiyor, ki O’na vâsıl olmuş olsun

Her yolun çalışması dıştan olur, fakat hiç şüphesiz ki bu yolun çalışması içten olur



Tarikat kelime mânâsı itibarı ile “Yol” demektir Tasavvuf dilinde ise; “Allah-u Teâlâ’yı bilmek, bulmak ve O’na yaklaşmak için takip edilecek ibadet yolu” mânâsına gelir

“Allah’a ulaşan yollar mahlûkatın nefesleri adedincedir

Lüzumu ise Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle ispat edilmiştir

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik” buyuruyor (Mâide: 48)

Fahrüddin-i Râzi -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ve diğer bazı müfessirler bu Âyet-i kerime’ye:

”Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim Evvelâ şeriat, sonra da tarikat” mânâsını vermişlerdir Çünkü “Minhac”ın kelime mânâsı “Münevver bir yol” demektir

“Minhac” kelimesinden kastedilen münevver yol “Şeriatın güzelliklerinin bütünü” olduğuna göre, şeriat yolun başı, tarikat da devamıdır



Bilindiği gibi ümmet-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in havassı derecesinde bulunan kâmil zevât-ı kiram’ın en son arzu ve isteği, Allah-u Teâlâ ile sevgi zinciri kurabilmektir

Bu ise;

“Resulüm! Onlara söyle: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” (Âl-i İmran: 31)

Âyet-i kerime’sine göre, ancak Sünnet-i seniye’ye harfiyyen uymakla gerçekleşeceğinden, her hâl-ü kârda bir tarikata başvurmak zaruridir

Ve buna benzer birçok Âyet-i kerime’ler vardır

Zikrullah Emr-i Şerif’i:

Zikrullah bütün müslümanlara ilâhî bir emir gereğidir

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde:

“Benim zikrim için namaz kıl!” (Tâhâ: 14)

Âyet-i kerime’si ile dinin direği ve temeli, ibadetlerin rehberi olan namazı emretmiş olduğu gibi;

“Ey iman edenler! Allah’ı çok çok zikredin!” (Ahzâb: 41)

Âyet-i kerime’sinde de Zât-ı akdes’ini zikretmeyi emretmiştir Namaz da ilâhî bir emirdir, zikrullah da ilâhî bir emirdir

Kur’an-ı kerim’de diğer ibadetler için “Çok çok namaz kılınız!”, “Çok çok oruç tutunuz!” gibi ifadeler olmamasına karşılık “Allah’ı çok çok zikrediniz!” gibi ifadelerin bulunması, Zikrullah’ın ne kadar önemli bir ibadet olduğunu göstermeye yeterlidir

Bir Âyet-i kerime’de:

“Zikrullah elbette en büyük (ibadet)tir” buyuruluyor (Ankebut: 45)

Zikrullahtan daha büyük, daha üstün bir şey yoktur Amellerin en yücesi, en iyisidir

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:

“Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken de Allah’ı zikredin” buyuruluyor (Nisâ: 103)

Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk’ın sevgisini kazanırlar

Zahirde kalanlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerdeki zikri, yalnız namaz olarak kabul ediyorlar Bilmediklerinden hakikatlara gözü yumuk bakarlar Halbuki bâtına intikâl edip, iç âlemine döndükleri zaman bunun hakikatını göreceklerdir

Bunun gibi birçok Âyet-i kerime’ler ile Allah-u Teâlâ zikrullahı evvelâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize, sonra da ümmet-i muhteremesine emir buyurmuştur

Allah-u Teâlâ:

“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın Onlar fâsıkların tâ kendileridir” (Haşr: 19)

Âyet-i celile’si gereğince zikir ve fikirden gafil olan müminleri “Fâsık” kelimesi ile vasıflandırıyor

Allah-u Teâlâ’nın bir kulunu sevmesi, muhakkak ki o kulun zikrullahı sevmesi ve iştigal etmesi ile kaimdir Etmeyenlerin ise cezalandırılacakları vaad ve vaîdinin bir neticesidir

Kalbî ve Cehrî Zikrullah:

İnsanların mizaçları yaratılış itibarı ile değişik olduğundan, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu emr-i ilâhî’yi alınca;

“Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım” (Risâle-i Es’adiyye 6 Fasıl)

Hadis-i şerif’inin ifade ettiği mânâ gereğince, Hazret-i Ebu Bekir Sııddık -radiyallahu anh- Efendimizi çağırıp “Kalbî” zikri telkin ederek ona öğretmiş ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına tâlim etmesini kendisine emir buyurmuştur

Aynı şekilde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimize de “Cehrî” zikri talim edip, diğer Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına telkin etmesini emretmiştir Yani “Hafî” ve “Cehrî” zikirler bu noktada ayrılıyor

Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı da öğrendikleri usûl üzere kalbî ve cehrî zikirleri icra etmişlerdir

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtını vasfederken:

“Onlar Allah-u Teâlâ’yı zikrederken, rüzgarlı bir günde sallanan ağaç gibi sallanırlardı Gözleri yaşarırdı, gözyaşları elbiseleri üzerine sel gibi akardı” buyuruyor (Ebu Nuaym Hilye)

Bu itibarla zikir ikiye ayrılmış, birincisine “Sıddıkiye”, ikincisine “Aleviye” adı verilmiştir

Bu nurun, bu ilâhî feyzin kaynağı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizdir “Hafî” olanı Hazret-i Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Efendimizden, “Cehrî” olanı ise Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimizden intişar etmiştir

Daha sonra ikiden onikiye ayrılmıştır Her ne kadar oniki imam vasıtasıyla oniki kola ayrılmışsa da aslı birdir Her biri kendi hâlâtı üzerine içtihatta bulunmuştur Bu husus da aynı mezheplerin intişârı gibidir İçtihad derecesine varmış olan Evliyâ-i kiram’ın içtihadı neticesinde olmuştur

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimizden Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretlerinin zamanına gelinceye kadar bu hafî yol “Tarikat-ı Sıddıkiye” adı ile anılıyordu Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerinin zamanına geldiğinde ise “Tarikat-ı Nakşibendiye” adı ile anılmaya başlamıştır



Ve bu yol o günden bu güne, Pirân-ı izam -kaddesallahu esrârehüm- Hazerâtının el ve gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir Bu silsile-i celile-i âliye tevatür ile sabit olmuştur Her devirde büyük bir İslâm cemaati tarafından doğruluğu tasdik edilmiştir

İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri:

“Tevatür ile dinde sabit olanı inkâr etmek küfürdür” buyururlar

Tasavvufun Önemi:

Tarikat-ı aliye’ye dahil olan bir sâlik:

“Nefsini temizleyen kurtulmuştur” (Şems: 9)

Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere kalbini, mâsivânın bataklık ve bulanıklıklarından temizleyerek mârifet evi ve muhabbet yurdu hâline getirir

Tarikat, şeriat-ı mutahharanın hâdimidir, yardımcısıdır Abdest, temizlik, taharet, namaza hazırlık olduğu gibi; tarikat da kalbi temizleyip huzura hazırlar

Kalb temiz olursa, kişiyi ibâdet ve taate sevkeder Hasta bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamadığı gibi, mâsivâ bataklığına dönen bir kalb de ibadet ve taatın lezzetini anlayamaz Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır

Yeryüzünde mevcut bu kadar sular vardır, menbaı birdir Kimisi çok güzel, gayet tatlıdır Kimi ise acı ve bulanık olur

Kalplerinde nur olanlar hikmetli, feyizli ve tesirli olur Masivâ bataklığına dönen kalpte ise ne olur?

Bir insan zâhirini süslemek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizin şeriatına; bâtınını ziynetlendirmek, iç dünyasını nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir Şeriatla dış nizam, tarikatla da iç nizam tesis edilir

İç âleme intikal etmek ancak farz ve nafile ibadetlerle kazanılır Çünkü farzların edâsı ile mükellef olan beden olduğu gibi, nafilelerle memur olan da ruhâniyettir

Bir insan söz ve davranışlarına ilâhî hükümler çerçevesinde yön vermezse onun tarikattan feyz alamayacağı açık bir gerçektir O kimse doktorun verdiği ilaçları kullanıp, perhize riayet etmeyen bir hasta gibi olur

Şurası çok iyi bilinmelidir ki, tarikatların hepsine Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’i ile sülûk edilmiştir Bütün tarikatların hangisi olursa olsun hepsinin de esası ve değeri Şeriat-ı mutahhara’dır İslâm’a muhalif olan bir tarikat, zaten tarikat da değildir

Tasavvuf sadece kâl değil, bir hâl ilmidir, bir tatbikattır Yaşanılmadıkça, tadılmadıkça, hissedilmedikçe nazari bilgilerle anlaşılmaz ve anlatılmaz

Tarikat-ı aliye’ye dehalet etmekten maksat, şeriatte inanılması gereken şeylere karşı yakîn hâsıl olmasıdır Hakiki iman da budur

Mesela Allah’ın varlığını önce işiterek inanan insan; bularak, anlayarak inanmaya başlar, imanı kemâle erer

Diğer taraftan ibadetleri yapabilmek için nefs-i emmâreden ileri gelen güçlükler ortadan kalkar, ibadetler kolaylıkla ve seve seve yapılır



İlmi ve ameli elde etmek için şeriatten istifade edilmiştir İlmin ve amelin ruhu makamında olan ihlâsı elde etmek için ise tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır

“Seyr-i ilâllah” mesafesi keşfedilmedikçe, yani Allah-u Teâlâ’ya doğru olan yol gidilmedikçe, “Seyr-i fillâh” hasıl olmadıkça, tam ihlâs elde edilemez O kimse ihlâsın hakikatından uzak olup, muhlis zatların erdiği kemâlâta kavuşamaz

Avamın hepsi, bazı ibadetlerinde az da olsa, güçlükle elde edebilir

Asıl ihlâs odur ki, bütün sözlerinde, işlerinde ve hareketlerinde kendiliğinden, kolayca meydana gelir

Böyle bir ihlâsın elde edilmesi için Allah-u Teâlâ’dan başka hiçbir şeye tapınmamak, bir şeye düşkün olmamak lâzımdır Bu da ancak “Fenâ”dan, “Bekâ”dan ve has mânâda ”Velâyet” derecesine kavuştuktan sonra ele geçer Zorlama ile ele geçen ihlâs devam etmez

Zorlama olmaksızın ele geçen ihlâs devamlıdır ve bu ihlâs, Hakk’al-yakîn mertebesinde hâsıl olur

İşte bu mertebeye varan veliler, her yaptıkları işi Allah için yaparlar, nefisleri için değil

Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin ilimde ve amelde kazançları olur Başkalarına çalışmakla, öğrenmekle, anlamakla hâsıl olan bilgiler, onlara ilham yolu ile hâsıl olur Ameller, ibadetler kolayca ve seve seve yapılır Nefis ve şeytan tarafından gelen gevşeklik kalmaz Günahlar ve haram olan şeyler çirkin görülür



İlim ve hakikat âleminde imanın kemâlleşmesine büyük bir âmil, zühd ve takva ile başlayıp olgun dimağlarda bir felsefe olan tasavvufun; bir takım müfsid telakkiler altında zan, nam ve menfaatler sebebiyle safiyeti ve aslı kaybettirilmeye çalışılmıştır

Bazı câhilleri marifet ehli zannıyla aldatan, taassub ehli birkaç sahte mürşidin tasavvuf iddiasında bulunmaları, fikirlerde kararsızlık husule getirmiştir

İslâm dininin düşmanları çeşitli tertipler kurmuşlar, hakikatı insafsızca koparmaya kalkışmışlardır

Her gülün dikeni, her güzelin bir zıddı ve düşmanı olduğu gibi, hakikat ehlinin de düşmanı çoktur Herkes yaratılışı üzerine icraatını yapıyor; ağzına bir kemik alıp onu yemeye çalışan kelp gibi, ömürleri böylece hakikatı ağızlarına dolamak, koparmaya ve hakikat güneşini söndürmeye çalışmakla geçiyor

Tarikatın fazilet ve meziyeti, İslâm din düşmanlarının tutum ve davranışlarından daha iyi öğrenilir

Zira dikkat edilirse nerede Allah ve Resul’üne yakın, doğru-dürüst bir insan görülürse, ister tarikat ehli olsun ister olmasın, hemen tarikatçı damgasını vuruyorlar

Tarikat-ı münevvere Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin söz ve davranışlarından ibarettir Kaynağı Kur’an-ı kerim ve Hadis-i şerif’lerdir Zamanımıza kadar büyük bir saffet ve samimiyet içinde gelmiş, asliyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir Asırlar boyunca İslâm ahlâkının vücud bulmasında, fitne ve fesadın bertaraf edilmesinde, gerçek kardeşliğin tesisinde, birlik ve beraberliğin sağlanmasında, beşeriyetin ruh hastalıklarının tedavisinde, imanın kemâlleşmesinde yine de en büyük âmil o olmuştur O sır bereketi ile ahkâm-ı ilâhi kıyamete kadar baki kalacaktır

Hakikatte tasavvuf gerçek kardeşliği, müminlere kardeş nazarı ile bakmayı, birlik ve beraberliği sağlar Zirâ hakikat ehlinde dâvâ ve gaye olmaz Onun bütün arzusu rızâ ve mahviyettir Mahviyet içinde niyaz, niyaz yolu ile rızâdır

Bu münevver yolun hakikat erleri din uğruna malları ile, canları ile, aç-susuz olarak sırf Allah için uğraşmışlar, hem ibâdet, hem de mücadele-mücahede etmişler, bu surette İslâm birliğini bozacak en ufak bir fitnenin dahi meydan bulmamasına gayret sarfetmişlerdir

Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın biricik Habib-i Ekrem’i Muhammed Aleyhisselâm’ın ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatı ile tabiatlanmışlardır Tam bir teslimiyet, kuvvetli bir iman ile bağlanmışlar, onun izini ve prensiplerini takip etmektedirler

Bugünkü bu bunalım içinde hayat bulan yine onlardır Huzur ve saâdet onlarda vardır



Allah-u Teâlâ zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir Her zaman için mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz değildir

Âyet-i kerime’de:

“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler” buyuruluyor (A’raf: 181)

Bu tertemiz vazife manevî bir miras olarak nebîlerden âlimlere intikal etmiştir Buradaki âlimlerden murad, kibâr-ı evliyaullahtır

Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur Bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiye’de kıyamete kadar Pîr eksik olmayacaktır O has oda; odadan odaya, halkadan halkaya geçmiş ve hiç bozulmamıştır

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ebu Bekir’in kapısından başka, mescide açılan bütün kapıları kapatınız” (Buharî)

Bu Hadis-i şerif’e Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:

“Allah’ım! Bütün tarikatların pîri kesildiği zaman Ebu Bekir’in yolunu kıyamete kadar baki kıl” mânâsını vermişlerdir

Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Her asırda benim ümmetimden Sâbikûn (öncüler) vardır” (Nevâdir’ül Usûl)

Bunlar yüz senede bir gönderilirler Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, yeryüzü halkına vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder Yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer

Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın vekilidir Allah-u Teâlâ onu seçmiş, sevmiş, o dostuna akıtacağını akıtmış

Akıtılan bu mânevî ve ruhânî feyizlerle kalbinin diriltilmesini arzu edenler, kalplerini evliyâullahın ruhâniyetinin teveccühüne arzetmelidirler

Tarik-ı İbadet, Tarik-ı Terakki:

Tarik ikidir:

1 Tarik-i ibâdet; şeriattır ki, ibâdet ve taat, zikir ve fikirdir

2 Tarik-i terakki, tarikattır Şeriat ile tekarrüb ve muhabbet hâsıl olur, tarikat ile de Fenâfişşeyh, Fenâfirrasul ve Fenâfillâh hâsıl olur

Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- ve nice evliyâullah hazerâtı hep bu yolda yetiştiler ve yetiştirdiler

İlim ve amel gibi çok değerli iki hususiyete sahip olan bu hakikat yolunun yolcularının; nefsin bozgunculuğundan ve şeytanın hilelerinden korunup kurtulmaları, mânevî kuvvetlerin ruhânî yardımları sayesinde mümkün olmuştur

Kurmay olmayan bir subayın paşa olamayacağı gibi, zâhirî ilimlerin yanında batınî ve ledünî ilimleri de tahsil etmeyen, gizli ilimlere vâkıf olmayanlar Fenâfirrasul ve Fenâfillâh’a ulaşamazlar

Âyet-i kerime’de:

“Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır” buyuruluyor (Yusuf: 76)

Allah-u Teâlâ onları sever, onlar da O’nu severler Gayrıya rağbet etmezler

Kınayıcı hiçbir kimsenin kınamasına bakmazlar ve korkmazlar Hakk ile beraberdirler Hakk ile olan da halkı Hakk’a dâvet eder



Tasavvuf Kelimesi:

Tasavvuf kelimesi her harfi itibâriyle birçok mânâlar ihtivâ etmektedir Şöyle ki:

TE harfi tevbeye delâlet eder, tevbeye çağırır Sâlikin, bütün ahlâk-ı zemimelerden içtinap etmesi gerekir Aynı zamanda o noktada devamlı durulması icabediyor Kötülüklere aslâ dönmediği gibi onları hatırlamayacak bile Bu zâhiri tevbedir

Bâtınî tevbe ise; kötü işler tamamen iyiliğe çevrilecek Kişi iyi işlerde sabır ve sebat edecek Bu ikisine de muvaffak olursa ve bunlarda karar kılarsa ikinci harfe geçilir

SAD harfinden murad, insanın sâfileşmesidir Bunun için de az yemek, az içmek, az uyumak, az konuşmak ve çok ibadet etmek gerekiyor Diğer taraftan sâlikin dünyaya celbedici şeylere değer vermesi, mal-mülk ile fazla ilgilenmesi, çoluk-çocuğuna fazla muhabbet bağlaması, helâl olan şeylere fazla meyletmesi de sâfileşmesine mâni olur Bunlardan sıyrılmadıkça; süzülüp sâfileşmeye ve temizlenmeye imkân yoktur Nerede kaldı ki, onu zikirden-fikirden alıkoyan işler!

VAV Velâyet makamını ifade eder Üftâde -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta ne güzel buyurmuşlar:

“Erden Hakk’a ermek gerek,

Erenleri bulmak gerek

Bulmaz isen sen onları,

Can ve dilden sevmek gerek

Sevenler buldu anları,

Erişti Hakk’a canları,

Bütün oldu imanları,

Can ve dilden sevmek gerek

Çünkü bu yola giren insanın gayesi Hakk’a kavuşmaktır Hakk’a erişebilmek için de O’na erişeni bulmak gerek Bulamadınsa sev onu, o seni bulur

Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:

“Ben kendiliğimden Hakk’a ulaşmak istedim Hakk Celle ve Alâ Hazretleri beni bu yola rehberlik yapanlara ulaştırdı Onlar da beni Hakk’a kavuşturdu Mürşid-i Hakiki Hazret-i Allah’tır

Velâyet makamına çıkan insanlar şu Âyet-i kerime’nin mazharı olurlar:

“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır” (Yunus: 62)

Niçin Evliyâullah’a korku yoktur? Çünkü onlar dünyada çok korktular, hiçbir zaman emin olmadılar Daima mahzun idiler Onun için orada mahzun olmayacaklardır

Hıfz-u himâyeye aldığı için Allah-u Teâlâ onlara büyük günah işletmez, küçük günahlarını da tevbe ile affeder Onları günahsız olarak huzuruna alır

FE Fenâ makamı demektir “Fenâ” olan insanda “Beka” tecelli eder Yok olduğunu kendi gözü ile görür Dilerse Hazret-i Allah onu kendi katına çıkarır

“Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir

Âyet-i kerime’sinin sırrı tecelli eder (Bakara: 153)

Her zerrede O’nun tasarrufu görülür, her varlık O’nun aynası olur



Ulemâ-i Kiram ve Tasavvuf:

Zâhir ulemâsının muttaki olanları kalp erbâbının ve bâtın ulemâsının üstünlük ve faziletini daima tasdik ederlerdi

İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri Şeybân Râî -kuddise sırruh- isminde evliyâ-i kiramdan bir zâtın huzurunda, mektebe giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı

Onun bu durumunu bazı âlimler hazmedemediler “Senin gibi bir âlim nasıl olur da bir çobandan bilgi alır?” dediklerinde “Bu zât bizim bilmediklerimizi bilir” cevabını verdi (İhyâ-u ulûm’id-dîn)

Bir defasında İmam Ahmed bin Hanbel -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ile İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri kazaya kalmış namazların nasıl kılınacağı hususunda konuşurlarken, yanlarına Şeybân Râî -kuddise sırruh-Hazretleri gelmişti İmam-ı Ahmed, İmam Şâfii’den o çobanı imtihan etmek için izin istemiş Fakat İmam-ı Şâfii Hazretleri o çobanın kalbine dokunmayı lâyık görmemiş iken İmam-ı Ahmed Hazretleri çobana: “Bir mümin bir vakit namazını kaçırsa, sonra da beş vakitten hangisini kaçırdığını unutsa, hangi vakti kaza etmelidir?” diye sordu Çoban dikkatle baktı ve: “O kimse gaflette kalmıştır, beş vakti de kaza etmelidir” cevabını verdi

İmam Ahmed -rahmetullahi aleyh-, çobanın mehâbetinden dolayı kendinden geçip yere düşmüş, ayılınca velilerin çobanı böyle olursa, âlimlerinin ne mertebede oldukları üzerinde düşünmüş ve muhabbet yoluna sülûk etmiştir

Nitekim İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, evliyâ-i kiram’dan İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri için: “Seyyidimiz, efendimiz İbrahim” buyururlardı Yakınları kendisine bu tazimin, bu hürmetin sebebini sorduklarında: “Biz ilmimizle nefsimizi düşünürüz Onlar ise kendilerini unutup hikmetle Mevlâ’larını düşünürler” cevabını vermiştir (Marifetname)

Onlar bütün bu hakîkatlara vâkıf ve vâris olduktan sonra imametten velâyete nail olmuşlardır

İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz o kadar büyük bir âlimdir ki, İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretlerinin Hakk ile olduğunu gördü, bildi ve söyledi

Bunu biraz açalım Ağzı mühürlü iki teneke var Birisinin içi mücevher dolu, diğerinin ise taş Bunu dışarıdan görebilmek için kalp gözünün açık olması lâzımdır O ise gördü ve seçti, tâzim etti Görülüyor ki bilmek başka, olmak başka

Bilen ve görebilen için zâhiri ilimle batınî ilimler arasında bu kadar açık farklar vardır

Onların içinde Hakk var O ise bir maskeden ibaret, vücudu ise elbiseden ibaret İmam-ı Âzam Hazretleri ona bunun için tâzim etti Niçin tâzim etti? Hakk’a vâsıl olduğu için ve Hakk ile olduğu için tâzim etti Vaktaki bu tecelliyata mazhar olunca:

“Eğer şu iki sene olmasaydı, Numan helâk olurdu” buyurdu ve anlayanlara duyurdu

Fakirin kanaatına göre bu ene kabuğunu son iki senede delmiş, hiçliğini bilmiş ve Hakk’a vâsıl olmuş

Esas budur Bu hususta boşuna münakaşa edilmiştir

Ey kendinde ilim ve varlık gören kendini bilmeyenler! Bu beyandan ibret al da, helâk olmaktan kurtul

İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz böyle buyurdu, sen kim oluyorsun?



Allâme Seyyid Şerif Cürcânî -kuddise sırruh- Hazretleri Yakup Çerhî -kuddise sırruh- Hazretlerine intisab etmiş, daha sonra şeyhi onu kendi mürşidi olan Alâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretlerine götürmüş Onunla görüştükten sonra:

“Yakup Çerhî’ye intisab etmeden önce râfizî imişim Alâeddin Attar Hazretlerine mülâki olduktan sonra Allah’ımı bildim” buyurmuş

Buna benzer daha birçok misaller vardır



İmam-ı Gazâlî ve Tasavvuf:

İmâm-ı Gazâli -kuddise sırruh- Hazretleri hicri beşinci asrın en büyük âlimlerindendi ve kendisine “Hüccetül-İslâm” ünvanı verilmişti Zamanın en büyük ilim merkezi olan Nizamiye medresesi’nde yüzlerce talebe okutuyordu, yüzlerce âlim yetiştirdi Yaşadığı devrin bütün ilimlerine vukûfiyet kesbetmişti

Buna rağmen içindeki boşluğu dolduramıyordu, bir türlü tatmin olamamıştı

Nihayetinde tasavvufa yönelmiş, on yıl kadar süren bir inziva hayatına çekilmiş, seyr-ü sülûk yolundaki zevki tattıktan sonra durumunu şu şekilde dile getirmiştir:

Sonra kendi durumuma baktım Bir de ne göreyim! Dünyevî alâkalar içine dalmış batmışım Bu alâkalar beni her taraftan sarmışlar Yaptığım işlerimi gözden geçirdim Onların en güzeli tedris ve tâlim idi Fakat bu sahada da ehemmiyetsiz, âhiret yoluna faydası olmayan ilimlerle meşgul olduğumu anladım Tedris hakkındaki niyetimi yokladım Onun da Allah rızâsı için değil, mevki ve şöhret kazanmak gayesi ile olduğuna kanaat getirdim Bu hâlimle uçurumun kenarında bulunduğuma, eğer durumumu düzeltmek için harekete geçmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim

“Yakinen anladım ki, sûfiler hakikaten Allah yolunu bulan kimselerdir Onların gidişleri, gidişlerin en güzelidir Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir

Dünyadaki bütün akıllı insanların akılları, hikmet sahiplerinin hikmetleri, şeriatın bütün teferruatını bilen zâhir ulemâsının ilimleri, onların gidişat ve ahlâkından bir şey değiştirmek ve yerine daha iyisini koymak üzere bir araya gelseler, buna muvaffak olamazlar

Onların zâhir ve bâtınlarındaki hareket ve duyguların hepsi, Nübüvvet kandilinin nûrundan alınmıştır Yeryüzünde ise nübüvvet nurundan başka hidâyet rehberi, nûr kaynağı yoktur” (El-munkizu min’ed-dalâl)

Eğer insanlar bu nurdan istifade etseydi, onlar da İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi hakikatı anlardı

Ey kendinde varlık gören! Hüccet’ül-İslâm olan İmâm-ı Gazali -kuddise sırruh- Hazretlerinin bu durumundan ibret al da şu varlığından soyun Gerçek mânâda yolu ara ve bul!



Bediüzzaman ve Tasavvuf:

Bediüzzaman -kuddise sırruh- Hazretleri İstanbul’a geldiği yıllarda Erenköy’de zamanın Mürşid-i kâmil’i Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri ile görüşmüş ve intisab etmiştir “Yeni Said” olarak kendisini tanıtması bu yıllarda olmuştur

Mektubat adlı eserinin 29 Mektub’undaki 3 Telvih’te tarikat hakkındaki şu beyanları ne kadar arza şayandır:

“Madem Adalet-i ilâhiyye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarikat, yâni Sünnet-i Seniyye dairesinde tarikatın hasenatı seyyiatına kat’iyyen müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarikat, ehl-i dalâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir Adi bir samimi ehl-i tarikat; sûrî, zahiri bir mutefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır Kebâirle fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz Şedit bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez Çürütemediği için, onlardan itimadını kesemez Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir

Bir şey daha var ki: Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreblerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatiyle, tarikat mahkûm olamaz Tarikatın, dini ve uhrevî ve ruhânî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız Âlem-i İslâm içindeik kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, te’sirli ve hararetli vasıta tarikatlar olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i hıristiyaniyyenin, Nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyyeden bir kal’asıdır

Merkez-i Hilâfet olan İstanbul’u, beşyüzelli sene bütün âlem-i hıristiyaniyyeninin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerden fışkıran envâr-ı Tevhid; ve o Merkez-i İslamiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekyelerde “ALLAH, ALLAH!” deyinlerin kuvvet-i imaniyeleri ve Mârifet-i İlâhiyyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cuş u huruşlarıdır

İşte ey akılsız hakimiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyet-perverler! Tarikatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz?” (29 Mektup)



Dokuzuncu telvih’te Tarikat-ı aliye’nin faydalarından bahsetmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Üçüncüsü: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarikat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile ebedü’l-âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla dünyada ve berzahta mânen ünsiyet etmek ve evham ve şübehâtın hücumlarına karşı onların icmâına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavî bir senet ve kuvvetli bir burhan derecesinde görüp, onlarla o hatıra gelen dalâlet ve şübehâtı def etmektir



“Yedincisi: Sülûk-ü tarikatin en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlâs vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riyâ ve tasannu gibi rezâilden halâs olmak ve tarikatin mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefis vasıtasıyla nefs-i emmârenin ve enâniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.