Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Kültür - San'at & Eğitim > Kültür-Sanat

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
türkülerimizin, öyküleri

Türkülerimizin Öyküleri

Eski 04-01-2009   #1
yesimciwciw

Türkülerimizin Öyküleri



Hekimoğlu - Fatsa yöresi

Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir

Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır

İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar Ötekiler de çevresini sararlar Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır

Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder

Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur Bu yüzden Bey, kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler

Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar Bütün çevre kuşatılmıştır Evin altında bir fırın vardır Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır

Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor Gittiği ev muhtarın evidir Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla

işbirliği içindedir Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır Hekimoğlu, Muhtarın puştluğu yüzünden kıstırılmıştır Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında Adeta namlular kurşun kusmaktadır Özetle yaman cenk olur orada

Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında :

1-Hekimoğlu, çatışma sırasında çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor

2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya
kadar geliyor ve burada ölüyor

Hekimoğlu, tipik bir erdemli başkaldırıcı örneğidir Haklı bir nedenle dağa çıkıyor Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır

Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de aynalı martinidir Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen aynalı martinin özelliği şudur Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor

Bu yüzden Hekimoğlu'nun adı aynalı martinle özdeşleşmiştir



Yarim İstanbul'u Mesken Mi Tuttun? - İç Anadolu yöresi

Güz güneşi sarı sarı devriliyordu o ikindi üzeri de uzaklardaki mor dağların ardına Elinde su testisi, köyün çeşme başında, sıraya girmişti Yedi yıl önce beş altı yaşındaki kızlar şimdi varmışlardı on iki , on üçlerine Düğün davulları aynı gün birlikte döğülen Hatça'yla Zalha'nın üçüncü çocukları koşup oynuyorlardı

Derin bir iç geçirdi

Bir çocuğu olsaydı bâri Oğlan değil, kızı O zaman olsaydı şimdiye yedi yaşında Çeşmeden su getirmese bile, evde aşa muşa el atar, ortalığı toplar, anasına can yoldaşı olurdu Ama İstanbul gurbetinde yedi yıldır eylenen eri, istemezdi kız evlât Erkek olmalıydı çocuğu Erkek olmalı babası gibi bilekli, kocaman kocaman elli, ayaklı, kaşı gözü kudretten sürmeli On yaşına varmadan, çifte çubuğa el atmalıydı Yedi yıldır İstanbul gurbetinde eyleşen böyle isterdi oğlunu Babasının soyunu sürdürmeli, köy çocuklarıyla dere kıyısında güleş tutup, kendi akranlarını yere kabak gibi vurmalıydı:
Gene derin bir iç geçirdi

Yedi yıl, yedi koca yıldır İstanbul dedikleri güzeli bol, seyranı renkli İstanbul'da ne bekliyor da gelmek bilmiyordu? Sakın orda gül yüzlü, bal dudaklı, kara kaş kara gözlü bir güvercin göğsü topukluya Ağlıyası geldi birden Düşünmek istemiyordu bunu O pençeli, o tuttuğunu koparan, o boylu poslu erkeğinin bir İstanbul kızına tutulup ondan dolayı sılasını unuttuğunu öğrense öldürürdü kendini "Vallaha öldürürüm!" dedi içinden sert sert "Günahı, vebali varsa ona Kaba sakal hoca tevatür günah dediydi vaazda Hele böyle bir şey olsun"

Yanında bir karaltı Kendine gelerek gözlerinin yaşardığına dikkat etti, sildi elinin tersiyle gözlerini

Resullarin Emine anaydı gelen:

- Ne o kınalı kekliğim benim? dedi Öksüzüm, yavrum Ne ağlıyon? Telâşlandı:
- Yoook, ağlamıyorum nene

Gün görmüş, umur sürmüş kırış kırış nene inanmadı:
- Ağlıyon kınalı kekliğim, sürmelim ağlıyon Ben bilmem mi ne diye ağladığını? Vefasızın diktiği fidanlar meyveye geldi Onunla gurbete gidenler yedinci sefer dönüyorlar sılaya O nerde? Hani?

"Kınalı keklik" gene derinden bir çekti Güneşin yarı yarıya derildiği mor dağlara baktı Gözlerinden yuvarlananlara dur diyemiyordu gayri Varsın aksınlardı Nene'nin dediği gibi, öksüze bu dünyada gülmek yoktu Keten yelekli, burma bıyıklısı İstanbul gurbetinde belki de bembeyaz bir istanbul kızıyla unutmuştu sılasını Dili de varmıyordu ama, unutmasa ne diye yedi yıldır dönüp gelmesin? Dönüp gelmedi diyelim, insan iki satır bir şeyler de mi yazamazdı? İlk gittiği aylar nasıl yazıyordu? Demek unutmuştu? Unutmuştu demek ha? Hıçkırdı Genç, yaşlı kadınlar, ellerinin kınasıyla çiçeği burnunda kızlar toplandılar başına Sormadılar hiçbir şey Biliyorlardı Sorup da ne diye yüreğini büstübün kaldırsınlar? Biri:
- Sus bacım, dedi Sus! Bir başkası:
- Gözlerinden döktüğüne yazık!

Sağdan soldan herkes bir şey söylüyordu:
- El oğlu değil mi? En iyisinin köküne kibrit!
-Vallaha Amasyanın bardağı, biri olmazsa biri daha bence
- En doğrusu bu ama
- Dinlemiyor ki!
- Bu gençlik, bu tâzelik
- Yedi yıl, yedi yıl anam Dile kolay İnsan eksik eteğini yedi yıl sılasında unutur mu?

Sıkıldı, bunaldı Ağlamıyordu artık Zaman zaman bu: Mâdem erkeği İstanbul gurbetinde yedi yıldır unutmuştu onu, o da varsın istidayı boşansın bir güzel, varsındı bir başkasına Elini sallasa ellisi, başını sallasa

Duramadı karıların arasında Onüçünde bulup yitirdiği, yirmisine vardığı halde bir türlü geri dönemiyeni içinden bir sızı bir geçti Testisini koydu çeşmenin iplik gibi akan suyunun altına Testi dola dursun, gittiyse keyfinden mi gitmişti İstanbul'a? Gözü kör olasıca yokluk Düşmanına avuç açtıran yokluk yüzünden, birkaç para kazanıp öküzü ikileştirmek, birkaç dönüm tarla daha alıp babadan kalan bir kaç dönümüne eklemek için O gece, o gece işte, nasıl yatırmıştı koluna! Nasıl okşamıştı saçlarını, neler demişti? İstanbul gurbetine gidecek, çok değil yazı orda geçirip, güze, olmazsa kışa koynunda desteyle para, dönecek O zamana kadar bir de oğlu olmuş olursa, eh gayri, keyfine son olmıyacaktı!

Başındaki beyat örtüyü çenesinin altında çözüp yeniden bağladı
Yedi yıl, yedi koca yıl!
Kocasının isteğince bir oğlu olaydı bâri

Testisinin dolup taşmakta olduğunun farkına bile varmadı: Bir oğlu olsa o zamandan bu zamana, altı yaşında mı olurdu? Bösböyük, palazlanmış delikanlı Akranlarıyla dere kenarında güleş mi tutardı? Babası gibi pençeli olur da akranlarını yere kapak gibi mi vururdu? Ekimde tarlaya birlikte mi giderler, hasat vakti düveni birlikte mi sürerlerdi? Babasının kokusunu mu taşırdı?
- Kınalı keklik kaldın gene Bak testin doldu, taşıyor!

Kendine geldi İnsanoğlunun aklına şaştı Gözleri testisindeydi güya Testisinde olduğu halde, görememişti dolduğunu

Çekti lülenin altından Güldü acı acı

Tuttu evinin yolunu Tuttu ya, şimdi de aklından köyün yaşlıları, gençleri kaynaşmağa başlamıştı Her kafadan bir ses:
- Deli anam deli bu!
- Doğru bacım, deli
- Beni yedi yıldır sılamda unutacak da
- Ben de hâlâ yolunu bekliyeceğim onu ha?

Sonra kafa kafaya, fısıl fısıl bir konuşma Ah bu konuşma, ah bu konuşmalar Evden içeri girerken, Dursunların Hacı'yı hâtırladı elinde olmıyarak İnce, kapkara kaşları yıkıldı sinirli sinirli Testiyi bıraktı kapının yanına, geçti pencerenin önünde dayandı duvara sağ omzuyla Odada kimse yoktu, tek başınaydı ya, deminki karılar, kızlar, orta yaşlıların hayalleri doldurmuştu odayı Alev saçan bakışlarıyla sanki topuna haykırdı:
- Dursunların Hacı, Kara Hacı başınızda parçalansın Atın yerine eşeği bağlamıyacağım işte, bağlamıyacağım!

Kara Hacı da neydi ki sırma bıyıklı Ali'sinin yanında? Değil yedi yıl, on yıl dönmese sılasına, onu gene unutamazdı işte!

Güz güneşi çoktaan devrilip gitmişti mor dağların ardına Gece iniyordu köye ağır ağır Loş oda farkına varılmaksızın kararıyor, derinleşiyordu Derken bu yandaki kapkara dağların ardından bakır kızılı kocaman bir ayın tekeri gözüktü Sonra ağır ağır yükseldi göklere, ufaldı, bakır kızılını yitirdi, pırıl pırıl yanmağa, saz örtülü dumanlarıyla ker*** evleri süslemeğe başladı

Canı ne yemek istiyordu, ne de su

Gel desen gelmez miydim? Şu güzellerin doldurduğu elmastan kadehleri ben dolduramaz mıydım?

Ali bakıyordu, sadece bakıyordu

Oysa hem ağlıyor, hem söylüyordu:
- Ketenden yeleğini bile ben dikmedim miydi? Benim gibi bir öksüze dünyayı haram etmeğe nasıl kıydın? Yiğitliğine yakışır mıydı gurbette beklemek dayanacak özümün tükendiğini anlamadm mı?

Ali susuyor, boyuna susuyordu Taştan ses çıkıyor, Ali'den çıkınıyordu Sözlerinin ardını getirdi ağlıya ağlıya:
- İnsafsız yedi yıl oldu sen gideli, diktiğin fidanlar meyvaya geldi tekmil Birlikte gittiklerinizin tümü yedişer sefer geldiler sılalarına Buraların güzelleri çoktur ama sana yaramaz Durmadın sözünde Ali'm Sözünde durmayana erkek demezler biliyor musun? Kavlimizde gidip de dönmemek varmıydı vefasız?

Fakat Ali hiç ses vermeden bakmış bakmış, sonra çekip giderken duman olmuştu âdeta Bağırmıştı ardından, bağırmış, bağırmış Fakat Ali

Uyandı Güneş bir mızrak boyu yükselmişti Kalktı yaslandığı yerden:
- Hayırdır inşallah, dedi

Kalktı usulcak, gitti kapıya, örttü, kalın tahta sürgüsünü itti Ne olur ne olmazdı Kara, kuru Hacı kötü dadanmıştı çünkü Köy bakkalında kafayı çekip elinde saz, düşüyordu tek gözden ibaret evininin yakınlarına Daha bir günden bir güne ne kapısına dayanıp böyle böyle demiş, ne de çeşmeye giderken, yahut da tarlanın yolunu tek başına tuttuğunda yolunu kesmişti Kesmemiş, lâf da atmamıştı ama, köyün cadı karıları pek yakıştırmışlar onu Kara Hacı'ya! Yedi yıldır İstanbul'u mesken tutan vefasızını düşüne düşüne uykuya varıverdi Dünya çoktan silinmiş, ay devrini tamamlayıp elini eteğini çekmişti dünyanın göklerinden

Devrile kaldığı yerde mışıl mışıl uyuyordu
Uykusunda düş
Düşünde İstanbul gurbeti Taşı toprağı altındandı İstanbul gurbetinin Ali'sini aramağa gitmişti düşünde Bulmuştu da Güzellerin arasındaydı Bir kıyıdan bakıyordu Güzellerden biri dizine başını koyup uzanmıştı boylu boyunca Bir başkası gümüş bir kupayla şarap veriyor, daha bir başkası da dudağından öpmeğe uzatıyordu dudaklarını

O zaman, o zaman işte, gizlendiği kıyıdan çıkıvermişti Ali şaşırmış, bırakıp güzellerini, koşmuştu yanına Açmıştı ağzını Ali'sine, yummuştu gözünü:
-İstanbul'u mesken mi tuttun? Bu güzelleri gördün beni unuttun mu? Sılasına gelmeğe yemin mi ettin yoksa?


Ötme bülbül - Sıvas-Banaz yöresi

Pir Sultan Abdal, Alevi toplumunun bagrından cikan en büyük halk ozanlarindan biridirYasami boyunca haksizliklara karsi mücadele etmis, hatta asilacagini bile bile bu tutumundan vazgecmemistir Siirleri ve direnisci tutumuyla nice kusaklara örnek olmustur Pir Sultan’in siirleri ve deyisleri hala dilden dile ve agizdan agiza dolasiyor Bu büyük insanin hayatina bakmakta yarar var

Pir Sultan Abdal’in 1510/14 -1589/90 yillar arasinda yasadigi tahmin ediliyor Öz adi Haydar olmasina karsi siirlerinde Pir Sultan mahlasini kullanir Kendisi Sivas’in Yildizeli ilcesinin Circir bucagina bagli Banaz köyünde dünyaya gelmistir Yirmi yasina bastiginda Seyit Ali Sultan Dede’nin dergahina baglanir ve ikrarini verir Tam bes yil gece-gündüz demeyip, o dostluk ve muhabbet kapisina eli erdigince, gücü yettigince katkida bulunur Odun tasir, su getirir, hasat kaldirir, konuklar agirlar, ac doyurur, harama el sürmez ve dergaha bir tek haram lokma getirmez Eline, diline, beline sahip olmak; onun da diger canlar gibi hic aklindan cikarmadigi bir temel ilke olur Haydar, dergaha ve dolasiyla halka hizmeti, Hakk’a hizmet sayar Makamlari adim adim alir ve sonunda „Pir" makamina erisir Pir Sultan Abdal Seyit Ali Sultan Dede’den dedelik hirkasini ve Pirlik nisanini aldiktan sonra canlari tek tek dolasir ve dertlerini dinler O günlerde, Andadolu’da kötülük kol geziyor, zalim esen rüzgar ölüm türküleri söylüyordu

Rüsvetci kadilar, yobaz müftüler, zalim pasalar ve niceleri halkin alin terine bakmadan insanlarin hayatini ceheneme dönüstürüyorlardi Özellikle Alevi toplumunu kafirlikle, imansizlikla ve zindiklikla sucluyorlardi gerek Selcuklu, gerekse Osmanli döneminde irili ufakli pek cok ayaklanma girisimi olmus, fakat hepsi basarisizlikla sonuclanmistiPir Sultan Abdal, zalimlere, ezenlere karsi siirlerini bir silah olarak kullandi, ömrünün sonuna dek türkülerini hem de yüksek sesle söylemekten kacinmadi Anadolu Alevilerinin zulme karsi baskaldirmalarina önderlik eden Pir Sultan, Hizir Pasa tarafindan asilmistir Yine söylentilere göre Pir Sultan Abdal’in Seyyid Ali, Pir Muhammed ve Er Gayib adli üc oglu ile Sinem adli bir de kizi vardi


Kızılırmak Türküsü - Sivas yöresi

Orta Anadolu köylerinden birinden ötekine gelin götürülürken Kızılırmak'tan geçen gelin alayı köprünün yıkılması üzerine suya dökülmüş, bu arada gelin de kaybolmuştur Bu çok acıklı olay toplumu öyle etkilemiş ki dalga dalga bütün yurda yayılmıştır

Bu ağıt o acı ile yakılmıştır Sözü de, ezgisi de gerçekten güzeldir

Ben o zamanlar yedi yaşındaydım Daha kente göçmemiştik Köyde yaşıyorduk Köyümüzün yaşlı bir çobanı vardı İyi bir insandı Çobanın yakışıklı, aslan gibi bir de oğlu vardı, adı Ibrahim'di O da babası gibi sevilirdi köyde İbrahim, günlerden bir gün babasıyla birlikte sürüyü otlatmaya götürmüş Akşam köye dönerken komşu köyün beyi Ismail Ağa'nın kızıyla karşılaşmış Kız, arkadaşlarıyla birlikte kuşburnu toplamaktan dönüyormuş İbrahim kızı görünce aklı başından gitmiş, aşık olmuş
İbrahim'in İsmail Ağa'nın kızına aşık olduğunu köyde herkes duydu Ama kızın babası kızını bir çobanın oğluna vermek istemedi Fakat bütün köylü İbrahim'den yana çıktı Kızın babasına yalvardılar "Çoban olmak bir suç mu? İbrahim mert, dürüst bir çocuk Ver kızını," dediler

Sonunda İsmail Ağa yalvarmalara dayanamadı, razı oldu Buna bütün köy sevindi Düğün günü kararlaştırıldı Herkes gücünün yettiğince bir yardımda bulundu Büyük bir tören düzenlendi Kazan kazan düğün yemekleri pişirildi Çevre köyler düğüne çağrıldı Kısacası o güne kadar köyümüzde benzeri daha görülmemiş bir düğün başladı Gelin almaya gidileceği gün hava günlük güneşlikti Düğün alayı büyük bir çoşkuyla yola çıktı Davullar, zurnalar çalıyor, herkes, sevinç içinde halay çekiyor, oyunlar oyunuyordu

Gelinin köyü ile bizim köy arasında üç saatlik bir yol vardı İki köyün sınırını da bir köprü bağlardı Kızılırmak geçerdi köprünün altından

Öğlene doğru hava birden bozdu Bütün gece yağmur yağdı Sabahleyin de kesildi Ben köyde kalmıştım Şimdiki gibi aklımda, gelin alayının dönüşünü bekliyorduk Fakat gelin alayı çok gecikti Köydekileri de bir meraktır aldı Haberciler çıkacaktı ki bir atlı geldi Köprünün yıkıldığını, gelinin ve gelin alayından birçok atlının suya gittiğini haber verdi Bütün köy yasa büründü Kızılırmak için onu lanetleyen türküler yakıldı


türkülerimizin özellikleri ve nedenleri

Bilindiği üzere ezgilerimiz ve türkülerimiz yakıldıkları yerin ve ortamın kimi özelliklerini taşırlar Bu özellikler şu etkilerden doğmuş olabilir:

a- Eğitim ve Ruhsal Etki : Her yöre insanı sözünü aynı açıklıkla veya çekinme duymadan söyleyemez Örneğin; Doğu Karadeniz'deki

Boynundaki altının
Ben verdim parasını

dizelerinde görülen başa kakmayı Urfa türkülerinde göremeyiz Gene Karadeniz bölgesinin

Ha bu köyün içinin
Acayip bekarı var

sözlerini Diyarbakır'da bulamayız Bağnazlığın az olduğu Doğu Karadeniz halkı sözünü sakınmadan söyler Bu demek değildir ki öbür bölgelerimizde bağnazlık çoktur Kesinlikle bu ithama yönelmiyoruz Buna gerçekler engeldir Ancak kimi dinsel etkiler, kimi medrese eğitimleri o bölgelerimiz halkının açık açık kimi konuşmalarını sakıncalı saymıştır Tarihsel gelişim içerisinde o yörelerdeki dinsel olayların çokluğu bunun kanıtıdır

İşte Doğu Karadeniz'in ikliminden dolayı çok çabuk harekete geçen halkı, bunu öylesine kimliğini sindirmiştir ki aklına geleni hemen, ama hemen sormadan edemez Bu soruşta bir içtenliğin, bir gerçeği aramanın görüntüsü vardır Bir kabalığın yerine duru, temiz bir yüreğin soruşu vardır Yoksa bir sanatçının durup dururken sevdiğine,

Seni bana metettiler,
Aslı var mıdır?

diye saf saf sormasını hangi incelikle bağdaştırabiliriz? Bu sözler, her yerde aynı uyak, aynı hece ile de söylenmiyor Karadeniz'de çok görülen yedi, ya da sekiz heceliler ve ''x a x a'' uyaklı dizilişliler öbür bölgelerimizde yok denecek kadar azdır

b- Ekonomik Etkiler: Yaylaya çıkış havaları çok az örnekler dışında Erzurum'da, Kars'ta yoktur Kendileri yayladır çünkü Oralarda yaylaya çıkılmaz Durum böyle olunca Erzurum 'da gördüğümüz,

Yaz gelende çıkam yayla başma,
Kurban olam toprağına taşma,
Zalim felek ağu kattı aşıma,

türküsüne dikkatle yanaşmamız gerekecektir Adana, Mersin yörelerinde görülen,

Yayla yollarında göç katar katar,
Eşinden ayrılmış bir palaz öter

türküsü ile Erzurum'un türküsünü bir terazinin eşit kefelerine koyamıyoruz Mersin, Adana bölgesinde görülen türkü bir yaşam zorlamasının, bir iklim gereğinin sonucudur Erzurum'daki ise bir romantik isteğin dile gelmesidir Bunun gibi Kars yöremizde duyduğumuz,

Suda balık yan gider,
Açma yaram kan gider

türküsü ile Kırşehir yöremizde duyduğumuz,

Suda balık oynuyor,
Kanım sana kaynıyor

türküsündeki ''balık''ların balıkçılıkla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur Sadece ikinci dizelere, yani, ''Açma yaram kan gider'' ve ''Kanım sana kaynıyor'' dizelerine bir uyak anahtarıdır Oysaki Karadeniz bölgesindeki Rize-Ordu arası balıkçılık türküleri tümü ile bu iş kolunun etkisi ile yaratılmıştır Düşünmek gerekir ki, Marmara, Ege ve Akdeniz bölgemizde de balıkçılık var Oralarda niçin balıkçılık türküleri yok? Yanıt kolaydır; Oralarda balıkçılık üçüncü, dördüncü sınıf iş alanlarıdır Bu nedenle halkın geçimine asıl etki eden iş alanlarının türküleri, balıkçılık türkülerinin doğmasına izin vermez

Türkülerimizi yapan etmenlerden en etkini kuşkusuz gurbettir Özellikle Doğu Anadolu halkının geçimini sağlamak için bahar başlarında erkeğini gurbete göndermesi hem gerçektir, hem acıdır Erkek, bir yaz başlangıcında çıkıp gider Arkada kalanların yolları, beklemekten ve gözlemekten başka yapacakları yoktur Bu arkadakiler, analardır, eşlerdir çocuklardır Hepsinin umudu ayrı ayrıdır Mektup beklerler, para beklerler, erkeğin dönmesini beklerler Mektup gelir ama umulan iyi haberler yokturYa da mektup yerine konu komşunun dedikoduları gelir Para az gelir Yıllar geçer erkek dönmez özetle kötü haberler bu gurbet olayında her zaman iyi haberlerin üstündedir Ne yapar halkımız Ananın dilinden, yarin dilinden türkülerini yapar Eski ezgilerin üzerine yeni dörtlükler koyar ve esen yelle, uçan kuşla gurbete iletir Şöyle ki,

"Eğin kadın ve erkeğinin başta gurbet olmak üzere türlü nedenlerden duygulanarak söyledikleri uzun hava ezgisine Eğin ağzı denir Beş ve dört dizeli olan bu kıtaların üçüncü dizelerinin çoğunlukla -Ela gözlerini sevdiğim ağam,- olarak söylenmesindendir ki elagözlü de denilmektedir''

''Eğin ağzı elagözlü'lere Eğin dışında tek ad verildiği halde merkez kasaba ve köylerinde söyleyişlerindeki ezgi ayrılığı nedeni ile Apcağa ağzı, Sandık ağzı, Tığman ağzı, Venk ağzı diye özel adlar da verilmektedir''

''Hangi ağızla söylenirse söylensin bu ağızlar geleneksel olarak bu ağızlarda iki elagözlü bir maya usulünden sapmama vardır''

''Fırat suyunun dünya kurulalı beri Munzur dağlarının binlerce metre yükseklikteki bu yöresini aşındıra aşındıra kale duvarlarına benzeyen Navril boğazı ile Gemirgap taşı boğazlarının kaç milyonlarca sene Fırat suyunun emeği olmasını ninelerimiz Hz Hızır Aleyhisselam'ın bu boğazları kılıcı ile yararak yaptığı inancında idiler Ne var ki bu yarma olayı Fırat suyunda bir kin oluşturmuş ve bu nedenle Fırat ka'lubeladan beri Eğine ve çevresine bir damla su bile vermemiştir''

''Eğinlinin gurbet merkezi İstanbul'dur İstanbul'un fethi sonunda Sultan Fatih 'in isteği ile İstanbul'u ikinci vatan yapan Eğinliler büyük şehrin gerekli bazı yiyecek maddelerini tekellerine alarak her iki vatanlarında da iyi yaşantıyı sağlamışlardır Ancak buharlı gemilerin icadından önce İstanbul'a aile getirmek padişahın fermanına bağlı olduğundan Eğin kadınları memleketlerinde kalırlar ancak erkekler İstanbul'da olurlardı Bu gitmeye pek de gönüllü başlamayan delikanlı eşinden ayrılırken derdini elagözlü ve maya söyleyerek giderirdi,

Gider oldum tedarikim görüldü,
Gitme diye yar boynuma sarıldı
Bilmem neylemiştim hain feleğe,
Niye beni nazlı yardan ayırdı?

''Yolcular, Eğin'den ayrılırken kurban kesilirdi Bu adak ilerideki olacak tüm kötülükleri gidermek amacına yönelikti;

Çekin kıratımı nalbant nallasın,
Kesin kurbanımı kanı damlasın,
Bir yiğit ki muradını almazsa
Mendil alsın ölenedek ağlasın

''İstanbul'a gidilmek için genellikle Fırat üzerindeki köprüden geçilmek zorunluluğu vardır Ayrılık hayli hazin geçmiştir Köprüyü geçince uzayan yokuşun ortasında Sultan Çeşmesi vardır Bu çeşmeye ulaşan gurbetçi dönüp Eğin'e bir daha bakacaktır;

Eğin köprüsünü geçtim o yana,
Nazlı yarim damdan bakıyor bana
Taramış zülfünü dökmüş gerdana,
Can gerek ki bu sevdaya dayana

Gelin de elbette giden erinin Sultan Çeşmesinden kendisi için dediklerini duyar gibi olup karşılık verecektir;

Gediğe varmadan Sultan Çeşmesi,
Nazlı yarmış evimizin neş'esi
Ela gözlerini sevdiğim ağam,
Çok zor oldu senden ayrı düşmesi

Gelin, bu itirafla kalmayıp eşini götüren katırcıya da onu rahat ettirmesi için yalvaracaktır;

Yine mi gurbete canımın içi,
Dar mı geldi sana Eğin 'in içi?
Sana yalvarıram ağa katırcı,
Hoş götür ağamı, olursun hacı''

"Aylar geçecektir Haberler ke****** Meraklar çoktur, kuşkular çoktur;

Akşam olur, güneş gider ay gelir,
Ben ağlarım gözlerimden kan gelir
Herkesin ağası evli evinde
Benim ağam hangi handa yan gelir?''

''Eğin kadınlarına göre ağalarının bu gidişleri nin nedeni hain katırcılardır;

Katırcı katırın kala miriye,
Götürme ağamı döndür geriye
Kalem kaşlarına ela gözüne,
Vermişim gönlümü almam geriye''

''Bu kadınlardan birinin Sultan Aziz'e başvuracak kadar acıyı içinde duyduğu da olmuştur;

Bir mektup gönderdim Sultan Aziz'e,
Okuttursun camilerde vaize,
Ya İstanbul için ferman yollasın,
Yahut da ağamı göndersin bize ''

Yukarıda çok az bir bölümünü yansıttığımız bu gurbet türküleri salt Eğin'de görülmüyor Hele hele ekonomik koşulların dağlık araziler nedeni ile çok güç olduğu yerlerde, Doğu Anadolu 'da, Toroslar da, Karadeniz'de bu gurbete gidişin ve geride bırakılan sıkıntıların bütün çıplaklığı türkülerinde belli olmak tadır

Ekonomik koşullar derken akla yalnız gurbet gelmemelidir Halkımızın yüzyıllardan beri belirli bir gelir olan aylık alanları, yöresel çiftçilikle uğraşanlara yeğlemesi de bu tür bir ekonomik zorlamadır;

Ben varmam inekliye,
Yoğurdu sinekliye
Mevlam nasip eylesin
Omuzu tüfekliye

c- Tarihsel Etkiler: Bu etkiler, siyasi tarih kadar dinsel tarihle de ilgilidir Örneğin; Erzincan 'da Alevi kesimin sevilen türkülerine Sünni kesim aynı içtenlikle yanaşmayabilir Ya da Kars'ta Azeriler arasında var olan Köroğlu havalarına Terekeme'ler sahip çıkmayabilir Torosların Kozanoğlu'suna Ordu'da, Ordu'nun Hekimoğlu'suna Maraş 'ta, Maraş'ın Karayılan'ına Van'da, Van'ın Ali Paşa'sına Burdur'da, Burdur'un Avşar Beyleri'ne Edirne'de vb rastlayamayız Örnekler çoğaltılabilir Seferberlik türkülerinin en acıklı örneklerini elbette ki düşmanın aldığı bölgelerimizde veya oğullarını uzak savaşlarda yitirmiş bölgelerimizde bulacağız Hele hele kırk yıllık Rus boyunduruğu (1877-1918) bu türküleri çoğaltıp duracaktır Bayburt'un,

Bir yanım Ezirgan vermem Bayburd 'u,
Yıkılsın düşmanın verane yurdu
Sağolası anam beni doğurdu,
İşte böyle böyle hal deli gönül,
İster ağla, ister gül deli gönül

Bir yaylığım vardı sırmadan telden,
Bir çift yavrum vardı tomurcuk gülden,
Nasıl ayrılayım bu tatlı elden?
Seneler seneler kötü seneler,
Gide de gelmeye kötü seneler

türküsü bu savaş sırasında giden bir babanın yakarışları değil midir? Bu türküyü hiç düşman görmemiş Nevşehir'de bulamayız Gel gelelim oralarda da bireysel zulümlerin, feodal beylerin baskılarının yansımaları vardır

Halkımızın çok üzüldüğü günlerin ölümsüzleşmesi için çaba göstermesi sonucunda ortaya ''ağıtlar'' çıkar Yukarıda andığımız bireysel zulümleri, feodal baskıların, kan davalarının sonucunda bu ağıtlar oluşur Öyle her yasa kaçağına (kaçak, eşkıya) halkımız hor bakmıyor Tersine en şiirsel ağıtları onlar için yakıyor; ''Bunlardan birincisi Gizzik Duran adına yakılmıştır Bu adam, Çukurova'nın Feke ve Kozan bölgelerinde tanınmış bir eşkıya idi Kurtuluş savaşı başlarında Fransızlara karşı savaşan çetelere katılmıştı Fransızlar çekilip gittikten sonra, Gizzik Duran yeniden eşkıyalığa döndü Evlerini basıp yağmaladığı düşmanlarının adamları onu pusuya düşürerek öldürdüler Gizzik Duran'a yakılan ağıtın bendi karısının ağzındandır:

Al-at nenni, Dor'-at nenni!
Döşünün arası enni
''Bana kurşun geçmez '' derdin
Niçin geldin ala kannı?

Bu ağıtlar toplumumuzun halk tarihine ışık tutabilir Halkımız ilk görünüşte öldürülen herkesin yanındadır Kim olursa olsun ''iyi oldu ki öldürüldü'' diye düşünemiyor Sultan Aziz öldürülmüşse halk ilk anda onun yanındadır Mithat Paşa'nın kendisine özgürlük verilmesi için çırpınmasının farkında bile değildir,

Kılıcımı vurdum taşa,
Taş yarıldı baştan başa
Vezir olmuş Mithat Paşa,
Uyan Sultan Aziz uyan,
Gör ne hal olmuştur cihan

Kapılarda siyah perde,
Sen uğrattın beni derde
Ciğer parem nerelerde?
Uyan Sultan Aziz uyan,
Gör ne hal olmuşlar cihan

Ama aynı halk daha sonra belki de Taif'te boğdurulan özgürlük yiğiti Mithat Paşa'ya da ağıt yakacaktır Yerel halk tarihleri, yörelerdeki kahramanların genel (efe, dadaş, uşak, ağa vb) ve özel adlarıyla bu türkülerden saptanabilir Türkülerin göç yolları bu taşıyıcı meçhul sanatçının yoluna göre değişiyor Bir bakıyoruz ki Bolu Mudurnu'da görülen bir bezek,

Şu askerlik şimdi de büktü belimi,

biçiminde karşımıza çıkıyor Aynı bezek Azerbaycan'da,

Bu gurbettik indi gırdı belimi

oluyor Diyarbakır' da,

Vay bu Fırat şimdi kırdı belimi

diye boy gösteriyor Bu bezeklerin sayısı örneklerimizin çok çok üstünde Kesin olarak da ''bezeği bir meçhul sanatçı taşımıştır'' demiyoruz Halkımızın kalıplaşmış deyimleri (bel bükmek gibi) benzer olaylar karşısında ortaya çıkarmasından da doğmuş olabiliyorlar Bu kalıplaşmış deyimler kimi zaman bir türkünün bir dizesini çeşitli yörelerde oluşturuyor, söz gelimi, Aşık Ali İzzet 'ten derlenen,

Yürü bre Çiçek Dağı,

türküsündeki bu dizeyi Avşarlarda,

Yürü bre sarı çiçek,

Pir Sultan Abdal'da,

Yürü bre Hızır Paşa, vb

biçimlerine girmiş olarak görüyoruz Kimi zaman bu dizeler artacak, belki dörtlükler biçimine bile girecektir Halk tarihine ışık tutması kesin olacak olan bu türkülerin süresi geçmeden ele alınması ve araştırılması gerekmektedir Belki bir kısım yöresel önderleri biliyoruz ama bilemediklerimizi ne yapacağız Bir örnek vermek gerekirse,

Ilgıt ılgıt esen seher yelleri,
Yazıcı'ya bildir halimiz durna
Biz de yer eyledik çamlı belleri,
Daim dörtbudaktır dalımız durnu

samah türküsündeki Yazıcı kimdir Halkın turnalarla kendisine selam göndermesinden belli ki olumlu bir kişi İşte örnekleri sayısız olan bu kişilerin araştırılıp halk tarihinde yerlerine oturtulması kuşku yok ki doğru bir davranış olacaktır

d- Uslu Yöre Sanatçılarının Etkisi: Kimi bölgelerimizde yetişen bir kısmı bilinen, bir kısmı yitip gitmiş sanatçılar vardır Bunlar, yeteneklerinin, zekalarının ve ustalıklarının sonucu o yöre insanının güzel sanat önderi olurlar Türk halkını tümünün (hangi inançtan olursa olsun) gerçek sanatçıya verdiği önem, gösterdiği saygı bu anda hemen ortaya çıkar O, usta sanatçıların etkisine girer Diyelim ki Yozgat-Akdağmadeni yöresinde filizlenmiş bir sanatçı ''Sürmelim'' türküsünü yapmıştır Çok üstün bir sunuşla da o yörede türküsünü sevdirmiştir İkinci bir ''Sürmelim'' türküsünün ortaya çıkması pek uzun sürmez Bir başka sanatçı da o ustanın izinden gidecek ''Sürmeli''ler çoğalacaktır Bursu Güvendeler'i, Cezayir'leri, Afyon Ümmü'leri, Batı Torosların Avşar Beyler'i Zotlatmalar'ı hep böyle doğacaktır

Bir zamanlar, Cumhuriyetten önce yörelerdeki beyler yanlarında bu sanatçıları barındırırlardı Eski Türk geleneklerinin etkisi ile bu beylere Alişan Bey denirdi Bu beyler nereye gitseler o sanatçıları da yanlarında gezdirirlerdi Bey konaklarının şiirimize ve müziğimize yaptığı katkılar kesinlikle yadsınamaz Bunlar doğaldır ki olumlu ve olumsuz diye sınıflanabilir Bu sonuçta beyin müzik ve şiir anlayışının rolü büyüktür Bey şiire ve müziğe ilgi duyuyorsa başka yerlerde de söylediğimiz gibi konağı uzun kış gecelerinde, Ramazan gecelerinde bu tür şölenlerle bezeniyor Acaba Bolulu Dertli'nin (M 1772-1845) üzerinde koruyucusu Alişan Bey'in hiç mi etkinliği olmadı Karslı Tüccari (ölm M 1830 ? ) ağası Abo Ağa olmasaydı Eşref Bey destanını yazabilir miydi? Çukurova beylerinin, Murat kıyısı beylerinin bu din kaygısından uzak şiir ve müzik üzerindeki olumlu çabalarını nasıl görmezlikten geliriz?

Bu savlarımızın tersi de var Diyelim ki Nakşibendi tarikatına girmiş bir beyin konağında saza ve raksa olanak tanınamaz Çünkü bu tarikatın kimi yerlerdeki uygulanmasında saz ve şiir yasaktır

Türküler bu biçimde kullanıldıkları ve yakıldıkları ortama göre de nitelik kazanıyorlar Ebetteki ağa konağında sergilemek için türküsünü yapan sanatçı konusunu çobanlardan seçmeyecektir Belki gülden veya bülbülden seçecektir Bu bülbül bir kıyaslamaya araç olsun diye de seçilebilir ,

Ne çemen, ne saye-i gül,
Ne buhur, ne buy-i sümbül
Bunu vasfın etme bülbül,
Ben esir kakül-i yare,
Can kurban o şivekare

Bu türküde görüldüğü gibi halk dilinden olmayan saye, buy, şivekar gibi yabancı sözcükler ve tamlamalar var Ezgi ise on ses aralığı ile yapılmış Bu türkü incelemeye alınırsa şu sonuçları bulabiliriz;

1- Türkünün sözleri öğrenimli birisinden çıkmış Bu kişi, gül ve bülbül motifini bilen, Arap ve Fars dillerine yakın birisidir

2- Yapımcı Türk sanat müziğini bilmektedir Halk müziğine bu etki ile yaklaşmıştır

Bunun gibi sayısız örnekler verebiliriz Şimdi gül bülbül var diye bu türküyü doğa türküsü sayabilir miyiz? Bunun gibi ''Koyun gelir yata yata'' türküsünü de ağa konağı türküsü sayamayız Bildiğimiz gibi halk şiirimizde medrese ve tekke etkisinde kalaı1 ufak çapta şiirler de görülmektedir Buna benzer durum halk müziğimizde de vardır Bugün adını saygı ile andığımız Dertli'nin,

Ok gibi hüblar beni yaydan yabana attılar,
Bilmediler kadrimi ehven bahaya sattılar

dizeleriyle başlayan Muhayyer divanının hem şarkı hem türkü olarak okunmasının nedeni de her iki müziğin ve deyişin özelliklerini taşımasıdır Eğer bir sanat ürünü oluştuğu ortamın kişiliğini taşıyorsa bu başarıdır ürün, o ortamın aynasıdır Düşük sanat ürününü arayışı kıt toplumlar çıkarır

Bir sanatçı yetiştiği ortamın kültürünü yansıtır Bizim tekke kültürümüz bir bakıma yarı kent, yarı kırsal kesim kültürüdür Bu tür yerlerin sanatçıları bu nedenlerle iki kesimin ortasında ürünler verirler Söz gelimi; çok güzel bağlama çalan Dertli, bu saz eşliğinde yabancı sözcük ve tamlamalarla, kimi zaman şarkı gidişiyle, kimi zaman türkü gidişiyle yapıtlar verir Yukarıdaki örnek bu tür ürünlerindendir Bir başka anlatımla tekkelerde yetişip de Kızılbaş o!an Dertli ile köylerde anasından doğduğunda Kızılbaş olan Pir Sultan Abdal, Kerbela olayına eş duygularla yaklaşırlar ama biri,

Kendimi Hüseyn yolundu şöyle kurban eyledim,
Gerden-i mecruhumu kestim kızıl kan eyledim

gibi ağdalı sözlerle acısını anlatırken (Dertli), öbürü konuya daha açık ve yalın yanaşacaktır

Pir Sultan Abdal'ım kollarım bağlı, Yezid'in elinden ciğerim dağlı Muhammed torunu, Ali'nin oğlu, Dedesinden imdat uman Hüseyin

Her ikisinin de Hüseyin'e karşı sevgileri aynıdır Ancak onu dile getirmeleri ayrıdır Bu anlatım, müzikte de böyle olacaktır Birisi salt türkü olup halk ezgisi ile söylenecektir öbüründe ise tekkelerin sanat müziği ağırlığını göreceğiz

İşte sanatçı ile onu yetiştiren ortam arasındaki bu karşılıklı etkileşim en çok bizim alanımızda görülmektedir Toplumun içinde bulunduğu koşullar söylene söylene, yorumlana yorumlana günün birinde en belirgin sözlerle bir anlatıma ulaşıyor Bu sözlerin altında sanatçının imzası vardır Sonradan toplum sahip çıktığı bu deyişlere eklemeler yapıyor, övüyor, yeriyor, alkışlıyor veya eleştiriyor Yerdiklerine yeni yollar gösteriyor Doğruya yöneltiyor Sanatçı ise toplumun duygusunu özetle anlatıyor Öyküler, olaylar yollara düşüp yeni iklimlere ulaşıyor Her gittiği yerde yeni özelliklere kavuşuyor Bir türkü gittiği yer sayısınca dal (varyant, başkantı, solak, çeşitleme) kazanıyor Kimi zamanda o türkü koşutunda yeni türküler oluyor Bir örnek verelim;

Kars Terekemelerinden olup Ruslarla yapılan 93 (1877) savaşına katılan bir Mehrali (Mühür Ali) Beğ var Gönüllüler alayı komutanı olup binbaşı rütbesinde bulunan bu Mehrali Beğ, tam bir yurtsever Neredeyse Köroğlu ile bir tutulan, veya ikinci Köroğlu sayılan bu yiğit, sonradan Sivas' çekilip 40 Hamidiye Süvari Alayını kuruyor Daha sonra da Yemen'e gönderilen bu Mehrali Beğ Arap isyanını bastırırken ölüyor Şimdi Kars halkının yaptığına bakalım Hemen sanatçısı Sadık ortaya çıkıyor Bütün Terekemelerin ortak duygusu olarak Mehrali Beğ ağıtını yakıyor,

Sadık'ın feleğe meydanı kaldı,
Vatanında O'nun hicranı kaldı,

İkinci Köroğlu destanı kaldı,
Söylenir dillerde Merdi Mehrali

Belli ki bu türkü Kars'ta sıkışıp kalmıyor Çok zaman geçmeden Hınıs'ta bir Mehrali Beğ ağıtı duyuluyor ,

Yiğit gitti yeri kaldı,
Kıratın eğeri kaldı,
Sona Hanım geri kaldı
Havar le le Mehrali Beğ,
Yiğit olan böyle olur,
Rahmet ola Mehrali Beğ

Sivas'ta kendisini tanıyanlar da boş durmuyorlar Bir ağıt da oradan duyuluyor,

Yemene de Mehrali Beğ Yemene,
Çadırları kurdu m'ola çimene?

Bir ara da bu döner ayaklan ayrı bir ezgi ile ayrı ana bentlerle Kırşehir' de göreceğiz Şimdi; bu Mehrali Beğ, bir din ulusu değildir ki müritlerinin sözleri ile ilden ile yayılsın Bir Karacaoğlan değildir ki deyişlerinin sırtında dolaşıp dursun O, bir aşiretin beğidir, bir ulusun kahramanıdır Küçük çapta bir Köroğlu destanı ile karşı karşıyayız Belki de yanında taşıdığı meçhul sanatçılar onun öykülerini ölümsüzleştirmişlerdir Mehrali Beğ öyküsüne ilişkin bütün örnekler kendi yörelerinin ezgi ve tavır özelliklerini taşımaktadırlar Kars'ta aşık tavrı ile ''Derbeder'' adıyla, Hınıs'ta 6/8'lik bir ölçü ile ve Hüseyni dizisi ile, Sivas'ta gene Hüseyni ile uzun hava olarak, Orta Anadolu' da ise 4/4'lük ağır bir ölçü ile okunmaktadır



Molla Ahmed'in Türküsü
--------------------------------------------------------------------------------

MOLLA AHMED

Anne beni kırk pınarda kestiler,
Cepken'imi saz dalına astılar
Anam babam benden umut kestiler
Dalgın uykulardan uyan Ahmed'im

Yağlı kamalara dayan Ahmed'im
Yakuboğlu kamaları yağlıyor,
Neslihan kız siyim siyim ağlıyor,
Katil Macar kollarımı bağlıyor

Kuş gibi meydanlarda dönen Ahmed'im
Neslihan yoluma ölen Ahmed'im
Bir incecik yol gidiyor Bazlar'a,
Ilgıt ılgıt kanım aktı sazlara,

Selam söylen anam ile kızlara
Dalgın uykulardan uyanamadım,
Yağlı kamalara dayanamadım
Biçildi mi Seydi köy'ün çayırı,

Kadir MEVLA'm canı candan ayırı,
Hiç kalmamış Neslihan'ın hayırı
Koç gibi meydanlarda dönen Ahmed'im
Dostlar düşman imiş ben bilemedim
Aslen Babadağ'lıdır Genç, yiğit, yakışıklı bir delikanlıdır Serde erkeklik var ya!ailesine küser tutar gurbetin yolunu Gelir Şuhut ilçesine Güçlülüğü ve cesaretinden ötürü delikanlılar arasında kendini hemen sevdirir Efeler alayının başı olurSesinin güzelliğinden dolayıda müezzinlik yapar ara sıraBu yüzdende kendisine Molla lakap'ını takarlar Molla Ahmet aynı zamanda kasabada kahvecidir Kasabanın zenginlerinden birinin kızı bu özellikleri bulunan Molla Ahmed'e tutulur Molla Ahmed'de bu kızı sever

Anadolu'da böyle zengin ve güzel kızların gönlüne girmek için delikanlılar arasında rekabet bir görenektir "Macar" lakaplı namert de kıza tutkundur Arkadaşlarıyla birlikte Molla Ahmet'i bir kır alemine davet ederler Mola Ahmet iyi yüreklidir, arkadaş'larının namert çıkacaklarına hiç ihtimal vermez Kısa bir eğlenceden sonra ansızın Ahmet'i kıskıvrak bağlarlar Hiç acımasız elini, kolunu , bacağını parça parça edip sazlığın oraya bırakır uzaklaşırlar

Yakın köylerin köpekleri ağızlarında et parçalarıyla dolaştıklarında köylüler Molla Ahmet'i çoraplarından tanırlar Suçlular yakalanır adalete teslim edilirler Olay halk içinde nefretle anılır Olay, türküde bütün inceliğiyle dile getirilmiştir


Ankara'da Yedim Taze Meyvayı
--------------------------------------------------------------------------------

Ankara'da Yedik Taze Meyvayı
Boşa Çiğnemişim Yalan Dünyayı
Keskin'den De Sildirmeyin Künyeyi
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Anamdan Başkası Yalan Ağlasın

Ankara'yla Şu Keskin'in Arası
Arasına Kara Duman Durası
Çok Doktorlar Gezdim Yokmuş Çaresi
Söyleyin Anneme Annem Ağlasın
Babamın Oğlu Var Beni Neylesin

Trene Bindim De Tren Salladı
Zalim Doktor Ciğerimi Elledi
İy- olursun Dedi Geri Yolladı
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Anamdan Başkası Yalan Ağlasın

Benzim İçtim Ciğerlerim Tutuşur
Ağlama Hatice, Sefer Yetişir
Söyleyin Anneme Çalsın Nennimi
Kim Alırsa Alsın Nazlı Gelini

Binmiş Taksiye De Sefer Geliyor
Annesinin Ciğerini Deliyor
Gelin Hatice'yi Eller Alıyor
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Gelin Hatice'yi Kimler Eylesin

Mezarımı Derin Kazın Dar Olsun
Edirafı Lale Sümbül Bağ Olsun
Ben Ölüyom Ahbaplarım Sağ Olsun
Söylen Kardaşıma Çalsın Sazımı
Kadir Mevlam Böyle Yazmış Yazımı
Anakara'nın keskin ilçesinin cin ali köyünde 1924 yılında Sefer adında bir erkek çocuk doğar İlkokulu köyünde okuyan Sefer 15 yaşından sonra ailesinin tüm rençberlik işlerine yardım eder yürütür Güçlüdür kuvvetlidir Sefer Köyde herkes tarafından sevilir 20 yaşına gelince de Seyfli köyünden Hatice yi istetir Söz kesilir düğün olur evlenirler

Aradan üç ay geçince Sefer ince hastalık denilen vereme tutulur Doktorlar bir çare bulamazlar Taa Ankara lara götürülür ve 20 Haziran 1944 te garip Sefer ölür Yukarıdaki türkü Sefer için yakılmıştır



__________________





Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Türkülerimizin Öyküleri

Eski 04-01-2009   #2
aksel
Varsayılan

Cevap : Türkülerimizin Öyküleri



gusel oykulerde uzun yaa :)
__________________
Hayat mücadeleden ibarettir
Bundan dolayı hayatta
yalnız iki şey vardır;
galip olmak, mağlup olmamak


MKemak Atatürk
Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Türkülerimizin Öyküleri

Eski 04-01-2009   #3
yesimciwciw
Varsayılan

Cevap : Türkülerimizin Öyküleri



Alıntı:
aksel tafarından gönderildi Mesajı Görüntüle
gusel oykulerde uzun yaa :)

:)Olabilir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Türkülerimizin Öyküleri

Eski 04-01-2009   #4
aksel
Varsayılan

Cevap : Türkülerimizin Öyküleri



emegıne saglık arkadasım :)
Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.