|  | Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #1 | 
| 
Şengül Şirin   |   Mezhepler Tarihi             HANEFİ MEZHEBİİmam-ı Âzam lâkabıyla şöhret bulan Ebû Hanîfe'ye              izâfe edilen fıkıh ekolünün adı  Ebû Hanife'nin asıl adı Numân,              babasının adı Sâbit, dedesinin adı ise Zûta'dır  Zûta, Irak ve              İran'ın müslümanların eline geçmesinden sonra müslüman olmuş ve              Kûfe'ye yerleşmiştir  O ve oğlu Sâbit Kûfe'de Hz  Ali ile              görüşmüştür Ebû Hanîfe H  80 yılında Kûfe'de doğdu, varlıklı              bir ailenin çocuğu olarak orada yetişti  Irak ve Hicaz Ebû              Hanife'nin yetiştiği dönemde önemli iki ilim merkezi hâlindeydi  Çünkü Hz  Ömer (ö  23/643) devrinde Fustat (eski Mısır), Kûfe ve              Basra gibi büyük İslâm şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere              aralarında birçok sahâbenin de bulunduğu binlerce müslüman              yerleşmişti  Hz  Ömer Kûfe'ye fasih Arapça konuşan kabîleleri              yerleştirmiş ve Abdullah b  Mes'ûd (ö  32/652)'a onlara ilim              öğretmesi için göndermiş, "kendisine ihtiyacım olduğu halde              Abdullah'ı size göndermeyi tercih ettim" demiştir (İbnü'l-Kayyim,              İ'lâmü'l-Muvakkin, I, 16, 17, 20)  İbn Mes'ûd, Kûfe'nin kuruluşundan Hz  Osman'ın              halifeliğinin sonlarına kadar Kûfelilere Kur'ân ve fıkıh öğretmiştir  Bu sayede orası, pekçok kurrâ, fıkıh ve hadis bilginiyle dolmuştur  Onun talebelerinin dört bin dolaylarında olduğu söylenir  Ayrıca              Kûfe'de Sa'd b  Ebî Vakkas (ö  55/675), Huzeyfe İbnü'l-Yemân (ö  36/656), Selmân-ı Fârisî (ö  36/656), Ammâr b  Yâsir (ö  34/657),              Muğîre b  Şu'be (ö  50/670), Ebû Mûsa-Eş'ar, (ö  44/664) gibi  seçkin sahâbiler de bulunuyordu (en-Neysâbûrî, Ma'rifetu              Ulûmi'l-Hadîs, nşr  es-Seyyid Muazzam, Kahire 1937, s  191, 192)  Bunlar İbn Mes'ûd'a yardımcı oluyorlardı  Hz  Ali Kûfe'ye geldiğinde              buradaki fakihlerin çokluğuna sevinmiş, "Allah, İbn Mes'ûd'a rahmet etsin, bu şehri ilimle doldurmuş; İbn Mes'ûd'un öğrencileri bu şehrin kandilleridir" demiştir (el-Kevserî, Fıkhu Ehli'l-Irak ve Hadisühum, Nasbü'r-Râye mukaddimesi, I, 29, 30)  Mısır'a yerleşen sahâbilerin üç yüz dolaylarında olmasına karşılık el-İclî, yalnız Kûfe'ye yerleşen sahâbilerin bin beş yüz dolaylarında olduğunu, bunlardan yetmiş kadarının Bedir savaşına katıldıklarını söyler  Kûfe'de bu alim sahâbelerden feyiz ve ilim alarak ictihad yapabilecek dereceye ulaşan tâbiîlerden bazıları da şunlardır: Alkame b Kays (ö  62/681), el-Esved b  Yezîd (ö  75/694),              Şurayh b  e1-Hâris (ö  78/697), Mesrûk b  el-Ecda' (ö  63/683),              Abdurrahmân b  Ebî Leylâ (ö  148/765), İbrahim en-Nehâî (ö  96/714),              Âmiru'ş-Şa'bi (ö  103/721), Said b  Cübeyr (ö  95/714), Hammâd b  Ebî Süleyman (ö  120/738)  İşte Hanefi mezhebînin kurucusu Ebû Hanîfe (ö  150/767) böyle bir ilim ortamında yetişti  Ebû Hanife'nin fıkhı,              kendisinden on sekiz yıl ders aldığı Hammad b  Ebî Süleyman              vâsıtasıyla, İbrahim en-Nehâî, Alkame ve Esved yoluyla, Abdullah b  Mes'ûd, Hz  Ali ve Hz  Ömer gibi sahâbe bilginlerine dayanır  Hz  Ömer'in Irak ekolüne etkisi tbn Mes'ûd vasıtasıyla olmuştur  Hz  Ali              ise kazâ ve fetvâlarıyla Iraklılara önderlik yapmıştır  Kûfe aynı dönemlerde hadîs malzemesi bakımından da zengindi  Müctehidlerin kullandığı ibâdet, muâmelât ve ukûbâtla              ilgili hüküm hadislerinin sayısı sınırlı olduğu için, bu konularda              Hicaz'ın hadis malzemesi bütün şehirlerin bilginlerince biliniyordu  Çünkü onlar hacc dolayısıyla sık sık Mekke ve Medîne'yi ziyaret              ediyorlardı  Aralarında kırktan fazla hacc ve umre yapan vardı  Sadece Ebû Hanife elli beş kere haccetmişti  İmam Buhârî'nin (ö  256/869) hocalarında Affân b  Müslim el-Ensârî el-Basrî'nin (ö  220/835) şu sözü Irak yöresinin hadîs bakımında ne kadar zengin              olduğunu göstermeye yeterlidir: "Kûfe'ye gelip dört ay oturduk  İsteseydik yüz bin hadis yazardık; ancak elli bin hadis yazdık  Biz              yalnız herkesin kabul ettiği hadisleri aldık  Çok hadis yazmamıza              Şerîk b  Abdillâh (ö  177/793) engel oldu  Kûfe'de Arapça'sı bozuk              ve hadis rivâyetinde gevşeklik gösteren kimseye rastlamadık" (el-Kevserî,              a  g  e  ,I, 35, 36)  Affân hakkında, İbnü'l Medinî; "Hadisteki bir harfte şüphesi olsa o hadisi almazdı"; Ebû Hatîm ise; "imamdır, sikâdır  " demiştir  Böyle titiz              bir hadisçi kûfe yöresinde dört ayda Ahmed b  Hanbel'in (ö  241/855)              Müsned'indekinden daha çok hadis toplayabilmiştir  Ebû Hanife Kûfe'de önce Kur'ân-ı hıfzetti  Sarf,              nahiv, şür ve edebiyat öğrendi  Kûfe, Basra ve bütün Irak'ın en önde              gelen üstadlarından hadis dinledi ve fıkıh meselelerini öğrendi  Doğuştan mantık, zekâ, hâfıza gücü ve çalışkanlığı ile ilim              sahipleri arasında temayüz etti  Onun ilme yönelmesinde              Âmiru'ş-Şa'bî'nin etkisi olmuştur  Numân, hacc seyahati sırasında,              bizzat sahâbelerden hadis dinlemiş olan Atâ b  Ebî Rabah (ö  115/733) ve İbn Ömer'in mevlâsı Nâfi' (ö  117/735) gibi tâbiîlerden              bazıları ile temas etmiş ve onlardan da hadis dinlemiştir  Hocası Hammâd'ın vefâtında Ebû Hanîfe kırk yaşlarında idi  Onun vefâtıyla boşalan kürsüsünde ders vermeye              başladı  Ebû Hanife'nin ders ve fetvâ vermedeki usûlü, rivâyet ve              anânecilerin sema' (dinleme) usûlünden farklıdır  Onun ders              halkasında iki türlü müzâkerenin oluştuğu anlaşılıyor a) Talebeleri              için verdiği düzenli fıkıh dersleri  b) Dışarıdan ve halk tarafından              cevabı istenilen sorular (istiftâ)  Hanefi mezhebi istişâre esasına              dayandırılmıştır  Ebû Hanife meseleleri tek tek ortaya atar,              öğrencilerini dinler, kendi görüşünü söyler ve onlarla konuyu bir ay              hattâ daha fazla süreyle münâkaşa ederdi  Meselenin incelenmesinde              hazırlığı olan ve ictihad derecesinde bulunanlar da düşünce ve              ictihadlarını söyledikten sonra, bu mesele hakkında müzâkere bitmiş              sayılır ve sıra Ebû Hanife'ye gelirdi  O, meseleyi yeniden izah ve              tasvir ettikten, kendi delillerini ve ictihadını ortaya koyduktan,              gerekli düzeltmeler yapılıp cevaplar verildikten sonra, alınan karar              çoğu defa delillerden tecrit edilerek son derece veciz cümlelerle,              bizat kendisi tarafından imlâ ettirildi  Bu imlâ vecizeleri daha              sonra fıkıh kaideleri hâline gelmiştir (Hatîb, Tarihu Bağdâd XI, 307              vd  ; el-Kevserî a  g  e  , I, 36 vd  )  Ebû Hanife'nin bu ilim              halkalarında İslâm'ın bütün hükümleri yani ibâdât, muâmelât ve              ukubâta âit emir ve yasaklarını yeni baştan gözden geçirilerek              incelenmiştir  Konularına göre tasnîf edilip tedvîn edilen bu hüküm              ve meseleleri Zâhiru'r-Rivâye adıyla kaleme alan Muhammed b  Hasen              eş-Şeybânî'dir  (ö  189/805)  eş-Şeybânî daha küçük yaşta iken Ebû              Hanîfe'nin ilim meclislerinde hazır bulunmaya başlamış; eğitimini              daha sonra Ebû Yusuf'un yanında tamamlamıştır  Ebû Hanife,              öğrencileri için şöyle demiştir: "İçlerinizde otuz altı tane              yetişkin olanı var, onlardan yirmisekizi kadılık, altısı müftîlik,              ikisi de hem başkadılık ve hem de fetvâ makamına lâyıktırlar (el-Bezzâzî,              Menâkıb, II, 125)  Bunlar da Ebû Yûsuf ve Züfer'dir" Zâhiru'r-Rivâye kitapları altı tane olup, daha sonraki bilginlere tevâtür yoluyla nakledilmiştir  Bunlar; " el-Asl              (veya el-Mebsût)", "el-Câmiu's-Sağîr", " el-Câmiu'l-Kebîr" "              es-Siyeru's-Sağîr", "es-siyeru'l-Kebîr" ve "ez-Ziyâdât" adlarını              alırlar  Hanefi mezhebinin temellerini oluşturduğu için bunlara "Mesâil-i              usûl"de denilmiştir  Zâhiru'r-Rivaye'de Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve              İmam Muhammed'in görüşleri toplanır  Devrin özelliği olarak Ebû              Hanife fıkıh meselelerini talebelerine imlâ ettirmiş olmalıdır  Bu              altı kitap metinlerinde kendisine isnad edelin meselelerin ona âit              olduğunda şüphe yoktur  Hattâ meselelerin ifadesinde vecîz metinlere              bile Ebû Hanife'nin sözü ve uslûbu olarak bakılabilir  Zâhiru'r-Rivâye kitapları Hâkim eş-Şehîd Ebû Fazl Muhammed el-Mervezî (ö  334/945) tarafından kısaltılarak bir araya              getirilmiş ve eser el-Kâfr adını almıştır  Kendi devrinde bu eser              Hanefi mezhebinin görüşlerini, meselelerini öğrenmek isteyene              yeterli görülmüştür  el-Kâfı, bir buçuk asır kadar sonra              Şemsü'l-Eimme es-Serahsî (ö  490/1097) tarafından şerhedilmiş ve              el-Mebsût isimli bu eser otuz cilt hâlinde basılmıştır  Ebû Hanife'nin kendisine isnad olunan ve günümüze ulaşan kitapları dah çok akaid ve kelâm konularına âittir  el-Fıkhu'l-Ekber, Kitâbü'l-Âlim ve'l-Müteallim, Kitâbü'r-Risâle, beş              tane el-Haşiyye kitabı, el-Kasidetü'n-Nu'mâniyye,              Ma'rifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife (Bunların rivâyet,              nüsha ve şerhleri için bk  , Brockelmann, Galş Fuad Sezgin, Gas;              Halim Sâbit Şibay, " Ebû Hanife ", İA, IV, 26, 27)  Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, mezhebin teşekkülünde etkili olmuş büyük Hanefi müctehidleridir  Ebû Yûsuf, mal, vergi ve              devlet hukukuna dair Kitabü'l-Harâc adlı eserini yazmış, hanefî              meıhebinin devlet ricâli ve kitleler arasında yayılmasına katkıda              bulunmuştur  Abbâsî halifesi Hârun er-Reşîd zamanında "kâdıu'l-kudât              (baş kadı)" olmuş, böylece mezhebin icrâ ve kazâda uygulanması              yolunu açmıştır  es-Serahsî'nin, el-Mebsût'undan sonra Hanefi fıkhını açıklayan ve geliştiren te'lifler devam etmiştir  el-Kâsânî'nin (ö  587/1191) Bedâyiu's-Sanayi' fi Tertîbi'ş-Şerâyî'              adlı eseri son derece sistemli ve değerli bir eserdir  Daha sonraki              önemli te'lîf ve şerhlerden bazıları da şunlardı  el-Merginânî'nin              (ö  593/1197) el-Hidvye adlı eseri  Bunun başlıca şehrleri              İbnü'l-Hümâm'ın (ö  861/1457) Fethu'l-Kadîr, es Siğnakı'nin (te'lif:              700/1300) en-Nihâye, el-Bâbertî'nin (ö  786/1384) el-İnâye ve              el-Kurlânî'nin (ö  VIII/XIV  asır) el-Kifâye adlı eserleridir  en-Nesefi'nin (ö  710/1310) Kenzü'd-Dekâik'i sonraki önemli              te'liflerden olup, yine aynı müelif tarafından, el-Nâfı adıyla              şerhedilmiştir  Diğer önemli şerhleri; ez-Zeylaî'nin (ö  743/1342)              Tebyînü'l-Hakâik'i ile İbn Nüceym el-Mısrî'nin (ö  970/1562)              el-Bahru'r-Râik adlı eserlerdir  Osmanlılar döneminde yazılan en              önemli eserler şunlardır: Molla Hürsev'in (ö  885/1480) ed-Dürer'i              ve buna Vankulî (ö  1000/1591) ile başkaları tarafından yazılan              şerhler, el-Halebî'nin (ö  956/1549) el-Mülteka'l-Ebhur'u ile bunun              Şeyhzâde (ö  1078/1667) tarafından te'lif edilen Mecmau'l-Enhur adlı              şerhi  Timurtâşî'nin (ö  1004/1595) Tenvîru'l-Ebsâr'ı ile              el-Haskefî'nin (ö  1088/1677) ed-Dürrü'l-Muhtâr'ına yazılan şerh ve              İbn Âbidîn (ö  1252/ 1836) tarafından yazılan Reddü'l-Muhtâr              ale'd-Dürri'l-Muhtâr adlı büyük şerh de önemli eserlerdendir  Yine              Tanzimat devrinde Ahmed Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon              tarafından 1869-1876 yılları arasında hazırlanan 1851 maddelik              Mecelle medenî hukuk alanında meydana getirilmiş önemli bir              çalışmadır  Mecelle, şahıs, aile ve miras münâsebetlerine ve aynî              haklara âit birçok önemli konuları fıkıh ve fetvâ kitaplarına              bırakmıştır  Mecelle'nin şerhleri arasında; Ali Haydar Efendi'nin              (ö  1355/1936) Düraru'l-Hukkâm adlı Türkçe şerhi ile Mes'ud              Efendi'nin (ö  1310/1893) Arapça Mir'ât-ı Mecelle'si zikredilebilir  1875 M  tarihinde Mısır adliye nâzın Muhammed Kadri paşa tarafından              tedvîn edilen el-Ahkâmü'ş-Şer'iyye ile 1917 tarihli Osmanlı Hukuk              Âile Kararnâmesi diğer kanun mecelleleridir  Hanefi mezhebinin özelliklerine gelince bizzak Ebû Hanife ictihad ederken takip ettiği usûlü şu şekilde açıklamıştır: "Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim  Onda              bulamazsam Rasûlullah'ın mûtemed alimlerce mâlûm, meşhur sünnetiyle              amel ederim  Onda da bulamazsam ashâb-ı kiramdah dilediğim kimsenin              re'yini alırım  Fakat iş, İbrahim en-Nehaî, eş-Şa'bî,              el-Hasenü'l-Basrî ve Atâ'ya gelince, ben de onlar gibi ictihad              ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; ez-Zehebî, Menâkıb, s  20-21)  Ebû Hanife fıkhı; "kişinin leh ve aleyhte olanı, yani iyi ve kötüyü              tanımak" diye tanımlar ve meselelerin hükümlerini kitap, sünnet,              icmâ ve kıyas delillerinden birisine bağlar  Herhangi fıkhî bir              mesele önce Kur'ân âyetleri ile karşılaştırılır  Âyetin İbâre,              işâre, iktizâ veya delâletinde bir şey varsa ona bağlı olarak              çözülürdü  Kur'ân'da bir çözüm bulunmazsa, sünnete başvurulur  Ancak              Hanefilerin sünnetin Hz  Peygamber'e dayanmasını tâyin hususunda              özel metotları vardır  Bu usûle göre, her an'ane bir sünnet              olmayabilir  Mütevâtir ve meşhur hadisler dışında kalan haber-i              vâhid ve mürsel hadisler özel incelemeye tâbi tutulur  Ebû Hanife haber-i vâhidi (tek râvînin rivâyet ettiği hadis), râvînin güvenilir (sika), fakih ve adâletli olması; rivâyet ettiği şeye aykırı bir amelde bulunmaması şartıyla kabul eder  Meselâ Ebû Hüreyre'nin (ö  58/677) rivâyet ettiği; "Birinizin              kabına köpek batarsa, birisi temiz toprakla olmak üzere, onu yedi              defa yıkasın" (Buhârî, Vüdû', 33; Müslim, Tahâret, 89, 91, 92, 93)              hadîsini Ebû Hanife kabul etmez  Çünkü Ebû Hüreyre bu hadisle amel              etmez ve böyle bir kabı üç kere yıkamakla yetinirdi  Bu durum hadîsi              rivâyet bakımından zayıflatmakta, hattâ, Ebû Hüreyre'ye isnadını              bile şüpheli bir duruma sokmaktadır  Ebû Hanife'nin âhâd haberleri              kabulde esas aldığı prensipleri şöylece özetlemek mümkündür: a) Ahâd haber, İslâm hukukunun kaynakları tek tek incelendikten sonra elde edilecek ortak esaslara göre değerlendirilir  Eğer âhâd haber bu esaslarla çatışırsa, iki              delilden daha kuvvetli olanı alınır; çatışan tek râvili haber              terkedilerek sözkonusu esasa dayanılır ve böyle bir haber "şâz"              sayılır  b) Âhâd haber Kur'ân'ın genel ifadesine (âmm'e) veya Kur'ân'da bulunan bir lâfza (zâhir anlama) aykırı düşerse, haber terkedilerek Kitap'la amel edilir  Burada da iki delilden daha              kuvvetli olanı tercih vardır  Çünkü Kur'ân'ın sübûtu kat'îdir  Ebû              Hanîfe'ye göre, delâlet bakımından Kur'ân'ın zâhirleri ve genel              ifadeleri kesindir  Haber, Kur'ân'ın âmm ve zâhirine aykırı              olmaksızın, onun mücmel'ini beyan ederse, bu haber kabul edilir  Bu,              âhâd haberler Kur'ân'da olmayan bir hükmü ona ilâve anlâmına gelmez  c) Âhâd haberin meşhur sünnetle çatışması hâlinde, kuvvetli olan meşhur sünnet esas alınır  d) Âhâd haber, kendisi gibi tek râvili bir haberle çelişirse, râvisi daha bilgili ve fakîh olan tercih edilir  d) İki haberden birisinde, senet veya metin bakımından fazlalık varsa, ihtiyat yönü düşünülerek bıi fazlalık kabul edilmez  e) Âhâd haberle, kaçınılması imkansız olan "umumî belvâ", yanı sık sık vukû bulduğu için herkesin yapmak zorunda kaldığı hususlarda amel edilmez  Bu gibi durumlarda haberin              mütevâtir veya meşhûr olması gerekir  f) Yine Ebû Hanife âhâd haberlerin, seleften hiç kimse tarafından tenkid ve ta'n'a uğramaması; râvînin onu işittiği andan rivâyet ettiği ana kadar ezberinde tutması, haberi kimden aldığını hatırlamaması halinde, yazısına güvenmemesi; şüpheli hallerde uygulanmayan had cezalarında değişik rivâyetler bulunursa, ihtiyat yönünün tercih edilmesi; başka haberlerle desteklenene âhâd haberlerin alınması gibi prensipler geliştirmiştir (M  Zahid              el-Kevserî, a  g  e  , I, 27, 28) Aynı Müellif; Te'nîbü'l-Hatîb,1361              Kahire, s  152-154)  Mürsel hadisler için de bazı şartlar öngörülmüştür  Senedi Hz  Peygamber'e ulaşmayan ve senedinde              kopukluk bulunan hadîse mürsel veya munkatı' hadis denir  Şâfiîler              mürsel için birtakım kabul şartları öne sürerken; Ebû Hanîfe ve İmam              Mâlik mürsel hadisi kayıtsız-şartsız kabul eder  Yalnız hadîsi              rivâyet eden râvinin sika olmasını yeterli görürler  Diğer yandan              mürsel hadis, kendisinden daha kuvvetli olan bir delille              çatışmamalıdır  İslâm'ın ilk devirlerinde mürsel hadislerle amel              edilmiştir  Hattâ İbn Cerîr et-Taberî (ö  310/922), "mürsel haberi              mutlak olarak reddetmek hicrî ikinci yüzyılın başında ortaya çıkan              bir bid'attır" demiştir  Buhârî ve Müslim gibi mûteber hadisçiler              eserlerinde mürsel hadislere yer vermişler, bunları delil olarak              zikretmişlerdir (Buharî, Ezân, 95; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s  111)  Ebû Hanife'nın az hadis bildiğini, hadise gereken önemi vermediğini veya hadislere muhâlefet ettiğini, ya da zayıf hadisleri aldığını öne sürenler, mezhep imamlarının hadisleri kabul için ileri sürdükleri şartları tetkik etmeyen kimselerdir  Fitne ve              yalanın yaygın olduğu bir devirde, Hz  Peygamber şöyle buyurdu,              diyerek hadis nakleden herkesin rivâyet ettiği hadîsi kabul edenler,              Hanefîlerin hadislere muhâlefet ettiğini sanırlar  Halbuki onlar,              kitap, sünnet ve sahâbilerin hükümleri gibi nass'ların kaynaklarını              araştırmada son derece titizlik göstermişler; nass'a dayanan ve              kabule lâyık görülen, birbirine benzer meseleleri çıkardıkları temel              prensibe dayandırarak bir kaide altında toplamışlardır  Tarafsız              âlimlerin incelemesini göre, Ebû Hanife'nin ictihad şûrâsında              kendisine yardımcı olan hadis hâfızlarının bulunduğu ve              ictihadlarında bizzat üstadlarından öğrendiği dört bin kadar hadis              kullandığı açığa çıkmıştır  Onun bazı hadisleri reddetmesi, hadisin              sıhhati için ileri sürdüğü şartlara bu hadislerin uymaması              yüzündendir  Ebû Hanife sahih hadîsi reddetmek bir yana, mürsel ve              zayıf hadisleri bile kıyasa tercih etmiştir (İbn Hazm, el-İhkâm fi              Usüli'l-Ahkâm, Nşr  A  M  Şakir Mısır (t  y  ), s  929; el-Kevserî,              Te'nîb, s  152; Mekkî, Menâkıb, II, 96)  Ebû Hanife ictihadlarında kıyas ve istihsana çok yer vermiştir  Kıyas; hakkında Kur'ân ve sünnette hüküm bulunmayan              bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla,              hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamak demektir  Aslında              daha önce sahâbe devrinden müctehid imamlar devrine kadar kıyasa              başvurulmuştu  Ebû Hanife'nin yaptığı, kıyası kaideleştirmek, çok              kullanmak ve henüz meydana gelmemiş hâdiselere de uygulamaktan              ibarettir (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, l, 77, 227)  Kıyas uygun düşmeyen yerde Ebû Hanife istihsan yapardı  Ebû'l-Hasen el-Kerhî (ö  340/951) İstihsânı şöyle tarif              eder: "Müctehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı, bir              meselede benzerlerin hükmünden başka bir hükme başvurmasıdır" (Ebû              Zehra, a  g  e  , s  262)  İmam Mâlik; "İstihsan ilmin onda dokuzudur"              derken; İmam Şafiî, istihsanı şer'i bir delil saymamı ve onu " Bir              kimsenin keyfine göre bir şeyi beğenmesi, hoş ve güzel              bulmasıdır"sözleriyle reddetmiştir  Hattâ o, el-Ümm adlı eserinde,              "Kitâbü İbtâli'l-İstihsân" başlıklı bir bölüm ayırarak, istihsâna              hücum etmiştir (bk  el-Ümm, VII,267-277)  İbn Hazm'a göre istihsan;              "Nefsin arzuladığı ve beğendiği şekilde hükmetmektir" (İbn Hazm              el-İhkâm, s  22; İbn Hazm İbtâlü'l-Kıyâs, s  5-6) Ancak hiçbir İslâm hukukçusu, bu arada Hanefiler istihsânı bu şekilde anlamamışlardır  Aksi görüşte olanlar yanlış              anladıkları için tenkitte bulunmuşlardır  Kıyası kabul edenler              arasında Hanefilerin kastettiği anlamda istihsan yapmayan yoktur  Şafiilerin istihsânın aleyhinde öne sürdükleri deliller, doğru              bulunursa, bu onların benimsediği kıyası da geçersiz kılar (M  Ebû              Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s  270 vd  ) el-Kevserî'nin, Ebû Bekir er-Râzi'den (ö  370/980) nakline göre, istihsan iki alanda cereyan eder  a) İctihad              ve re'yimize bırakılmış miktarların miktar ve tespitinde re'yimizi              kullanmak  Mehir, nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık              kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi  b) Daha kuvvetli bir              delilden dolayı kıyası terketmek  es-Serahsî (ö  490/ 1097) bunu              şöyle açıklar: "Gerçekte istihsan iki kıyastan ibaret olup, birisi              açık (celî) ve etkisi zayıftır  Buna "kıyas" adı verilir  Ötekisi              kapalı (hafî) ve etkisi kuvvetlidir  Buna da "İstihsân" adı verilir,              yani "kıyas-ı müstahsen" denilir  Bunlarda tercih, tesire göre olup,              açıklık ve kapalılık sebebiyle değildir" (es-Serahsî, el-Mebsût, X,              145; el-Kevserî a  g  e  , I, 24-27)  Yukarıdaki kıyasa şu örneği verebiliriz: Kurt vb  yırtıcı hayvanların etleri haram olduğu gibi, içtikleri suyun artığı              da haramdır  Aynı şekilde yırtıcı kuşların da hem etleri, hem de              artıkları haramdır  Bu zâhir (açık) kıyasın bir sonucudur  İstihsana              göre ise, hafi (gizli) kıyas yoluna gidilerek, başka bir sonuca              ulaşılır  Şöyle ki; yırtıcı hayvanların artıkları salyaları              karıştığı için pistir, çünkü salyaları onların pis olan etlerinden              meydana gelmektedir  Yırtıcı kuşlar ise, suyu gagalarıyla içtikleri              için artıkları salyalarıyla temas etmez  Gagaları de kemik olduğu              için artıkta herhangi bir eser bırakmaz  Buna göre, istihsânen              yırtıcı kuşların artığı olan su pislenmez, ancak ihtiyat bakımından              böyle bir suya mekruh denilir  Bazan şer'i bir delille çatışan kıyas terkedilerek istihsan yoluna gidilir  Kıyasa göre, unutarak yiyip              içen kimsenin orucu bozulur, fakat bu kimsenin orucunu              bozulmayacağına dair Hz  Peygamber'den rivâyet edilen bir hadis              (Buharî, Savm, 26; Müslim, Sıyam,171) sebebiyle kıyas              terkedilmiştir  Yine namazda kahkaha ile gülenin, kıyasa göre yalnız              namazının bozulması gerekirken, hadisle abdestinin de bozulacağı              bildirilmiştir  (Zeylaî, Nasbu'r-Raye, I, 47)  İstisnâ' (sanatkâra              bir iş ısmarlama) akdinde, akde konu olan şey, akid sırasında mevcut              olmadığı için kıyasa göre akdin bâtıl olması gerekirken, her devirde              bu türlü akitle muâmele yapılageldiğinden, onun sıhhati üzerinde              icmâ' veya örf teşekkül etmiş ve bu yüzden kıyas terkedilmiştir  Bazan zarûret yüzünden kıyas terkedilerek istihsan yapılır  Meselâ;              kadının bütün vücudu mahremdir  Fakat, hastalık hâlinde doktorun              onun bazı uzuvlarına bakması câiz olur  Burada, "zarûretler haram              olan şeyleri mübah kılar" kaidesi uygulanır  Yukarıdaki örneklerden              de anlaşılacağı gibi, Hanefilerin uyguladığı istihsan ya nass'a, ya              kıyasa, ya icmâ'a yahut da zarûrete dayanmaktadır  Bu temele dayanan              istihsânı, başka kavramlar altında da olsa Şâfiîlerin de kabul              etmesi gerekir  Şâfiî'nin itirazları belki, sadece örf sebebiyle              istihsan çeşidini içine alabilir  Çünkü örfün hüküm istinbâtı için              bir temel teşkil edip etmemesi bu iki mezhep arasında ihtilâflıdır              (bk  eş-Şâfiî, el-Ümm, VII, 267 vd  ; el-Kevserî, a  g  e  , I, 23-27;              es-Serahsî, el-Mebsût, X, 145; es-Serahsî, el-Usûl, II, 201; Ebû              Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s  263-273)  Hanefî mezhebi Irak'ta doğmuş ve Abbâsîler devrinde ülkenin başlıca fıkıh mezhebi olmuştur  Mezhep özellikle              doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâunnehir'de en büyük              gelişmesini göstermiştir  Birçok ünlü Hanefî hukukçu bu ülkelere              mensuptur  Mağrib'te Hanefîler V  yüzyıla kadar Mâlikîlerle beraber              bulunuyorlardı  Sicilya'da ise hâkim durumda idiler  Abbasîlerden              sonra Hanefi mezhebinde bir gerileme görülmüşse de, Osmanlı              devletinin kurulmasıyla yeniden gelişme olmuş; Osmanlı sınırları              içinde, halkı başka bir mezhebe bağlı olan yerlere bile,              İstanbul'dan Hanefi mezhebine sâlik hâkimlerin gönderilmesi, mezhebe              buralarda resmîlik kazandırmıştır (Mısır ve Tunus'ta olduğu gibi)  Günümüzde Afganistan, Pakistan, Türkistan, Buhara, Semerkand gibi              Orta Asya ülkelerinde hanefîlik hakimdir  Bugün Türkiye ve Balkan              Türkleri", Arnavutluk, Bosna-Hersek, Yunanistan, Bulgaristan ve              Romanya müslümanları genel olarak Halefîdirler  Hicaz, Suriye              Yemen'in, Aden bölgesindeki müslümanların bir kısmı da Hanefidir              (Ebû Zehra, Ebû Hanife, terc  O, Keskioğlu, İst  1966, s  473 vd  )  Hamdi DÖNDÜREN | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #2 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler Tarihi             ŞAFİİ MEZHEHBi İmam Şafiî (ö  204/819)'ye nispet edilen fıkıh              ekolü  Şafiî'nin künyesi, Ebû Abdullah Muhammed b  İdrîs elKureşî el-Hâşimî              el-Muttalibî b  Abbas b  Osman b  Şâfi' olup H  150'de Gazze'de              doğmuştur  Hz  Peygamber'in dördüncü batından dedesi Abdu Menâf'ın              dokuzuncu göbekten torunudur  İmam Şafiî'nin doğum yılı Ebû              Hanîfe'nin (ö  150/767) vefat yılına rastlar  Babası İdris bir iş için Filistin'deki Gazze'ye gitmiş ve orada iken vefat etmişti  Doğumundan iki yıl sonra annesi              onu alıp baba vatanı olan Mekke'ye getirdi  Küçük yaşta Kur'an-ı              Kerim'i hıfzetti  Fasih Arapça konuşan Huzeyl kabilesi arasında şiir              ve edeb öğrendi  Sonra Mekke müftîsi Müslim b  Hâlid ez-Zenâ'den              ders alarak, onun yanında fetva verecek duruma geldi  O zaman on beş              yaşlarında idi  Bundan sonra Medine'ye gitti  Orada müctehid İmam              Mâlik b  Enes (ö  179/795) fıkıhta üstad idi  Mâlik, kendi eseri              olan el-Muvatta'ı, İmam Şafiî'nin ezbere okuduğunu görünce hayretini              gizleyememişti  İmam Şafiî, Süfyan b  Uyeyne, Fudayl b  Iyâz'dan,              amcası Muhammed b  Şâfi' ve başkalarından hadis rivayet etti  Muhammed b  el-Hasan'dan Irak fakihlerinin              kitaplarını aldı  Onunla fıkhî konularda münazaralarda bulundu  187              H  'de Mekke'de, 195 H  de Bağdâd'ta Ahmed b  Hanbel (ö  241/855) ile              görüştü  Böylece Hanbelî fıkhına, usûlüne, nâsih ve mensûh konusuna              muttali oldu  Sonra Bağdad'ta "İmam Şafiî'nin eski mezhebi" denilen              görüşlerini ortaya koydu  200 H  de Mısır'a geçti ve "Yeni Mezheb"              denilen görüşlerini tasnif etti  Orada iken 204/819'da vefat ederek              Karafe denilen yere defnedildi  İmam Şafiî ilk olarak fıkıh usulünü tedvin etmiş ve bu konuda "erRisâle" yi yazmıştır  el-Hucce isimli eseri              Irak'taki, "el-Ümm" ise Mısır'daki görüşlerini kapsar  İmam Şafiî mutlak, bağımsız bir müctehid olup, fıkıh, hadis ve usûlde imamdı  O, Hicaz ve Irak fıkhını birleştirici              bir yol izledi  Ahmed b  Hanbel onun hakkında; "Şafiî, Allah'ın              kitabı ve Rasûlünün sünneti konusunda insanların en fakihi idi"              demiştir  (Vehbe ez-Zühaylı, el-Fıkhu'l-İslâmi ve Edilletüh, Dimask              1405/1985, I, 36,37)  Şafiî Mezhebinin Usûlü Delil olarak Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'a dayanır  Şafiî, Hanefi ve Malikîlerin aldığı "İstihsan"ı reddeder ve              "kim istihsan yaparsa kendisi şeriat koymuş olur" derdi  Masâlih-i              Mürsele'yi ve Medinelilerin amelini delil almayı da reddederdi  Bağdad'lılar ona "Sünnetin Yardımcısı" lakabını vermişlerdi  İmam Şafiî'nin "eski mezhebi"ni kendisinden dört Iraklı arkadaşı rivayet etmiştir  Bunlar Ahmed b  Hanbel, Ebû Sevr,              Za'ferânî ve Kerâbîsî'dir  el-Ümm'de yer alan "yeni mezhebi"ni şu              Mısırlı arkadaşları rivayet etmiştir: el-Müzenî, el-Buveytî,              er-Rabîu'l-Ceyzî, er-Rabî' b  Süleymân ve başkaları  Şafiîlerde              fetvaya esas olan yeni mezhep görüşleridir  Çünkü İmam Şafiî eski              görüşlerinden rucû' etmiş ve "Benden kim bunları rivayet ederse ona              hakkımı helal etmem" demiştir  Ancak basit on beş kadar mesele              bundan müstesnadır  Diğer yandan İmam Şafiî'nin; "Hadis sahih olunca,              benim mezhebim odur  Böyle bir durumda, hadisle çatışan bana ait              sözü duvara çarpın" (ez-Zühaylî, a  g  e  , 1, 37; Muhammed Ebû Zehra,              Kitabü'ş- Şafiî, 149 vd  ) dediği bildirilir  Şafiî'nin Fıkıh Usûlünü Tedvini Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmada, günlük fürû şer'î problemleri çözmede sahabe devrinden itibaren bir takım usûl kurallarına uyuluyordu  İlk müctehid imamların devrinde de sözlü              olarak nesih kaideleri, mutlak, mukayyed, umum, husus gibi metotla              ilgili bilgiler hüküm çıkarmada esas alınıyordu  Ancak bunlar tedvin              edilerek yazılı bir eser haline getirilmemişti  İşte İmam Şafiî ilk              olarak ûsul konularını kaleme alarak "er-Risâle"sini meydana getirdi  Çünkü Şafiî, sahabe, tâbiîn ve kendinden önceki fıkıh bilginlerinden              intikal eden fıkıh servetini hazır bulmuş, İmam Mâlik'ten aldığı              Medine fıkhı ile İmam Muhammed aracılığı ile aldığı Irak fıkhını              birleştirici bir yol izlemiştir  Kendi yetiştiği çevre olan Mekke              fıkhını da iyi bildiği için, fıkıhtaki bu sağlam alt yapı sebebiyle,              fıkhın genel metotlarını belirleme yeteneğini kazanmış ve bunun              sonucunda fıkıh usûlünü tedvin etmiştir  Mezheplerde fıkhın, usûlden önce tedvin edilmiş olmasında bir tuhaflık yoktur  Çünkü hükümlerde asıl konu fıkıhtır  Usûl ise bir metot ilmi olup, mantık gibi, aklın doğru ile yanlışı              ayırdetme niteliği gibi doğuştan vardır  Aynı konuda birbiri ile              çelişen iki âyet olunca, sonra inenin öncekini neshetmesi, genel              hükmün özel hükümle sınırlandırılması gibi  Şafiî, dili iyi bildiği için âyet ve hadislerden hüküm çıkarabilmiş, Kur'an'ın tercümanı olarak bilinen Abdullah b  Abbas'ın ilminin nakledildiği Mekke'de yetiştiği için nesih konusunu              öğrenmiştir  Şafiîlerin usûlüne mütekellimlerin usûlü de denilmiştir  Çünkü bunların usûle dair çalışmaları tamamen teoriktir  Mezhep gayreti onların metodunu etkilememiştir  Meselâ; Şafiî,              sükûtî icmaı kabul etmez  el-Âmidî (ö  631/1233) ise Şafiî              mezhebinden olduğu halde "el-İhkâm" adlı eserinde sükûtî icmaı              tercih eder (el-Âmidı, el-İhkâmî Usûli'l-Ahkâm, Kahire (t  y), I,              265)  Bu usûl, kelâm ilminin metot ve konusundan istifade ettiği,              felsefi ve mantıkî yönleri bulunduğu için "mütekellimlerin metodu"              olarak nitelenmiştir  Meselâ; kelâm konusuna giren iyi ile kötünün              akıl ile bilinip bilinemeyeceği, peygamberlerin peygamberlikten önce              ismet sıfatına sahip (ma'sûm) olup olmadığı ve benzeri konular da              tartışılmıştır  Şafiî veya kelamcıların metodu ile yazılmış en eski ve en önemli eserlerin üç tanesi şunlardır  1) Mu'tezile              ekolünden Ebu'l-Hüseyn Muhammed b  Alî el-Basrî'nin (ö  463/1071)              Kitâbü'l-Mu'temed'i,” 2) Şafiî ekolünden İmâmü'l-Haremeyn              el-Cüveynî'nin (ö  487/1085) "Kitâbü'l-Bürhân"ı, 3), İmam              el-Gazzalî'nin (ö  505/1111) "el-Mustasfâ"sı  Bu üç kitabı Fahruddin er-Râzî (ö  606/1209)              özetlemiş ve bazı ekler yaparak eserine "el-Mahsal " adını vermiştir  Seyfüddin el-Âmidi'nin (ö  631/1233) "el-İhkâm" adlı eseri de aynı              nitelikte birleştirici ve özet bir eserdir  Daha sonra el-Mahsûl'ü,              Siracüddin el-Urmevî (ö  682/1283) "et-Tahsîl", Tâcüddîn el-Urmevî              (ö  656/1258) ise "el-Hâsıl " adlı kitaplarında özetlediler  Sihâbuddîn el-Karafi (ö  684/1285) bu iki kitaptan önemli gördüğü              bazı temel bilgi ve kuralları alarak bunları "et-Tenkihât" adını              verdiği küçük bir eserde topladı  Abdullah b  Ömer el-Beyzâvî              (ö  685/1286) de bunun bir benzerini yaptı  el-Âmidî'nin el-İhkâm'ını ise İbn Hâcib (ö  846/1442) "Müntehâ 's-Sül ve'l-Emel" adlı kitabında, bunu da "Muhtasaru'l-Müntehâ"              isimli eserinde özetledi  Daha sonra bu özet eserleri bunlara              yazılan şerhler izledi  Şafiî Fıkhının Dayandığı Kaynaklar İmam Şafiî ictihadlarını dayandırdığı delilleri "el-Ümm"de şöyle belirlemiştir: "İlim çeşitli derecelere ayrılır  Birincisi,              Kitap ve sabit olan Sünnettir  İkincisi, Kitap ve Sünnet'te hüküm              bulunmayan meselelerde İcmâ'dır  Üçüncüsü bazı sahabîlerin              sözleridir  Ancak bu sahabe sözleri arasında çelişki bulunmamalıdır  Dördüncüsü, ashab-ı kiram arasında ihtilaflı kalan sözlerdir  Beşincisi, Kıyas'tır  Bu da temelde Kitap ve Sünnet'e dayanır  İşte              ilim bu derecelerden en üst olanından elde edilir" (eş-Şafiî, elÜmm,              Kahire 1321-1325, VII, 246)  Buna göre, Şafiî ekolü Kitap ve Sünneti İslâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmektedir  Çünkü diğer deliller              de temelde bu iki delile dayanır ve bunlara aykırı olamaz  Şafiî,              Kitap ve sabit olan Sünneti aynı sırada delil kabul eder  Çünkü              Sünnet Kur'an'ın beyanını tamamlar, kısa anlatımlarını (mücmel)              genişletir ve bazı kimselerin kavrayamayacağı inceliklerini açıklar  Buna göre, Sünnetin açıklayıcı durumunda olabilmesi için ilim              bakımından açıkladığı şeyin derecesinde olması gerekir  Birçok              sahabîler de hadise bu gözle bakıyordu  Ancak bu durum, İmam Şafiî'nin Sünneti her yönden Kur'an'a denk saydığı anlamına gelmez  Çünkü her şeyden önce Kur'an              Allah kelâmı, Sünnet Hz  Peygamber'in söz, fiil ve takrirleridir  Kur'an ibadet amacıyla okunur, Sünnet bu maksatla okunmaz  Kur'an              tevatür yoluyla sabittir  Sünnetin önemli bir bölümü tevatüre              dayanmaz  İmam Şafiî'ye göre Sünnet Kur'an'ın dalı mesabesindedir  Bu yüzden gücünü Kur'an'dan alır, onu destekler ve tamamlar  Bu              bakımdan açıklayanla açıklanan birbirine denk olmalıdır  Ancak bunun              için, Sünnet sağlam olmalıdır  Bu yüzden, Ahâd ve Mürsel hadisler,              birinciler kadar kuvvetli değildir  Diğer yandan Şafiî, inanç              esaslarını belirlemede Sünnetin Kur'an derecesinde olmadığını açıkça              ifade etmiştir (M  Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Terc  Abdülkadir Şener, İstanbul 1978, s  336, 337) Şafiîlerin Âhâd Hadisi Delil Alması Bir, iki veya daha fazla sahabî tarafından rivayet edilen ve meşhur hadisin şartlarını taşımayan haberlere "âhâd hadis" denir  Hanefiler, senedinde kopukluk olmayan hadisleri              mütevatir, meşhur ve âhâd olmak üzere üçe ayırırlar  Diğer çoğunluk              müctehidlere göre ise, Sünnet, mütevatir ve âhâd olmak üzere ikidir  Meşhur sünnet ise başlı başına bir çeşit olmayıp âhâd sünnet              kabilindendir  Çünkü meşhur sünnette ilk tabaka ravileri tevatür              sayısına ulaşmamaktadır  Çoğunluğa göre âhâd sünnet; garîb, azîz ve              müstefîz olmak üzere üçe ayrılır  Garîb; her üç tabakada veya              herhangi bir tabakada râvî sayısı tek olan hadistir  Azîz hadis; her              üç tabakada sadece iki râvî tarafından rivayet edilen veya diğer              tabaka yahut tabakalarda ikiden çok olsa bile tabakalardan birinde              râvî sayısı iki olan hadistir  Müstefîz hadis ise; her üç tabakada              üç veya daha çok kişi tarafından rivayet edilen hadistir  İmam Şafiî âhâd haberi delil olarak alırken sadece senedin sahih ve kesintisiz olmasını yeterli görür  O,              Hanefiler gibi âhâd hadis ravisinin fakih olması, rivayet ettiği              hadisle amel etmesi ve genel kurallara uygun düşmesi, İmam Mâlik'in              ileri sürdüğü Medinelilerin ameline uygun düşmesi gibi şartları              öngörmez  İmam Şafiî hadisi savunurken âhâd haberlerin de delil alınması gerektiğini şu delillerle ortaya koymuştur: 1  Hz  Peygamber, İslâm'a davet için tevatür              sayısında olmayan tek tek elçiler göndermiştir  Bu elçilere,              sayılarının yetersiz olduğunu ileri sürerek karşı çıkan olmamıştır  2  Mal, can ve kanla ilgili davalarda iki kişinin              şahitliği ile karar verilmektedir (bk  el-Bakara,2/282)  Halbuki iki              kişi tevatür sayısında değildir  3  Hz  Peygamber, kendisinden hadis işitenlere,              bir kişi bile olsa bunu başkasına rivayet etme izni vermiş, hatta              buna özendirmiştir  Hadiste şöyle buyurulur: "Allah Teâlâ benden bir              söz işitip bunu başkalarına tebliğ edeni nurlandırsın" (Tirmizi,              İlim, 7; Ebû Dâvûd, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 18; Menâsik, 46;              Ahmed b  Hanbel, I, 437,V,183)  Diğer yandan Vedâ haccı sırasında              irad edilen hutbede de; hazır bulunanların, bulunmayanlara tebliğ              etmesi, kendisine tebliğ ulaşanların, hükümleri ulaştıranlardan daha              iyi kavramalarının mümkün olduğu belirtilmiştir (Buhârî, Alim, 9,              10, 37; Hacc, 132, Sayd, 8; Edâhî, 5; Megâzî, 51; Fiten, 8; Tevhid,              24; Müslim, Hacc, 446; Kasâme, 29,30; Ebû Dâvud, Tatavvu', 10;              Tirmizî, Hacc, 1; Nesâî, Hacc, 111)  4  Sahabîler Hz  Peygamber'in hadislerini,              birbirinden tek tek rivayet etmişler, birçok kimse tarafından              rivayeti şart koşmamışlardır (Ebû Zehra, a  g  e  , 339, 340)  İmam Şafiî'nin Mürsel Hadisi Delil Alışı Senedinde kopukluk olan hadise "Mürsel Hadis" denir  Tabiînden olan birisinin sahabeyi; tebe-i tabiînden olan bir              ravinin de tabiîn veya sahabeyi atlayarak doğrudan Hz  Peygamber'den              işitmiş gibi hadis nakletmeleri halinde bu çeşit hadis söz konusu              olur  Ebû Hanife ve İmam Mâlik, bu çeşit hadisleri, rivayet eden              râvi güvenilir olursa, başka bir şart öne sürmeksizin kabul ederler  İmam Şafiî ise mürsel hadisi, bunu rivayet eden tâbiî Medineli Saîd b  el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan el-Basrî gibi              meşhur ve bir çok sahabî ile görüşen bir tabiî ise kabul eder  Ayrıca hadisin şu nitelikleri taşımasını da şart koşar: 1  Mürsel hadisi, senedi tam ve aynı anlamda              başka bir hadis desteklemelidir  2  Mürseli, ilim adamlarının kabul ettiği başka              bir mürsel hadis desteklemelidir  3  Mürsel hadis, bazı sahabe sözüne uygun              düşmelidir  4  İlim ehli, mürsel hadisi kabul edip çoğu              onunla fetva vermiş olmalıdır  Ancak mürsel hadisle, senedi tam olan hadis çakışırsa, bu sonuncusu tercih edilir (M  Ebû Zehra, Usûlü'lFıkh,              Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab' 1377/1958, ts  , 111,112)  Uygulamadan örnek: Hz  Âişe (ö  58/677)'den şöyle              dediği rivayet edilmiştir: "Hafsa'ya bir yiyecek hediye edildi  O              sırada ikimiz de oruçlu idik  Bu yiyecekle orucumuzu bozduk  Sonra              Rasûlüllah (s  a  s) yanımıza girdi  Ona durumu anlattık  Allah'ın              Rasûlü şöyle buyurdu: "Zararı yok, onun yerine başka bir gün oruç              tutun"  Bu hadis mürseldir  Çünkü ez-Zuhrî (ö  124/741) bunu Hz  Âişe'den rivayet etmiş, halbuki onu bizzat Hz  Âişe'den duymamış,              Urve b  ez-Zübeyr'den duymuştur (eş-,Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, IV,              319)  İmam Şafiî bu yüzden mürsel olan bu hadisle amel etmez ve              nâfile oruç tutan kimsenin, orucu bozması hâlinde, başka bir günde              kaza etmesi gerekmediğini söyler  Diğer yandan yine ez-Zührî'nin rivayet ettiği; "Rehin bırakan kişi borcunu ödemeyince, rehnedilen şey rehin bırakanın mülkü olmaktan çıkmaz  Rehnedilen şeyin menfaat ve hasan rehnedene              aittir" (İbn Mâce, Rûhûn, 3; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 319-321)              hadisini ise, ravisi Said b  el-Müseyyeb meşhur olduğu için kabul              eder  Buna göre, rehin, rehin alanın yanında bir emanet hükmündedir  Onun korunması konusunda kendisinin bir kasıt veya kusuru olmadan              rehnedilen şey hasara uğrarsa rehin bırakanın borcunda bir eksilme              olmaz (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh, Terc  İbrahim Kâfi Dönmez,              Ankara 1990, 80,81)  Şafiî'nin Sükûtî İcma'ı Delil Almayışı İcma sarih ve sükûtî diye ikiye ayrılır  Birincinin delil oluşunda bir görüş ayrılığı yoktur  Sükûtî icma';              şer'i bir meselede bir veya birkaç müctehidin görüş belirttikten              sonra, bu görüşe muttali olan o devirdeki diğer müctehidlerin açık              şekilde bir katılma veya karşı çıkmada bulunmaksızın susmalarıdır  Mâlikîlere ve son görüşünde İmam Şafiî'ye göre sükûtî icmâ delil              sayılmaz  Çünkü müctehidlerin bir konuda susması, onların açıklanan              görüşe katıldıklarını gösterebileceği gibi, başka bir nedene de              dayanabilir  Henüz o mesele ile ilgili ictihadî bir kanaate varmamış              olması, görüşünü açıklayan müctehidden çekinmesi veya görüşünü              açıkladığı taktirde bir zarara maruz kalma korkusunun bulunması              susma nedenleri arasında olabilir  Kısaca, ittifak gerçekleşmedikçe              icma'ın varlığından söz edilemez  Şâfiîlerden sükûti icma'ı kabul              eden el-Âmîdi de buna "zanni delil" deyimini kullanır (M  Ebû Zehra,              eş-Şafiî, Terc  Osman Keskioğlu, Ankara 1969, s  252 vd  )  Şafiî Ekolünün İstihsana Karşı Çıkması İstihsan; müctehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icmâ, zarûret, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir  İmam Şâfiî istihsana karşı çıkmış ve bu konuda "İbtalu'l-İstiksan" adlı bir risale yazmıştır  Bu eserde şöyle der: "Allah'ın, Rasûlünün              ve Müslümanlar topluluğunun hükmü olarak bütün bu zikrettiklerim              gösteriyor ki, hâkim veya müftî olmak isteyen kimsenin ancak              bağlayıcı bir delille hüküm ve fetva vermesi caiz olur  Bu da Kitap,              Sünnet veya ilim sahiplerinin ihtilafsız olarak söyledikleri bir              görüş yahut bunlardan bazısına kıyas yapma yolu ile olur  İstihsan              ile fetva verilmez  İstihsan bağlayıcı olmaz, o bu anlamlardan              birisini de taşımaz"  Şâfiî'nin "Cimâu'l-İlm" "er Risâle" veya              el-Ümm" kitabında da bu sözlerin benzerlerini bulmak mümkündür  Hanefîler istihsanı geniş ölçüde kullanmış, Mâlikîler de bu konuda onları izlemiştir  İmam Şâfiî ise "İstihsan yapan kendi başına din koymuş olur" diyerek şu delillere dayanmak suretiyle istihsana karşı çıkmıştır: 1  Şer'î hükümler ya doğrudan nass'a (âyet-hadis)              veya kıyas yoluyla nass'a dayanır  İstihsan bunlardan birisine              dahilse ayrı bir terime ihtiyaç olmaz  Aksi halde Cenab-ı Hakkın              bazı konularda boşluk bıraktığı sonucu çıkar ki bu, "İnsan başıboş              bırakıldığını mı sanır?” (el-Kıyâme, 75/36) âyeti ile çelişir  2  Kur'an'da Allah ve Rasûlüne itaat emredilmekte,              nefsî isteklere uyulması yasaklanmakta ve anlaşmazlık çıktığı              takdirde yine Kitap ve Sünnete başvurulması istenmektedir (en-Nisâ,              4/59) 3  Hz  Peygamber istihsan ile fetva vermez,              hevasından konuşmazdı  Nitekim eşine; "Sen bana anamın sırtı gibisin"              diyen kimsenin sorusuna fetva vermemiş, "Zıhâr" âyeti (el-Mücâdele,              58/1-4) gelinceye kadar beklemiştir  4  Hz  Peygamber, kendi kanaatlerine göre, bir              ağaca sığınan bir müşriki öldüren sahabîleri, yine öldürülme              korkusuyla "Lâ ilâhe illallah" diyen şahsı öldüren Usâme (r  a)'ın bu              davranışını uygun görmemiştir  5  İstihsanın bir kuralı, hak ile bâtılı              karşılaştıracak bir ölçüsü yoktur  Serbest bırakılırsa, aynı konuda              farklı bir çok fetvalar ortaya çıkar  6  Sadece akla dayanan bir istihsan anlayışı              ortaya çıkarsa, Kitap ve Sünnet bilgisi olmayanların da bu metodu              kullanmaları caiz olurdu (eş-Şâfiî, el-Ümm, VI, 303, VII, 271 vd  ;              Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, 271 vd  )  Ancak burada İmam Şâfii'nin reddettiği istihsanı şer'î bir delile dayanmaksızın, şahsî arzuya ve sübjektif düşüncelere göre hüküm vermek olarak değerlendirmek gerekir  Şüphesiz böyle bir istihsan Hanefilerin de kabul etmediği bir              şekildir  Nitekim Hanefîlerde bir konuda istihsan yapabilmek için o              meselenin şer'î bir mesele olması yanında şu altı delilden birisine              dayanması şarttır: 1  Nass'a dayalı istihsan  Meselâ mevcut olmayan              bir şeyin satışı yasaklandığı halde (Ebû Davud, Büyü', 70), para              peşin mal veresiye bir akit olan seleme izin verilmiştir (Ebû Dâvud,              Büyü', 57)  İşte burada ikinci hadise dayanarak kıyas terkedilmekte              ve istihsan yoluna gidilmektedir  2  İcma'ya dayalı istihsan  Meselâ sanatkâra mal              sipariş vermek anlamına gelen istisnâ akdi icmâa dayanır  Çünkü              asırlar boyunca buna karşı çıkan bilgin olmamıştır  3  Zaruret veya ihtiyaca dayalı istihsan  Pislenen kuyunun, bir kısım suyun çıkarılması ile temizlenmiş              sayılması gibi (İbnü'l-Hümâm, Fethu'lKadîr, I, 67 vd  ; İbn Âbidîn,              Reddü'lMuhtâr, I, 147 vd)  4  Gizli kıyasa dayalı istihsan  Meselâ; yerleşik              kurala göre; özel kayıt konulmadıkça arazinin satımı ile irtifak              hakları kendiliğinden alıcıya geçmez  Bu konuda vakfın satıma kıyası              açık veya celî kıyas, kiraya kıyası ise gizli kıyastır  Vakıf              istihsan yoluyla kiraya kıyas edilerek, irtifak (su içme, su alma,              geçit gibi) haklarının vakıf kapsamına girmesi esası benimsenmiştir              (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh, 168)  5  Örfe dayalı istihsan  Yerleşik kurala göre              vakfın ebedî olması gerekir  Bu da vakfın sadece gayri menkullerde              olabileceği anlamına gelir  Halbuki İmam Muhammed eş-Şeybânî kitap              ve benzeri vakfedilmesi örf haline gelen şeylerin kıyasa aykırı              olmakla birlikte vakfa konu olabileceğine hükmetmiştir  Bu esastan              hareket edilerek nakit para vakıflarına da fetva verilmiştir  6  Maslahata dayalı istihsan  Yerleşik kurala              göre ziraat ortakçılığı, kira akdine kıyasla taraflardan birisinin              ölümü ile sona erer  Ancak ürün henüz yetişmemiş bir durumda iken              toprak sahibi ölse, emek sahibinin menfaatini korumak için istihsan              yapılarak akit ürün alınıncaya kadar uzamış sayılır (Zekiyüddin              Şa'ban, a  g  e  , 171)  Sonuç olarak Hanefî ve Şâfiîlerin istihsan anlayışı dikkatlice incelendiğinde arada önemli bir ayrılığın bulunmadığı görülür  Çünkü Hanefîlerin istihsan yaptığı meselelerin              temelinde daima yukarıda belirtilen delillerden birisi bulunur  Nitekim el-Âmidî'nin belirttiğine göre, İmam Şâfiî de bazı              meselelerde istihsan terimini de kullanarak bu metoda başvurmuştur  Şâfiî'nin "Mut'anın otuz dirhem olmasını uygun buluyorum", "Şüf'a              hakkı sahibinin bu hakkını üç gün içinde kullanmasını uygun              görüyorum" sözleri buna örnek verilebilir (el-Âmidî, el-İhkâm, III,              138)  Şâfiî'nin Sahabe Sözünü Delil Alışı Şâfiî ûsul bilginlerinden bazıları, onun eski mezhebine göre sahabe kavlini delil aldığını, yeni mezhebinde bu görüşten vazgeçtiğini söylemişlerdir  Ancak yeni mezhebi rivayet              eden Rabî b  Süleyman el-Murâdî'nin naklettiği başka bir eser olan "er-Risâle"              de Şâfiî'nin sahabe sözlerini delil olarak aldığı görülür (er-Risâle,              Halebî baskısı ve Ahmet M  ,Sakir nesri, Kahire 1940, s  597)  Yine              Şâfiî, yeni mezhebini kapsayan el-Ümm adlı eserinde şöyle der: "Kitap              ve Sünneti bilenler için özür söz konusu olmayıp, gereğine uymak              şarttır  Kitap ve Sünnet'te hüküm yoksa sahabenin veya onlardan              birinin sözlerine başvururuz  Eğer ihtilaflı meselede Kitap ve              Sünnete daha yakın olan söze bir delâlet bulamazsak Ebû Bekr, Ömer              ve Osman (r  anhüm)'ın sözüne uymamız daha iyi olur  Eğer bir sözün              Kitap ve Sünnete daha yakın olduğuna dair bir delil bulunursa, o              söze uyarız" (Şâfiî, el-Ümm, VII, 246)  Şeriat İlminin Kısımları İmam Şâfiî'ye göre şeriat ilmi ikiye ayrılır  1  Hükümlere kesin olarak delâlet eden nasslarla              sâbit olan kesin ilim  2  Galip zanna dayanan zannî ilim  İşte âhâd              haberler ve kıyas bu kısma girer  Müctehid nasslardan kesin hüküm              çıkaramazsa, galip zanla elde edilen ilimlerle yetinir  Şâfiî Mısır'da yazdığı kitaplarla Bağdad'ta yazdığı kitapları neshetmiş ve o; "Bağdad'ta yazdığım kitapları benden kimsenin rivayet etmesine cevaz vermiyorum" demiştir  Şâfiî'nin eski kitaplarında, yeni kitaplarında olduğu gibi bir konu              üzerinde çeşitli görüşler yer alır  Bazan iki veya üç çeşit kıyas              yapılır, fakat tercih okuyucuya bırakılır  Buna, zekât verilmeden              satılan tarım ürünlerini örnek verebiliriz  Bir kimse zekâtını              vermeden meyve veya tahılını satsa, sonra alıcı bunların zekâtının              verilmediğini anlasa, şu durumlar söz konusu olur: a  Alıcı, malın tamamı için mi, yoksa zekât              olarak verilmeyen miktarı için mi satım aktini feshetme hakkına              sahiptir? b  Zekât miktarı arazi yağmurla sulanmışsa onda              bir, âletle sulanmışsa yirmide birdir  Alıcı burada seçimlik hakka              sahip midir? c  Zekât düşüldükten sonra kalan kısmı paranın              tümü ile mi alır, yoksa satışı fesih mi eder? Şâfiî bütün bu              görüşlerin doğru olabileceğini belirtir  Şâfiî mezhebinde görüşlerin çok oluşunun bu mezhebin gelişmesine yardımcı olduğu söylenebilir  Çünkü bu mezhebte              tercih kapısı sürekli olarak açık bırakılmıştır (Ebû Zehra,              İslâm'daFıkhî Mezhepler Tarihi, 354, 355)  Şâfiî Mezhebinin Yayılması Şâfiî mezhebi özellikle Mısır'da yayılmıştır  Çünkü mezhebin imamı hayatının son dönemini orada geçirmiştir  Bu              mezhep, Irak'ta da yayılmıştır  Çünkü Şâfiî fikirlerini yaymaya önce              orada başlamıştır  Irak yoluyla Horasan ve Mâveraü'n-Nehir'de de              yayılma imkânı bulmuş ve bu ülkelerde fetvâ ile tedrisatı Hanefî              mezhebi ile paylaşmıştır  Bununla birlikte bu ülkelerde Hanefî              mezhebi, Abbasi yönetiminin resmi mezhebi olması nedeniyle hâkim              durumda idi  Mısır'da yönetim Eyyübîlerin eline geçince Şâfiî              mezhebi daha da güçlenmiş, hem halk, hem de devlet üzerinde en büyük              otoriteye sahip olmuştur  Ancak Kölemenler devrinde Sultan Zâhir              Baybars, kadıların dört mezhebe göre atanması gerektiği görüşünü öne              sürmüş ve bu görüş uygulanmıştır  Ancak bu dönemde de Şâfiî mezhebi              o yörede diğer mezheplerden üstün bir mevkiye sahiptir  Meselâ;              taşra şehirlerine kadı atama yetkisi ile yetim ve vakıf mallarını              kontrol hakkı yalnız Şâfiî mezhebine ait idi  Osmanlılar Mısır'ı ele geçirince Hanefi Mezhebi üstünlük kazandı  Daha sonra Mehmet Ali Paşa Mısır'a hâkim olunca,              Hanefi mezhebi dışındaki mezheplerle resmi olarak amel etmeyi ilga              etmiştir  Şâfiî mezhebi İran'a da girmiştir  Günümüzde Şiî              ekolü ile yanyana bulunmaktadır  Günümüzde Anadolu'nun doğu kesiminde, Kafkasya, Azerbaycan, Hindistan, Filistin, Seylan ve Malaya müslümanları arasında Şafiî mezhebine mensup olanlar bir hayli fazladır  Endonezya adalarında ise hâkim olan tek mezhep Şâfiî mezhebidir (Ebû              Zehra, a  g  e, 358 vd  )   | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #3 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler Tarihi             MALİKİ MEZHEBİMalik b  Enes b  Malik b  Ebi Amir el Asbahî'ye              nisbet edilen fıkhî ekolün adı  Büyük fıkıh ekollerinden biri olan              Malikî mezhebinin imamı İmam Malik, Hicrî 93 yılında Medine'den              doğmuştur  İmam Malik, ilimle uğraşan bir aileye mensup olduğu için              tahsil hayatına küçük yaşta başlamış ve Medine'nin seçkin              âlimlerinden hadis ve fıkıh dersleri alarak kısa zamanda ilmî              olgunluğa erişmiş, yeterliliğine kanaat getirince de Mescid-i              Nebî'de ders okutmaya başlamıştı  İmam Malik'in fıkıhta hocası Rabi'atu'r-Rey'dır  Bununla birlikte, onun fıkıhta derinleşmesinde ve hadis ilminde söz              sahibi bir seviyeye yükselmesinde Medine'nin seçkin âlimlerinden              Abdurrahman ibn Hürmüz, Şihab ez-Zuhrî, Ebu Zinad, Yahya b  Sa'id              el-Ensârî ve Hz  Ömer'in azadlısı Nafi'in büyük katkıları olmuştur  O Nafi'den Hz  Ömer (r  a) ve oğlu Abdullah'ın fıkhını ve fetvalarını              iyice öğrenmişti  O, hayatı boyunca Medine'den başka bir yere gitmemiştir  İlimde ihtiyacı olduğu her şeyin, sahih bir şekilde              Medine'de bulunduğuna inanıyor, manevî havasını teneffüs ettiği              Peygamber şehrinden uzaklaşmak istemiyordu  Tahsilini Medine'de              yapması ve hayatı boyunca oradan ayrılmamış olmasının, onun fıkhının              oluşmasındaki tesirleri büyük olmuştur  İmam Malik'in zamanı, âlimlerin odaklaştığı bir kısım şehirlerde, daha önce Ashab'ın ve Tabiinin buralara taşıdığı ilimler çerçevesinde, ekolleşmelerin başladığı bir dönemdir  Basra              fıkıh ile birlikte, akaidle alâkalı meselelerin tartışıldığı, kelâmı              görüşlerden doğan fırkalaşmaların görüldüğü, vaizlerin ve az da olsa              fakihlerin bulunduğu bir şehirdi  Burada kendi şartlarına has bir              fıkıh ekolü oluşmakta idi  Kûfe ise, İbn Mes'ud'un rivayetlerine              dayanan Irak fıkhının merkezini oluşturuyordu  Bu fıkıh ekolünün,              İmamı Malik'in de kendisiyle görüşüp bilgi alış verişinde bulunduğu              Ebu Hanife'dir  Burada fıkıh, sadece vuku bulmuş olaylara verilen              fetvalar üzerine bina edilmiyordu  Meydana gelmiş hadiseler yanında,              vuku bulması muhtemel meseleler çerçevesinde bir takdirî ve farazî              fıkıh oluşmuştu  Irak fıkhının en belirgin özelliği ise, reye çokça başvurulmasıdır  Kıyas ve istihsan, orada en çok kullanılan              temel fıkhi öğelerdendir  Şam bölgesinde ise sahabe kavilleri ve              Tabi'in fetvalarına dayanan fıkıh hakim olup, reye pek başvurulmazdı  Şam ekolünün temsilcisi ise Evzâi'dir  İmam Malik'in imamı olduğu Medine ise, hadisin beşiği, Sünnetin amelî rivayetinin yapıldığı ve herkesin Sünnete sıkıca yapıştığı bir yerdi  Ayrıca, Hz  Ömer (r  a), Zeyd b  Sabit (r  a),              Hz  Aişe ve İbn Ömer'in fıkhî görüşleri ve onları takip edenler,              Medine'de bulunmaktaydı  Medine'nin Yedi Fukahası diye şöhret bulan              Tabi'inden, Sa'id b  Müseyyeb, Urve b  Zübeyr, Kasım b  Muhammed,              Harise b  Zübeyr, Ebu Bekir b  Ubeyd, Süleyman b  Yesar ve              Ubeydullah b  Abdullah Ashabın fıkhını nakleden Medine'nin seçkin              âlimleriydi  İmam Malik bu âlimlerin fıkıh usullerini kavramış,              fıkhî görüşlerini iyice özümlemişti  Medine; hadis, sünnet ve reyin              hepsinin bir arada bulunduğu, her taraftan ilim arayanların              doluştuğu ve yüksek bir ilmî hareketliliğin yaşandığı bir yerdi  İmam Malik'in kendine has fıkhî ekolün oluşmasına tesir eden unsurlar şöyle sıralanabilir: a) İbn Hürmüz'den edindiği çeşitli fırkalar ve düşüncelerine dair aktüel bilgiler ve farklı fıkhî ve fıkıh dışındaki mezhebler ve bunların ayrılık sebebleri hakkındaki derin bilgi  b) Ashab'ın, özellikle Hz  Ömer'in oğlu Abdullah              ve Hz  Aişe (r  a)'nın fetvaları ve Tabii'nin büyüklerinden İbn              Müseyyeb ve diğerlerinin, rivayet yoluyla öğrendiği fetvaları  c) İlk hocası Rabi'atu'r-Rey diye şöhret bulan Rabia b  Ebu Abdurrahman'dan aldığı rey fıkhı  Ancak Rabianın reyi              Iraklıların reyinden farklı olup, muhtelif naslar esas alınarak              halkın problemlerinin çözülmesi demek olan mesalih-i mürsele esasına              dayanmaktaydı  d) Çok mevsuk gördüğü ravilerden aldığı hadisler  O, hadis ilminin dinin kendisi olduğunu kabul eder ve hadis talep              edenlere, hadisleri kimlerden aldıklarına dikkat etmelerini              tenbihlerdi  Malikî fıkhı; İmam Malik'in Mescid-i Nebi'de ders vermeye başlamasından sonra, derslerine devam eden öğrencilerinin onun fıkıh usulüne göre şekillenmesiyle yavaş yavaş oluşma aşamasına girdi  İmam Malik, kendi usulüne dair bir eser yazmadığı gibi, bu konuda açık bir şeyde söylemiş değildir  Zaten, diğer              imamlarda olduğu gibi o da herhangi bir ekol oluşturma endişesiyle              hareket etmiş değildi  Öğrendiği ilimleri, çevresinde toplanan              öğrencilerine aktarırken ve problemlerin çözümü için fetva soranlara              fetva verirken, dinin kendisine yüklemiş olduğu sorumluluğu yerine              getirme endişesinden başka bir duygu ile hareket etmiş değildir  Onun talebeleri memleketlerine döndüklerinde, halkın meselelerini              İmam Malik'in fetvalarına göre çözüyorlardı  Onun fetvalarının              yetersiz olduğu konularda ortaya çıkan yeni meseleleri onun usulüne              uygun olarak, hallediyorlardı  İşte onun talebeleri, mezheplerinde              ihtiyaç duydukları usulü, Malik'in ana hatlarıyla işaret ettiği              doğrultularda ortaya koymuşlardır  İmam'ın Muvatta'da takip ettiği              yöntem, onun fıkıhtaki usulünun temel prensiplerini açıklar              niteliktedir  O fıkhî bir mesele ile alâkalı olarak önce hadisi              alır, peşinden Medineliler'in o konudaki uygulamalarına değinir,              arkasından da Tabi'in ve diğer ulemanın görüşlerini zikreder  Anlaşılacağı gibi, diğer fakihlerden ayrı olarak, onun fıkıh anlayışında Medineliler'in amelinin özel bir yeri vardır  Ona göre Medinelilerin amelî, sünnetin amelî olarak rivayet              edilmesidir  Zira onlar, hayatlarını, aralarında yaşamış olan Hz  Peygamber (s  a  s)'in gösterdiği doğrultuda şekillendirmişlerdir  İmam Malik'in fıkıh usulü ve hukuk ekolünde reye az başvurulmuş olmasına rağmen, diğer mezheplerde rey için delil durumunda olan Kıyas, İstihsan, Mesalih-i mürsele vb  Fer'i deliller              çokça kullanılmıştır  Malikî mezhebinin dayandığı deliller şunlardır: 1- Kitap: Bütün mezheplerde olduğu gibi, uyulması icab eden ana kaynak, dinin her şeyini içine alan Kur'an-ı Kerim'dir  Sünnet ise, Kitabın tefsiri mahiyetinde olup, onu              açıklamaktadır  Bundan dolayıdır ki İmam Malik Kur'an tefsirinin              sünnetle olduğunu kabul eder, İsrailiyyat türü haberlerin ona              sokulmasına şiddetle karşı çıkardı  O, Cumhur'un icma ettiği gibi, Kur'an-ı Kerim'in lâfız ve manadan ibaret olduğu inancındadır  İmam Malik, her şeyde              olduğu gibi, bu konuda da hiç bir zaman tartışmaya girmemiştir              (Muhammed Ebu Zehra, İmam Malik, Ankara 1984, 200)  2- Sünnet: İmam Malik, fıkıhta imam olduğu gibi hadiste de imamdır  Onun hadisi fıkha nasıl hâkim kıldığı Muvattada              açıkça görülmektedir  Bütün imamlar, meseleleri çözümlerken hadisi ikinci sırada delil almakla beraber, ondan hüküm çıkarmada kullandıkları usuller birbirinden farklı olmuştur  İmam Malik, Ebu Hanife gibi Kur'an'ın zahirini Sünnetten önde tutar  Ancak Sünnet, ayrıca başka delillerle takviye              edilirse o zaman Kur'an'ın bu umumunu tahsis, mutlakını da takyid              eder  Bir kadını halası veya teyzesi ile birlikte nikahlamanın yasak              oluşu böyledir  Kur'an'da nikahı yasak olanlar arasında              zikredilmediği halde, Sünnette bunun yasaklığı üzerinde icma'              vardır  Dolayısıyla İcma, Sünneti desteklediği için, ayetin umumunu              tahsis etmektedir  Malik'e göre Sünnet; icma', Medineliler'in amelî veya kıyasla desteklenmediği takdirde, zahiri üzere olduğu gibi kalır  Meselâ: "Sizden birinizin kabını köpek yalarsa, onu, birinde toprakla olmak üzere, yedi defa yıkasın" hadisi: Av için yetiştirdiğiniz köpeklerin avladıkları yenir" ayetine aykırı olduğu için, köpeklerin necis olmadığına hükmetmiş ve haberi vahidi terketmiştir  Mütevatir sünnet ise mutlak hüküm ifade etmektedir  Ayrıca, ravileri mevsuk ve güvenilir mürsel hadisleri de delil olarak kullanmış, onlara göre fetvalar vermiştir  Tek şahid ve yemin ile birlikte hüküm verme hadisini Muvatta'da              mürsel olarak vermekte ve onu delil olarak almaktadır (Muvatta, III,              180)  Onun Muvatta'ında üç yüze yakın mürsel hadis bulunmaktadır  Böylece o çağının seçkin fakihlerinden Hasan el-Basrî, Süfyan b  Uyeyne ve Ebu Hanife'nin yürüdüğü yoldan yürümektedir  İmam Malik'in              hadis fıkhını takib ettiği ve re'yi kullanmadığı iddiaları doğru              değildir  Hatta ibn Kuteybe onu, rey fakihi olarak kabul etmektedir              (Ebu Zehra, a  g  e  , 291)  O, bazan rey ve kıyasla hüküm vererek,              haber-i vâhid'i terkederdi  Ancak onun haber-i vâhidi veya reyi              tercih ederken belirli sağlam temel kıstaslardan hareket etmekte              olduğu görülmektedir (bk  M  Ebu Zehra, a  g  e  , 291-300)  3- Sahabe kavilleri: İmam Malik, hadisin yanında sahabe sözlerine ve fetvalarına da çok önem vermekteydi  O, bunları              sünnetin bir parçası sayar  Onun görüşüne göre sünnet, Ashabın kabul              ettikleri şeylerdir  Bundan dolayıdır ki o, Abdullah ibn Ömer'in              fetvalarını öğrenebilmek için Nafi'in peşini hiç bir zaman              bırakmamıştır  Muvatta'daki sahabe görüş ve fetvalarının çokluğu, onun delil olarak buna verdiği önemi gösterir  Sahabe              fetvalarını Sünnetten sayması ve onlarla sürekli ihticac etmesi,              onun sünnet imamı sayılmasına sebep olmuştur  Ashabın görüşlerini              delil kabul etme ve onların yolundan ayrılmama hususunda diğer              mezheb imamları da aynı titizliği göstermiş olmakla beraber, Malik              onlara, fıkhında diğerlerinden daha çok istinat etmiştir  Sahabe fetvasını alırken de bir usule göre hareket etmekteydi; Sahabe fetvası sünnet hükmünde olmakla birlikte, eğer ictihada dayanıyor ve o konudaki merfu bir hadisle çelişiyorsa, merfu hadis tercih edilmektedir  İmam Malik, Ebu Hanife ve Şafiînin aksine tabiinden itimad ettiklerinin görüş ve fetvalarına çok önem verirdi  Bunun sebebi, onların fıkıhtaki mevkilerini, meseleler hakkında              görüş bildirirken ve fetva verirken Kur'an ve sünnet'e uygun hareket              ettiklerini bilmesidir  Ömer b  Abdülaziz, Sa'id b  Müseyyeb, Zuhrî              ve Nafi'ye çok değer verirdi  4- İcma: Malikî mezhebi, diğerlerine nazaran icma'ı daha çok kullanmıştır  Ancak onun icma olarak kabul ettiği,              sadece Medine ulemasının icma'ıdır  Muvatta'da icma konusunda              kullandığı ifadelerden bu anlaşılmaktadır  İmam Malik, Medine              dışındakilerin fıkıh konusunda Medinelilere tabi olduğu              görüşündedir  Zaten İmam Şafiî'de; "Medineliler aralarında ihtilâfa              düşmedikçe diğer memleketler halkı Medine ehline muhalif olmaz" sözü              ile bunu desteklemektedir  5- Medineliler'in amelî: İmam Malik'in fıkhında Medineliler'in amelinin özel bir yeri vardır  Zira o, Medineliler'in              yaşayış tarzını Sünnetin, bir tür pratik rivayeti kabul eder  Aslında o, bu konuda hocası Rabî'a'yı takip etmektedir  Malik'in de              kullandığı; "Bin kişinin bin kişiden rivayeti, bir kişinin bir kişiden olan rivayetine, uyulmak bakımından daha hayırlıdır" sözü, Rabî'a'ya aittir (M  Ebu Zehra a  g  e  , 325)  Bundan dolayı              İmam Malik, Medineliler'in amelini fetvalarına dayanarak yapar,              haber-i vahid, Medineliler'in ameliyle çelişirse, Medineliler'in              amelini tercih ederdi  Medine ehlinin amelî üç kısımda değerlendirilir: a) Bir konuda icma etmeleri ve o konuda başkalarının onlara muhalefet etmemiş olması  b) Medineliler'in icma ettikleri bir meselede, başkalarının onlara muhalefet etmesi  c) Bir meselede bizzat Medineliler'in ihtilâfa düşmesi  Birinci çeşide giren meselelerde bütün mezhepler aynı görüştedirler  Malikîler ikinci ve üçüncü türe giren konularda              diğerlerinden ayrılmaktadırlar  6- Kıyas: Bütün fakihlerin istisnalar hariç, ortaklaşa kullandıkları, fıkhın temel dayanaklarından biri Kıyastır  Ashab'da Kıyası fıkhın kaynaklarından kabul etmişlerdir (bk  Kıyas              mad)  İmam Malik, Kur'an'da bildirilen ve hadislerde ortaya konmuş olan hükümlere kıyas yapardı  Bu, Muvatta'da açık bir              şekilde müşahade edilebilir  O, her babın başında o konuda hüküm              bildirdiğini kabul ettiği hadisleri verir, peşinden de fer'î              meseleleri sıralayarak; kıyas yoluyla benzer olayları birbirine              ilhak eder  İmam Malik, Medine ehlinin icmaını Sünnetten saydığı              için, bunu da kıyasında temel almıştır  Sahabe fetvaları kendi usulü              çerçevesinde hüküm niteliği taşıyorsa, bunlara da kıyas yapardı  Onun kıyas kaynakları şöylece sıralanabilir: Kitap, Sünnet, Medine              ehlinin icmaı ve sahabe fetvaları  Malikîler, Mesalih-i mürsele'yi müstakil bir dayanak almış olmaları yanında, kıyasta da her zaman maslahatı gözetmişlerdir  7- İstihsan: İstihsan, İslâm hukukunun aslî delillerinden biri olmayıp, fıkıh usulünde fer'î bir delil olarak kullanılır  Meseleleri, ortaya çıkan zaruretleri, toplumun              menfaatına bertaraf etmede fakihin genel prensipleri terkedip, özel              bir delile dayanarak hüküm vermesi İstihsan olarak adlandırılır  İmam Malik'in Muvatta'da rivayet ettiğini bir hadisi şerifte şöyle              buyurulmaktadır: "Zarar verme ve zararla karşılıkta bulunma yoktur"              (Muvatta, II, 122)  İmam Malik, İmam Şafiî'nin itirazlarına rağmen (Ebu Zehra, a  g  e  , 349) İstihsanı zarurî görmektedir  O, istihsanı              alırken şerîatın özünden hareket etmektedir  İnsanları zararlı olan              şeylerden korumak ve onların maslahatına uygun olanı almak, dinin              temelinde yatan bir gerçektir  Bir şeyde zararlardan arınmış olarak              kesin iyilik varsa, bunun uygulanması mutlak anlamda arzulanan bir              şeydir  Aksi bir durum sözkonusu ise, derhal giderilmesi gerekir  8- İstishab: Sabit olan bir hükmün, değiştiğine delil bulununcaya kadar, olumlu veya olumsuz haliyle devam etmesini kabul etmektir  İmam Malik, İstishab'ı bir delil olarak almıştır  Zira o, zann-ı galib'e göre mevcut olan durumun, onu değiştiren bir              şey olmadıkça bulunduğu şekliyle bâki kalmasının esas olduğunu kabul              etmektedir  Eğer böyle olmazsa, hakların kaybolması kaçınılmazdır  Kayıp bir kimsenin durumu hakkında bir bilgi yoksa, bu delile göre              o, yaşıyor kabul edilir  Hâkim öldüğüne karar verinceye kadar bu              böyle devam eder  Ortadan kaybolup ölümüne hükmedilinceye kadar,              onun hakkındaki muameleler hayatta imiş gibi yürütülür  İstishab, isbat edici bir delil olmayıp koruyucu bir delildir  Yani başkasının aleyhinde olan bir şeyi isbat etmez  Mevcud olan hakları korur  İstishab delili diğer fukaha tarafından              da kullanılmıştır  9- Mesâlih-i Mürsele: İnsanların iyiliği için fayda bulunanı almak zararlı veya zararı faydasından çok olanı terketmektir  Bu prensip İmâm Malik'in en çok kullandığı              prensiplerden biridir  Malikîler'in müstakil bir delil olarak aldıkları Mesâlih-i Mürsele'ye keyfi olduğu ileri sürülerek birtakım itirazlar yapılmıştır  Ancak, bunu ilk ortaya koyan İmam Malik olmamıştır  O,              Ashab'da bu konuda görmüş olduğu örneklere istinat etmiş olup diğer              üç mezhepte de Mesalih-i Mürsele delil olarak kullanılmıştır  İmam              Malik'in en çok kullandığı delillerden biri, Mesalih-i Mürseledir  O, Hakkında müsbet veya menfi bir nas bulunmayan hususlarda              maslahata uygun olanı almayı şeriat'ın rükünlerinden biri saymıştır  Din, her şeyiyle insanların yararına olanı ihtiva ettiğine göre,              maslahatın dışına çıkan hiç bir şeyin şeriat'le ilgisi sözkonusu              olamaz (İbn Kayyım el-Cevziyye, İ'lamu'l Muvakkıın, Mısır t  y  , III,              1)  İmam Malik, Maslahatı delil olarak alırken şu noktalara dikkat etmiştir: Maslahat olarak gözettiği şey ile şeriatın maksadları arasında bir uygunluk olmalı ve dinin ortaya koyduğu prensiplerden birisiyle asla çelişmemelidir  Çözüm makul olup, akıl              sahiplerince yanlış bulunmamalı  10- Sedd-i Zerîa: Sebebi yok etmek, vasıtayı ortadan kaldırmak anlamında bir terkiptir  Harama sebeb olan şey              haramdır; helâle vesile olan şey de helâldir  Sedd-i Zeriâ'da esas,              fiilin doğuracağı neticenin gözetilmesidir  Eğer fiilden bir fayda              elde edilecekse, o sağlanan fayda nisbetinde mübahtır  Fakat fiil,              bir zarar ve kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olacaksa, kötülüğün              ölçüsünce haram olur  Yani ameller, sonuçları göz önüne alınarak ya              serbest bırakılır ya da yasaklanır  Bu prensibin temelleri Kur'an-ı              Kerim'de açıkca müşahade edilmektedir  Bir müslüman, kâfirlerin              tapındıkları şeylere küfretse, bunun neticesinde sevap bile              umabilir  Ancak bu, müşriklerin de kızarak Allah Teâlâ'ya              küfretmelerine sebeb olabileceği için yasaklanmıştır: Allah'tan              başkasına dua edenlere sövmeyin, onlar da bilmeyerek düşmanlık              göstererek Allah'a söverler" (el-En'am, 6/108)  İşte bu, Sedd-i              Zerîa'dır  Bunun Sünnette de örnekleri bulunmaktadır  Faize              götürmeye sebeb olacağından alacaklıların borçludan hediye alması              yasaklanmıştır  Yine Ashabın ilk fakihleri, ölüm döşeğindeki              kimsenin boşadığı kadını mirasa dahil ettiler  Bunun sebebi,              hastanın karısını mirastan mahrum bırakmak için bu yola başvurmuş              olabileceğidir  Boşama böyle bir haksızlığa vesile yapılmasın diye              böyle hareket etmişlerdir  11- Örf ve Âdet: Bir toplumda yerleşmiş olan hareket ve yaşam tarzı örf olarak adlandırılır  Toplumun ve              fertlerin aynı şekilde tekrarlanan amellerine de âdet denilmektedir  Örf ve âdet ayrı kavramlar olmakla birlikte genellikle aynı anlamda,              müteradif olarak kullanılırlar  Hanefiler'de olduğu gibi, Malikîler'de de örfün usulde saygın bir yeri vardır  Malikî mezhebinin eksenini oluşturan              kaide, maslahatlardır  Örfe göre amel etmek, maslahatın türlerinden              birisi olduğu için İmam Malik bunu ihmal etmemiştir  Malikîler örfe muhalif kıyası terkederler  Onlara              göre örf, ammı tahsis, mutlak'ı takyid eder  Örf ve âdetin delil olarak alınması fakihler arasında tartışmalı bir konudur  Bir nass'ın herhangi bir şekilde              işaret ettiği örf, bütün fakihler tarafından mesned kabul              edilmiştir  Aynı şekilde nass'ın yasaklayıp haram kıldığı örf de,              icma'en muteber değildir  Onu, naslar doğrultusunda değiştirmek icap              eder  Bir de nass'da bildirilmeyen ve dolaylı da olsa işaret              edilmeyen örf vardır ki, Hanefîler'le Malikler bunu fıkıhta müstakil              bir asıl kabul ederler  Şafiîler ise bunu tartışmışlardır  Örfler değiştikçe kelimeler ve kavramlara yüklenen anlamlarda değişir  Bu sebepten, değişik bölge veya              zamanlarda yaşayan toplumlarda, aynı kelimelerin ifade ettikleri              anlamlar birbirinden farklılıklar gösterebilmektedir  Dolayısıyla bu              kelime ve kavramların manalarını anlayıp ona göre hüküm              verilebilmesinde örfün önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır  Hükümler, örflerin değişmesiyle değişen anlamlara ve kelimelerin              değişik sanat dallarında değişik istilahî kullanımlarına göre              verildiğinde, gerçekler üzerine bina edilmiş sayılırlar  İmam Malik, toplumun iyiliği ve selâmetini muhafaza etmek için şeriat'a ters bir tarafı bulunmayan geleneklere karşı çıkmamayı bir görev saymıştır  İnsanlardan bu gelenekleri              gereksiz yere değiştirmelerini istemek, o toplumda birliği bozar,              örf ve âdetlere göre yorumlanan kavramlar birbirine karışır,              akitlerin yürütülmesi imkânsız hale gelir  Ancak örf ve âdet              İslâm'ın ruhuyla çelişiyorsa; dinin insanlara değil, onların dine              uymaları asıl olduğu için, örf, mutlak anlamda toplum hayatından              silinip atılır  Maliki Mezhebinin Gelişmesi: İmam Malik'in derslerinde ve fetva vermede takip ettiği yol, Maliki Mezhebinin ihtiyaçlar üzerine bina edilmesini sağlamıştı  O, meseleleri              tartışmaz, öğrencileriyle de kesinlikle münakaşa etmezdi  Dinin hiç              bir konusunda tartışmaya girmemek onun değişmez temel vasfı              olmuştur  İmam Malik, olayları tartışma kapısını açmamakla, onlar              üzerinde değişik yorum ve içtihadların doğmasını engellemiş ve bu              ekolün furu'unun Hanefî mezhebine nazaran çok yavaş gelişmesine              sebeb olmuştu  Onun sağlığında hiç bir talebesi ona muhalefet              etmemiştir  Genellikle Kuzey Afrika ve Endülüslü olan öğrencileri,              ondan öğrendikleri ilimle ülkelerine döner ve öğrendiklerini              tartışmadan diğer insanlara öğretir ve fetva verirlerdi  Ancak              Malikî fıkhının usulü ve dayandıkları delillerin çeşitliliği, İmam              Malik'ten sonra bu ekolün furu'unun hızlı bir şekilde gelişmesini              sağlamıştır  Muvatta, bizzat İmam Malik tarafından yazılmış olmakla birlikte, ondaki fıkhî meseleler çok değildir  Onun fıkhı,              derslerine devam eden çok sayıda öğrencisinin aldıkları notların              kitaplaşmasıyla tedvin edilmiştir  Talebelerinin yazdığı bu              notlardan Malikî mezhebinin temel kaynak kitapları olan Müdevvene,              Utbiye, Vadiha ve Mevvaziye ortaya çıkmıştır  Malikî fıkhının, daha              sonraki asırlarda ortaya çıkan ve Malikîler'ce gördükleri itibardan              dolayı sık sık yeni baskıları yapılan iki kitap daha vardır ki,              bunlardan biri el-Müdevvene'yi özetleyip el kitabı haline getiren,              Abdullah b  Ebi Zeyd el-Kayravani'nin (öl  386?) er-Risale'si,              diğeri de, Halil b  İshak (öl  767)'nin el-Muhtasar'ıdır  Ancak el-Müdevvene, Malikî fıkhının en muteber temel kaynağı kabul edilmektedir  Zira doğru ve mevsûk olarak              rivayet edilmiştir  El-Müdevvene'de, Malikten rivayet olunan fetva              ve kaviller, takipçilerinin onun usûlüne göre yaptıkları içtihadlar,              diğer bazı talebelerinin görüşleri ve fıkha dair hadisler ve Ashab              dahil sonraki âlimlerin görüşleri bir araya getirilmiştir  Malikî Mezhebinin Mısır'a oradan da Kuzey Afrika yoluyla, Endülüs'e kadar uzanmasını ve buralara yerleşip hakim mezhep konumuna gelmesini sağlayan, mezhebin şöhret bulmuş ve bizzat İmam Malik tarafından yetiştirilmiş ilk seçkin âlimlerinin bir grubu Mısır'dan ve bir grubu da Kuzey Afrika ve Endülüs'tendir  İmam Malik'in Mısırlı yedi öğrencisi: 1- Ebû Abdillâh, Abdurrahman b  el-Kâsım              (Ö  191/807)  İmam Malik'ten yirmi yıl süreyle fıkıh tahsil etmiş ve              mutlak müctehidlik derecesine ulaşmıştır  Mısır fakihi Leys b  Sa'd'den de fıkıh ilmi almıştır  el-Müdevvene'yi gözden geçirip              tashih eden odur  Malikîler'in en değerli fıkıh eserlerinden olan              el-Müdevvene, Sahnûn (Ö  240/854) tarafından fıkıh ile ilgili              yazılan eserlerin tertip ve tasnif metoduna göre düzenlenmiştir  2- Ebû Muhammed, Abdullah b  Vehb b  Müslim              (Ö  197/812)  İmam Malik'in yanında yirmi yıl kaldı  Malikî fıkhını              Mısır'da yaydı  Bu mezhebin tedvininde büyük etkisi oldu  İmam Malik              O'na; "Mısır fakihine; Ebû Muhammed el-Müfti'ye!" diye hitap ederek              mektup yazardı  Leys b  Sa'd'dan fıkıh öğrendi  Güvenilir (sika) bir              muhaddis idi  "Divanü'l-ilm" diye adlandırılırdı  3- Eşheb b  Abdilaziz el-Kaysî (Ö  204/819)  İmam              Malik ve Leys b  Sa'd'dan fıkıh öğrendi  Abdurrahman b  el-Kasım'dan              sonra Mısır'da fıkıh riyaseti ona geçmiştir  Malikî fıkhını rivayet              ettiği Müdevvenetü Eşheb" adı verilen bir kitabı vardır  Bu,              Sahnûn'un kitabından ayrıdır  İmam Şafiînin; "Mısır, Eşheb gibisini              yetiştirmemiştir" dediği nakledilir  4- Ebû Muhammed, Abdullah b  Abdilhakem (Ö  214/829)  Eşheb'ten sonra Malikîlerin riyaseti ona geçmiştir  5- Asbağ b  Ferec (Ö  225/840)  İbn Kasım, İbn              Vehb ve Eşhebten fıkıh öğrendi, Malik'in mezheb ve görüşlerini en              iyi bilenlerdendi  6- Muhammed b  Abdillah b  Abdilhakem (Ö  268/881)  Fıkıh ilmini babasından, çağdaşı Malikî fakihlerinden ve              İmam Şafiî'den aldı  Mısır'da fıkıh konularında başvurulan sembol              kişi haline geldi  Hatta Mağrib ve Endülüs'ten öğrencilerin ilim              almak için koştukları bir kişi idi  7- Muhammed b  İbrahim el-İskenderî b  Ziyad (Ö  269/882)  İbn Mevâz olarak bilinir "el-Mevvâziye" diye ünlü bir              kitabı vardır  Malikî fıkhına ait en değerli, meseleleri en sağlam              ve en basit biçimde kapsayan geniş bir kitaptır  İmam Malik'in Mağribli ünlü yedi öğrencisi: 1- Ebû Hasan Ali b  Ziyad et-Tunûsî (Ö  183/799)  Fıkhı İmam Malik ve Leys b  Sa'd'dan aldı  Afrika'nın fakîhi idi  2- Ebu Abdillah Ziyad b  Abdurrahman el-Kurtubî              (Ö  193/809)  "Şabtun" lakabıyla bilinir  Muvatta'ı, Malik'ten              dinlemiş ve onu Endülüs'e ilk sokan kişi olmuştur  3- İsa b  Dinar el-Kurtubî el-Endelûsî (Ö  212/827)  Endülüs fakihlerindendir  4- Esed b  el-Fürât b  Sinan et-Tunûsî (Ö  213/828)  Nisaburlu olan bu zat, İmam Malik'ten Muvattaa okudu  Daha              sonra Malikî mezhebinden olduğu halde Irak'a gittikten sonra Hanefî              mezhebine girmiştir  Hanefî fıkhını Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'den              almıştır  5- Sahnûn b  Abdisselâm b  Saîd (Ö  240/854)  Önce Tunus'un Kayravan şehrinde tahsiline başladı  Daha sonra Medine              ve Mısır'a giderek ilmini ilerletti  Afrika'nın kuzeyi ile              Endülüs'te Malikî mezhebinin yayılmasında büyük hizmetleri olmuştur  Keskin buluşları olması sebebiyle kendisine "Sahnûn" lakabı              verilmiştir  Malikî fıkhının temel kitaplarından olan              "el-Müdevvene"nin hazırlanmasında bu zatın büyük emeği geçmiştir  6- Yahya b  Yahya b  Kesir el-Leysî (ö  234/848)  Kurtuba'lı olup, Malikî mezhebini Endülüs'te okutmuş ve tanıtmıştır  7- Abdülmelik b  Habib b  Süleyman es-Selemî (Ö  238/852)  Yahyâ b  Yahyâ'dan sonra Malikî fıkhının riaseti ona              geçmiştir  Malikî Mezhebinin yayıldığı yerler: Malikî Mezhebi, başlangıçta Hicaz'da yaygındı  Ancak sonraları çeşitli              sebeblerden dolayı bu bölgedeki müntesipleri azalmıştır  İmam Malik'in görüşleri, henüz hayatta iken, yukarıda kendilerinden bahsedilen öğrencileri tarafından Mısır'a taşınmıştı  Mısırlı öğrencilerin memleketlerine döndüklerinde,              Malikî fıkhına göre yetiştirdikleri öğrencileri vasıtasıyla mezheb,              Mısır'da yayılarak yerleşmeye başladı  Ancak daha sonra, Şafiî              mezhebi buradaki üstünlüğü ele geçirmişti  Bundan sonra, Mısır'da              her iki mezheble de amel edilmeye devam edilmiş, yargı işlerinde              Hanefî Mezhebi de müracaat edilen bir merci olarak varlığını              göstermişti  Ancak daha sonra Fatımîler Mısır'a hâkim oldukları              zaman, kaza ve fetva işlerinde Şia ön plana çıkmıştı  Fatımîler,              Câmi'u'l-Ezher'i kurarak burayı, Şia Mezhebinin ilmî merkezi haline              getirmişler ve Ehl-i Sünnet mezhepleri silinmeye çalışılmıştır  Selahaddin Eyyubî tarafından Fatımî hâkimiyetine son verilince, Ehl-i Sünnet ihya edilmiş, Şafiî meıhebi tekrar birinci seviyeye çıkmıştı  Bununla birlikte, Malikî fıkhının              okutulduğu medreseler sayesinde Malikîlik de güç kazannııştır  Memlûklular devrinde kaza işlerinde dört mezheb esas alınmıştır  Mısır baş kadısı Şafiîlerden, ikinci kadı da Malikîler'den              atanırdı  1920'lerde Mısır'da şahıslar hukuku Malikî mezhebi esas              alınarak yeniden gözden geçirilmiştir  Bu mezhebin hakim olduğu diğeı bir bölge de Mağrib ülkesidir  İmam Malik'in öğrencileri tarafından buraya              getirilen Malikî fıkhı, âlimlere danışmadan karar almayan, ciddi ve              fukuhaya saygılı yöneticilerin uygulamalarıyla halk arasında              yaygınlık kazanmıştır  Malikî Mezhebi, Endülüs'te de en çok müntesibi bulunan mezhebdir  Endülüs'te önceleri Evzâi mezhebi üstündü  Fakat,              Hicrî 200'lerden sonra Malikî mezhebi, bu bölgeye hâkim olmaya              başladı  Mlikîliği Endülüs'e ilk getiren kimse, İmam Malik'in seçkin              öğrencilerinden biri olan, Ziyad b  Abdurrahman olmuştur  Endülüs              Emevi devletinin Abbasilerle olan kötü ilişkileri onların Malikî              mezhebini devletlerine hâkim kılmasına sebeb olmuştur  Malikî mezhebi, Sicilya, Fas, Sudan'da yayılmış; Bağdat, Basra hatta Nişabur'a kadar uzanmıştır  Malikî mezhebinin Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs'te yayılıp da, diğer bölgelerde etkinlik gösterememesinin sebebi olarak; Endülüs'ten Medine'ye kadar olan bölgede, Medine'nin kuzey ve doğu tarafındaki memleketlerde olduğu gibi, ilmî merkezler ve etrafında ders halkalarının oluştuğu müctehid imamların olmayışı, ayrıca Batı'dan gelen öğrencilerin fıkhî ekolleşmelerin geliştiği doğu taraflarına yönelmelerinin zorluğu gösterilmektedir  İmam              Malik'e gelen talebeler onun gibi bir üstada kavuştuktan sonra ilmin              kaynağı Medine'nin dışına çıkıp doğuya yönelmeye, ihtiyaç da              duymuyorlardı  Kuzey ve doğuya doğru Malikîliğin az gelişmesinin              sebebinin yolları üzerinde bulunan Şam ve Irak bölgesinde ilmî              hareketliliğin had safhaya ulaşmış bulunması sebebiyle buralara ilim              tahsili için uğrayan öğrencilerin burada bulduklar ile ilmî              doygunluğa ulaşmaları olduğu şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır              (bk  Ebu Zehra, a  g  e  , 407 vd)  Ömer TELLİOĞLU | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #4 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler Tarihi             HANBELi MEZHEBİ             Ebû Abdillâh Ahmed b  Hanbel eş-Şeybânî'ye nisbet              edilen mezhebin adı  İslâm'da dört büyük fıkıh mezhebin birisi  Ahmed b  Hanbel 164/780 yılında Bağdad'ta doğdu  241/855'te yine              orada vefat etti  Büyük babası Hanbel Horasan bölgesinde bulunan              Serahs Vilâyeti'nin valisi idi  Babası Muhammed b  Hanbel de              komutanlık görevi üstlenmiş bir askerdi  Hanbel ailesi, Ahmed'in              doğumuna yakın bir sırada Bağdad'a gelmiş ve orada yerleşmişti  Ahmed b  Hanbel önce Kur'ân'ı hıfzetmiş, daha              sonra arapça, hadis gibi ilimleri, sahâbe ve tabiîlere ait              rivâyetleri, Hz  Peygamber'in, sahabe ve tabiîlerin hayatlarını              incelemekle ilim çalışmalarına başlamıştır  Özellikle hadis ilmi              için Basra, Kûfe, Mekke, Medîne, Şam, Yemen ve el-Cezîre'yi dolaşmış,              uzun bir süre İmam Şâfiî'ye (ö  204/819) talebelik etmiştir  Hatta              bu yüzden O'nu Şâfiî mezhebinden sayanlar bile olmuştur  Böylece              O'nun başlıca fıkıh üstadı İmam Şâfiî'dir  Şâfiî, O'nun hakkında              şöyle demiştir: "Ben Bağdad'tan ayrıldım ve orada Ahmed b  Hanbel'den daha âlim ve daha faziletli kimse bırakmadım"(el-Hudarî,              Târihu't-Teşrîi'l-İslâmî, terc  Haydar Hatipoğlu, s  260, 261)  Ahmed b  Hanbel, Ebû Hanîfe'nin (ö  150/767)              öğrencisi ve devrin ünlü baş kadısı Ebû Yûsuf'tan (ö  182/798) fıkıh              ilmi aldı  Rivâyetle dirayeti birleştiren bir yol izledi  O, hükmü              hadisten çıkarır, bu hükme yeni bir takım meseleleri kıyas ederdi  Bu arada Yemen'e giderek, San'a'da Abdurrezzâk b  Hemmâm'la (ö  211/826) görüştü  Orada iki yıl kadar kalarak O'ndan ez-Zuhrî ve              İbnü'l-Müseyyeb yoluyla gelen birçok hadisleri aldı(Muhammed Ebû              Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Terc  Abdulkadir Şener,              İstanbul 1976, s  423 vd  ) Adının ilim, zühd ve takvâ ile birlikte yayılışı toplumu onun ilmine yöneltti  Mescid'eki derslerini izleyenlerin              sayısının beş bine kadar ulaştığı nakledilir  Derslerinde dikkati              çeken üç husus şudur  a) Onun meclisine ciddiyet, vakar, tevazu ve ruhî huzur hâkimdi  Kendisi şaka ve alay etmeyi sevmezdi  b) Dersinde, ancâk hadisleri rivayet etmesi istendiği zaman anlatırdı  Hadis rivayetinde hafızasına güvenmez,              Hz  Peygamber'e söylemediği şeyi isnad etmemek için yazılı metne              bakarak nakiller yapardı  Kendisine sorulmadıkça konuşmazdı  c) Verdiği fetvaların yazılıp nakledilmesini menederdi  Ona göre yazılması gereken ilim, ancak Kitap ve              Sünnet'ten ibaret idi  Ahmed b  Hanbel'in görüşü bu olmakla birlikte              öğrencileri kendisinden ciltler dolusu kitaplar rivayet              etmişlerdir(Zehebî, Tercemetü Ahmed b  Hanbel, Müsned'in baştarafı,              Mektebetü'l-Maarif tab'ı, Mısır, t  y  ); Ebû Zehra, a  g  e  , s  437)  Hâlife Me'mûn'un ortaya attığı Kur'ân'ın mahlûk (sonradan yaratılmış) olduğu fikrini İbn Hanbel kabul etmedi, muhakeme edilerek zindana atıldı  Dayak yedi, kendisine işkence yapıldı,              fakat yine inancından taviz vermedi  (Ahmed b  Hanbel'in hal              tercemesi için bk  el-Hatîbü'l-Bağdâdî, Târihû Bağdâd, Mısır 1394/              1931, IV, 412-423; Ebû Nuaym, Hılye, Mısır 1352/15, IX,161-233;              el-Buhârî, et-Tarihu'l-Kebîr, Haydarâbâd  1360, I, 2, 5; İbn              Hallikân, Vefeyâtü'l-Ayân, Kahire 1367/1948, I, 47-49; İbn Ebî Ya'lâ,              Tabakâlü'l-Hanâbile, Kahire 1378/1952, I, 4-20: İbnü'l-Cevzî;              Menâkıbu'l-İmam Ahmed, Mısır 1349; ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz,              Haydarâbâd 1375/1955, I, 431-432; Târihu'l-İslâm, I, 58-131 (Ahmed              Muhammed Şâkir'in Müsned neşri mukaddimesi); Ebû Zehra, Ahmed b  Hanbel, Kahire 1949; Fuat Sezgin, GAS, I, 502-509)  Ahmed b  Hanbel'in İctihad Usulü: Dört mezhep imamı içinde usul ve fetvalarını yazmaktan en çok çekinen zât Ahmed b  Hanbel'dir  O, daha çok              hadisleri toplayıp tasnif etmeyi gaye edinmiştir  Şâfiî gibi O da              senedi sahih olunca başka hiçbir şart ileri sürmeksizin haber-i              vâhidle amel eden hadis ehli müctehidlerindendir  Ebû Hanîfe ise bu              konuda râvinin güvenilir (sika) ve adaletli olması yanında rivayet              ettiği şeye aykırı bir amelde bulunmamasını şart koşar  Sahabe adı              zikredilmeyen "mürsel hadis"i, Ahmed b  Hanbel zayıf sayar ve konu              ile ilgili başka bir hadis bulunmazsa, yani zarûret karşısında              kalırsa bunu delil  olarak kabul ederdi (Muhammed Ebû Zehra              Usûlü'l-Fıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab'ı, y  ve t  y  , s  108 vd  )              Böylece O, mürsel ve zayıf hadisleri daha kuvvetli bir delil              bulunmazsa kıyasa tercih ederdi  Ancak O'nun devrinde henüz hadis              için "sahih, hasen, zayıf" şeklinde üçlü taksim yapılmamış, hadisler              genellikle sahih ve zayıf kısımlarına aynlmıştır  Bu yüzden İbn              Hanbel'in kıyasa tercih ettiği hadisler, bâtıl ve münker olmayan "hasen"              nevinden hadisler olmalıdır (İbnti'l-Kayyim, İ'lâmil'l-Muvakkıîn,              Mısır 1955, I, 29, 30)  İbn Hanbel'e göre, aynı konuda aksi bir görüşün bulunduğu bilinmeyen sahabe kavlî "icmâ"' niteliğindedir  Eğer              sahabe görüşleri arasında ihtilaf varsa, ya bunlardan Kitap veya              Sünnete yakın olanı tercih eder veya böyle bir tercih yapmaksızın              sadece görüşleri nakletmekle yetinir  konu hakkında sahabe görüşü              nakledilmemişse, büyük tâbiî'lerin re'ylerini kendi re'yine tercih              eder  Mesele hakkında âyet, sahih hadis, sahabe kavli, zayıf ve              mûrsel eser gibi deliller bulamazsa kıyas yoluna başvurur (İbnü'l              kayyim, a  g  e  , I, 32)  " Hanbeliler, hakkında Kitap, Sünnet ve İcmâ'a dayalı bir delil bulunmayan maslahatı (kamu yararı) kıyastan sayarlar  Çünkü bunlar Kitap ve Sünnet nass'larının toplamından elde              edilen genel maslahatlardır  Diğer yandan İbn Hanbel "Siyaset-i              şer'iyye" de de maslahadı esas almıştır  Siyaset-i şer'iyye, İslâm              Devlet başkasının, toplumu islah amacıyla, insanları yararlı işlere              teşvik etmek ve zararlı işlerden uzaklaştırmak için izlemiş olduğu              yoldur  Nass olmasa bile bu konuda bazı cezaların uygulanması mümkün              ve caizdir  İbn Hanbel'in konu ile ilgili bazı fetvaları şöyledir:              Fesat ve kötülük çıkaranlar, şerlerinden,güvende olunabilecek bir              ülkeye sürgün edilirler  Ramazan ayında gündüz şarap içenlerin              cezası arttırılır  Sahabeye dil uzatan cezalandırılır ve tevbeye              davet edilir  Hanbelî mezhebine bağlı bazı bilginler de kamu              yararına dayalı fetvaları sürdürmüşlerdir  Meselâ; bir ev sahibi,              eğer evi elverişli ise, kalacak yeri olmayan bir kimseyi evinde              oturtması için zorlanabilir  Bıı konuda İbnü'l-Kayyim (ö  751/1350)              şöyle der: "Bir topluluk, herhangi bir şahsın ovinde oturmak zorunda              kalsa, bundan başka bir ev veya otel (han) bulamasa, O kimsenin              anlaşmazlığa düşmeksizin evini bunlara vermesi gerekir  Bazı              Hanbefîlere göre ev sahibi bunlardan ecr-i misil kadar kira bedeli              alabilir (Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, s  493, 494)  Hanbefîler istihsan delilini de kabul ederler  Çünkü istihsan; ya nass veya icmâ' gibi bir delile dayanmakta yahut              da zaruret prensibine göre kabul edilmektedir  Sedd-i Zerâyi, prensibini en şiddetli uygulayan mezhep hanefîlerdir  Bu konuda Ibnü'l-Kayyim el-Cevziyye şöyle der:              "Maksatlara, ancak onlara götüren vâsıta ve yollarla ulaşıldığına              göre, bu vâsıta ve yollar da onlara tabi olur ve ayni hükmü alırlar  Allah bir şeyi haram kılmışsa, bu harama götüren yol ve usulleri de              yasaklamış demektir  Aksi halde haram kılmanın hikmeti kalmazdı  Meselâ; doktorlar, hastalığı önlemek için, hastayı buna sebep olan              şeylerden menederler  Aksi halde hasta daha kötü duruma düşebilir              (İbnü'l Kayyim, a  g  e  , I, 119)  Hanbelîlerin çokça kullandığı başka bir metot "istishâb" adını alır  Bu manası sabit olan bir hükmün, onu              değiştiren bir delil bulununcaya kadar devam etmesidir  Onların              istishâb metoduna göre verdikleri ban fetvalar şunlardır: a) Yasaklandığına dair bir delil bulununcaya kadar eşyada aslolan mübahlıktır  b) Pis olduğunu gösteren bir delil bulununcaya kadar suda aslolan temizliktir  c) Eşini boşayan bir koca, daha sonra bir defa mı yoksa üç talakla mı boşadığında şüphe etse, bir talakla boşadığı esası kabul edilir  Çünkü tek talakla boşama kesindir (Ebû Zehra,              a  g  e  , s  497, 498)  İbn Hanbel istishabı; "daha önce var olanı sabit görme, önceden yok olanı yok sayma" şeklinde uygularken, aynı metodu bazı hanefîler, sâbit kılmada değil, sadece def'ide geçerli görürler  Meselâ; kaybolan (mefkud) ve kendisinden haber alınamayan              kimsenin hayatı, aksi sabit oluncaya kadar devam eder  Hanefî ve              mâlikîlere göre, kendi malları bakımından sağ kimseler gibi muamele              görür, mülkiyet hakkı devam ettiği gibi, karısı da, onun ölümüne              dair bir delil bulununcaya veya mahkeme tarafından ölümüne hüküm              verilinceye kadar evlilik sıfatı devam eder; fakat bu kayıp kimse,              kayıplığı süresince bir takım yeni haklar elde edemez  Bu süre              içinde ona, miras veya vasiyet yoluyla bir şey intikal etmez  Bir              yakını ölürse, kayıp kişinin payı bekletilir, sağ olarak döner              gelirse bu pay ona verilir  Hâkim onun ölümüne hükmederse, miras              bırakan öldüğü vakit o da ölmüş sayılarak onun miras payı mûrise              geri döner ve onun öteki varisleri arasında paylaştırılır  Hanbelî              ve Şâfiîlerin istihbab anlayışı ise "hem isbat hem de def etme"              esasına dayandığı için, ölümüne hüküm verilinceye kadar, onu              kayıplık sûresince sağ olarak kabul ederler  Onlara göre, bu süre              içerisinde o, kendisine ait malların mülkiyet hakkına sahip olduğu              gibi kendisine miras, vasiyet ve benzeri yollarla mal da intikal              eder (İbnü'l-Kayyim, a  g  e  , Delhi tab'ı, I, 125; Ebû Zehra,              Usûlü'l-Fıkh, s  299, 300)  İstishâb delilinin re'y ve kıyas              ictihadıyla yakın ilgisi vardır  Kıyası tamamen inkâr eden              Zahirîlerle, İbn Hanbel gibi çok az kullanan müctehidler, âyet ve              hadislerin temas etmediği meseleleri İstishâba bırakarak; Allah'ın              haram kıldığı haram, helal kıldığını helal, bunların dışında              kalanları ise İstishâb esasına göre mübah kabul eder ve bu metodun              alanını çok geniş tutarlar  Hanbelî Mezhebinin Bazı Görüşleri: Ahmed b  Hanbel'e göre; iman, kesin olarak              inanmaktan ve amelden ibarettir  Artar ve eksilir, yani iman, iyi              amelle artar, kötü amelle de eksilir  Kişi imandan çıkabilir,              İslam'dan çıkmaz  Tevbe edince yeniden imana döner  İnsanı ancak              Allah'a şirk koşmak veya farzlardan birini inkâr ederek yapmamak              imandan dışarı çıkarır  İnsan herhangi bir farz tembellik veya              gevşeklik yüzünden terkederse, onun durumu Allah'a havale edilir  Dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder  Hz  Ali'nin hilâfetinden itibaren büyük günah              (kebîre) işleyenlerin durumu bilginler arasında tartışılmıştır  Hâriciler bu konuda sert bir yol izleyerek, büyük günah işleyenin              dinden çıkacağı görüşünü benimsemiştir  Hasan el-Basri bunların münafık olacağını söylerken Mürcie fırkasının sapıkları, iman olduktan sonra, günahın hiçbir zararı olmadığını savunmuşlardır  Ebû Hanîfe ve çoğunluk              İslâm hukukçularına göre büyük günah işleyen kimse, kesin tevbe              ederse, Allah onun tevbesini kabul eder  Eğer tevbe etmeden ölürse              durumu Allah'a havale edilir  O, dilerse azap eder, dilerse kulunu              affeder  Ahmed b  Hanbel'in görüşü de, diğer fakihlerin görüşü              gibidir  O, şöyle demiştir: "Mü'min kendisine gizli olan şeyleri              Allah'a havale eder, kendi durumunu da O'na bırakır  Günahlarla              Allah'ın mağfiret kapısını kapatmaz  Herşeyin, hayır ve şerrin              Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu bilir  İyilik yapan için              Allah'tan ümidini kesmez, kötülük yapanın da âkıbetinden korkar  Muhammed ümmetinden hiçbir kimse yaptığı iyilik sebebiyle cennete ve              kazandığı günah sebebiyle cehenneme girmez  Bu konuda Allah'ın              dilediği olur" (İbnu'l-Cevzî, Menâkıbu'l İmam Ahmed b  Hanbel, s  168)  Ahmed b  Hanbel'in İslâm Devlet Başkanı seçimi              (İmam, halife) ile ilgili görüşü şu şekilde özetlenebilir: O,              hilâfet ve halîfe konusunda sahabe tabiilerin çoğunluğuna tabi olur  Buna göre, İslâm Devlet başkanı (halîfe), kendisinden sonra uygun              gördüğü birisini hilâfet için aday gösterebilir  Burada son söz              mü'minlerin bîatıdır  Nitekim Hz  Peygamber, Ebû Bekir (r  a)'in,              kendi yerine geçmesine işaret buyurmuş, fakat bunu açıkça              söylememiştir  Şöyle ki, Hz  Peygamber, hastalığı günlerinde Ebû              Bekr'i namaz kıldırması için öne geçirmiştir  Ashâbı kiram;              "Peygamber (s  a  s) O'nu din işimiz için seçmiştir  O halde biz O'nu              dünya işimiz için niçin seçmeyelim" diyerek, Hz  Ebû Bekr'e bîat              etmişlerdir  Hz  Ebû Bekir, kendisinden sonra Hz  Ömer'i aday              göstermiş, müslümanları O'na bîat edip etmeme konusunda serbest              bırakmıştır  Müslümanlar da kendi iradeleriyle Hz  Ömer'e bîat              etmişlerdir  Daha sonra, Hz  Ömer, peygamber (s  a  s)'in rızasını              kazanan altı kişiyi seçmiş ve bunlara içlerinden birini halife              seçip, müslümanları buna bîata davet etmelerini tavsiye etmiştir  Bunların dört tanesi Hz  Osman'ı seçmiş ve müslümanlar da ona bîat              etmişlerdir  Hz  Ali de O'na biat edenler arasındadır  Ahmed b  Hanbel, "Onların işleri, aralarında danışma (şüra) iledir" (eş-Şûrâ,              42/38) âyeti uyarınca, halifenin şûrâ ile seçilmesi prensibini              benimser  Diğer yandan sünnete uyarak halîfenin Kureyş'ten olmasını              kabul eder  Yönetimi zorla ele geçiren kimseye facir bile olsa              itaâtın gerekli olduğunu söyler  Böylece fitnelerin önüne geçilmiş              olur  O, bu konuda müslümanların maslahatını gözetmektedir  O'na              göre, düzenli ve kalıcı bir yönetim teessüs etmelidir  Bu düzenin              dışına çıkanlar, ümmetin gücünü bölmekte ve onu temelinden              sarsmaktadır  İbn Hanbel'i böyle düşünmeye sevkeden şey, Haricilerin              o dönemdeki sert, bölücü ve şiddetli eylem ve hareketleridir  Müslümanların nizamını bozmak isteyenler, zâlim yöneticilerin              işledikleri suçtan daha fazla suç işlemiş olurlar (İbnü'l-Cevzî, el              Menâkıb, s  176)  Ahmed b  Hanbel, meşru nizarıım korunmasını              savunmakla birlikte kendi devrindeki yöneticilerle hiçbir şekilde              temas kurmamış, onların hediye ve armağanlarını kabul etmemiştir  O,              hak ve adalete inanan, zulmü tanımayan, fitne, fesat, isyan ve              karışıklığı istemeyen yüksek bir ruha sahipti  Ahmed b  Hanbel'in Hadisçilik Yönü: İbn Hanbel 40 yaşına kadar hadis öğrenmek ve ilmini artırmak için çalışmış, Irak, Hicaz ve Yemen arasında ilim seyahatlerinde bulunmuştur  Fakat bu süre içinde hadis rivayet              etmekten veya ders vermekten kaçınmıştır  O, Hz  Peygamber'in              peygamberlik çağı olan 40 yaşında hadis rivayetine ve ders vermeye              başladığı zaman ilminin en yüksek derecesine ulaşmış ve akranları              arasında temayüz etmişti  Şeyhi Abdurrezzâk İbn Hemmâm (ö  211/826)              O'nu diğer hadisçilerle karşılaştırarak şöyle demiştir: "Bize en kudretli hâfız eş-Şazkunî geldi, hadis ricâlini çok iyi bilen Yahya b  Maîn geldi, fakat bunların hepsini              kendi şahsında toplayan Ahmed b  Hanbel gibi bir İmam daha gelmedi              (İbnü'l-Cevzî, el-Menâkıb, s  69)  Ahmed b  Hanbel te'lif ettiği Müsned adlı hadis              eseriyle şöhret bulmuştur  Müsned; üçüncü hicret asrında ortaya              çıkan ve hadisleri, diğer hadis eserlerinden farklı bir şekilde              tâsnife tabi tutan kitaplardır  Sünen, musannef ve câmi' adı verilen              hadis kaynaklarında tasnif, "konulara göre" yapılırken, müsnedlerde,              hadislerin konuları dikkate alınmamış, fakat kitaba alınacak              hadisler ya onları rivayet eden sahabî veya sahabîden sonraki              râvilerden birinin ismi altında biraraya getirilmiştir  Meselâ; Ebû              Hureyre'nin Hz  Peygamber'den rivayet ettiği hadisler, konuları              dikkate alınmaksızın, Ebû Hureyre ismi altında biraraya getirilerek              bir kitap içinde çeşitli sahabîlerin hadislerinden oluşan bir mecmua              te'lif edilmiştir  Müsned'in kelime anlamı "isnad edilmiş" demektir  İşte İbn Hanbel'in Müsned'i de, diğer müsnedler gibi sahabe adlarına göre tasnif edilmiş, ve her sahabenin rivâyet ettiği hadis, konusu ne olursa olsun kendi ismi altında toplanmıştır  Ebû Bekir es-Sıddîk'ın müsnediyle başlayan eserde              sırasıyla Hulefâ-i Râşidîn ve diğer sahabelerin müsnedleri bunu              izlemiştir  Ahmed b  Hanbel, Müsned'ini topladığı 700 binin              üzerindeki hadisler arasında seçtikleriyle meydana getirmiştir  Müsned'de tekrarlarıyla birlik te 40 bin, tekrarlar dışında yaklaşık              30 bin kadar hadis yer alır (el-Medînî, Hasâisu'l-Milsned (Ahmed              Muhammed Şakir tarafından Müsned mukaddimesinde nakledilmiştir), I,              23; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-Râvî, Mısır 1379, s  101)  Müsned'in bütün              sahih hadisleri içine aldığı söylenemez  Hatta Sahîhayn'da hadisleri              bulunan 200 kadar sahabenin Müsned'te yer almadığı ileri sürülmüştür              (es-Süyûlî, a  g  e  , s  101)  Müsned, Ahmed b  Hanbel'in hayatında              iki oğlu Salih ve Abdullah ile, kardeşinin oğlu Hanbel tarafından              Ahmed'ten işitilmiş ve rivayet edilmiştir  Ancak asıl nüshaya              Abdullah'ın başkalarından işittiği bazı hadislerle, nüshayı              Abdullah'tan rivayet eden Ebû Bekir el-Kati'î'nin bazı hadisleri de              ilâve edilmiştir  Ancak bunların sayısı bütünü etkilemeyecek kadar              azdır (el Medînî, a  g  e  , I, 21; es-Suyûtî, a  g  e  , s  101)  Sonuç              olarak İbn Hanbel'in Müsned'i müslümanlar arasında büyük itibar              görmüştür  O'nun kaleme aldığı Kitabü'l-İlel ve Ma'rifeti'r-Ricâl              incelendiğinde, hadisleri ve râvîlerini tanımada geniş bilgiye sahip              olduğu anlaşılır  Hanbelî Mezhebinin Yayılması: Ahmed b  Hanbel usûl ve fetvâlarını yazmaktan              kaçınmıştır  Hatta o, fıkhının yazılmasını menetmiştir  Bunun              sebebi, İslâm'ın asıl ana kaynağını teşkil eden Kitap ve Sünnetle              meşgul olmayı ön plâna çıkarmaktır  O, bu düşüncesini şöyle ifade              eder: "el-Evzâî'nin re'yi, Mâlik'in re'yi, Ebû Hanîfe'nin re'yi    bunlar hepsi re'y'dir ve bana göre aynıdır  Huccet ve delil olma              sıfatı yalnız "âsâr'a aittir" (İbn Abdilberr, Câmiu'l-Beyâni'l-İlm,              Mısır 1346, II,149)  Delilini incelemeden hiçbir müctehidin söz ve              re'yine uyulmaz  Delili incelendikten sonra uyulunca buna taklid              değil "ittiba" denir  Burada artık müctehidin söz ve re'yi ile              değil, onun dayandığı delil ile amel edilmiş olur  İbn Hanbel bu              görüşünü şu ifadeleriyle biraz daha aççıklar: "Ne beni, ne Mâlik'i,              ne Sevrî'yi ve ne de el-Evzâî'yi taklit et, hüküm ve bilgiyi onların              aldığı kaynaklardan al  Dinini hiçbir müctehide ısmarlama, Hz              Peygamber ve ashabından geleni al, sonra tabiîler gelir ki kişi              onlar hakkında muhayyerdir" (Ibnü'l Kayyim, İ'lâm, Mısır 1955, II,              178,181, 182)  Daha önce hanefi fıkhı İmam Muhammed'in kaleme aldığı ve Ebû Hanîfe (ö  150/767), İmam Muhammed (ö  189l805) ile Ebû              Yûsuf'un (ö  182/798) görüşlerini içine alan râhiru'r-rivâye ve              nevâdir kitapları yoluyla nakledilmiş, İmam Şâfıî de (ö  204/819)              kendi fıkhını bizzat yazmıştı  Ahmed b  Hanbel'e ait bazı fıkıh              meselelerin yazılı metinleri nakledilmişse de bunlar, kendisi için              tuttuğu notlardır  Hanbelî fıkhı, ahmed b  Hanbel'in talebeleri              aracılığı ile nakmedilmiştir  Bunların başında oğlu Salih (ö  266/879) gelir  O, babasının fıkhını, yazdığı mektuplarla yaymış,              kadılık yaptığı yerlerde bizzat pratikte uygulamıştır  Diğer oğlu              Abdullah da (ö  290/903) el-Müsned'i ve babasının fıkhını gelecek              nesillere nakletmiştir  Ahmed b  Hanbel'in yanında uzun yıllar kalan              ve onun fıkhını nakleden öğrencileri; Ahmed b  Muhammed el-esrem (ö  273/886), Abdülmelik b  Abdillah b  Mihran (ö  274/887), Ahmed b  Muhammed b  el-Haccâc (ö  275/888) başta gelenleridir  Bu              öğrencilerden sonra Ebû bekir el-Hallâl (ö  311/923) Ahmed b  Hanbel'in ilimlerini toplamak için bütün gücüyle çalışmış, bu amaçla              seyahatlere çıkmış ve birçok kitap telif etmiştir (Ebû Zehra,              İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Terc  Abdulkadir Şener, İstanbul              1976, s  499, 500)  Ahmed b  Hanbel, selefin metodunu benimseyen bir              fakih sayılır  Bu yüzden tercih yapmaktan sakınır, aynı konuda              birden çok sahabe veya tabiî görüşünü terketmeyi gerektiren bir nass              bulunmazsa, her iki veya daha çok görüşü mezhebinde ayrı ayrı kabul              ederdi  Meseleyi soran kimsenin içinde bulunduğu özel durumu dikkate              alarak fetvâ verirdi  Hanbeliler ictihad kapısının kapanmadığını ve her asırda, mutlak bir müctehidin bulunmasını farz-ı kîfa ye olduğunu söylerler  Çünkü toplumda karşılaşılan yeni olaylar bunu gerekli              kılar  Bu, mezhebin Kitap ve Sünnetin üzerine çıkmaması için de              gereklidir  Hanbelî mezhebinin fakihleri çok güçlü olduğu halde, istenilen ölçüde yayılmamıştır  Halktan bu mezhebe bağlı              olanlar azınlıkta kalmışlardır  Hatta hiçbir İslâm ülkesinde              çoğunluğu teşkil edememişlerdir  Ancak Necid ile Saud (ö  795/1393)              ailesi Hicaz bölgesine hâkim olduktan sonra Arabistan yarımadasında              Hanbelî mezhebi oldukça güçlenmiştir  Bu mezhebin fazla yayılmamasının sebepleri şunlardır: Hanbelî mezhebi teşekküt etmezden önce Irak'ta Hanef, Mısır'da Şâfıî ve Mâlikî, Endülüs ve Mağrib'te yine Mâlikî mezhebi hâkim durumda idi  Diğer yandan Hanbelîler önceleri, başkalarına              karşı delilden çok sert hareketlere başvuruyorlardı  Güçleri              arttıkça, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma için insanlara              baskı yapıyorlardı  Hanbelîlerin bu gibi davranışları yüzünden              insanlar bu mezhepten ürkmüşlerdir  Bu sebeple Hanbelî mezhebi fazla              taraftar bulamamıştır (Ebû Zehra, a  g  e; s  505, 506)  Hamdi DÖNDÜREN | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #5 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler Tarihi   SELEFIYYE Daha çok bir Kelam ilmi terimi olarak kullanilan     bu kelime, Selef'in mezhebi ve görüsü anlamina gelir  Akaid konu ve meselelerinde nass     (Kur'an-i Kerim ve Hadis) da varid olan hususlari mütesabih olanlar da dahil olmak     üzere, oldugu gibi kabul edip, tesbih ve tecsime (benzetme ve cisimlendirme) düsmemekle     birlikte, te'vile (yoruma) de basvurmayan Ehl-i Sünnet-i Hassa'ya selefiyye denmistir  Bunlar, Hz  Peygamber ile Sahabenin akaid (inanç) hususlarinda takib ettikleri yolu     oldugu gibi izleyenler diye bilinir  Tâbiîn mezhep imamlari, önde gelen fakihler ve muhaddisler Selefiyye içinde kabul edilirler  Hicrî dördüncü yüzyilda Es'arî ve     Maturidî tarafindan Ehl-i Sünnet Kelâm ilmi kuruluncaya kadar yasamis olan bütün     Ehl-i Sünnet âlimleri Selefin görüslerini paylasmislardir  Selefiyye, ayrica, bir görüs (mezhep) halinde hicri IV  yüzyilda ortaya çikmis ve Hanbelî mezhebi mensuplari tarafindan ortaya atilip     savunulmus bir görüsü de ifade eden bir terimdir  Bu anlamiyla Selefiyye mezhebi,     Selefin akidesini canlandirmayi hedef edinir  Söz konusu mezhep VII  hicrî asirda     kuvvetlenmis, özellikle Ibn Teymiye tarafindan bu mezhebe yeni fikirler ilave edilmistir  Selefiyye, metod olarak nakle ve nassa kesin olarak bagliligi kendilerine gaye edinmisler, tartismayi gerektirecek ve çözümü zor olan mesele ve konular ile ugrasmamislardir  Âyetlerde ve Sünnette bulunan her seye, meselâ;     habere ait sifatlara ve mütesabihat dahil tartisma götürebilecek konulara teslimiyetle     iman etmislerdir; tesbihten kaçindiklari gibi te'vile (yorum)'de gitmemislerdir  Selefiyye, Islâm'a, Yunan düsüncesinin tesiriyle sonradan sokuldugunu kabul ettikleri mantik akil metodlarini, Sahabe ve Tâbiînin bunlari bilmedigini ve kullanmadigini ileri sürerek benimsemezler  Bu sebeple, Mutezile mezhebi     ve diger mezheplerin aksine, mantikî münakasa (cedel) ve akil yürütme metodunu     kullanmayip; akidenin esaslarini sadece Kitap (Kur'an) ve Sünnetten hareketle tesbit ve     tayin etmenin gerekliligini savunmuslardir  Yani, inanç esaslarinin kaynagi nass'lar     oldugu gibi; bunlarin delilleri de oradan çikarilmalidir  Bu sebeple Selef mezhebi,     Kur'an ve Sünnette yani nass'ta Allah'in sifatlari ve fiilleri ile ilgili hususlari,     mecazi manasina bakmaksizin, oldugu gibi kabul ederler; onlari te'vil ve yoruma gerek     duymazlar  Selefiyye, sadece kendilerinin takib ettikleri yolun Kur'an yolu ve metodu oldugunu kabul eder  Onlara göre Kur'an'da Islâm dinine ve     Allah'in yoluna davetin metodu gösterilmistir:" Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel     ögütle davet et; onlarla, en güzel tarz hangisi ise onunla mücadele et" (en-Nahl,     16/125)  Görüldügü gibi, âyette, irsad için; hikmet, güzel ögüt ve cedel olmak üzere üç derece bulunmaktadir  Hikmet; düsüncede ve     fiilde hakikate ulasmak demek olup, hakki arayan iyi niyetli kimselere uygulanir  Dogruyu     kabul eden, fakat nefsinin arzularina uyanlara güzel nasihat ve bunlarin hiç birine     sahip olmayanlara ise, durumuna göre cedel metodu uygulanacaktir (Bekir Topaloglu, Kelam     Ilmi (Giris), Istanbul 1987, s  87 vd  )  Mu'tezile ekolünün akaid konularindaki aklî yorum ve izahlarina karsi çikan ve özellikle nass'daki mütesabih (farkli anlayis ve yoruma müsait) ifadelerin te'viline siddetle muhalefet eden Selef âlimlerinin akaid sistemlerini su yedi temel prensip karakterize etmektedir: 1- Takdis: Cenab-i Allah'i sanina uygun düsmeyen seylerden tenzih etmek  2- Tasdik: Kur'an-i Kerim ve hadislerde Allah'in isim ve sifatlari hakkinda nasil bir ifade kullanilmis ve ne söylenmisse, onlari oldugu gibi kabul etmek; yani, Allah'i bizzat kendisinin ve peygamberinin tanittigi gibi bilip tasdik etmek  3- Aczini itiraf etmek: Bilhassa nass'ta geçen mütesabih ifadeler konusunda tevil ve yorum yapmadan, bu konuda aczini kabul etmek  4- Sükût (susmak): Yine nass'ta geçen mütesabih ifadeleri anlamayanlarin, bunlar hakkinda soru sormayip susmalari  5- Imsak (uzak tutma): Mütesabih ifadeler üzerinde yorum ve te'vilden kendini alikoymak  6- Keff: Mütesabih olan hususlarla zihnen bile mesgul olmamak  7- Ma'rifet ehlini teslim: Mütesabihe giren konulari bilmesi mümkün olan Hz  Peygamber, Sahabe, evliya ve mütehassis âlimlerin     söylediklerini kabul ve tasdik etmek (Ismail Hakki Izmirli, Yeni Ilmi Kelam, Istanbul     1339/1341, I, s  98 v  d  ; Neset Çagatay - I  Agah Çubukçu, Islâm Mezhepleri Tarihi,     Ankara 1976, s  191)  Dördüncü hicrî yüzyildan sonra Selef inancini özellikle Hanbelî mezhebine bagli olan ulema devam ettirmistir  Selefiyenin     müteahhirinini yani sonraki dönem temsilcilerini Ibn Teymiye (751/1350), Ibnül-Vezir     (840/1436) ve Sevkânî (1250/1834) gibi alimler teskil eder  Son derece muhafazakâr bir özellik gösteren Selef akidesi, halk tabakasi (avam) için en sade ve güvenilir bir yol olarak kabul edilmistir  Ancak çesitli felsefe ve kültürleri tanimis olanlar için, Selefin bu     metodu yeterli görülmemis; bunlar için Ehl-i Sünnet kelamcilarinin metodu daha uygun     bir yol olarak gösterilmistir  Selefiyye mezhebi müstakil ve birlikli bir mezheptir  Ancak, konu ve meseleleri kisa (icmali) ve genis, teferruatla ele almalari     bakimindan iki kisma ayrilabilir  Önceki, yani ilk dönem (Mütekaddimîn) Selefiye,     icmal ile yetindikleri halde; daha sonraki (Müteahhirûn) Selefiye, tafsile önem     vermistir  Selefiye mezhebine dair ilk bilinen eser Imam Ebu Hanife'nin Fikh-i Ekber'idir  Tafsile itina edenlerin basinda Ibn Teymiye bulunur  Selefiye mezhebine mensup olanlarin     hepsi Ehl-i Sünnettendir (Ismail Hakki Izmirli, a  g  e  , I, s  105 v  d  )  Necip TAYLAN | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #6 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiSELEF VE SELEFILIK Tarih içinde izine rastlanmadigi halde, günümüzde birçok firka ve fikir akimi dikkat çekmektedir  Modernistler, Reformistler, Ehl-i Kur'an     (Kur'aniyyun, Mealciler) ve Islâm'in saf haline dönme iddiasinda bulunan Selefîler     bunlardan baslicalaridir   Günümüzde ilmin zayiflamasi ve dogru ile yanlisin birbirine karistirilmis olmasi sebebiyle bu tür akimlar, bazi iyi niyetli müslümanlarin aldanmasina, yanlis yollara sapmasina vesile olmaktadir   Bu yazi, son dönemlerde ortaya çikan akimlardan biri olan Selefîligi kisaca tanitmak ve yanlisliklarini ortaya koymak maksadiyla kaleme alinmistir  Bu akimin görüsleri, temsilcileri ve onlarin tenkidi,     hakkinda müstakil kitaplar yazilacak kadar ayrintili ve önemlidir  Biz burada sadece     konuyu ana hatlari ile ele alacak ve kisa degerlendirmeler yapacagiz   Selef kime denir? Hz  Peygamber s  a  v  'in “En hayirli     nesil benim dönemimde yasayanlardir  Sonra onlari izleyenler, sonra onlarin ardindan     gelenlerdir  ” (1) seklindeki hadisinde “en hayirli nesiller” olduklari     haber verilen ilk üç kusaga Selef denir   Bu ilk üç kusak, sirasiyla Sahabe, Tabiun ve Tebe-i Tabiîn'dir  Bunlar imanda, ilimde ve amelde bütün müslümanlar için örnek     nesillerdir   Sahabe kusagi, Hz  Peygamber s  a  v  'in     vefatindan sonra Islâm'in biricik temsilcileri olarak yasamis, gerek Hicaz bölgesinde,     gerekse fethedilen yeni bölgelerde Islâm'i hakkiyla teblig etmis, ögrenciler     yetistirmislerdir  Kur'an'i, hadis-i serifleri ve Islâmî uygulamalari bütün     müslümanlar Sahabe kanaliyla ögrenmistir  Bu sebeple Sahabe'nin Islâm ilim tarihinde     oldugu kadar, iman, amel, edep, zühd, vera, takva ve ahlâkta da müstesna bir mevkii     vardir   Onlardan sonra gelen kusaga Tabiun denir  Bu     kusak da Sahabe'nin dizinin dibinde yetismis, imani, ilmi ve ameli onlardan almistir  Bu     kusaga Tabiun (izleyenler, tabi olanlar) denmesinin sebebi, Sahabe'ye uymakta gösterdikleri     titizlik, ciddiyet ve özendir   Sahabe'nin önemi, Kur'an'da hayirla yad edilmis olmalari, Hz  Peygamber s  a  v  'in yasantisinin ilk ve en önemli temsilcileri     olmalari hasebiyle Islâm'i en dogru sekilde anlayip yasamanin kistasi olmalari    gibi     hususlardan kaynaklanmaktadir  Tabiun'un önemi ise temelde su iki noktaya dayanmaktadir: 1  Islâm'i, Sahabe kusagindan, yani en dogru     sekilde anlayip yasamis olan kusaktan ögrenmis olmalari   2  Sahabe zamaninda rastlanmayan, sonradan     karsilasilmis yabanci birçok fikir akimi, kültür ve inanç sekliyle ilk defa onlarin     muhatap olmasi   Basta felsefî akimlar ve Mu'tezile , Cebriye, Mürcie gibi bid'at firkalar olmak üzere pek çok kültür, inanç ve cereyan ilk defa Tabiun döneminde Islâm toplumuna girmis ve önemli fikrî ve akidevî sarsintilara sebebiyet vermistir   Iste Tabiun nesline mensup büyük alimler, bu akimlarla mücadele ederek Sahabe'den devralinan sahih Islâm anlayisinin zedelenmeden yasamasina ve gelecek nesillere aktarilmasina sebep olmus ve çok büyük hizmette bulunmuslardir  Dolayisiyla Islâm'in özüne yabanci her türlü cereyan karsisinda nasil bir tavir     takinacagimizi, Tabiun neslini örnek alarak tesbit etmekteyiz   Tabiun dönemi, ayni zamanda fikhî mezheplerin temellerinin atildigi ve müstakil mezheplerin ortaya çiktigi dönem olarak da dikkat çeker  Bu dönemde yasamis olan Hasan-i Basrî , Süfyan -i Sevrî , Ibrahim     en- Nehaî , Sa'bî    gibi pek çok büyük alim, birer müçtehid olarak, müstakil     mezhep sahibi idiler  Hanefî mezhebinin imami Ebû Hanîfe de bu kusaga mensuptu  (Allah     hepsinden razi olsun) Tabiun'dan sonra gelerek onlara ögrencilik etmis olan kusaga da Tebe-i Tabiîn veya Etbau't-Tabiîn (Tabiun neslini izleyenler) denir  Bu dönem de ilmî ihtisaslasmanin ya sandigi, hadis-i seriflerin yaygin olarak müstakil     kitaplarda toplandigi, itikadî ve fikhî mezheplerin iyice yerlesip müesseselestigi bir     zaman dilimidir   Kisaca tanittigimiz bu üç nesil, gerek Kur'an ve Sünnet'te övgüye mahzar olmalari, gerekse sahih Islâm anlayisinin bize kadar kesintisiz olarak gelmesinde kilit rol üstlenmistir  Bu sebeple, daha sonraki asirlarda     devamli olarak merkezî bir yer tutmus ve adeta dogru-yanlis ayriminin ölçüsü olarak     algilanmistir   Tarih boyunca Islâm toplumlarinda ne zaman bir sarsilma, gevseme ve bozulma görülmüsse, bu üç neslin temsil ettigi Islâm anlayisina dönüs gayretleri sayesinde toparlanma olmus ve dogru çizgi muhafaza edilmistir   Bu sebeple “Selef-i Salihîn”, Islâm Ümmeti için vazgeçilmez bir nirengi noktasi ve ölçü olmustur   Selefîlik nedir? Selefilik, Islâm'i, yukarida tanittigimiz Selef-i Salihîn'in anlayip yasadigi gibi anlayip yasama iddiasinin vücut verdigi bir akimdir  Ilk defa Misir'da Cemaleddin Efganî ve ögrencisi Muhammed Abduh tarafindan     baslatilan “ Islâmî islah” hareketi, daha sonra Selefîlik adiyla anilan zümrenin     dogmasina kaynaklik etmistir   Asagi yukari ayni dönemde bugünkü Suudi Arabistan'in sinirlari içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çikan ve Misir'daki hareket ile benzer söylemleri dillendiren Muhammed b  Abdilvehhab'in yürüttügü “     Vahhabîlik ” hareketine de daha sonra Selefîlik denmistir   Bu iki hareket arasinda temelde önemli farkliliklar bulunmamakla birlikte, söz konusu iki akim su noktalarda birbirlerinden ayrilir: 1  Itikadî sahada Vahhabîler Kelâm     mezheplerini kabul etmezler  Ehl-i Sünnet'in iki büyük kelâm alimi Ebu Mansur     el-Maturidî ve Ebu'l-Hasan el-Es'arî Vahhabîler'e göre, saf Islâm akidesini kelamî     deliller kullanmak ve akli nakle (ayet ve hadislere) hakem kilmak suretiyle     bulandirmislardir  Özellikle mütesabih (2) ayet ve hadislerin Allah Tealâ'nin sanina ve     yüceligine uygun olarak tevil edilmesine siddetle itiraz eden Vahhabîler, tasavvufa da     ayni siddetle karsi çikarlar   Efganî-Abduh çizgisi ise itikadî sahada kelâm alimlerinin kullandigi metoda temelde itiraz etmez; Felsefe, mantik ve kelâm gibi ilimleri reddetmez ve mütesabih ayet ve hadislerin, Allah Tealâ ile mahlukat arasinda benzerlik kurulmamasi için tevil edilmesi taraftaridir   2  Vahhabîler, fikhî mezhep olarak Ibn     Teymiyye ve ögrencisi Ibnu'l -Kayyim'in çizgisini izler  Diger mezhepleri ise istihsan,     istislah, mesalih-i mürsele    gibi delillere yer verdikleri için bid'atçilikle itham     ederler   Efganî-Abduh çizgisi ise genel olarak bir tek mezhebe mensubiyeti reddederek, bütün fikhî mezhepleri birlestirme egilimindedir   Aralarindaki ihtilaflari kisaca zikrettigimiz bu iki cereyan, zaman içinde birbirine yaklasarak “Selefî” diye anilmislardir  Ortaya çikis döneminden günümüze dogru ilerledikçe, Selefîlik akiminin içine baska     görüsler de katilmistir  Dolayisiyla “ Selefîlik ” dendigi zaman akla her     ferdinin ayni sekilde düsündügü homojen bir gruptan ziyade, asagida zikredecegimiz görüsleri     benimseyen kozmopolit bir kitle gelmektedir   Selefîlerin görüsleri Mütesabih ayet ve hadislerle ilgili görüsleri: Selefîligin en bariz vasiflarindan birisi, mütesabih ayet ve hadisleri lugat anlamini esas alarak oldugu gibi kabul etmek seklinde kendisini göstermektedir   Buna göre Kur'an'da ve hadislerde Allah Tealâ hakkinda zikredilen “el, yüz, gelme, oturma, inme, Ars'a istiva etme, gazaplanma, gülme    ” gibi sifatlar, mahlukat hakkinda ne ifade ederse, Selefîler'e     göre Allah Tealâ hakkinda da ayni seyi ifade eder   Oysa Kur'an'da yer alan pek çok ayet, Allah Tealâ'nin bu gibi sifatlarini mahlukatin sifatlarina benzetmenin dogru olmadigini ortaya koymaktadir   Her ilim dalinda, o sahanin mütehassislarinin söylediklerine itibar edilecegi açiktir  Bu gerçekten hareketle tefsir sahasinda müfessirler,     hadis sahasinda muhaddisler , fikih sahasinda fukaha ve akaid sahasinda kelâm/akaid     alimleri ne demisse ona itibar edilir  Ömrünü fikih ilminin meselelerine vakfetmis bir     kimsenin akaid alaninda söyledikleri, bir akaid aliminin söyledikleri gibi degerlendirilmez  Yahut yillarini tefsir alaninda çalisarak geçirmis bir alimin, hadis ilminin derinlik ve     inceliklerini bir hadis alimi kadar bilmesi beklenmemelidir   Tasavvuf hakkindaki görüsleri: Islâm dünyasinin bazi yerlerinde tasavvuf adi altinda sergilenen birtakim yanlis anlayi s, Selefîler'in tasavvufun özüne düsmanlik beslemesine gerekçe teskil etmistir  Oysa Ehl -i Sünnet ve'l -Cemaat'ten asla ayri düsünülemeyecek     olan gerçek tasavvuf, Batinîlik, Hurûfîlik gibi sapik cereyanlardan uzaktir  Ehl-i Sünnet     çizginin muhafazasinda ve yayilmasinda son derece büyük katkilari bulunan gerçek     tasavvuf ehli, müslümanlarin kalbî ve ruhî hayatinin inkisafinda, ahlâkin güzellestirilmesinde     ve erdemli fertlerin yetismesinde Sahabe döneminden itibaren izlenen yolu izlemis ve     tamamen onlara uymustur  Gerek itikadî, gerekse amelî sahada gerçek tasavvuf     büyüklerinin eserleri ve görüsleri ortadadir   Taklid hakkindaki görüsleri: Bir kisim Selefîler, fikhî meselelerde herhangi bir müçtehid imamin taklid edilmesine de siddetle karsi çikarak, bunun da kisiyi sirke ve küfre götürecegini iddia ederler  Bu iddialarini ispat için de birtakim     ayet ve hadisleri delil olarak öne sürerler   Oysa bu ayet ve hadislere yakindan bakildiginda taklidin haramligi iddiasina uygun hale getirmek için zorlama yoluyla tevil edildikleri görülür  Tipki tevessül konusunda oldugu gibi, taklidin haramligi     konusunda da bu ümmetin tatbikati Selefîler'in iddialarinin geçersiz oldugunu gösteren     en büyük delildir   Hadis alimleri arasinda ittifakla dile getirilen bir husus vardir: Hadislerin sahih, hasen veya zayif oldugu konusunda hadis alimleri tarafindan verilen hükümler, onlarin kendi içtihadlarinin sonucudur  Dolayisiyla onlardan sonra gelen ve onlarin kitaplarinda yer alan hadisleri delil kabul     edenler, onlarin bu hadislerin sihhati konusundaki içtihadlarini taklid etmis     olmaktadirlar   Bugün bizlerin, bizden bin ikiyüz, bin üçyüz sene önce yasamis hadis ravilerinin ahvalini ve durumlarini bilmemizin bir tek yolu vardir  O da hadis alimlerinin bu konudaki görüslerini bize nakleden kitaplara     basvurmaktir  Su halde bizim, herhangi bir hadisin güvenilir olup olmadigi yolundaki     degerlendirmemiz, tamamen hadis alimlerinin içtihadina dayanmaktadir ve bu da tamamiyla     bir “taklid”dir  Her hususta Selef'e tabi olduklarini iddia eden Selefîler dahi     bu konuda hadis alimlerini taklid eden birer “mukallid”dir   Eger herhangi bir alimin bir görüsünü, delilini bilmeden kabul etmek demek olan taklid haramsa, bu harami Selefîler de islemektedir  Eger hadis alimlerinin hadislerin sihhati-zaafi konusundaki kanaatlerini taklid etmek caiz     ise, müçtehid imamlarin fikhî konulardaki içtihadlarini taklid etmek niçin haram     olsun? Kiyas konusundaki görüsleri: Günümüzde Selefîler olarak anilan grup içinde, kiyasin ser'î bir delil sayilamayacagini, çünkü kiyasin, “Allah'in dininde sahsi görüs ile hüküm vermek” oldugunu söyleyenler mevcuttur   Oysa fikih usulü kitaplarinda ayrintili bir sekilde açiklandigi gibi, gerek Kur'an ayetleri, gerekse hadisler, vakia olarak sinirlidir ve insanligin karsilastigi her olayin hükmünün, ayetlerde ve hadislerde zikredilmis olmasi mümkün degildir  Kur'an ve Sünnet konusunda biraz malumati olan     herkes bu noktayi kabul ve itiraf eder   Su halde hükmü Kur'an ve Sünnet'te zikredilmeyen olaylar hakkinda yapilabilecek iki seçenek var  Ya bu olaylar hakkinda Islâm'in     herhangi bir hükmünün ve açiklamasinin olmadigini söylemek, ya da karsilastigimiz     olayin bizzat kendisi olmasa da, benzeri hakkinda Kur'an ve Sünnet'te yer alan bir     hükmü, aralarindaki benzerlik dolayisiyla yeni olaya da tatbik etmek   Bu seçeneklerden ilkinin dogru oldugunu söylemek, Islâm'in evrensel oldugunu, bütün zaman ve mekânlarin problemlerine çözüm getirme özelligini haiz bulundugunu inkâr etmek demektir   Kiyas'i inkâr eden Ibn Hazm , bu iddiasi sebebiyle, birakalim bir “Islâm alimi”ni, akli basinda siradan bir kimsenin bile gülüp geçecegi seyler söylemistir  Mesela Kur'an ve Sünnet'de domuz etinin haram     oldugu zikredilmistir  Ama domuzun yaginin haram olduguna dair ne Kur'an'da , ne de Sünnet'te     herhangi bir hüküm yoktur  Sirf bu gerekçeyle Ibn Hazm, domuzun yaginin haram     olmadigini söylemistir   Iste kiyasin reddedilmesi sonucunda varilacak komik nokta budur   Ehl-i Sünnet ne diyor? Her ne kadar Selefîler, yukarida özetlemeye çalistigimiz görüslerinde Selef-i Salihîn'i örnek aldiklarini söylüyorsa da, bunun sadece bir iddia oldugunu söylemek durumundayiz  Esasinda mesela Imam-i Azam Ebu Hanife     Hazretleri de Selef'tendir ve onun gerek itikadî, gerekse fikhî görüslerini     benimsemek, gerçek Selefîliktir  Bu söyledigimiz diger büyük imamlar için de söz     konusudur   Ebu'l-Muzaffer el-Isferâînî , Ehl -i Sünnet ve'l-Cemaat'in itikadî çizgisini ortaya koyan özellikleri zikrettikten sonra söyle der: “ Bilmis ol ki, Firka-i Naciye'nin (kurtulusa eren grubun) akaidinin özellikleri olarak zikrettigimiz bütün bu hususlar, imanin sihhati babinda bilinmesi gereken hususlardir  (    ) “ Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in itikadi olarak zikrettigimiz hususlarin hiç birisi hakkinda Safi'î ile Ebu Hanîfe; (Allah her ikisine de rahmet eylesin) arasinda herhangi bir ihtilaf yoktur  Sadece bu iki imam degil,     Malik, Evzaî , Davud ez-Zahirî, Zührî , Leys b  Sa'd , Ahmed b  Hanbel , Süfyan     es-Sevrî , Süfyân b  Uyeyne , Yahya b  Maîn , Ishak b  Rahuye , Muhammed b  Ishak     el-Hanzalî , Muhammed b  Eslem et-Tûsî , Yahya b  Yahya en-Nisaburî , Hüseyin b  Fadl     el-Becelî , Ebu Yusuf, Muhammed b  Hasan, Züfer b  Hüzeyl, Ebu Sevr ve Hicaz, Sam, Irak     imamlari, Horasan ve Maveraunnehir imamlari gibi Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis'in tümü ile     onlardan önce yasamis olan Sahabe, Tabiun ve Etbau't-Tabiîn de bütün bu konularda     görüs birligi içindedir  Bu iki firka ( Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis) arasinda bütün bu     konularda herhangi bir ihtilaf bulunmadigini tahkik etmek isteyenler, Ebu Hanîfe'nin     Kelâm sahasinda yazdigi Kitabu'l-Âlim (ve'l-Müte'allim)'e, el-Fikhu'l-Ekber'e (    ) ve     Osman el-Bettî'ye yazdigi (    ) el-Vasiyye'sine baksin  Keza Safiî'nin yazdigi eserlere     baksin  Bu ikisinin mezhebi arasinda herhangi bir farklilik bulamayacaktir   “Bütün bu imamlardan, burada zikrettigimiz hususlar ile çelisik olarak nakledilen görüslerin tümü, bid'atçilerin, kendi mezheplerini güzel ve dogru göstermek için uydurdugu yalanlardir  (    ) Bu kimseler,     Ehl-i Sünnet'in kiliçlarindan korktuklari için kendi habis akidelerini ihtiva eden     sözleri Ebu Hanîfe'ye nisbet etmis ve onun arkasina gizlenmislerdir     ” (et-Tabsîr     fi'd-Dîn, s  113-114) Bu ifadeler bize sunu göstermektedir: Selefîler'in “Selef” anlayisi ile gerçek Selef arasinda büyük farklilik var  Dolayisiyla adina Selefîlik denen akim, her ne kadar Selef'in anlayis ve uygulamalarini     esas aldigini söylüyorsa da, aslinda Selef'in anlayis ve uygulamalariyla bagdastirilmasi     hayli zor olan fikirler benimsemistir  Onlarin reddedici, dislayici, kati ve tekelci     anlayisi, ne “Ehl-i Sünnet-i Hâssa” dedigimiz Selef'te, ne de “ Ehl-i Sünnet-i     Âmme” dedigimiz Halef'te görülür   1 Basta Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis alimi tarafindan rivayet edilmistir   2 “Allah Teala'nin eli, yüzü, gelmesi, gülmesi, gazaplanmasi , Ars'a istiva etmesi    ” gibi ilk bakista mahlukata ait     özellikler ile benzerlik arz eden, ancak mahiyet olarak farkli olan hususlarin     zikredildigi ayet ve hadisler   | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #7 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler Tarihi             EŞ´ARi  MEZHEBİ             Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin (324/935-36) öncülüğünü              yaptığı, kelâm metodunu benimseyen kelâm ekolü  Çoğulu "Eşâ'ira"              gelir  Eş'ariyye ismi, her ne kadar, Ehl-i Sünnete mensup iki ekolden birisinin ismi olsa da, bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında, ehl-i bidata mukabil kullanılması itibariyle genel anlamda Mâtûridîyye'yi de içine alarak, Ehl-i Sünnet'in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı  Zira, o yıllarda akaidin önemli              meselelerinden birini teşkil eden Allah'ın sıfatları meselesinde              birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu  Bunlar, sıfatları kabul              eden Selefiyye görüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen Muattıla              görüşü idi  Selefiyye'ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle "Sıfâtiyye"              deniliyordu  Eş'ârî Selefiyye'ye geçtikten ve Eş'ariyye ekolünün              temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnete "Eş'ârîyye"              denilmiştir  İşte bu bakımdan Eş'ârîyye, ehl-i bid'ata mukabil              olarak kullandığı takdirde Maturidiyye'yi de içine almaktadır (Bekir              Topaloğlu, Kelam İlmi 153  Ayrıca kaynaklar için bk  Şehristânı,              el-Mile'l 1/92-93; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâmı/l 10)  Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve selef akidesini esas almıştır  Fakat,              akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl kullanılmış,              te'vile yer verilmiştir  Eş'ariyye'ye mensup kelâm âlimleri zamanla              te'vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelamda yenilikler              yaparak, Kelâm ilmini felsefe ile meselelerini tartışabilecek bir              güce kavuşturmuşlardır  Gazzâlî'nin faaliyetleri bu hususun en canlı              örneği olarak ele alınabilir  Kısacası, Eş'ârî kelâmında aklın büyük              önemi vardır  Zira, ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını              zorunlu kılıyordu  Eş'ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye'de yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır  Eş'ârî'den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliştiren âlimler arasında şunları saymak mümkündür: Ebû Bekir el-Bâkıllânî (403/1012-1013); İmâmu'l-Haremeyn Cüveynî (478/1085-86); Ebû Hâmid Gazzâli (505/1111); Şehristânî (548/1153-54); Fahru'd-din Râzı (606/1209-10); Sayfullah Âmidî (631/1233-34); Beydâvî (685/1286 -87); Sa'dud-din Teftâzânî (793/139091); Seyyid Şerif Cürcânî (816/141314); Celâlu'd-din Devvânı(908/1502503)  Eş'ârîyye ekolünün genel görüşlerine gelince; Bunları bir fikir vermesi açısından ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Ancak bu görüşleri tam anlamıyla ifade edebilmek için dayandıkları esaslar ve istidlâl yollarıyla, delilleriyle ele almak en doğru yol olacaktır  Bu da burada mümkün olmadığı için bunları              ana başlıklarıyla verme yolunu tercih ediyoruz  1  Ma'rifetullah: Akıl hiç bir şeyi vâcip kılamaz  Akıl, Allah'ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah'ı bilmek şer'an              vaciptir  Aklen bir vucûbiyyet yoktur  Şeriattan, dinden- haberi              olmayan insan, hiç bir şeyden sorumlu değildir  2  Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart              değildir  Kadında peygamber olabilir  3  Cüzi İrade: Cüzi irade müstakil değildir, onu              da Allah yaratır  4  Kesb: Kesb, insan gücünün, güç yetirilen şeyle              birlikte olmasıdır  Eş'ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir              şekilde anlatılmıştır  Bu yüzden anlaşılması diğer meselelere göre              daha zordur  5  Husn ve Kubh: Husn ve kubh şer'îdir, akıl ile              idrak olunamaz  Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya              da kötü olduğu bilinir  Bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş              ise kötüdür  Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez  6  Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp,              itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur  7  Sebep ve Hikmet: Allah'ın fiilleri bir hikmete              göre olmadığı gibi bir sebebe de bağlı değildir  Çünkü Allah,              yaptıklarından sorumlu değildir  8  Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah'ın              insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve              kullarını bununla mükellef tutması caizdir  Ama böyle bir durum vaki              olmamıştır  9  İbadet Mükellefiyeti: Kâfirler iman etmekle              mükellef oldukları gibi, ibadet etmekle de mükelleftirler  İbadet              etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir  10  İrtidad: Dinden çıkmış olan, yeniden iman              ederse amelleri de kendisiyle geriye dönmüş olur  11  Kelâm-ı Nefsı: Kelâm-ı Nefsî'nin işitilmesi              caizdir  12  Kur'an-ı Kerîm: Kelâm-ı nefsî durumundaki              Kur'an mahluk değildir  O Allah'ın kelâmıdır  Ses ve harflere muhtaç              değildir  Elimizde bulunan mushaf ise, ses ve harflere muhtaç olan              kelâm-ı lâfzîdir ve mahluktur  Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Bir              şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden              ibarettir  O da derhal oluverir" (en-Nahl, 16/40)  Kur'an yaratılmış              olsa idi, Allah kendi sözü olan Kur'an'a ol demiş olacaktır  Halbuki              "ol' sözü de Kur'ân'dadır  13  Ezelde Ma'dûma Hitab: Yüce Allah'ın hitabının              ezelde ma'duma (yokluk) taalluk etmesi caizdir  Buna göre Yüce Allah              ezelde mütekellimdir  14  Tevbe-i Ye's: Ümitsizlik halinde yapılan              tevbe makbuldur  15  Şefaat: Şefaat haktır ve kıyamet günü              gerçekleşecektir  16  Rü'yet: Yüce Allah'ın ahirette mü'minler              tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir  Bu hem aklı              deliller hem de naklî deliller ile desteklenmiştir  Allahu Teâlâ              Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurur: ''O günde (kıyamette)              peygamberlerin velilerin ve müminlerin yüzleri apaydınlıktır  Rablerine orada hiçbir engel olmaksızın bakıcıdırlar'' (el-İnsân,              75/22-23)  Abdurrahim GÜZEL | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #8 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler Tarihi             MATURİDİ  MEZHEBİİslâm akaidinde imam Ebu Mansur Muhammed b  Muhammed b  Mahmud el-Matüridiyye nisbet edilen mezhep  İmam Ebu              Mansur el-Mâturidinin akaiddeki mezhebine mensub olanların meydana              getirdiği topluluğa Matüridiyye denilir  Alemü'l-Hudâ, İmamü'l-Huda ve el-Mütekellim lakablarıyla da anılan Matüridi takriben 238/852'de Maveraünnehir'de bulunan Semerkand'ın Matürid köyünde doğmuştur  333/944'te              Semerkand'da vefat etmiştir  O, İslama çok değerli hizmetler vermiş              öncü İslâm âlimlerinin başında gelir  Maveraünnehir'de Ehli Sünnet'e              nisbet edilen Kelâm ekolünün kurucusu ve mümessilidir  Ehli Sünnet              kelâmının Irak'taki mümessili ise Ebul Hasen el-Eş'arî'dir (v  324/936)  Maturîdinin yaşadığı çağda, ilim ve edebiyata hizmet etmiş              olan Samanoğulları devleti (844-999) hüküm sürmekteydi  Bize kadar              gelen Te'vilâtu'l-Kur'an ve Kitâbü't-Tevhîd gibi eserlerinden              anlıyoruz ki, Matüridi, Kelâm, Tefsir, Mezhebler Tarihi, Fıkıh ve              Fıkıh usulünde derin bilgi sahibiydi  Mâturidinin hocaları, ilimleri              İmam A'zam Ebu Hanife'ye uzanan Ebu'n-Nasr el-İyazi, Ebu Bekr Ahmed              el-Cürcânî ve Muhammed b  Mukatil er-Râzî'dir  Bunların hocası ise              İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'den okumuş olan Ebu Süleyman b  Musa              el-Cürcânî'dir  İmameyn lakabıyla tanınan İmam Ebu Yusuf ve İmam              Muhammed, İmam A'zam'ın en seçkin talebeleriydi  Matüridi,              hocalarından İmam A'zam'ın akaide dair el-Fıkhü'l-Ekber, er-Risale,              el-Vasiyye, el-Fıkhü'l-Ebsat, el-Âlim ve'l-Müteallim isimli              risalelerini de okuyup rivayet etmiştir  Matürîdî, imam ismini              almaya lâyık Hâkim es-Semerkandî (340/951), Ebul-Hasen er-Rustuğfeni              (v  345/956), Ebu'l-Leys el-Buhârî, Ebu Muhammed Abdülkerim b  Musa              el-Pezdevî (v  390/999) gibi büyük afimler de yetiştirmiştir  İmamları Mâtürîdiyye büyük bir sevgi ve saygı ile bağlı olan bu              âlimler, Maveraünnehir'de Matüridiyye mezhebini delilleri ile              kuvvetlendirerek açıklıyorlar ve yaymaya çalışıyorlardı  Eş'ariyye Kelâm mektebinin doğup geliştiği yer olan Irak, pek çok bid'at mezhebinin çıktığı bir bölgeydi  İmam              Eş'arî, Revâfız, Karamita ve özellikle Mu'tezile ile çok şiddetli ve              gürültülü cedel ve münakaşalarda bulunmuştu  Matüridî'nin yetiştiği              Maveraünnehir ise Irak'tan uzak olduğu için az da olsa bid'at              akımlarından uzak kalmıştı  Fakat sonunda bu akımlardan bir kısmı              Maveraünnehir'e sızmış, Mu'tezile'nin sesi buralara kadar aksetmişti  Nisbi de olsa, bid'at mezheblerinin mensubları buralarda da              bulunuyordu  İmam Matüridî, Maveraünnehir'e kadar gelen              Mu'tezile'den başka, Dehriye, Seneviyye ve Karâmita'ya karşı              mantıklı ve istikrarlı mücadeleler vermişti  Onun Kitâbü't Tevhid'i              bunlar gibi sapık fikir ve bid'at cereyanlarını içine alan ve              bunları gereği gibi çürütmeye çalışan en değerli ve en eski vesika              mahiyetini taşımaktadır  Metodu: Gerek Eş'arî gerekse Matüridî, Mu'tezile ve diğer bid'at mezheblerine galebe çalabilmek için, hasımlarının metodlarının akl-ı selime uygun taraflarını almışlar ve Ehli Sünnet Kelâmı'nın kurucusu olmuşlardır  Fakat, Ehl-i Sünnet'in Kelâm              metodunu daha ziyade doğru ve ilmi bir şekilde başlatan, akla ve              nakle de lâyık oldukları değeri vererek bu iki asla bağlı kalan ve              bu şekilde İslâm akaidini açıklamaya çalışan, imam Matüridî olmuştur  Çünkü, dinde akla uymayan bir şey yoktur  Allah'ın varlığı, hayat,              ilim, kudret, irade gibi sıfatları ve Hz  Muhammed (s  a  s)'in              peygamberliği akılla isbat edilir  Yine naklin bildirdiği ahiret ve              ahvali gibi gayb haberlerinin imkânı akıl ile gösterilir ve Resulün              haber verdiği şekilde bunlara iman edilir  Kelâm metodunda iman              edilecek esas ve konuların hepsi haber-i sadık (sahih bir şekilde              bize kadar gelen haber-i Resul ile) tesbit edilir  Bunları isbat              etmeye yarayacak delillere gelince    Bunlardan duyulur âleme ait              olanlar için duyular ve bunun ötesinde kalanlar için akıl kullanılır  Bu şekilde bilgilerimizin üç temel kaynağı ve bunların değerleri              hakkında gerekli açıklamayı yapan, İmam Matüridî olmuştur  O,              bilgilerimizin sebepleri ve değeri hakkında söz edilen ilk İslâm              âlim ve mütekellimi olduğu için bu konularda kendisinden sonra gelen              kelâmcılara çığır açmıştır  Ondan sonra gelen kelâmcılar da              yazdıkları eserlerin mukaddimelerinde bilgilerimizin kaynağı ve              değeri hakkındaki görüşlerini yazmışlardır  Matüridî, Kitabü't-Tevhidinde, insanı ilme ulaştıran yolların iz'an (sağlam duyu organları ve bunlarla yapılan deney ve gözlem), haberler ve aklî istidlal olduğunu ve bilgiye ulaşabilmek için bu yolların hiç birisinden müstağni olunamayacağını söylüyor  Ona göre bunlardan her birinin sahasına giren bilgiler              grubu vardır  Her bilgi alanına ancak kendisine götüren yolla              gidilir  Duyularla elde edilen bilgiyi inkâr eden, inatçı ve              kendisini beğenmiştir (Kitabü't-Tevhid Beyrut, 1970 s  7-8)  Matüridî iki çeşit haber olduğunu söyler: 1- Mütevatir haber  Bunun doğru olduğunu tesbit etmek için konuyu              araştırıp tetkik etmek lâzımdır  2- Peygamberlerin haberleri  Yanlarında doğruluklarını gösteren ayetler (mûcizeler) bulunduğu              için, onların verdikleri haberlerden daha doğru bir haber yoktur  Çünkü doğruluklarının açıklık ve seçikliği bakımından kalbin ısınıp              yatışacağı sözler peygamberlerin haberleridir  Matüridî akıl hakkında şöyle der: Aklın istidlâline gelince; bunun ilmin sebebi olduğunu kabul etmek gerekir  Çünkü duyular vasıtası ile elde edilen              bilgileri düşünüp tertipleyerek hüküm veren odur  Duyulardan uzak              olan ve bunların dışında kalan şeyleri anlayan, haberlerle bilinen              şeyler de yanlışlık olup olmadığı ihtimali üzerinde duran, sonra              peygamberlerin mucizeleri ile sihirbazların aldatmacalarını              ayırdeden ve başka şeylerin doğruluğunu veya yanlışlığını anlayan              akıldır  Aklın tefekkürü ile mahlukattaki hikmeti ve yaratıcı olan              Allah'ın varlığına delâlet eden delilleri anlarız  Nitekim akıl ile, Kadîm olan Allah'ı bilir ve onu hâdis olan mahlukattan ayırdederiz (Kitabü'l-Tevhid,s  78)  Matüridî, Tevilatü'l-Kur'an ve Kitabü't-Tevhid isimli eserlerinde              aklî tefekkür ve istidlâli müdafaa eder; vahyin aklî delil              getirmesini mutlaka gerekli görür  Akıl şaşar veya doğruyu bulamaz              korkusuyla, sadece nakle dayanmayı gerekli gören fukaha ve              hadisçilere karşı çıkar ve şöyle der: "İnsana aklını kullanmaktan vazgeçmeyi telkin eden, şeytanî vesveseden başka bir şey değildir  Çünkü şeytan,              kişiyi aklının semeresinden alıkoyar, iyi fırsatlara nail olmak ve              istediğini elde etmek için güvencelerini sarsar  Aklı kullanarak              eşyayı düşünmek, onun prensip ve sonuçlarından gizli olanları bilmek              içindir  Sonra bunlarda, eşyanın hâdis olduğuna ve bunları yaratanın              varlığına, nefislerini şehvetlerine uymaktan alıkoyanlar için              deliller vardır  Bilinsin ki, aklı kullanmaya engel olan, şeytanın              vesvesesi ve işidir" (Kitabu't-Tevhid s  136)  Yine Matüridi'ye göre aklı hata ve sürçmelerden korumak için ihtiyatlı davranmak, makûlün yanında nakle de dayanmak gerekir  O bu konuda şöyle der: "Kim nakle dayanarak aklı kullanmada              dikkatli ve ihtiyatlı bulunmayı inkâr eder ve akıldan gizli kalan              şeylerin mahiyet ve künhünü anlamak ister ve Hz  Peygamber'den bir              işaret olmaksızın nakıs ve sınırlı aklıyla Allah'ın hikmetlerinin              tamamını ihata etmeye çalışırsa, aklına zulmeder ve ona              kaldıramayacağı şeyleri yüklemiş olur" (M  Ebu Zehra              Tarihul-Mezahibil-İslamiyye fi's-Siyaset-i Vel-Akaid, s  212-213)  Matüridî'nin elinde hocalarından okuyup rivayet ettiği İmam A'zam'ın risaleleri, Akaid'den, İlm-i kelama dönüştü  Bu              risaleler inanılması lâzım gelen Ehli Sünnet akidesini açıklayan              bilgiler idiler  Matüridî bunlarda beyan edilen akaidi başka nakli              delillerle takviye etti ve aklı kesin delillerle destekledi  Akâid'in teferruâtını bürhanlarla kesinleştirip kuvvetlendirdi  O              Maveraünnehir ülkesi ve diğer İslam bölgelerinde Ebu Hanife ekolünün              kelamcısı Ehl-i Sünnet Vel-Cemaatın reisi oldu  Bu sebeple akaidte              Hanefî mezhebi, Matüridi'ye nisbet edildi  Böylece, az bir kısmı              hariç, Hanefî mezhebinde bulunan kelâmcılara Matüridiyye denildi  Ebu Hanife'nin ismi ancak Hanefî fıkıhçılarına nisbet edilmekle              yetinildi  Bir çok kelâmcı ve araştırıcılar, Matüridiyye diye anılan              bu Ehli Sünnet mezhebinin asıl kurucusunun İmam Matüridi değil, İmam              A'zam Ebu Hanife olduğunu, Matüridî'nin ise onun yazdığı akaid              esaslarını aklî ve naklî delillerle destekleyerek açıkladığını ifade              ederler  Bazılarının iddia ettiği gibi Matüridî, İmam Eş'arî'ye              bağlı bir kimse değil, İmam A'zam ve arkadaşlarının esaslarını              tedvin ettiği Ehli Sünnet mezhebini açıklayan ve destekleyerek devam              ettirenlerdendir  İmam Ebul-Hasen el-Eş'arî ile İmam Ebu Mansur el-Matüridî, Ehli Sünnet akidesini yayma gayesinde ve pek çok izahlarının neticelerinde birleşiyorlarsa da; her ikisinin Kelâm metodları birbirlerininkinden az çok farklıdır  Şüphesiz her iki              kelâmcı da Kur'an'ın ihtiva ettiği akaidi, akıl ve mantığı              bürhanlarla isbat etmeye çalışıyorlardı  Çünkü selim akıl ile sahih              nakil asla çatışmazdı  Fakat Matüridî, Eş'arî'nin verdiği önemden              daha fazla akla değer veriyordu  Ona göre aklın daha çok değeri              olduğuna şu örnekler delâlet etmektedir: 1- Her iki mezhebe göre; Allah'ın varlığını aklî delil getirerek bilmek farzdır  Matüridiyye'ye göre peygamber              gönderilmezse bile Allah'ı aklen bilmek gereklidir  Allah'ı bilmenin              vücubunu idrak eden akıldır  Akıl tek başına Allah'ın varlığını ve              bunun vacib oluşunu bilebilirse de, peygamber gönderilmeden, Allah              tarafından yapılması teklif edilen hükümleri tek başına bilemez  Allah'ı akılla bilmenin aklen vacib olduğu görüşü, Matüridilere İmam              A'zam Ebu Hanife'den geçmiştir  Beyazî'nin (1098/1687) açıklamasına              göre, Ebu Hanife "Akıl yaratıklara bakarak Büyük Yaratıcıyı bilmenin              aleti olduğu için Allah'ı bilmemekte kimsenin mazereti olamaz"              demiştir (Ebu Hanife'nin bu görüşleri için bk  Kemaleddin el-Beyazî,              İşaratü'l-Meram, Mısır 1949/1368, s  78)  Eş'arîler ise; akıl, Allah'ın varlığını ve birliğini bilmede alet olduğu halde, ona bu bilmenin vücubunu emreden akıl değil, Allah'tır  Allah'ın emri de vahiy ve şeriatla              bilinir, diyorlar  Matürîdîler de; Allah'ı bilmenin vücubunu emreden Allah ise de, akıl, Allah'ın koyup emrettiği bu vücubu bilebilir, diyorlar  Fakat, "akıllı bir kimsenin mazeretsiz olarak Allah'ın              varlığına ve birliğine dair akli delil getirmeyi terketmesi              haramdır  Aklî delili bir özrü olmadan terkeden günahkâr olur  Akıl              tek başına Allah'ı bilebilir  Fakat teklifi hükümleri (insanların              Allah tarafından mükellef tutulduklârı hükümleri) bilemez"              düşüncesinde her iki mezheb de birleşiyorlar  2- Matüridî, yine, hüsün ve kubuh meselesinde der ki: "Allah bir işi haddi zatında ve aslında güzel olduğu için veya faydası zararından daha çok olduğu için emreder  (Hüsün emrin              medluldür) Allah'ın bir işi emretmesi, o işin aslında güzelliğine              delâlet eder  Bir şey mahiyeti itibarıyla çirkin olduğu için Allah o              şeyden nehyeder  Allah'ın bir şeyi nehyetmesi, o şeyin aslında              çirkinliğine veya zararının faydasından daha çok olduğuna delâlet              eder  " Matüridi'ye göre hüsün ve kubuh açısından eşya ve işler üç              kısımdır: a) İnsan aklının tek başına güzelliğini anladığı şeyler,              b) Tek başına aklın çirkinliğini idrak ettiği şeyler, c) Tek başına              insan aklının ne güzelliğini ne de çirkinliğini anlayamadığı şeyler,              ki, bunların da güzelliği ve çirkinliği ancak Allah'ın emretmesiyle              anlaşılır  Şu kadar var ki; aklın güzelliğini bildiği şeyleri bile              Allah emreder, çirkinliğini bildiği şeylerden de Allah nehy eder  Aklın tek başına mükellef kılma ve sorumlu tutma hakkı yoktur  Dini              sorumluluklarda sorumlu tutma hakkı yalnız Allah'ındır  Yegâne hüküm              veren ve insanları mükellef tutan O'dur  Eş'arîler ise; "eşyanın aslında ve fiillerin mahiyetinde güzellik ve çirkinlik yoktur  Allah emrettiği için bir              şey güzeldir, nehyettiği için de çirkindir", derler  Aklın,              fiillerin aslında güzellik ve çirkinliği idrak ettiğini kabul              etmezler  Mutezileye göre ise; aklın güzelliğini idrak ettiği şeyler, yine aklın mükellef kılmasıyla vacib olur  Çirkinliği              anlaşılan işten de kaçınmak aklın teklifiyle vacib olur  3- Eş'arî; "Allah Teâlâ, bir sebeb ve maksattan dolayı fiillerini işlemez (Allah'ın fiilleri, maksat, gaye ve illetlerle muallel değildir)  Yani, Cenab-ı Hak bir şeyi sebeb,              maslahat ve gayesiz olarak işler de; bir sebebe müstenid ve bir              maslahata mebni işlemez  Çünkü o işlediğinden sorumlu tutulmaz  Ayetlerde geçen Allah'ın hikmetini de ilim ve iradesine irca eder  Matüridi'ye göre, Allah kendisine hakim (hikmet sahibi) diyor  O halde O'nun hikmet sıfatı da vardır  Allah boş ve              abes işlerden münezzehtir  Her işinde hikmet vardır  Yüce Allah,              gerek teklifi hükümlerinde, gerekse yarattığı işlerinde bir zorlayan              ve vacip kılan olmaksızın bu hikmeti murat etmiş ve kasdetmiştir  Çünkü O muhtar, serbestçe dileyen ve dilediğini işleyendir  Mutezile'nin dediği gibi, kullarının mesalihine riayet etmesi O'na              vacip olmaz  Çünkü, vücub ve gerekli olma, iradeye aykırı olur ve              başkasının O'nda hakkının olduğunu hatırlatır ve O'nun yaptığı              şeylerden sorumlu olmasını gerektirir  Allah yaptığından sorumlu              değildir  4- Matüridiler, Allah'ın tekvin (halk) sıfatını, kudret sıfatından başka ezeli ve hakiki sıfat kabul ederler  Çünkü              Allah, Kur'an'da kendisini halık (yaratıcı) olarak              vasıflandırmıştır  Allah eşyayı kudret sıfatıyla değil, tekvin              sıfatıyla yaratır, derler  Eş'arîler ise, tekvin sıfatını, Allah'ın kudret sıfatının yaratacağı şeylere hadis olan bir taallûku olarak kabul ederler  Görülüyor ki Matüridi'ler nakle bağlı kalmışlar ve bu başlılıktan taviz vermeksizin, nassların özüne uygun akli açıklamalarda bulunmuşlardır  İzmirli İsmail Hakkı'nın "Yeni ilm-i              Kelâm" isimli eserinde Eş'ariyye ile Matüridiyye arasındaki farkları              belirtirken; "Eş'ariyye indinde, tevbe-i ye's (bir kimsenin ölüm              esnasında ilâhi azabı görürken tövbekâr olup iman etmesi) makbul              değildir; Matüridiyye'ye göre ise makbuldür" (Yeni İlm-i Kelâm, I,              115) demesi tamamen yanlıştır  Çünkü Matüridilere göre de tevbe-i              ye's asla makbul değildir  Matüridî, Te'vilâtında; Ebul-Mu'in en-Nesefi, et-Tabsira' adlı eserin de tevbe-i ye'sin makbul olmayışının sebeplerini açıklarlar: "Çünkü bu iman korku ve azabı gidermek için inanmadır; çalışma ile erişilen iman değildir ki onun (ölenin) inanması ictihad (emek ve gayret ile husule gelen iman olsun    "              (Te'vilat li-Ebi Mansur el-Matüridî, Kayseri Raşid Ef  Kütüphanesi              No: 47 vr  1829)  "Bir kimsenin ye's halinde veya ahirette azabı görürken iman etmesi geçersiz ve faydasız olur    (Tabsıratül-Edille, Raşid Ef  Küt  No: 496, vr  86)  Tevbe-i ye'sin makbul olmayacağı hakkında Kötülükleri işleyip dururken ölüm bunlardan birine geldiği zaman şimdi tevbe ettim, diyenlerin tevbesi yoktur    " (en-Nisa, 4/18)              Azabımızı gördükleri vakit iman etmeleri kendilerine fayda verecek              değildir" (el-Mü'min, 40/85) gibi âyetler vardır  Matüridîler              ayetlerin zahirine aykırı düşecek görüşlerde bulunmazlar  İslâm tarihinde akaidi açıklayan itikadî mezhebler başlıca dörttür  Bunlar, Resulullah'ın ve Ashab-ı kirâmın              akâidine ve üzerinde bulundukları yola yakınlıkları itibarıyla şöyle              sıralanırlar: a) Ehl-i Sünneti hassa denilen Selefiyye: Bunlar nassların zahirine bağlılığı ve teslimiyeti prensip edinmişlerdir  Kur'an'da bildirilen iman esaslarını akılla fazla irdeleyip              kurcalamadan iman ederler  b) Eş'ariyye: Nassları esas olarak alıp akli delillerle bunları desteklerler  c) Matüridiyye: Bunlar da Eş'ariyye gibi kelâm metodunu kabul ederler  Kur'an ve sahih sünnette bildirilen akaidi              daha fazla aklî ve kuvvetli delillerle desteklerler  d) Mutezile: Bunlar aklı esas alıp nakil ile bunu desteklemeye çalışırlardı  Bazı araştırıcılar, akla bu kadar önem              verdiği için Matüridiyye, Selefiyye'den daha çok Mutezile'ye              yakındır demişlerdir  Dikdörtgen şeklinde bir alanın ucunda              Selefiyye yani Ehl-i hadis; öteki ucunda Mutezile bulunur  Alanın              Mutezileye bitişik 1/4'ünde Matüridiyye; Muhaddislerin yanında              Eş'ariyye mevcuttur, demişlerdir  Matüridî, nassların yardımıyla akli istidlalin gerekli oluşu prensibini tefsirinde de uygulamıştır  O              "Tevilatü'l-Kur'an"isimli eserinde müteşabihleri muhkem ayetlere              hamletmektedir  Yol bulabildiği vakitte Kur'an'ı Kur'an ile tefsir              etmektedir  Çünkü Kur'an'ın bir kısmı diğer bir kısmıyla çelişmez  Eğer o (Kur'an) Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde              birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı" (en-Nisa, 4/82)  Matüridî, müteşâbih ayeti, dayanacağı bir muhkem ayet veya kat'i bir              delil bulamazsa te'vil etmekten kaçar  Müteşabih ayetleri te'vil              hususunda takib edilen bu metodu Eş'ari de kullanmıştır  Ancak              Eş'ariyye ve Matüridiyye kelamcılarının müteahhirini, halk yanlış              yorumlayarak teşbihe düşmesinler diye müteşabih ayetleri te'vil              etmişlerdir  Bu te'villerinde bu ayetlerin kesin anlamı olmadığını,              ihtimal dairesi içinde olduğunu belirtmişlerdir  Matüridiyye Mezhebini Geliştirenler: Matüridi'nin akaid ve kelam metodu bizzat bu ekole bağlı olan müelliflerin eserlerinden öğrenilmektedir  Matüridî              pek çok eser telif etmiştir  Ancak bunlardan pek çoğu kaybolmuş,              günümüze kadar ancak iki tanesi gelebilmiştir: Bunlardan birisi "Tevilâtü'l-Kurân "diğeri adı "Te'vilatü Ehli's-Sünne"dir  Dünya kütüphanelerinde elli tane kadar              nüshası olduğu sanılmaktadır  Hemen hemen İstanbul'un her              kütüphanesinde bir nüshası mevcuttur  Dirayet usulünü takip eden çok              kıymetli bir Kur'an tefsiridir  Müellif münasebet düştükçe akaid              konularına çok yer ayırır ve bid'at mezheblerinin görüşlerini              reddeder  Bu bakımdan Matüridiyye akaidine ait kıymetli bir kaynak              sayılır  Bu eser, Ebu Bekir Muhammed b  Ahmed es-Semerkandî (v  533/1158) tarafından şerh edilmiştir  Bir nüshası şehid Ali Paşa              kütüphanesinde No: 283 mevcuttur  Matüridi'nin diğer eseri              Kitabü't-Tevhid olup, dünyadaki tek nüshası Cambridge Üniversitesi              kütüphanesinde 3651 numarada kayıtlıdır  Dr  Fetullah Huleyf              tarafından tahkik edilerek 1970 de Beyrut'ta bastırılmıştır  Matüridiyye mezhebini geliştiren ve zirvesine çıkaran alim Ebul-Mu'in Meymun b  Muhammed en-Nesefi'dir              (417-508/1024-1115)  Matûridiyye'nin yetiştirdiği en büyük              kelamcıdır  Nesefi, İmam Matüridi'nin görüşlerine (Mukallidin imanı              hakkındaki görüşü hariç) bağlı kalmıştır  Eş'ari kelamında Ebu Bekir              el-Bakıllani (v  403/1013) ve Gazzali (505/1111)'nin değeri ne ise              Matüridi kelamında da, Nesefi'nin değeri aynıdır  Matüridi'nin              kitablarının özellikle Kitâbü't Tevhîdinin iyi anlaşılması için              Nesefi'nin Tabsiratül-Edille, isimli kitabı bir anahtar              mesanesindedir  Nesefi'nin diğer bir kitabının ismi "et-Temhid li-Kavaidi't-Tevhid"tir  Bu kitabın İstanbul Kütüphanelerinde bir              kaç nüshası vardır  Mesela Beyazıd Küt  No: 3078,158  (vr  )              Nesefî'nin Bahrul-Kelâm fi Akaidi Ehli'l İslâm isimli kitabı ise              Konya'dan Ali Ramazan Hadimi tarafından 1327-1329/1911 de              bastırılmıştır  Bu kitap yine aynı yılda Kahire'de de basılmıştır  Matüridiyye kelâmına hizmet eden başka Nesefîler de yetişmiştir  Nesefi Semerkant ile Ceyhun nehri arasında bulunan              bir şehirdir  Ortaçağda bu şehirde İslâmî ilimlerin her dalında eser              telif etmiş pek çok alim yetişmiştir  Ebu Hafs Necmeddin Ömer              en-Nesefi (v  537/1142) Burhanuddin en-Nesefi (687/1289)              Ebul-Berekat en-Nesefi, Matüridiyye mezhebine hizmet eden büyük              âlimlerdendir  Bu sonuncusunun "Medariku't-Tenzil ve Hakaiku't              Te'vil" isimli tefsiri  pek meşhurdur  Tefsirin muhtelif yerlerinde              Matüridî kelâmına ait görüşler yer alır  İmam Ebu Mansur Matüridî, bir müminin inancını akli delile dayanmadan körü körüne taklid eden kimsenin (mukallidin) imanının, kuvvetli bir temele dayanmadığı için, makbul olmadığını söylemiştir  Matüridînin bu konudaki görüşleri, Nesefi'nin              Tabsiratül-Edille'sinde şöyle dile getirilir: "Delilsiz olduğu için              mukallidin tasdiki faydalı olmaz  Çünkü sevap kulun çektiği meşakkat              karşılığında verilir  Mukallidin, imanın aslını kazanmasında              sıkıntısı yoktur  Bilakis, imana ulaşmada delil getirme ve şüphe ile              kesin delilleri ayırdetmede düşünmenin kaidelerini gözetip nazar ve              teemmüle alışarak karşılaşılan kuşkuları gidermek için sıkıntı              çekilir    Kişi emek ve gayretini sadece peşin lezzetleri elde etmek              için harcar, yalnız kendisini geçici dünya ile faydalanmaya              terkeder, sonra hiç bir sıkıntıya göğüs germeksizin külfet ve              meşakkate katlanmaksızın iman ederse, sevap elde edemez ve bu              imanının faydasını görmez  Nitekim önceden istidlali olmadığından              dolayı, azabı görürken inananın bu imanı kendisine fayda vermez"              (Tabsıratü'l-Edille, Raşid Ef  Küt  No: 496, vr  86; Fatih Küt  No:              2907, vr  96-10)  Matüridi'nin bu görüşüne başta Nesefi olmak üzere              hiç bir Matüridiyye kelâmcısı katılmamıştır  Çünkü iman Allah'ı ve              Resulünün Allah tarafından getirdiklerini tasdik etmektir  Kalbte              şüphesiz kesin tasdik bulunup bunun zıddı tekzib gelmediği müddetçe              iman makbuldur  Gücü yettiği halde Allah'ın varlığına deliller              getirmeyi terkeden mümin, günahkâr olur  Muhiddin BAĞÇECİ | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #9 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiSÎA mezhebi Hz  Peygamber'in vefatindan sonra Imametin Hz  Ali ve evlatlarina ait bir hak olup nass ve         tayinle gerçeklesecegini iddia eden birbirlerinden farkli mezheplerin müsterek adi  Sîa kelimesi Arapcada se-ye-a kökünden firka, bölük, taraftar, yardimci, bir kimseye uyan ve yardimci olan manalarina gelen bir kelimedir  Kur'ân-i Kerîm'de degisik yerlerde geçen bu kelime (bk  el-En'am, 6/65, 159;         el-Hicr, 15/10; Meryem, 19/69; el-Kasas, 28/4, 15; er-Rûm, 30/32; Sebe, 34/54;         el-Kamer,54/-51; es-Saffât, 37/83) Arapçada daha çok taraftar anlaminda kullanilmistir  Genel olarak halife Osman b  Affan'in öldürülmesinden sonra meydana gelen olaylarda Ali         b  Ebi Talib tarafini tutan, onunla birlikte düsmanlarina karsi savasan ve mücadele         edenlere Ali b  Ebi Talib'in taraftarlari (Satu Ali b  Ebi Talib) denildigi         görülmektedir (es-Sehristan, el-Milel ve'nNihal, I, 146)  Sîa kelimesinin bu manada         kullanilisi genel olarak Hz  Hüseyin'in 10 Muharrem 61/10 Ekim 681 tarihinde Kerbelâ'da         sehid edilisinden sonraya kadar devam etmistir  Kerbelâ hadisesinden bir süre sonra Sîa         kelimesi bir terim olarak Emevilere karsi Hz  Hüseyin'in intikamini almak, Hz  Ali ve         soyunun haklarini aramak, onun nesline yardim etmek için bir araya gelenleri ve onlara         taraftar olanlari ifâde etmeye baslamistir  Sîa'nin ne zaman dogdugu konusu oldukça ihtilaflidir  Sii kaynaklar, Hz  Peygamber zamaninda, Ali b  Ebî Talib'i diger         sahabelerden üstün gören ve onu halifelige en layik sahabi olarak kabul eden Ebu Zer         el-Gifarî, Selmân el-Farisî, Mikdad b  el-Esved gibi ashabin ilk siîler oldugunu, bu         bakimdan Sîa'nin Hz  Peygamber devrinde dogdugunu belirtmektedir (bk  En-Nevbaht,         Firaku's-sîa, Necef 1368, 39-40)  Fakat Hz  Ali'yi üstün ve faziletli gören bu grup         ile daha sonra mezhep olarak tesekkül etmis olan Sîa'nin Hz  Peygamberin vefatini         takiben, Hz  Ali'nin mesru halife oldugu iddiasiyla dogan tamamen bir siyasi hareket         olarak çiktigi iddiasi (bk  Bernard Lewis, the Origins of Ismailism, Cambridge 1940, 23         ve Ahmed Emin, Fecrul-Islâm, Kahire 1964, 266 vd  ) yaninda Hz  Osman'in         öldürülmesinden sonra (bk  J  Wellhausen, el-Havâric ve's-Sa, Kahire 1968, 146) veya         Hz  Ali'nin halifeligi esnasinda özellikle Camel ve Siffin savaslarini takiben (bk  Ibnü'n-Nedim, el-Fihrist, Beyrut 1954, 175) yahut Hz  Ali'nin öldürülmesi ve cemaatin         Muaviye b  Ebi Süfyan'a beyat etmesi ile dogdugu (bk  Taha Hüseyin, el-Fitnetu'l-Kübra,         II, Kahire 1966, 175) ileri sürülür  Bütün bu olaylar Sîa'nin ortaya çikis zamanini         kesin olarak belirtmeseler de olaylarin hepsinin Sîa'nin gelismesinde müessir oldugu         görülmektedir  Sîa diger firkalar gibi, Islâm'da ana bünye diyebilecegimiz cemaatten ayrilarak, yine Islâm içinde ortaya çikan bir zümrelesme hareketidir  Hz  Ali'nin, Hz  Peygamber tarafindan takdir edilen, yigitlik, kahramanlik,         ilim ve takva gibi sahsî meziyetleri bize kadar intikal eden özellikleridir  Onun bu         özelliklerinden dolayi bazi sahabîler tarafindan begenilip takdir edilmesi ve üstün         görülmesi manevi bir baglilik ve samimi bir dostluk ifade etmektedir  Hz  Peygamber'in ashabindan bazilarini takdir eden         ifâdeler kullanmasi ve onlara iltifati düsünüldügünde sadece Hz  Ali'nin         özelliklerini takdir etmedigi de görülür  Bütün bunlar dikkate alindigi takdirde Hz  Ali devri de dahil Hulefâyi Rasidin devrinde, dostluk ve sevgi izhari ötesinde bir         mezhebî gruplasma olmadigi anlasilir  Bu açidan Sîa'nin Hz  Peygamber devrinde         tesekkülü mümkün görülmemektedir  Sîa en erken, Hz  Hüseyin'in sehâdetinden sonra         siyasî bir egilim olarak kamuoyu olusturmaya baslamistir  Özellikle 65/684 yillarinda         ortaya çikan ve Hz  Hüseyin'in intikamini almak üzere toplanan, onu davet ettikleri         halde yardimsiz biraktiklari için izdirap duyan ve tevbe eden Kûfelilerin olusturdugu         Tevvâbin hareketi, Sîa'nin bir terim haline gelisinin ve Islâm içinde bir kitlelesme         hareketinin baslamasinin ilk belirtilerinden biri olarak kabul edilebilir  Tevvâbin         hareketinin Emeviler karsisinda basari kazanamamasi sonucunda, kurtulanlarla birlikte,         Ehl-i Beyt'in intikamini almak için ortaya çikan Hz  Ali'nin Havle binti'l-Hanefiyye'den         dogan oglu Muhammed b  el-Hanefiyye'nin imametini savunan, Islâm tarihinde Mehdilik, gaib         imam, ric'at ve bedâ gibi görüslerle esasli yankilar uyandiran Muhtar b  Ebi Ubeyd         es-Sakaf (67/687) gibi kimseler de Hz  Ali'nin neslinin adini kullanarak toplumun içinde         itibar kazanmaya çalismislardir  Keysaniyye veya Muhtariyye ismi ile ortaya çikan ve         Muhammed b  el-Hanefiye'nin imametinini savunan bu firka günümüze ulasmamistir  Sia'nin bütün firkalarinda ilk ve ihtilafsiz Imam Hz  Ali'dir  Onun ölümünden sonra imamet görevi ogullari Hasan ve Hüseyin'e intikal         etti  Hüseyin b  Ali'nin ölümünden sonra imamet oglu Ali b  Hüseyin Zeynü'lAbidin'e         geçti  Emevilere karsi Muhammed b  el-Hanefiyye'nin imametini savunanlar da, onun         ölümünden sonra Ali b  Hüseyin'e baglandilar  Böylece imamet hemen tamimiyle Hz  Ali'nin, Hz  Hüseyin'den gelen evlâtlarina intikal etmis oldu  Kerbelâ'da katliamdan kurtulan Ali b  Hüseyin,         Medine'ye intikal ettikten sonra siyasetten tamamen uzaklasarak ölümüne kadar (95/713)         ilimle mesgul oldu ve çevresindeki insanlari yetistirmeye gayret etti  Daha sonra         imâmeti devam ettiren büyük oglu Muhammed el-Bâkir ölümüne kadar (114/733)         babasinin prensiplerini izleyerek ilmî konularla mesgul oldu ve çevresindeki         mensuplarini korumak için siyasetten uzak kalmaya çaba sarfetti  Altinci Imam Ca'fer         es-Sâdik gerçekten alim ve faziletli bir kisidir (bk  Mustafa Öz, "Ca'fer         es-Sadik", TDV Islâm Ansiklopedisi, VII, I, 3)  Devrinde birçok kimse kendisinden         istifâde etmistir  Bu imamin devrinde, Islâm tarihinde, Hz  Hüseyin'in sehadetinden         sonra Emevilere karsi, Ehl-i Beyt adina ilk defa ayaklanan Zeyd b  Zeynü'l-Abidin'dir  Ali b  Hüseyin Zeynü'l-Abidin'in küçük oglu, Muhammed el-Bâkir'in kardesi ve Ca'fer         es-Sadik'in amcasi ve akrani olan Zeyd, Emevi halifelerinden Hisam b  Abdulmelik'e karsi         Kûfe'de isyan etti  Kendisine bey'at eden onbesbin kisi ile Hisam'in Kûfe-Basra         (Irakeyn) valisi Yusuf b  Ömer es-Sakafi ile giristigi savasta (122/740) basarisizliga         ugradi ve öldürüldü  Zeyd'den sonra fikirlerini sürdüren oglu Yahya (ö  125/743)         ile Zeydîyye firkasi ortaya çikmistir  Zeyd b  Zeynelâbidin'in ölümünden sonra         Carudiyye, Süleymaniyye, Batriyye gibi çesitli firkalara ayrilan Zeydîyye mensuplari         uzun süre daginik halde kalmislardir  Abbasi halifelerinin siyasî otoritelerinin         zayiflamasindan faydalanarak Yemen ve Taberistan'da ayaklanarak muhtelif devletler         kurmuslardir  Hazar denizinin güneyinde Taberistan'da kurulan zeydî devleti 305 (917)         yilina kadar varligini sürdürmüstür  Yemen Zeydîligi ise günümüze kadar varligini         muhafaza edebilmistir  VI/XII  yüzyildan itibâren sinirlarini Tihâme'ye kadar         genisleten Zeydler daha sonra Osmanli hakimiyetine girmislerdir  Günümüzde Yemen'in         resmî mezhebi Zeydîyedir  Imâmet konusunda daha mutedil bir yol izleyen bu firka         mensuplari büyük günah isleyenler hakkinda daha çok Haricilik ve Mutezile'nin tesiri         altinda bulunduklari için bu tip kimselerin tam anlamiyla tevbe etmedikçe Cehennemde         ebedi kalacaklari görüsündedirler  Fikih konusunda genel olarak, Ehl-i Sünnet         mezheplerinden Hanefilige yakin bir yol izlerler  Isnaaseriyye'den * farkli olarak mut'a         nikahini mesru olarak kabul etmezler (Konu ile ilgili genis bilgi için bk  Zeydîyye         Mad)  Ca'fer es-Sadik'in imamet devresinde önceleri oglu Ismail'in kendisine halef olacagini kesin olarak belirtmisken daha sonra bazi sebeplerle onu halifelikten çekti  Ismail babasinin sagliginda vefat etti  148 (765) yilinda, Ca'fer         es-Sadik'in ölümü üzerine, Ismail'in taraftarlari onun adina oglu Muhammed b  Ismail'e         bey'at ettiler  Böylece Sîa bünyesinde Ismailiyye adi ile anilan yeni bir firka ortaya         çikmis oldu  Asiri bir Siî mezhebi olan Ismailiyye kurulusundan itibaren bir buçuk asir süre ile gizli imamlar ve dâiler tarafindan idâre edildi  Basra, Kûfe, Iran, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika'ya gönderilen dâiler, mezhebi yaymak         için büyük çaba gösterdiler  Ali b  el-Fadl ve Ibn Havseb, Yemen'de Ebu Said         el-Cennâbî ve oglu Ebu Tahir el-Cennâbî Bahreyn'de, Ebu Abdulah es-Siî ise Kuzey         Afrika'da devlet kurmaya muvaffak oldular  III/IX  asrin sonuna dogru Suriye'nin Selemiyye         sehrinden Kuzey Afrika'ya intikal ederek burada mehdiligini ilan eden Ismaili imami         Ubeydullah 297 (909) yilinda Fatimîler Devletini kurmayi basardi  Kisa zamanda Misir'i         ele geçiren Fatimler, burada kurduklari müesseselerle yaklasik üç asir süreyle         mezheplerini yaymaya çalistilar  Fatimî halifelerinden el-Mustansir'in 487 (1094)         yilinda ölümü ile birlikte Ismailiyye, Nizâriyye ve Müsta'liyye diye iki büyük kola         ayrildi  Dogu ve Bati Ismailiyyesi diyebilecegimiz bu iki koldan birincisi Iran'da Hasan         Sabbah'in sahsinda büyük bir himayeci bulmus, özellikle Kazvin yakininda basta Alamut         kalesi olmak üzere diger kalelerde yerlesen Nizarî fedaileri Islâm hükümdar ve         devletleri için daima bir korku unsuru olmuslardir  Ismailiyye'nin bu kolu 1254 yilinda         Hülagu tarafindan, Suriye Nizârleri ise 1273 yilinda Sultan Baybars tarafindan ortadan         kaldirilmistir  Ismailiyye'nin Musta'liyye kolu ise kisa bir müddet Misir'da         hâkimiyetini sürdürmüs, daha sonra birbirinden farkli kollara ayrilarak Yemen'e         intikal etmistir  Buradan Hindistan'a geçen Müsta'liler, günümüzde Davudler ve         Süleymanîler olmak üzere iki kisma bölünmüslerdir  Müsta'lî Ismailleri         Hindistan'da Bohra adiyla anilmaktadirlar  Hülagu'dan sonra daha çok Iran Azerbaycan'inda kalan Nizarî Ismailîler, tasavvufi bir görünüm altinda varliklarini sürdürmüslerdir  1718 yilinda öldürülen 45  Nizarî imami Halilullah Sah'tan sonra         Iran Kaçar sarayinda Aga Han ünvani ile damat olan 46  Ismailî imami Hasan Ali Sah'tan         itibaren Nizârî imamlari Aga Han ünvani ile anilmislardir  Ali Sah ve Sultan Muhammed         Sah'dan sonra günümüzdeki Nizârî Ismailîyyenin 49  imami olan Kerim Aga Han bu         görüsü sürdürmektedir  Tarih boyunca Batiniyye, Sebiyye, Talimiyye, Melâhide vb  isimlerle anilan Ismâilîyye'nin Behvalar hariç günümüzde ilmî         çalismalari, bir tefsir ve fikih sistemleri mevcut degildir  Daha çok ticâretle ugrasan         Ismailiyye mensuplarina göre dinin en önemli özelligi imâmettir  Ibadetler konusunda         diger Sîa firkalarindan oldukça farkli özellik gösterirler (Genis bilgi için bk  Ismilyye mad  )  Ca'fer es-Sadik'tan sonra taraftarlarinin ekseriyeti oglu Musa el-Kâzim'a tabi oldular  Harun er-Resid zamaninda isyan edebilecegi         endisesiyle Medine'den Bagdad'a celbedilen Musa el-Kâzim uzun süre hapis hayati         yasamistir  Kendisinin 183 (799) yilinda ölümü üzerine imam olan Ali er-Riza, Abbasi         halifelerinden el-Me'mun tarafindan Irak'a getirilerek veliahd tayin edilmis daha sonra         203 (818) yilinda zehirlenmek suretiyle öldürülmüstür  Bundan sonraki imamlar         sirasiyla Muhammed et-Takî (ö  220/835), Ali en-Nakî (ö  254/868), Hasan el-Askerî         (ö  260/873) ve Muhammed el-Mehdi'dir  el-Mehdiyyü'l-Muntazar, Hüccet, Sahibuzzaman         lakaplariyla anilan Sâmarra'da bir mahzende kaybolduguna, yeniden dünyaya gelip dünyayi         islâh edecegine inanilan bu imamla, imamlarin sayisi onikiye ulastigi için Sîa'nin bu         firkasi Isnaaseriyye (onikiciler) diye anilir  Ayrica imameti dinin en önemli rüknü         saymalari hasebiyle Imamiyye, Imam Ca'fer es-Sadik'in fikhini uygulamalari sebebiyle de         Caferiyye diye bilinirler  Imamiyye bir firka olarak 260 (873) yilindan sonra teessüs etmistir  Bu bakimdan Zeydiyye ve Ismiliyye'den daha geç olusmus bir firkadir  12  imamin 260 (873) - 328 (940) yilina kadar süren gaybet devresinde Ebu Amr Osman b  Said, Ebu Cafer Muhammed, Hüseyin b  Ruh ve Ali b  Muhammed gibi sefirler araciligiyla         imamla irtibat kuruldugu için bu devreye küçük gaybet devresi denilir  238 (940)         yilinda son sefirin ölümü ile birlikte imamla irtibat kesildigi için günümüze kadar         olan devre büyük gaybet devresi olarak adlandirilmaktadir  Imamiyye Sîasi gaybet-i kübra yani büyük gaybetin baslamasindan itibaren Iran'in resmi mezhebi oldugu 10 (16) asra kadar Islâm dünyasinda güçlü bir varlik göstermemistir  Ancak Safevilerin kurulmasiyla Imamiyye         907 (1501) 1149 (1736-37) yillari arasinda kendisini himaye eden bir devlete sahip         olmustur  Sah Ismail devrinden itibaren Iran'da camilerde ilk üç halifeye lânet         edilmesi kararlastirilmis, ezana ilaveler yapilmistir  Safevilerin Siîlik üzerine kurulu         siyaseti ile Sünnilik üzerine kurulu Osmanli siyaseti arasindaki farklilik sebebiyle         Osmanlilarla Iran ordusu arasinda 1514 yilinda cereyan eden Çaldiran savasinda Iran         ordusunun maglup olmasi sonucunda Osmanli-Iran münasebetleri normal mecrasinda         yürümemistir  12/18  yüzyildan 14/20  yüzyila kadar saglanan bir devlet destegi         olmadan kendi seyri içinde gelisme kaydeden Imamiyye sîasinin temsilcileri olan ulema         1905-6 yillarindaki anayasa faaliyetlerinde önemli rol oynamislardir  Kaçar hanedaninin         1925 yilinda yikilisindan sonra Iran'da idareyi ele geçiren Pehleviler devrinde ulema         kismî nüfuz kaybina ugramistir  Uzun bir hazirlik döneminden sonra Sîa yetullah         Humeynî'nin çabalariyla 1979 yilindan itibaren Iran'da hakim kilinmis ve mezhebin         prensipleri devletin yürütülmesinde esas olarak kabul edilmis bulunmaktadir  Tevhid,         nübüvvet, imamet, adl ve mead esaslarini usuluddin olarak kabul eden bu firka         Zeydiyye'den sonraki mutedil bir sii firkasi olarak kabul edilir  Kitap, sünnet, icma ve akli, ser'i deliller olarak kabul eden bu firka, ibâdet ve muameleler konusunda mut'a nikahi hariç Ehl-i Sünnet fikhi ile cüz'i ayriliklar göstermektedir  Günümüzde Iran, Irak ve Pakistan'da         bulunan bu mezhebin mensuplari Sîa'nin büyük ekseriyetini teskil etmektedirler (bk  Ca'feriyye mad)  Bu üç firkanin ötesinde kendilerini siî sayan ve fakat mutedil Sîa'nin kendileri ile ilgileri bulunmadigini belirttikleri gulat, galiye yahut asiri siî firkalar vardir  Islâm mezhepler tarihi ile ilgili eserlerde belirtilen         Sebeiyye, Beyâniyye, Mugiriyye, Harbiyye, Mansuriyye, Cenâhiyye, Nusayriyye, Hattabiyye         ve Gurâbiyye gibi firkalar Hz  Ali'yi ilâh yahut Allah'in ona hulûl ettigini iddia         ettikleri için mutedil Sîa tarafindan Islâm ve Sîa disi asiri cereyan olarak         degerlendirilmektedir  Sîa firkalari arasinda müsterek nokta Imamet esasidir  Düsüncelerine göre Cenab-i Hak Hz  Peygamber'i Islâm dinini yaymak için         göndermis, o da peygamberlik görevini yerine getirerek yirmi üç sene süreyle Allah'in         dinin nesretmistir  Hz  Peygamber'in inanç ve amel yönünden yirmi üç sene zarfinda         gerçeklestirdigi islah hareketinin O'nun ölümü ile ortadan kalkmasi Allah'in hikmetine         uygun düsmez  Bu sebeple Hz  Peygamber'in faaliyetlerinin bosa gitmemesi ve devam etmesi         için nübüvvetle es deger olan bir imamet müessesesi gereklidir  Islâm dünya         durdukça devam edecek bir ilahî din olduguna göre bütün zamanlar boyunca, Hz  Peygamber adina dinî konulara çözüm getirecek ve Islâm ümmetini yönetecek bir imama         zaruri olarak ihtiyaç vardir  Bu imamin Hz  Peygamber'in neslinden olmasi gereklidir  Imamlarin ilki Ali b  Ebi Talib'dir  O, sadece Hz  Peygamber'in yakini ve damadi oldugu         için degil Allah'in emrinin geregi olarak imam tayin edilmistir  Kendisinden sonra         imâmet, -Keysaniyye hariç- Hz  Fâtima'dan olan neslinden devam edecektir  Hz  Peygamber'e bu manada naib olan imamlar, onun ümmet üzerindeki velâyetini hâizdirler  Imamlarin tayini hiç bir zaman ölümlü, ihtirasina ve menfaatine tutkun olan insanlar         tarafindan degil, Allah, Peygamber ve bir önceki imam tarafindan gerçeklestirilir  Imamlar Hz  Peygamberin ilminin hamilleri ve onun gibi masum kimselerdir  Aksi halde         onlarin sözlerine itimad edilemez  Sîa'nin imamet konusunda böyle düsüncesine ragmen aralarinda en çok ihtilaf edilen konunun yine imâmet oldugu söylenebilir  Hemen         her imamin ölümünden sonra o imâmin ogullari arasinda cereyan eden mücâdelelerde         Imam olan kisinin güçlü ve itibarli olmasi sebebiyle mi yoksa Allah'in onu Imam tayin         ettiginden dolayi mi Imam oldugu konusu daima tartisilabilir  Yukarida Imamet konusu ile         ilgili esaslar genellikle günümüzde en güçlü olan Imamiyye yahut Isnaaseriyye         tarafindan benimsenen hususlardir  Imamet konusunda en mutedil davranan Siî mezhebi Zeydiyye'dir  Onlar yukarida belirtildigi gibi, imamin Hz  Peygamber'in kizi Fatima         neslinden gelmesini kabul etmekle birlikte masumiyetini ve ismen tayinini         benimsememektedirler  Imamin vasfen tayin edilmesi geregi üzerinde duran bu firkaya         göre, Hz  Fatima neslinden gelen cömert, âlim ve takva sahibi olmasi gereken imam,         kendini izhar edip imamligini ilan etmelidir  Takiyye veya mestur imam düsüncesi         Zeydiyye'de mevcut degildir  Ismail b  Ca'fer es-Sâdik'i imam tanimakla         Ismailiyye, naslarin bâtinî manasi bulundugunu iddia ettikleri için Batiniyye ve         bilginin akil ve duyularla degil ancak masum imamin ögretmesiyle elde edilecegini iddia         ettikleri için Ta'limiyye adini alan bu firka imamet konusunda gerek ilk devrede gerekse         Fâtimîler devrinde farkli özellikler göstermistir  Imami bilme ve ona baglanma dinin         asli oldugu, dünya ve ahiret saadetine ancak bu sekilde ulasilacagi, genel olarak         Ismailiyye'nin prensipleri arasinda bulunmaktadir  Bu firka günümüzde imamet         konusundaki müfrit düsüncelerini sürdürmektedir  Imametin disinda takiyye, bedâ,         rec'at gibi talî esaslar Sîa firkalarinin ekseriyeti tarafindan benimsenmektedir  Günümüzde Islâm dünyasinin muhtelif yerlerinde Sîa mevcudu kesin bir istatistik bulunmamasina ragmen %7 - %9 arasinda tahmin edilmektedir  Mustafa ÖZ | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #10 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiHÂRICÎLIK (HÂRICIYE, HAVÂRIC) Hz  Ali döneminde ortaya çikan siyasî ve itikadî mezhep  Mezhebe Hârici"lik adinin verIlmesi konusunda çok çesitli yorumlar yapilir  Mezhepler tarihçilerince en çok kabul gören yoruma göre, mezhep üyeleri, ümmetin basindaki hak Imam olan Hz  Ali'ye karsi çikarak itâattan ayrildiklari için Havâric (Hâriciler) olarak anIlmis, mezheblerine de Hâricilik adi verIlmistir  Kendi ifadelerine göre ise, Allah yolunda huruc etmelerinden dolayi hâricîler adini almislardir  Hâricîler baska adlar ve lâkablarla da anIlmis, taninmislardir  Sözgelimi Hz  Ali'nin ordusundan ayrildiklarinda Ilk toplandiklari yer olan Harûra'nin adina izafetle Harûrîler (Harûrîye); Allah'tan baska kimsenin hüküm verme yetkisine sahip olmadigi gerekçesiyle hakem olayina karsi çiktiklari için el-Muhakkime adiyla anIlmislardir  Kendilerinin ençok hoslanarak kullandiklari isim ise Sürât'tir  Satin alici anlamindaki Sârî'nin çogulu olan Sürât'i kendini Allah'a verenler, satanlar anlaminda kullaniyorlardi  Hâricîler iman sorununa yanlis bir usulle yaklasarak bu konuda kimlerin kâfir oldugunu tartistilar  Hakem olayinda hakemlik yapanlari ve taraflarini kafir ilan ettiler  Cemel Vak'asi'na karIsanlari ve taraftarlarini lânetlediler  Adâletsiz hükümdara karsi isyani bütün mü'minlere fari kabul ettiler  Büyük günâhlar isleyen (mürtekîbü'l-kebâir) herkesi kâfir ilân ettiler (el-Bagdâdî, el-Fark beyne'l-Firâk, s  55)  Hâricîler, Hz  Ali ile Sam valisi Muâviye arasinda yapilan Siffin savasinda, sorunun çözümü için taraflarin birer hakem atamalari üzerine ortaya çiktilar  Onlara göre Allah'tan baska kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktur  (lâ hukme illâ lillâh)  Böyle bir yetkiyi kabul edenler kâfir olurlar  Sorunu hakemler araciligi ile çözmeyi kabul ettigi için Hz  Ali de kâfir olmustur  Kâfir olduguna inandiklari Hz  Ali'den ayrIlmanin farz oldugu düsüncesiyle Hâricîler, gizlice ordudan ayrilarak Harûra'da toplandilar  Bu huruc (çIkis) hareketi ile Islâm tarihindeki Ilk siyasî parçalanma gerçeklesti  Harûra'dan sonra Nehrevân'da üslenen bu grup, Islâm tarihinin en kati, en savasçil partisini olusturdu (Ahmet Emin, Duha'l-Islâm, III, 5)  0sin ilgin ç yani, Kur'ân'i mizraklarinin ucuna takarak Hz  Ali ve ordusunu kitab'in hükmüne çagiranlar, bunu düpedüz yenilgiden kurtulmak amaciyla bir hile olarak yapmisladi ve Ilk basta buna aldanarak savasi durdurmasi ve Isteklerini kabul etmesi için Hz  Ali'yi zorlayanlar, hattâ tehdit edenler, sonradan hurûc edenlerle ayni Insanlardi  Savasi kendileri durdurmus, Hz  Ali adina, onun hiç Istemedigi bir kisiyi hakem atamislar, sonra da bütün bunlardan dolayi Hz  Ali ve ona uyanlari kâfir ilân ederek ayrIlmislardi  Bu durum, en bagnaz düsmanlarinca bile teslim edilen dogruluk ve samimiyetleri konusunda süphe uyandirdiktan baska, hareketin kökeninde sadece inanç farkinin yatmadigini da düsündürmektedir  Mezhepler tarihçileri, Hâricîlerin ortaya çIkisini ünlü hakem olayina baglamakla birlikte baska nedenlerin varligindan ve etkisinden de sözetmektedirler  Bunlarin en önemlileri söyle özetlenebilir: 1  Hâricîlik hareketi, kurra diye bilinen son derece dindar ve bilgili bir kesimin öncülük ettigi bir düsünceyi temsil etmektedir  Bu kesim siyas"i çalkantilardan ve toplumsal dengesizlikten rahatsiz olmakta, Islâm'in Ilk yillarindaki ideal toplumun özlemini duymaktadirlar  Hâricîlik hareketi, bu idealist grubun özlemlerini gerçeklestirme girisimidir  2  Hâricîligin ortaya çikmasindaki önemli bir neden, merkezî yönetime karsi süregelen geleneksel direnis psikolojisidir  Buna, câhiliye döneminin zihin yapisini karakterize eden bireysel bagimsizlik egiliminin de önemli bir etkisi oldugu eklenebilir  3  Hâricîlik hareketinde, çesitli Arap kabîleleri arasinda eskiden beri süregelen kavmiyet psikolojisi ile babadan ogula geçen savas ruhu da önemli ölçüde kendisini göstermektedir  4  Hâricîlerin ortaya çikmalarina yol açan nedenlerden biri de, bu kisilerin asiri Sii firkalardan olan Sebeiyye ile olan baglantilaridir  Hz  Osman'in sehid edIlmesiyle sonuçlanan isyan hareketleri sebeiyye tarafindan baslatIlmis ve yürütülmüstü  Hâricîler ve önderleri de bu hareketler içinde yeralmislardi  Hâricîler, Hz  Osman'in sehîd edIlmesi sorumluluguna katiliyorlar, hattâ bununla övünüyorlardi  Haremlerin bir anlasma saglamalari durumunda hiç süphesiz bundan en çok zarar görecekler Hâricîler olacaklardi  bu riedenle Hz  Ali'yi terkederek bu yoldaki muhtemel bir gelismenin etkilerinden kendilerini kurtarmak Istemislerdi  Hz  Ali'den ayrilarak önce Harûra'da, daha sonra Nehrevân'da toplanan ve Abdullah b  Vehb er-Râsibî el-Ezdî'yi kendilerine halife seçen Hâricîler, kIsa zamanda tam bir terör havasi estirmeye basladilar  Görüslerine katIlmayan, önderlerini halife olarak tanimayan, Ali ve Osman'i kâfir ilân edip lânetlemeyen her müslümani kâfir sayiyor, acimasizca öldürüyorlardi  Baslangiçta sayilari on Iki bin kadardi  Hz  Ali'nin çesitli girisimleri sonucunda büyük bir bölümü isyandan vazgeçerek Ali saflarina katIlmis, geride yalniz dört bin kisi kalmisti  Bunlarin bütün uyarilara ragmen eylemlerini sürdürmeleri, Hz  Ali'nin ordusuyla üzerlerine gelmesine neden oldu  Nehrevân'da, Hz  Ali'nin ordusuyla Hâriciler arasinda yapilan savas, güçler arasindaki dengesizlik nedeniyle Hâricîler için tam bir felâketle sonuçlandi  Bazi rivâyetler bu savastan ancak sekiz-on Hâricînin kurtulabildigini belirtir  Bu büyük hezimetten sonra hayatta kalabilen Hâricîlerin her birinin baska bir yere kaçtiklari ve çok sayida hâricî kollar olusturduklari söylenir  Nehrevân bozgunu Hâriciler üzerinde silinmez bir etki birakmis, onlar için Allah yolunda ölmenin, sehâdetin bir simgesi hâline gelmistir  Bu olaydan sonra hâricileri yönlendiren en önemli duygu, intikam duygusu olmus ve bu, bir türlü tatmin edilememistir  Hz  Ali bir Hâricî tarafindan sehîd edIlmis; Hâricîler, Emevîler ve Abbasîler döneminde de sayisiz isyan hareketiyle varliklarini sürdürmüslerdir (Taberî, Tarih, VI, 29 vd)  Hâricîlerin büyük çogunlugunu bedevî çöl Araplari olusturuyordu  Yasama sartlari ve biçimleri, çogu yoksul olan bu Insanlari sertlige, siddete ve kabaliga sürüklemisti  Taskin bir ruha, atilgan bir mizaca sahiptiler  Islâm'a samimiyetle inanmislardi ancak ufuklari dar, düsünceleri yüzeyseldi  Onlar için hareket her zaman bilgiden önce geliyordu  Bu nedenle inançlarindaki samimiyet onlari bagnazliga, katiliga, hosgörüsüzlüge götürmüstü  Kendilerini bilgi degil, bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanlari yönlendiriyor, muhâlif olma düsüncesi gerçege ulasmalarini engelliyordu  Kur'ân'i çok okuyor, zâhir anlamina sariliyor, kendi anladiklarinin disinda baska bir anlam tanimiyorlardi  Kendilerinin haklilik ve dogrulugundan öylesine emindiler ki, her an ölmeye, kendilerini fedâ etmeye hazirdilar  Hiçbir önemli neden olmadan tehlikelere atIlmaktan sakinmiyorlardi  Kendileri gibi düsünmeyen bütün Insanlari kâfir sayiyor, öldürülmeleri gerektigine inaniyor ve bu yolda son derece acimasiz davraniyorlardi  Baslangiçta tek bir slogan (lâ hukme illâ lillâh) etrafinda toplanan Hâricîler, Nehrevân olayindan sonra çesitli kisileri önder taniyarak kollara ayrildilar ve kendilerine özgü kimi inanç ve düsünce Ilkeleri belirlediler  Bu kollar arasinda, ayni kökten geldiklerinden süpheye düsürecek kadar derin görüs ayriliklari görülür  Muhâlif tavirlari ve savasçiliklari bir yana, düsünce ve inanç açisindan paylastiklari görüsler son derece azdir  Mezhepler tarihçilerinden Ka'bî ve Sehristânî'ye göre bütün Hâricîler yalnizca su üç noktada görüs birligi içindedirler  1  Hz  Ali ve Hz  Osman'i, hakemler Amr b  el-Âs ve Ebû Musa el-Es'arî'yi, Cemel savasina katilan Hz  Âise, Talha ve Zûbeyir'i hakemlerin hükmüne razi olan herkesi kâfir kabul etmek  2  Büyük günâh isleyen kimseyi cehennemde ebedî olarak kalacak kâfirlerden saymak  3  Zâlim devlet baskanina karsi isyani farz kabul etmek  Bunlara göre ayrica devtet baskaninin Kureys'ten olmasi gerekli degildir  Hür seçimle isbasina gelmesi sartiyla herkes Imam olabilir  Hattâ zulme saptiginda görevden alinmasi daha kolay olacagi için Imam'in Kureys'ten olmamasi daha iyidir  Seçimle basa geçirilen kisi dogru yoldan saparsa görevden alinmasi, hattâ öldürülmesi farz olur  Es'arî ve Bagdâdî'ye göre hâricîler yukarida siralanan maddelerden yalnizca birinci ile üçüricüde sözbirligi içindedirler  0sferâyînî ve Razi'ye göre ise, yalniz birinci ve  Ikinci maddede ittifak edebIlmektedirler  Bu bilginlere göre Hâricîler yalniz büyük günâh isleyenleri degil, küçük günâh isleyenleri, hattâ bir hata yapanlari bile kâfir saymaktadirlar  Muhakkime-i Ulâ da denilen Ilk Hâricîlerden sonra Hâricîlik çok sayida kola ayrildi  Bunlar içinde en önemlileri, kendilerinden de birçok kollara aynlan Ezânka, Necâdât, Sufriyye, Acâride, Ibâdiyye ve Sebibiye'dir  Ezârika, Ebû Râsid Nâfi b  el-Ezrâk'i Imam taniyan Hâricîlerin olusturdugu koldur  el-Ezrâk, taraftarlariyla birlikte 64/683 yilinda Basra'da isyan etti, Ehvâz'da Basra valisinin kuvvetleriyle savasirken öldürüldü (ö  65/684)  Ezârika'nin görûsleri söyle özetlenebilir: Hz  Ali, Hz  Osman, Hz  Âise, Hz  Talha, Hz  Zübeyir, Hz  Abdullah b  Abbâs ve bunlarla birlikte hareket edenlerin tümü kâfirdir ve cehenemde ebedî kalacaklardir  Savaslarda kendilerine katIlmayarak bir kenarda oturmayi seçenler de kâfirdir  Hem bunlar, hem de kadin ve çocuklarinin öldürülmesi mübahtir  Zinâ suçunun cezasi kirbaçtir, recm uygulamak yanlistir  Müsriklerin çocuklari da babalari ile birlikte cehennemde ebedî olarak kalacaklardir  Takiyye hiçbir sekilde câiz degildir  Büyük günâh isleyen kimse Islâm'dan çikmistir  Imam'in emrine itâat, emri Ister hakli, Ister haksiz olsun, farzdir  Imamin emrine karsi gelen kâfir olur ve öldürülmesi gerekir  Necedât, Necde b  Âmir el-Hanefiyye'yi Imam taniyan Hâricîlik koludur  Necde, Yemâme'de isyan etti  Yemen, Hadramût ve Taif'i istilâ etti  Kendisi ve taraftarlari Haccac tarafindan öldürüldü (ö  69/688)  Necedât'a göre din Iki bölümdür  Birincisi, Allah'i, Peygamber'i, müslümanlarin (yani kendilerinin) kanlarinin haram oldugunu ve Allah katindan gelen seylerin tümünü bIlmektir  Bunlari bIlmek farzdir, bIlmemek özür sayIlmaz  Ikincisi ise bu sayilanlarin disinda kalan hususlardir  Insanlar, haram ve helâl olan hususlarda kendilerine delil gösterilene kadar bilgisizliklerinden dolayi mazurdurlar  Kendileriyle anlasma yapilan kisilerin kan ve mallari helâldir  Küçük, zararsiz bir yalan söyleyip bu yalaninda israr eden kisi müsriktir  Buna karsilik zinâ eden, içki içen, hirsizlik yapan fakat bu hareketinde israr etmeyen kimse müsrik degildir  Can korkusu varsa takiyye câizdir  Insanlarin basinda bir Imam'in bulunmasi sart degildir  Sufriyye Ziyâd b  el-Asfar'a uyanlarin olusturduklari koldur  Buna Ziya'diyye de denir  Sufriyye'ye göre kendileriyle birlikte isyan ettikleri halde savasa katIlmayanlar, inançlari kendilerininkine uyuyorsa, tekfir edIlmez  Zinâ eden recmedilir  Müsriklerin çocuklari cehennemlik degildir  Takiyye, amelde degil, ancak sözde câizdir  Zinâ, içki ve Iftira gibi dünyada cezayi gerektiren fiilleri isleyenlere kâfir ya da müsrik denilemez  Fakat bu dünyada cezasi olmayan namazi terk gibi büyük günâhlari isleyenler kâfirdir  Birisi seytana uymak, digeri putlara tapinmak olmak üzere Iki çesit sirk vardir  Küfür de, birisi nimeti inkâr, digeri Allah'i inkâr olmak üzere Iki çesittir  Berâet de Ikiye ayrilir; birisi, sünnet olan, haddi gerektiren fiilleri isleyenlerden uzaklasmak; digeri de farz olan ve Allah'i inkâr edenlerden uzaklasmak  Acâride, Abdulkerim b  Acred'e uyanlarin olusturdugu Hâricîlik koludur  Kurucusu hakkinda hemen hiçbir sey bilinmeyen bu kolun baslica görüsleri sunlardir: Yûsuf sûresi Kur'ân'dan degil, yalnizca bir kissadir  Böyle bir ask kissasinin Kur'ân'da yer almasi câiz degildir  Büyük günâh isleyenler dinden çikmislardir  Savasa katIlmayanlar, ayni inanci paylasiyorlarsa düsman sayIlmazlar  Acâride kolu, kendi içinde Hazimiyye, Su'aybiyye, Halfiyye, Ma'lûmiyye, Mechuliyye, Saltiyye, Hamziyye ve Sa'lebiyye olmak üzere sekiz kola ayrildi  Sa'lebiyye'den de Ma'bediyye, Ahnesiyye, Seybaniyye, Rûseydiyye, Mukremiyye adlariyla anilan kollar sürdü  Ibâdiye, Abdullah b  Ibâd tarafindan kurulan Haricilik koludur  Günümüze kadar varligini sürdüren tek Hâricîlik kolu budur  Haliç ülkelerinden Umman sultanligi ve Zengibar'da resmî mezheb durumundadir  Bu kola göre kendi görüslerini paylasmayanlar kâfirdir  Ama bunlarla evlilik iliskisi kurulabilir, miraslari helâldir  Bu kimselerle savasildigi zaman ele geçirilen ganimetler helâl, kalanlari haramdir  Muhâliflerin sâhitligi câizdir  Büyük günâh isleyenler mü'min degildirler  Müsriklerin çocuklarini ne olacagim yalniz Allah bilir  0ntikam amaciyla iskence câizdir  Nifak çikaran kimse müsrik degildir  Ibâdiyye'nin Hafsiyye, Harisiyye ve Beyhesiyye adlariyla anilan üç kolu vardir (bk  E  Ruhi Figlali, Ibadiyenin Dogusu ve Görüsleri, s  53)  Sebibiyye, Sebib b  Yezid es-Seybâni'ye uyanlarin olusturdugu koldur  Abdulmelik b  Mervan zamaninda huruç eden Sebib, Haccac ve Abdulmelik tarafindan üzerine gönderilen yirmi ayri askerî birligi bozguna ugratti  Sonunda Kûfe'yi basti  Mescide giderek orada bulunanlari öldürdü  Ancak sabahleyin toplanan Haccac'in askerlerince kaçmak zorunda birakildi  Sebib, Duceyl (Küçük Dicle) irmagi üzerindeki asma köprüden geçerken, Haccac'in askerlerinin köprüden iplerini kesmesi üzerine irmaga düserek boguldu  Sebib, kisisel Isteklerinin yerine getirIlmemesi üzerine isyan ettigi için düsünce ve inançlari konusunda bilgi yoktur  Fakat kendisinin ve taraftarlarinin Hâricîligin genel inançlarini benimsedigi bilinmektedir  Hâricîler "Allah'in vahyettigi ile hükmetleyenler kâfirdirler" (el-Mâide, 5/47) âyetini "Lâ hukme illâ lillâh" (Allah'tan baska kimse hükmedici degildir) seklinde formüle ediyorlardi  Akîdelerini de mâsum mü'minleri kiliçlariyla katlederek tatbike geçtiler ve öldürülünceye kadar öldürmeye doymadilar (el-Malatî et-Tenbîh, Nesr  Izzet el-Attar el-Hüseynî, s  51)  Hâricîler Allah'in sifatlarinda tesbihe karsidirlar  Kur'ân'in mahluk oldugunu, çünkü yalnizca Allah'in Kadîm oldugunu ifade ederler  0mâmet hakkinda  Imamlarin Kureys'ten olmasina karsidirlar  Son derece sert ve acimasiz bir adâlet görüsüne sahiptirler  Emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'lmünker Ilkesini siddet yoluyla müslümanlara tatbik etmislerdir  Hâricîler bu görüsleriyle Mu'tezile'ye tesir etmislerdir  Bazi görüslerinde Kur'ân ve Sünnet'e dayandiklarindan ehl-i sünnet'e uygun görüsleri de vardir  Ancak ehl-i sünnet'le temel de ters düstükleri meseleler de vardir  Allah'in hem dünyada hem âhirette görülemeyecegi, haktan ayrilan Imami azletmek için isyan etme, ehl-i kibleyi tekfir, Islâm'in imandan oldugu, Kur'ân'in yaratIlmis olmasi, Hz  Peygamber'in günahkârlara sefâatini red, büyük günâh isleyenin ebedî cehennemde kalacagi gibi görüsleriyle ehl-i sünnet'e karsi çikmislardir  Ahmed ÖZALP | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #11 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiCA'FERIYYEHz  Ali'nin torunlarindan Câ'fer-i Sâdik (ö  148/765)'in etrafinda toplanan ve onun ictihadlarina göre amel eden müslümanlarin bagli olduklari siyasi ve fikhî mezhep  Imâm Câ'fer, bütün Sünnîlerce, özellikle tasavvuf ehlince büyük bir velî olarak kabul edilir  O, kendisini ilme ve tefekküre vermis, Ebû Hanîfe ve Imâm Mâlik gibi büyük müctehidler bile ondan faydalanmistir  Hadîs âlimleri kendisinden hadîs rivayet etme konusunda tereddüt etmislerse de, Imam Sâfiî ve Yahya b  Maîn gibi âlimler onu güvenilir bir muhaddis olarak kabul etmislerdir  Mezheplerinde "imâm" ve "on iki imam" konusuna agirlik verdikleri için bu mezhebe "Imamiyye" veya "Isnâ Aseriyye" adi da verilmistir  Câ'fer-i Sâdik Kur'an'i delîl olarak alir, ancak sünnet olarak Ehl-i Beyt tarafindan rivayet edilen hadîsleri kabul ederdi  Kitap ve Sünnet'te delîl bulamazsa, maslahat veya akla göre hüküm veriyordu  Medine'de Ebû Hanîfe ile ilk karsilastiklari zaman ona söyle dedi:"Nûman! Babam bana, dedemden söyle rivayet etti: -Din husûsunda re'yi ile kiyasa ilk basvuran Iblîs'tir  Allah ona, Âdem'e secde et dedi  O da, Ben Âdem'den hayirliyim, çünkü beni atesten, onu topraktan yarattin' dedi  Kim dinde re'yi ile kiyas yaparsa Allah onu Kiyâmet günü Iblîs'e arkadas yapar  Çünkü o, kiyas yapmak suretiyle seytana uymustur  " Ebû Hanîfe su cevabi verdi: "Ne münasebet! seytân Allah'in emrine isyan için kiyas yapti  Ben ise, Allah'in emirlerine itaat yollarini bulmak için kiyas yapiyorum  " (M  Ebû Zehra, Islâm'da Fikhî Mezhepler Târîhi, (çev  A  Sener) Ankara, 1968, s  235; Ahmed Emin, Düha'l-Islâm, Kahire 1936, III, 261)  Temelde Ehl-i Sünnet'e yakin olan Câ'fer-i Sâdik'a ölümünden sonra birtakim iftiracilar birçok seyi isnat etmisler ve bunlari halk arasinda yaymislardir  Imâm Câ'fer, daha hayatta iken mezhep içinde bazi sapik görüsler ortaya atilmis ve bunlari bizzat kendisi reddetmistir  Bu sapiklarin basinda Ebû'l Hattâb Muhammed b  Ebî Zeyneb gelir  Ebû'l Hattâb, küfre düsmüs, peygamberlik davasinda bulunmus ve Câ'fer-i Sâdik'in tanri oldugunu öne sürmüstür  Haramlari helâl saymis ve imami taniyan herkesin haramlardan muaf sayilacagini söylemistir  Üstelik bu görüsleri Câ'fer-i Sâdik adina çikarmistir  Bunu haber alan Câ'fer, Ebû'l Hattab'a lânet etmis, onunla hiçbir ilgisinin bulunmadigini, bütün talebe ve arkadaslarina bildirmis, Islâm ülkelerine mektuplar yazarak bu durumu her tarafa duyurmustur  (Ibnu'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, VIII, 9)  Zeydiye'den sonra Ehl-i Sünnet'e en yakin bir Siî mezhebi olan Câ'ferîligin bazi görüslerini söylece özetlemek mümkündür: Imâmiye'ye göre imâmet (devlet baskanligi); nübüvvet gibi ilâhî bir makamdir  Peygamber gibi imâmi da Allah seçer  Insanlarin imam tayin etme yetkisi yoktur  Hz  Muhammed (s  a  s) vefat etmeden önce, kendi yerine kimin imam (halife, müslümanlarin lideri) olacagini nass'la tayin etmistir  Bu imam da kendinden sonra gelecek olani ayni sekilde belirlemistir  Imâmin zahir, meshur ve meydanda olmasi caiz oldugu gibi; gaib, mestur ve gizli olmasi da mümkündür  Son imam Muhammed Mehdî onikinci imam olup, hâlen hayattadir, fakat gaibtir  Imâmin bulunmadigi bir zaman yoktur  Simdi gaib olan Mehdî'ye naibler (âyetullahlar) vekâlet etmektedir  Oniki imâm sunlardir: 1) Ali el-Murtaza, 2) Hasan el-Müctebâ (ö  50/670), 3) Hüseyin es-Sehid (ö  61/681), 4) Ali Zeynelâbidin (ö  94/713), 5) Muhammed Bâkir (ö  113/731), 6) Câ'fer es-Sâdik (ö  148/765), 7) Musa Kâzim (ö  183/799), 8) Ali Riza (ö  192/808), 9) Muhammed Cevad (ö  220/835), 10) Ali Hâdi (ö  254/868), 11) Hasan Askerî (ö  260/874), 12) Muhammed Mehdî (gizlendigi tarih 260/874)  Câferîlere göre imâmlik mertebesi, insan olmanin üstünde; fakat peygamberligin altinda bir makamdir  Imamlar peygamber gibi masum olup, yanilmazlar, günah islemezler  Câ'ferîler imamin masumiyetini söyle açiklarlar: "Ondan, büyük küçük, kasden veya yanlislikla unutarak, yahut ictihadinda hata ederek, yahut da Allah'in hataya sevketmesi sebebiyle olsun, hiçbir günah sadir olmaz  Bu imamin sözü dinlenir, korkusu kalpten çikmaz bir kisi olmasi için böyledir  Onlardaki ismet sifati, Allah onlarin akillarini kemâle erdirdigi andan itibaren ruhlarini kabzedene kadar onlardan ayrilmaz bir vasiftir  Câ'ferî'ye göre meleklere, kitaplara ve kadere iman Allah'a ve peygambere imanin içindedir  Onlara göre Hz  Muhammed (s  a  s)'den sonra halîfe olma hakki Hz  Ali'nin idi  Bu konuda ayet ve hadîsler mevcuttur  Fakat Ashab-i Kirâm'in ileri gelenleri, kendi ictihadlarina dayanarak bu nass'lari tevil ettiler ve Hz  Ebu Bekir'i halife seçtiler  Hz  Ali ve ona tabi olan bir grup, bu seçimi kabul etmedi  Ancak fitne çikmamasi için Ebû Bekir'e bey'at ettiler  Ilk üç halifede gördügü ehliyet ve liyâkat sebebiyle Hz  Ali, hilâfet hakkindan feragat etmisti  Ancak Muaviye'nin degil halife, vali olarak kalmasinin bile zararli oldugu kanaatine vardigi için Emevîlere karsi savas ilân etmistir  Câ'ferîler, ilk üç halifenin imâmligini kabul etmemekle beraber onlara karsi saygili olduklari halde, Muaviye ve oglu Yezid'e lânet okurlar  (Muhammed Hüseyin, Kâsifu'l-Gita, Aslu's-Sia ve Usulühâ, Kahire 1958  126 vd  ; Musevî, el-Muracaa, Beyrut 1393, 168)  Câ'feriye mezhebi mensuplari, onikinci imam Muhammed'in evinde "sirdap" diye adlandirilan bir siginaga girip gizlendigine ve bir daha dönmedigine inanirlar  Ancak gizlenen onikinci imamin yasi konusunda ihtilaf edilmis ve bazilari gizlendiginde yasinin dört oldugunu söylerken, bazilari da sekiz yasinda oldugunu ileri sürmüstür  Yine, gizlenen imamin verecegi hüküm konusunda ihtilaf olmustur  Bazilari, kayboldugu yastayken, halifenin bilmesi gereken seyleri bildigini ve ona itaat etmenin vacip oldugunu öne sürerken; diger bir kismi da hüküm vermenin gizlenen imamin mezhebine bagli âlimlere ait oldugunu iddia etmislerdir  Isna aseriyye, diger adiyla Câ'ferîye mezhebine göre din, Ehl-i Sünnet'te oldugu gibi iki ana bölümde ele alinir  1) Usû-i Din, 2) Furû-i Din  Usûlü Din (dinin asillari) bes esas üzerine kurulmustur: Tevhîd, Nübüvvet, Imâmet, Mead (Ahiret), Adalet  Tevhîd: Allah birdir (vâhid), tektir (ahad)  Onun zati her türlü noksan sifatlardan münezzehtir  Esi,benzeri ve mahlûkatina benzer bir tarafi yoktur  Nübüvvet: Peygamberlik, Allah'in seçtigi kullarini Cebrâil vasitasiyla ve vahy yoluyla ilâhî bir vazife ile mükellef kilmasidir  Peygamberler Allah'in emirlerini halka teblig eder ve onlari dogru yola iletirler  Onlar insanlarin en üstünü ve kullarin en hayirlisidirlar  Emindirler, masumdurlar ve teblig vazifelerinde bir noksanlik ve hata bulunmaz  Peygamberler ilâhî bir lütuf ve hazinedir  Hz  Muhammed (s  a  s) bütün peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur  Onun en büyük mûcizesi Kur'an'dir  Imâmet: Imân, dinin asillarindan olan imamete inanmakla tamamlanabilir  Imamiye, nübüvvetin nasil Allah'tan bir lütûf olduguna inanirsa, her asirda peygamberlerin vazifeleriyle vazifelenmis, insanlarin hidayet ve irsadlarini üstlenmis bir imamin varligina da inanir  Meâd (Ahiret): Bu, ölümden sonra ahiret hayatinin hak oldugu esasidir  Kiyamete dair Kur'an ve hadîslerde geçen mîzan, soru, hesap, sirat, sefaat, Cennet, Cehennem hepsi gerçektir, bunlarin hiçbiri akilla yorumlanamaz  Keyfiyetini de bilemeyiz  Fakat hepsinin gerçek olduguna inaniriz  Mead cismanîdir ve bunlara icmalen iman yeterlidir ve yorumsuz olarak kabul etmek gerekir  Adalet: Isna aseriyye'ye göre dinin besinci asli ve dolayisiyla inanç esaslarindan olan adalet, Allah'in adil; kulun da iradesinde ve fiillerinde hür ve muhtar olusudur  Onun, iyiye iyiligine karsilik mükâfatta, kötüye kötülügüne karsilik mücazatta bulunmasi adaletinin zarurî bir icabidir  Kul, fiillerinde hür ve muhtardir  Isna aseriyye, ser'i hükümlerin kaynagi olarak dört esasi kabul eder  Bunlar, kitap, sünnet, icma ve akildir  Ayrica füru-u din ikiye ayrilir: 1) Ibâdât, 2) Muamelât  Ibâdât: Namaz, oruç, hacc, zekât, humus, cihat, emri bi'l ma'ruf nehyi ani'l-münker, Tevellâ ve Teberrâ'dan olusan bir bütündür  Muamelât: Ticaret hayati, sahis hukuku, cezalar, evlenme, miras ve benzeri hususlardir  Görüldügü gibi Isna aseriyye, usûl-i din dedigimiz inanç esaslari ve fer'i hükümlerde, yani fikhî konularda Ehl-i Sünnet'ten çok farkli düsüncelere sahip bulunmamaktadir  Ancak Tevhîd, Nübüvvet ve Ahiret gibi üç büyük esasta Ehl-i Sünnet ile birlesmis olmalarina ragmen; Imametin dinin esaslari arasinda zikredilmesi dolayisiyla Hz  Peygamberden sonra belIi kisilerin peygamber gibi "ismet" sifatina ve baskalarinda bulunmayan "özel bir bilgi"ye sahip bulunduklari hususlarinin kabul edilmesiyle Ehl-i Sünnet'ten ayrilmaktadir  Ayrica takiyye ve bedâ, Câ'ferîlik'te önemli iki inanç konusudur  Onlar, cebir ve zor karsisinda bir Siî'nin inancini gizlemesine "takiyye"* adini verirler  Muaviye'nin baskisi altinda inançlarini gizleyen Siî'ler Mekke döneminde sahabenin de müsriklerin baskisindan kurtulmak için bu prensibe basvurduklarini söylerler  Onlara göre, takiyye bazen farz, bazen caiz, bazen da haram olur  Bedâ ise, Cenâb-i Hakk'in Levh-i Mahfuz'a* yazdigi bir seyi vahiyle peygamberine bildirdikten sonra degistirmesidir  Bu durum, velî ve imamlar için de söz konusudur  Islâm serîatinin önceki serîatlari neshetmesi veya Islâm serîatinda bazi ayetlerin diger ayetleri neshetmesi de bedâ kavramina yakindir  (Muhammed Hüseyin, a  g  e  , 131)  Câ'ferîlik bugünkü Iran'da çogunlugun ve Iran Islâm devletinin resmî mezhebidir  Iran'dan baska, Türkiye'de Kars ve çevresinde çok az olmak üzere Irak, Suriye, Lübnan, Afganistan ve Hindistan'da Câferîler vardir  Imâm Câ'fer'den sonra yüzyillar boyunca yapilan ictihadlarla bir hayli genisleyen Câferîye fikhi, yukarida zikredilen yerlerde ve bir kisim Ortadogu ülkelerindeki küçük cemaatler halinde bulunan Siîler arasinda tatbik edilmektedir  Hamdi DÖNDÜREN | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #12 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiISMAILIYYE Sianin müfrit ve bâtinî bir kolu  Imamiyyenin Hz  Ali neslinden altina imami Cafer a-Sadik (148/765)'in         ölümünden sonra büyük oglu Ismail'in adina ortaya çikan bir firka  Ismailliye siasi         yedinci imam olarak Cafer es-Sâdik'in büyük oglu Ismail'in oldugu görüsündedirler  Imâmîyye'ye göre kesin olarak açikliga kavusturulamamis bazi sebepler nedeniyle         Ismail'de bulunan görev küçük kardesi Musa'ya intikal etmistir  Bu haksizligin Ismail         taraftarlarinca ve özellikle Ismail'in arkadasi Ebu'l-Hattab (138/755) tarafindan         "Ismailiyye" adi altinda bir firka tesekkül ettirilmistir  Zamanla kuvvet         kazanan Ismailiyye firkasi prensip ve görüsleriyle, ihtilâlci teskilat temellerini yine         Ebu'l-Hattab'in olusturdugu görülür  Bu firka taraftarlari Ismail'in ölümüyle oglu         Muhammed ve Ebu'l-Hattab'dan sonra Meymun el-Kaddâh ve yerine oglu Abdullah (261/784)'in         geçmesiyle kisa sürede yayilma imkâni buldu  Bunlar ayni zamanda Islâm öncesi eski         Ortadogu, Iran ve Hind dinleri ile yeni Eflâtuncu felsefeden derledikleri inanislari ile         Bâtinî inanisi denilen bir akîdenin mimarlari olmuslardir  Irak'ta ortaya çikisindan sonra iki buçuk asir gibi uzun bir süre gizli olarak yürütülen firka faaliyetleri, bu zaman zarfinda dâî (tebligci) ler araciligiyla Kûfe, Basra, Iran, Yemen, Bahreyn, Kuzey Afrika gibi yerlerde kurulari teskilat merkezleri araciligiyla yayilma imkani buldu  Hatta belli bir müddet         Bahreyn'de iktidari ele geçiren dâiler, Karmatiler* adiyla fazla yasamayan bir devlet         kurmayi basarmislardir  Bir ara Suriye ve Mezopotamya civarlarinda çikardiklari         isyanlardan istedikleri sonucu alamadilar (289-294/901-906)  Dâîler tarafindan bu tür         faaliyetler arasinda nüfuz kazanmak amaciyla ortaya attiklari "dünyanin kurtulusu         ve sulhu için Mehdinin gelecegi" görüsü özellikle iktisaden zayif ve baski         altinda bulunan, Abbâsî yönetiminden hosnut olmayanlarca benimsenmistir  Bu zaman         zarfinda Ismâilîlik mevcut iktidara karsi sosyal ve dini bir güç olarak ortaya çikti  Özellikle Yemen'den Kuzey Afrika'ya gönderilen tebligciler (dâi) kendi görüs ve         düsüncelerini orada öylesine basariyla anlattilar ki, "gizli imam" saklandigi         yerden çikarak halkin beklentisini geciktirmedi  Kendine "Mehdi" ünvani         vererek halife ilan eden "Mehdi" sayesinde Ismailîler 297/909 yilinda Kuzey         Afrika'da Fatumî devletini kurdular  Mehdinin halîfeligi hilâfetinin de baslangici         olmustur  Devletin Kuzey Afrika'daki kurulus döneminden sonra doguya dogru genisleme         siyaseti güderek 363/973 yilinda Kahire'ye sahip olan dördüncü Fâtimî halifesi         el-Muiz yeryüzünün tek halifesi oldugunu iddia etme yoluna gitmistir  Fâtimî hilâfeti en parlak döneminde Misir, Suriye, Hicaz, Yemen, Kuzey Afrika ve Sicilya gibi topraklari elinde tutuyordu  Ismailiyye         firkasi fikrî merkez olarak meshur el-Ezher Medresesi ve Camiini kullaniyor ve burada         yetisen dâîler Islâm dünyasinin dört bir yanina tebligci olarak gönderiliyordu  Söz         konusu medresede ögrenim görmüs Fatimî müelliflerinden bazilari sunlardir: Kadi Numan         (363/974); Hamidü'd-Din el-Kirmânî 408/1017-1018); el-Sirazî (470/1077) vs   Misir Fâtimîlerinin hizla yayilmasi Selâhaddin Eyyübî'nin 567/1171 tarihinde yaptigi Misir seferinde onlari yenmesiyle yavaslamistir  Özellikle Ismailiyye firkasinin el-Mustansir'in (424-487/1036-1094) uzun halîfeligi         döneminden sonra Nizarî ve Musta'lî diye iki kola ayrilmasiyla daha da güç kaybettigi         görülür  Ismaililer arasindaki bu çekismeler ordu kumandanlarini Misir Fâtimî devletinde Ismailiyye aleyhtarligina götürmüs ve kisa zamanda halîfelik askerî sinifin elinde bir oyuncak halini almistir  el-Mu'iz zamaninda         ise tamamen askerî bir hüviyete bürünmüs ve dini hüviyetini kaybetmis yerel bir         Misir hanedanligi biçimine dönüsmüstür  Bu tür bir degisiklik firka taraftarlari         arasinda hosnutsuzluga yol açmis ve bunun sonucunda yönetime karsi isyanlar görülmeye         baslamistir  Bu isyanlarin en büyügü Ömer Hayyam'in Nisabur'dan ögrencilik arkadasi         olan aslen Iranli Hasan Sabbah tarafindan gerçeklestirilmistir  el-Mustansir'in ölümüyle Nizâr'a bey'at eden Hasan Sabbah ihtilalci fikirleriyle islâm dünyasinda Bâtiniye akîdesinin yayicisi olmustur  Diger taraftan Nizar'a bey'at etmeyenler ise Yemen'de azinlik olarak kalmislar         ve Nizarîlerin aksine Müsta'liligi sessiz bir sekilde yasamaya çalismislardir  Bugün         dahi Hindistan'da Bohora (Bohra) adiyla taninmaktadirlar  Musta'lilerde kendi aralarinda         Dâvûdî ve Süleymânî olarak bölünmüslerdir  Davûdîlerin merkezi Hindistan,         Süleymanîlerin ise Yemen'dir  Bohra (Musta'li) lar Bombay, Baroda ve Haydarabat'da teskilatlanmis 1931'de nüfus olarak ikiyüz onüçbin civarinda oldugu tesbit edilmistir  Hindistan'da yasayan Barodalar kendi içlerinde yasamayi tercih ederek         Hindlilerle iliskileri çok sinirlidir  Bu durumda onlarin güçlerini yitirmelerini         engellemekte ve daima bölünmemis bir güç olma özelligini korumalarini saglamaktadir  Diger yandan Yemen'de bulunan Süleymanî Musta'lilerin ise 1930 yilinda 25-30 bin civarinda bir nüfusa sahip olduklari görülmektedir  Hasan Sabbah Nizarî Ismâîlîlerin basina geçerek 483/1090 yilinda Selçuklu hükümdari Meliksah'a karsi ayaklanmis, Kazvin'de Alamut kalesini ele geçirerek Bâtinî Ismailiye devletini kurmustur  Kaynaklara göre         Hasan Sabbah Selçuklular arasinda Siilik propagandasi yapmaya baslamis ve halki kendi         etrafinda toplamaya çalismistir  Kendine bagli bulunan adamlarini uyusturucu vererek         fedâiler yetistirme yoluna gitmis ve bunlara Hashasîler de denmistir  Meliksah'in ciddi         bir tehlike olarak gördügü bu durum karsisinda Alamut kalesini kusatan Kizilsari! adli         komutan Hasan Sabbah'i ele geçiremeden Meliksah'in ölümünden sonra geri dönmüstü  Bu durum Ismailiyye devletinin 654/1256 yilinda Mogollar tarafindan ortadan kaldirilincaya         kadar bir devlet olarak varligini sürdürmesini saglamistir  Ismâîliyye devletini kurarak merkezî bir güce sahip olan bu firka taraftarlari XII  yüzyilda faaliyetlerini Suriye üzerinde         yogunlastirarak 1070-1079 yillarinda ele geçirdikleri bu topraklar üzerinde açtiklari         medreselerle Ismaililigin yayicisi olmaya devam etmislerdir  Hasan Sabbah'in etrafa         saldigi korku Komutani Hülâgü'nun Alamut kalesini zaptiyla (1256) ve son Alamut hakimi         Rukneddin Hürsah'in teslimiyle nispeten hafiflemis ancak firka olarak Iran, Suriye ve         Orta Asya'da varliklarini koruyabilmislerdir  XIV  asirda Nizari imamlar arasinda         görülen bölünme Suriye ve Iran Ismailileri ile aralarindaki iliskiyi koparmistir  1233/1840'da l  Agahan Hasan Ali Sah'la Hindistan'da yeni bir devreye giren Nizari         Ismaililigi lll  Agahan olan Sultan Muhammed Sah Ali zamaninda (1202-1374/1885-1957)         büyük gelisme gösterdi  Bugün IV  Agahan olan Kerim Sah Ali'nin idaresinde         (1374/1957 imamete gelisi) Nizarî Ismâîlîleri yalniz Hindistan'da degil, Avrupa, Asya,         Afrika'da 22 ülkede 20 milyon civarindadirlar  Bunlar Suriye, Iran ve Afganistan'da         çiftçilik; Hindistan, Pakistan ve Dogu Afrika'da ticaret ve sanayii ile ugrasmaktadirlar         (bk  Bernard Lewis, Ismaililer, IA, Ethem Ruhi Figlali, Çagimizda Itikadî Islâm         Mezhepleri, Ankara 1986, s  130 vd  ; Fazlu'r Rahman, Islâm, çev  Mehmet Dag-Mehmet         Aydin, Ankara 1981, s  220 vd  ; Irfan Abdülhamid, Islâm'da itikadî Mezhepler ve Akaid         Esaslari, çev  M  Saim Yeprem, Istanbul 1981, s  46 vd  ; Suphi es-Sâlih, Islâm         Mezhepleri ve Müesseseleri, çev  Ibrahim Sarmis, Istanbul 1981, s  80 vd  )  Fikhin ibadet ve muamelelere ait hükümlerinde Isnâ aseriyye'den pek farklilik göstermeyen Ismaililer, Hacca giderken, Kerbelâyi ziyaret ederler  Ismaililer, bâtini inançlara sahiptirler  Fakat, Batiniligi         Ismailiyyenin bir kolu olarak kabul etmek yanlistir  Ismaililerden Karmat yani, Hamdan b  Karmat b  Es'as'a tâbi olanlara Karâmita (Karmatîler) adi verilir  Bunlar hakikati         yalniz imamin bildigini ve ancak onun bildirmesi (ta'lim) ile gerçege ulasilabilecegini         söyledikleri için Ta'limiye adiyla da anilmislardir  Ayni sekilde, te'vili kabul         ettikleri için Müevvile de denmistir  Ismailiyye mezhebinin bes esas kaidesi vardir: a- Imamlik: Sadece Ismail ve onun çocuklarina geçer, baska birisi bu makama sahip olamaz  b- Imam, yeryüzünde Allah'in halîfesidir  Bu         halife Allah'in nurunu özünde toplamistir  Bu sebeble Allah'in imamda zuhûr ettigine         inanmak din ve imana ait bir deger tasir  c- Imamlik makaminda bulunan kisinin her sözü ilâhî bir emir niteligine sahiptir  d- Imamlarin yaptigi her sey haktir  Onlar         yanilmazlar, suç islemezler, bu bakimdan, masumdurlar  e- Din ve iman bu mezhebe inanmakla mümkün olur  Dine baglanmak imam'a tâbi olmayi kesinlikle gerekli kilar  Ismailiyye mezhebine göre imamlik gizlidir  Onun         için gerçek imamin kim oldugunu bilmek kolay degildir  Gizli kalan imamlik, Hz  Muhammed'in peygamber olusundan sonra ortaya çikti  Insanlik tarihi boyunca gizli kalan,         insanlara görünmeyen Hz  Muhammed'in peygamberligiyle ortaya çikan gerçek imam Hz  Ali'dir  Imamlik Hz  Ali'den sonra onun nesline geçti  Cafer-i Sadik'in büyük oglu         saklandi, gözlere görünmez oldu  Imamlar ondan sonra yeniden ortaya çikti ve         göründü (Ismail Hakki Izmirli, Yeni Ilmi Kelam, Istanbul 1339, I, 161)  Ismailîlerde "yedi imam" inanci degismez bir akidedir  Bu da onlara göre yedi sayisinin mübarek olusundan kaynaklanir  Yedi         gezegen, yedi kat sema, birer mübarek olus belirtisidir  Bütün sirlari yedinci imam         bilir ve bu sirlara bâtini mana adi verilir  Ismailiyye mezhebinin sonraki dönemlerde en çok dikkat çeken temsilcisi, efsanevî bir sahsiyete sahip olan Hasan Sabbah'tir  Naci YENGIN | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #13 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiMU'TEZILE MEZHEBI Islâm'da ilk zuhur eden ve akideleri aklin isiginda izah edip temellendirmeye çalisan büyük kelam ekolünün adi  Lügatta,         "uzaklasmak, ayrilmak, birakip bir tarafa çekilmek" gibi anlamlara gelen         "i'tizal" kelimesinin ism-i fail sigasindan meydana gelen çogul bir isimdir  Müfredi, "mu'tezilî"dir  Kelime, hemen hemen ayni anlamlarda Kur'ân-i         Kerim'de de geçmektedir: "Eger bana iman etmezseniz benden ayrilin, çekilin"         (ed-Duhân, 44/21); "Ben sizden ve Allah'tan baska taptiklarinizdan ayrildim"         (Meryem, 19/48; ayrica bk  el-Kehf 18/16, en-Nisâ, 4/90)  Mu'tezile'ye bu ismin hangi sebeple verildigi hususunda çesitli görüsler ileri sürülmüstür: Bu konuda en yaygin kanaat, devrin en büyük alimi sayilan Hasan el-Basrî (öl  110/728) ile Mu'tezile'nin kurucusu Vâsil b  Ata (öl  131/748) arasinda geçen su olaya dayanmaktadir  Hasan el-Basrî'nin, Basra camiinde ders         verdigi bir sirada bir adam gelir ve büyük günah isleyenin bazilari tarafindan kâfir         olarak vasiflandirildigini, günahin imana zarar vermeyecegini iddia eden bazilari         tarafindan ise tekfir edilmeyip mü'min sayildigini söyler ve bu mesele hakkinda         kendisinin hangi görüste oldugunu sorar  Hasan el-Basrî verecegi cevabi zihninde         tasarlarken, ögrencilerinden Vâsil b  Ata ortaya atilir ve büyük günah isleyen         kimsenin ne mü'min ne de kâfir olacagini, bilakis bu ikisi arasinda bir yerde, yani         fasiklik noktasinda bulunacagini söyler  Halbuki, Hasan el-Basrî büyük günah         isleyenin münafik oldugu kanaatindeydi  Iste bu hadiseden sonra Vâsil b  Ata, Hasan         el-Basrî'nin ilim meclisinden ayrilir (bir rivayete göre de hocasi tarafindan dersten         uzaklastirilir) ve arkadasi Amr b  Ubeyd (öl  144/761) ile birlikte caminin baska bir         kösesine çekilerek kendisi yeni bir ilim meclisi olusturup görüslerini anlatmaya         baslar  Bunun üzerine Hasan el-Basrî, "Vâsil bizden ayrildi (Kadi'tezele anna         Vâsil)" der  Böylece Vâsil'in önderligini yaptigi bu gruba mu'tezile adi verilir         (Abdulkerim es-Sehristanî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I/48; Abdulkâhir         el-Bagdadî, el-Fark Beyne'l-Firak, Çev  E  Ruhi Figlali, Istanbul 1979, s  101, 104)  Mu'tezile ismini bu görüs etrafinda temellendirmeye çalisanlara göre, bu isim onlara muarizlari tarafindan verilmistir  Çünkü onlar, "Ehl-i sünnetten ayrilmislar, Ehl-i sünnetin ilk büyüklerini         terketmisler, dinin büyük günah isleyen kisi (mürtekib-i kebîre) hakkindaki         görüsünden ayrilmislardir  Takilan bu isim onlarin bu tutumunu gösteriyordu"         (Irfan Abdülhamit, Islam'da Itikadî Mezhepler ve Akaid Esaslari, Çev  M  Saim Yeprem,         Istanbul 1981, s  94)  Mu'tezile mezhebini siyâsî ve itikadî olmak üzere ikiye ayiran ve ikincisini birincisinin devami sayan bazi ilim adamlarina göre bu isim, çok daha önceleri mevcuttu  Bunlara göre, Hz  Osman'in sehit edilmesinden sonra         meydana gelen Cemel ve Siffin savaslarinda tarafsiz kalip, savaslara katilmayanlar,         Mu'tezile'nin ilk mümessilleridir  Sa'd b  Ebî Vakkas, Abdullah b  Ömer, Muhammed b  Mesleme ve Usame b  Zeyd gibi bazi kimseler meydana gelen savaslarda her hangi bir tarafi         desteklemeyip, olaylardan uzak durmayi (itizali) tercih etmislerdi  Bu nedenle bunlara,         "ayrilanlar bir kenara çekilenler" anlaminda Mu'tezile denmistir  Diger bir görüse göre ise, Vasil b  Ata         mürtekib-i kebîre konusunda icma-i ümmete muhalefet ettigi için, ona ve taraftarlarina         bu ad verilmistir  Mu'tezile'ye bu ismin verilmesinin sebebi, onlarin bu dünyadan el etek         çekip, bir tarafa çekilerek zahidane bir hayat sürmelerinde arayanlar da vardir (I  Abdülhamit, a  g  e  , s  94 vd  ; Kemal Isik, Mu'tezile'nin Dogusu ve Kelâmî Görüsleri,         Ankara 1967, s  52 vd  ) Mu'tezile mezhebi, kaynaklarda daha degisik isimlerle de anilmaktadir  Fiillerde irade ve ihtiyari insana verip, insani fiillerinin         yaraticisi kabul ettikleri iç:n el-Kaderiyye; Ru'yetullah, Allah'in sifatlari ve halk-i         Kur'an gibi meselelerde Cehm b  Safvan'in görüslerine katildiklari için el-Cehmiyye         Allah'in bazi sifatlarini kabul etmedikleri için de Muattila olarak zikredilmislerdir  Fakat onlar bu isimleri kabul etmeyip, kendilerini Ehlul-Adl ve't-Tevhîd olarak         vasiflandirmislardir (Bekir Topaloglu, Kelâm Ilmi, Istanbul 1981, s  170; Kemal Isik,         a  g  e  , s  56 vd  )  Mezhebin Dogusunu Hazirlayan Faktörler ve Tarihî Seyir: Islâm'da itikadî meselelerin gündeme gelip tartisilmasina sebep olan ve neticede itikadi mezheplerin dogusunu hazirlayan çesitli faktörler vardir  Bunlar ayni zamanda, bir itikadî mezhep ve yeni bir düsünme biçimi         olan Mu'tezile mezhebinin dogmasina da zemin hazirlamistir  Bu faktörlerin basinda, müslümanlar arasinda zuhur eden ihtilaf ve çekismeler yer almaktadir  Çok ciddi boyutlara ulasan bu         ihtilaflar neticesinde bir takim yeni meseleler ortaya çikmis ve tartisilmaya         baslanmisti  Bu meseleler için teklif edilen çözümler, itikadi firkalarin dogmasina         neden olmustur  Müslümanlar arasinda hararetle tartisilan meselelerden birisi de         mürtekib-i kebîre'nin durumu idi  Haricîler, mürtekib-i kebîre'nin kâfir oldugunu         iddia ederken, Mürciîler, mü'min oldugunu iddia ediyorlardi  Vâsil b  Ata ve         taraftarlari ise, meseleye "el-menzile beyne'l-menzileteyn* (iki yer arasinda bir         yer)" prensibiyle yeni bir çözüm sekli teklif ediyordu  Yaygin olan rivayete         göre, bu çözüm önerisi ile Mu'tezile mezhebi ortaya çikmis oldu  Bu durumda         Mu'tezile, müslümanlar arasinda zuhur eden yeni meselelere yeni bir bakis açisini ifade         etmektedir  Mu'tezile'nin dogusuna zemin hazirlayan amillerden birisi de, Islâm dininin fetih politikasiyla ilgilidir  Müslümanlar çok kisa bir zaman         zarfinda Arap Yarimadasini asarak bir çok ülkeyi kendi topraklarina kattilar  Degisik         kültür ve dinlere mensup olan bu ülkelerin ilhaki ile, bir takim yeni problemler ortaya         çikti  Bu ülke halklarindan Islam'i kabul edenler yaninda etmeyenler de vardi  Kabul         etmeyenler mensup olduklari dinlerin savunmasini yaparken, kabul edenler de, eski         kültürlerinin etkisinden tamamen kurtulamiyorlardi  Köklü bir geçmise sahip olan         Yahudilik, Hristiyanlik, Seneviye, Zerdüstlük gibi din ve görüsler, zaman içerisinde         müesseselesmis ve belli bir savunma mekanizmasi da gelistirmislerdi  Islâm dini için         henüz böyle bir mekanizma mevcut degildi  Çok geçmeden müslümanlarla tartismaya         dalan yabanci unsurlarla basedebilmek için güçlü bir diyalektik (cedel) yönteme         ihtiyaç vardi  Iste bunu hisseden ve bu dogrultuda yöntem gelistirmeye çalisan ilk         alimler Mu'tezilîler olmustur  Mu'tezile, yabanci kültürlerden de istifade ederek         Islâm düsüncesine Kelâm metodunu getirmistir  Gayri müslimlere karsi Islam'i savunma         ve akideleri aklî bir platformda degerlendirme yolundaki takdire sayan Mu'tezilî gayret         Islam düsüncesine yeni bir renk katmistir  Mu'tezilî düsüncenin temel esprisi; Islâm akaidini aklî tefekkür zeminine oturtmak ve akilla çatistigi anda nassi aklin istekleri dogrultusunda tevil etmektir  Naklî düsüncenin yaninda, zaman içerisinde aklî         düsüncenin de tesekkül etmesi; akli rehber kilan bir zümrenin ortaya çikmasi tabii         bir durumdur  Bu durum, dinlerin normal seyri içerisinde tabii ve zorunlu bir merhalenin         ifadesidir  Islam düsüncesinin bu merhalesinde aktif rol oynayan ve dolayisiyla felsefi         düsünceye ve yeni ilimlere ragbet gösteren ilk kisiler Mu'tezilîler olmustur (Irfan         Abdülhamit, a  g  e  , s  121 vd  ; Bekir Topaloglu, a  g  e  , s  171; Kemal Isik, a  g  e  , s  28; Muhammed Ebu Zehra, Islam'da Siyasi ve Itikadi Mezhepler Tarihi, Çev  E  Ruhi Figlali,         Osman Eskicioglu, Istanbul         1970, s  180 vd  )  Iste bu ve benzeri sartlar altinda Mu'tezile cereyani Hicri birinci asrin sonlariyla ikinci asrin baslarinda Vâsil b  Ata ve Amr b  Ubeyd'in önderliginde Basra'da ortaya çikti  Genelde kabul gören görüse göre,         Mu'tezile akimi Vâsil b  Ata ile Hasan el-Basrî arasinda geçen tartisma neticesinde         ortaya çikmistir  Mu'tezilî düsüncenin Basra'da ortaya çikisindan yaklasik bir asir sonra Bisr b  el-Mu'temir (öl  210/825) baskanliginda Bagdat Mu'tezile         ekolü de tesekkül etti  Temel prensipler itibariyle ayni görüsleri paylasan bu iki         ekol mensuplari arasinda teferruatla ilgili bir çok görüs farkliligi da vardir  Vâsil         b  Ata, Ebu'l-Huzeyl el-Allâf (öl  235/850), Ibrahim en-Nazzâm (öl  231/845), Ebu Ali         el-Cübbâî (öl  303/916), el-Câhiz (öl  225/869) gibi Mu'tezilîler Basra ekolüne;         Bisr b  el-Mu'temir, Sümame b  el-Esras (öl  213/828), el-Hayyat (öl  298/910) gibi         Mu'tezilîler de Bagdat ekolüne mensuptur  Terceme faaliyetleri çerçevesinde Islâm kültür dünyasina kazandirilan yeni eserlerle birlikte, siyâsî etkenlerin de tesiriyle giderek güç kazanan Itizal akimi kisa zamanda devlet ricalini de cezbeder duruma geldi ve daha Emevîler döneminde bile halifeler düzeyinde kabul gördü  Bu mezhep bir fikir hareketi olarak Abbâsîler döneminde gelisip yayginlik kazandi  Abbasî halifelerinin Mu'tezile'ye karsi tutumlari         genelde müspet olmustur  Harun er-Resîd döneminde (170-193/786-808) saraya kadar nüfuz         etmis olan Mu'tezilî düsünce, altin çagini el-Me'mun (öl  218/833), el-Mu'tasim ve         özellikle el-Vâsik'in hilafetleri esnasinda yasamistir  Bu halifeler döneminde         Mu'tezilî görüs devletin resmi mezhebi durumuna gelmis, Mu'tezile âlimleri de devlet         ricâli nezdinde en muteber kisiler olarak saygi ve itibar görmüslerdir  Mu'tezile         âlimleri, bu dönemlerde, halifeleri kendi düsünce ve kanaatleri dogrultusunda         yönlendirdikleri gibi, kendileri de devletin yüksek kademelerinde mevki sahibi         olmuslardir  Mu'tezile'nin devlet otoritesi ve resmi mezhebi haline geldigi, yaklasik 198-232/813-846 yilllarini kapsayan bu dönem, Ehli sünnet âlimleri ve müslüman halk açisindan ve izdirabin hüküm sürdügü bir dönem olmustur  Mu'tezile doktrinini devletin resmi görüsü olarak benimseyen, devrin         hükümdarlari el-Me'mun, el-Mu'tasim ve el-Vâsik, bununla yetinmeyip resmi organlar         vasitasiyla halki da bu görüsleri kabullenmeye zorladilar  Özellikle, Kuran-i Kerim'in         yaratildigini varsayan (Halku'l-Kur'ân'i* Mu'tezîli görüsün devlet eliyle zorla kabul         ettirilmeye çalisildigi bu dönem, Islâm mezhepleri tarihinde "mihne" olarak         bilinmektedir  Basta Ahmed b  Hanbel (öl  241/855) olmak üzere, resmi düsünceye karsi         çikan pek çok Islâm âlimi, bu tutumlarindan dolayi mahkûm edilip iskenceye maruz         kaldilar  Bir tür Engizisyon anlamina gelen "mihne" el-Me'mun'dan sonra, el-Mu'tasim ve el-Vâsik dönemlerinde de siddetini artirarak devam etti (Macid Fahrî, Islâm Felsefesi Tarihi, Çev  Kasim Turhan, Istanbul         I987, s  54)  Baslangiçta hür düsüncenin savunucusu olarak ortaya çikan Mu'tezile, bu halifeler döneminde tam aksi bir pozisyonda bulunmustur  Mu'tezile'nin parlak dönemi ve dolayisiyla "mihne" hadisesi, el-Vâsik'in         ölüp yerine el-Mütevekkil (247/861)'in geçmesiyle son buldu  Mu'tezilî düsünce daha         önce el-Mehdî ve el-Emîn'in halifelik dönemlerinde de hüküm giyip cezalandirilmisti  Fakat asil darbe el-Mütevekkil'den geldi  Mu'tezile Mütevekkil'in hilafetiyle devlet         kademelerinden kovuldu ve giderek gerilemeye basladi  Bu mezhep, sonraki asirlarda Büveyh         ogullari ve Selçuklu sultani Tugrul Bey dönemlerinde ragbet görmüsse de bir daha eski         itibarina kavusamamistir (Kemal Isik, a  g  e  , s  59 vd  ; Bekir Topaloglu, a  g  e  , s  183;         M  Ebu Zehra, a  g  e  , s  182)  Mezhepler tarihi kaynaklari, Mu'tezile'nin çöküsünü hazirlayan sebepler arasinda, "mihne" hadisesini, Mu'tezile'nin akla ifrat derecede önem vermesini ve bu arada el-Es'arî ile el-Matüridî'nin öncülügünde Ehl-i Sünnet ilm-i kelâminin zuhur etmesini göstermektedirler (Irfan Abdülhamid, a  g  e  , s  125; B  Topaloglu, a  g  e  , s  183)  Mu'tezile'nin Metodu ve Kelamî Görüsleri: Islâm'da akaid esaslarini aklin isigi altinda ele alip degerlendiren, meselelere aklin ölçüleri dogrultusunda çözüm getirmeye çalisan ilk düsünürler, Mu'tezile ve onlarin selefleri olan Kaderiyye ve Cehmiyye'dir  Mu'tezile âlimleri, akaid meselelerinin çözümünde, daha önceki Islâm âlimlerinin         yaptigi gibi, sadece nakille yetinmeyip akla da önem vermis, hattâ naklin yeterince         açik olmadigi ve önceki Islâm âlimlerinin susmayi tercih ettigi konularda tek otorite         olarak akli kabul edip te'vil yoluna gitmistir  Selefiyye tarafindan siddetle elestirilen         bu yeni yaklasim tarzinin adi Kelâmî metottur  Mu'tezilîler, benimsemis olduklar Kelam         metodu ile, akideleri kendilerine has bir üslupla degerlendirip, Ehl-i sünnet         ögretisinin disinda farkli kanaatlere ulastilar  Bu nedenle, Mu'tezile,ehl-i bid'at         firkalari arasinda zikredilmektedir (el-Bagdâdî, a  g  e  , s  100)  Mu'tezile doktrininin esasini teskil eden ve bütün Mu'tezile alimlerince benimsenen bes temel prensip (elusûlü'l-hamse) vardir: 1-'Tevhid: Mu'tezile'nin en temel ilkesi olan tevhid anlayisi, bütün Islâm düsüncesinin de temelini olusturmaktadir  Sadece         Mu'tezile'ye göre degil, bütün Islâm mezheplerine göre önemli bir prensip olup bu,         Allah birdir, esi ve benzeri yoktur, ezeli ve ebedîdir anlamina gelir  Bu konuda         Mu'tezile'yi digerlerinden ayiran husus, Allah'in sifatlarina dair tartismalarda ortaya         çikmaktadir  Mu'tezile'ye göre Allah'in en önemli iki sifati "birlik" ve         "kidem"dir  Mu'tezile Allah'in sifatlarini kabul eder, fakat bu sifatlara         Allah'in zatinin disinda bir varlik hakki tanimaz  Onlara göre "Allah âlimdir"         demek dogru; "Allah ilim sahibidir" demek ise yanlistir  Çünkü ilim, sem',         basar gibi, sifat-i maânînin kabulü, kadim varliklarin çokluguna (taadüdü kudemâ)         delâlet eder  Halbuki tek kadim varlik vardir  O da Allah'tir  Mu'tezile, sifatlar konusunda kendisini ehlu't-Tevhîd olarak isimlendirirken, Ehli sünnet âlimleri tarafinda da Muattila (Allah'in sifatlarini inkâr edenler) olarak vasiflandirilmistir  2- Adalet (el-Adl): Mu'tezile'ye göre, insan tamamen hür bir iradeye sahiptir ve fiillerinin yegâne sorumlusu odur  Yapmis oldugu         iyilik de kötülük de kendisine aittir  Bu nedenle yapmis oldugu iyi amellere karsi         mükâfaat, kötü amellere karsi da ceza görecektir  Eger kulun fiillerinde Allah'in bir         müdahalesi olsaydi, o zaman kul yapmis oldugu fiillerden mesul olmazdi  Çünkü bu         durumda bir zorlama (cebr) sözkonusu olurdu  Insani, zorlama altinda yapmis oldugu         fiillerden sorumlu tutmak ise zulümdür  Bu, Allah'in adaleti ile bagdasmaz  Çünkü         Allah en âdil varliktir  3- Iyi amellerde bulunanlarin mükâfatlandirilmasi, kötü amellerde bulunanlarin cezalandirilmasi (el-Va'd ve'l-Va'îd): Güzel amellerin mükâfatla kötü amellerin de ceza ile karisik görmesi kaçinilmazdir  Bu nedenle Allah, adâletinin bir geregi olarak, iyi amellerde bulunan         kullarini cennetle mükafatlandiracagini (el-va'd); kötü amellerde bulunan kullarini ise         Cehennemle cezalandiracagini (el-va'îd) bildirmistir  Allah'in, bunun aksini yapmasi, bu         sözünden vazgeçmesi mümkün degildir  Mü'min, mutlaka Cennete; büyük günah         isleyipte tevbe etmeden ölen kimse ise mutlaka Cehenneme gidecektir  Allah'in adaletinin         geregi budur  Mutezile, bu görüsü ile sefaati reddetmistir  4- el-Menziletü beyne'l-Menzileteyn (Iki Yer Arasinda Bir Yer): Bu prensip, büyük günah isleyen kimsenin imanla küfür arasinda bir yerde, yani fasiklik noktasinda bulunacagini ifade eder  Bu görüs,         büyük günah isleyeni kâfir sayan Hâricîlerle, mü'min sayan Mürcie mezhepleri         arasinda mütevassit bir görüsü temsil etmektedir  5- Iyiligi emretmek kötülükten Nehyetmek (el-emru bi'l-ma'ruf ve'nnehyu ani'l-münker): Mutezile, toplumda hak ve adaletin saglanmasi ve ahlâkî yapinin saglikli olabilmesi için, her müslümanin iyiligi emredip, kötülügü yasaklamasini gerekli görmektedir (el-Bagdâdî, a  g  e  , s  100         vd  ; Kemal Isik, a  g  e  , s  67 vd  ; M  Ebu Zehra, a  g  e  , s  174 vd  ; B  Topaloglu, a  g  e  ,         s  174 vd  ; I Abdülhamid a  g  e  , s  105 vd  ; es-Sehristani, a  g  e  , I, 43)  Yasar K  AYDINLI | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #14 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiYEZIDIYYE Seyh Adiy bin Musafir bin Ismail bin Musa bin Mervan bin el-Hasan bin Mervan'a (ö  1160 ya da 1162 Lales, Musul) dayandirilan Islâm         disi inanç akimi  Akim üyeleri halk arasinda seytana tapanlar (seytanperest, abade-i         iblis) ve çerag söndürenler olarak adlandirilir  Inanç sistemleri eski Iran         inanislarinin etkisiyle olusmustur  Yezidilik'in ortaya çikisi ve adlandirilisi konusunda mezhepler tarihine iliskin eserlerde degisik görüsler öne sürülür  Bir         görüs, Yezidî adlandirmasinin Haricilik'in Ibâdîlik kolundan ayrildigi söylenen         Yezid bin Ebi Üneys'ten geldigini ve bu nedenle topluluga Yezîdi denildigini savunur  Diger bir görüse göre Yezidî adi, eski Iran inançlarindaki iyilik tanrisi Izd ya da         Yezdan kelimesinden gelmektedir  Yezidîlik de Iran ve Asur inanç ögelerinin         karismasindan ortaya çikmistir  Çagdas arastirmalar bu görüsleri dogrulamamakta,         Yezidîlik'i dogrudan Seyh Adiy ile iliskilendirmektedir  Seyh Adiy, Umeyyeogullarina mensup, döneminde büyük ün kazanmis bir mutasavviftir  Bölge halkini irsad amaciyla Hakkari'ye gelmis,         ölüm yeri olan Lales'te bir zaviye kurmustur  Düsünce ve inançlari bütünüyle         sünnî Müslümanlik sinirlari içinde kalmis, kendisinin hadis ehlinden ve selef         mezhebinden oldugunu söylemistir  Itikadu Ehli's-Sünne ve'l-Cemaa isimli eserinde         sünnî Müslümanlarin inançlarini ve bunlarin kurtulan topluluk (firka-i naciye)         oldugunu savunur  Yezidîlik'in temel kitaplari olan Kitabu'l-Cilve ile Mushaf-i Res (Kara         Kitap), Seyh Adiy'e isnad ediliyorsa da, arastirmalar bunlarin çok sonralari yazildigini         ortaya koymustur  Seyh Adiy'in ölümünden sonra yerine geçen Seyh Hasan döneminde,         özelikle Siilerin Yezid bin Muaviye'ye saldirmalarina ve lânetlenmelerine karsilik Seyh         Adiy'in izleyicileri Yezid'i savunma adina sünnîligi kötüye kullanarak hem Yezid, hem         de Seyh Adiy hakkinda asiri inançlar gelistirdiler  Bu inançlar zamanla Seyh Adiy ve         Yezid'in insan üstü varliklar oldugunu savunan Yezidîlik'in temel inançlarini         olusturdu  Kitabu'l-Cilve ve Mushaf-i Res'te açiklanan Yezidîlik inançlarina göre, bütün yaratilmislardan önce Melek Tavus vardi  Abtavus         (Abd Tavus) onu kendi seçilmis yolunu aydinlatmasi için yeryüzüne gönderdi  Abtavus,  öncesiz ve sonrasizdir  Yabancilar yaninda asagilanma konusu olmamasi için adi ve         nitelikleri söylenmez  Bu inanç, Mushaf-i Res'te biraz daha açilir  Buna göre Allah         baslangiçta beyaz bir inci yaratarak bunu Enfer adli kusun üstüne koydu  Kirk bin yil         onun üzerinde oturdu  Sonra ilk olarak pazar gününü yaratti  Bu gün, sufi seyhler ile         bir tutulan yedi melegin en büyügü olan Azrail'i yaratti  Azrail, Melek Tavus'tur  Pazartesi günü Melek Derdail'i yaratti  Bu da Seyh Hasan'dir  Sali günü Melek         Israfil'i yaratti ki bu, Seyh Sems'tir  Çarsamba günü Melek Mikail'i yaratti  Bu,         Seccadeddin'dir  Cuma günü Melek Cebrail'i Yaratti  Bu, Nasiruddin'dir  Cumartesi günü         de Nurail'i yaratti ki bu da, Fahreddindir  Allah, Melek Tavus'u meleklerin reisi yapti  Sonra yedi kat gögü yeri günesi ve ayi yaratti  Daha sonra, son yaratilan Melek         Fahreddin, insan ve hayvanlari yaratarak bunlari hirkasinin yakasina koydu  O zaman         meleklerle birlikte inciden çikti ve öyle bir bagirdi ki, inci dört parçaya ayrildi  Inciden akan sularla deniz meydana geldi  Dünya da deliksiz desiksiz, yusyuvarlak oldu  Allah, Cebrail Seccadeddin'i bir kus sekline sokarak saliverdi  O da incinin         parçalarindan günesi, ayi, yildizlari, daglari, bitkileri, meyve agaçlarini ve arsi         yaratti  Allah, bir gemi yaratarak içinde otuz binyil yolculuk etti, sonunda gelip         Lales'e oturdu  Mushaf-i Res'te anlatilan bir baska yaratilis inancina göre, yer ve gök yaratilmadan önce Allah, karanlik bir uzay durumundaki buharlar üzerinde dolasiyordu  Sonra bir papagan yaratti ve kirk yil ona hükmetti  Sonunda kizdi ve onu öldürdü  Tüylerinden daglar ve kayalar, nefesinden hava,         dumanindan gök meydana geldi  Gökyüzünü direksiz diktikten sonra ve kendisi de oraya         çiktiktan sonra, kendi nur ve cevherinden günes, ay, fecr, safak, sabah yildizi ve diger         yildizlari yaratti  Arkasindan ilki seytan olmak üzere yedi melegi yaratti  Seytan kibre         düsünce, cehenneme atildi ve orada yedi bin yil kaldi  Yaptigina pismanlik duyarak öyle         agladi ki, göz yaslarindan yedi büyük küp doldu  Allah onu bagisladi, diger meleklere         üstün kildi  Ona Melek Tavus adini vererek onunla birlesti  Gözyaslari ile dolu yedi         küp, Seyh Adiy'in yeryüzünden dönüsüne kadar cehennem atesini söndürmek üzere         orada sakli bulunmaktadir  Muhsaf-i Res'te bazi yasaklar da yer almaktadir  Yiyeceklerden marul, bakla, lahana, balik, geyik, horoz eti yemek haramdir  Özellikle         horoz kutsaldir  Melek Tavus'un Adiy bin Musafir tarafindan tunçtan yapilan dört heykeli         horoz seklindedir  Koyu mavi elbise giymek, helaya girmek, hamamda yikanmak haramdir  Hamam ve helalar seytanlarin oturduklari yerlerdir  Seytan, kaytan (ip), satt (sel), ser         (kötülük), mel'un (lanetli), lanet ve nal kelimelerinin kullanilmasi da yasaklar         arasindadir  Günümüz Yezidilik'inde önemli degisiklikler görülmektedir  Bugün Allah'in varligina, O'nun yedi kat gögü ve yeri yarattigina, her         seye kadir olduguna, evrendeki isleri yarattigi melekler araciligi ile yönettigine         inanilmakta, bununla birlikte O'nun en büyük üç melegin Melek Tavus, Seyh Adiy (Adiy         bin Musafir) ve Sultan Yezid (Yezid bin Muaviye) oldugu söylenmektedir  Allah, insanlar         sapikliga düstükçe, meleklerden birini insan kiliginda onlara dogru yolu göstermek         üzere yeryüzüne gönderir  Allah'in binbir adi vardir ve bunlarin en güzeli Hüda         adidir  Yezidîlik'te kelime-i sehadet, Seyh Hadi'nin (Adiy bin Musafir) Hüda'nin melegi         ve Yezidilerin müsridi, Sultan Yezid'in Hüda'nin melegi, yerin nuru ve insanligin         sevinci; Melek Tavus'un (seytan) Hüda'nin melegi ve elçisi oldugunu söylemekten olusur  Bu inanç, aksam yatarken, sabah kalkarken tekrar edilir  Yezidilik'te baslica dinî görevler namaz, oruç, hac ve zekattan olusur  Namaz, dogus ve batisi arasinda günese dogru yönelerek dua         etmektir  Namazdan önce yalniz eller ve yüz yikanarak abdest alinir  Namaz büyük bir         gizlilik içinde yerine getirilir  Baskalarinin yaninda ibadet etmek zorunda kalinirsa,         eller günese karsi çevrilerek yüze sürmekle yetinilir  Özel ve genel olmak üzere iki         tür oruç vardir  Özel oruç, yalniz din adamlari tarafindan tutulur  Bu oruç; Aralik         ve Temmuz aylarinda yirmiser ve arkasindan Seyh Adiy'in türbesine yapilan ziyaret         sirasinda da kirk gün olmak üzere toplam seksen gündür  Genel oruç, her yezidînin         aralik ayi basinda tuttugu üç günlük oruçtan ibarettir  Oruç, sabahleyin günes         dogustan hemen önce baslar, günes battiktan sonra sona erer  Gün boyu yemek içmek         yasaktir; ancak bir ikram edilmesi durumunda geri çevrilmez, yenilir ya da içilir  Ayrica Hizir-Ilyas için üç gün oruç tutmak da bir gelenektir  Hac, 23-30 eylül         arasinda Adiy bin Musafir'in Lales'teki türbesine yapilan ziyarettir  Yezidîlerin en alt         tabakasini olusturan müridlere özgü bir görev olan zekât, gelirinin yüzde onunu         seyhlere, yüzde besini pir'e ve yüzde iki buçugunu fakire vermektir  Yezidîler kendi içlerinde sekiz sinifa ayrilirlar  Bu siniflar, yukaridan asagiya dogru, Mir, Baba Seyh, Fakir, Kavval, Seyhler,         Pir, Kuçek ve Mürid adlarini tasir  Yezidî inanisina göre Seyh Hadi, dünyadaki         görevini tamamladiktan sonra yerine Hala Mira kabilesinden Berekat'i birakmistir  O         günden bu güne, bu kabileden birisi Mir seçilir  Mir, din isleriyle ugrasir  Bu kabile         üyeleri baska kabile ve siniflardan kiz alip vermezler  Mir, her tür dünya isinde de         tek söz sahibidir  Baba Seyhlik yezidilerin en yüksek fetva makamidir  Mir bulunmadigi zaman ona Baba Seyh vekâlet eder  Baba Seyh saç ve sakalini         hiç kesmez, bastan ayaga beyaz elbise giyer  Baba Seyhler yalniz Seyh Fahreddin'in         soyundan gelenler arasindan seçilir  Vaaz, telkin, nasihat ve aileler arasi         uyusmazliklari çözmekle görevlidir  Sürekli olarak yezidîler arasinda dolasir,         sirtlarina giydikleri hirkalari ölünceye kadar çikarmazlar  Boyunlarina meftul denen         bir tasma takarlar  Fakir olabilmek için, zaruri haller disinda tek kil bile kesmemis         olmak sarttir  Kavuallar, Adiy bin Musafir'in türbesi çevresinde oturan görevlilerdir  Bunlar yilda bir kez Yezidî köylerini dolasir, yanlarinda tasidiklari Melek Tavus         heykellerini öptürerek ve çevresinde tavaf ettirerek hac görevini yapamayanlara bu         görevi eda etmelerini saglarlar  Bu hizmetlerinin bedeli, yanlarinda bulundurduklari         kutsal testilere (serbik) sadaka konularak ödenir  Adani, Semsani ve Katani kabilelerinin         üyeleri Seyhler sinifini olusturur  Bunlar okuma-yazma isleriyle ugrasir, irsad eder,         cenaze törenlerini yönetirler  Beyaz cübbelerinin üstüne siyah bir külah ve kirmizi         bir kusak takarlar  Zekât toplama ve dagitma isini yönetmek seyhlerin görevidir  Pirler, Yezidîlere yol gösteren yaslilardir  Hacca gelenlerin yiyecek, içecek ve diger         ihtiyaçlarinin karsilanmasi pirlerin görevidir  Adiy'in türbesine bekçilik edenlerin         baskanlarina Kuçek denir  Bunlar da Kavallar gibi Melek Tavus heykelleriyle köyleri         dolasirlar  Yezidîlerin en alt sinifini olusturan Müridler, çiftçilikle ugrasan         köylülerdir  Ancak kendi siniflarindan kimselerle evlenebilirler  Baslica görevleri,         "efendilerimiz" dedikleri üst siniflara hizmet etmek ve vergi vermektir  Yezidîlerde son derece kati olan bu siniflar arasinda geçis imkânsizdir  Yezidîler, yeni dogan çocuklarini hemen sünnet ettirirler  Mümkün olabilirse ilk hafta içinde, olmazsa iki yasina kadar Adiy bin         Musafir'in Lales'teki türbesi çevresindeki zemzem dedikleri suya üç kere daldirarak         vaftiz ederler  Yeryüzündeki toplam sayilarinin üçyüz bin dolayinda oldugu tahmin edilen yezidîler Türkiye'de Mardin'in Midyat, Urfa'nin Viransehir, Siirt'in Kurtalan ve Besiri ile Batman'in köylerinde, Hakkari çevresinde; Gürcistan'da Tiflis, Batum; Azerbaycan'da Bakü ve Erivan'in köylerinde; Irak'ta Singal (Sinçar) daglarinda ve Iran'in muhtelif yerlerinde yasamaktadirlar  Türkiye'deki         sayilarinin on bin dolayinda oldugu sanilmaktadir   | 
|   | 
|  | 
|  | Cevap : Mezhepler Tarihi |  | 
|  04-21-2009 | #15 | 
| 
Şengül Şirin   |   Cevap : Mezhepler TarihiBEKTASiLiKHaci Bektas Velî tarafindan kuruldugu kabul             edilen tarikatin adi  Bu tarikatin kurulusu her ne kadar Haci Bektas Velî'ye nisbet             ediliyorsa da esas tesekkülü daha sonraki dönemlere rastlar  Bektasî tarikatinin             silsilesini Bektasîler su sekilde naklederler: "Hz  Ali, Hasan-i Basri, Habib             el-Acemi, Davud et-Tai, Ma'ruf el-Kerhi, Seyh Sirri es-Sakatî, Cüneyd-i Bagdâdî, Ebû             Ali Merâgî, Seyh Ebû Ali Hasan, Seyh Ebu Osman Magribî, Seyh Ebu Kasim Gürganî, Seyh             Ebû Hasan Harkânî, Seyh Ebû Farmidî, Fazl Ibn-i Muhammed et-Tusi Hoca Ahmed Yesevî,             Hoca Yusuf Hemedâni, Seyh Lokmanü'l-Horasanî, Pir-i Tarikat Es-Seyyid Muhammed Bektas-i             Velî Ibn-i Ibrahimü's-Sânî  " Haci Bektas-i Velî'nin neseplerini de söyle gösterirler: Imam Ali, Imam Hüseyin, Imam Zeynelâbidin, Imam Muhammed Bakir, Imam Musa el-Kâzim, Imam Ali Riza, Imam Muhammed Nakî, Imam Hasan el-Askerî, Imam Muhammed Mehdî, Seyyid Ibrahimü'l-Mükrimü'l-Hicap, Seyyid Hasan, Ibni Seyyid Ibrahim, Seyyid Muhammedü's-Sânî, Seyyid Mehdi, Ibni Seyyid Muhammedü's-Sani, Seyyid Ibrahim, Ibn Seyyid Hasan, Seyyid Muhammed, Ibn Ibrahim, Ibn Seyyid, Elhak Ibn Seyyid Muhammed, Seyyid Musa Ibn Seyid Ishak, Seyyid Ibrahimü's Sani, Ibn Seyyid Musa, Seyyid Muhammed es-Sehir Haci Bektasî Velî, Ibn Seyyid Ibrahimü's-Sânî  Haci Bektasî Velî'nin annesi Seyh Ahmed Nisâbûri'nin kizi Hâtem Hatun'dur  Bektas-i             Velî hicrî 645 yilinda Nisâbur'da dogdu  680'de Ahmed Yesevî'nin tavsiyesiyle             Anadolu'ya geçti  Kirsehir yakininda "Karabük"e yerlesti, 738 de vefat etti  Bektasîlik, Anadolu'nun ortasinda issiz bir köyde dogmustur  Âlimlerden uzak kaldigi             gibi sehirlilerden çok köylüler ve yörükler arasinda yayildi  Hatta çogu kez göze             bile çarpmadi  Ancak tamamiyla kurulduktan ve dal budak saldiktan sonra anlasildi  Bektasilik her tarikat gibi batinîdir  Bâtina ait birtakim tasavvufî esrar ile içli dislidir  Fakat bâtinilik meselelerinde öbür tarikatlardan ayrilir  Mâlum olan "Bâtinî"lere             yaklasir  Bektâsîler her seylerini gizli tutarlar  Her türlü teskilatlari saklidir  Birtakim isaretler ve remizler kullanirlar  Buna binâen tarihte meshur olan "Bâtinî"lerle             alâkalari vardir  Tarikatlarin birçoklarinda bulunan "seyr-i sülûk" Bektasilik'te             yoktur  Muayyen "evrad ve ezkâr" bile mevcut degildir  Ancak "inâbe"             ve "ikrar" ile "âyin-i Cem" vardir  Bektasîlik'te Ehl-i Beyt'e fazla sevgi gösterilir  Bu muhabbet ifrata kadar varir  Hatta             Bektasiligi mezhep itibariyla "Ca'feri"; irfan ve felsefe itibariyla "Hurûfi"             diye tanimlayanlar vardir  Gerçekten Anadolu Bektasîleri (Alevîler) Ca'feri mezhebinde             olduklarini açiktan açiga söylerler  Mezhepte Ca'feri, tarikatte Bektasî ve Alevî             bulunduklarini itiraf ederler  Bektasîler, Ca'ferî fikhini kabul ettikleri gibi Imamiyye mezhebini de kabul etmislerdir  Oniki imami takdis ederler  Hz  Ebû Bekr, Osman, Ömer ile Hz  Âise'yi pek             sevmezler  Bektâsîlik'te az çok tasavvuf, büyük miktarda Hurûfilik, Ahilik,             Bâbailik,* Bâtinilik, Hulûl* ve Tenâsuh*, Ca'ferilik, Siî'lik, Imami'lik, Sâmani'lik,             Lama'lik hatta teslis gibi eski ve yeni bir çok unsurlar vardir  Onun için içinden çikilmaz             bir sekil almistir  Yeniçeri Ocagi'nin kurulusunda Haci Bektas Velî dua etmis, bu nedenle Yeniçeriler onu pir olarak tanimislardir  Yeniçeri Ocagi'na "Haci Bektas Ocagi" denmesi bundan             dolayidir  Bu tarikatin Türkler arasinda tutunmasinin, yayginlik kazanmasinin             sebeplerinden birisi Yeniçerilerle ilgisinin bulunmasidir  Çesitli gruplari ve             cereyanlari bünyesinde barindirmasi, toleransi, tarikat mensuplarinin halkla içli disli             olmasi; özellikle Bektasî edebiyatini olusturan eserlerin Türkçe ile ve halkin             rahatlikla anlayacagi bir üslupla yazilmasi, Bektasîligin yayginlik kazanmasini saglayan             baslica hususlardir  Bektasîlik Anadolu sinirlari içinde kalmamis; Bulgaristan, Romanya, Sirbistan, Misir, Arnavutluk ve Macaristan'a kadar yayilmistir  Sünnî bir yapiya oturan Osmanli devletinde, Siî-Bâtinî unsurlarin karistigi Bektasîlik, ayni tempo ile yürüyemedi  Yeniçeri Ocagi'nin etkisi azalinca, hatta Sultan II  Mahmud'un Yeniçeri Ocagi'ni ilgasiyla Bektasîlik de ilga edildi  Ancak Sultan Abdülaziz             zamaninda yeniden canlandi, gelisimini sürdürmeye basladi  30 Kasim 1925'te tekkelerin             kapatilmasiyla Bektasîlik resmen son buldu  Bektasîlik baslica iki kola ayrilmaktadir  Bunlardan birincisi Haci Bektas Veli'nin evli             oldugunu kabul eden Çelebiler koludur  Bunlar, kendilerini Haci Bektas Veli'nin neslinden             sayarlar  Bu nedenle bunlara "bel oglu" adi verilir  Bu kol Anadolu'da yayginlik             kazanmistir  Ikinci kol mensuplarina Babagân kolu denilir  Bunlar tarikat yoluyla Haci             Bektas Veli'ye bagli olduklari için "yol oglu" adiyla anilirlar  Bu kola mensup             olanlar Haci Bektas Velî'nin bekâr oldugunu kabul ederler  Bu anlayis Istanbul, Rumeli             ve Avrupa'nin çesitli ülkelerinde yayginlik kazanmistir  Zaman zaman bu iki grup             birbirlerine karsi düsmanca tavir takinmislardir  Bektasîlige girecek olan kisi belirli bir müddet denenir  Sonra "ikrar âyini"             denilen bir törenle tarikata girer  Bektasîlik'te müridler bes dereceye ayrilir: 1-Muhiblik, 2-Dervislik, 3-Babalik, 4-Mücerredlik, 5-Halifelik  Muhib'in iki Bektasî'nin kefâletiyle tarîkata intisabi kabul edilir  Buna "el             almak" veya "nasib almak" da denilir  Dervisligi isteyen erkek muhib             tekkeye alinir  Hizmetleriyle bunu isbata çatisirsa dervislige kabul edilir ve dervislik             taci giydirilir  Üçüncü derece babaliktir  Babalik dervise halife tarafindan verilen             bir mertebedir  Yetenegini ispat eden dervise bizzat halife tarafindan bu pâye verilir  Halîfenin icâzetiyle bundan sonra muhib ve dervis yetistirebilir  Babalarin Hz  Peygamber soyundan geldiklerini kabul edenler yesil sarik sararlar  Dördüncü derece mücerredliktir  Bu dereceye yükselmek için evlenmemis olmak             gerekmektedir  Mücerredlige seçilen aday dervislerden ve babalar arasindan seçilir  Bu             derece halifeye en yakin olanidir  Belirli bir merâsim yapilir  Adayin sag kulagi             delinir; Mengûs adi verilen bir küpe takilir  Bunlar kendilerini tarikata adadiklari için             evlenemezler, çocuk sahibi olamazlar  Bektasî babasi halifelik makamlarindan birine müracaat eder  Eger halifelige gerek varsa             ve müracaati da kabul edilirse ona halifelik icazeti verilir  Bunun disinda bir baba,             üç mücerredin imzasiyla da halifelik makamini elde edebilir  Bektasîlik dört temel             üzerine oturur  Bu dört temele dört kapi denir  Serîat kapisinin mensuplari Serîata             ve Ehl-i Beyt'in yoluna uymak zorundadir  Tarikata giren "yol oglanlari" da bu             yolun gereklerine uymaga mecburdur  Hakikat kapisinin mensubu, evrenin sirrini ögrenecek,             marifet kapisinin mensubu da nefsini mâsivâdan temizleyecektir  Bektasîlikte ana ilke Hz  Muhammed (s  a  s  )'in soyunu ve oniki imami sevmek ve Ehl-i Beyt             düsmanlarindan uzak olmaktir  Bektasî tarikatinin kendine özgü gelenekleri vardir: Biyiklarini ve sakallarini uzatirlar  Karsilastiklari zaman sag ellerini kalplerinin üstüne koyarlar  Birbirinin             ellerini öperler  Baslarina oniki dilimli taç giyerler  Gögüslerine "teslim tasi"             adini verdikleri oniki dilimli bir taç takarlar  Hirka giyerler, kemer kusanirlar   Birbirlerine ömür boyu yardimci olmak amaciyla :"yol kardesi" adini verdikleri             bir arkadas edinirler  Evfi Bektasîler bosanmazlar  Nasib kapanmasin diye kasigi sofra             üzerine yüzüstü birakmazlar  Kapinin esigine basmazlar  Hulûl, tenâsuh ve hattâ             teslis anlayisi, inanç olarak Bektasîlige hakim olmustur  Bektasîlik alevîlikle iç içe girmis bu nedenle özellikleri bozulmustur  Bazi âdetler             degisiklige ugramistir- Çelebiler ile Babagân arasindaki mücadeleden sonra evlenmemek             âdet haline getirilmeye çalisilmistir  Daha önceleri serbet içilirken, sonralari bunun             yerini sarap ve içki içme âdeti almistir  Allah'in yasakladigi bazi haramlar mübah sayilmaya             baslanmistir  Namaz kaldirilmis, yerine niyaz ikame edilmistir  Bektasî tekkeleri genellikle dag eteklerinde, issiz, sakin yerlerde kurulmustur  Bektasî edebiyati halk siirinden yararlanmis, genellikte halk siirindeki vezin, kafiye vb  özelliklere sadik kalinmistir  Bektasî tekkelerinde ve dergahlarinda icra edilen musîki genelde halk musîkisine çok yakindir  Bektasîlik zengin bir tekke musîkisine sahiptir | 
|   | 
|  | 
|  |