|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #16 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiKADERIYYE Kader inancini reddeden düsünce ve inanç akimi  Ilk bakista mantik disi görünen bu adlandirma, akim üyelerinin Allah'in belirledigi kader yerine insanin belirledigi bir kadere inanmalari ve fiilleri Allah'a degil insana isnad etmelerinden dolayi yapilmistir  Tam bir düsünce ve inanç okulu durumuna gelmesini saglayacak bir sistematige sahip olmayan Kaderiyye akiminin görüsleri çesitli kisilerce temsil edildi ve giderek Mutezile okulunun temel tezleri arasina girerek varligini sürdürdü  Islâm mezhepler tarihçilerine göre Kaderiyye akimina Emevi halîfelerinden Abdülmelik Ibn  Mervan döneminde Haccâc tarafindan öldürülen Ma'bed ibn Halid el-Cüheni (ö  80/699) öncülük etti  Tabiûn bilginlerinden olan ve Hasan Basrî'nin derslerini izleyen el-Cüheni'nin Kader konusundaki düsüncelerinin yayginlik kazanmasinda ünlü Mutezile bilginlerinden Amr b  Ubeyd'in önemli etkisi oldu  Kaderî düsüncelere yön veren etken, ilmî olmaktan çok siyasî niteliklidir  Emevîlerin yönetimlerini mesrulastirmak amaciyla Cebr düsüncesinden yararlanmaya, çalismalarina karsilik, bu yönetime muhalif kisiler onlarin anladiklari anlamda bir kadere, dolayisiyla onlarin yönetimine karsi çikiyorlardi  Nitekim el-Cüheni'nin öldürülmesine kader konusundaki düsünceleri degil, Abdurrahman b  Es'as'in Emevîlere karsi baslattigi isyana katilmasi neden olmustu  Mevcut yönetime karsi muhalefet, eylemlerini Allah'in takdiri ile açiklayan Emevilerin uygulamalarindan dolayi sorumlu olduklarim savunan tüm ilk kaderilerin ortak özelligidir  Kaderiyye inançlari el-Cühenî'den sonra, Hisam b  Abdülmelik (H  105-123) tarafindan önce dili, sonra bas kestirilerek öldürülen Gaylan b  Müslim el-Kiptî ed-Dimaskî tarafindan daha sistemli bir biçimde savunuldu  Bu nedenle Gaylan, Kaderiyye'nin gerçek kurucusu sayilir  Gaylan'in öldürülmesinden sonra Kaderiyye bagimsiz bir akim olarak varligini sürdüremedi, ancak kadere iliskin düsünceleri kismen degistirilerek Mutezile tarafindan savunuldu  Bu nedenle Kaderiyye kimi zaman Mutezile içinde bir kol gibi görülmüs; kimi zaman da Mutezile, Kaderiyye olarak adlandirilmistir  Kaderiyye bagimsiz bir okul durumuna gelemedigi için bir düsünce sisteminden söz edilemez  Ancak bu akim içinde yer alan kisilerin kader ve buna bagli olarak insanin özgürlük ve iradesi, Allah'in iradesinin insanin fiilleri üzerindeki etkisi gibi konularda birlestikleri söylenebilir  Buna göre insan özgür ve irade sahibi bir varliktir  Bu nedenle eylemlerinden sorumludur  Ne Allah'in irade etmesi ve yaratmasi anlaminda, ne de bilmesi ve takdir etmesi anlaminda bir kader vardir  Insan eylemini bilgisiyle kendisi seçer, sonra iradesi ile seçtigi eyleme yönelir ve yapabilme gücüyle yaratir  Allah bu eylemi önceden belirlemez  , iradesinin bu eylemle bir ilgisi, gücünün de ortaya çikisinda bir etkisi yoktur  Allah insanin eylemlerini ancak ortaya çiktiktan sonra bilebilir  Kader konusu çevresindeki bu ortak inançlarin disinda Kaderiyyeye baglanan kimi farkli gorüsler de bulunmaktadir  Ne ki bunlar bir akim olarak Kaderiyyeye degil, kaderi inançlari benimseyen farkli kisilere ait görüsler durumundadir  Mezhepler tarihine iliskin eserlerde Kaderiyye'den ayrilan kollara ait görüsler gibi sunulan bu düsünceler de söyle  özetlenebilir: Kaderiyye'den bazilarina göre iyi isler (hasenât) ve iyilik (hayr) Allah'tandir, ancak kötü isler (seyyiât) ve günahlar (masiyet) Allah'a isnad edilemez  Mufavvida adiyla anilan bazi kaderilere göre, insan Allah'in hiçbir yardimi ve yönlendirmesi (hidâyet) olmaksizin iyi olan herseyi yapabilme gücüne sahiptir  Allah insana yapabilme gücünü (istitaat) tam ve mükemmel olarak vermistir  Bu güçle insan inanmak-inkâr etmek, yemek-içmek, oturmak-kalkmak, uyumak-uyanmak gibi istedigi her isi yapabilir  Bazi kaderiler Allah'in zina çocugunu yaratmasini veya onu takdir etmesini veya dilemesini veya onu önceden bilmesini inkâr ederler  Bunlar bütün hayatini hirsizlik eden ve haram kilinmis seyleri yiyen bir insanin bunu Allah'in rizki olarak elde ettigini kabul etmez ve Allah'in helâl olanin disinda rizik vermeyecegini savunurlar  Kimi kaderîler de Allah'in insanlarin ecellerini ve rizklarini belirledigini kabul ederler  Bunlara göre, bir insani öldüren kisi, o insani ecelinin gelmedigi bir vakitte öldürmekle, eceline kavusmasina engel olmustur  Bu durumda ölen insanin rizki, elde edilmemis bir durumda kalmistir  Basta bazi tabiûn bilgini olmak üzere çesitli Islâm ilimlerinde isim yapmis birçok ünlü bilgin Kaderiyye akimi içinde sayilmistir  Bir bölümünün sonradan kaderî düsüncelerden vazgeçtigi söylenilen bu ünlü isimlerden bazilari söyle siralanabilir: Benzeyen harfleri birbirinden ayirmak üzere tek ve çift nokta usulünü bulan dil bilgini Nasr b  Asim, Kur'an üzerindeki çalismalari ile taninan Medineli bilgin Ata b  Yesâr, Kur'an'in hiziblere bölünmesi üzerinde çalismis Halid b  Midan, basta tarih olmak üzere birçok alanda eserler yazan Vehb b  Münebbih, ilimde Hasan Basri ile karsilastirilan Mekhûl, tefsir alaninda otorite sayilari Katâde, tefsirde Mücâhid'in ravisi olan Ibn Ebi Necih, ünlü tarihçi ibn ishâk, Amr bin Fa'id, Fazl er-Rakasi, Abbad bin Mansur   | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #17 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiCEBRIYYE Hicrî birinci asirda ortaya çikmis sapik bir firka  Kader ve irade konusunda Kaderiyye firkasinin tam aksine görüsler ileri sürmüstür  Islâm âleminde kader konusunu tartisma gündemine         getiren ilk sahsin Ma'bed b  Hâlid el-Cühenî (öl  85/704) oldugu nakledilir  Onu         Geylân ed-Dimaskî takip etmis ve kaderle ilgili görüslerini daha da gelistirmistir  Ma'bed, Allah tarafindan önceden tayin edilmis bir kaderin bulunmadigini, insanin fiil ve         tavirlarinda tamamen serbest oldugunu savunmustur  Muhtemelen o, Emevîlerin zulüm ve haksizliklarina karsi kaderci bir tevekküle saplanmis kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadigini söylemekle ise baslamis ve nihayet kaderi inkâr etmeye kadar varmistir  Nitekim Emevî iktidarina muhalefeti sebebiyle Haccac tarafindan öldürülmüstür  Ne         var ki ifrat tefriti dognrur  Onun kaderi nefyetmesine karsi, bir reaksiyon olarak Cehm b  Safvan (öl  128/745) da cebr akidesini, yani insanin yaptigi islerde bir ihtiyarinin         olmadigi; yaptigi isleri zorunlu olarak yaptigi görüsünü ileri sürmüstür  Cehm'in         ileri sürdügü bu akîdeye göre insan mecburdur; ihtiyari ve kudreti yoktur  Yaptigindan baskasini yapmaya asla gücü olmaz  Kul, rüzgârin önünde sürüklenen         yaprak gibidir  Yapragin yönünü kendisi degil, rüzgâr belirler  Onun için insanin         yaptigi isleri Allah takdir etmistir  Allah gelecegi bildiginden, meydana gelecek olaylari         da tamamen ve önceden kendi iradesine göre tespit etmistir  Allah, cansiz bitkinin         hareketlerini yarattigi gibi, insanin fiillerini de yaratir  Yukariya firlatilan bir tas         nasil düsmege mahkûmsa, insan da yaptigini yapmaga mahkûmdur  Kul ibadeti de günahi         da, elinde olmaksizin isler  Bu görüste olan Cebriyye'ye cebriye-i hâlisa denir ve         zümrenin mümessili Cehm b  Safvân oldugundan Cehmiyye' diye de isimlendirilir  Cebriye-i mutavassita diye adlandirilan ikinci zümreye gelince, bunlar, kulda bir         kudretin oldugunu kabul etmekle birlikte, bu kudretin insanin fiilleri üzerinde bir         etkisinin bulunmadigini kabul ederler  (Sehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I,         85)  Cebriyye'nin görüsleri söyle özetlenebilir: 1) Insan bir sey yapmaya kadir degildir; Allah tarafindan yazilmis ve yaratilmis fiilleri yapmaya mecburdur  Insanin iradesi de hürriyeti de yoktur  2) Allah, yaratiklarin         vasiflandigi sifatlarla vasiflanmaz  (Bu sebeple Allah'in sifatlarini reddederler  ) 3)         Allah'in ilmi ve kelâmi hâdistir  4) Sevap ve cezanin vukûu zorunludur  5) Cennet ve         Cehennemin'in sonu vardir  6) Iman, Allah'i bilmektir  7) Allah görülmez  Ehl-i Sünnet ise, kullarin ihtiyarî ve gayr-i ihtiyârî bütün fiillerinin, Allali tarafindan yaratildigini kabul etmekle birlikte; Allah'in insana verdigi irade-i cüz'iyyeyi herhangi bir yöne yönlendirebilecegini söyleyerek Kaderiyye ile Cebriyye arasinda orta bir yol izlemistir  Eger gerçekten         insan, yaptigi seylerde bir irade ve kudrete sahip bulunmasaydi, yaptigi seylerden dolayi         Allah'in kendisini cezalandirmasi bir zulüm olurdu  Kur'an'in müteaddid yerlerinde "Yaptiginiza karsilik olarak   " buyurulmakta fiil insana nisbet edilmektedir  Insanin ne         yapacaginin önceden Allali tarafindan bilinmesi ve onu kaderine yazmasi, insanin mecbur         oldugu anlamina gelmez  Aksine, insan kendi ihtiyari ite o isi yapmaktadir  Fakat Allah,         onun ihtiyar ve iradesini hangi tarafa yönlendirecegini ve ne yapacagini önceden bildigi         için, o isi yapacagini kaderine yazmistir  Dikkatimizi çeken bir husus, kaderi nefyeden Ma'bed gibi, cebri ileri süren Cehm'in de Emevî muhalifi bir siyaset izledigidir  Hatta         kendisi de Ma'bed gibi Emevîler tarafindan öldürülmüstür  Emevîler'in, idarelerini         zulüm ve baskiya dayadiklari bilinen bir gerçektir  Toplumun bir çok kesimi         Emevîler'den memnun degildi  Baskici idareler, kaderi reddetmeye de, kadere teslim olmaya da zemin hazirlarlar  Onlara karsi olanlar, toplumun içinde bulundugu         durumun Allah'in bir takdiri olmadigini; bundan kurtulmanin, toplumun elinde oldugunu         söyleyerek toplumu idarecilere karsi kiskirtmaga çalisirlar  Bazen bu düsünceyi o         kadar ileri götürürler ki, kural tanimaz bir tavir içerisine girerler  Bu mücadelede         yorgun düsen ya da karsi gelme cesaretini kendilerin de bulamayanlar ise, bunun önceden         tayin edilmis bir kader oldugunu söyleyerek kaderci bir teslimiyet zihniyetine         kapilirlar  Bu psikolojik durum, zamanla onlari her hususta Cebriyeci bir görüse         sürükler  Cebriyeci düsünce, insanin sorumlulugunun dayanagi; yaptiklari karsisinda mükâfat ya da ceza görmesinin nedeni konusuna cevap vermekte güçlük çeker  Bu nedenle bir firka olarak uzun müddet devam etmeyip tarihe         karismistir  En azindan bilgin ve düsünürler arasinda yok olup gitmistir  M  Sait SIMSEK | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #18 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiMÜRCIE Bu firka, büyük günah isleyenin mü’min         sayilip sayilamayacagi hususunda tartismalarin çogaldigi bir dönemde ortaya çikmistir  Bunlara göre kafirlikle birlikte yapilan itaatin hiç bir faydasi olmadigi gibi günah         islemenin de imana her hangi bir zarari olmayacagini ileri sürerler  Büyük günah         isleyen kisinin durumunun kiyamet gününde Allah’a birakildigini beyan etmisler ehli         sünnet vel cemaat alimlerinin bir çogu ile pek çok noktada birlesmislerdir  Hatta         görüslerinin aynen ehli sünnetin görüsleri oldugu ortaya çikar   Bunlar Hz  Osman zamaninda ortaya çikmis         fitneden uzak durmuslardir  Hz  Ali ile Hz  Muaviye arasindaki meydana gelen savaslar         hakkinda hiç bir görüs ileri sürmemislerdir  Sa’d bin ebi vakkas Abdullah b  Ömer, Imran b  Husayn bu cemaattendirler  Çarpisanlarin durumunu Allah’a havale         etmislerdir   Bir kisim alimler Mürcie mezhebini iki kisima ayirmistir   a) Sünnete tabi olanlar b) Bidatlara uyanlar: Ki bunlar mürcie ismi bunlara mahsustur   | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #19 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiKADIYANILIKMirza         Gulam Ahmet Kadiyânî (d  1835 ya da 1839- ö  1908) tarafindan Hindistan         Pencap-Kadiyan'da XIX  yüzyilin sonlarina dogru kurulan dini hareket  Kiyamet'e dair         haberler üzerine kurulan Kadiyânilik, Mirzaiye ve Kadiyaniye adlariyla da anilmakla         birlikte hem kurucu ve baglilari, hem de resmi belgeleri esas alan arastirmacilarca         Ahmediye adiyla anilir  Kendilerinin ayri bir din ya da mezhep üyesi gibi görülmesini         istemeyen Kadiyânîler, hareketlerini ahmediye Hareketi olarak adlandirirlar  Bununla         birlikte hareket Islam dünyasinda daha çok Kadiyanilik olarak taninmistir  Gulam Ahmet, ögrenimini Kadiyan'da tamamladiktan sonra bir süre Sialkot'ta, bölge mahkemesinde memur olarak çalisti (1864-1968)  Hristiyan papazlar,         Hindular ve Müslümanlarla siki bir iliski içinde geçen dört yillik memuriyet hayati,         Gulam Ahmet'in düsüncelerinin olusumu açisindan büyük önem tasir  Mirza Gulam Ahmet,         adini ilk kez Hindu ve Hristiyanlarin Müslümanlara saldirilarini yogunlastirdigi bir         dönemde Kadiyan'da, yerel gazetelerde Islam'i savunan yazilariyla duyurdu (1877-1878)  Basarisiz bir ayaklanma (Sipahi Ayaklanmasi, 1857) nedeniyle Ingilizler tarafindan feci         sekilde ezilen ve Ingilizlerden Müslümanlarin öcünü alacak bir "Vadolunmus         Mesih" (el-Mesihu'l-Mev'ud) ve "Beklenen Mehdi" (el-Mehdiyu'l-Muntazar)         düsüncesine kaptiran müslüman kitle, Mirza Gulam'a büyük ilgi gösterdi  Bu ilgiyi         iyi degerlendiren Mirza Gulam, ilk cildini 1880 yilinda yayinladigi Berâhin-i Ahmediye         adli eserinin ilk iki cildinde bir yandan Islam'i savunurken, bir yandan da kendisinin         ilham, kerâmet ve kehanetlerinden söz ediyor ve bir "müceddid" oldugunu ima         ediyordu  Eserinin üçüncü ve dördüncü ciltlerinde ise vahyin kesilmedigini, Hz  Peygamber'e tam olarak uyan birisinin onun dis ve iç (zahir ve batin) bütün         bilgileriyle donanacagini öne sürüyor, sezgiye dayanan bilgilerinin Hz  Peygamber'in         bilgisini andirdigini söylüyor, bu yolla pek çok vahiy aldigini iddia ediyordu  Bu         iddialarinin ve düsüncelerinin tepki çekmemesinden cesaret alarak kendisinin H  XIV  yüzyilin müceddidi olarak Islâm'i yenilemek üzere gönderildigini ilan etti (1885)  Mirza Gulam Ahmet, kendisini müceddid ilan ettikten bir süre sonra taraftarlarindan         bey'at alarak müslümanlardan ayri bir cemaat olusturdu (1888)  On madde halinde         açiklanan bey'at sartlarina göre Mirza Gulam'a bey'at eden kimse sirkten ve her türlü         büyük günahtan sakinacak, namazlarini, hatta gece namazini (teheccüd) aksatmadan         kilacak, bütün insanlara iyi davranacak, her durumda Allah'a bagli kalarak kendini O'na         adayacak, Kur'ân'in gösterdigi yolda yürüyecek, Islâm'a bagliliga her seyden çok         deger verecek, dinini dünyanin üstünde tutacak ve kendisini her konuda Mirza Gulam'a         baglayarak ölünceye kadar ona itaat edecekti  Bir süre sonra Mirza Gulam Ahmet,         Kadiyânîlik'in temel düsüncelerinden birisini olusturacak olan kendisine iliskin         iddialarini genisletti ve buna bagli düsüncelerini gelistirdi (1891)  Buna göre Hz  Isa         çarmiha gerilince ölmemis, öldügü sanilarak birakildigi magara biçimindeki mezarinda         kendisine gelerek yaralarini "merhem-i Isa" denilen bir ilaçla iyilestirmis ve         Incil'i ögretmek için Kesmir'e gelmistir  Burada yüzyirmi yasinda vefat eden Hz  Isa,         Srinagar'da gömülmüstür  Bu nedenle, Kiyamet öncesinde gelmesi beklenen Mesih, Hz  Isa degil, Hz  Muhammed'in ümmetinden yaratilis bakimindan ona çok benzeyen birisi         olacaktir  Müslümanlarin bekledigi Mehdî de ayri bir kisi olmayacak, Mesih'le ayni kisi         olacaktir  Bu kisi de Mirza Gulam Ahmet'ten baskasi degildir  Mesih ve Mehdi olan Mirza         Gulam, hem Hz  Isa'nin, hem de Hz  Muhammed'in ruhsal gücünü tasimaktadir  Bu nedenle         barisçidir, cihadini kiliçla degil propaganda ile yapacak ve böylece Islâm'i         yayacaktir  Bu asamadan sonra Mirza Gulam, iddiasina yeni bir boyut daha katarak         kendisinin nebî ve resûl oldugunu iddia etti (1902)  Ne var ki bu nebîlik ve resûllük         mecâzî anlamda anlasilmalidir  Çünkü kendisi yeni bir din ve seriat getirmemektedir  Bir kaç yil sonra da Mirza Gulam mesihlik, mehdilik, nebîlik ve resûllük niteliklerine         Krisnalik niteligini de ekleyerek kendisinin ayni zamanda Hindularin bekledigi Krisna         oldugunu açikladi (1904)  Bu tutumu ile Hindistan'da bulunan tüm dinleri birlestirme         düsüncesine sahip oldugu söylenebilirse de bunda basarisiz oldugu görülecektir  Halkin egilim ve beklentilerini iyi degerlendirerek düsüncelerini bu dogrultuda         gelistiren ve bu nedenle birtakim insanlarin kendisine baglanmasini saglayan Mirza Gulam         Ahmet'in ani ölümünden sonra hareketin basina Hakim Nureddin getirildi  Bu sirada         hareket içinde görüs ayriliklari belirmekle birlikte Hakim, bir parçalanmaya imkân         tanimadi  Ortaya çikan iki görüsten birine göre, Mirza Gulam'in nebîligini tanimayan         müslümanlar kâfir sayilmalidir; diger görüs ise müslümanlarin tekfirine siddetle         karsi çikiyordu  Görüs ayriliklarinin giderek derinlesmesi ve Hakim Nureddin'in de         ölümü üzerine Kadiyânîler Lahor ve Kadiyân kolu halinde ikiye ayrildilar  Kadiyân         kolu kendisine "Mesih'in Ikinci Halîfesi" ünvaniyla Mirza Gulam Ahmet'in oglu         Mirza Besirüddin Mahmud Ahmet'i (d  1889-ö  1965) baskan seçti  Mahmud Ahmet, babasinin         kâmil bir nebî oldugunu, ancak onun nebîliginin Hz  Peygamber'in Hatemü'l-enbiya         olusunu zedelemeyecegini öne sürdü  Merkezi 1947 yilinda Kadiyân'dan Rabva'ya tasinan         bu kolun basinda simdi Mirza Nasir Ahmet (d  1909) bulunmaktadir  Kadiyânîlik'in Lahor         kolu ise Hakim Nureddin'in ölümünden kisa bir süre sonra Lahor'a yerleserek Mevlana         Muhammed Ali'nin önderliginde Ahmediye Encümen-i Isa'at-i Islâm adli bir örgüt         kurarak çalismalarini sürdürdü  Lahor kolu Mirza Gulam Ahmet'in nebîlik iddialarini         reddetti; mesihlik ve mehdilik iddiasi üzerinde de hemen hiç durmadi  Bu kol, özellikle         kültürel çalismalariyla Afrika ve Avrupa'da Islâm'in yayilmasina önemli katkilari         oldu  Lahor kolunun basinda halen Mevlana Sadreddin bulunmaktadir (d  1881)  Kadiyânîlik'in temel görüsleri, Mirza Gulam Ahmet'in mesihlik, mehdilik, nebilik gibi iddialari çevresinde toplanir  Bu iddialar, kendi baglilarinin         bile ancak bir bölümünce kabul görebilmistir  Iman esaslarina iliskin görüsleri         Es'ari ve Maturidi kelâmcilarinin görüslerinden bir ayrilik tasimaz  Onlara göre iman,         Kur'ân'da kullanildigi gibi Allah'in birligini dil ile ikrar ya da kalb ile tasdik etmek,         Hz  Muhammed'in getirdigi hakikatlere saglam bir sekilde inanmak veya hayirli amellerde         bulunmak, kabul edilen esaslari hayata tatbik etmek yahut bu üçünün birligine isaret         eden inançtir  Amentüde ifade edilen iman esaslari aynen kabul edilir  Islâm'in         sartlari konusunda da tamamen Hanefi mezhebine uyarlar  Lahor kolu, fikih alaninda farkli         olarak ictihad kapisinin sürekli açik oldugu görüsünü benimsemistir  Sünnî         mezheplerle en önemli ayrilik konularindan birisini cihad konusundaki düsünceleri         olusturur  Buna göre kiliçla cihad devri geçmistir  Islâm'in yayilmasi için cihad         kalem ve dua ile yapilmalidir  Bu konudaki tutumlari Ingilizlerin önemli ölçüde         islerine yaramis, bagimsizlik mücadelesi veren müslümanlarin ise zararina olmustur  Kadiyânîlik'in Lahor kolu, Mirza Gulam Ahmet'in nebîlik iddialarini siddetle elestirmesi ve Islâm disi görüslere iltifat etmemesi nedeniyle Islâm sinirlari içinde kalan bir hareket olarak degerlendirilmelidir  Bu kolun düsünceleri         için, ilk liderlerinden Mevlana Muhammed Ali'nin, Naciye Hamdi Akseki tarafindan         Türkçe'ye çevrilen ve Ahmet Hamdi Akseki'nin notlariyla zenginlestirilerek Islam Dini         adiyla iki cilt halinde basilan (Istanbul 1942-1946) eserine bakilabilir)  Buna karsilik         Kadiyân kolu, ibadet konusundaki titizliklerine ragmen nübüvvet konusundaki inançlari         nedeniyle Islâm disi bir çizgiye düsmüstür  Nitekim bu nedenle Kadiyânîlik         Pakistan'da parlamentonun aldigi bir kararla (7 Eylül 1974) "Islâm disi         azinlik" ilan edilmistir  Kadiyânîler 1913 yilindan baslayarak Avrupa'da çesitli misyonlar kurdular  Ingiltere, Hollanda, Bati Almanya, Danimarka, ispanya ve Isviçre'de, daha sonra         Güney Amerika ve Birlesik Devletler'de, Asya ve Pasifik adalarinda ve özellikle         Afrika'nin hemen her bölgesinde çalismalarini sürdüren oldukça etkili misyonlari         vardir  Bugün dünyada iki-on milyon arasinda Kadiyâni oldugu sanilmaktadir   | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #20 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler Tarihi                  DÜRZÎ, DÜRZÎLİKFatımî halifelerinden el-Hâkim biemrillah el-Mansur b  el-Aziz billah          (385-411/996-1021)'ın veziri Hamza b  Ali'nin kurduğu İslâm dışı bâtıl          bir mezhep  Dürzî, bu mezhebin görüşlerini benimseyen kişi  Propagandacı          (dâî)* lerinden birisi olan Nuştekîn ed-Dürzî (ö  410/1019)'nin ismine          izafetle anılan Dürzîlik, siyasi-itikadî bir mezheptir  Şiîliğin          İsmailiye* kolundan doğmuştur  Altıncı Fâtımî halîfesi el-Hâkim, ulûhiyet (tanrılık) dâvâsında          bulunarak mektuplara "bismil-Hâkim er-Rahmanir-Rahim" yazdırıyor,          hutbede kendi ismi okunduğunda halkı ayağa kaldırıyordu  (Mahmud Es'ad,          Tarih-i İslâm, 158) Hâkim, etrafa dâîler göndererek kendi sapık          görüşlerinin propagandasını yaptırır ve: "hiç kimsenin kendilerine zarar          veremeyeceğini, mezhebe bağlı olanların artık dalâlete          düşürülmeyeceklerini" söyler  Veziri Hamza b  Ali de bu mezhebin imamı olur  Bu          arada el-Hâkim'in daha önceki dâîlerinden Nuştekin ed-Dürzî (Ânuştekin          ed-Derezî) kendisinin imam tayin edilmesi için faaliyet gösterir  Fakat          aşırı fikirleri halkı isyana sevkeder ve 410 yılında öldürülür  Halkın          reaksiyonu üzerine bir süre ara verilen propaganda faaliyetine Hamza b  Ali yeniden başlar ve etrafa dâîler göndererek birçok taraftar toplar  el-Hâkim'in 411/1021 yılında el-Mukattam dağında kaybolması Hamza b  Ali'nin de inzivaya çekilmesi üzerine Hamza'nın dördüncü vasisi Ali b  Ahmed mezhebin başına geçer  Fakat el-Hâkim'in yerine halîfe olan Ali b  el-Hâkim, Dürzîleri takiple cezalandırır  Bunun üzerine faaliyetlerini          gizli olarak sürdürürler  Daha sonra tekrar açıktan çalışmaya başlayarak          Teym vadisi, Sayda, Beyrut ve Şam'da yayılırlar  Dürzîler Haçlı saferlerinde hristiyanlarla işbirliği yaparak          müslümanlara karşı savaşmışlardır  Günümüzde Lübnan'ın dağlık          bölgelerinde, Suriye, Filistin ve Ürdün'de yaşamaktadırlar  Lübnan          anayasasına göre özel hakları olan Dürzîlerin Ortadoğu'da siyâsî güçleri          olup bugünkü Suriye yönetiminde büyük etkinlikleri vardır  (E  Ruhi          Fığlalı, İtikâdî İslâm Mezhepleri, 169 vd  )                   Dürzîlik, Kur'ân'da "sırat-ı müstakim"* diye adlandırılan "doğru yol"un          dışındaki bâtıl yotlardan birisidir  Bu bakımdan "İslâm mezhepleri"          içinde sayılmaması gerekir  Kur'ân-ı Kerim sırat-ı müstakim'in dışına          çıkılmaması gerektiğine dair gayet açık olarak birçok âyette hüküm          bildirmiştir: "Îşte benim doğru yolu, m bu, ona uyun, (başka) yollara          uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın!" (el-En âm, 6/153)                   Kendilerini gerçek tevhid inancına sahip (Muvahhidun) olarak gören          Dürzîlerin Allah hakkında tecessüm (Allah'ı cisim olarak tasvir etme),          hulûl (ruhun bir canlıdan başka bir canlıya geçmesi) gibi inançları ve          bunların çok karışık yorumları vardır  Onlara göre Allah'ın bir gerçek          ulûhiyeti (lahut) bir de beşerî tezahürü (nâsut) vardır  Allah kendisini          beşer idrakine ancak bir insan şeklinde yani el-Hâkim şeklinde          göstermiştir  Aksi halde insan Allah'ı gerçek ulûhiyetiyle tanımaya güç          yetiremezdi  el-Hâkim'in Allah'ın beşerî tezâhürü olarak imamet mevkiine          oturması ve onun tebliğini üstlenmesi Allah'ın gerçek tevhididir  Dürzî          inancına göre bu gerçek tevhide ulaşan kişinin ibadet mükellefiyeti ve          buna ihtiyacı da yoktur  (Fığlalı, a  g  e  , 174-175)                   Görüldüğü gibi bu mezhep mensupları İslâm'ın saf ve temiz tevhid          akîdesini, nefs ve hevâlarına tâbi olan akıllarıyla bulandırmışlar,          lâyık olmayan sıfatları Allah'a izafe etmişlerdir  Halbuki gerçek tevhid*          inancına göre: Allah birdir, Sameddir (herşey varlığını ve bekasını O'na          borçludur  Herşey O'na muhtaçtır  O, hiçbir şeye muhtaç değildir  Herşeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur)  Kendisi          doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır  Hiçbir şey O'nun          dengi olmamıştır  " (el İhlâs, 112/1-4)                   Dürzîliğin, Hamza b  Ali tarafından ortaya atılan inanç esasları özetle          şöyledir: 1- el-Hâkim bi Emrillah'ı Allah bilmek  Onlara göre Hâkim, Hz  Muhammed'in şerîatını neshetmiştir  2-Emri tanımak: Bu, yaratıkların en          şereflisi olarak kabul edilen Hamza b  Ali'dir  3-Hududu tanımak: Bunlar          Hamza ile birlikte beş vezirdir  4-Yedi esası bilmek: Bunlar iptal          edilen yedi akîde (Kelime-i Şehâdet, namaz, oruç, hac, zekât, cihat ve          velâyet) yerine konan yedi vasiyet (vesâya veya hisâl) dir  Bu yedi          vasiyet: 1-Sözde doğruluk, 2-İman kardeşlerini koruma ve karşılıklı          yardım, 3-Önceki ibadetler ve bâtıl inançların tamamını terk, 4-İblîs'i          ve bütün şer güçleri tanımama, 5- Allah olarak Hâkim'in birliğine iman,          6-Ne olursa olsun fiillerine sahip olma, 7-Açık veya gizli onun (Hâkim)          ilâhî iradesine teslimiyet ve kabut  Dürzîlere göre âhiret ve âhiretle ilgili Cennet, Cehennem, Arş, Kürsî,          hesap, ceza, mükâfat gibi şeyler hep bu dünyadadır  Dînî bakımdan Dürzîler, Akıllılar ve Cahiller olarak ikiye ayrılır  Özel          kıyafetleri olan akıllıların mezhep esaslarına bağlı olmaları,          şehvetlerden kaçınmaları, sigara ve içki içmemeleri, hırsızlık, zina vb  kötülükleri yapmamaları gerekir  Bunların önderlerine Şeyhu'l-Akl denir  Cahillerin dünyevî lezzetleri tatmalarında, refah içinde yaşamalarında          bir sakınca yoktur  Misafirperverlik, israftan sakınmak, ahlâkî değerlere önem vermek gibi          özellikleri bulunan Dürzîler, "İslâm esaslarını hiçe saydıkları ve iman          esaslarını da keyfi olarak tahrif ve tağyir ettikleri için" müslüman          sayılmazlar  Halit ÜNAL | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #21 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiVEHHABILIK es-Seyhu'n-Necdî lakabiyla bilinen Muhammed bin Abdülvehhab'in (d  1703 Uyeyne - ö  1787 Deriye, Riyad) düsünceleri çevresinde olusan         dinî, siyasî hareket  Harekete Vehhabilik adi karsitlarinca yakistirildi  Hareket         içinde yer alanlar, kendilerine Muvahhidun (tevhidciler) derler ve Hanbelî mezhebini Ibn         Teymiye yorumuna uygun biçimde sürdürdüklerini söylerler  Vehhabilik bir inanç         hareketi olarak baslamakla birlikte, kisa zamanda siyasî bir nitelik kazandi  Arap         yarimadasinda etkinlik kurarak devlet durumuna geldi  Günümüzde, Suudi Arabistan'in         resmî mezhebi durumundadir  Muhammed Ibn Abdülvehhab'in düsünceleri, Deriye Emiri olan Muhammed bin Suud ile tanismasiyla (1744) siyasi bir hareket niteligi kazandi  Ibn Abdülvehhab, Deriye'de düsüncelerini Emir Muhammed'in gücü ile yayarken, Emir         Muhammed bu düsüncelerle Arabistan'a hakim olma imkânini kazaniyordu  Çünkü Ibn         Abdülvehhab, insanlarin sirk içinde bulundugunu, bunlarin mal ve canlarinin kendisine         inanan kisilere helal oldugunu söylüyor, Emir Muhammed bu fetvanin getirdigi ganimet         olgusuyla yandaslarini çogaltiyor, gücünü artiriyordu  Ibn Abdülvehhab'in         ölümünden sonra hareketin siyasî niteligi daha da agirlik kazandi  Muhammed bin Suud         döneminde baslayan toprak kazanma faaliyetleri, ölümünden (1766) sonra oglu Abdülaziz         zamaninda da sürdürüldû  19  yüzyilin baslarina gelindiginde (1811) Vehhabilik adina         hareket eden Suud Emirligi Haleb'ten Hind Okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sinirindan         Kizil Deniz'e kadar yayilmis bulunuyordu  Vehhabilik hareketinin Osmanlilar için önemli bir sorun durumuna gelmesi üzerine II  Mahmud, Misir Valisi Kavalali Mehmed Ali Pasa'yi         sorunu çözmekle görevlendirdi  Mehmet Ali Pasa, oglu Tosun komutasindaki orduyla Mekke,         Medine ve Taif'i Vehhabilerin elinden kurtardi (181213)  Daha sonra bizzat Emir         Abdûlaziz'in üzerine yürüdü  Emir Abdulaziz'in ölümü (1814) üzerine Vehhabiler         agir bir yenilgiye ugradi  Nihayet Mehmet Afi Pasa'nin kumandani ibrahim pasa,         Abdulaziz'in yerine geçen oglu Abdullah ve çocuklarini esir ederek Istanbul'a gönderdi  Bunlarin Istanbul'da asilarak öldürülmeleri (17  12  1819) ile Vehhabilik hareketinin ilk         dönemi kapandi  Savas sirasinda kaçarak kurtulmayi basaran Suud hanedanindan Türki bin Abdullah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete giriserek 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhabi devletini kurmayi basardi  Daha sonralari bir takim         çekismeler olmussa da Suud hanedanindan Abdülaziz bin Suud, Vehhabi devletini yeniden         kurdu (1901)  Hindistan Ingiliz yönetiminin de destegini saglayan Abdülaziz bin Suud 26         Aralik 1916 tarihli anlasma ile Ingilizlerce Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bagli         diger bölgelerin hükümdar olarak tanindi  Bu anlasmaya göre Abdülaziz, bu yerleri         kendisinden sonra miras yoluyla çocuklarina birakacak ve kendisinin seçtigi veliaht da         Ingilizlere bagli kalacakti  Osmanlilarin yenik düsmesiyle sonuçlanan  1  Dünya Savasi'nin arkasindan Vehhabiler Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde'yi de ele         geçirdiler (1921-1926)  Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Krali olarak kabul edildi         (1926)  20 Mayis 1927 tarihinde Ingiltere ile yapilan Cidde anlasmasinin arkasindan da tam         bagimsizligini ilan etti  Böylece Abdulaziz bin Suud, suudi Arabistan Krali olarak tüm         Hicaz'i egemenligi altina alti  Bu devlet, Suudi Arabistan Kralligi adiyla varligini         sürdürmektedir  Vehhabiligin din anlayisi, Muhammed bin Abdülvehhab'in üzerinde önemle durdugu tevhid (Allah'in birlenmesi) konusundaki yorumu çevresinde toplanir  Ibn Abdülvehhab'a göre tevhid, kullukta Allah'i bir tanimaktir  Tevhid kelimesini (lâ ilâhe ilallâh) söylemek Allah'tan baska tapinilan seyleri         tanimadikça bir anlam tasimaz  Allah kalble, dille ve davranislarla birlenmelidir  Bunlardan birisinin eksik olmasi durumunda kisi Müslüman olamaz  Tevhid üçe ayrilir  Ilki, Allah'i isim ve sifatlarinda birlemek (tevhid-i esma ve sifat), ikincisi Allah'i         rablikta birlemek (tevhid-i rububiyet), üçüncüsü de Allah'i ilahliginda birlemektir         (tevhid-i uluhiya)  Allah'i bu üç biçimde birleme, ancak amellerle mümkündür  Buna         göre Kur'an ve Sünnet'in disinda emir ve yasak tanimamak, Hz  Muhammed'in döneminde         bulunmayan seyleri ve tevessülü terkederek Allah'i birlemek gerekir  Bu tevhide ameli         tevhid denir  Herhangi bir hüküm koyucu tanimak, Allah'tan baskasindan yardim dilemek,         Peygamber için bile olsa, Allah disindaki bir varlik için kurban kesmek, adakta bulunmak         kisiyi küfre düsürür, can ve mal dokunulmazligini ortadan kaldirir  Bu tevhid anlayisinin getirdigi önemli sonuçlar vardir  Bunlardan birisi, Hz  Muhammet'ten sefaat talebinde bulunulamayacagidir  Sefaat,         Allah'a özel bir haktir  Bu nedenle Hz  Muhammet'ten dogrudan sefaat talep etmek, onu         Allah'a ortak tutmaktir  Nitekim müsrikler de Allah'i kabul ettikleri halde, melekleri,         putlari sefaatçi kabul ettikleri için müsrik olmuslardir  Sefaat inanci gibi yaygin         olan tevessül inanci da sirktir  Tevessül inanci, daha çok mutasavviflar arasinda         yaygindir  Bir takim seyhlerin, velilerin hem hayatlarinda, hem de öldükten sonra         tasarruf sahibi olduklarina inanilmakta, onlarin himmetleri dilenmekte ve araci         kilinmaktadirlar  Bu da açik bir sirktir  Çünkü günah'in yaratmada, yönetmede,         tasarruf etmede, isleri düzenleme ve belirlemede ortagi yoktur  Vehhabiligi en önemli özelliklerinden birisi de bid'adlar karsisindaki tutumudur  Ibn Abdülvehhab'a göre Kur'an ve Sünnet'te olmayan         her sey bid'attir  Bir bid'at çikaran mel'undur ve çikardigi sey reddedilmelidir  Bid'adlarin çogu insanlari sirke düsürmektedir  Bunlarin basinda mezarlar, türbeler ve         bunlarin ziyaretleri gelir  Mezarlarda yapilan ibadetler sirktir  Sevap umarak Hz  Muhammed'in kabrini ziyaret bile sirke neden olabilir  Sirke neden olmamalari için, mezar         ziyaretleri, türbe yapimi kesin olarak yasaklanmalidir  Ölülere niyaz, tevessül,         falcilara, müneacimlere inanmak, Hz  Peygamber'in anisini yüceltmek, hirka-i serif,         sakal-i serif ziyaretleri yapmak, Allah'tan baskasina ibadet etmek, sirk kosmatir  Mevfit         toplantilari düzenlemek, bu toplantilarda mevlid okumak, sünnet ya da nafile namazlar         kilmak yasaklanmalidir  Göz degmemesi için nazar boncugu takmak, muska takinmak, agaç,         tas vb  seyleri kutsal saymak, bir hastalik ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb  için boncuk, ip, hamayi gibi seyler takinmak, sihir, büyü, yildiz fali gibi seylere         inanmaz, iyi kisilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardim         dilemek gibi seyler de tamamiyle sirke neden olan bid'adlardandir  Riya için namaz         kilmak, sofuluk etmek, iyi insan gibi görünerek çikar saglamak da sirktir  Cami ve         mescidlerin süslenmesi, minare yapilmasi da terkedilmesi gereken bid'adlardir  Vehhabiligi olusturan düsünceler, birçok çagdas Müslüman düsünürü etkilemis, onlara esin kaynagi olmustur  Günümüzde ise, önemli         ölçüde degisime ugramis biçimde, Suud Kralliginin resmî görüsü olmaktan öte bir         anlam tasimamaktadir   | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #22 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiALEVÎ-ALEVÎLIK Dördüncü halife Hz  Ali'nin soyundan gelen, onu         diger sahâbeden ve diger üç halîfeden üstün tutan mezhebe mensup kimse  Alevîlik         düsüncesi, ister açikça, ister gizlice, Ali'ye uyup onun Kur'an'daki nâs ve         Resulullah (s  a  s  )'in vasiyetiyle imamliga tayin edildigini ileri süren; imametin* onun         soyundan disari çikmayacagina inanan ve onu diger sahâbeden üstün gören zümrelerin         baslattigi fikir ve siyasî kavgalarla ortaya çikan" hareketin genel adidir  Bu         fikir ve harekete katilanlar, Ali'ye (r  a  ) uyduklari ve onu, öteki sahâbîlerin önüne         geçirdikleri için Alevî; buna taraftar olanlara da 'tarafini tutan' anlaminda         "Sia"* denilmistir  Sia, Alevîligin ifade ettigi katiliktan daha mûtedîl bir         kelimedir ve Islâm âlimleri Alevîlik için Sia'dan farkli olarak 'Râfiza' 'Ravâfiz'         tabirlerini kullanirlar  Islâm tarihinde Hz  Peygamber'den sonra halîfe olarak Hz  Ali'yi taniyanlara, Ali'ye mensup, inanci bakimindan, Ali taraflisi anlaminda         "Alevî" tabiri kullanildi  Alevîlik, halifelikte Hz  Ali'nin hakkinin         yendigini, sahâbenin Hz  Peygamber'den sonra Ebû Bekr*'e bey'at etmekle, Islâm'a aykiri         hareket ettigi iddiasini yansitir  Alevîler Hz  Ali'nin hilâfette hak sahibi oldugunu su         sebeplere dayandirirlar: Ali*, Hz  Peygamber'in tabii olarak varisiydi  O, Islam'i ilk         kabul eden kimsedir  Hz  Muhammed (s  a  s  )'in amcasinin oglu ve damadidir  Islâm         savaslarinin kahramaniydi  Yasadigi sürece Hz  Muhammed'in en yakin yardimcisiydi  Onun         bütün islerine bakardi  Hz  Muhammed (s  a  s  ) Ali'ye olan sevgisini ve güvenini         bildirerek, onun kendisinden sonra halîfe olacagina isaret etmistir  Bu yüzden onlar,         Ebû Bekir, Ömer* ve Osman*'in isbasina getirilisini batil saydilar  Yani bunu serîat         kurallarina ve Hz  Peygamber'in sünnetine aykiri görerek bununla savasmayi dinî bir         görev kabul ettiler  Ancak, Hz  Peygamber'in, Hz  Ali hakkinda söyledikleri ve Ali'nin         üstünlükleri dogru olmakla birlikte, Allah Resulü benzer sözleri Hz  Ebû Bekir ve         Hz  Ömer gibi diger büyük Sahâbîler hakkinda da söylemistir  Üstelik,         hastalandiginda imamliga Hz  Ebû Bekr'i geçirmistir  Diger yandan Hz  Peygamber,         kendisinden sonra müslümanlarin basina kimin geçecegini isim vererek belirtmeden bu         dünyadan ayrilmistir  Böyle bir hadîs olsaydi, Hz  Ebû Bekr'in halife seçildigi         sirada yapilan konusma ve müzâkerelerde bu hadîsin sözkonusu edilmesi gerekirdi  Çünkü ashâb-i kîrâm, kendi aleyhine bile olsa, Hz  Peygamber'den isittigini         nakletmekten çekinmeyecek derecede üstün mezîyetlere sahiptir  Ancak, Allah         Resulü'nün cenaze isleriyle ugrasmasi yüzünden, halîfe seçimi sirasinda hazir         bulunamayan Hz  Ali ile bu kadar önemli bir konunun istisare edilmemis olmasi bir         eksiklik sayilabilir  Fakat, Ensâr'in hilâfet konusunu müzâkere etmekte oldugu         topluluga Hz  Ömer'le Hz  Ebû Bekr bile sonradan katilmisti  Bu çok önemli meselede         yanlis bir adimin atilmasi endisesi ve isin kisa sürede çözülmesi zarûreti, seçimin         Hz  Ebû Bekir lehine yapilmasini gerekli kilmistir  Nitekim daha sonra Hz  Ali de Ebû         Bekr'e bey'at* etmistir  Müslümanlar, Ehl-i Beyt denen 'Ali ve ailesini' öteki Ashâb-i Kîram'dan ve Allah Resulü'nün öteki halîfelerinden ayirmadan severler  Onun ailesine yapilan haksizliga ve zulme karsidirlar ve tarih içinde de karsi         olmuslardir  Meselâ, Ahmed b  Hanbel* (rh  a), "Ehlü's-Sünne ve'-l Hadîs"         taraftarlarinin Hz  Muhammed (s  a  s  )' in ailesine hak ettikleri muhabbeti gösterdikleri         ve Ali Ibn Ebî Tâlib'in (r  a  ) haklarini tanidiklari için "Ali'nin 'siasi,         taraftari" oldugunu ifade etmektedir  Ayni tavri Imam-i Â'zam da takinarak         Abbasîlere karsi Imam Zeyd'i desteklemistir  Bu anlamda Sia, îtikâdî ve siyasî bir         mezhep olarak kabul edilirken, Alevîlik, Hz  Ebû Bekr es-Siddik'a (r  a  ), Ömer         el-Faruk'a (r  a  ) ve Osman Zünnureyn (r  a  )'e ve daha pek çok ashâb-i kirâm'a bugz ve         düsmanlik tasiyan fikirlerle dolu bir tarîkat görünümündedir  Bu ifrata sebep olan         Emevilerdi  Emeviler devrinde, Ömer Ibn-i Abdulaziz'in hilâfetine kadar cuma         hutbelerinde Ali Ibn Ebî Tâlib'e (r  a  ) ve ehl-i beytine hakaret edilir ve lânetler         okunurdu  Onlarin bu yanlis hareketleri öteki müslümanlari baglamazdi  Çünkü onlar,         bütün müslümanlari temsil edemezlerdi  Hele hilâfet konusundaki olaylari göze alarak         öteki, müslümanlari zalim görmek ve göstermek haksizliktir ve hakdan sapmadir  Ne         Resulullah'in üç halifesi ne de Ashâb-i Kirâm, Ali Ibn Ebi Talib hakkinda düsmanlik         eseri birakmamislardir  Alevîlik, zaman içinde parçalanmis ve sayisi yüze varan         tarîkatlara ve yollara ayrilmistir  Ancak bunlari Imam Ebu Câ'fer es-Sâdik'in         içtihatlariyla amel eden ve müslümanlarla aralarinda bir fark görmediklerini         söyleyen, yeryüzünde Allah'in hâkimiyetini istediklerini haykiran Ca'feriyye ve         Zeydiye kollarina bagli müslümanlarla karistirmamak gerekir  Câferî müslümanlari Sia         içerisinde incelerken, dünü, bugünü ve îman-amel iliskisiyle gözönüne almak ve         ona göre degerlendirme yapmak faydali olacaktir  Câferîlerle, Zeydîleri Alevîligin         diger kollari olan Batînîler, * Karmatîler, * hatta kuzey Afrika ve Misir'da uzun         yillar hüküm süren Fâtimîlerden, bugün Anadolu'da yasayan Alevîler'den, Lübnan ve         Suriye'deki Dürzî ve Nusayrîlerden ayirt etmek gerekir  Alevîlerden Gulât olanlar yani asiri gidenler Hz  Ali'de, diger halifelerde bulunmayan ilâhî nitelikler ve özellikler olduguna         inaniyorlar  Islâm tarihinde bu görüsü ve inanci daha da ileri götürerek, Allah'in         Ali'nin varliginda, insan suretinde görünüs alanina çiktigini, onun bir ilâh-insan         oldugunu söyleyenler bile çikti  Ali'nin mehdi oldugunu, ölmedigini ve kiyamet         gününden önce çikarak dünyada adaleti saglayacagini öne sürdüler  Bunlar         "sebeîler"dir  Islâm'da ilk dînî ayrilik hareketini teskil eden ilk         Alevîlik, Hz  Ali daha hayatta iken San'ali bir Yahudi olan Ibn Sebe'nin telkini ile         baslamistir  Bundan sonra Ali'nin ve soyunun, hatta Ibn Sem'an, Ebû Mansur el-Iclî,         Ebu'l-Hattâb, Horasanli Ebû Müslim gibi Ali ile aile bagi bulunmayan ve sadece         taraftarlik yapan birtakim yabancilarin öncülük ettigi tenâsüha, ibâhaya, farzlari         terketmenin caiz olduguna ve imanin, imami bilmekten ibaret bulunduguna inanan birçok         Alevî kollari meydana çikmistir  Daginik Alevî kollarini birlestiren Câ'fer es-Sâdik'*a bir aralik gidip gelen ve inanislarinda Islâm'a aykiri seyler bulundugu için kovulan, Imam Câfer'in lânetlemesine ugrayan Ebî Mansur el-Iclî ile Ebû'l-Hattâb'in ekolü, "Ismâiliye*" veya "Yedi Imam" mezhebini olusturmustur  Batinîlik adi verilen bu mezhep Yemen'de köklesmis, Irak, Iran, Horasan         ve Türkistan'a kol atmis ve batida Endülüs'e kadar yayilmistir  Bu mezhepten olanlar         Bahreyn'de ve Ahsâ'da Karmatiyye mezhep ve hükümetini, Kûfe'de ve Basra'da birçok         ihtilâlleri, Magrip'te önce "Alevî Hükûmeti"ni, sonra Misir'da Fâtimî         halifeligini vücûda getirmislerdir  Cebel-i Dürûz'da Lübnan'da yasamakta olan         "Dürzîlik"le daha birçok firka ve mezhepler Batinîlikten dogmustur  Muhammed         b  Nusayr de bu arada bugün Suriye, Lübnan ve Adana yöresinde sâlikleri bulunan         "Nusayrîlik"i kurmustur  Hz  Ali'nin ölümünden sonraki gelismeler,         özellikle Kerbelâ olayi Hz  Hüseyin'in sehid edilmesi, Alevî toplulugun siyasî bir         görüs çevresinde toplanmasina yol açti  Sonralari Sia (Siîlik) adini alan ve daha         çok Iran'da gelisen Alevî mezhebinin özünü besleyen bu olaylar zinciri oldu  Islâm         ordusunun doguya dogru ilerledigini gören Iran, bagimsizligini kaybedecegini anlayinca,         Islâm'in içinde dogan ve gelisen Hz  Ali taraftarligini eski dîn ve siyasetleriyle         kaynastirarak benimsedi  Bundan Alevîligin, bir baska kolu dogdu  Alevî inanci bu yeni         ad altinda hizla gelisti  Bu inanca, ruhun bedenden bedene geçisini (tenâsüh) kabul         eden Hind inançlari da yine Iran etkisiyle karisti  Anadolu Alevîligi ise, sadece Batinîlik'in devami degildir  Yesevî, Kalenderî, Hayderî gibi Türk tarikatlarinin, Hurûfiligin,         Vücûdiyye ve Dehriyye inançlarinin karistigi, bazi Türk gelenek ve göreneklerinin ve         halk siirinin yasadigi bir dünyadir  Onda "tenâsüh", "hulûl",         "ibâha" ve bir çesit "istirak" ilkeleriyle birlikte, Türk         sölenlerini andiran âyinler de görülür  XIII  yüzyilda Anadolu'nun fikir hayatinda         Orta Asya'dan ve Horasan'dan göçen bilgin ve mutasavviflarin derin etkileri olmustur  Bu         arada Harezm'li göçmenler, köylere varincaya kadar Anadolu'nun dînî havasinin         degismesine yol açmislardir  Bu tarihi kökenlere dayanan Alevîlik günümüzde         varligini sürdürmektedir  Siîlik, Bektâsîlik ve Kizilbaslik gibi Alevî kollarinin         özel törenleri, toplantilari bulunmaktadir  Bu kollarin hepsinde Hz  Hüseyin'in         Kerbelâ'da sehid edildigi 10  Muharrem günü kutsal olup, matem günü kabul edilir  Siîler o gün, özel anma törenleri düzenler, dövünür, aglar, yakinirlar  Kizilbas         ve Bektâsîler bu günün acisini çeker, fakat dövünmezler  Alevî törenlerinin en         büyügü kadinlarin da katildigi "cem âyini"dir  Bu tören cuma günleri         düzenlenir  Cem âyininin küçügüne "dernek" denir  Bu toplantilar         sazlisözlü, içkili olur  Özel zikirler yapilir  Töreni yöneten dede tarafindan bir         sure veya ayet okunur  Ayrica cem'âyininden baska "görgü âyini", canlardan         birinin digerini sikâyeti hâlinde "sorgu âyini" düzenlenir  Nevrûz, hem         bahar bayrami, hem de Hz  Ali'nin dogum günü sayildigi için, genellikle kutsal kabul         edilir ve törenler düzenlenir  Alevîlik Iran'da oldugu gibi Anadolu'da da daha çok siir ve edebiyatla yayilmistir  Alevîlerin büyük tanidigi yedi sair; Nesimî,         Fuzûlî, Hatâî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Yeminî ve Virânî'dir  Bunlardan         Nesimî ve Fuzûlî disindakiler tam batinîdirler  Yollarini müstakil bir dîn ekolü ve Islâmiyetin esasi kabul eden Alevîler, Hz  Peygamber, Hz  Ali, Oniki Imam ve Haci Bektas Velî'yi         kendi yorumcu ve düsünürleri sayarlar  Hamdi DÖNDÜREN | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #23 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler Tarihi             HURUFİLİK             Batıl inançlara sahip bir fırka ve uydurulmuş bir              inanç sistemi  Hurûf, harf'in çoğuludur  Harf, Arapça'da              alfabeyi teşkil eden işaretlerin her biridir  Söz manasına gelir  Hurûfî, Arapça sıfat olup, İlm-i hurûf ile ilgili olarak harflerin sırlarına dair itikat ve düşünceye inanan kişi demektir  Hurufilik inançlarının temeli ilm-i huruf'un hurâfe fikirleri üzerine kurulan bir fırkadır (Luğatnâme, XI  s  476; Hurûfîyân, s  229)  Çok eskilere dayanan bir mazisi olmasına              rağmen, Hurufilik denince, İran'da Esterâbâd Kadiu'l-Kudâtı'nın oğlu              olàn Fazlullâh el-Hurûfi (740-796/1340 1394)'nin XlV  asrın              sonlarında kurup bir sistem halinde geliştirdiği fırka anlaşılır  Asırlar boyunca bir takım harf ve rakamlar mukaddes sayılmış ve bunlara muhtelif anlamlar verilerek, Allah'a mahsus sırların bunlar da gizlendiği düşüncesi kabul edilmiştir  Çok              eski çağlardan bu yana insanoğlu zaman zaman, gökte veya yeryüzünde              varlığı kabul edilen gizli kuvvetlerden istifade yollarını              araştırmıştır; çözemediği esrarlı hadiselerden önceleri korkmuş,              sonraları onlardan faydalanma yollarını aramıştır  Mevcudiyeti kabul              edilen bu kuvvetler harf ve şekillerle tasvir edilmiştir  Neticede              bu tabii ilimler önce efsûn (büyü), tılsım ve sihirbâzlık şeklinde              ortaya çıkmıştır  Mısır'da Hz  Musa'dan evvel Kıptîler sihir ve              tılsımla uğraştıkları gibi, Nebâtî, Keldânî ve Süryânîlerden ibaret              olan Babil halkının da bu ilimlerle uğraştığı ve eserler meydana              getirdikleri bilinmektedir (İbn Haldun, Mukaddime, III, 1)  Hurûfiliğin bilinen ilk şekli, mutasavvıflar tarafından yazılıp tasnif edilmemiş bir takım işaretlerden ibarettir (Rıfkı Melûl Meriç, Hurûfilik, s  2)  Havâs ile uğraşanlar bunları              kısımlara ayırarak üzerlerinde çalışmışlardır  Böylece bu              araştırmaların sonunda ortaya çıkan Luğâz, Muammâ, Remil, Fâl, Cifr,              Vefk, Azâyim ve Nucûm İlm-i Hurûf'un şubeleri sayılmıştır (Keşfû'z-Zunûn,              I  650-651; Mevzûâttu'l-Ulûm, I, 130-136, 389-399)  Buna benzer inançlar eski Hind'de, Yunan'da, Mısır'da, Musevîlik ve Hıristiyanlıkta da mevcuttur  Hindûlara göre              sayılarla harfler arasında bir münasebet vardır  Üç, yedi, on ve              kırk rakamları kutsal olduğu gibi, her sayı bir şeye işâret eder  Meselâ Pythagorasçılar, âlemin aslının sayı olduğunu ve eşyanın da              bundan meydana geldiğini ileri sürerler  Eşyanın aslı sayı olduğuna              binaen, sayının aslı da bir'dir  Bu bir, bir'e tatbik edilirse nokta              olur  Noktaların hareketi çizgiyi, çizginin hareketi sathı, satıh da              cismi meydana getirir  Bundan da his, idrak ve akıl çıkar (Felsefe              Tarihi, s  22-23)  Pisagorcularda üç rakamı ilk sayılır  Dört,              unsurlara işaret eder  İki, kadın demektir  Üç ile ikinin toplamı              olan beş, evlenmeyi gösterir  Üç ile üç'ün toplamı olan altı, her              şeyin altı cihetine işarettir  Yedi, dört unsurla buûdu, varlığı              gösteren ilk sayıdır  Yani üç ile dördü gösterdiğinden kutlu bir              rakamdır  Onda mükemmeldir  Üç ve yedi adına and içilir (Veled              İzhudak, Mesnevı Tercümesi, V  , s  366)  Havas ile meşgul olanlar harfleri rakamlarla açıklayarak eski çağlarda "Ebced" kelimelerini sihir ve büyüde kullanmışlardır  Burada elif'den gayn'a kadar her harf` bir tanrı              ismi ile tabiî güç mukâbilidir  Böylece sayı ve harf arasındaki              ilgiden bir sır sistemi kurulmuştur  Meselâ, efsûn ve muskalarda,              harfler sayı değerlerine göre toplanır ve bu toplamın cinler âlemi              ile münasebeti olduğu kabul edilir  Hristiyanlıkta bunun bir başka örneğini görürüz  Ahd-i Cedîd (Vahy-i Yuhanna, 1  Bâb, 8 ve XX  Bâb, 6)'da ilk harf "elif"              ve son harf olan "ye"nin iptidâ ve intihâya, yani başlangıç ve sona              delâlet ettiği bildiriliyor  Ayrıca Musevîlerin Yunan felsefesi'ne              dayanan Kabalizm'i Tevrat ve Zebûr'un zahiri manasıyla iktifa              etmeyerek, kutsal kitabın harflerinden gizli manalar çıkarmaya              uğraşmaktır(Hilmi Ziva Ülken, İslâm Feisefesi, s  24-25)  İslâm âleminde ise harflerin bazı husûsiyetlere sahip olduğu inancı oldukça eskidir (Ali Ekber Dehhuda, Luğatnâme, XI  s  476)  Bu itibarla Kur'an'ın yirmi dokuz sûresinin basındaki              harflere çeşitli anlamlar verilmiştir  İslâm uleması arasında hurûf              ile uğraşanların başında Hallâc-ı Mansûr (ö  922) ibn Nedim (ö  987)'den sonra ibnü'l-Arabî (1165-1240), ibn-i Haldûn (1332-1406),              Abdurrahman-ı Bistâmî (ö  1454) ve Sarı Abdullah Efendi (1584-1660)              gelir  İslâm Dünyası'nda Hurûfîliği bir inanç sistemi, bir fırka halinde yayan Esterâbâdlı Fazlullâh-i Hurûfî'dir  XlV  asrın sonlarında İran'da Timur'un saltanatında (1370- 1405), tarikat              ehlinin büyük müsâmaha gördüğü zamanda Fahlillâh-i Hurûfi, bugün              Gurgan diye bilinen, İran'ın Hazar Denizi'nin güney-doğu kıyılarına              yakın Esterâbâd şehrinde fırkasını yaymaya başlamıştır  Eski devirlerden beri batını akidelerin kök saldığı İran'da kendi fikirlerini bu batınî metodlarla kurmaya çalışmış olan Fazlullâhi Hurûfi Bâtıniyye'den Şeyh Hasan-i Cûrî (ö  743/1342-3) ve O'nun halifelerinin tesiri altında kalarak fırkasını              kurmuştur  Fazlûllâh, Bâtınîlerin te'vil metotlarını en iyi bir              şekilde değerlendirerek, harflerin önemini ve onların sayılarla olan              münasebetlerini ortaya koymuş, dînî emîr ve hükümleri Arap ve Fars              alfabelerindeki yirmisekiz ve otuziki harfe irca etmiştir  Allah'a              ait sırların harf ve sayılarda gizlendiği kabul edilen manalarını              çözmeğe çalışmış; gelecekteki hadiseleri önceden keşf için              faydalanılan Ulûm-i garibe ve Ulûm-i harfiye yanında ilm-i hurûf'un              esaslarını ortaya atarak bu bilgiyi orijinal bir şekle sokmuştur  Fazlullâh-i Hurûfî, otuz iki yaşında iken kurduğu fırkayı, önceleri Tebriz ve İsfahan'da yaymaya başlamış ve yaptığı rüyâ tabirleriyle büyük şöhret kazanmıştır  Kurduğu Hurûfîlik              fırkası kısa bir zamanda iran'ın her tarafına yayılmıştır (Abdulbaki              Gölpınarlı, Hurûfilik Metinleri Kataloğu, s  7)  Fazlullâh Arap Alfabesindeki yirmisekiz harf yerine Fars Alfabesindeki otuz iki harfi esas almıştır  Kur'ân-ı              Kerim'e karşılık olmak üzere, Farsça, Câvidân-nâme ismiyle kendi              fikirlerinin ana kaynak kitabı olan eserini telif etmistir  Fazlullâh-i Esterâbâdı'nin dini görüşleri yani akîdesi Şeriata muhâlif görüldüğünden, tevkif edilerek Alıncak Kalesi'nde yapılan muhâkemesi sonunda, Timur'un oğlu Mırân Şâh (1404-1407)'ın emriyle (796/1394)'de boynu vurularak katledilmiştir (Dânişmandân-ı Azerbayean, s  387; Hurûfîyân, s  232)  Hurûfî Akîdesi Hurûfîliğin kurucusu Fazlullâh'a göre, İslâm mutasavvıflarının da belirttiği gibi, Allah gizli bir hazine (kenz-i mahfî) olup; her şeyin hakikati, mevcudiyeti ve ruhu ise seslerdir (Clément Huart, Hurûfîlîk, İA, V/ l, s  598)  Gizli bir hazine olan              Allah'ın ilk tecellisi kelâm şeklinde görülen seslerden ibarettir  Sesin (savt) kemâli kelâm, yani sözdür  Kelâm ise ancak insanlarda              zuhûr eder ve kendisini sesle gösterir  Kelâm bir takım unsurlar              halinde bazı şekiller alır  Bu unsurlar Arap ve Fars Alfabelerinin              yirmi sekiz ve otuz iki harfidir  Söz ise harflerden meydana              gelmiştir  Ses canlılarda bilfiil; cansız varlıklarda bilkuvve              mevcuttur  Cansız bir maddeyi diğer bir cansıza vurursak, onun              cevheri olan ses ortaya çıkar  Bu, canlılarda irade ve istekle              meydana gelir  Nebâtatta yüksek bir tecelli halinde zuhûr eden savt,              hayvanda kemâl ve insanoğlunda ise ekmel bir halde zâhir olur              (Câvidân-nâme'nin Nesimî'ye Tesiri, s  30-31, 66)  Hurûfiler âlemin sonsuzluğuna, daimî bir deverân hareketine ve hareketten tabiî hadiselerin meydana geldiğine inanırlar  Cenâb-ı Hak bir insanın yüzünde tezâhür ve insanı temyîz              eden bir kelâmdır  Bu kelâmın unsurlarında da bir sayı değeri              vardır  Böylece bütün varlıkların asıl unsuru olan yirmisekiz harfi              insan yüzünde görmek mümkündür  insan yüzünde doğuştan yedi hat              vardır: iki kaş, dört kirpik ve bir saç  insan bu yedi hat ile              doğduğu için bunlara "hutût-ı ummiye" (ana hatları) denir  Bunlar              hâl ve mahâl toplamı ondört eder  Yedi de "hutût-ı ebiye" (baba              hatları) vardır ki, bunlar erkekte ergenlik çağında çıkar: Yüzün sağ              ve sol yanlarında iki sakal kılları, iki yanağın iki tarafındaki              (burun) kılları, iki bıyık ve bir de alt dudaktaki (enfaka) kılları  Bunlar da hâl ve mahâl itibariyle on dört eder  Ana ve baba              hatlarının toplamı yirmisekiz olur ki, bu Kur'ân'ın yazıldığı              yirmisekiz harfe tekabül eder  Bu hatlar hava, su, ateş ve toprak gibi dört unsurdan meydana geldiği için her biri dört telakki edilerek yedi ile çarpılırsa yine yirmisekiz elde edilir  Eğer saçı ortadan ikiye              bölersek, bu yedi hat sekiz olur  Dört unsur ile çarpımı otuziki              eder  Bir başka şekliyle söylersek, ana ve baba hatları yedişerden              ondört eder  Hâl ve mahâl itibariyle ise yirmi sekiz; buna              Farsça'daki (p, ç, j, g) harflerini eklersek otuziki elde edilir  Ãlemde her ne varsa otuzikiye tatbik olunur  Bütün kâinât dokuz              felek, on iki hurç ve yedi seyyâreden ibaret olup, bunlara dört              unsuru ilave edersek otuziki çıkar  Otuzikinin dışında başka bir şey              mevcut olamaz (İstivâ-nâme, s  6, 36, 48-49) Hurûfiler, Kur'ân'da manası açık ve kesin âyetler (muhkemât) ile sûre başlarındaki (mukattaât) ve manası anlaşılamayan yani çeşitli te'vile musâit âyetler (muteşâbihât) hakkında, tefsir âlimleriyle aksi görüştedirler  Kur'ân'ın sırrının yirmidokuz              sûrenin başında gelen hurûf-ı mukattaâtda toplandığı kabul              edilmiştir  Bu harfler ondört adettir: (elif-lam-ra/kef-he-ye-ayn sın/tı-sın/ha-me/gaf-nun) Bu sûre başlarında gelen ve tekrarlanmayan ondört harfin meydana getirdiği mukattaâtı, Hurûfîler muhkemât sayarlar  Hurûf-ı mukattaât kast edilirse yani, söylendiği gibi yazılırsa              onyedi olur  Bu harflerin imlâlarında: elif'de f, sad'da d ve nun'da              v harfleri bulunur  Bu üç harfin (f, d, v) ilâvesiyle hurûf-ı              muhkemât onyedi olur  Arap Alfabesindeki bu onyedi harfin dışında              kalan(be-te-se-cim-ha-hı-zel-ze-şın-dat-zı-gayın) onbir harfe              hurûf-ı müteşâbihât denir  Hurifîlerce asıl kelam-ı ilâhı bu ondört huruf-ı mukattaâttır ki, vech-i âdem (insan yüzü) ondan feth olunmuştur, denir  insan yüzündeki ana hatlarının kendileri ve bulundukları yer              itibariyle toplam sayıları olan ondört ile, hurûf-ı mukattaâtın              ondört eşitliği buna delil gösterilir  (he-zel/mim-nun/gaf-dat-le/ra-be-ye) "Bu Rabbimin faziletindendir" (en-Neml, 27/40) ve "Bu Allah'ın faziletidir" (el-Maide, 5/54) beyânlarında olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim'de göçen (fazl:fe-dat-le) kelimesinden kastedilenin Fazlullâh-i Hurûfi olduğu ve insanın yüzünde de (Fazl:fe-dat-le) isminin okunduğu iddia edilir  Hurûfîler bütün dinî hükümleri kendi düşünceleri doğrultusunda izah ederler  Kelime-i Şehâdet, namaz, oruç, hac ve              zekât gibi bütün dinî hükümler te'viller ile hep yirmisekiz ve              otuziki harfe tatbik edilerek açıklanır  Rakam fazla veya eksik              olursa, hesabı doğrultmak için ilm-i hurûf'un usullerine baş vurulur              ve dört işlem yoluyla sonuca ulaşılır  Bu fırkanın düşüncesinin esası, insana en yüce mertebeyi vermektir  Mevcûdât, mutlak varlığın tezâhürüdür  Bu zuhûr              kuvvet âleminden, yani melekûttan tabiat ve anâsır âlemine gelmiş,              semâvâtla anâsırın birleşmesinden cemâdât, nebâtât ve insanlar              meydana gelmiştir  Bu zuhûr insan oğlunda kemâle ermiştir (hurûfîlik              Metinler Kataloğu, s  19-20)  İran'da XIV  asır sonlarında Esterâbâd              havalisinde ortaya çıkan Hurûfîlik kısa bir sürede ülke sınırlarını              aşarak Hindistan, Azerbaycan, Irak, Suriye, Anadolu ve Rumeli'ye              sıçradı  İran hudutları içinde sık takibâta uğrayan Hurûfîler,              akidelerini yaymak, kendilerine bir yurt bulmak için bilhassa              Osmanlı Ülkesine âdeta sığınmışlardır  Fazl'ın baş halifesi Ali              el-A'lâ (ö  822/1419) Anadolu'ya gelerek, Hacı Bektaş Tekkesi'nde              inziva ederek Hurûfîliği yaymaya başlamıştır  Câvidân'daki bütün              illâhî teklifleri te'vil ve inkâr eden bölümleri, nefs-i ammârenin              isteklerine uygun olduğundan kısa zamanda çok taraftar bulmuştur  Hurûfi inançları Bektaşiler arasında "sır" adı altında yayılmıştır              (Hoca İshak Efendi, Kâşifu'l-esrâr, s  3-4)  Yine bu fırkanın önde              gelen halifelerinden İmadeddin Nesîmî (ö  821/1418) gibi kudretli              bir şâirin tesiriyle ve onu takip edenlerin vasıtasıyla bu fırka              uzun zaman Anadolu ve Rumeli'de yaşamıştır  Nesimî'nin müridi şâir              Refiî (IX/XV  asır), Abdülmecid Ferişteoğlu (ö  564/1459) ve Virânî              Baba (Xl/XVII  asır) gibi Hurûfiler bu akımı daima canlı              tutmuşlardır  Bir ara Hurûfiler Fatih Sultan Mehmed (saltanatı: 1451-1481)'in Sarayına kadar nùfûz etmişlerdir  Ulemayı telâşa              düşüren bu olayda, Vezir Mahmud Paşa (ö  879/1474)'nın gayreti ve              Mevlânâ Fahreddin-i Acemî (ö  865/1460)'nin yardımıyla Hurûfiler              korkunç bir şekilde cezaya çarptırılmışlardır (Taşköpri-zâde,              Şekâyık-ı Nu'mâniye, trc  Mecdı, s  81-83)  Bundan sonra Anadolu ve              Rumeli'deki Hurûfîler, kendilerini gizleyerek, ekseriye Bektaşî gibi              görünerek varlıklarını uzun süre muhafaza etmişlerdir  XIV  asrın ikinci yarısı sonlarında Hurûfîliğin              İran'da ortaya çıkmasıyla beraber, kısa bir müddet sonra bu fırkanın              esasını ve prensiplerini ortaya koyan pek çok eser telif edilmiştir  Zaman zaman tâkibâta uğrayan bu fırkanın taraftarlarıyla beraber              kitaplarının da yok edilmesine rağmen halen dünyanın muhtelif              kütüphanelerinde Hurûfî eserlerine rastlanmaktadır (Ali Ekber              Dehhuda, Luğat-nâme, XI, s  488)  Hurûfi fırkası'nın harf ve sayı nazariyesinin esasını bir sistem olarak ortaya koyan eserlerin başında Fazlullâhî Hurûfı'nin Câvidân-nâme adlı eseri gelmektedir  Bu, Hurûfîliğin ana              kaynak kitabıdır  Bundan başka Fazl'ın Arş-nâme, Muhabbet-nâme,              Nevm-nâme ile bir Dîvân ve Vasiyetnâme adlı eserleri bulunmaktadır  Fazlullâh'ın baş halifesi olan Ali el-A'lâ'nın Klyâmet-nâme ve              tevhîdnâme'si; Nesîmî'nin Dîvân ve Mukaddimetu'l-Hakâik'i; Emîr              Giyâseddin'in İstivâ-nâme ve Mektub'u; Mır Şerîf'in Hacnâme,              Mahşer-nâme ve Beyânu'l-vâkî'si; Refiî'nin Beşâretnâme ve              Gençnâme'si; Abdulmecîd Ferişteoğlu'nun Işk-nâme ve Ahiretnâme;              Yemınî'nin Fazîlet-nâme'si; Muhîtî'nin Dîvân'ı; Misâlî'nin Dîvân'ı;              Arşî'nin Dîvân'ı; Hamza Dede'nin Câvidân-nâme şerhleri; İskurt              Muhamed Dede'nin Salât-nâme'si; Emîr İshak'ın Turâb-nâme'si gibi              eserleri Hurûfiliğin diğer kaynakları olarak sayabiliriz              (Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, III-VII; A/i Ekber              Dehhuda, Luğat-nâme, XI, s  488)  Hüsamettin AKSU | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #24 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler Tarihi             MELAMİYYE Bir tarikat adı  Melâmet, sözlükte kınamak,              ayıplamak ve sitem etmek manalarına gelir  Melâmîlik yoluna bağlanan              kimseye de "Melâmî" denir  Melâmîliğin bir tarikat olduğunu söyleyenler yanında; kuralları belli bir tarikat olmadığını, her türlü gösterişten ve dünya kaygısından uzak kalmayı benimseyenlerin genel adı olduğunu ileri sürenler de vardır  Melâmîliğin bir tarikat              olmadığı düşüncesi, kurucusunun ve kuruluş tarihinin bilinmediğinden              dolayıdır  Birinci dönem Melâmîlik, "Melâmetiye" adıyla tanınır  İlk              defa Nişabur'da hicrî III  asrın başlarında Ebu Salih Hamdun b  Ahmet b  Ammâr el-Kassâr, Melâmîliğin yayılmasında büyük rol              oynamıştır  Melâmîlik, Hamdun Kassar'dan önce varsa da, bir tarikat              haline onun zamanında gelmiştir  Melâmîlikte Muhyiddin İbnü-l Arabî'nin "Vahdet-i vücud" görüşünün derin etkisi vardır  Melâmîler kaçınılması mümkün              olmayan cemaatle namaz dışındaki ibadetlerini ve Allah'a yakınlıkla              ilgili hallerini halktan gizlerler  Bunları açığa çıkarırlarsa              kendilerini kınarlar  Gerçek durumlarını sezdirmemek için halk              içinde sıradan bir insan gibi giyinip kendilerini belli etmeden              yaşamaya çalışırlar  Görünüş ve gösterişe değer vermezler  İnsanlara              yalnız kötü taraflarını gösterip iyiliklerini gizlemede çok ileri              gittiklerinden, çevresindekiler onları kusurlu kimseler sanarak              ayıplar ve kınarlar  En hoşlanmadıkları şey, kibir ve gösteriştir  Bu kötü huylardan korunmak, Melâmîlikte bir kuraldır  Özel giysileri              ve tekkeleri yoktur  Melâmîler kimseye dertlerini açmazlar  Çünkü kula ihtiyacı bildirmek, muhtaçtan yardım istemektir  Bu sebeple ihtiyacı Allah'tan dilemek ve              Peygamber'in yolundan gitmek, kulluğun iki esasıdır  Birbirlerinin              yardımına koşarlar  Bu konuda Hamdun Kassar; "Mümin, kardeşi için              gece kandil, gündüz asa olmalıdır" der  Melâmîlik başta Mevlevîlik olmak üzere IV  asrın sonlarında oluşmaya başlayan, V  ve VI  asırlarda gelişen              tarikatları etkilemiş, birçok bâtınî mezhep ve mesleklerin ortaya              çıkmasına sebep olmuştur  Melâmîlik tarihi bakımından üç devreye ayrılır  1  Devre: Kassariye Melâmîliği  Hamdun              Kassar'a ait olan ve Melâmetiyye denen ilk devre melâmîliği  Hicri              III  yüzyılda Nişabur'da ortaya çıkmıştır  2  Devre: Bayramiyye Melâmîliği  İlk devre              melâmîliği zamanla bâtınî grupların Melâmîliğe girmesiyle asıl              sağlığını kaybetmiştir  Bunun yerini, hicri IX  asırda Bolu              Göynük'de Hacı Bayram Veli ile ortaya çıkan ve ilk Melâmîlerin bütün              özelliklerini taşıyan Bayramî Melâmîliği almıştır  Anadolu'da              Melâmîliğin yayılması, Hacı Bayram Velî vasıtasıyla olmuştur  3  Devre: Nuriyye Melâmîliği  Seyyid Muhammed              Nur el-Arabî'ye ait olan bu kol, hicri XIII  asırda Üsküp'te ortaya              çıkmıştır  Abdüsselam ARI | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #25 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler Tarihi             MÜŞEBBİHEAllah'ı yaratıklarına benzeten fırkaya verilen              isim  Cehm b  Safvan (öl  128/746) Allah'ın sıfatlarını inkâr edip              tatile saptıktan sonra buna bir tepki olarak Allah'ı insanlara              benzetme hareketi başlamıştır  Abdu'l-Kahir el-Bağdadî (öl  429/1037)  Müşebbihe'yi iki kısma ayırır  Biri; Allah'ın zatını O'nun              dışındakilere benzetmiştir  Öteki ise; O'nun sıfatlarını, O'nun              dışındakilerinin sıfatlarına benzetmiştir (el-Bağdadî, el-Farku              Beyne'l-Fırak, Beyrut (t  y  ), s  225)  Allah'ın zatını insanlara              benzetenler, Şia'nın gulat fırkalarıdır  Bunlardan Abdullah b  Sebe'              Hz  Ali'yi ilâh olarak vasıflandırmıştır  Müşebbihe'nin bir çok              fırkaları vardır  En meşhurları ise, Hişâmiyye fırkasıdır  Müşebbihe              denildiğinde ilk akla gelen bu fırkadır  Bu fırkanın ilk kurucusu              Hişâm b  el-Hakem'dir  Daha sonra gelen Hişâm b  Sâlim el-Cevâlikî              de aynı yolu izlemiştir  Her iki Hişâm da Gulât-ı Şiâ'dandır (Şehristânî,              el-Milal ve'n-Nihal, Beyrut 1975, II, 21  el-Fisal'in kenarında              basılmıştır)  Hişâm b  el-Hakem, Mutezilî Ebu'l-Hüzeyl ile              aralarında geçen bir tartışmada Allah'ın cisim olup boyutlarının              bulunduğunu, boyunun kendi karışıyla yedi karış olduğunu iddia              etmiştir (Şehristânî, a  g  e  , II, 21)  Gulat-ı Şiâ'dan olan Hişâm, Peygamber(s  a  s  )'in              "Kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır" "Senin benim yanımda              durumun, Hârun'un Mûsâ'nın yanındaki durumu gibidir  Ne var ki              benden sonra peygamber yoktur"  "Ben ilim şehriyim, Ali de onun              kapısıdır" gibi sözleriyle Hz  Ali'yi kendisinden sonra halife tayin              ettiğini iddia etmiştir  Ayrıca Hz  Ali'nin masum olduğunu, yanılma              ve bilgisizlikten, gafletten tamamen uzak bulunduğunu ileri              sürmüştür (el-Malatî, Ebu'l-Huseyn Muhammed b  Ahmed, et-Tenbih              ve'r-Redd alâ Ehli'l-Ehvâi ve'l-Bida ; Beyrut 1968, s  25)  Allah'ın sıfatlarını insanların sıfatlarına benzetenler ise, Mutezile'den Basralı ekolden bazı kimselerdir ki bunlar, Allah'ın iradesinin insanların iradesi gibi olduğunu, Allah'ın konuşmasının da insanların konuşması gibi ve aynı nitelikleri taşıdığını söylemişlerdir (el-Bağdâdî, a  g  e  , s,              229-230)  Müşebbihe fırkaları genelde gulat-ı şîa denilen aşırı şiîler arasında çıkmıştır  Bu inanlarıyla Müşebbihe'nin sapık bir fırka olduğu açıktır  Gerçek Müşebbihe Allah'ın zat ya da sıfatlarını              yaratıkların zat ve sıfatlarına benzetip bunların aynı niteliklere              sahip olduğunu söyleyen fırka olmakla birlikte; bir takım              mütâlaalarla ban fırkalar diğerlerini Müşebbihe olmakla              şuçlamışlardır  Meselâ, Mutezile, Ehl-; Sünnet mensuplarını âhirette              Allah'ın görüleceğini söylemeleri ve Allah'ın sıfatlarını kabul              etmeleri sebebiyle Müşebbihe olmakla suçlamışlardır  Onlara göre              Allah'ın görüleceğini söylemek, aynı zamanda Allah'ın cisim olduğunu,              belli bir mekânda ve belli bir yönde olduğunu söylemekle eş              anlamlıdır ve bu sebeple de Allah'ın görüleceğini söyleyenler hem              Müşebbihe ve hem de Mücessimedirler (İbnu Ebi'l-Hadîd, Şerhu              Nehci'l-Belağe, Beyrut (t  y  ), I, 19)  Yine Mutezile'nin etkisinde kalan ban Kelâm ehli ile onlara tabi olanlar, Allah'ın yukarıda olduğunu; arşının üzerinde istivâ ettiğini kabul eden ve nüzûlünün olduğunu söyleyenleri "teşbih" ile itham etmişlerdir  Meselâ, Zahid              el-Kevserî, bu tür endişelerle İbnu Kuteybe ve bemerlerini Müşebbihe              olmakla suçlamıştır (Zahid el-Kevserî'nin tahkik ettiği              el-Malatî'nin a  g  e  , s  75'te 1 nolu dipnot, s  97'de 2 nolu dipnot,              s  113'te 2 nolu dipnot)  Yine Fahruddin er-Râzî (öl  606 h  )              Kur'ân'da Allah hakkında kullanılan yed, vech gibi haberî              sıfatlarını te'vil etmemenin kişiyi Mücessime'ye sürükleyeceğini              söylemektedir (Râzî, Esasu't-Takdîs, Mısır 1935, s  172-173)  Oysa              Selef-i Salihin'in bu sıfatları te'vil etmedikleri bir vakıadır  Bu nedenle teşbih ile itham edilen kişilerin gerçekten Müşebbihe olup olmadıklarını iyi tahkik etmek gerekir  Yüce Allah, kendisine benzer hiç bir şeyin olamayacağını Kur'ân'da ifade etmektedir: "O'na benzer hiç bir şey yoktur  O, işitendir, görendir" (eş-Şûrâ, 42/11)  Yaratıklarından              hiç bir şey O'na benzemez  O da yaratıklarına benzemez  Allah'ın              zatı yaratıklarına benzemediği gibi, sıfatları da yaratıklarına              benzemez  Allah, hayat, ilim, kudret, semi', basar vs  gibi subûtî              sıfatlarla muttasıftır  İnsanlarda da hayat, ilim, kudret, semi' ve              basar gibi sıfatlar vardır  Ancak Allah'ın sıfatlarıyla insanların              sıfatları arasında sadece isimlendirme yönüyle bir benzerlik vardır  Mahiyet açısından bir benzerlik asla söz konusu değildir  Allah'ın              hayatı vardır ama bizim hayatımıza benzemez; kudreti vardır ama              bizim kudretimize benzemez; ilmi vardır ama bizim ilmimize benzemez  O'nun sıfatlarında kemal vardır; bizim sıfatlarımızda yoktur  O'nun              sıfatları ezelî ve ebedîdir; ama bizim sıfatlarımız böyle değildir  O'nun sıfatları için bir sınır sözkonusu değildir; ama bizim              sıfatlarımız sınırlıdır  M  Sait ŞİMŞEK | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #26 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler Tarihi             BAHAiLiK-BAHAiYYE             Bahâullah Mirza Hüseyin Ali Nuri (1817-1892)'nin              kurduğu batıl bir mezhep  Bâb lâkabıyla tanınan Mirza Ali Muhammed 1844 yılı Mayıs ayında insanlığa yeni bir haber getirdiğini bildirip, Bâbilik* mezhebini kurdu  Devlet güçlerine başkaldırmaları sonucu              Bâbilerin birçokları öldürüldü  Bâb Mirza Ali Muhammed 1850 yılının              Temmuz ayında irtidat suçuyla Tebriz'de kurşuna dizildi  Bâb'ın yakınlarından olduğunu ileri süren Mirza Hüseyin Ali, Bâb tarafından haber verilen ve zuhur edeceği bildirilen kişinin kendisi olduğunu açıklayıp, bu mezhebi Bahâilik adıyla yeniden faaliyete geçirdi  Bâbilerin İran şahı Nasirûddin'e karşı giriştikleri bir suikast teşebbüsünden sonra Mirza Hüseyin Ali İran'da tutunamayınca, Osmanlılar'a sığındı  Bir müddet Edirne'de              ikamet etti  Burada sapık inançlarını yaymaya çalışınca Akka'ya              sürgün edildi  Bahâullah, davet ettiği dinin yeni bir din olduğunu, Allah'ın kendisine hulûl ettiğini ve her şeyi kendisine vahyettiğini iddia ediyordu  Bu inanç ve mezhebini "el-Kitâbü'l-Akdes"              adını taşıyan eserinde topladı  Kendisinin gaybı bildiğini söyler ve              vuku bulacak bir takım haberler verirdi  Ölümünden sonra büyük oğlu              Abbas, Mısır, Avrupa ve Amerika'yı dolaşarak gezdiği yerlerde              Bahâîliği yaymağa çalıştı  Bahâîlik üzerinde Babîliğin, Bâtınîliğin, Hurûfîliğin ve Hristiyanlığın açık etkileri görülmektedir  Bahâîliğin temel ilkesi genel bir dilin konuşulması ve genel bir              yazının kullanılmasıdır  Din birliği esas olup dünya tek vatan,              insanlar da bu vatanın vatandaşıdır  Vahiy süreklidir  Kimseye              kötülük yapmamak, mütevâzi olmak şarttır  Dünya barışının sağlanması              zorunludur  Haksızlığı önlemek için haksızlık yapana karşı bütün              insanların birleşmesi gerekmektedir  Kadınların hak ve hukukunu              gözetmek esastır  Her Bahâî bir defaya mahsus olmak üzere malının 19/1'ini vergi olarak cemaate öder  İki kadından fazlasıyla evlenmek              yasaktır  Boşanma asla caiz değildir  Ancak eşlerden biri kadınlık              veya erkeklik görevini yapamıyorsa o zaman boşanmak mümkündür  İddet              beklemek gibi bir şart söz konusu değildir  Boşanan bir kadın hemen              ertesi gün evlenebilir  Cenaze namazları dışında cemaatle namaz              kılmak yoktur  İbadet için müslümanlar gibi abdest alırlar  Ayrıca cünüplük için de yıkanırlar  İbadet için              kıbleleri Hayfa şehridir  Günde üç defa ibadet edilir  Yılda ondokuz              gün oruç tutarlar  Bu oruçları İslâm'da olduğu gibi değil, sadece              bir perhizden ibarettir  Hac ibadetine benzer ve yalnız erkeklere              farz olan bir ibadetleri olup adına hacc diyorlar  Bu hacc              ibadetlerini de Bahâullah'ın Akka'daki mezarını ziyaretle yaparlar  Ayrıca bunun belli bir zamanı yoktur  Herkesin istediği zamanda bu              ziyaretini yapması mümkündür  Bu dinlerinde haram ve helâl işleri              kimse tarafından belirlenmiş değildir  Herkes kendi istek ve              mantığına göre yaşantısını düzenleme hakkına sahiptir  Bahâî takvimine göre bir yılda ondokuz ay vardır  Her ay ondokuz gündür  Normal yılların hesaplanması 19x19+4 şeklinde,              artık yılların hesaplanması 19x19+5 şeklindedir  Ondokuz günde bir              kez ziyafet toplantıları yapılır  İngiltere, Almanya, İsviçre, Türkistan ve Amerika'da Bahâîlik'le ilgili yayınlar yapılmaktadır  Amerika'da iki              yılda bir "Bahâî World" (Bahâî Dünyası) adıyla yayınlanan bir              yıllıkları vardır  Avrupa, Amerika, Avustralya ve Asya'nın çeşitli ülkelerinde Rûhânî Mahfil adı verilen ve dokuz kişilik bir kuruldan oluşan Bahâî dernekleri ve toplantı merkezleri ile Washington da büyük bir mâbedleri vardır  Bahâilik, İslâm ülkelerindeki dirilişi,              canlanışı önleme amacını taşımaktadır  Emperyalist Batı rejimlerinin              ilgi ve desteği de bundan dolayıdır  Bahâîliğin genel merkezi İsrâil'in Hayfa kentindedir  Cemil ÇİFTÇİ | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #27 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler Tarihi             BABiLiK             Mirza Ali Muhammed Bâb'ın (1819-1850) kurmuş              olduğu batıl mezhep  Mirza Ali Muhammed 1819'da Şiraz'da doğdu  Necef'te Seyyid Ali Reştî (ö  1843)'den ders aldı  Seyyid Ali Reştî,              ona ölümünden sonra yerine geçecek halife olmasını ve Mehdî olarak              ortaya çıkmasını telkin etti ve buna ikna etti  Mirza, davetini 1844              de Şiraz'da ilân etti  1850 yılında Tebriz'de Şah Nasûriddin'in              huzurunda, âlim ve fakihlerle yaptığı münazara sonunda irtidat              ettiğine hükmedilerek idam edildi (Muhsin Abdülhamid, İs!âm â              Yönelen Yıkıcı Hareketler, Çev  S  Yeprem-H  Güleç, Ankara 1973,              6970)  Bâbiyye'ye bağlı müfrit kimseler Nasûriddin Şah'a suikast yapmaya kalkışınca birçokları öldürüldü  Mirza Ali'nin              öğrenci ve müridlerinden Suph-i Ezel, Mirza Yahya ve kardeşi Mirza              Hasan Ali Bağdat'a kaçtılar  Oradan İstanbul'a, daha sonra Edirne'ye              sürgün edildiler  Her iki kardeş arasında anlaşmazlık meydana geldi  Suph-i Ezel ve adamları oradan Kıbrıs'a Baha ve adamları da Akka'ya              sürgün edildi  Mirza Ali Muhammed cahil ve tutarsız görüşler ortaya atan bir sapıktır  O, önce kendisinin İmam-ı Muntazar* (beklenen              imam)'a, açılan bir "Bâb" (kapı) olduğunu iddia etti  Sonra bizzat              imamın kendisi olduğunu söyleyip, daha sonra peygamberlik taslamaya              başladı  Sonunda da kendisine ilâhî ruhun hulûl ettiğini söyleyerek              tanrılık iddiasında bulundu  İmam-ı Muntazar'a açılan kapı anlamında              gelen "Bâb" kelimesinden adını alan Bâbîlerin inançları şöyle              özetlenebilir: Mirza Ali Muhammed'in bütün geçmiş peygamberlerin gerçek temsilcisi olduğuna inanmak,(inançlarına göre Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm, Bâbilik'te birleşir  Bu üç din arasında              herhangi bir ayrılık yoktur); Allah'ın Mirza Ali'ye hulûl ettiğine              inanmak, Ahirete inanmak, Hz  Muhammed'in peygamberlerin sonuncusu              olduğuna inanmak  Mirza, ebced* harflerini zikretmiş ve bunlar için belirlediği sayılardan tuhaf anlamlar çıkartmıştır (Muhammed Ebu Zehra, İslâm da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, Çev E  Ruhi              Fığlalı-Osman Keskioğlu, İstanbul 1970, 286-287)  Bâbîliğe göre "ondokuz"              sayısı mukaddestir  Onlara ait takvime göre bir yıl ondokuz aya,              aylar ondokuz güne bölünmüştür  Dolayısıyla bir yıl 19x19=361 gündür  Böylelikle Bâbiliğin İslâm ile ilgisi olmayan ayrı ve yeni bir din olduğu görülmektedir  Bu batıl din, İslâm,              hristiyanlık, yahudilik, mecûsilik ve putperestliğin karışımından              oluşturulan ve İslâmî prensipleri yıkmayı hedef alan siyasî bir              yapıya sahiptir  Bu dinin kurucusu peygamberlik ve velâyet              aracılığıyla kendisi için "Vasıta-i Kübra" yahut "Bâbûddin, Bâb"              ünvanlarını kullanmıştır  Daha sonra kendisine "Nokta" veya "Hâlikü'l-hayr"              adını verdi  Çünkü artık o, nebi değil, ilâhî özelliklere sahip              olduğunu iddia ediyordu  Bâb'ın ilk telif ettiği kitap "er-Risâletü'l-Hidâye              fi'l-Ferâizi'l-İslâmiye" adlı eseri idi  Bâbiye'ye mensup olanlar              Karmatîler gibi etrafta fesat ve fitne çıkarmaya ve insanları              dalâlete sürüklemeye kalkıştılar  Onlar savaşta ölenlerin kırk gün              sonra dirileceğine inandıkları için çırılçıplak olarak düşman              üzerine hücum ederlerdi  Bâbiye peygamberlere iman eder  Ölüm "Lika-i Bâb"              için bir yokluktan ibarettir  Öldükten sonra sevap ve ikab, lezzet,              ızdırap ve elem vardır  Onlar öldükten sonra ruhlarının ikinci kez              geri geldiklerine inanırlar  Yani onlarda tenasüh vardır  Ölümden              sonra dirilme, Haşir ve Neşir, Bâb'ın tekrar dünyaya gelişi ve              kıyamı ile tamamlanır  Onlara göre Kur'an'ın hükümleri mensuhtur  Amelle ilgili görüşlerine gelince: Kadınlar gerek miras ve gerekse diğer hususlarda erkeklere eşittirler  Bâbileri ondokuz kişilik bir kurul yönetir  Mallarının beşte birini yılda bir defa bu kurula vergi olarak              verirler  Bütün cezalar kaldırılmıştır  Ancak nakdî ceza ve karı              kocanın beraber yaşamasına engel olmak hariçtir  Evlenme onbir              yaşından itibaren mecburidir  Boşanma iyi karşılanmaz  Dul kalan              erkekler doksan, kadınlar doksanbeş gün içerisinde evlenmeye              mecburdurlar  Onbir ilâ kırkiki yaş arasındaki kimseler her sene              güneşin doğuşu ile batışı arasında bir ay (on dokuz gün) oruç              tutmaya mecburdurlar  Oruç kırkiki yaşından sonra kalkar  İnsanlar              muaf olur  Ramazan Bayramına "İyd-i Rıdvan" denir  Bu bayram "19"              gündür  Biri kendisine, onsekizi müritlerine aittir  Muharremin              birinci günü "İyd-i Mecit"tir; çünkü Bâb o gün doğmuştur  Bağlılarından biri iktidarı ele geçirirse Mekke ve Beyt-i Mukaddes              yani Kabe gibi bütün kutsal yerleri, peygamberlerin ve evliyanın              mezarlarını tahrip etmekle yükümlüdür  Şarap içmek haramdır  Tütün              içmek haram ise de Bâbiler bunu sonradan caiz görmüşlerdir  İslâm'ın              açık bir emri olan tesettür gereksizdir  Nikâh akd olunurken veli,              vekil, şahit gerekli değildir  Sadece eşlerin kabulü yeterlidir  Zekât ve sadaka "Bâbî" olana verilir  Seyahat tavsiye olunmaz  Hacılar ve tacirlerin              dışındakilere deniz seyahati yasaktır  Cenae namazı hariç cemaatle              namaz kılınmaz  Fakat camilerde vaz dinlemek tavsiye olunur  Sarhoşluk veren içkiler yasaktır  Her ondokuz günde bir defa su              içirmek için bile olsa ondokuz kişiyi davet etmek lâzımdır  Dilencilik yasaktır  Mirasın özel bir paylaştırma usûlü vardır  Bâbiye fırkası, Asl-ı Bâbiye, Kurretiyye, Ezeliyye ve Bahâiyye* olmak üzere dört kısma ayrılır  Asl-ı Bâbiye;              ancak Bâb'a bağlı olup el-Beyân adlı eseri ile amel edenlerdir  Bâb'dan sonra yazılan eserlere asla itibar etmezler  Kurretiyye; Bâb'ın müritlerinden "Zerrin Tâç" adında güzelliği ile şöhret bulmuş bir kadına tâbi' olan gruptur  İran müctehidlerinden birinin kızı olan Zerrin Taç ilk zamanlarda              arşa "Kalb-i Nebi", Cebrâil'e "Akl-ı Nebi" diyen Rüştiyye reisi              Kâzımü'l-Hüseynî'ye bağlı idi  Seyyît Kâzım Reştî'nin vefatından              sonra Bâb'ı imam edindi  Gâib olan Bâb'a iman etti  Bâb ile              mektuplaşmaya başlayınca, Bâb kendisine Kurretü'l-Ayn dediğinden,              Zerrin Taç, "Kurretü'l-Ayn" lâkabını aldı  Kurretü'l-Ayn kadınlardan              tesettürü kaldırdı  Mükellefiyet ve farzları tamamen gereksiz gördü  Bir kadının dokuz erkek ile evlenmesinin caiz olduğu gibi bazı              hükümler koydu  İslâm şerîatının mensuh, Bâb şerîatının hak olduğunu              iddia edecek kadar küstahlığa kalkıştı  Kurretü'l-Ayn öldürüldükten              sonra Kurretiyenin çoğu katlolunmuş, ancak pek azı kendilerinin İsna              aşeriyye'den olduklarını ilân etmekle kurtulmuştu  Ezeliyye; Bâb'ın talebelerinden Mirza Yahya'ya bağlı olanlardır  Bunlar müslüman olarak görünürler  Zâhirde bütün              farzları yerine getirirler  Takiyye yaparlar  Bahâileri tekfir              ederler  Mirza Yahya, Bâb tarafından Suph-i Ezel lâkabını almıştır  Bundan dolayı bağlılarına "Ezeliyye" denilmiştir  Bahâiyye veya Bahâilik'e gelince: Mirza Ali Baha, oğlu Abbas'ın gayretiyle halkı Edirne'de kendi adına davet ettiği için Suph-i Ezel ile arası açılmış idi  Suph-i Ezel Kıbrıs'a sürgün              olunduğu sırada o da Akka'ya sürüldü  Bunun adamları yetmişüç kişi              idi  Baha, Akka'da Bâb'ın halifeliğinden Mehdiliğe, velâyet-i              mutlaka'ya, nübüvvet-i amme'ye ve hassa'ya, hatta ilâhiyete kadar              çıktı  "el-Eykan" adlı bir eseri vardır  İran'da Rusya'da, Suriye'de,              Mısır'da, Hint'te, Amerika'da pek çok Bahâiler vardır  Bahâiler              indinde Bâb, Mehdî, Bahâ, Mesihtir  Daha sonra Bahâ ilâh olmuştur  Bâb'ın vahyi olduğu gibi, Bahâ'nın da levhalardan ibaret vahyi              vardır  Bâb ve Bahâ mucize göstermekten aciz olduklarından peygamberlerin mucizelerini inkâr ederler  Bahâiyenin              de Bâbiye gibi dini hükümleri vardır  Akdes adlı kitap bu hükümleri              ihtiva eder  Sabah, öğle ve akşam olmak üzere dokuz rekat namaz              kılarlar  Kıble Akkâ'dır  Cenaze namazı altı tekbirdir  Cenazeden              başka cemaatle namaz kılınması gereksizdir  Nevruz bayram günüdür  Hac, Akkâ'da gömülü olan Bahâ'yı ziyarettir  Bu duruma göre Bâbîlik ve ondan türemiş olan bütün kolları bazı İslâmî ıstılahları kullanmalarına rağmen, İslâm ile ilgisi olmayan ayrı ve uydurulmuş bir din görüntüsü taşımaktadır  Bu mezhep bugün İran'dan başka Amerika, Afrika ve Avrupa'da taraftar bulmuştur  Durak PUSMAZ | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #28 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiNUSAYRILIK Çogunlugu Suriye'de yasayan asiri bir Siî-Batinî firkasi  Bunlara günümüzde Numeyrîler ismi de verilmektedir  Nusayrî isminin ise         geçmiste kalan bir isim oldugunu ve firka kurucusuna nisbeten bu ismin verildigini ileri         sürerler  Firkanin ismini, kurucusu olan Muhammed b  Nusayr en-Nemiri'ye (270/883)         nisbeten aldigi bilinmektedir  Zaten itikadi firkalarin hemen hemen bir çogunun         kurucularina nisbeten tanindiklari ve buna uygun isim aldiklari bilinen ve sik rastlanan         bir durumdur  Batinî karakterli firkalarda ortak olarak görülen husus, bunlarin genel olarak çift hayatlari olmasidir  Yani birisi, kendi         içlerinde ve çevrelerinde yasadiklari ve yasattiklari hayat seyri, digeri de toplum         içinde yasamalari itibariyle toplumsal hayatlaridir  Iste Nusayrilik de genel anlamda bu         özellikleri tasimakla birlikte, batinî firkalar arasinda, önemli eserlerinden bir kismi         elde edilebilmis ve dolayisiyla görüslerine vakif olunabilmis firkalardan birisi olma         özelligini tasimaktadir  Nusayriligin kurucusu Ibn Nusayr, Siî-Imamiyyenin onuncu imami Ali en-Nakî'nin hayatinda onun tarafindan gönderilmis bir peygamber oldugunu iddia ediyor; onun hakkinda asiri görüsler ileri sürerek tenasuhtan söz ediyordu  Onun ilahligini söylüyor ve haramlari helal kiliyordu  Bir rivayete göre de,         Ibn Nusayr, Imamiyye'nin onbirinci imami Hasan el-Askeri'nin (260-873) "bab"i         oldugunu ileri sürmüs ve onun vefatiyla da oglu Muhammed b  el-Hasan'in mehdiligini         kabul etmistir (E  Ruhi Figlali, Çagimizda Itikadi Islam Mezhebleri, s  143, en-Nevbahtî,         Firakus-Sî'a, nsr  M  Sadik, Necef 1936, s  193)  Genellikle Suriye bölgesinde yayilmis bulunan Nusayriler, Karmatilerin 291 (903) yilinda Suriye'yi ele geçirmesi üzerine, bir kismi Suriye'de kalirken bir diger kismi ise, Antakya civarina çekildiler  Özellikle         Nusayrilik Hamdanilerin Suriye'ye egemen olmasiyla bu dönemde büyük bir güç         kazandilar  Zira Hamdani emirleri bu mezhebe girmis ve yayginlasmasi için ugrasmislardir  Selçuklular döneminde Malazgirt savasini (463/1071) takiben de Nusayriler Antakya'yi ele         geçirmislerdi  Franklarin 492 (1098) yilinda bölgeyi isgal etmeleri üzerine bir süre         onlarin hakimiyetleri altinda kaldilar  Haçli seferleri esnasinda Haçli ordularina         yardim etmis ve müslümanlarin aleyhinde Hristiyanlara destek olmuslardi  Bundan dolayi         Selahaddin Eyyubî tarafindan cezalandirilmislardir  Ayni sekilde Memluklular aleyhinde         Mogollara yardim ettikleri için Memluklu Sultani Baybars'tan da baski gönnüslerdi  Nusayriler, bölgede sirasiyla hüküm süren, Selahaddin Eyyubi, Haçlilar, Ismaililer ve         Mogollar'dan sonra Yavuz Sultan Selim'in 922 (1516) yilindaki Mercidabik Zaferi ile         Suriye'yi ele geçirmesi ile daha sonraki devirlerde de ayni bölgede varliklarini         sürdürürler  Nusayrilerin hemen hemen her devirde ve özellikle Osmanli Döneminde         varliklarini sürdürmelerindeki en önemli faktör, Osmanli Devletinin, hükmü altindaki         bölgelerde her inanç ve irktan olan kavimlere gösterdigi müsamaha anlayisi ve tavri         gösterilmektedir  Zira, Osmanli Devleti, bu tavrini devletin baglayici ve birlestirici         bir felsefesi olarak telakki etmekte idi  Zaman zaman Osmanlilara karsi isyan etmelerine         ragmen II  Abdülhamid onlari resmen bir mezheb olarak kabul etmisti  Bugün Suriye'de çesitli bölgelerde, Hatay, Tarsus, Adana, Firat boylari ve Lübnan'da yaygin olarak yerlesmis bulunan Nusayrilerin sayisi bir kisim arastirmacilara göre yaklasik 325-400 bin kisi civarindadir (L  Massignon, "Nusayriler" Maddesi, I  A  ) Bir kisim arastirmacilara göre ise,         yalniz Hatay Bölgesi'nde yaklasik yüz kirk dokuz bin Nusayri bulunmaktadir (Ahmet Turan,         Les Nusayris de Turquie dans la Religion d'Hatay, Doctorat de III e cylcle Paris 1973, s  21)  Diger bir çok itikadî firkada oldugu gibi Nusayrilik de kendi arasinda çesitli firkalara ayrilmistir  Bunlar genel olarak dört         kola ayrilmislardir ki, bunlar; Haydariyye, Simaliyye (veya Semsiyye) Kilaziyye (veya         Kameriyye) ve Gaybiyye'dir  Ancak bunlar, esas itibariyle, Simafiyye ve Kibliyye olmak         üzere iki ana kol halinde yayginlik kazanmislardir  Nusayrilerin itikadi görüslerine gelince: Bunlarin görüsleri kismen Islâm'dan kaynaklanmis olsa da agirlikli olarak batini tevillere dayanmakta ve hatta zaman zaman hristiyan kültürünün etkisi görülmektedir  Hüseyin b  Hamdân el-Hasibî'nin (346 veya         358/957 veya 968) Kitâbül-Mecmû'u ile önce nusayri iken daha sonra hristiyan olan         Adanali Süleyman Efendi'nin Kitâbul-Bakürati's-Süleymaniyye fi Kesfi         Esrâri'd-Diyânâti'n-Nusayriyye isimli eserleri Nusayriligin itikadi ile ilgili önemli         bilgiler ihtiva ederler  Bir çok itikadi firkada gördügümüz gibi, firkalarin görüslerini temel bazi hususlar teskil etmekte ve diger görüsler bu görüsün etrafinda odaklanmaktadir  Nusayrilerin görüslerinin temelini de Hz  Alinin         ilahlastirilmasi teskil etmektedir  Bundan dolayi Nusayriler Sia firkalari arasinda gulat         kismindan telakki edilmektedir  Bu firkanin bütün kollarina göre Hz  Ali mabudtur,         tanridir  Yüce Allah için sayilan sifat ve özellikler Hz  Ali için sayilmaktadir  O         nurun nurudur, ilahi zati itibariyle gizlidir  O manadir  Görünüste imam olmasina         ragmen, batini cihetiyle O, Allah'tir  Buna göre onlarin sehadet kelimesi "Ben         Ali'den baska ilah bulunmadigina sehadet ederim "seklindedir  Bu anlayisa göre Ali, Tanridir  Kendi ruhundan         Muhammed'i, O da Selman-i Farisî'yi yaratmistir  Ali "mana", Muhammed         "isim", Selman ise "bab"dir  Bu üçlü A(ayn), M (Mim) ve S (Sin)         sembolleriyle ifade edilir  Bu üçlü sembolize sistemi Süleyman Hasbi tarafindan         Hristiyanliktaki "Baba-Ogul-Ruhul-Kudüs" sistemiyle açiklanir  Ayrica         Selman'dan sonra bes tane de eytam vardir ki, bunlar; Mikdad b  el-Esved (Tabiat olaylari         ve zelzeleyi yürütür), Ebû Zerril-Gifâril-Gifâri (Yildizlarin hareketini idare         eder), Abdullah b  Revâha (Canlilarin hayatlariyla ugrasir), Osman b  Maz'un (Rizik ve         hastaliklarla ugrasir) ve Kanber b  Kadân ed-Devrî (Ruhlari cesetlere gönderir)  Bu bes         eytam, ayni zamanda bes büyük yildizdir  Tenasüh ve ruh göçüne inanirlar  Onlara göre,         insanlar ilk kez semâvî varliklar olarak yaratilmislar; fakat düsüslerinin bir sonucu         olarak bu günkü sekillerini kabullenmek zorunda kalmislardir  Sürekli tenasüh ve ruh         göçü, insanlarin tekrar semavi varliklara dönmesiyle son bulacaktir  Yine Hz  Ali         (r  a)'in yildizlarin prensi oldugunu ve günes veya ay ile cisimlenmis bulunduguna         inanirlar  Kendileri Ali'nin uluhiyyetine inanmak ve onun yüceliginin nimetine ermek serefine ulasan kisilerdir  Aliye inanan Nusayrilerin ruhla,         hareket yoluyla yildizlar haline dönüserek nurlar alemine yükselir  Nusayri         olmayanlarin ruhlari ise, hayvan cesetlerine girer  Onlara göre kadinlarin ruhlari         yoktur  Seytanlar insanlarin günahlarindan, kadinlar da seytanlarin günahlarindan         yaratilmislardir  Bu bakimdan kadinlara onlarin mezheblerinin sirlari açiklanmaz  Bu         taassuplarindan ötürü Fâtima'nin ismini kullanmayip, metinlerinde bu kelimenin         müzekkeri olan Fâtir'i kullanmayi tercih ederler  Ayrica onlara göre, diger halifelerle         birlikte bir kisim sahabe ile Muaviye, Yezid ve Haccac da seytanin sembolleridir ve         lanetlidirler  Tanri olarak kabul ettikleri Ali'nin bulundugu yer konusunda iki gruba ayrilirlar  Haydariler'e göre Ali, göktedir  Günes Muhammed'i, ay         da Selman'i temsil eder  Ali güneste oturmaktadir  Bu yüzden bunlara         "Semsiler" de denilmektedir  Ikinci kol olan Kilaziler'e göre ise Ali'nin yeri         ay'dir  Bu yüzden bunlara da "Kameriler" ismi verilmektedir  Onlara göre sarap, uluhiyyetin sembolüdür  Bundan dolayi sarabi ve sarabin asli olan üzüm asmalarini asiri bir sekilde         yüceltirler  Islamin bes sarti ise söyle bir tevil esasina göre anlasilir: 1  Sehadet: Nusayrilige giriste yukarida sözü         edilen sehadet kelimesi tekrar edilir  Sonra da "Nusayri dininden, Cundebî         görüsünden, Cunbulanî tarikatindan, Hasibî akidesinden, Cillî inancindan, Meymunî         fikhindan olduguma sehadet ederim" seklindeki söz söylenir  2  Namaz: Namaz sesle yapilan bir ibadet olup,         sadece duadir  Namazin basinda "Ali, Muhammed ve Selman'i yüceltiriz" demek,         namazi eda etmek olarak anlasilir  Namaz Ali'ye açilan bir kalbin niyazi olarak         anlasildigindan ferdi yapilir, ancak, bayram ve mukaddes günlerde cemaat hafinde de         yapilabilmektedir  Namazdan önce abdest alinmaz  Namazin sartlari bestir: a) Bes seçkini bilmek, Bunlar; Muhammed, Fâtir, Hasan, Hüseyin ve Muhsin'dir  b) Gülmeden ve konusmadan dua etmek, c) Namazi, Abbasi rengi oldugu için siyah takkesiz kilmak, d) Ibadeti baskalari görmeden gizli yapmak, el Namazi, "Ey Yüce, Büyük ve Arilarin Efendisi Ali, bize merhamet et" diyerek bitirmek  Namazin sayisi yine bestir ve bes masuma tahsis edilmistir  Namazda Mekke'ye dönmek sart degildir  Ögleye kadar günesin dogus yönüne,         ögleden sonra ise batiya dogru yönelinir  3  Oruç: Oruç, Resulullah'in babasi Abdullah b  Abdulmuttalib'in sessizligini temsil eder  Buna göre Ramazan Abdullah, Kur'an Hz  Muhammed'dir  Ramazan günleri ise, Nusayrilerin kutsal kisilerini temsil eder  4  Zekat: Zekatin manasi dini ögrenmek ve         aktarmaktir  Her aile malî sartlarina göre, seyhe para vermek zorundadir  Bu zekat         yerine geçer  5  Ziyaretler: Ziyaret yerleri çok önemlidir  Buralar beyaza boyanir ve ayni zamanda ibadet yerleridir  Ziyaret yerleri ya su         kenarlarinda ya da agaçlik yerlerdedir  Bu anlayislari eski Fenikelilerden kalan bir         inançtir  Nusayrilerde, seyhler tabir edilen din islerini organize eden dört ayri sinif vardir ki, bunlar onlara göre büyük önem arzetmektedir  Bunlari da sirasiyla söyle siralayabiliriz; A- Büyük Seyh: Ali'nin yeryüzündeki gölgesi durumunda olup, genis ve büyük bir otoritesi vardir  Insanüstü gücü bulunduguna         inanilir, bu yüzden büyük itibar görür  Vazifesi, seyh ve imam adaylarini seçmektir  Her bölgede ancak bir büyük seyh bulunur  B- Seyh: Cemaatin manevi önderleri durumunda bulunan seyhlerin sayilari çoktur ve atalarinin melekler olduguna inanilir  Melekler         onlara hulul etmistir  Ahiret aleminde sefaat hakkina sahiptirler  Merasim ve ziyaretleri         idare edip, hastalara dua ederler, onlardan izinsiz doktora bile gidilmez  En güzel ve         zengin kizlarla evlenirler ve evleri herkese açiktir  Seyh olabilmek için seyh         ailesinden gelmek sart oldugu gibi genis bir kültüre de sahip olmak zorunludur  C- Nüvvab: Bir nevi seyh yardimcisi durumundadirlar  Seyh olabilmeleri büyük seyhin kararina baglidir  Bunun için genis bir         tecrübeden geçmesi gereklidir, seyh olabilecegi kanaati olusugunda bir baska bölgeye         seyh olarak atanir  D- Imam: Daha alt tabakadan görevlilerdir  Nusayrilige giris bir kaç merhaleden olusmaktadir  Kadinlar bu mezhebe giremezler  Erkekler ise mezhebe girmekle yükümlüdürler  Giris         için, esas sart ana-babanin Nusayri olmasidir  Erkek, sagligi yerinde, 8-10 yasindan         büyük ve ölümle karsi karsiya kalsa bile sir saklayabilecek kabiliyet ve olgunlukta         olmak da Nusayrilige giris için gerekli sartlardandir  Nusayrilige giris genel olarak üç merhaleden olusmaktadir  Sirasiyla bu merhaleleri görmeye çalisalim; Birinci merhale: Mezhebe girecek yasa gelen çocugu babasi, güvendigi bir nusayriye götürür ve ona tavassut etmesini ister  O sahis onun         manevi babasi haline gelerek onu iyice tanir  Çocugun durumu hakkinda sahitler ve seyhin         huzurunda teminat alinir, çocuk eger sir verirse öldürülür  Daha sonra o kisi         çocugun egitimini saglar  Müslümanlarin gözünde iyi bir müslüman intibasi birakmak         için namaz kilip, oruç tutmasina özen göstermesi istenir  Zira bu safhada o çocuk bir         nevi ilk imtihandan geçmektedir  Bu ön hazirlik safhasindan sonra çocuk, "Mesveret Cemiyeti" adi verilen bir toplantiya alinir ki, bu toplanti seyhin veya ileri gelen bir nusayrinin evinde yapilir  Çocuk içeri alinir ve nefsini alçaltma,         itaatkâr olmanin bir nisanesi olarak, seyhin ve orada bulunanlarin ayakkabilarini basina         koyar  Uluhiyyet sembolü olan bir kadeh sarabi içtikten sonra, o, "Abdu'n-Nur"         (Nurun kulu) adini alir  Bu arada a(ayin), m(mim), s(sin) harfleri, manalari anlatilmadan         bir mühür seklinde tekrar ettirilir, tekrar el ve ayaklar öpülür  Sonunda da bu         merasimin ay, gün ve senesi kaydedilir  Ikinci merhale: Ilk merhaleden kirk gün sonra yapilan bu toplantinin adi "Melik Cemiyeti"dir  Çok zengin ve görkemli bir         toplantidir  Nakib, çocuga tekrar bir kadeh içki sunar ve a(ayin), m(mim), s(sin)         harflerinin sirrini ögreterek bunlari her gün 500 defa tekrar etmesini emreder  Bu arada         "Kitâbül-Mecmu" dan da bazi bölümler kendisine ögretilir  Üçüncü merhale: Bu ikinciden daha görkemlidir  Nusayrilige giren çocuk eger ileri gelen bir aileden veya seyh ailesinden birisi ise         ikinciden yedi ay, eger halkdan birisi ise dokuz ay sonra icra edilir  Genis bir salonda         yapilan bu merasim bir hayli kurallara baglidir  Salonda ortada büyük seyhi temsilen bir         imam oturur, saginda nakib, solunda ise necîb vardir  Bu sekil ayni zamanda a(ayin),         m(mim), s(sin) harflerini yani Ali, Muhammed ve Selman üçlüsünü temsil etmektedir  Nakibin saginda da havarileri temsilen on iki kisi bulunur  Necibin solunda ise yirmi         dört kisi yer almaktadir  Bu kisiler Kitabul-Mecmu'un bes defa tekrar edildigine sahitlik         ederler  Merasimin basinda imam tekrar, sir saklayacagina dair söz ister, havariler de         onun sözüne sahitlik ederler  Bu sirada on iki havari önlerindeki on iki bardaktan         birer yudum içki alirlar, aday da alir ve böylece uluhiyyete erilmis olur  Nusayrilere göre kutsal kabul edilen bayram ve merasimler sunlardir: 1  Fitr (Ramazan) 2  Adhâ (Kurban) 3  Gadîr (18         Zilhicce; Hz  Peygamberin Hz  Ali'yi imam tayin ettigine inanilan gün) 4  Mubahale (21         Zilhicce, Necranli Hristiyanlarla Hz  Muhammed arasindaki lânetlesme olayi) 5  Firas (29         Zilhicce; Hz  Peygamberin Medine'ye hicret ettigi gece Hz  Ali'nin O'nun yatagina yatmasi)         6  Asüre (10 Muharrem; Nusayrilere göre Hz  Hüseyin, Kerbela'da ölmemis, Hz  Isa gibi         göge çekilmistir)  7  9 Rebiulevvel (Hz  Ömer'in sehid edildigi gün) 8  15 Saban         (Selman'in ölümü) 9  Nevruz ve Mihrican bayramlari 10  24/25 Aralik gecesi Hz  Isa'nin         dogumu ve "son yemek" ayini  Onlar bayramlarda özellikle uluhiyyetin saglanmasi için sarap içer ve buhur yakarlar  Onlara göre bu hareket bir uluhiyyet göstergesidir  Zira sarap kutsaldir  Nusayriler, burada görüldügü üzere, kendilerince kutsal kabul ettikleri bir takim bayram ve merasimlere çok baglidirlar ve bunlari dikkatlice icra ederler  Zira bir çok batil firkada görüldügü gibi, onlar         kendi otorite ve agirliklarini ancak bu sekildeki resmi ve görkemli merasimlerle ve         mensuplari huzurundaki söz vermelerle saglamaktadirlar  Yani bunun ancak ve ancak         kollektif suurla saglanabilecegi kanaatindedirler  Kollektif suur, bir bakima oldukça         önemli ve zaman zaman da kullanilmasi lüzumludur  Ancak, bunun bir taassup ve hedef         seklinde kullanilmasi yanlis kanaat ve izlenimlere götürmektedir  Islâmda da bir takim         merasim ve kollektif suura götüren vesileler vardir, fakat bunlarin hiç birisinde esas         itibariyle bir asirilik gözlenmedigi gibi daima itidal tavsiye ve tasvib edilmistir  Ayrica akil ve mantik ölçüleri hiç bir sekil ve surette ihmal edilmemistir  Önemli         olan da budur ve bu tür merasimlere taassup ve ifrat-tefritin karismamasidir  Ve bu tür         merasimlerin hiç bir sekilde hedef ve amaç olarak görülmemesidir  Nusayrilerin buraya kadar anlatilan inanis, davranis, hal ve hareketleri dikkatlice izlenip gözönüne alindiginda, bu mezhebin söz konusu bölgelerde zaman süreci içinde hüküm süren eski dinler ve inanislardan, özellikle totemcilikten, Sabiîlik'ten, Mecusîlikten, Musevilik ve Hristiyanliktan ve ilkel inanislardan oldukça büyük oranda etkilendigini görmek ve müsahede etmek mümkündür  Bu inanis biçimi ve tezahürleri ayni zamanda bâtinilik perdesi ile de         örtülerek bir gizlilik içinde, takdim edilmistir  Zira, sözü edilen tutarsiz görüs         ve inanç biçimleri ancak bu sekilde idame ettirilebilmistir  Dikkat edilirse mezhebe ilk         girenden, ilk alinan söz, sir saklama hususudur  Su ana kadar inançlarini özetlemeye çalistigimiz Nusayriler, aslinda inançlarini son derece gizli tutarlar  Öyle ki, büyük bir         çogunlugu inançlarin tamami ve sirlari hakkinda bilgi sahibi olamazlar  Bu, ancak         seçkin bir zümreye aittir  Ögretiler uzun bir üyelige kabul süreci içinde         ögretilir  Bu, ancak uygun görülen 19 yasina basmis erkekler için baslar  Sirlarini,         baskalarina açma korkusuyla kadinlara ögretmedikleri gibi, kadinlar ayinlere de         katilamazlar  Üyelige kabul töreni masonlarin üyelige kabul törenlerine sasirtici bir         biçimde benzemektedir  Nusayrilere Fransiz isgalcileri Eylül 1920'de Alevî ismini verdiler  Böylece Hz  Ali (r  a)'nin ismini kullanarak Islami yikmak daha         kolay olacakti  Dolayisiyla o günden bu güne Alevî ismiyle çagrilmayi tercih ettiler  Iran'daki Bahâiler ve Pakistan'daki Kadiyâniler gibi Nusayriler de emperyalistlerin         çikarlari dogrultusunda kendilerine düsen rolü layikiyle oynamislar ve bu gün         Suriye'de bu rollerini oynamaya devam etmektedirler  Bu gün Suriye bu insanlar tarafindan idare edilmekte olup, tarih boyunca Müslümanlari devamli katletmislerdir  Sadece 1982 yilinda         Hama sehrinde gerçeklestirdikleri katliamda otuz bin sivil insan sehit olmustur  Sonuç olarak; gerçekte bir mezhep gibi görünmesine ragmen Nusayrilik, ne Hristiyanlikla, ne Yahudilikle, ne de Islam ile ilgisi olmayan; gerek inanç, gerekse ibadet yöntemleriyle ayri bir din olarak ortaya çikmaktadir  Bunlarin kâfir, müsrik, mülhid olduklarinda bütün Ehl-i sünnet ve Sia         ulemasi ittifak etmistir  Hatta Ibn Teymiyye, bunlarin kestiklerinin yenilemeyecegini,         kadinlarinin nikâh edilemeyecegini söyledikten sonra; mürted olduklarindan Cizye         ödemekle hayat hakkina sahip olamayacaklarini bildirmektedir  Nusayrilik bu tepkiyi görmesine ragmen bir ara Lübnan'daki Imamiye mezhebi mensuplari tarafindan Siî bir mezhep olarak kabul edildi  Nusayrîler Suriye halkinin dörtte biri olmalarina ragmen 1971'den beri ülke yönetimine         hakim olmuslardir  Böylelikle yirmi yildir bütün ülke diktatör hafiz Esad tarafindan         baski altinda tutulmaktadir  Abdürrahim GÜZEL | 
|   | 
|  | 
|  |