Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Genel Kültür & Serbest Forum > ForumSinsi Ansiklopedisi

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
mezhepler, tarihi

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #16
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



KADERIYYE Kader inancini reddeden düsünce ve inanç akimi Ilk bakista mantik disi görünen bu adlandirma, akim üyelerinin Allah'in belirledigi kader yerine insanin belirledigi bir kadere inanmalari ve fiilleri Allah'a degil insana isnad etmelerinden dolayi yapilmistir Tam bir düsünce ve inanç okulu durumuna gelmesini saglayacak bir sistematige sahip olmayan Kaderiyye akiminin görüsleri çesitli kisilerce temsil edildi ve giderek Mutezile okulunun temel tezleri arasina girerek varligini sürdürdü
Islâm mezhepler tarihçilerine göre Kaderiyye akimina Emevi halîfelerinden Abdülmelik Ibn Mervan döneminde Haccâc tarafindan öldürülen Ma'bed ibn Halid el-Cüheni (ö80/699) öncülük etti Tabiûn bilginlerinden olan ve Hasan Basrî'nin derslerini izleyen el-Cüheni'nin Kader konusundaki düsüncelerinin yayginlik kazanmasinda ünlü Mutezile bilginlerinden Amr b Ubeyd'in önemli etkisi oldu Kaderî düsüncelere yön veren etken, ilmî olmaktan çok siyasî niteliklidir Emevîlerin yönetimlerini mesrulastirmak amaciyla Cebr düsüncesinden yararlanmaya, çalismalarina karsilik, bu yönetime muhalif kisiler onlarin anladiklari anlamda bir kadere, dolayisiyla onlarin yönetimine karsi çikiyorlardi Nitekim el-Cüheni'nin öldürülmesine kader konusundaki düsünceleri degil, Abdurrahman b Es'as'in Emevîlere karsi baslattigi isyana katilmasi neden olmustu Mevcut yönetime karsi muhalefet, eylemlerini Allah'in takdiri ile açiklayan Emevilerin uygulamalarindan dolayi sorumlu olduklarim savunan tüm ilk kaderilerin ortak özelligidir
Kaderiyye inançlari el-Cühenî'den sonra, Hisam b Abdülmelik (H105-123) tarafindan önce dili, sonra bas kestirilerek öldürülen Gaylan b Müslim el-Kiptî ed-Dimaskî tarafindan daha sistemli bir biçimde savunuldu Bu nedenle Gaylan, Kaderiyye'nin gerçek kurucusu sayilir Gaylan'in öldürülmesinden sonra Kaderiyye bagimsiz bir akim olarak varligini sürdüremedi, ancak kadere iliskin düsünceleri kismen degistirilerek Mutezile tarafindan savunuldu Bu nedenle Kaderiyye kimi zaman Mutezile içinde bir kol gibi görülmüs; kimi zaman da Mutezile, Kaderiyye olarak adlandirilmistir
Kaderiyye bagimsiz bir okul durumuna gelemedigi için bir düsünce sisteminden söz edilemez Ancak bu akim içinde yer alan kisilerin kader ve buna bagli olarak insanin özgürlük ve iradesi, Allah'in iradesinin insanin fiilleri üzerindeki etkisi gibi konularda birlestikleri söylenebilir Buna göre insan özgür ve irade sahibi bir varliktir Bu nedenle eylemlerinden sorumludur Ne Allah'in irade etmesi ve yaratmasi anlaminda, ne de bilmesi ve takdir etmesi anlaminda bir kader vardir Insan eylemini bilgisiyle kendisi seçer, sonra iradesi ile seçtigi eyleme yönelir ve yapabilme gücüyle yaratir Allah bu eylemi önceden belirlemez, iradesinin bu eylemle bir ilgisi, gücünün de ortaya çikisinda bir etkisi yoktur Allah insanin eylemlerini ancak ortaya çiktiktan sonra bilebilir
Kader konusu çevresindeki bu ortak inançlarin disinda Kaderiyyeye baglanan kimi farkli gorüsler de bulunmaktadir Ne ki bunlar bir akim olarak Kaderiyyeye degil, kaderi inançlari benimseyen farkli kisilere ait görüsler durumundadir Mezhepler tarihine iliskin eserlerde Kaderiyye'den ayrilan kollara ait görüsler gibi sunulan bu düsünceler de söyle özetlenebilir: Kaderiyye'den bazilarina göre iyi isler (hasenât) ve iyilik (hayr) Allah'tandir, ancak kötü isler (seyyiât) ve günahlar (masiyet) Allah'a isnad edilemez Mufavvida adiyla anilan bazi kaderilere göre, insan Allah'in hiçbir yardimi ve yönlendirmesi (hidâyet) olmaksizin iyi olan herseyi yapabilme gücüne sahiptir Allah insana yapabilme gücünü (istitaat) tam ve mükemmel olarak vermistir Bu güçle insan inanmak-inkâr etmek, yemek-içmek, oturmak-kalkmak, uyumak-uyanmak gibi istedigi her isi yapabilir Bazi kaderiler Allah'in zina çocugunu yaratmasini veya onu takdir etmesini veya dilemesini veya onu önceden bilmesini inkâr ederler Bunlar bütün hayatini hirsizlik eden ve haram kilinmis seyleri yiyen bir insanin bunu Allah'in rizki olarak elde ettigini kabul etmez ve Allah'in helâl olanin disinda rizik vermeyecegini savunurlar Kimi kaderîler de Allah'in insanlarin ecellerini ve rizklarini belirledigini kabul ederler Bunlara göre, bir insani öldüren kisi, o insani ecelinin gelmedigi bir vakitte öldürmekle, eceline kavusmasina engel olmustur Bu durumda ölen insanin rizki, elde edilmemis bir durumda kalmistir
Basta bazi tabiûn bilgini olmak üzere çesitli Islâm ilimlerinde isim yapmis birçok ünlü bilgin Kaderiyye akimi içinde sayilmistir Bir bölümünün sonradan kaderî düsüncelerden vazgeçtigi söylenilen bu ünlü isimlerden bazilari söyle siralanabilir: Benzeyen harfleri birbirinden ayirmak üzere tek ve çift nokta usulünü bulan dil bilgini Nasr b Asim, Kur'an üzerindeki çalismalari ile taninan Medineli bilgin Ata b Yesâr, Kur'an'in hiziblere bölünmesi üzerinde çalismis Halid b Midan, basta tarih olmak üzere birçok alanda eserler yazan Vehb b Münebbih, ilimde Hasan Basri ile karsilastirilan Mekhûl, tefsir alaninda otorite sayilari Katâde, tefsirde Mücâhid'in ravisi olan Ibn Ebi Necih, ünlü tarihçi ibn ishâk, Amr bin Fa'id, Fazl er-Rakasi, Abbad bin Mansur

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #17
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



CEBRIYYE Hicrî birinci asirda ortaya çikmis sapik bir firka
Kader ve irade konusunda Kaderiyye firkasinin tam aksine görüsler ileri sürmüstür Islâm âleminde kader konusunu tartisma gündemine getiren ilk sahsin Ma'bed b Hâlid el-Cühenî (öl 85/704) oldugu nakledilir Onu Geylân ed-Dimaskî takip etmis ve kaderle ilgili görüslerini daha da gelistirmistir Ma'bed, Allah tarafindan önceden tayin edilmis bir kaderin bulunmadigini, insanin fiil ve tavirlarinda tamamen serbest oldugunu savunmustur
Muhtemelen o, Emevîlerin zulüm ve haksizliklarina karsi kaderci bir tevekküle saplanmis kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadigini söylemekle ise baslamis ve nihayet kaderi inkâr etmeye kadar varmistir Nitekim Emevî iktidarina muhalefeti sebebiyle Haccac tarafindan öldürülmüstür Ne var ki ifrat tefriti dognrur Onun kaderi nefyetmesine karsi, bir reaksiyon olarak Cehm b Safvan (öl 128/745) da cebr akidesini, yani insanin yaptigi islerde bir ihtiyarinin olmadigi; yaptigi isleri zorunlu olarak yaptigi görüsünü ileri sürmüstür Cehm'in ileri sürdügü bu akîdeye göre insan mecburdur; ihtiyari ve kudreti yoktur Yaptigindan baskasini yapmaya asla gücü olmaz Kul, rüzgârin önünde sürüklenen yaprak gibidir Yapragin yönünü kendisi degil, rüzgâr belirler Onun için insanin yaptigi isleri Allah takdir etmistir Allah gelecegi bildiginden, meydana gelecek olaylari da tamamen ve önceden kendi iradesine göre tespit etmistir Allah, cansiz bitkinin hareketlerini yarattigi gibi, insanin fiillerini de yaratir Yukariya firlatilan bir tas nasil düsmege mahkûmsa, insan da yaptigini yapmaga mahkûmdur Kul ibadeti de günahi da, elinde olmaksizin isler Bu görüste olan Cebriyye'ye cebriye-i hâlisa denir ve zümrenin mümessili Cehm b Safvân oldugundan Cehmiyye' diye de isimlendirilir Cebriye-i mutavassita diye adlandirilan ikinci zümreye gelince, bunlar, kulda bir kudretin oldugunu kabul etmekle birlikte, bu kudretin insanin fiilleri üzerinde bir etkisinin bulunmadigini kabul ederler (Sehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I, 85)
Cebriyye'nin görüsleri söyle özetlenebilir: 1) Insan bir sey yapmaya kadir degildir; Allah tarafindan yazilmis ve yaratilmis fiilleri yapmaya mecburdur Insanin iradesi de hürriyeti de yoktur 2) Allah, yaratiklarin vasiflandigi sifatlarla vasiflanmaz (Bu sebeple Allah'in sifatlarini reddederler) 3) Allah'in ilmi ve kelâmi hâdistir 4) Sevap ve cezanin vukûu zorunludur 5) Cennet ve Cehennemin'in sonu vardir 6) Iman, Allah'i bilmektir 7) Allah görülmez
Ehl-i Sünnet ise, kullarin ihtiyarî ve gayr-i ihtiyârî bütün fiillerinin, Allali tarafindan yaratildigini kabul etmekle birlikte; Allah'in insana verdigi irade-i cüz'iyyeyi herhangi bir yöne yönlendirebilecegini söyleyerek Kaderiyye ile Cebriyye arasinda orta bir yol izlemistir Eger gerçekten insan, yaptigi seylerde bir irade ve kudrete sahip bulunmasaydi, yaptigi seylerden dolayi Allah'in kendisini cezalandirmasi bir zulüm olurdu
Kur'an'in müteaddid yerlerinde "Yaptiginiza karsilik olarak " buyurulmakta fiil insana nisbet edilmektedir Insanin ne yapacaginin önceden Allali tarafindan bilinmesi ve onu kaderine yazmasi, insanin mecbur oldugu anlamina gelmez Aksine, insan kendi ihtiyari ite o isi yapmaktadir Fakat Allah, onun ihtiyar ve iradesini hangi tarafa yönlendirecegini ve ne yapacagini önceden bildigi için, o isi yapacagini kaderine yazmistir
Dikkatimizi çeken bir husus, kaderi nefyeden Ma'bed gibi, cebri ileri süren Cehm'in de Emevî muhalifi bir siyaset izledigidir Hatta kendisi de Ma'bed gibi Emevîler tarafindan öldürülmüstür Emevîler'in, idarelerini zulüm ve baskiya dayadiklari bilinen bir gerçektir Toplumun bir çok kesimi Emevîler'den memnun degildi
Baskici idareler, kaderi reddetmeye de, kadere teslim olmaya da zemin hazirlarlar Onlara karsi olanlar, toplumun içinde bulundugu durumun Allah'in bir takdiri olmadigini; bundan kurtulmanin, toplumun elinde oldugunu söyleyerek toplumu idarecilere karsi kiskirtmaga çalisirlar Bazen bu düsünceyi o kadar ileri götürürler ki, kural tanimaz bir tavir içerisine girerler Bu mücadelede yorgun düsen ya da karsi gelme cesaretini kendilerin de bulamayanlar ise, bunun önceden tayin edilmis bir kader oldugunu söyleyerek kaderci bir teslimiyet zihniyetine kapilirlar Bu psikolojik durum, zamanla onlari her hususta Cebriyeci bir görüse sürükler
Cebriyeci düsünce, insanin sorumlulugunun dayanagi; yaptiklari karsisinda mükâfat ya da ceza görmesinin nedeni konusuna cevap vermekte güçlük çeker Bu nedenle bir firka olarak uzun müddet devam etmeyip tarihe karismistir En azindan bilgin ve düsünürler arasinda yok olup gitmistir
M Sait SIMSEK

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #18
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



MÜRCIE
Bu firka, büyük günah isleyenin mü’min sayilip sayilamayacagi hususunda tartismalarin çogaldigi bir dönemde ortaya çikmistir Bunlara göre kafirlikle birlikte yapilan itaatin hiç bir faydasi olmadigi gibi günah islemenin de imana her hangi bir zarari olmayacagini ileri sürerler Büyük günah isleyen kisinin durumunun kiyamet gününde Allah’a birakildigini beyan etmisler ehli sünnet vel cemaat alimlerinin bir çogu ile pek çok noktada birlesmislerdir Hatta görüslerinin aynen ehli sünnetin görüsleri oldugu ortaya çikar
Bunlar Hz Osman zamaninda ortaya çikmis fitneden uzak durmuslardir Hz Ali ile Hz Muaviye arasindaki meydana gelen savaslar hakkinda hiç bir görüs ileri sürmemislerdir Sa’d bin ebi vakkas Abdullah b Ömer, Imran b Husayn bu cemaattendirler Çarpisanlarin durumunu Allah’a havale etmislerdir
Bir kisim alimler Mürcie mezhebini iki kisima ayirmistir
a) Sünnete tabi olanlar
b) Bidatlara uyanlar: Ki bunlar mürcie ismi bunlara mahsustur

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #19
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



KADIYANILIK
Mirza Gulam Ahmet Kadiyânî (d 1835 ya da 1839- ö 1908) tarafindan Hindistan Pencap-Kadiyan'da XIX yüzyilin sonlarina dogru kurulan dini hareket Kiyamet'e dair haberler üzerine kurulan Kadiyânilik, Mirzaiye ve Kadiyaniye adlariyla da anilmakla birlikte hem kurucu ve baglilari, hem de resmi belgeleri esas alan arastirmacilarca Ahmediye adiyla anilir Kendilerinin ayri bir din ya da mezhep üyesi gibi görülmesini istemeyen Kadiyânîler, hareketlerini ahmediye Hareketi olarak adlandirirlar Bununla birlikte hareket Islam dünyasinda daha çok Kadiyanilik olarak taninmistir
Gulam Ahmet, ögrenimini Kadiyan'da tamamladiktan sonra bir süre Sialkot'ta, bölge mahkemesinde memur olarak çalisti (1864-1968) Hristiyan papazlar, Hindular ve Müslümanlarla siki bir iliski içinde geçen dört yillik memuriyet hayati, Gulam Ahmet'in düsüncelerinin olusumu açisindan büyük önem tasir Mirza Gulam Ahmet, adini ilk kez Hindu ve Hristiyanlarin Müslümanlara saldirilarini yogunlastirdigi bir dönemde Kadiyan'da, yerel gazetelerde Islam'i savunan yazilariyla duyurdu (1877-1878) Basarisiz bir ayaklanma (Sipahi Ayaklanmasi, 1857) nedeniyle Ingilizler tarafindan feci sekilde ezilen ve Ingilizlerden Müslümanlarin öcünü alacak bir "Vadolunmus Mesih" (el-Mesihu'l-Mev'ud) ve "Beklenen Mehdi" (el-Mehdiyu'l-Muntazar) düsüncesine kaptiran müslüman kitle, Mirza Gulam'a büyük ilgi gösterdi Bu ilgiyi iyi degerlendiren Mirza Gulam, ilk cildini 1880 yilinda yayinladigi Berâhin-i Ahmediye adli eserinin ilk iki cildinde bir yandan Islam'i savunurken, bir yandan da kendisinin ilham, kerâmet ve kehanetlerinden söz ediyor ve bir "müceddid" oldugunu ima ediyordu Eserinin üçüncü ve dördüncü ciltlerinde ise vahyin kesilmedigini, Hz Peygamber'e tam olarak uyan birisinin onun dis ve iç (zahir ve batin) bütün bilgileriyle donanacagini öne sürüyor, sezgiye dayanan bilgilerinin Hz Peygamber'in bilgisini andirdigini söylüyor, bu yolla pek çok vahiy aldigini iddia ediyordu Bu iddialarinin ve düsüncelerinin tepki çekmemesinden cesaret alarak kendisinin H XIV yüzyilin müceddidi olarak Islâm'i yenilemek üzere gönderildigini ilan etti (1885) Mirza Gulam Ahmet, kendisini müceddid ilan ettikten bir süre sonra taraftarlarindan bey'at alarak müslümanlardan ayri bir cemaat olusturdu (1888) On madde halinde açiklanan bey'at sartlarina göre Mirza Gulam'a bey'at eden kimse sirkten ve her türlü büyük günahtan sakinacak, namazlarini, hatta gece namazini (teheccüd) aksatmadan kilacak, bütün insanlara iyi davranacak, her durumda Allah'a bagli kalarak kendini O'na adayacak, Kur'ân'in gösterdigi yolda yürüyecek, Islâm'a bagliliga her seyden çok deger verecek, dinini dünyanin üstünde tutacak ve kendisini her konuda Mirza Gulam'a baglayarak ölünceye kadar ona itaat edecekti Bir süre sonra Mirza Gulam Ahmet, Kadiyânîlik'in temel düsüncelerinden birisini olusturacak olan kendisine iliskin iddialarini genisletti ve buna bagli düsüncelerini gelistirdi (1891) Buna göre Hz Isa çarmiha gerilince ölmemis, öldügü sanilarak birakildigi magara biçimindeki mezarinda kendisine gelerek yaralarini "merhem-i Isa" denilen bir ilaçla iyilestirmis ve Incil'i ögretmek için Kesmir'e gelmistir Burada yüzyirmi yasinda vefat eden Hz Isa, Srinagar'da gömülmüstür Bu nedenle, Kiyamet öncesinde gelmesi beklenen Mesih, Hz Isa degil, Hz Muhammed'in ümmetinden yaratilis bakimindan ona çok benzeyen birisi olacaktir Müslümanlarin bekledigi Mehdî de ayri bir kisi olmayacak, Mesih'le ayni kisi olacaktir Bu kisi de Mirza Gulam Ahmet'ten baskasi degildir Mesih ve Mehdi olan Mirza Gulam, hem Hz Isa'nin, hem de Hz Muhammed'in ruhsal gücünü tasimaktadir Bu nedenle barisçidir, cihadini kiliçla degil propaganda ile yapacak ve böylece Islâm'i yayacaktir Bu asamadan sonra Mirza Gulam, iddiasina yeni bir boyut daha katarak kendisinin nebî ve resûl oldugunu iddia etti (1902) Ne var ki bu nebîlik ve resûllük mecâzî anlamda anlasilmalidir Çünkü kendisi yeni bir din ve seriat getirmemektedir Bir kaç yil sonra da Mirza Gulam mesihlik, mehdilik, nebîlik ve resûllük niteliklerine Krisnalik niteligini de ekleyerek kendisinin ayni zamanda Hindularin bekledigi Krisna oldugunu açikladi (1904) Bu tutumu ile Hindistan'da bulunan tüm dinleri birlestirme düsüncesine sahip oldugu söylenebilirse de bunda basarisiz oldugu görülecektir Halkin egilim ve beklentilerini iyi degerlendirerek düsüncelerini bu dogrultuda gelistiren ve bu nedenle birtakim insanlarin kendisine baglanmasini saglayan Mirza Gulam Ahmet'in ani ölümünden sonra hareketin basina Hakim Nureddin getirildi Bu sirada hareket içinde görüs ayriliklari belirmekle birlikte Hakim, bir parçalanmaya imkân tanimadi Ortaya çikan iki görüsten birine göre, Mirza Gulam'in nebîligini tanimayan müslümanlar kâfir sayilmalidir; diger görüs ise müslümanlarin tekfirine siddetle karsi çikiyordu Görüs ayriliklarinin giderek derinlesmesi ve Hakim Nureddin'in de ölümü üzerine Kadiyânîler Lahor ve Kadiyân kolu halinde ikiye ayrildilar Kadiyân kolu kendisine "Mesih'in Ikinci Halîfesi" ünvaniyla Mirza Gulam Ahmet'in oglu Mirza Besirüddin Mahmud Ahmet'i (d 1889-ö 1965) baskan seçti Mahmud Ahmet, babasinin kâmil bir nebî oldugunu, ancak onun nebîliginin Hz Peygamber'in Hatemü'l-enbiya olusunu zedelemeyecegini öne sürdü Merkezi 1947 yilinda Kadiyân'dan Rabva'ya tasinan bu kolun basinda simdi Mirza Nasir Ahmet (d 1909) bulunmaktadir Kadiyânîlik'in Lahor kolu ise Hakim Nureddin'in ölümünden kisa bir süre sonra Lahor'a yerleserek Mevlana Muhammed Ali'nin önderliginde Ahmediye Encümen-i Isa'at-i Islâm adli bir örgüt kurarak çalismalarini sürdürdü Lahor kolu Mirza Gulam Ahmet'in nebîlik iddialarini reddetti; mesihlik ve mehdilik iddiasi üzerinde de hemen hiç durmadi Bu kol, özellikle kültürel çalismalariyla Afrika ve Avrupa'da Islâm'in yayilmasina önemli katkilari oldu Lahor kolunun basinda halen Mevlana Sadreddin bulunmaktadir (d 1881)
Kadiyânîlik'in temel görüsleri, Mirza Gulam Ahmet'in mesihlik, mehdilik, nebilik gibi iddialari çevresinde toplanir Bu iddialar, kendi baglilarinin bile ancak bir bölümünce kabul görebilmistir Iman esaslarina iliskin görüsleri Es'ari ve Maturidi kelâmcilarinin görüslerinden bir ayrilik tasimaz Onlara göre iman, Kur'ân'da kullanildigi gibi Allah'in birligini dil ile ikrar ya da kalb ile tasdik etmek, Hz Muhammed'in getirdigi hakikatlere saglam bir sekilde inanmak veya hayirli amellerde bulunmak, kabul edilen esaslari hayata tatbik etmek yahut bu üçünün birligine isaret eden inançtir Amentüde ifade edilen iman esaslari aynen kabul edilir Islâm'in sartlari konusunda da tamamen Hanefi mezhebine uyarlar Lahor kolu, fikih alaninda farkli olarak ictihad kapisinin sürekli açik oldugu görüsünü benimsemistir Sünnî mezheplerle en önemli ayrilik konularindan birisini cihad konusundaki düsünceleri olusturur Buna göre kiliçla cihad devri geçmistir Islâm'in yayilmasi için cihad kalem ve dua ile yapilmalidir Bu konudaki tutumlari Ingilizlerin önemli ölçüde islerine yaramis, bagimsizlik mücadelesi veren müslümanlarin ise zararina olmustur
Kadiyânîlik'in Lahor kolu, Mirza Gulam Ahmet'in nebîlik iddialarini siddetle elestirmesi ve Islâm disi görüslere iltifat etmemesi nedeniyle Islâm sinirlari içinde kalan bir hareket olarak degerlendirilmelidir Bu kolun düsünceleri için, ilk liderlerinden Mevlana Muhammed Ali'nin, Naciye Hamdi Akseki tarafindan Türkçe'ye çevrilen ve Ahmet Hamdi Akseki'nin notlariyla zenginlestirilerek Islam Dini adiyla iki cilt halinde basilan (Istanbul 1942-1946) eserine bakilabilir) Buna karsilik Kadiyân kolu, ibadet konusundaki titizliklerine ragmen nübüvvet konusundaki inançlari nedeniyle Islâm disi bir çizgiye düsmüstür Nitekim bu nedenle Kadiyânîlik Pakistan'da parlamentonun aldigi bir kararla (7 Eylül 1974) "Islâm disi azinlik" ilan edilmistir
Kadiyânîler 1913 yilindan baslayarak Avrupa'da çesitli misyonlar kurdular Ingiltere, Hollanda, Bati Almanya, Danimarka, ispanya ve Isviçre'de, daha sonra Güney Amerika ve Birlesik Devletler'de, Asya ve Pasifik adalarinda ve özellikle Afrika'nin hemen her bölgesinde çalismalarini sürdüren oldukça etkili misyonlari vardir Bugün dünyada iki-on milyon arasinda Kadiyâni oldugu sanilmaktadir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #20
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



DÜRZÎ, DÜRZÎLİK
Fatımî halifelerinden el-Hâkim biemrillah el-Mansur b el-Aziz billah (385-411/996-1021)'ın veziri Hamza b Ali'nin kurduğu İslâm dışı bâtıl bir mezhep Dürzî, bu mezhebin görüşlerini benimseyen kişi Propagandacı (dâî)* lerinden birisi olan Nuştekîn ed-Dürzî (ö 410/1019)'nin ismine izafetle anılan Dürzîlik, siyasi-itikadî bir mezheptir Şiîliğin İsmailiye* kolundan doğmuştur Altıncı Fâtımî halîfesi el-Hâkim, ulûhiyet (tanrılık) dâvâsında bulunarak mektuplara "bismil-Hâkim er-Rahmanir-Rahim" yazdırıyor, hutbede kendi ismi okunduğunda halkı ayağa kaldırıyordu (Mahmud Es'ad, Tarih-i İslâm, 158) Hâkim, etrafa dâîler göndererek kendi sapık görüşlerinin propagandasını yaptırır ve: "hiç kimsenin kendilerine zarar veremeyeceğini, mezhebe bağlı olanların artık dalâlete düşürülmeyeceklerini" söyler Veziri Hamza b Ali de bu mezhebin imamı olur Bu arada el-Hâkim'in daha önceki dâîlerinden Nuştekin ed-Dürzî (Ânuştekin ed-Derezî) kendisinin imam tayin edilmesi için faaliyet gösterir Fakat aşırı fikirleri halkı isyana sevkeder ve 410 yılında öldürülür Halkın reaksiyonu üzerine bir süre ara verilen propaganda faaliyetine Hamza b Ali yeniden başlar ve etrafa dâîler göndererek birçok taraftar toplar el-Hâkim'in 411/1021 yılında el-Mukattam dağında kaybolması Hamza b Ali'nin de inzivaya çekilmesi üzerine Hamza'nın dördüncü vasisi Ali b Ahmed mezhebin başına geçer Fakat el-Hâkim'in yerine halîfe olan Ali b el-Hâkim, Dürzîleri takiple cezalandırır Bunun üzerine faaliyetlerini gizli olarak sürdürürler Daha sonra tekrar açıktan çalışmaya başlayarak Teym vadisi, Sayda, Beyrut ve Şam'da yayılırlar Dürzîler Haçlı saferlerinde hristiyanlarla işbirliği yaparak müslümanlara karşı savaşmışlardır Günümüzde Lübnan'ın dağlık bölgelerinde, Suriye, Filistin ve Ürdün'de yaşamaktadırlar Lübnan anayasasına göre özel hakları olan Dürzîlerin Ortadoğu'da siyâsî güçleri olup bugünkü Suriye yönetiminde büyük etkinlikleri vardır (E Ruhi Fığlalı, İtikâdî İslâm Mezhepleri, 169 vd) Dürzîlik, Kur'ân'da "sırat-ı müstakim"* diye adlandırılan "doğru yol"un dışındaki bâtıl yotlardan birisidir Bu bakımdan "İslâm mezhepleri" içinde sayılmaması gerekir Kur'ân-ı Kerim sırat-ı müstakim'in dışına çıkılmaması gerektiğine dair gayet açık olarak birçok âyette hüküm bildirmiştir: "Îşte benim doğru yolu, m bu, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın!" (el-En âm, 6/153) Kendilerini gerçek tevhid inancına sahip (Muvahhidun) olarak gören Dürzîlerin Allah hakkında tecessüm (Allah'ı cisim olarak tasvir etme), hulûl (ruhun bir canlıdan başka bir canlıya geçmesi) gibi inançları ve bunların çok karışık yorumları vardır Onlara göre Allah'ın bir gerçek ulûhiyeti (lahut) bir de beşerî tezahürü (nâsut) vardır Allah kendisini beşer idrakine ancak bir insan şeklinde yani el-Hâkim şeklinde göstermiştir Aksi halde insan Allah'ı gerçek ulûhiyetiyle tanımaya güç yetiremezdi el-Hâkim'in Allah'ın beşerî tezâhürü olarak imamet mevkiine oturması ve onun tebliğini üstlenmesi Allah'ın gerçek tevhididir Dürzî inancına göre bu gerçek tevhide ulaşan kişinin ibadet mükellefiyeti ve buna ihtiyacı da yoktur (Fığlalı, age, 174-175) Görüldüğü gibi bu mezhep mensupları İslâm'ın saf ve temiz tevhid akîdesini, nefs ve hevâlarına tâbi olan akıllarıyla bulandırmışlar, lâyık olmayan sıfatları Allah'a izafe etmişlerdir Halbuki gerçek tevhid* inancına göre: Allah birdir, Sameddir (herşey varlığını ve bekasını O'na borçludur Herşey O'na muhtaçtır O, hiçbir şeye muhtaç değildir Herşeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur) Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır" (el İhlâs, 112/1-4) Dürzîliğin, Hamza b Ali tarafından ortaya atılan inanç esasları özetle şöyledir: 1- el-Hâkim bi Emrillah'ı Allah bilmek Onlara göre Hâkim, Hz Muhammed'in şerîatını neshetmiştir 2-Emri tanımak: Bu, yaratıkların en şereflisi olarak kabul edilen Hamza b Ali'dir 3-Hududu tanımak: Bunlar Hamza ile birlikte beş vezirdir 4-Yedi esası bilmek: Bunlar iptal edilen yedi akîde (Kelime-i Şehâdet, namaz, oruç, hac, zekât, cihat ve velâyet) yerine konan yedi vasiyet (vesâya veya hisâl) dir Bu yedi vasiyet: 1-Sözde doğruluk, 2-İman kardeşlerini koruma ve karşılıklı yardım, 3-Önceki ibadetler ve bâtıl inançların tamamını terk, 4-İblîs'i ve bütün şer güçleri tanımama, 5- Allah olarak Hâkim'in birliğine iman, 6-Ne olursa olsun fiillerine sahip olma, 7-Açık veya gizli onun (Hâkim) ilâhî iradesine teslimiyet ve kabut Dürzîlere göre âhiret ve âhiretle ilgili Cennet, Cehennem, Arş, Kürsî, hesap, ceza, mükâfat gibi şeyler hep bu dünyadadır Dînî bakımdan Dürzîler, Akıllılar ve Cahiller olarak ikiye ayrılır Özel kıyafetleri olan akıllıların mezhep esaslarına bağlı olmaları, şehvetlerden kaçınmaları, sigara ve içki içmemeleri, hırsızlık, zina vb kötülükleri yapmamaları gerekir Bunların önderlerine Şeyhu'l-Akl denir Cahillerin dünyevî lezzetleri tatmalarında, refah içinde yaşamalarında bir sakınca yoktur Misafirperverlik, israftan sakınmak, ahlâkî değerlere önem vermek gibi özellikleri bulunan Dürzîler, "İslâm esaslarını hiçe saydıkları ve iman esaslarını da keyfi olarak tahrif ve tağyir ettikleri için" müslüman sayılmazlar Halit ÜNAL

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #21
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



VEHHABILIK es-Seyhu'n-Necdî lakabiyla bilinen Muhammed bin Abdülvehhab'in (d 1703 Uyeyne - ö1787 Deriye, Riyad) düsünceleri çevresinde olusan dinî, siyasî hareket Harekete Vehhabilik adi karsitlarinca yakistirildi Hareket içinde yer alanlar, kendilerine Muvahhidun (tevhidciler) derler ve Hanbelî mezhebini Ibn Teymiye yorumuna uygun biçimde sürdürdüklerini söylerler Vehhabilik bir inanç hareketi olarak baslamakla birlikte, kisa zamanda siyasî bir nitelik kazandi Arap yarimadasinda etkinlik kurarak devlet durumuna geldi Günümüzde, Suudi Arabistan'in resmî mezhebi durumundadir
Muhammed Ibn Abdülvehhab'in düsünceleri, Deriye Emiri olan Muhammed bin Suud ile tanismasiyla (1744) siyasi bir hareket niteligi kazandi Ibn Abdülvehhab, Deriye'de düsüncelerini Emir Muhammed'in gücü ile yayarken, Emir Muhammed bu düsüncelerle Arabistan'a hakim olma imkânini kazaniyordu Çünkü Ibn Abdülvehhab, insanlarin sirk içinde bulundugunu, bunlarin mal ve canlarinin kendisine inanan kisilere helal oldugunu söylüyor, Emir Muhammed bu fetvanin getirdigi ganimet olgusuyla yandaslarini çogaltiyor, gücünü artiriyordu Ibn Abdülvehhab'in ölümünden sonra hareketin siyasî niteligi daha da agirlik kazandi Muhammed bin Suud döneminde baslayan toprak kazanma faaliyetleri, ölümünden (1766) sonra oglu Abdülaziz zamaninda da sürdürüldû19 yüzyilin baslarina gelindiginde (1811) Vehhabilik adina hareket eden Suud Emirligi Haleb'ten Hind Okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sinirindan Kizil Deniz'e kadar yayilmis bulunuyordu
Vehhabilik hareketinin Osmanlilar için önemli bir sorun durumuna gelmesi üzerine II Mahmud, Misir Valisi Kavalali Mehmed Ali Pasa'yi sorunu çözmekle görevlendirdi Mehmet Ali Pasa, oglu Tosun komutasindaki orduyla Mekke, Medine ve Taif'i Vehhabilerin elinden kurtardi (181213) Daha sonra bizzat Emir Abdûlaziz'in üzerine yürüdü Emir Abdulaziz'in ölümü (1814) üzerine Vehhabiler agir bir yenilgiye ugradi Nihayet Mehmet Afi Pasa'nin kumandani ibrahim pasa, Abdulaziz'in yerine geçen oglu Abdullah ve çocuklarini esir ederek Istanbul'a gönderdi Bunlarin Istanbul'da asilarak öldürülmeleri (17121819) ile Vehhabilik hareketinin ilk dönemi kapandi
Savas sirasinda kaçarak kurtulmayi basaran Suud hanedanindan Türki bin Abdullah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete giriserek 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhabi devletini kurmayi basardi Daha sonralari bir takim çekismeler olmussa da Suud hanedanindan Abdülaziz bin Suud, Vehhabi devletini yeniden kurdu (1901) Hindistan Ingiliz yönetiminin de destegini saglayan Abdülaziz bin Suud 26 Aralik 1916 tarihli anlasma ile Ingilizlerce Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bagli diger bölgelerin hükümdar olarak tanindi Bu anlasmaya göre Abdülaziz, bu yerleri kendisinden sonra miras yoluyla çocuklarina birakacak ve kendisinin seçtigi veliaht da Ingilizlere bagli kalacakti
Osmanlilarin yenik düsmesiyle sonuçlanan1 Dünya Savasi'nin arkasindan Vehhabiler Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde'yi de ele geçirdiler (1921-1926) Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Krali olarak kabul edildi (1926) 20 Mayis 1927 tarihinde Ingiltere ile yapilan Cidde anlasmasinin arkasindan da tam bagimsizligini ilan etti Böylece Abdulaziz bin Suud, suudi Arabistan Krali olarak tüm Hicaz'i egemenligi altina alti Bu devlet, Suudi Arabistan Kralligi adiyla varligini sürdürmektedir
Vehhabiligin din anlayisi, Muhammed bin Abdülvehhab'in üzerinde önemle durdugu tevhid (Allah'in birlenmesi) konusundaki yorumu çevresinde toplanir Ibn Abdülvehhab'a göre tevhid, kullukta Allah'i bir tanimaktir Tevhid kelimesini (lâ ilâhe ilallâh) söylemek Allah'tan baska tapinilan seyleri tanimadikça bir anlam tasimaz Allah kalble, dille ve davranislarla birlenmelidir Bunlardan birisinin eksik olmasi durumunda kisi Müslüman olamaz Tevhid üçe ayrilir Ilki, Allah'i isim ve sifatlarinda birlemek (tevhid-i esma ve sifat), ikincisi Allah'i rablikta birlemek (tevhid-i rububiyet), üçüncüsü de Allah'i ilahliginda birlemektir (tevhid-i uluhiya) Allah'i bu üç biçimde birleme, ancak amellerle mümkündür Buna göre Kur'an ve Sünnet'in disinda emir ve yasak tanimamak, Hz Muhammed'in döneminde bulunmayan seyleri ve tevessülü terkederek Allah'i birlemek gerekir Bu tevhide ameli tevhid denir Herhangi bir hüküm koyucu tanimak, Allah'tan baskasindan yardim dilemek, Peygamber için bile olsa, Allah disindaki bir varlik için kurban kesmek, adakta bulunmak kisiyi küfre düsürür, can ve mal dokunulmazligini ortadan kaldirir
Bu tevhid anlayisinin getirdigi önemli sonuçlar vardir Bunlardan birisi, Hz Muhammet'ten sefaat talebinde bulunulamayacagidir Sefaat, Allah'a özel bir haktir Bu nedenle Hz Muhammet'ten dogrudan sefaat talep etmek, onu Allah'a ortak tutmaktir Nitekim müsrikler de Allah'i kabul ettikleri halde, melekleri, putlari sefaatçi kabul ettikleri için müsrik olmuslardir Sefaat inanci gibi yaygin olan tevessül inanci da sirktir Tevessül inanci, daha çok mutasavviflar arasinda yaygindir Bir takim seyhlerin, velilerin hem hayatlarinda, hem de öldükten sonra tasarruf sahibi olduklarina inanilmakta, onlarin himmetleri dilenmekte ve araci kilinmaktadirlar Bu da açik bir sirktir Çünkü günah'in yaratmada, yönetmede, tasarruf etmede, isleri düzenleme ve belirlemede ortagi yoktur
Vehhabiligi en önemli özelliklerinden birisi de bid'adlar karsisindaki tutumudur Ibn Abdülvehhab'a göre Kur'an ve Sünnet'te olmayan her sey bid'attir Bir bid'at çikaran mel'undur ve çikardigi sey reddedilmelidir Bid'adlarin çogu insanlari sirke düsürmektedir Bunlarin basinda mezarlar, türbeler ve bunlarin ziyaretleri gelir Mezarlarda yapilan ibadetler sirktir Sevap umarak Hz Muhammed'in kabrini ziyaret bile sirke neden olabilir Sirke neden olmamalari için, mezar ziyaretleri, türbe yapimi kesin olarak yasaklanmalidir Ölülere niyaz, tevessül, falcilara, müneacimlere inanmak, Hz Peygamber'in anisini yüceltmek, hirka-i serif, sakal-i serif ziyaretleri yapmak, Allah'tan baskasina ibadet etmek, sirk kosmatir Mevfit toplantilari düzenlemek, bu toplantilarda mevlid okumak, sünnet ya da nafile namazlar kilmak yasaklanmalidir Göz degmemesi için nazar boncugu takmak, muska takinmak, agaç, tas vb seyleri kutsal saymak, bir hastalik ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb için boncuk, ip, hamayi gibi seyler takinmak, sihir, büyü, yildiz fali gibi seylere inanmaz, iyi kisilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardim dilemek gibi seyler de tamamiyle sirke neden olan bid'adlardandir Riya için namaz kilmak, sofuluk etmek, iyi insan gibi görünerek çikar saglamak da sirktir Cami ve mescidlerin süslenmesi, minare yapilmasi da terkedilmesi gereken bid'adlardir
Vehhabiligi olusturan düsünceler, birçok çagdas Müslüman düsünürü etkilemis, onlara esin kaynagi olmustur Günümüzde ise, önemli ölçüde degisime ugramis biçimde, Suud Kralliginin resmî görüsü olmaktan öte bir anlam tasimamaktadir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #22
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



ALEVÎ-ALEVÎLIK Dördüncü halife Hz Ali'nin soyundan gelen, onu diger sahâbeden ve diger üç halîfeden üstün tutan mezhebe mensup kimse Alevîlik düsüncesi, ister açikça, ister gizlice, Ali'ye uyup onun Kur'an'daki nâs ve Resulullah (sas)'in vasiyetiyle imamliga tayin edildigini ileri süren; imametin* onun soyundan disari çikmayacagina inanan ve onu diger sahâbeden üstün gören zümrelerin baslattigi fikir ve siyasî kavgalarla ortaya çikan" hareketin genel adidir Bu fikir ve harekete katilanlar, Ali'ye (ra) uyduklari ve onu, öteki sahâbîlerin önüne geçirdikleri için Alevî; buna taraftar olanlara da 'tarafini tutan' anlaminda "Sia"* denilmistir Sia, Alevîligin ifade ettigi katiliktan daha mûtedîl bir kelimedir ve Islâm âlimleri Alevîlik için Sia'dan farkli olarak 'Râfiza' 'Ravâfiz' tabirlerini kullanirlar Islâm tarihinde Hz Peygamber'den sonra halîfe olarak Hz Ali'yi taniyanlara, Ali'ye mensup, inanci bakimindan, Ali taraflisi anlaminda "Alevî" tabiri kullanildi Alevîlik, halifelikte Hz Ali'nin hakkinin yendigini, sahâbenin Hz Peygamber'den sonra Ebû Bekr*'e bey'at etmekle, Islâm'a aykiri hareket ettigi iddiasini yansitir Alevîler Hz Ali'nin hilâfette hak sahibi oldugunu su sebeplere dayandirirlar: Ali*, Hz Peygamber'in tabii olarak varisiydi O, Islam'i ilk kabul eden kimsedir Hz Muhammed (sas)'in amcasinin oglu ve damadidir Islâm savaslarinin kahramaniydi Yasadigi sürece Hz Muhammed'in en yakin yardimcisiydi Onun bütün islerine bakardi Hz Muhammed (sas) Ali'ye olan sevgisini ve güvenini bildirerek, onun kendisinden sonra halîfe olacagina isaret etmistir Bu yüzden onlar, Ebû Bekir, Ömer* ve Osman*'in isbasina getirilisini batil saydilar Yani bunu serîat kurallarina ve Hz Peygamber'in sünnetine aykiri görerek bununla savasmayi dinî bir görev kabul ettiler Ancak, Hz Peygamber'in, Hz Ali hakkinda söyledikleri ve Ali'nin üstünlükleri dogru olmakla birlikte, Allah Resulü benzer sözleri Hz Ebû Bekir ve Hz Ömer gibi diger büyük Sahâbîler hakkinda da söylemistir Üstelik, hastalandiginda imamliga Hz Ebû Bekr'i geçirmistir Diger yandan Hz Peygamber, kendisinden sonra müslümanlarin basina kimin geçecegini isim vererek belirtmeden bu dünyadan ayrilmistir Böyle bir hadîs olsaydi, Hz Ebû Bekr'in halife seçildigi sirada yapilan konusma ve müzâkerelerde bu hadîsin sözkonusu edilmesi gerekirdi Çünkü ashâb-i kîrâm, kendi aleyhine bile olsa, Hz Peygamber'den isittigini nakletmekten çekinmeyecek derecede üstün mezîyetlere sahiptir Ancak, Allah Resulü'nün cenaze isleriyle ugrasmasi yüzünden, halîfe seçimi sirasinda hazir bulunamayan Hz Ali ile bu kadar önemli bir konunun istisare edilmemis olmasi bir eksiklik sayilabilir Fakat, Ensâr'in hilâfet konusunu müzâkere etmekte oldugu topluluga Hz Ömer'le Hz Ebû Bekr bile sonradan katilmisti Bu çok önemli meselede yanlis bir adimin atilmasi endisesi ve isin kisa sürede çözülmesi zarûreti, seçimin Hz Ebû Bekir lehine yapilmasini gerekli kilmistir Nitekim daha sonra Hz Ali de Ebû Bekr'e bey'at* etmistir
Müslümanlar, Ehl-i Beyt denen 'Ali ve ailesini' öteki Ashâb-i Kîram'dan ve Allah Resulü'nün öteki halîfelerinden ayirmadan severler Onun ailesine yapilan haksizliga ve zulme karsidirlar ve tarih içinde de karsi olmuslardir Meselâ, Ahmed b Hanbel* (rha), "Ehlü's-Sünne ve'-l Hadîs" taraftarlarinin Hz Muhammed (sas)' in ailesine hak ettikleri muhabbeti gösterdikleri ve Ali Ibn Ebî Tâlib'in (ra) haklarini tanidiklari için "Ali'nin 'siasi, taraftari" oldugunu ifade etmektedir Ayni tavri Imam-i Â'zam da takinarak Abbasîlere karsi Imam Zeyd'i desteklemistir Bu anlamda Sia, îtikâdî ve siyasî bir mezhep olarak kabul edilirken, Alevîlik, Hz Ebû Bekr es-Siddik'a (ra), Ömer el-Faruk'a (ra) ve Osman Zünnureyn (ra)'e ve daha pek çok ashâb-i kirâm'a bugz ve düsmanlik tasiyan fikirlerle dolu bir tarîkat görünümündedir Bu ifrata sebep olan Emevilerdi Emeviler devrinde, Ömer Ibn-i Abdulaziz'in hilâfetine kadar cuma hutbelerinde Ali Ibn Ebî Tâlib'e (ra) ve ehl-i beytine hakaret edilir ve lânetler okunurdu Onlarin bu yanlis hareketleri öteki müslümanlari baglamazdi Çünkü onlar, bütün müslümanlari temsil edemezlerdi Hele hilâfet konusundaki olaylari göze alarak öteki, müslümanlari zalim görmek ve göstermek haksizliktir ve hakdan sapmadir Ne Resulullah'in üç halifesi ne de Ashâb-i Kirâm, Ali Ibn Ebi Talib hakkinda düsmanlik eseri birakmamislardir Alevîlik, zaman içinde parçalanmis ve sayisi yüze varan tarîkatlara ve yollara ayrilmistir Ancak bunlari Imam Ebu Câ'fer es-Sâdik'in içtihatlariyla amel eden ve müslümanlarla aralarinda bir fark görmediklerini söyleyen, yeryüzünde Allah'in hâkimiyetini istediklerini haykiran Ca'feriyye ve Zeydiye kollarina bagli müslümanlarla karistirmamak gerekir Câferî müslümanlari Sia içerisinde incelerken, dünü, bugünü ve îman-amel iliskisiyle gözönüne almak ve ona göre degerlendirme yapmak faydali olacaktir Câferîlerle, Zeydîleri Alevîligin diger kollari olan Batînîler, * Karmatîler, * hatta kuzey Afrika ve Misir'da uzun yillar hüküm süren Fâtimîlerden, bugün Anadolu'da yasayan Alevîler'den, Lübnan ve Suriye'deki Dürzî ve Nusayrîlerden ayirt etmek gerekir
Alevîlerden Gulât olanlar yani asiri gidenler Hz Ali'de, diger halifelerde bulunmayan ilâhî nitelikler ve özellikler olduguna inaniyorlar Islâm tarihinde bu görüsü ve inanci daha da ileri götürerek, Allah'in Ali'nin varliginda, insan suretinde görünüs alanina çiktigini, onun bir ilâh-insan oldugunu söyleyenler bile çikti Ali'nin mehdi oldugunu, ölmedigini ve kiyamet gününden önce çikarak dünyada adaleti saglayacagini öne sürdüler Bunlar "sebeîler"dir Islâm'da ilk dînî ayrilik hareketini teskil eden ilk Alevîlik, Hz Ali daha hayatta iken San'ali bir Yahudi olan Ibn Sebe'nin telkini ile baslamistir Bundan sonra Ali'nin ve soyunun, hatta Ibn Sem'an, Ebû Mansur el-Iclî, Ebu'l-Hattâb, Horasanli Ebû Müslim gibi Ali ile aile bagi bulunmayan ve sadece taraftarlik yapan birtakim yabancilarin öncülük ettigi tenâsüha, ibâhaya, farzlari terketmenin caiz olduguna ve imanin, imami bilmekten ibaret bulunduguna inanan birçok Alevî kollari meydana çikmistir
Daginik Alevî kollarini birlestiren Câ'fer es-Sâdik'*a bir aralik gidip gelen ve inanislarinda Islâm'a aykiri seyler bulundugu için kovulan, Imam Câfer'in lânetlemesine ugrayan Ebî Mansur el-Iclî ile Ebû'l-Hattâb'in ekolü, "Ismâiliye*" veya "Yedi Imam" mezhebini olusturmustur Batinîlik adi verilen bu mezhep Yemen'de köklesmis, Irak, Iran, Horasan ve Türkistan'a kol atmis ve batida Endülüs'e kadar yayilmistir Bu mezhepten olanlar Bahreyn'de ve Ahsâ'da Karmatiyye mezhep ve hükümetini, Kûfe'de ve Basra'da birçok ihtilâlleri, Magrip'te önce "Alevî Hükûmeti"ni, sonra Misir'da Fâtimî halifeligini vücûda getirmislerdir Cebel-i Dürûz'da Lübnan'da yasamakta olan "Dürzîlik"le daha birçok firka ve mezhepler Batinîlikten dogmustur Muhammed b Nusayr de bu arada bugün Suriye, Lübnan ve Adana yöresinde sâlikleri bulunan "Nusayrîlik"i kurmustur
Hz Ali'nin ölümünden sonraki gelismeler, özellikle Kerbelâ olayi Hz Hüseyin'in sehid edilmesi, Alevî toplulugun siyasî bir görüs çevresinde toplanmasina yol açti Sonralari Sia (Siîlik) adini alan ve daha çok Iran'da gelisen Alevî mezhebinin özünü besleyen bu olaylar zinciri oldu Islâm ordusunun doguya dogru ilerledigini gören Iran, bagimsizligini kaybedecegini anlayinca, Islâm'in içinde dogan ve gelisen Hz Ali taraftarligini eski dîn ve siyasetleriyle kaynastirarak benimsedi Bundan Alevîligin, bir baska kolu dogdu Alevî inanci bu yeni ad altinda hizla gelisti Bu inanca, ruhun bedenden bedene geçisini (tenâsüh) kabul eden Hind inançlari da yine Iran etkisiyle karisti
Anadolu Alevîligi ise, sadece Batinîlik'in devami degildir Yesevî, Kalenderî, Hayderî gibi Türk tarikatlarinin, Hurûfiligin, Vücûdiyye ve Dehriyye inançlarinin karistigi, bazi Türk gelenek ve göreneklerinin ve halk siirinin yasadigi bir dünyadir Onda "tenâsüh", "hulûl", "ibâha" ve bir çesit "istirak" ilkeleriyle birlikte, Türk sölenlerini andiran âyinler de görülür XIII yüzyilda Anadolu'nun fikir hayatinda Orta Asya'dan ve Horasan'dan göçen bilgin ve mutasavviflarin derin etkileri olmustur Bu arada Harezm'li göçmenler, köylere varincaya kadar Anadolu'nun dînî havasinin degismesine yol açmislardir Bu tarihi kökenlere dayanan Alevîlik günümüzde varligini sürdürmektedir Siîlik, Bektâsîlik ve Kizilbaslik gibi Alevî kollarinin özel törenleri, toplantilari bulunmaktadir Bu kollarin hepsinde Hz Hüseyin'in Kerbelâ'da sehid edildigi 10 Muharrem günü kutsal olup, matem günü kabul edilir Siîler o gün, özel anma törenleri düzenler, dövünür, aglar, yakinirlar Kizilbas ve Bektâsîler bu günün acisini çeker, fakat dövünmezler Alevî törenlerinin en büyügü kadinlarin da katildigi "cem âyini"dir Bu tören cuma günleri düzenlenir Cem âyininin küçügüne "dernek" denir Bu toplantilar sazlisözlü, içkili olur Özel zikirler yapilir Töreni yöneten dede tarafindan bir sure veya ayet okunur Ayrica cem'âyininden baska "görgü âyini", canlardan birinin digerini sikâyeti hâlinde "sorgu âyini" düzenlenir Nevrûz, hem bahar bayrami, hem de Hz Ali'nin dogum günü sayildigi için, genellikle kutsal kabul edilir ve törenler düzenlenir
Alevîlik Iran'da oldugu gibi Anadolu'da da daha çok siir ve edebiyatla yayilmistir Alevîlerin büyük tanidigi yedi sair; Nesimî, Fuzûlî, Hatâî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Yeminî ve Virânî'dir Bunlardan Nesimî ve Fuzûlî disindakiler tam batinîdirler
Yollarini müstakil bir dîn ekolü ve Islâmiyetin esasi kabul eden Alevîler, Hz Peygamber, Hz Ali, Oniki Imam ve Haci Bektas Velî'yi kendi yorumcu ve düsünürleri sayarlar
Hamdi DÖNDÜREN

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #23
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



HURUFİLİK
Batıl inançlara sahip bir fırka ve uydurulmuş bir inanç sistemi
Hurûf, harf'in çoğuludur Harf, Arapça'da alfabeyi teşkil eden işaretlerin her biridir Söz manasına gelir
Hurûfî, Arapça sıfat olup, İlm-i hurûf ile ilgili olarak harflerin sırlarına dair itikat ve düşünceye inanan kişi demektir
Hurufilik inançlarının temeli ilm-i huruf'un hurâfe fikirleri üzerine kurulan bir fırkadır (Luğatnâme, XI s 476; Hurûfîyân, s 229) Çok eskilere dayanan bir mazisi olmasına rağmen, Hurufilik denince, İran'da Esterâbâd Kadiu'l-Kudâtı'nın oğlu olàn Fazlullâh el-Hurûfi (740-796/1340 1394)'nin XlV asrın sonlarında kurup bir sistem halinde geliştirdiği fırka anlaşılır
Asırlar boyunca bir takım harf ve rakamlar mukaddes sayılmış ve bunlara muhtelif anlamlar verilerek, Allah'a mahsus sırların bunlar da gizlendiği düşüncesi kabul edilmiştir Çok eski çağlardan bu yana insanoğlu zaman zaman, gökte veya yeryüzünde varlığı kabul edilen gizli kuvvetlerden istifade yollarını araştırmıştır; çözemediği esrarlı hadiselerden önceleri korkmuş, sonraları onlardan faydalanma yollarını aramıştır Mevcudiyeti kabul edilen bu kuvvetler harf ve şekillerle tasvir edilmiştir Neticede bu tabii ilimler önce efsûn (büyü), tılsım ve sihirbâzlık şeklinde ortaya çıkmıştır Mısır'da Hz Musa'dan evvel Kıptîler sihir ve tılsımla uğraştıkları gibi, Nebâtî, Keldânî ve Süryânîlerden ibaret olan Babil halkının da bu ilimlerle uğraştığı ve eserler meydana getirdikleri bilinmektedir (İbn Haldun, Mukaddime, III, 1)
Hurûfiliğin bilinen ilk şekli, mutasavvıflar tarafından yazılıp tasnif edilmemiş bir takım işaretlerden ibarettir (Rıfkı Melûl Meriç, Hurûfilik, s 2) Havâs ile uğraşanlar bunları kısımlara ayırarak üzerlerinde çalışmışlardır Böylece bu araştırmaların sonunda ortaya çıkan Luğâz, Muammâ, Remil, Fâl, Cifr, Vefk, Azâyim ve Nucûm İlm-i Hurûf'un şubeleri sayılmıştır (Keşfû'z-Zunûn, I 650-651; Mevzûâttu'l-Ulûm, I, 130-136, 389-399)
Buna benzer inançlar eski Hind'de, Yunan'da, Mısır'da, Musevîlik ve Hıristiyanlıkta da mevcuttur Hindûlara göre sayılarla harfler arasında bir münasebet vardır Üç, yedi, on ve kırk rakamları kutsal olduğu gibi, her sayı bir şeye işâret eder Meselâ Pythagorasçılar, âlemin aslının sayı olduğunu ve eşyanın da bundan meydana geldiğini ileri sürerler Eşyanın aslı sayı olduğuna binaen, sayının aslı da bir'dir Bu bir, bir'e tatbik edilirse nokta olur Noktaların hareketi çizgiyi, çizginin hareketi sathı, satıh da cismi meydana getirir Bundan da his, idrak ve akıl çıkar (Felsefe Tarihi, s 22-23)
Pisagorcularda üç rakamı ilk sayılır Dört, unsurlara işaret eder İki, kadın demektir Üç ile ikinin toplamı olan beş, evlenmeyi gösterir Üç ile üç'ün toplamı olan altı, her şeyin altı cihetine işarettir Yedi, dört unsurla buûdu, varlığı gösteren ilk sayıdır Yani üç ile dördü gösterdiğinden kutlu bir rakamdır Onda mükemmeldir Üç ve yedi adına and içilir (Veled İzhudak, Mesnevı Tercümesi, V, s 366)
Havas ile meşgul olanlar harfleri rakamlarla açıklayarak eski çağlarda "Ebced" kelimelerini sihir ve büyüde kullanmışlardır Burada elif'den gayn'a kadar her harf` bir tanrı ismi ile tabiî güç mukâbilidir Böylece sayı ve harf arasındaki ilgiden bir sır sistemi kurulmuştur Meselâ, efsûn ve muskalarda, harfler sayı değerlerine göre toplanır ve bu toplamın cinler âlemi ile münasebeti olduğu kabul edilir
Hristiyanlıkta bunun bir başka örneğini görürüz Ahd-i Cedîd (Vahy-i Yuhanna, 1 Bâb, 8 ve XX Bâb, 6)'da ilk harf "elif" ve son harf olan "ye"nin iptidâ ve intihâya, yani başlangıç ve sona delâlet ettiği bildiriliyor Ayrıca Musevîlerin Yunan felsefesi'ne dayanan Kabalizm'i Tevrat ve Zebûr'un zahiri manasıyla iktifa etmeyerek, kutsal kitabın harflerinden gizli manalar çıkarmaya uğraşmaktır(Hilmi Ziva Ülken, İslâm Feisefesi, s24-25)
İslâm âleminde ise harflerin bazı husûsiyetlere sahip olduğu inancı oldukça eskidir (Ali Ekber Dehhuda, Luğatnâme, XI s 476) Bu itibarla Kur'an'ın yirmi dokuz sûresinin basındaki harflere çeşitli anlamlar verilmiştir İslâm uleması arasında hurûf ile uğraşanların başında Hallâc-ı Mansûr (ö 922) ibn Nedim (ö 987)'den sonra ibnü'l-Arabî (1165-1240), ibn-i Haldûn (1332-1406), Abdurrahman-ı Bistâmî (ö 1454) ve Sarı Abdullah Efendi (1584-1660) gelir
İslâm Dünyası'nda Hurûfîliği bir inanç sistemi, bir fırka halinde yayan Esterâbâdlı Fazlullâh-i Hurûfî'dir XlV asrın sonlarında İran'da Timur'un saltanatında (1370- 1405), tarikat ehlinin büyük müsâmaha gördüğü zamanda Fahlillâh-i Hurûfi, bugün Gurgan diye bilinen, İran'ın Hazar Denizi'nin güney-doğu kıyılarına yakın Esterâbâd şehrinde fırkasını yaymaya başlamıştır
Eski devirlerden beri batını akidelerin kök saldığı İran'da kendi fikirlerini bu batınî metodlarla kurmaya çalışmış olan Fazlullâhi Hurûfi Bâtıniyye'den Şeyh Hasan-i Cûrî (ö 743/1342-3) ve O'nun halifelerinin tesiri altında kalarak fırkasını kurmuştur Fazlûllâh, Bâtınîlerin te'vil metotlarını en iyi bir şekilde değerlendirerek, harflerin önemini ve onların sayılarla olan münasebetlerini ortaya koymuş, dînî emîr ve hükümleri Arap ve Fars alfabelerindeki yirmisekiz ve otuziki harfe irca etmiştir Allah'a ait sırların harf ve sayılarda gizlendiği kabul edilen manalarını çözmeğe çalışmış; gelecekteki hadiseleri önceden keşf için faydalanılan Ulûm-i garibe ve Ulûm-i harfiye yanında ilm-i hurûf'un esaslarını ortaya atarak bu bilgiyi orijinal bir şekle sokmuştur
Fazlullâh-i Hurûfî, otuz iki yaşında iken kurduğu fırkayı, önceleri Tebriz ve İsfahan'da yaymaya başlamış ve yaptığı rüyâ tabirleriyle büyük şöhret kazanmıştır Kurduğu Hurûfîlik fırkası kısa bir zamanda iran'ın her tarafına yayılmıştır (Abdulbaki Gölpınarlı, Hurûfilik Metinleri Kataloğu, s 7)
Fazlullâh Arap Alfabesindeki yirmisekiz harf yerine Fars Alfabesindeki otuz iki harfi esas almıştır Kur'ân-ı Kerim'e karşılık olmak üzere, Farsça, Câvidân-nâme ismiyle kendi fikirlerinin ana kaynak kitabı olan eserini telif etmistir
Fazlullâh-i Esterâbâdı'nin dini görüşleri yani akîdesi Şeriata muhâlif görüldüğünden, tevkif edilerek Alıncak Kalesi'nde yapılan muhâkemesi sonunda, Timur'un oğlu Mırân Şâh (1404-1407)'ın emriyle (796/1394)'de boynu vurularak katledilmiştir (Dânişmandân-ı Azerbayean, s 387; Hurûfîyân, s 232)
Hurûfî Akîdesi
Hurûfîliğin kurucusu Fazlullâh'a göre, İslâm mutasavvıflarının da belirttiği gibi, Allah gizli bir hazine (kenz-i mahfî) olup; her şeyin hakikati, mevcudiyeti ve ruhu ise seslerdir (Clément Huart, Hurûfîlîk, İA, V/ l, s 598) Gizli bir hazine olan Allah'ın ilk tecellisi kelâm şeklinde görülen seslerden ibarettir Sesin (savt) kemâli kelâm, yani sözdür Kelâm ise ancak insanlarda zuhûr eder ve kendisini sesle gösterir Kelâm bir takım unsurlar halinde bazı şekiller alır Bu unsurlar Arap ve Fars Alfabelerinin yirmi sekiz ve otuz iki harfidir Söz ise harflerden meydana gelmiştir Ses canlılarda bilfiil; cansız varlıklarda bilkuvve mevcuttur Cansız bir maddeyi diğer bir cansıza vurursak, onun cevheri olan ses ortaya çıkar Bu, canlılarda irade ve istekle meydana gelir Nebâtatta yüksek bir tecelli halinde zuhûr eden savt, hayvanda kemâl ve insanoğlunda ise ekmel bir halde zâhir olur (Câvidân-nâme'nin Nesimî'ye Tesiri, s 30-31, 66)
Hurûfiler âlemin sonsuzluğuna, daimî bir deverân hareketine ve hareketten tabiî hadiselerin meydana geldiğine inanırlar Cenâb-ı Hak bir insanın yüzünde tezâhür ve insanı temyîz eden bir kelâmdır Bu kelâmın unsurlarında da bir sayı değeri vardır Böylece bütün varlıkların asıl unsuru olan yirmisekiz harfi insan yüzünde görmek mümkündür insan yüzünde doğuştan yedi hat vardır: iki kaş, dört kirpik ve bir saç insan bu yedi hat ile doğduğu için bunlara "hutût-ı ummiye" (ana hatları) denir Bunlar hâl ve mahâl toplamı ondört eder Yedi de "hutût-ı ebiye" (baba hatları) vardır ki, bunlar erkekte ergenlik çağında çıkar: Yüzün sağ ve sol yanlarında iki sakal kılları, iki yanağın iki tarafındaki (burun) kılları, iki bıyık ve bir de alt dudaktaki (enfaka) kılları Bunlar da hâl ve mahâl itibariyle on dört eder Ana ve baba hatlarının toplamı yirmisekiz olur ki, bu Kur'ân'ın yazıldığı yirmisekiz harfe tekabül eder
Bu hatlar hava, su, ateş ve toprak gibi dört unsurdan meydana geldiği için her biri dört telakki edilerek yedi ile çarpılırsa yine yirmisekiz elde edilir Eğer saçı ortadan ikiye bölersek, bu yedi hat sekiz olur Dört unsur ile çarpımı otuziki eder Bir başka şekliyle söylersek, ana ve baba hatları yedişerden ondört eder Hâl ve mahâl itibariyle ise yirmi sekiz; buna Farsça'daki (p, ç, j, g) harflerini eklersek otuziki elde edilir Ãlemde her ne varsa otuzikiye tatbik olunur Bütün kâinât dokuz felek, on iki hurç ve yedi seyyâreden ibaret olup, bunlara dört unsuru ilave edersek otuziki çıkar Otuzikinin dışında başka bir şey mevcut olamaz (İstivâ-nâme, s 6, 36, 48-49)
Hurûfiler, Kur'ân'da manası açık ve kesin âyetler (muhkemât) ile sûre başlarındaki (mukattaât) ve manası anlaşılamayan yani çeşitli te'vile musâit âyetler (muteşâbihât) hakkında, tefsir âlimleriyle aksi görüştedirler Kur'ân'ın sırrının yirmidokuz sûrenin başında gelen hurûf-ı mukattaâtda toplandığı kabul edilmiştir Bu harfler ondört adettir:
(elif-lam-ra/kef-he-ye-ayn sın/tı-sın/ha-me/gaf-nun)
Bu sûre başlarında gelen ve tekrarlanmayan ondört harfin meydana getirdiği mukattaâtı, Hurûfîler muhkemât sayarlar Hurûf-ı mukattaât kast edilirse yani, söylendiği gibi yazılırsa onyedi olur Bu harflerin imlâlarında: elif'de f, sad'da d ve nun'da v harfleri bulunur Bu üç harfin (f, d, v) ilâvesiyle hurûf-ı muhkemât onyedi olur Arap Alfabesindeki bu onyedi harfin dışında kalan(be-te-se-cim-ha-hı-zel-ze-şın-dat-zı-gayın) onbir harfe hurûf-ı müteşâbihât denir
Hurifîlerce asıl kelam-ı ilâhı bu ondört huruf-ı mukattaâttır ki, vech-i âdem (insan yüzü) ondan feth olunmuştur, denir insan yüzündeki ana hatlarının kendileri ve bulundukları yer itibariyle toplam sayıları olan ondört ile, hurûf-ı mukattaâtın ondört eşitliği buna delil gösterilir
(he-zel/mim-nun/gaf-dat-le/ra-be-ye) "Bu Rabbimin faziletindendir" (en-Neml, 27/40) ve "Bu Allah'ın faziletidir" (el-Maide, 5/54) beyânlarında olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim'de göçen (fazl:fe-dat-le) kelimesinden kastedilenin Fazlullâh-i Hurûfi olduğu ve insanın yüzünde de (Fazl:fe-dat-le) isminin okunduğu iddia edilir
Hurûfîler bütün dinî hükümleri kendi düşünceleri doğrultusunda izah ederler Kelime-i Şehâdet, namaz, oruç, hac ve zekât gibi bütün dinî hükümler te'viller ile hep yirmisekiz ve otuziki harfe tatbik edilerek açıklanır Rakam fazla veya eksik olursa, hesabı doğrultmak için ilm-i hurûf'un usullerine baş vurulur ve dört işlem yoluyla sonuca ulaşılır
Bu fırkanın düşüncesinin esası, insana en yüce mertebeyi vermektir Mevcûdât, mutlak varlığın tezâhürüdür Bu zuhûr kuvvet âleminden, yani melekûttan tabiat ve anâsır âlemine gelmiş, semâvâtla anâsırın birleşmesinden cemâdât, nebâtât ve insanlar meydana gelmiştir Bu zuhûr insan oğlunda kemâle ermiştir (hurûfîlik Metinler Kataloğu, s 19-20)
İran'da XIV asır sonlarında Esterâbâd havalisinde ortaya çıkan Hurûfîlik kısa bir sürede ülke sınırlarını aşarak Hindistan, Azerbaycan, Irak, Suriye, Anadolu ve Rumeli'ye sıçradı İran hudutları içinde sık takibâta uğrayan Hurûfîler, akidelerini yaymak, kendilerine bir yurt bulmak için bilhassa Osmanlı Ülkesine âdeta sığınmışlardır Fazl'ın baş halifesi Ali el-A'lâ (ö 822/1419) Anadolu'ya gelerek, Hacı Bektaş Tekkesi'nde inziva ederek Hurûfîliği yaymaya başlamıştır Câvidân'daki bütün illâhî teklifleri te'vil ve inkâr eden bölümleri, nefs-i ammârenin isteklerine uygun olduğundan kısa zamanda çok taraftar bulmuştur Hurûfi inançları Bektaşiler arasında "sır" adı altında yayılmıştır (Hoca İshak Efendi, Kâşifu'l-esrâr, s3-4) Yine bu fırkanın önde gelen halifelerinden İmadeddin Nesîmî (ö 821/1418) gibi kudretli bir şâirin tesiriyle ve onu takip edenlerin vasıtasıyla bu fırka uzun zaman Anadolu ve Rumeli'de yaşamıştır Nesimî'nin müridi şâir Refiî (IX/XV asır), Abdülmecid Ferişteoğlu (ö 564/1459) ve Virânî Baba (Xl/XVII asır) gibi Hurûfiler bu akımı daima canlı tutmuşlardır
Bir ara Hurûfiler Fatih Sultan Mehmed (saltanatı: 1451-1481)'in Sarayına kadar nùfûz etmişlerdir Ulemayı telâşa düşüren bu olayda, Vezir Mahmud Paşa (ö 879/1474)'nın gayreti ve Mevlânâ Fahreddin-i Acemî (ö 865/1460)'nin yardımıyla Hurûfiler korkunç bir şekilde cezaya çarptırılmışlardır (Taşköpri-zâde, Şekâyık-ı Nu'mâniye, trc Mecdı, s 81-83) Bundan sonra Anadolu ve Rumeli'deki Hurûfîler, kendilerini gizleyerek, ekseriye Bektaşî gibi görünerek varlıklarını uzun süre muhafaza etmişlerdir
XIV asrın ikinci yarısı sonlarında Hurûfîliğin İran'da ortaya çıkmasıyla beraber, kısa bir müddet sonra bu fırkanın esasını ve prensiplerini ortaya koyan pek çok eser telif edilmiştir Zaman zaman tâkibâta uğrayan bu fırkanın taraftarlarıyla beraber kitaplarının da yok edilmesine rağmen halen dünyanın muhtelif kütüphanelerinde Hurûfî eserlerine rastlanmaktadır (Ali Ekber Dehhuda, Luğat-nâme, XI, s 488)
Hurûfi fırkası'nın harf ve sayı nazariyesinin esasını bir sistem olarak ortaya koyan eserlerin başında Fazlullâhî Hurûfı'nin Câvidân-nâme adlı eseri gelmektedir Bu, Hurûfîliğin ana kaynak kitabıdır Bundan başka Fazl'ın Arş-nâme, Muhabbet-nâme, Nevm-nâme ile bir Dîvân ve Vasiyetnâme adlı eserleri bulunmaktadır Fazlullâh'ın baş halifesi olan Ali el-A'lâ'nın Klyâmet-nâme ve tevhîdnâme'si; Nesîmî'nin Dîvân ve Mukaddimetu'l-Hakâik'i; Emîr Giyâseddin'in İstivâ-nâme ve Mektub'u; Mır Şerîf'in Hacnâme, Mahşer-nâme ve Beyânu'l-vâkî'si; Refiî'nin Beşâretnâme ve Gençnâme'si; Abdulmecîd Ferişteoğlu'nun Işk-nâme ve Ahiretnâme; Yemınî'nin Fazîlet-nâme'si; Muhîtî'nin Dîvân'ı; Misâlî'nin Dîvân'ı; Arşî'nin Dîvân'ı; Hamza Dede'nin Câvidân-nâme şerhleri; İskurt Muhamed Dede'nin Salât-nâme'si; Emîr İshak'ın Turâb-nâme'si gibi eserleri Hurûfiliğin diğer kaynakları olarak sayabiliriz (Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, III-VII; A/i Ekber Dehhuda, Luğat-nâme, XI, s 488)
Hüsamettin AKSU

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #24
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



MELAMİYYE

Bir tarikat adı Melâmet, sözlükte kınamak, ayıplamak ve sitem etmek manalarına gelir Melâmîlik yoluna bağlanan kimseye de "Melâmî" denir
Melâmîliğin bir tarikat olduğunu söyleyenler yanında; kuralları belli bir tarikat olmadığını, her türlü gösterişten ve dünya kaygısından uzak kalmayı benimseyenlerin genel adı olduğunu ileri sürenler de vardır Melâmîliğin bir tarikat olmadığı düşüncesi, kurucusunun ve kuruluş tarihinin bilinmediğinden dolayıdır Birinci dönem Melâmîlik, "Melâmetiye" adıyla tanınır İlk defa Nişabur'da hicrî III asrın başlarında Ebu Salih Hamdun b Ahmet b Ammâr el-Kassâr, Melâmîliğin yayılmasında büyük rol oynamıştır Melâmîlik, Hamdun Kassar'dan önce varsa da, bir tarikat haline onun zamanında gelmiştir
Melâmîlikte Muhyiddin İbnü-l Arabî'nin "Vahdet-i vücud" görüşünün derin etkisi vardır Melâmîler kaçınılması mümkün olmayan cemaatle namaz dışındaki ibadetlerini ve Allah'a yakınlıkla ilgili hallerini halktan gizlerler Bunları açığa çıkarırlarsa kendilerini kınarlar Gerçek durumlarını sezdirmemek için halk içinde sıradan bir insan gibi giyinip kendilerini belli etmeden yaşamaya çalışırlar Görünüş ve gösterişe değer vermezler İnsanlara yalnız kötü taraflarını gösterip iyiliklerini gizlemede çok ileri gittiklerinden, çevresindekiler onları kusurlu kimseler sanarak ayıplar ve kınarlar En hoşlanmadıkları şey, kibir ve gösteriştir Bu kötü huylardan korunmak, Melâmîlikte bir kuraldır Özel giysileri ve tekkeleri yoktur Melâmîler kimseye dertlerini açmazlar
Çünkü kula ihtiyacı bildirmek, muhtaçtan yardım istemektir Bu sebeple ihtiyacı Allah'tan dilemek ve Peygamber'in yolundan gitmek, kulluğun iki esasıdır Birbirlerinin yardımına koşarlar Bu konuda Hamdun Kassar; "Mümin, kardeşi için gece kandil, gündüz asa olmalıdır" der
Melâmîlik başta Mevlevîlik olmak üzere IV asrın sonlarında oluşmaya başlayan, V ve VI asırlarda gelişen tarikatları etkilemiş, birçok bâtınî mezhep ve mesleklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur
Melâmîlik tarihi bakımından üç devreye ayrılır
1 Devre: Kassariye Melâmîliği Hamdun Kassar'a ait olan ve Melâmetiyye denen ilk devre melâmîliği Hicri III yüzyılda Nişabur'da ortaya çıkmıştır
2 Devre: Bayramiyye Melâmîliği İlk devre melâmîliği zamanla bâtınî grupların Melâmîliğe girmesiyle asıl sağlığını kaybetmiştir Bunun yerini, hicri IX asırda Bolu Göynük'de Hacı Bayram Veli ile ortaya çıkan ve ilk Melâmîlerin bütün özelliklerini taşıyan Bayramî Melâmîliği almıştır Anadolu'da Melâmîliğin yayılması, Hacı Bayram Velî vasıtasıyla olmuştur
3 Devre: Nuriyye Melâmîliği Seyyid Muhammed Nur el-Arabî'ye ait olan bu kol, hicri XIII asırda Üsküp'te ortaya çıkmıştır
Abdüsselam ARI

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #25
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



MÜŞEBBİHE
Allah'ı yaratıklarına benzeten fırkaya verilen isim Cehm b Safvan (öl 128/746) Allah'ın sıfatlarını inkâr edip tatile saptıktan sonra buna bir tepki olarak Allah'ı insanlara benzetme hareketi başlamıştır
Abdu'l-Kahir el-Bağdadî (öl 429/1037) Müşebbihe'yi iki kısma ayırır Biri; Allah'ın zatını O'nun dışındakilere benzetmiştir Öteki ise; O'nun sıfatlarını, O'nun dışındakilerinin sıfatlarına benzetmiştir (el-Bağdadî, el-Farku Beyne'l-Fırak, Beyrut (ty), s 225) Allah'ın zatını insanlara benzetenler, Şia'nın gulat fırkalarıdır Bunlardan Abdullah b Sebe' Hz Ali'yi ilâh olarak vasıflandırmıştır Müşebbihe'nin bir çok fırkaları vardır En meşhurları ise, Hişâmiyye fırkasıdır Müşebbihe denildiğinde ilk akla gelen bu fırkadır Bu fırkanın ilk kurucusu Hişâm b el-Hakem'dir Daha sonra gelen Hişâm b Sâlim el-Cevâlikî de aynı yolu izlemiştir Her iki Hişâm da Gulât-ı Şiâ'dandır (Şehristânî, el-Milal ve'n-Nihal, Beyrut 1975, II, 21 el-Fisal'in kenarında basılmıştır)
Hişâm b el-Hakem, Mutezilî Ebu'l-Hüzeyl ile aralarında geçen bir tartışmada Allah'ın cisim olup boyutlarının bulunduğunu, boyunun kendi karışıyla yedi karış olduğunu iddia etmiştir (Şehristânî, age, II, 21)
Gulat-ı Şiâ'dan olan Hişâm, Peygamber(sas)'in "Kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır" "Senin benim yanımda durumun, Hârun'un Mûsâ'nın yanındaki durumu gibidir Ne var ki benden sonra peygamber yoktur" "Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır" gibi sözleriyle Hz Ali'yi kendisinden sonra halife tayin ettiğini iddia etmiştir Ayrıca Hz Ali'nin masum olduğunu, yanılma ve bilgisizlikten, gafletten tamamen uzak bulunduğunu ileri sürmüştür (el-Malatî, Ebu'l-Huseyn Muhammed b Ahmed, et-Tenbih ve'r-Redd alâ Ehli'l-Ehvâi ve'l-Bida ; Beyrut 1968, s 25)
Allah'ın sıfatlarını insanların sıfatlarına benzetenler ise, Mutezile'den Basralı ekolden bazı kimselerdir ki bunlar, Allah'ın iradesinin insanların iradesi gibi olduğunu, Allah'ın konuşmasının da insanların konuşması gibi ve aynı nitelikleri taşıdığını söylemişlerdir (el-Bağdâdî, age, s, 229-230)
Müşebbihe fırkaları genelde gulat-ı şîa denilen aşırı şiîler arasında çıkmıştır
Bu inanlarıyla Müşebbihe'nin sapık bir fırka olduğu açıktır Gerçek Müşebbihe Allah'ın zat ya da sıfatlarını yaratıkların zat ve sıfatlarına benzetip bunların aynı niteliklere sahip olduğunu söyleyen fırka olmakla birlikte; bir takım mütâlaalarla ban fırkalar diğerlerini Müşebbihe olmakla şuçlamışlardır Meselâ, Mutezile, Ehl-; Sünnet mensuplarını âhirette Allah'ın görüleceğini söylemeleri ve Allah'ın sıfatlarını kabul etmeleri sebebiyle Müşebbihe olmakla suçlamışlardır Onlara göre Allah'ın görüleceğini söylemek, aynı zamanda Allah'ın cisim olduğunu, belli bir mekânda ve belli bir yönde olduğunu söylemekle eş anlamlıdır ve bu sebeple de Allah'ın görüleceğini söyleyenler hem Müşebbihe ve hem de Mücessimedirler (İbnu Ebi'l-Hadîd, Şerhu Nehci'l-Belağe, Beyrut (ty), I, 19)
Yine Mutezile'nin etkisinde kalan ban Kelâm ehli ile onlara tabi olanlar, Allah'ın yukarıda olduğunu; arşının üzerinde istivâ ettiğini kabul eden ve nüzûlünün olduğunu söyleyenleri "teşbih" ile itham etmişlerdir Meselâ, Zahid el-Kevserî, bu tür endişelerle İbnu Kuteybe ve bemerlerini Müşebbihe olmakla suçlamıştır (Zahid el-Kevserî'nin tahkik ettiği el-Malatî'nin age, s 75'te 1 nolu dipnot, s 97'de 2 nolu dipnot, s 113'te 2 nolu dipnot) Yine Fahruddin er-Râzî (öl 606 h) Kur'ân'da Allah hakkında kullanılan yed, vech gibi haberî sıfatlarını te'vil etmemenin kişiyi Mücessime'ye sürükleyeceğini söylemektedir (Râzî, Esasu't-Takdîs, Mısır 1935, s172-173) Oysa Selef-i Salihin'in bu sıfatları te'vil etmedikleri bir vakıadır
Bu nedenle teşbih ile itham edilen kişilerin gerçekten Müşebbihe olup olmadıklarını iyi tahkik etmek gerekir
Yüce Allah, kendisine benzer hiç bir şeyin olamayacağını Kur'ân'da ifade etmektedir: "O'na benzer hiç bir şey yoktur O, işitendir, görendir" (eş-Şûrâ, 42/11) Yaratıklarından hiç bir şey O'na benzemez O da yaratıklarına benzemez Allah'ın zatı yaratıklarına benzemediği gibi, sıfatları da yaratıklarına benzemez Allah, hayat, ilim, kudret, semi', basar vs gibi subûtî sıfatlarla muttasıftır İnsanlarda da hayat, ilim, kudret, semi' ve basar gibi sıfatlar vardır Ancak Allah'ın sıfatlarıyla insanların sıfatları arasında sadece isimlendirme yönüyle bir benzerlik vardır Mahiyet açısından bir benzerlik asla söz konusu değildir Allah'ın hayatı vardır ama bizim hayatımıza benzemez; kudreti vardır ama bizim kudretimize benzemez; ilmi vardır ama bizim ilmimize benzemez O'nun sıfatlarında kemal vardır; bizim sıfatlarımızda yoktur O'nun sıfatları ezelî ve ebedîdir; ama bizim sıfatlarımız böyle değildir O'nun sıfatları için bir sınır sözkonusu değildir; ama bizim sıfatlarımız sınırlıdır
M Sait ŞİMŞEK

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #26
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



BAHAiLiK-BAHAiYYE
Bahâullah Mirza Hüseyin Ali Nuri (1817-1892)'nin kurduğu batıl bir mezhep
Bâb lâkabıyla tanınan Mirza Ali Muhammed 1844 yılı Mayıs ayında insanlığa yeni bir haber getirdiğini bildirip, Bâbilik* mezhebini kurdu Devlet güçlerine başkaldırmaları sonucu Bâbilerin birçokları öldürüldü Bâb Mirza Ali Muhammed 1850 yılının Temmuz ayında irtidat suçuyla Tebriz'de kurşuna dizildi
Bâb'ın yakınlarından olduğunu ileri süren Mirza Hüseyin Ali, Bâb tarafından haber verilen ve zuhur edeceği bildirilen kişinin kendisi olduğunu açıklayıp, bu mezhebi Bahâilik adıyla yeniden faaliyete geçirdi
Bâbilerin İran şahı Nasirûddin'e karşı giriştikleri bir suikast teşebbüsünden sonra Mirza Hüseyin Ali İran'da tutunamayınca, Osmanlılar'a sığındı Bir müddet Edirne'de ikamet etti Burada sapık inançlarını yaymaya çalışınca Akka'ya sürgün edildi
Bahâullah, davet ettiği dinin yeni bir din olduğunu, Allah'ın kendisine hulûl ettiğini ve her şeyi kendisine vahyettiğini iddia ediyordu Bu inanç ve mezhebini "el-Kitâbü'l-Akdes" adını taşıyan eserinde topladı Kendisinin gaybı bildiğini söyler ve vuku bulacak bir takım haberler verirdi Ölümünden sonra büyük oğlu Abbas, Mısır, Avrupa ve Amerika'yı dolaşarak gezdiği yerlerde Bahâîliği yaymağa çalıştı
Bahâîlik üzerinde Babîliğin, Bâtınîliğin, Hurûfîliğin ve Hristiyanlığın açık etkileri görülmektedir Bahâîliğin temel ilkesi genel bir dilin konuşulması ve genel bir yazının kullanılmasıdır Din birliği esas olup dünya tek vatan, insanlar da bu vatanın vatandaşıdır Vahiy süreklidir Kimseye kötülük yapmamak, mütevâzi olmak şarttır Dünya barışının sağlanması zorunludur Haksızlığı önlemek için haksızlık yapana karşı bütün insanların birleşmesi gerekmektedir Kadınların hak ve hukukunu gözetmek esastır
Her Bahâî bir defaya mahsus olmak üzere malının 19/1'ini vergi olarak cemaate öder İki kadından fazlasıyla evlenmek yasaktır Boşanma asla caiz değildir Ancak eşlerden biri kadınlık veya erkeklik görevini yapamıyorsa o zaman boşanmak mümkündür İddet beklemek gibi bir şart söz konusu değildir Boşanan bir kadın hemen ertesi gün evlenebilir Cenaze namazları dışında cemaatle namaz kılmak yoktur İbadet için müslümanlar gibi abdest alırlar
Ayrıca cünüplük için de yıkanırlar İbadet için kıbleleri Hayfa şehridir Günde üç defa ibadet edilir Yılda ondokuz gün oruç tutarlar Bu oruçları İslâm'da olduğu gibi değil, sadece bir perhizden ibarettir Hac ibadetine benzer ve yalnız erkeklere farz olan bir ibadetleri olup adına hacc diyorlar Bu hacc ibadetlerini de Bahâullah'ın Akka'daki mezarını ziyaretle yaparlar Ayrıca bunun belli bir zamanı yoktur Herkesin istediği zamanda bu ziyaretini yapması mümkündür Bu dinlerinde haram ve helâl işleri kimse tarafından belirlenmiş değildir Herkes kendi istek ve mantığına göre yaşantısını düzenleme hakkına sahiptir
Bahâî takvimine göre bir yılda ondokuz ay vardır Her ay ondokuz gündür Normal yılların hesaplanması 19x19+4 şeklinde, artık yılların hesaplanması 19x19+5 şeklindedir Ondokuz günde bir kez ziyafet toplantıları yapılır
İngiltere, Almanya, İsviçre, Türkistan ve Amerika'da Bahâîlik'le ilgili yayınlar yapılmaktadır Amerika'da iki yılda bir "Bahâî World" (Bahâî Dünyası) adıyla yayınlanan bir yıllıkları vardır
Avrupa, Amerika, Avustralya ve Asya'nın çeşitli ülkelerinde Rûhânî Mahfil adı verilen ve dokuz kişilik bir kuruldan oluşan Bahâî dernekleri ve toplantı merkezleri ile Washington da büyük bir mâbedleri vardır Bahâilik, İslâm ülkelerindeki dirilişi, canlanışı önleme amacını taşımaktadır Emperyalist Batı rejimlerinin ilgi ve desteği de bundan dolayıdır
Bahâîliğin genel merkezi İsrâil'in Hayfa kentindedir
Cemil ÇİFTÇİ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #27
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



BABiLiK
Mirza Ali Muhammed Bâb'ın (1819-1850) kurmuş olduğu batıl mezhep
Mirza Ali Muhammed 1819'da Şiraz'da doğdu Necef'te Seyyid Ali Reştî (ö 1843)'den ders aldı Seyyid Ali Reştî, ona ölümünden sonra yerine geçecek halife olmasını ve Mehdî olarak ortaya çıkmasını telkin etti ve buna ikna etti Mirza, davetini 1844 de Şiraz'da ilân etti1850 yılında Tebriz'de Şah Nasûriddin'in huzurunda, âlim ve fakihlerle yaptığı münazara sonunda irtidat ettiğine hükmedilerek idam edildi (Muhsin Abdülhamid, İs!âm â Yönelen Yıkıcı Hareketler, Çev S Yeprem-H Güleç, Ankara 1973, 6970)
Bâbiyye'ye bağlı müfrit kimseler Nasûriddin Şah'a suikast yapmaya kalkışınca birçokları öldürüldü Mirza Ali'nin öğrenci ve müridlerinden Suph-i Ezel, Mirza Yahya ve kardeşi Mirza Hasan Ali Bağdat'a kaçtılar Oradan İstanbul'a, daha sonra Edirne'ye sürgün edildiler Her iki kardeş arasında anlaşmazlık meydana geldi Suph-i Ezel ve adamları oradan Kıbrıs'a Baha ve adamları da Akka'ya sürgün edildi
Mirza Ali Muhammed cahil ve tutarsız görüşler ortaya atan bir sapıktır O, önce kendisinin İmam-ı Muntazar* (beklenen imam)'a, açılan bir "Bâb" (kapı) olduğunu iddia etti Sonra bizzat imamın kendisi olduğunu söyleyip, daha sonra peygamberlik taslamaya başladı Sonunda da kendisine ilâhî ruhun hulûl ettiğini söyleyerek tanrılık iddiasında bulundu İmam-ı Muntazar'a açılan kapı anlamında gelen "Bâb" kelimesinden adını alan Bâbîlerin inançları şöyle özetlenebilir:
Mirza Ali Muhammed'in bütün geçmiş peygamberlerin gerçek temsilcisi olduğuna inanmak,(inançlarına göre Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm, Bâbilik'te birleşir Bu üç din arasında herhangi bir ayrılık yoktur); Allah'ın Mirza Ali'ye hulûl ettiğine inanmak, Ahirete inanmak, Hz Muhammed'in peygamberlerin sonuncusu olduğuna inanmak
Mirza, ebced* harflerini zikretmiş ve bunlar için belirlediği sayılardan tuhaf anlamlar çıkartmıştır (Muhammed Ebu Zehra, İslâm da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, Çev E Ruhi Fığlalı-Osman Keskioğlu, İstanbul 1970, 286-287) Bâbîliğe göre "ondokuz" sayısı mukaddestir Onlara ait takvime göre bir yıl ondokuz aya, aylar ondokuz güne bölünmüştür Dolayısıyla bir yıl 19x19=361 gündür
Böylelikle Bâbiliğin İslâm ile ilgisi olmayan ayrı ve yeni bir din olduğu görülmektedir Bu batıl din, İslâm, hristiyanlık, yahudilik, mecûsilik ve putperestliğin karışımından oluşturulan ve İslâmî prensipleri yıkmayı hedef alan siyasî bir yapıya sahiptir Bu dinin kurucusu peygamberlik ve velâyet aracılığıyla kendisi için "Vasıta-i Kübra" yahut "Bâbûddin, Bâb" ünvanlarını kullanmıştır Daha sonra kendisine "Nokta" veya "Hâlikü'l-hayr" adını verdi Çünkü artık o, nebi değil, ilâhî özelliklere sahip olduğunu iddia ediyordu Bâb'ın ilk telif ettiği kitap "er-Risâletü'l-Hidâye fi'l-Ferâizi'l-İslâmiye" adlı eseri idi Bâbiye'ye mensup olanlar Karmatîler gibi etrafta fesat ve fitne çıkarmaya ve insanları dalâlete sürüklemeye kalkıştılar Onlar savaşta ölenlerin kırk gün sonra dirileceğine inandıkları için çırılçıplak olarak düşman üzerine hücum ederlerdi
Bâbiye peygamberlere iman eder Ölüm "Lika-i Bâb" için bir yokluktan ibarettir Öldükten sonra sevap ve ikab, lezzet, ızdırap ve elem vardır Onlar öldükten sonra ruhlarının ikinci kez geri geldiklerine inanırlar Yani onlarda tenasüh vardır Ölümden sonra dirilme, Haşir ve Neşir, Bâb'ın tekrar dünyaya gelişi ve kıyamı ile tamamlanır Onlara göre Kur'an'ın hükümleri mensuhtur
Amelle ilgili görüşlerine gelince:
Kadınlar gerek miras ve gerekse diğer hususlarda erkeklere eşittirler Bâbileri ondokuz kişilik bir kurul yönetir Mallarının beşte birini yılda bir defa bu kurula vergi olarak verirler Bütün cezalar kaldırılmıştır Ancak nakdî ceza ve karı kocanın beraber yaşamasına engel olmak hariçtir Evlenme onbir yaşından itibaren mecburidir Boşanma iyi karşılanmaz Dul kalan erkekler doksan, kadınlar doksanbeş gün içerisinde evlenmeye mecburdurlar Onbir ilâ kırkiki yaş arasındaki kimseler her sene güneşin doğuşu ile batışı arasında bir ay (on dokuz gün) oruç tutmaya mecburdurlar Oruç kırkiki yaşından sonra kalkar İnsanlar muaf olur Ramazan Bayramına "İyd-i Rıdvan" denir Bu bayram "19" gündür Biri kendisine, onsekizi müritlerine aittir Muharremin birinci günü "İyd-i Mecit"tir; çünkü Bâb o gün doğmuştur Bağlılarından biri iktidarı ele geçirirse Mekke ve Beyt-i Mukaddes yani Kabe gibi bütün kutsal yerleri, peygamberlerin ve evliyanın mezarlarını tahrip etmekle yükümlüdür Şarap içmek haramdır Tütün içmek haram ise de Bâbiler bunu sonradan caiz görmüşlerdir İslâm'ın açık bir emri olan tesettür gereksizdir Nikâh akd olunurken veli, vekil, şahit gerekli değildir Sadece eşlerin kabulü yeterlidir Zekât ve sadaka "Bâbî" olana verilir
Seyahat tavsiye olunmaz Hacılar ve tacirlerin dışındakilere deniz seyahati yasaktır Cenae namazı hariç cemaatle namaz kılınmaz Fakat camilerde vaz dinlemek tavsiye olunur Sarhoşluk veren içkiler yasaktır Her ondokuz günde bir defa su içirmek için bile olsa ondokuz kişiyi davet etmek lâzımdır Dilencilik yasaktır Mirasın özel bir paylaştırma usûlü vardır
Bâbiye fırkası, Asl-ı Bâbiye, Kurretiyye, Ezeliyye ve Bahâiyye* olmak üzere dört kısma ayrılır Asl-ı Bâbiye; ancak Bâb'a bağlı olup el-Beyân adlı eseri ile amel edenlerdir Bâb'dan sonra yazılan eserlere asla itibar etmezler
Kurretiyye; Bâb'ın müritlerinden "Zerrin Tâç" adında güzelliği ile şöhret bulmuş bir kadına tâbi' olan gruptur İran müctehidlerinden birinin kızı olan Zerrin Taç ilk zamanlarda arşa "Kalb-i Nebi", Cebrâil'e "Akl-ı Nebi" diyen Rüştiyye reisi Kâzımü'l-Hüseynî'ye bağlı idi Seyyît Kâzım Reştî'nin vefatından sonra Bâb'ı imam edindi Gâib olan Bâb'a iman etti Bâb ile mektuplaşmaya başlayınca, Bâb kendisine Kurretü'l-Ayn dediğinden, Zerrin Taç, "Kurretü'l-Ayn" lâkabını aldı Kurretü'l-Ayn kadınlardan tesettürü kaldırdı Mükellefiyet ve farzları tamamen gereksiz gördü Bir kadının dokuz erkek ile evlenmesinin caiz olduğu gibi bazı hükümler koydu İslâm şerîatının mensuh, Bâb şerîatının hak olduğunu iddia edecek kadar küstahlığa kalkıştı Kurretü'l-Ayn öldürüldükten sonra Kurretiyenin çoğu katlolunmuş, ancak pek azı kendilerinin İsna aşeriyye'den olduklarını ilân etmekle kurtulmuştu
Ezeliyye; Bâb'ın talebelerinden Mirza Yahya'ya bağlı olanlardır Bunlar müslüman olarak görünürler Zâhirde bütün farzları yerine getirirler Takiyye yaparlar Bahâileri tekfir ederler Mirza Yahya, Bâb tarafından Suph-i Ezel lâkabını almıştır Bundan dolayı bağlılarına "Ezeliyye" denilmiştir
Bahâiyye veya Bahâilik'e gelince: Mirza Ali Baha, oğlu Abbas'ın gayretiyle halkı Edirne'de kendi adına davet ettiği için Suph-i Ezel ile arası açılmış idi Suph-i Ezel Kıbrıs'a sürgün olunduğu sırada o da Akka'ya sürüldü Bunun adamları yetmişüç kişi idi Baha, Akka'da Bâb'ın halifeliğinden Mehdiliğe, velâyet-i mutlaka'ya, nübüvvet-i amme'ye ve hassa'ya, hatta ilâhiyete kadar çıktı "el-Eykan" adlı bir eseri vardır İran'da Rusya'da, Suriye'de, Mısır'da, Hint'te, Amerika'da pek çok Bahâiler vardır Bahâiler indinde Bâb, Mehdî, Bahâ, Mesihtir Daha sonra Bahâ ilâh olmuştur Bâb'ın vahyi olduğu gibi, Bahâ'nın da levhalardan ibaret vahyi vardır
Bâb ve Bahâ mucize göstermekten aciz olduklarından peygamberlerin mucizelerini inkâr ederler Bahâiyenin de Bâbiye gibi dini hükümleri vardır Akdes adlı kitap bu hükümleri ihtiva eder Sabah, öğle ve akşam olmak üzere dokuz rekat namaz kılarlar Kıble Akkâ'dır Cenaze namazı altı tekbirdir Cenazeden başka cemaatle namaz kılınması gereksizdir Nevruz bayram günüdür Hac, Akkâ'da gömülü olan Bahâ'yı ziyarettir
Bu duruma göre Bâbîlik ve ondan türemiş olan bütün kolları bazı İslâmî ıstılahları kullanmalarına rağmen, İslâm ile ilgisi olmayan ayrı ve uydurulmuş bir din görüntüsü taşımaktadır
Bu mezhep bugün İran'dan başka Amerika, Afrika ve Avrupa'da taraftar bulmuştur
Durak PUSMAZ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Mezhepler Tarihi

Eski 04-21-2009   #28
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Mezhepler Tarihi



NUSAYRILIK Çogunlugu Suriye'de yasayan asiri bir Siî-Batinî firkasi Bunlara günümüzde Numeyrîler ismi de verilmektedir Nusayrî isminin ise geçmiste kalan bir isim oldugunu ve firka kurucusuna nisbeten bu ismin verildigini ileri sürerler Firkanin ismini, kurucusu olan Muhammed b Nusayr en-Nemiri'ye (270/883) nisbeten aldigi bilinmektedir Zaten itikadi firkalarin hemen hemen bir çogunun kurucularina nisbeten tanindiklari ve buna uygun isim aldiklari bilinen ve sik rastlanan bir durumdur
Batinî karakterli firkalarda ortak olarak görülen husus, bunlarin genel olarak çift hayatlari olmasidir Yani birisi, kendi içlerinde ve çevrelerinde yasadiklari ve yasattiklari hayat seyri, digeri de toplum içinde yasamalari itibariyle toplumsal hayatlaridir Iste Nusayrilik de genel anlamda bu özellikleri tasimakla birlikte, batinî firkalar arasinda, önemli eserlerinden bir kismi elde edilebilmis ve dolayisiyla görüslerine vakif olunabilmis firkalardan birisi olma özelligini tasimaktadir
Nusayriligin kurucusu Ibn Nusayr, Siî-Imamiyyenin onuncu imami Ali en-Nakî'nin hayatinda onun tarafindan gönderilmis bir peygamber oldugunu iddia ediyor; onun hakkinda asiri görüsler ileri sürerek tenasuhtan söz ediyordu Onun ilahligini söylüyor ve haramlari helal kiliyordu Bir rivayete göre de, Ibn Nusayr, Imamiyye'nin onbirinci imami Hasan el-Askeri'nin (260-873) "bab"i oldugunu ileri sürmüs ve onun vefatiyla da oglu Muhammed b el-Hasan'in mehdiligini kabul etmistir (ERuhi Figlali, Çagimizda Itikadi Islam Mezhebleri, s 143, en-Nevbahtî, Firakus-Sî'a, nsr MSadik, Necef 1936, s 193)
Genellikle Suriye bölgesinde yayilmis bulunan Nusayriler, Karmatilerin 291 (903) yilinda Suriye'yi ele geçirmesi üzerine, bir kismi Suriye'de kalirken bir diger kismi ise, Antakya civarina çekildiler Özellikle Nusayrilik Hamdanilerin Suriye'ye egemen olmasiyla bu dönemde büyük bir güç kazandilar Zira Hamdani emirleri bu mezhebe girmis ve yayginlasmasi için ugrasmislardir Selçuklular döneminde Malazgirt savasini (463/1071) takiben de Nusayriler Antakya'yi ele geçirmislerdi Franklarin 492 (1098) yilinda bölgeyi isgal etmeleri üzerine bir süre onlarin hakimiyetleri altinda kaldilar Haçli seferleri esnasinda Haçli ordularina yardim etmis ve müslümanlarin aleyhinde Hristiyanlara destek olmuslardi Bundan dolayi Selahaddin Eyyubî tarafindan cezalandirilmislardir Ayni sekilde Memluklular aleyhinde Mogollara yardim ettikleri için Memluklu Sultani Baybars'tan da baski gönnüslerdi Nusayriler, bölgede sirasiyla hüküm süren, Selahaddin Eyyubi, Haçlilar, Ismaililer ve Mogollar'dan sonra Yavuz Sultan Selim'in 922 (1516) yilindaki Mercidabik Zaferi ile Suriye'yi ele geçirmesi ile daha sonraki devirlerde de ayni bölgede varliklarini sürdürürler Nusayrilerin hemen hemen her devirde ve özellikle Osmanli Döneminde varliklarini sürdürmelerindeki en önemli faktör, Osmanli Devletinin, hükmü altindaki bölgelerde her inanç ve irktan olan kavimlere gösterdigi müsamaha anlayisi ve tavri gösterilmektedir Zira, Osmanli Devleti, bu tavrini devletin baglayici ve birlestirici bir felsefesi olarak telakki etmekte idi Zaman zaman Osmanlilara karsi isyan etmelerine ragmen II Abdülhamid onlari resmen bir mezheb olarak kabul etmisti
Bugün Suriye'de çesitli bölgelerde, Hatay, Tarsus, Adana, Firat boylari ve Lübnan'da yaygin olarak yerlesmis bulunan Nusayrilerin sayisi bir kisim arastirmacilara göre yaklasik 325-400 bin kisi civarindadir (LMassignon, "Nusayriler" Maddesi, IA) Bir kisim arastirmacilara göre ise, yalniz Hatay Bölgesi'nde yaklasik yüz kirk dokuz bin Nusayri bulunmaktadir (Ahmet Turan, Les Nusayris de Turquie dans la Religion d'Hatay, Doctorat de III e cylcle Paris 1973, s 21)
Diger bir çok itikadî firkada oldugu gibi Nusayrilik de kendi arasinda çesitli firkalara ayrilmistir Bunlar genel olarak dört kola ayrilmislardir ki, bunlar; Haydariyye, Simaliyye (veya Semsiyye) Kilaziyye (veya Kameriyye) ve Gaybiyye'dir Ancak bunlar, esas itibariyle, Simafiyye ve Kibliyye olmak üzere iki ana kol halinde yayginlik kazanmislardir
Nusayrilerin itikadi görüslerine gelince:
Bunlarin görüsleri kismen Islâm'dan kaynaklanmis olsa da agirlikli olarak batini tevillere dayanmakta ve hatta zaman zaman hristiyan kültürünün etkisi görülmektedir Hüseyin b Hamdân el-Hasibî'nin (346 veya 358/957 veya 968) Kitâbül-Mecmû'u ile önce nusayri iken daha sonra hristiyan olan Adanali Süleyman Efendi'nin Kitâbul-Bakürati's-Süleymaniyye fi Kesfi Esrâri'd-Diyânâti'n-Nusayriyye isimli eserleri Nusayriligin itikadi ile ilgili önemli bilgiler ihtiva ederler
Bir çok itikadi firkada gördügümüz gibi, firkalarin görüslerini temel bazi hususlar teskil etmekte ve diger görüsler bu görüsün etrafinda odaklanmaktadir Nusayrilerin görüslerinin temelini de Hz Alinin ilahlastirilmasi teskil etmektedir Bundan dolayi Nusayriler Sia firkalari arasinda gulat kismindan telakki edilmektedir Bu firkanin bütün kollarina göre Hz Ali mabudtur, tanridir Yüce Allah için sayilan sifat ve özellikler Hz Ali için sayilmaktadir O nurun nurudur, ilahi zati itibariyle gizlidir O manadir Görünüste imam olmasina ragmen, batini cihetiyle O, Allah'tir Buna göre onlarin sehadet kelimesi "Ben Ali'den baska ilah bulunmadigina sehadet ederim "seklindedir
Bu anlayisa göre Ali, Tanridir Kendi ruhundan Muhammed'i, O da Selman-i Farisî'yi yaratmistir Ali "mana", Muhammed "isim", Selman ise "bab"dir Bu üçlü A(ayn), M (Mim) ve S (Sin) sembolleriyle ifade edilir Bu üçlü sembolize sistemi Süleyman Hasbi tarafindan Hristiyanliktaki "Baba-Ogul-Ruhul-Kudüs" sistemiyle açiklanir Ayrica Selman'dan sonra bes tane de eytam vardir ki, bunlar; Mikdad b el-Esved (Tabiat olaylari ve zelzeleyi yürütür), Ebû Zerril-Gifâril-Gifâri (Yildizlarin hareketini idare eder), Abdullah b Revâha (Canlilarin hayatlariyla ugrasir), Osman b Maz'un (Rizik ve hastaliklarla ugrasir) ve Kanber b Kadân ed-Devrî (Ruhlari cesetlere gönderir) Bu bes eytam, ayni zamanda bes büyük yildizdir
Tenasüh ve ruh göçüne inanirlar Onlara göre, insanlar ilk kez semâvî varliklar olarak yaratilmislar; fakat düsüslerinin bir sonucu olarak bu günkü sekillerini kabullenmek zorunda kalmislardir Sürekli tenasüh ve ruh göçü, insanlarin tekrar semavi varliklara dönmesiyle son bulacaktir Yine Hz Ali (ra)'in yildizlarin prensi oldugunu ve günes veya ay ile cisimlenmis bulunduguna inanirlar
Kendileri Ali'nin uluhiyyetine inanmak ve onun yüceliginin nimetine ermek serefine ulasan kisilerdir Aliye inanan Nusayrilerin ruhla, hareket yoluyla yildizlar haline dönüserek nurlar alemine yükselir Nusayri olmayanlarin ruhlari ise, hayvan cesetlerine girer Onlara göre kadinlarin ruhlari yoktur Seytanlar insanlarin günahlarindan, kadinlar da seytanlarin günahlarindan yaratilmislardir Bu bakimdan kadinlara onlarin mezheblerinin sirlari açiklanmaz Bu taassuplarindan ötürü Fâtima'nin ismini kullanmayip, metinlerinde bu kelimenin müzekkeri olan Fâtir'i kullanmayi tercih ederler Ayrica onlara göre, diger halifelerle birlikte bir kisim sahabe ile Muaviye, Yezid ve Haccac da seytanin sembolleridir ve lanetlidirler
Tanri olarak kabul ettikleri Ali'nin bulundugu yer konusunda iki gruba ayrilirlar Haydariler'e göre Ali, göktedir Günes Muhammed'i, ay da Selman'i temsil eder Ali güneste oturmaktadir Bu yüzden bunlara "Semsiler" de denilmektedir Ikinci kol olan Kilaziler'e göre ise Ali'nin yeri ay'dir Bu yüzden bunlara da "Kameriler" ismi verilmektedir
Onlara göre sarap, uluhiyyetin sembolüdür Bundan dolayi sarabi ve sarabin asli olan üzüm asmalarini asiri bir sekilde yüceltirler
Islamin bes sarti ise söyle bir tevil esasina göre anlasilir:
1 Sehadet: Nusayrilige giriste yukarida sözü edilen sehadet kelimesi tekrar edilir Sonra da "Nusayri dininden, Cundebî görüsünden, Cunbulanî tarikatindan, Hasibî akidesinden, Cillî inancindan, Meymunî fikhindan olduguma sehadet ederim" seklindeki söz söylenir
2 Namaz: Namaz sesle yapilan bir ibadet olup, sadece duadir Namazin basinda "Ali, Muhammed ve Selman'i yüceltiriz" demek, namazi eda etmek olarak anlasilir Namaz Ali'ye açilan bir kalbin niyazi olarak anlasildigindan ferdi yapilir, ancak, bayram ve mukaddes günlerde cemaat hafinde de yapilabilmektedir Namazdan önce abdest alinmaz Namazin sartlari bestir:
a) Bes seçkini bilmek, Bunlar; Muhammed, Fâtir, Hasan, Hüseyin ve Muhsin'dir
b) Gülmeden ve konusmadan dua etmek,
c) Namazi, Abbasi rengi oldugu için siyah takkesiz kilmak,
d) Ibadeti baskalari görmeden gizli yapmak,
el Namazi, "Ey Yüce, Büyük ve Arilarin Efendisi Ali, bize merhamet et" diyerek bitirmek
Namazin sayisi yine bestir ve bes masuma tahsis edilmistir Namazda Mekke'ye dönmek sart degildir Ögleye kadar günesin dogus yönüne, ögleden sonra ise batiya dogru yönelinir
3 Oruç: Oruç, Resulullah'in babasi Abdullah b Abdulmuttalib'in sessizligini temsil eder Buna göre Ramazan Abdullah, Kur'an Hz Muhammed'dir Ramazan günleri ise, Nusayrilerin kutsal kisilerini temsil eder
4 Zekat: Zekatin manasi dini ögrenmek ve aktarmaktir Her aile malî sartlarina göre, seyhe para vermek zorundadir Bu zekat yerine geçer
5 Ziyaretler: Ziyaret yerleri çok önemlidir Buralar beyaza boyanir ve ayni zamanda ibadet yerleridir Ziyaret yerleri ya su kenarlarinda ya da agaçlik yerlerdedir Bu anlayislari eski Fenikelilerden kalan bir inançtir
Nusayrilerde, seyhler tabir edilen din islerini organize eden dört ayri sinif vardir ki, bunlar onlara göre büyük önem arzetmektedir
Bunlari da sirasiyla söyle siralayabiliriz;
A- Büyük Seyh: Ali'nin yeryüzündeki gölgesi durumunda olup, genis ve büyük bir otoritesi vardir Insanüstü gücü bulunduguna inanilir, bu yüzden büyük itibar görür Vazifesi, seyh ve imam adaylarini seçmektir Her bölgede ancak bir büyük seyh bulunur
B- Seyh: Cemaatin manevi önderleri durumunda bulunan seyhlerin sayilari çoktur ve atalarinin melekler olduguna inanilir Melekler onlara hulul etmistir Ahiret aleminde sefaat hakkina sahiptirler Merasim ve ziyaretleri idare edip, hastalara dua ederler, onlardan izinsiz doktora bile gidilmez En güzel ve zengin kizlarla evlenirler ve evleri herkese açiktir Seyh olabilmek için seyh ailesinden gelmek sart oldugu gibi genis bir kültüre de sahip olmak zorunludur
C- Nüvvab: Bir nevi seyh yardimcisi durumundadirlar Seyh olabilmeleri büyük seyhin kararina baglidir Bunun için genis bir tecrübeden geçmesi gereklidir, seyh olabilecegi kanaati olusugunda bir baska bölgeye seyh olarak atanir
D- Imam: Daha alt tabakadan görevlilerdir
Nusayrilige giris bir kaç merhaleden olusmaktadir Kadinlar bu mezhebe giremezler Erkekler ise mezhebe girmekle yükümlüdürler Giris için, esas sart ana-babanin Nusayri olmasidir Erkek, sagligi yerinde, 8-10 yasindan büyük ve ölümle karsi karsiya kalsa bile sir saklayabilecek kabiliyet ve olgunlukta olmak da Nusayrilige giris için gerekli sartlardandir
Nusayrilige giris genel olarak üç merhaleden olusmaktadir
Sirasiyla bu merhaleleri görmeye çalisalim;
Birinci merhale: Mezhebe girecek yasa gelen çocugu babasi, güvendigi bir nusayriye götürür ve ona tavassut etmesini ister O sahis onun manevi babasi haline gelerek onu iyice tanir Çocugun durumu hakkinda sahitler ve seyhin huzurunda teminat alinir, çocuk eger sir verirse öldürülür Daha sonra o kisi çocugun egitimini saglar Müslümanlarin gözünde iyi bir müslüman intibasi birakmak için namaz kilip, oruç tutmasina özen göstermesi istenir Zira bu safhada o çocuk bir nevi ilk imtihandan geçmektedir
Bu ön hazirlik safhasindan sonra çocuk, "Mesveret Cemiyeti" adi verilen bir toplantiya alinir ki, bu toplanti seyhin veya ileri gelen bir nusayrinin evinde yapilir Çocuk içeri alinir ve nefsini alçaltma, itaatkâr olmanin bir nisanesi olarak, seyhin ve orada bulunanlarin ayakkabilarini basina koyar Uluhiyyet sembolü olan bir kadeh sarabi içtikten sonra, o, "Abdu'n-Nur" (Nurun kulu) adini alir Bu arada a(ayin), m(mim), s(sin) harfleri, manalari anlatilmadan bir mühür seklinde tekrar ettirilir, tekrar el ve ayaklar öpülür Sonunda da bu merasimin ay, gün ve senesi kaydedilir
Ikinci merhale: Ilk merhaleden kirk gün sonra yapilan bu toplantinin adi "Melik Cemiyeti"dir Çok zengin ve görkemli bir toplantidir Nakib, çocuga tekrar bir kadeh içki sunar ve a(ayin), m(mim), s(sin) harflerinin sirrini ögreterek bunlari her gün 500 defa tekrar etmesini emreder Bu arada "Kitâbül-Mecmu" dan da bazi bölümler kendisine ögretilir
Üçüncü merhale: Bu ikinciden daha görkemlidir Nusayrilige giren çocuk eger ileri gelen bir aileden veya seyh ailesinden birisi ise ikinciden yedi ay, eger halkdan birisi ise dokuz ay sonra icra edilir Genis bir salonda yapilan bu merasim bir hayli kurallara baglidir Salonda ortada büyük seyhi temsilen bir imam oturur, saginda nakib, solunda ise necîb vardir Bu sekil ayni zamanda a(ayin), m(mim), s(sin) harflerini yani Ali, Muhammed ve Selman üçlüsünü temsil etmektedir Nakibin saginda da havarileri temsilen on iki kisi bulunur Necibin solunda ise yirmi dört kisi yer almaktadir Bu kisiler Kitabul-Mecmu'un bes defa tekrar edildigine sahitlik ederler Merasimin basinda imam tekrar, sir saklayacagina dair söz ister, havariler de onun sözüne sahitlik ederler Bu sirada on iki havari önlerindeki on iki bardaktan birer yudum içki alirlar, aday da alir ve böylece uluhiyyete erilmis olur
Nusayrilere göre kutsal kabul edilen bayram ve merasimler sunlardir:
1 Fitr (Ramazan) 2 Adhâ (Kurban) 3 Gadîr (18 Zilhicce; Hz Peygamberin Hz Ali'yi imam tayin ettigine inanilan gün) 4 Mubahale (21 Zilhicce, Necranli Hristiyanlarla Hz Muhammed arasindaki lânetlesme olayi) 5 Firas (29 Zilhicce; Hz Peygamberin Medine'ye hicret ettigi gece Hz Ali'nin O'nun yatagina yatmasi) 6 Asüre (10 Muharrem; Nusayrilere göre Hz Hüseyin, Kerbela'da ölmemis, Hz Isa gibi göge çekilmistir) 7 9 Rebiulevvel (Hz Ömer'in sehid edildigi gün) 8 15 Saban (Selman'in ölümü) 9 Nevruz ve Mihrican bayramlari 10 24/25 Aralik gecesi Hz Isa'nin dogumu ve "son yemek" ayini
Onlar bayramlarda özellikle uluhiyyetin saglanmasi için sarap içer ve buhur yakarlar Onlara göre bu hareket bir uluhiyyet göstergesidir Zira sarap kutsaldir
Nusayriler, burada görüldügü üzere, kendilerince kutsal kabul ettikleri bir takim bayram ve merasimlere çok baglidirlar ve bunlari dikkatlice icra ederler Zira bir çok batil firkada görüldügü gibi, onlar kendi otorite ve agirliklarini ancak bu sekildeki resmi ve görkemli merasimlerle ve mensuplari huzurundaki söz vermelerle saglamaktadirlar Yani bunun ancak ve ancak kollektif suurla saglanabilecegi kanaatindedirler Kollektif suur, bir bakima oldukça önemli ve zaman zaman da kullanilmasi lüzumludur Ancak, bunun bir taassup ve hedef seklinde kullanilmasi yanlis kanaat ve izlenimlere götürmektedir Islâmda da bir takim merasim ve kollektif suura götüren vesileler vardir, fakat bunlarin hiç birisinde esas itibariyle bir asirilik gözlenmedigi gibi daima itidal tavsiye ve tasvib edilmistir Ayrica akil ve mantik ölçüleri hiç bir sekil ve surette ihmal edilmemistir Önemli olan da budur ve bu tür merasimlere taassup ve ifrat-tefritin karismamasidir Ve bu tür merasimlerin hiç bir sekilde hedef ve amaç olarak görülmemesidir
Nusayrilerin buraya kadar anlatilan inanis, davranis, hal ve hareketleri dikkatlice izlenip gözönüne alindiginda, bu mezhebin söz konusu bölgelerde zaman süreci içinde hüküm süren eski dinler ve inanislardan, özellikle totemcilikten, Sabiîlik'ten, Mecusîlikten, Musevilik ve Hristiyanliktan ve ilkel inanislardan oldukça büyük oranda etkilendigini görmek ve müsahede etmek mümkündür Bu inanis biçimi ve tezahürleri ayni zamanda bâtinilik perdesi ile de örtülerek bir gizlilik içinde, takdim edilmistir Zira, sözü edilen tutarsiz görüs ve inanç biçimleri ancak bu sekilde idame ettirilebilmistir Dikkat edilirse mezhebe ilk girenden, ilk alinan söz, sir saklama hususudur
Su ana kadar inançlarini özetlemeye çalistigimiz Nusayriler, aslinda inançlarini son derece gizli tutarlar Öyle ki, büyük bir çogunlugu inançlarin tamami ve sirlari hakkinda bilgi sahibi olamazlar Bu, ancak seçkin bir zümreye aittir Ögretiler uzun bir üyelige kabul süreci içinde ögretilir Bu, ancak uygun görülen 19 yasina basmis erkekler için baslar Sirlarini, baskalarina açma korkusuyla kadinlara ögretmedikleri gibi, kadinlar ayinlere de katilamazlar Üyelige kabul töreni masonlarin üyelige kabul törenlerine sasirtici bir biçimde benzemektedir
Nusayrilere Fransiz isgalcileri Eylül 1920'de Alevî ismini verdiler Böylece Hz Ali (ra)'nin ismini kullanarak Islami yikmak daha kolay olacakti Dolayisiyla o günden bu güne Alevî ismiyle çagrilmayi tercih ettiler Iran'daki Bahâiler ve Pakistan'daki Kadiyâniler gibi Nusayriler de emperyalistlerin çikarlari dogrultusunda kendilerine düsen rolü layikiyle oynamislar ve bu gün Suriye'de bu rollerini oynamaya devam etmektedirler
Bu gün Suriye bu insanlar tarafindan idare edilmekte olup, tarih boyunca Müslümanlari devamli katletmislerdir Sadece 1982 yilinda Hama sehrinde gerçeklestirdikleri katliamda otuz bin sivil insan sehit olmustur
Sonuç olarak; gerçekte bir mezhep gibi görünmesine ragmen Nusayrilik, ne Hristiyanlikla, ne Yahudilikle, ne de Islam ile ilgisi olmayan; gerek inanç, gerekse ibadet yöntemleriyle ayri bir din olarak ortaya çikmaktadir Bunlarin kâfir, müsrik, mülhid olduklarinda bütün Ehl-i sünnet ve Sia ulemasi ittifak etmistir Hatta Ibn Teymiyye, bunlarin kestiklerinin yenilemeyecegini, kadinlarinin nikâh edilemeyecegini söyledikten sonra; mürted olduklarindan Cizye ödemekle hayat hakkina sahip olamayacaklarini bildirmektedir
Nusayrilik bu tepkiyi görmesine ragmen bir ara Lübnan'daki Imamiye mezhebi mensuplari tarafindan Siî bir mezhep olarak kabul edildi Nusayrîler Suriye halkinin dörtte biri olmalarina ragmen 1971'den beri ülke yönetimine hakim olmuslardir Böylelikle yirmi yildir bütün ülke diktatör hafiz Esad tarafindan baski altinda tutulmaktadir
Abdürrahim GÜZEL

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.