Ergenekon
|
Suikastlar Tarihi
Martin Luther King Suikastı
1929 Yılında Atlanta'da doğan Martin Luther King'in öbür Amerikan zenci önderleri arasında özel bir yeri vardı Amerikan zencilerini uygarca bir yaşayış düzeyine kavuşturmak ve ırk ayırımına son vermek için, şiddet yöntemlerine başvurmaktan kaçınıyordu Onu en çok etkileyenlerden biri Gandi'ydi Martin Luther King de, Gandi gibi, şiddete kaçmayan direnme yöntemiyle başarıya ulaşacağına inanıyordu Gandi, tek kurşun sıkmadan koca İngiltere’yi dize getirip, ülkesini bağımsızlığa kavuşturmamış mıydı? Amerikan zencileri de aynı yoldan eşitliğe kavuşabilirler, ikinci sınıf yurttaş olmaktan kurtulabilirlerdi
Martin Luther King, öldürüldüğü güne kadar, bu inancına bağlı olarak, birçok eylemler düzenledi, başarılar kazandı ve bu insancıl, barışsever tutumu nedeniyle 1964 yılında Nobel Barış Ödülünü aldı
Ne var ki, şiddetten yana olmayan, sorunların kan dökülmeden çözümlenmesini öneren Martin Luther King, kendisi gibi düşünmeyen bir beyaz Amerikalının kurşununa hedef olarak can verdi 
1968 yılında, Memphis şehrindeki temizlik işçileri greve başlamışlardı Şehirde yaşayanların yüzde kırkı zenciydi ve temizlik işi gibi "aşağılık" bir meslekte çalışanların yüzde doksan beşi de kara renkli kişilerdi Grevciler, Martin Luther King'i yardımlarına çağırmışlar, o da seve seve ırktaşlarının yanına koşmuş, gösteriler ve yürüyüşler düzenlemeye başlamıştı
Grevin ve gösterilerin sürüp gittiği sırada, 4 Nisan 1968 perşembe günü, Memphis'e sivri burunlu, uzun boylu yabancı bir beyaz geldi Öğleden sonra saat 15,30'da Bayan Bessie Brewer'in pansiyonuna giren bu adam, adının John Willard olduğunu söyleyerek bir haftalık kira karşılığı sekiz buçuk doları peşin olarak ödedi Daha sonra Bayan Bessie Brewer, yüzüne pek dikkatle bakmadığı bu adam için şöyle diyecekti
"Yüzüne pek iyi bakmadım, fakat bir tek şeyi hatırlıyorum; pek aptalca bir gülümseyişi vardı  "
Pansiyon defterine adını John Willard olarak yazdıran adam, 5 numaralı odaya çıktı Buradan, Martin Luther King'in kaldığı Lormine Moteli olduğu gibi görülüyordu, özellikle motelin 306 numaralı odasına girip çıkanları  Bu, Martin Luther King'in odasıydı
Grev 12 Şubatta başlamıştı 1300 temizlik işçisi, sendikalarının belediyece tanınmasını ve ücretlerinin saat başına 60 sentlik bir zam görmesini istiyordu Görevine 1 Ocakta başlamış olan Belediye Başkanı Henry Loeb'se, bu istekleri kabul etmemekte direniyordu Loeb, temizlik işçilerinin istekleri yerine getirilirse, geri kalan belediye memurlarının da greve gideceğinden korkuyordu İtfaiyeciler, polisler ve hastane görevlileri de daha fazla para isteyecek olursa, Belediye ya ücretleri yükseltecek ya da hizmetlerin aksamasını göze alacaktı
Grev giderek bir ırk çatışmasına dönüşmüştü Zenci temizlik işçileri, belediyenin grev karşısındaki uzlaşmaz tutumunu ırk ayırımının yeni bir belirtisi sayıyorlardı Memphis'te zencilerin iş bulmakta güçlük çektiklerini, daha düşük ücretlerle çalıştıklarını, gerektiğinde işten ilk çıkarılanların yine zenciler olduğunu ileri sürüyorlardı
Çöp yığınları büyüdükçe sinirler geriliyor, tedirginlik artıyordu Gece yarısı olaylar çıkıyor, şehrin orta yerindeki dükkânların vitrinleri parçalanıyordu İtfaiyeciler, sahte yangın ihbarlarına koşarken, taşan çöp tenekeleri ateşe veriliyordu Memphis, Mississippi nehrinin, kıyısında, bir dinamit fıçısı gibiydi; her dakika patlayabilirdi
Şehrin din adamlarının çağrısı üzerine, Dr Martin Luther King, grevcilerin bir toplantısında konuşmak üzere Memphis'e geldi Medeni Haklar savunucularının en ünlüsü olan bu Güneyli rahip kendini, A B D 'de yaşayan talihsiz, yoksul insanları daha iyi bir hayata kavuşturmaya adamıştı Dr King, Memphis'te 12 bin zenciye seslendiği konuşmasında, grevcilerden cesaretlerini kaybetmemelerini istedi "Fedakârlık yapmadan hiç bir şey elde edilemez," diyordu bu konuşmasında
Bütün şehri kapsayacak bir günlük bir iş boykotu yapılmasını önerdi Aynı zamanda Güneyli Hıristiyan Önderler Birliğinin "S C L C " para yardımında bulunacağı hususunda söz vererek, iş boykotunun yapılacağı gün, göstericilerin başında bulunmak üzere Memphis'e döneceğini de sözlerine ekledi
Grevciler, bu yeni destekten cesaret bulmuşlardı Zenci dinleyiciler en çok gene rahibin şu sözleriyle coşmuşlardı:
"Boykotun sonucu, sesinizin artık duyulması olacak, Memphis'te o gün hayat duracaktır "
Konuşmanın yapıldığı alan, "evet" ve "âmin" sesleriyle çınlıyordu
28 Mart günü, Dr King, Beale sokağındaki gösteride 6 bin kişinin başında yürüdü Yürüyüş sakin başlamıştı Göstericiler Dr King'in ardı sıra sessiz ve ağır başlı bir biçimde yürüyorlardı Birden, yaşları 13-20 arasında değişen 150 kadar zenci genç yürüyüşten koparak, vitrinleri kırmaya, dükkânları yağmalamaya, ateşe vermeye, polislere saldırmaya başladılar Göz açıp kapayana kadar olaylar çığırından çıkmıştı
Yardımcıları, Dr King'i bu durum karşısında hemen oradan uzaklaştırdılar Memphis polisi, duruma hâkim olmak için, gaz bombası ve cop kullanmaya başlamıştı Olayların daha da büyümesini önlemek isteyen Tennessee Valisi, eyalet askerlerini ve dört bin ulusal muhafızı Memphis'e yolladı Sabaha kadar 300 zenci tutuklanmış, 60 kişi yaralanmış, bir dükkânı yağmalarken polis tarafından kurşunlanan 16 yaşında bir zenci çocuk da ölmüştü
Dr King başarısızlığa uğradığına inanıyordu: Şiddet aleyhtarı felsefesi Memphisli zenciler tarafından reddedilmişti Bir daha dönmemek üzere şehirden ayrılmayı düşünüyordu Fakat, Güneyli Hıristiyan Önderler Birliğindeki taraftarları, olayları küçük bir grubun çıkardığına onu inandırdıklarından, bir yürüyüş daha düzenlemeye karar verdi:
"Barışçı yollardan protesto, Memphis'te hüküm sandalyesinde oturmaktadır " diyordu
Gerçekten de öyleydi Beyazlar King'i artık toplulukları denetleyememekle suçluyorlardı Zenci ırkçılar da King'in başının dertte oluşuna seviniyorlardı Bunlar, zencilerin eşitliğinin barışçı yollardan sağlanamayacağını kesinlikle ileri sürüyorlardı
Dr King beyaz ve siyah muhaliflerinin yanıldığını ispatlaması gerektiğine inanıyordu Yardımcılarından, yeni bir yürüyüş için hazırlık yapılmasını istedi
İlk yürüyüş sırasında olayları başlatan gençlerin bağlı oldukları çeteyle görüşülerek, çocuklardan yeni yürüyüşte olay çıkarmayacaklarına dair söz alındı King, yeni yürüyüşten önce, bir dizi toplantı düzenlemeye karar verdi 3 Nisanda Mason Street kilisesinde yapılan ilk toplantıda Dr King, iki bin ateşli taraftarına seslendi Değişikliklerin yavaş yavaş getirilmesini isteyenlerin yanında, hemen eyleme geçilmesini isteyen aşırıları da toplantıya çekmesini bilmişti Memphisli bir rahip tek bir vücut haline gelmiş topluluğa bakarak, bir başka din adamına şu sözleri fısıldıyordu:
"Tanrım, King bizi kurtarmak için gönderdiğin önderdir "
King, konuşmasında şöyle diyordu:
"Çağımızda ve günümüzde temel sorun, şiddet ile barışçı yollar arasında bir seçim yapmak değildir, çünkü ya barışçı yolları seçeriz, ya da hep birlikte yok oluruz "
Ertesi gün, yani 4 Nisan 1968 perşembe günü, Dr King ve yardımcıları, o akşam yapılacak ikinci toplantı üzerinde konuştular Onlar görüşmelerini sürdürürken, adını John Willard olarak yazdıran adam, tuttuğu odada birasını yudumluyordu Bir saat kadar odasında kaldıktan sonra, dışarıya çıkıp arabasına gitti Pansiyona, elinde çocukların, spor araç ve gereçlerini koymakta kullandıkları türden mavi el çantasıyla döndü Öbür kolunun altında, uzağa ateş edebilen 30,06 çapında, dürbünlü bir hava tüfeği taşıyordu
"Aptal gülümseyişli adam  " merdivenleri tırmanıp odasına çıktı Saat beşe geliyordu Saat altıya 3 kala, Dr King moteldeki odasının balkonuna çıkmıştı Günün yorgunluğunu çıkarmak için yemekten önce biraz hava almak istiyordu
Motelin karşısında, Bayan Besste Brewer'in pansiyonunda, tüfekli adam banyoya girmiş, kapıyı kilitlemişti Tüfeği pencerenin pervazına dayadı Lorraine Motelinin balkonuyla aralarında yalnız altmış beş metre vardı
Dr King, balkonun yeşil parmaklığına yaslanmış, aşağıda, motelin park yerinde duran şoförü ve arkadaşlarıyla konuşuyordu Yardımcılarından rahip Jesse Jackson, King'i o geceki toplantıda çalacak olan müzisyen Ben Branch'ie tanıştırdı Dr King, müzisyene:
"Aziz Tanrım ilâhisini mutlaka çalın bu akşam, güzel olsun hem  " diyordu
Bessie Brewer'in banyosundaki adam, tüfeği omzuna götürerek dürbünü hedefine göre ayarladı
King doğrulmuş, odasına dönmek üzere geri dönmüştü Pansiyon'daki adam, derin bir nefes aldı Saat altıyı bir geçiyordu
Dr King'in balkonun beton tabanına düştüğünü görmeyenler, bir donanma fişeği patlatıldığını sanmışlardı
Kurşun, Dr King'in ensesini ve çenesini parçalayıp geçmişti Katil, ikinci kurşuna gerek kalmadığını anlayarak silahını bir kutuya koydu Çantasını kaptığı gibi pansiyondan fırladı İçinde tüfek bulunan kutuyu ve çantasını kaldırıma attıktan sonra ortadan kayboldu
King'in yardımcıları ve motelde bulunanlar, hemen ikinci kattaki balkona koştular Yardım gelinceye kadar rahip Jackson, King'in başını dizine koydu Adalet Bakanlığında görevli bir beyaz, odasından kapıp getirdiği bir havluyla yarayı temizlemeye çalışıyordu
Arkadaşlarından Rahip Ralph Abernathy, yaralının kurtarılamayacağını anlamıştı King'in yanında diz çöktüğünde gözleri dolu doluydu Boğuk bir sesle:
"Martin! Martin! " diye inliyordu
Cankurtaran, ölmek üzere olan Dr King'i yakındaki St Joseph's Hastanesinin ilk yardım bölümüne getirdiğinde, saat altıyı on altı geçiyordu
Elli dakika sonra Dr Martin Luther King ölmüştü
Onun ölümü, Amerika'da, büyük şiddet hareketlerinin başlamasına yol açtı Şiddetten yana olan zenci önderi Stokely Carmichael, şöyle haykırıyordu:
"Evlerinize gidin ve silahlarınızı alın! Beyaz adam geldiğinde, amacı sizleri öldürmek olacaktır Sokaklarda, artık hiç bir siyahın kanını görmek istemiyorum Onun için diyorum ki, evinize gidip silahlanın! "
Başkanlığa Demokrat Partiden adaylığını koymak için kampanya açmış bulunan Senatör Robert Kennedy, olayı duyduğunda İndianapolis'teydi Şehrin zenci mahallesine giden Robert Kennedy, şöyle konuştu:
"Size verilecek çok acıklı bir haberim var; Martin Luther King bu akşam öldürüldü Aranızda bulunan siyahlara sesleniyorum: Eğer böyle bir davranışın insafsızlığı karşısında içinizde doğan nefret ve kızgınlıkla bütün beyazları suçlamaya kalkışırsanız, hatırlayın ki ben de aynı tür duygularla doluyum Benim de ağabeyim öldürülmüştü  Hem de bir beyaz tarafından " (Bilindiği gibi, Robert Kennedy de, Martin Luther Kıng’ten tam dört ay sonra, 5 Haziran 1968'de Los Angeles'te Ambassador Hotelde Filistinli bir Arap olan Sirhan tarafından öldürüldü )
Kennedy Suikastı
O suikast yapılmasaydı, 22 Kasım 1963 günü, Dallas halkı için A B D Başkanı Kennedy'nin şehri ziyaret ettiği tarih olarak bir süre hatırlanacak, sonunda unutulup gidecekti Ama öyle olmadı Sonucu bugün bile tartışılan suikast nedeniyle, 22 Kasım 1963 günü, Dallas şehri ve Kennedy adiyle birlikte tarihe geçti
O gün Başkan Kennedy, beş ay önce tasarlanan bir gezi için, yanında kurulla birlikte Teksas'ın Dallas şehrine gelmişti Gezinin amacı, 1960 seçimlerinde karşı parti olan Cumhuriyetçilere oy veren bu şehirde, havayı Demokrat Parti lehine değiştirmekti
Gökyüzü açık ve güneşliydi Saat 11,50 sularında uzun bir araba dizisi, Dallas caddelerinde ilerlemeye başlamıştı Başkan Kennedy, açık bir otomobilin içindeydi Yanında eşi Jagueline Kennedy, önünde Vali Connaly oturuyordu
Otomobil, Houston ve Elm caddelerinin kesiştiği yere vardığında, saatler 12,30'u göstermekteydi Az sonra, bir demiryolu geçidinin altından geçeceklerdi Yolun iki yanında sıralananları selâmlayan Başkan'ın sağında, Teksas Okul Kitapları Deposu görülüyordu Suikastçının bu yapıdan ateş ettiği ileri sürülmeseydi, bu yapının Başkan Kennedy'nin sağında olmasının hiç bir önemi kalmayacak, öteki yapılar gibi, ondan da söz edilmeyecekti
O sırada bir amatör sinemacı, 8 milimetrelik makinesiyle, Başkan Kennedy'nin Dallas sokaklarındaki gezisini filme alıyordu Daha sonraları bu renkli filmin kendisine milyonlarca dolar kazandıracağını düşünmeden düğmeye basıyordu Film birkaç kere eşe dosta gösterildikten sonra bir kıyıya atılacak, belki de bir daha el sürülmeyecekti Filmi çekerken, makinenin vizöründen, Kennedy'nin otomobilinde olağanüstü şeyler olduğunu şaşkınlık içinde gördü O da, kalabalığın çoğunluğu gibi, silah seslerini duymamıştı ama, film makinesinin penceresinden gördükleri gerçekten heyecan vericiydi; Kennedy birden ellerini ensesine götürmüş ve öne doğru eğilmişti Sonradan yapılacak otopside, bu kurşunun Kennedy'nin ensesinden girip omurgasının sağına kadar ilerlediği, kravatının düğümünde bir delik açarak boğazından çıktığı anlaşılmıştı
Bu sırada gürültüyü duyan Vali Connaly de geriye dönmüş, fakat aynı anda yediği bir kurşunla sırtından yaralanarak, yanında bulunan eşinin kucağına yığılmıştı, üçüncü kurşun da hedefini bulmuş, Kennedy'nin başının arkasından girip büyük bir yara açmıştı Şimdi, Başkan da, karısı Jacqueline Kennedy'nin kucağında yarı cansız olarak yatıyordu 
İlk şaşkınlık geçip Başkan Kennedy'nin bir suikasta uğradığı anlaşılınca, F B I ajanlarından Hill, Başkan'ın üstü açık arabasına arkadan atlayarak kendisini kurşunlara siper etmiş, Jacqueline Kennedy'yi de yere yatırmıştı Otomobil bütün hızıyla Parkland Memorial hastanesine kadar böylece gitti Ama artık her şey için çok geçti  
Hastanede, Kennedy'yi kurtarmak için elden gelen bütün çabalar gösterildi Fakat Başkan'ın nabzı duyulmayacak ölçüde az atıyordu Nefes almasını sağlamak için, boğazının yarılıp bir boru yerleştirilmesi de işe yaramadı Saat 13’te kurtarma çabalarına son verilmiş, bir papazın yaptığı son dini görevden sonra A B D Başkanı Kennedy'nin öldüğü resmen açıklanmıştı Vali Connaly ise, aldığı ağır yaraya rağmen kurtulacaktı
Bundan sonra Başkan yardımcısı Johnson, kendisini Washington'a götüren uçakta, Yargıç Bayan Saran Hughes’in önünde ant içerek 36 Cumhurbaşkanı oluyordu Bayan Jacqueline Kennedy de, uçakta yapılan bu ant içme töreninde hazır bulundu Üzerindeki elbisede, kocası John Fitzgerald Kennedy'nin henüz kurumamış kanları, iri lekeler halinde görünüyordu
BÜTÜN bunlar olup biterken, polisin verdiği bilgilere ve daha sonraları hazırlanan rapora göre, Lee Harvey Oswald adlı biri, saat 12,37'de Teksas Okul Kitapları Deposundan çıkmış, Elm sokağındaki duraktan otobüse binmişti, üç ya da dört dakika sonra, suikast yüzünden meydana gelen trafik tıkanıklığı nedeniyle, iki blok ötede otobüsten inmek zorunda kalmıştı
Oswald, bir taksiye atlayarak, şoföre evine pek yakın olan North Barkley'e gideceğini söyledi Saat 13'e doğru, Başkan Kennedy'nin can verdiği dakikalarda evindeydi Evde pek az kalmış, aceleyle yeniden dışarı çıkmıştı
Suikasttan aşağı yukarı 45 dakika sonra Oswald, evinden on mil uzaktaki 10 caddeyle Patton Bulvarının kesiştikleri noktada, devriye polisi Tippit'i dört tabanca kurşunuyla öldürüyordu Daha sonraları düzenlenen rapora göre Tippit bu sırada, telsizle kendisine tarif edilen şüpheli birisini aramaktaydı
Suikast sanığıyla polisi vuranın aynı kişi olduğu akla ilk gelen düşünce oldu Aramalar da bu değerlendirme açısından yapılıyordu İhbar üzerine, polis Tippit'i vuranın, Teksas sinemasına girdiği öğrenilince, yapı kuşatıldı Salonda ışıklar yakılıp Oswald silahıyla birlikte sinemada yakalandığında, saatler 14'ü gösteriyordu
Sanık hakkındaki soruşturma derinleştirilince, bir ara Rusya'ya gittiği ve orada bir Rus kadınıyla evlendiği, komünist eğilimli olduğu ortaya çıkmıştı Aynı gün polis, sanığın evinde karısı Marina'ya Oswald’ın tüfeği olup olmadığını soruyor, olumlu karşılık alınca da, bütün aramalara rağmen tüfeği bulamıyordu
24 Kasım pazar günü Oswald, Dallas Emniyet Müdürlüğünden hapishaneye götürülecekti Sanığın öldürüleceği yolunda polise birçok ihbar yapıldığı halde, Oswald'ı büyük bir tedbirsizlik içinde, meraklılardan ve gazetecilerden oluşan bir kalabalığın arasından geçirdiler Televizyon da bu sahneyi yayınlıyordu Tam bu sırada, gazetecilerin bulunduğu yerden fırlayan bir adam, elindeki tabancayla Oswald'ı yaylım ateşine tuttu Yedi dakika sonra Parkland Hastanesine kaldırılan Oswald da Kennedy gibi kurtarılamayarak ölüyordu
Başkan Kennedy'yi öldürmekten sanık Oswald'ı herkesin gözü önünde vuran Jack Ruby geçmişi oldukça karanlık ve kirli işlere girip çıkmış bir kişiydi Fakat o, Oswald'ı, Başkan Kennedy'ye yapılan suikast kendisini çok etkilediği için öldürdüğünü ileri sürüyordu Yapılan yargılama sonunda da, 14 Mart 1964 yılında ölüme mahkûm edildi
Kennedy'ye yapılan suikastı incelemek ve karanlık noktaları aydınlatmak için kurulan Warren Komisyonu şu sonuçlara varıyordu: Kennedy'yi vuran Lee Harvey Oswald’tı Katil bu cinayeti herhangi bir devlet ya da kuruluş adına işlememiş, kimseden de yardım görmemişti Oswald'ı yetişme biçimi ve yaradılışındaki olumsuz yönler bu suikasta itmişti Raporda, polisin ve güvenliği sağlamakla görevli kişilerin tedbirsizliği sorumsuzca davranışları da eleştirilmekteydi
Warren Raporu, Amerika'da olduğu kadar bütün dünyada da yeterli bulunmamıştı Bu rapor dışında da, Kennedy olayı üzerine eğilenler oldu Özellikle gazeteci Buchanan'ın hazırladığı ve kendi adıyla anılan rapor, bunların arasında en önemlisidir Bu rapor, büyük gürültülere yol açmış, kafalarda zaten var olan kuşkuları daha da arttırmıştır
Akla ilk gelen soru şu oluyordu; Kennedy'yi gerçekten Oswald mı öldürmüştü?
Çünkü bazı kimseler tarafından Başkan'a kurşunların kitap deposundan değil, yeraltı geçidinin üzerindeki demiryolundan sıkıldığı ileri sürülüyordu Kurşunların arkadan atıldığı da kesin değildi Çünkü doktorlar, kurşunların giriş yönünü tespit için hiç bir çaba harcamamışlardı
Dallas Polis Radyosu, suikasttan tam altı dakika sonra, yani 12,36'da Oswald’ın çok ayrıntılı bir tarifini vermişti Oysa, o sırada kimse katilin kim olduğunu bilmiyordu Polis, radyo aracılığıyla bu ayrıntılı tarifi nasıl ve neye dayanarak vermişti? Öte yandan, Oswald’ın bindiği ileri sürülen taksinin şoförü, müşterisinin biniş saati olarak defterine 12 30 yazılı olduğunu söylemişti Oswald’ın suikastın işlendiği 12,30'da hem kitap deposunda hem de takside olması imkânsızdı Fakat şoför, bu kayıtları seferden sonra yazdığını söylediği için, Warren Komisyonu Oswald’ın, 12,30'dan sonra taksiye bindiği kanısına varmıştır
Aradan geçen yıllara rağmen bugün bile gerçek katilin Oswald olduğu kesinlikle söylenememektedir
Warren Raporu’nun, Oswald’ın Başkan Kennedy'yi hiç bir devlet ya da kuruluşun parmağı olmadan, tek başına öldürdüğü yargısı da, bu konuyla ilgili kişilerin arka arkaya öldürülmeleri nedeniyle dayanıksız kalıyordu Dünya kamuoyu da, bu kişilerin eceliyle ölmedikleri kanısındadır Suikastla uzaktan ya da yakından ilgili kişilerin birer birer ölmeleri, Başkan Kennedy'nin ölümünün altında başka nedenlerin yattığı kanısını doğrular niteliktedir
Şimdi, Kennedy'nin suikasta kurban gittiği dakikadan sonra meydana gelen zincirleme ölüm olaylarını inceleyelim;
SUİKAST sanığı olarak Lee Harvey Oswald adında bir genç yakalandı Kendisini daha savunma olanağı bulamadan, bar sahibi Jack Ruby tarafından iki polisin arasında tabancayla vurularak öldürüldü
SUİKAST olayında görgü tanığı durumunda bulunan ve çok şey bildiği sanılan polis memuru J P Tippit, Kennedy'den 45 dakika sonra cadde ortasında öldürüldü Bu cinayet, Oswald’ın sırtına yüklendi
POLİS Tippit'in öldürüldüğünü gören ve katilin kaçtığı arabayı bir süre izleyen Reynold, iki gün sonra dükkânının önünde tabancayla vurularak can verdi Eski araba alım satımıyla uğraşan Reynold, polisi öldüreni gördüğünü, yeniden karşılaşacak olursa tanıyabileceğini komşularına söylemişti Reynold'un katili bulunamadı
REYNOLD'un bir sevgilisi vardı Nancy adındaki bu kadın Jack Ruby'nin barında çalışıyordu Reynold'un kendisine bazı "şeyler" söylediği anlaşılınca, barda olay çıkardığı gerekçesiyle tutuklandı Ertesi gün kapatıldığı hücreden cesedi çıkarılıyordu Polise göre Nancy intihar etmişti Fakat hiç kimse bu "intihar" olayına inanmadı
TANINMIŞ gazetecilerden Jim Koethe, suikast olayını aydınlatmak için çalışmaya girişmişti Cinayetin üzerindeki karanlık perdeyi kaldıracağını ve yılın gazetecisi seçileceğini umuyordu Bazı önemli ipuçları da ele geçirmişti Fakat bir gün evinin banyosunda, boynundan bıçaklanarak öldürüldü Onun da katili bulunamadı 
GAZETECİ Bill Hunter da, Kennedy suikastı konusunda delil topluyordu Kendisini görmeye gelen iki polisten birinin eliyle öldürüldü Verilen bilgiye göre, gazeteciyle şakalaşan polis bir ara tabancasını çekmiş ve elinden yere düşürmüştü Tabanca yerde patlamış ve çıkan kurşun, Bill Hunter'ı öldürmüştü!
OSWALD'ı öldürmesinden bir gece önce Ruby’nin evinde yapılan önemli bir toplantıya Savcı Tom Howard da katılmıştı Jack Ruby'nin iki polis arasında hapishaneye götürülen Oswald'ı vurmasından sonra Savcı Howard, kalp durmasından öldü Otopsi bile yapmadan, savcıyı çabucak gömdüler
OSWALD'ın kaldığı pansiyonun sahibi Bayan Earline Roberts de birden bire kalp durmasından ölüverdi! Pansiyoncu kadın, Kennedy'nin ölümünden az sonra, Oswald'ı otobüse binerken görmüştü Ve bu otobüs, polis memuru Tippit'in bulunduğu yöne doğru gitmemişti Bayan Roberts bu iddiasında direnince ölüm onun da yakasına yapıştı 
BOYACI Hank Killam, Kennedy suikastıyla ilgili bazı şeyler biliyordu Çünkü Killam'ın bir arkadaşı, Oswald'la aynı pansiyonda kalıyor ve karısı Wanda, Jack Ruby'nin yanında çalışıyordu Birçok kişiyle birlikte Killam da polis tarafından sorguya çekilmişti Bilinmeyen bir nedenle Killam, Dallas'tan ayrılmak zorunda kaldı Gittiği Pensacola kentinde, boynundan kesilmiş olarak bir kaldırım üzerinde bulundu Polis raporlarında, zavallı Killam'ın bir pencere camı üzerine kaza sonucu düşerek öldüğü yazılıyordu
SUİKASTTAN sonra, Ruby'yle hücresinde baş başa konuşmak olanağını bulan tek gazeteci, Dorothy Kigallen’di Fakat o da bir gün ölüverdi Polise göre Bayan Kigallen çok sayıda uyku hapı yutarak intihar etmişti!
OTOBÜS şoförü William Whaley, suikast günü otobüs durağından Oswald'ı alarak Barkley'e götürmüştü Hareket saati 12,30'la 12,45'ti Şoför bunu hareket defterine yazmıştı Oysa o sırada Oswald’ın Kennedy'ye ateş etmesi gerekiyordu Şoför, bu iddiasında direndi Bir gün William Whaley’in kullandığı otobüsle direğe çarparak öldü Otuz beş yıllık şoförlük hayatında, bir gün bile kaza yapmayan Whaley'in, böyle basit bir kazada can vermesine kimse akıl erdiremedi
UNİON Terminal Şirketi'nin işletme şefi olan tanıklardan Lee Bowers, Kennedy'ye kitap deposundan değil de, yolun karşı yakasından iki kişinin ateş ettiğini söylemişti Tanıklığından kısa bir süre sonra, Bowers de öldü Ölüm nedeniyse bir türlü anlaşılamadı
POLİS Tippit'in öldürüldüğünü gören başka bir tanık da, Edward Benarides’di O da öldü Hasta filan da değildi Neden öldüğü de bilinemedi
  VE sonunda Jack Ruby  Ruby 9 Aralıkta hapishaneden hastaneye "zafiyet" teşhisiyle götürüldü Bir ay sonra da, hastalığının adı kanser oldu ve Ruby hemen öldü Kanser konusunda büyük araştırma ve çalışmaların yapıldığı Amerika gibi bir ülkede, Ruby'yi bir ay içinde öldürecek kadar ilerlemiş hastalığın anlaşılamaması olacak şey değildi Ruby ölümünden önce, yanındaki hastalara şöyle diyordu:
"Vücuduma kanser aşıladılar! "
Gizli bir el, Kennedy'yi yok ettikten sonra, bu olayı aydınlığa kavuşturacak kişileri de sanki birer birer ortadan kaldırmıştı
Aradan yıllar geçtikten sonra bir gün, John Fitzgerald Kennedy'nin kardeşi Robert Kennedy de, 5 Haziran 1968'de Los Angeles'ın Ambassador Hotel'inde düzenlenen bir baloda vurularak öldürülüyordu Katil, Sirhan adlı bir Filistinli Arap göçmeniydi
Robert Kennedy, A B D Başkanlığına Demokrat Parti’den adaylığını koymuş ve başkan adayı seçimlerinin altısından beşini kazanınca, bunu kutlamak İçin Los Angeles'te bir balo düzenlemişti Arap göçmeni tarafından vurulmasaydı, belki de A B D Başkanlığına ikinci bir Kennedy geçmiş olacaktı
Arap göçmeni Sirhan'a, Ambassador Hotel salonlarında bu cinayeti işleten, Kennedyleri A B D Başkanı olarak görmek istemeyen yine o gizli el miydi acaba?
Bu soruya verilecek karşılık, hiç olmazsa şimdilik yok
Troçki Suikastı
1940 yılının 25 Mayıs sabahında, Meksika'nın başkenti Mexico'da ortalık daha yarı karanlıkken, Gizli Polis Şefi Albay Sanchez Salazar aldığı bir haber üzerine, apar topar arabasına binmiş Morelos caddesine doğru yol almaya başlamıştı Telefonla kendisine, Leon Troçki'ye suikast yapıldığı haberi verilmişti!
Albay Salazar, otomobilinin camlarından ıssız sokakları seyrederken, Rus Devrimi'nin ünlü kişilerinden Leon Davidoviç Troçki'nin, Meksika'ya gelişinden beri geçen olayları kafasından geçiriyordu Troçki ve yanındakiler gelmeden önce, onu böyle gece yarısı sokağa düşürecek olaylar öylesine az olurdu ki  Ama bu Ruslar geleli beri, başkent Mexico'da çok şey değişmişti
Troçki'nin, Morelos caddesi üzerindeki evi, şehrin dışındaydı Evi dışardan görenler, eski çağlardan kalma bir şato olduğu yargısına kolayca varabilirlerdi Troçki ve yakınları, evi satın aldıktan sonra, onu tam bir kale durumuna getirmişlerdi Alçak bahçe duvarları yükseltilmiş, kapıya kurşun işlemez kalın bir zırh geçirilmiş, üstelik her yana alarm zilleri takılmıştı
Mexico halkı, bu güvenlik tedbirlerini çoğu zaman alaya alıyor, "Don Leon" dedikleri Troçki'ye ölüm korkusunun yerleştiğini söylüyordu İşin doğrusunda, Gizli Polis Şefi Salazar da, halktan ayrı düşünmüyordu bu konuda 
Morelos caddesi bilimindeki eve geldiğinde Salazar görevlilerden ilk bilgileri aldı; suikast sonuçsuz kalmış, Troçki'ye hiç bir şey olmamıştı, ilk kapı, arkasından ikinci bira kapı daha geçildi Salazar şimdi, Meksika iklimine özgü çiçeklerle süslü bir bahçedeydi Burada, başta Troçki'nin sekreteri olmak üzere, öbür koruyucu polisler, ellerinde tabancalarıyla, halâ üzerlerinden atamadıkları bir heyecan içinde Gizli Polis Şefini karşıladılar
Troçki de bu kalabalığın arasındaydı Soğukkanlı görünüyordu Yalnız, gözlüklerinin ardındaki mavi gözleri, bir garip ışıltıyla parlamaktaydı Karısı yanıbaşında duruyordu Kadın oldukça heyecanlıydı Troçki'nin Sieva adındaki torunu, ayağından hafifçe yaralandığı için topallayarak yürüyordu
Hep birlikte Troçki'lerin yatak odasına girdiler Keskin bir barut ve yanık kokusu kaplamıştı odayı Duvarlar ve yatakların üzerleri, atılan kurşunlarla delik deşik olmuştu Odanın döşemesi ve yatak örtüleri de yanmıştı Taban tahtalarından hâlâ duman tütüyordu Odanın makineli tüfekle tarandığını anlamak için, Gizli Polis Şefi olmak gerekli değildi!
Yapılan incelemeden sonra, Troçki'nin karısı Nathalia, olayı Salazar'a şöyle anlatıyordu:
"Gecenin yarısını bulmuştuk Çok yakından gelen silah sesleriyle uyandım Leon da uyanmış, uyku sersemliğiyle bana bakıyordu Kulağına eğildim; "Odaya ateş ediliyor! " dedim Birlikte yataktan döşeme üzerine kaydık O sırada, bahçe, evin içi ve oda, sanki birbiri arkasına yıldırım düşüyormuşçasına aydınlanıyordu Kapının eşiğinde duran üniforma giyinmiş bir adam, durmadan içeriye ateş ediyordu Bir ara, Leon'u kurşunlardan korumak düşüncesiyle yerimden doğrulmak istedim Fakat hızla beni yanına çekti Adamın elindeki makineli tüfeğin parıltısı ve gürültüsü, bir süre daha devam etti Sonra birden, bütün sesler kesildi Torunumuz kaçırıldı, yakınlarımız öldürüldü, diye düşündüm Şimdi de, Leon'u yeniden öldürmeye gelecekler kaygısı içinde, korkunç bir umutsuzluğa kapıldım  "
Evin önündeki çimenlik, suikastçilerin attıkları bir yangın bombasıyla kavrulmuştu Troçki, eliyle çimenliği göstererek:
"Anlaşılan, gelenler yalnızca beni öldürmek değil, aynı zamanda evi de yakmak istiyorlarmış " dedi
Albay Salazar sordu:
"Suç delillerini yok etmek için mi?"
"O da akla gelebilir  Ama, arşivimi ve bende kalan gizli belgeleri yok etmek için de bu saldırıya girişmiş olabilirler G P U (Sovyet Gizli Polis Örgütü) şu sıra sürdürdüğüm çalışmaların konusunu öğrenmiş olabilir Daha önce de, Norveç'teyken, evde olmadığımız bir sırada bazı kimseler içeri girmek istemişlerdi Fransa'da da, buna benzer bir şey oldu; Sosyal Tarih Enstitüsüne belgeler vermiştim Bir gece, kimlikleri bilinmeyen kişiler, Enstitünün demir kapısını kaynakla eriterek içeri girmişler, 66 kilo ağırlığındaki belgeleri çalmışlardı "
Bütün tunları kuşkusuz Stalin düzenliyordu O Rusya'da egemen olabilmek için en yakınlarını bile ortadan kaldırmaktan çekinmiyordu Elbette sıra bir gün, Troçki'ye de gelecekti Belirtileri de ortadaydı Troçki'nin adı Sovyet devrim tarihlerinden, devrimi yansıtan tablolardan, hatta belgesel filmlerden, şarkı ve marşlardan çıkartılmamış mıydı? Önce Rusya'dan sürülmüştü Şimdi de Troçki'yi öldürterek, bu sorunu çözümlemiş olacaktı Ayrıca elini çabuk tutması da gerekiyordu; çünkü Troçki, kendi hayat hikâyesini yazmaya başlamıştı Hem de tarihi belgelere dayanarak  Bunu önlemeliydi
Yarım kalan bu suikastın üzerinden aşağı yukarı 3 ay geçmişti 1940 yılının 20 Ağustos günü gelip çattı Oldukça sıcak ve güneşli bir gün başlıyordu Troçki, çalışma odasına geçmek üzereydi Karısı Nathalia, kurşun geçirmez ceketini giymesini istedi Troçki, her zaman olduğu gibi direnmiş ve kurşun geçirmez ceketi, tehlikeye daha yakın gördüğü koruyucusuna giydirmişti
Onun kendine göre bir hayat görüşü vardı "Kişinin kendisini süresiz olarak ölüme karşı savunması imkânsızdır Yoksa, yaşamanın değeri kalmaz! " derdi Kendisini ölüme götürecek olan ikinci suikastın yapılacağı 20 Ağustos günü işte böyle başlamıştı
Sonradan, karısının anlattığına göre, Troçki bütün gününü çalışma odasında geçirmişti Akşama doğru dışarı çıkmış, bahçedeki tavşanlarını beslemişti Yanıbaşında birisi vardı; hem de havanın açık olmasına rağmen, kolunda yağmurluğu, başına iyice geçirilmiş şapkasıyla Jackson duruyordu Jackson her günkünden daha sinirli ve kuşkulu görünüyordu Bu adam, çevresinde de sevilmeyen birisiydi Komünist geçinmesine rağmen, bu konuda bilgisi hemen hemen hiç yoktu Yalnız, Troçki'nin en güvendiği sekreterlerinden birinin kızıyla nişanlı olması, Troçki'nin yanına girebilme olanağını ona sağlıyordu Nişanlısıyla birlikte gelirdi daima, ilk olarak 18 Ağustos günü yalnız gelmişti Bu gün de ikinci kere Troçki'nin evine tek başına geliyordu
Bir ara Troçki karısına:
"Jackson burada, nişanlısı Sylvia'yı bekliyor  Bu gece New York'a gideceklermiş " dedi
Jackson da, bayan Nathalia'ya şunları söylemek gereğini duydu:
"Onu, burada bulamayınca şaşırdım! Oysa daha önce gelmesi gerekiyordu "
Sonra Troçki'ye dönerek:
"Onu beklerken, son yazdığım yazıyı da bir gözden geçirelim " dedi
Troçki'nin bu teklif karşısında biraz canı sıkılır gibi oldu Fakat olgun kimselere özgü hoşgörüsüyle, bu teklifi kabul etti Birlikte çalışma odasına girdiler
Olayın bundan sonrasını bayan Nathalia şöyle anlatmıştır:
"En çok iki üç dakika geçmişti ki, korkunç bir bağırma işittim Baktım; Leon, eşik üzerinde gözüktü Düşmemek için de arkasını kapıya dayadı Zorlukla ayakta durmaya çalışıyordu Yüzü kan içindeydi Gözlüksüzdü ve gözleri dehşetle açılmıştı!
"Ne oldu, ne oldu?" diye bağırarak onu kollarımın arasına aldım O, yalnızca:
"Jackson  "
diyebildi Her şeye rağmen soğukkanlı bir görünüş içindeydi Birlikte birkaç adım atabildik Sonra onu yavaşça yere bıraktım O zaman işitilmesi güç bir sesle:
"Seni seviyorum Nathalia! " dedi Başıyla çalışma odasını göstererek:
"Biliyor musun orada  Ne yapacağını anladım  Bir kere daha vurmak istedi, fakat kaçtım! "
Durumu öğrenen evdeki koruyucular, dışarıdaki polislere haber salarken, süre kaybetmeden Jackson'ın üzerine atılmışlardı Umutsuzca direnen katilin şapkası başından fırlamış, odanın bir köşesine yuvarlanmıştı Elindeki suç aracı olan keser de, boğuşma sırasında yere düşmüştü Kâğıtlar, gazete ve dergiler ortalığa saçılmıştı Troçki'nin üzerinde büyük bir özenle çalıştığı Stalin'in hayatıyla ilgili eserin birçok sayfası kan içindeydi! Öfke içindeki koruyucular, tabancalarının kabzalarıyla, durmadan Jackson'a vuruyorlardı
Jackson ise, dehşet ve acı içinde bağırıyordu:
"Onların zoruyla yaptım bunu! Öldürün beni! Annemi hapsettiler Beni tehdit ediyorlardı  "
Bu sırada, yığıldığı yerden Troçki'nin sesi duyuldu: "Öldürmeyin onu! Konuşması gerekiyor! , öldürmeyin onu! "
Hastaneye kaldırılan Troçki'nin yarasını doktorlar çok derin buldular Aynı zamanda sürekli kan kaybediyordu Kafatası çökmüş, beyni zedelenmişti Kurtulma umudu yok denecek ölçüde azdı Yapılan ameliyat bir sonuç vermedi Troçki uzun bir süre can çekiştikten sonra, 1940 yılının 21 Ağustos sabahında, ortalık ağarmaya başlarken oldu
Malcolm X Suikastı
"Biz Tanrı'nın kullarıyız ama aynı zamanda da onun örneğiyiz! "
Topluluk hep bir ağızdan bağırır:
"Ne demek istediğinizi açıklayın Hoca Efendi! "
"Demek istiyorum ki Tanrı da bizim gibi siyahtır! "
"Tanrı büyüktür! "
"Tanrı Dünya’yı yaratırken kendisi de orada bulunuyordu "
"Doğru! Doğru! "
"Öyleyse biz de Dünya yaratılalı beri yeryüzünde bulunuyoruz "
Topluluk sevinç ve coşkunluk içinde bağırarak ayağa kalkar:
"Doğru  Haklısın! Elbette! "
"Mavi gözlü beyaz adam, üstün olduğunu ileri sürüyor Ona atalarının bizler olduğunu anlatmanın zamanı geldi de geçti bile! "
"Daha açık konuşun Hoca Efendi, bize her şeyi açıklayın "
Konuşmacı, Harlem'in bir sokağında toplanmış üç binden fazla dinleyiciye şöyle sesleniyordu:
"Eğer söylediklerimi can kulağıyla dinlerseniz; siyahların beyazlardan niçin daha üstün olduğunu anlayacaksınız "
"Dinliyoruz, anlatın "
"Siyah temel renktir Başka herhangi bir rengi, öteki renkleri birbirine karıştırarak elde edebilirsiniz ama, siyahı bu yoldan elde edemezsiniz Siyah ancak siyahtan meydana gelir Siyah da temel ve en güçlü renk olduğuna göre, en iyi renk demektir, öyle değil mi?"
"Evet, öyle  "
"Bu durumda iyilik de, Tanrı da siyahtır! Bir insan ne kadar siyahsa, o kadar iyidir Bir insan ne kadar beyazsa o kadar siyahlıktan uzaktır Yani, iyi olmaktan o kadar uzaktır! Haklı mı yoksa haksız miyim?"
"Haklısınız! "
"Sözün kısası; beyaz adam ahlâk bakımından bütünüyle kokuşmuş bir yaratıktır Bir yılan, bir şeytan; yeryüzünden yok olması, silinip süpürülmesi gereken bir insandır! "
Dinleyiciler büyük bir coşkunluk içinde kendilerinden geçmiş, konuşmacıyı çılgınca alkışlıyorlardı
Bu konuşmacı, Amerika'daki zenci Müslümanların büyük önderlerinden Malcolm X'di 
Bir zenci papazın oğlu olarak Nebraska eyaletinin Omaba şehrinde dünyaya gelen Malcolm X, Müslümanlığı kabul ettikten sonra Malik Şahbaz adını almıştır Çocukluğu açlık ve üzüntü içinde geçmişti O doğduktan kısa bir süre sonra ailesi Michigan'ın Lansing şehrine göç etmişti Altı yaşındayken ırkçı Amerikalıların kurduğu Ku Klux Klan'cılar tarafından evleri yakılmıştı Malcolm X, yıllar sonra yangın olayını şöyle anlatmıştır:
"İtfaiye geldi, fakat yanan evimizi kurtarmak için hiç bir yardımda bulunmadı Yangına bir damla su sıkmadı Baba evimizi yakan ateş, hâlâ aynı şiddetle yüreğimi yakmaktadır "
Malcolm'un babası, çoluk çocuğunu geçindirmek için ufak bir dükkân açmıştı Çok geçmeden cesedi, kafatası tanınmayacak ölçüde ezilmiş durumda, bir tramvayın altında bulundu Bu iki olay, küçük Malcolm'un hayatında derin izler bırakmış, büyüdüğünde Müslümanlığı kabul etmesinde ve beyazlara karşı savaş açmasında önemli rol oynamıştır
Babalarının ölümünden sonra aile, açlık ve sefalet yüzünden dağıldı Malcolm ve erkek kardeşleri geceleri sokağa çıkarak bulabildikleri öteberiyi çalmakla karınlarını doyurmaya başladılar Bazen yakalanıyor ve beyazlardan dayak yiyorlardı Sonunda Malcolm bir ıslahevine verildi Hayatında ilk olarak burada sevgi ve anlayış gördü, ıslahevinin beyaz bir Amerikalı olan müdiresi onu öbür çocuklara karşı koruyordu Burada bulunan beyaz çocuklar da, zenciler konusunda tıpkı büyükleri gibi düşünüyorlardı Bu yüzden de küçük Malcolm, her gün saldırıya uğruyor ve ancak müdirenin yardımıyla onlardan kurtulabiliyordu
Daha sonra Malcolm X, müdire tarafından, ıslahevinin yanındaki ortaokula yazdırıldı Kısa süre içinde zekâ ve çalışkanlığıyla dikkati çeken Malcolm, sınıfının birincisi oldu
Fakat, bu durum öbür çocukların, hatta öğretmeninin düşmanlığını kazanmasından başka bir işe yaramadı Son sınıftayken kendisine ne olmak istediğini sorduklarında, "hukukçu olacağım," diyordu Ama, konuştuğu herkes ona, avukatlığın bir zenci için uygun olmadığını, kendisine demircilik, marangozluk gibi bir meslek seçmesini öğütlüyorlardı
Malcolm, istediği mesleği elde edemeyeceğini anlayınca, öğrenimini yarıda bırakarak New York'a gitti Burada karanlık işler çeviren adamlarla tanışarak, onlar arasında da işe yarar, becerikli ve güvenilir bir kimse olduğunu gösterdi Çok dürüst ve sadık olduğundan, yaptığı her işte hile yoluna sapmaz, elde ettiği bütün parayı son kuruşuna kadar teslim ederdi
On sekiz yaşına girdiğinde, "Koca Kızıl" lakabıyla kendine hatırı sayılır bir ün sağlamıştı Artık o, emrinde beş-altı adam çalıştıran bir çete reisiydi Afyon ve eroin gibi malları alıp satıyor, ahlâk düşkünü beyazları zencilerin barlarına, gizli fuhuş yuvalarına götürüyordu Malcolm X, hayatının bu kirli döneminin özelliklerinden söz ederken şöyle diyordu:
"En iyi müşterilerim papazlar, güvenlik mensupları, toplumsal yardım işlerinde çalışanlar ve başkalarının hayatlarını yönetmekte büyük rolleri olan önemli kişilerdi "
Şimdi geliri ayda birkaç bin doları geçmekteydi Polise bol bol rüşvet vermesine rağmen, sonunda yakalanıp hapse atılmaktan kurtulamadı Ancak bu hapis hayatı onun yaşantısında köklü bir değişiklik yaratacaktı 1947 yılında, cezasını çekerken tanıştığı bir Müslüman tutuklunun etkisiyle İslâmiyet’i kabul etti O günden sonra da yaşadığı kötü hayatı bırakarak, kendisini Müslüman zencilerin davasına adadı
Malcolm X ya da Müslüman olduktan sonraki adıyla Malik Şahbaz, 1946-52 yılları arasında hayatını hapishanelerde geçirdi 1962 yılına kadar da, Amerika'da zenci Müslümanların önderi olan Elijah Muhammet'in en yakın adamı ve eylemin en etkili konuşmacısıydı Fakat 1962'den sonra İslâmiyeti iyice öğrenmiş, Elijah Muhammet'in peygamberlik iddiasına ve ırkçılığına karşı çıkmıştı
1964 yılında hacca gitti Orada dünyanın her yanından gelen Müslümanlarla görüşüp tanışarak, bütün beyazların Amerika'dakiler gibi olmadığını öğrendi Tunus, Cezayir gibi birçok Müslüman ülkelerini dolaştı Amerika'ya döndüğünde şunları söylüyordu: "Ben ırkçıydım ve İslâmiyeti ancak o şekilde benimsemiştim Fakat Hz Muhammet ve Hz İbrahim'in yaşadıkları kutsal ülkeleri ziyaret ettikten sonra şimdi gerçek bir Müslüman oldum Artık eski ırkçı değilim "
Bu davranışı, beyaz ve zenci Hıristiyanların yanında Elijah Muhammet'in de düşmanlığını kazanmasına yol açtı Hac dönüşünden kısa bir süre sonra 1965 yılında New York'ta bir salonda dini konuşmalarından birini yaparken, kendisine sekiz adım uzaklıktan ateş edilerek öldürüldü
Malcolm X'i, Elijah Muhammet'in öldürttüğü ileri sürülüyordu, ikisi arasında 1964 Martından beri süregelen çatışmaları bilenler, bu suikastın Elijah Muhammet taraftarlarınca düzenlendiği kanısındaydılar Amerika zenci Müslüman hareketinin "Peygamberi" bu söylentileri yalanlamak için yaptığı basın toplantısında:
"O çok konuşuyordu, cezasını buldu! " demiştir Bu söz bile, Elijah Muhammet'in suikast olayındaki payını göstermeye yeter bir kanıttır
Marsilya Suikastı
Yugoslavya Kralı I Aleksandr için, Fransa parlak bir karşılama töreni hazırlamıştı Kral, deniz yoluyla Marsilya'ya gelecek, oradan da Fransa Dışişleri Bakanı Barthou'yla birlikte Paris'e gidecekti Marsilya limanındaki bütün tekneler, gemiler, yatlar her renkten bayraklarla donatılmıştı Yapılar da aynı biçimde süslenmiş, bütün resmi ve özel binalar Fransız ve Yugoslav bayraklarıyla donatılmıştı
Bu, yalnızca bir dostluk ziyareti değildi I Aleksandr, Fransa yolculuğuna çıkmadan önce eşiyle birlikte 1934 yılı eylülünün 27'sinden 30'una kadar Sofya'da kalmış, böylelikle Bulgarlarla Yugoslavların son bir yıl içinde gerginleşmiş olan ilişkileri, geçici bir süre için bile olsa yumuşamıştı Yugoslavya'nın Mussolini İtalya’sıyla de ilişkileri iyi değildi Kral l Aleksandr, Fransa'ya yapacağı dostluk gezisiyle, İtalya ve Yugoslavya arasındaki soğukluğu giderecek görüşmelere ortam hazırlayacağı inanandaydı Çünkü, Fransa Dışişleri Bakanı Louis Barthou, ekim ayının sonlarına doğru İtalya'ya gitmeye hazırlanıyordu
Kral l Aleksandr ve Kraliçe Marie, Belgrat'tan 1934 yılı ekim ayının dördüncü günü ayrılmışlar, Boka Kotarsa'dan kendilerini Fransa'ya götürecek olan "Dubrovnik" torpidosuna binmişlerdi Fakat yolda Kraliçe'yi deniz tutmuş, karaya çıkarak Belgrat'a dönmek zorunda kalmıştı Kraliçe Marie, daha sonra karadan Simplon-Orient ekspresiyle Dijon'a gelmişti Marsilya'ya indikten sonra kocasına katılmayı düşünüyordu
Fırtınalı geçen bir yolculuktan sonra hava, 9 Ekimde iyice açtı Toulon'dan yola çıkan Fransız I Akdeniz Filosu, Kral'ı karşılamak için üç destroyerini "Dubrovnik"e eşlik etmesi için göndermişti Hazırlanan plana göre, bir motor Kral ve yanındakilerini Quai des Belges rıhtımına çıkardı Orada şeref kıtası bekliyordu I Aleksandr'ı Fransa adına Bahriye Bakanı ve Dışişleri Bakanı Louis Barthou selâmladılar Fransız denizcileri Kral'ı yedi kere "Hurra! " diye bağırarak karşıladılar Annesinin ileriye ittiği ulusal kıyafetleri içindeki küçük bir kız çocuğu, yabani çiçeklerden derlenmiş bir demet sundu
Halkın coşkun sevgi gösterileri arasında, kortej ağır ağır Canebiere caddesinde ilerlemeye başlamıştı, l Aleksandr, tercümanı general Georges ve Fransa Dışişleri Bakanı Barihou'ya aynı otomobilde gidiyorlardı Saat dördü on dakika geçerken, otomobili korumakla görevli olanlardan piyade subayı Piollet, kalabalık arasından birinin fırladığını ve atının önünden geçerek arabanın basamağına çıktığını gördü Adam, göz açıp kapayıncaya kadar, elindeki otomatik tabancayla, otomobilin içine ateş etmeye başlamıştı O sırada Kral’ın tercümanı general Georges, dışarıya bakıyordu Silah seslerini duymuş, fakat çok uzaklardan geldiğini sanmıştı
Suikastçıyı ilk görenlerden biri de, otomobilin şoförüydü Bir eliyle adamı itiyor, öteki eliyle de arabayı sürmeye çalışıyordu Suikastçıyı bu şekilde durduramayınca otomobili durdurup adamı basamaktan aşağı itti Kalabalık olup bitenlerin farkında değildi Halkın sevgi gösterileri Kral vurulduğu sırada devam ediyordu Dışarıya bakmakta olan general Georges, içeriye çekilince Kralı ve Barthou'yu kanlar içinde yatarken gördü Elindeki uzun namlulu tabancasıyla suikastçı hâlâ basamaktaydı General Georges, duraksamadan adamın üzerine atıldı Suikastçı bu sefer general Georges'a dönerek dört el ateş etti General de göğsünden ve kollarından yaralanmıştı
Piyade subayı Piollet, hızla suikastçıya arkasından yaklaşmış ve kılıcıyla kafasına ve kollarına vurmaya başlamıştı Adam kılıç vuruşları sonunda basamaktan aşağı yere yuvarlandı Suikastı geç de olsa öğrenen halk, ilk önce paniğe kapılmış, fakat daha sonra yerde kanlar içinde yatan adamın üzerine çullanarak linç etmeye kalkışmıştı Halkın elinden zorlukla alınan suikastçı, bir polis kulübesine sokulmuş, az sonra da orada sorguya çekilemeden ölmüştü
Üzerinden çıkan pasaporttan 1899'da Hırvatistan'ın merkezi olan Zagrep'de doğmuş Petrus Kelemen olduğu anlaşıldı Yalnız bu suikastçının gerçek adı değildi Yapılan soruşturma sonunda, adamın Georgiev, Stoyanov, Dimitrov, Çemozomsky, Suk, Kerin ve Veliçko adlarını taşıdığı da anlaşılmıştı Suikastçının gerçek adının hangisi olduğu bugün bile bilinmemektedir
Pasaport'a göre, suikastçı Petrus Kelemen ticaretle uğraşan biriydi Fransa'ya 28 Eylülde Vallorbe sınır kapısından girmişti Vücudundaki "kuru kafa" şeklindeki döğmeden, ORİM (İç Makedonya İhtilâlci Organizasyonu) örgütüne bağlı bir tedhişçi olduğu sanılıyordu Suikast, en küçük ayrıntısına kadar örgüt tarafından hazırlanmış, Petrus Kelemen yalnızca bir araç olmuştu
Suikasttan hemen sonra şoför, aldığı emir üzerine otomobili yeniden çalıştırıp son hızla olay yerinden uzaklaştı Kral I Aleksandr vücuduna iki kurşun yemişti Birinci kurşun onu hemen öldürmüştü Fransa Dışişleri Bakanı Barthou'nun yarasının ilk önce hafif olduğu sanılmıştı Fakat kurşun kolundaki ana kan damarını parçalamıştı Bileğinin bir mendille bağlandığını gören Dr Bonnal öfkelenmişti Çünkü yara Barthou'nun dirseğinin üzerindeydi ve Dışişleri Bakanı sürekli kan kaybediyordu Ameliyatla parçalanan kan damarı dikilmiş, fakat kan vermeye hazırlanılırken Barthou ölmüştü
General Georges'un göğüs ve kollarında dört kurşun yarası vardı Madalyalarından biri, kurşunun kalbine saplanmasını önlemişti General, yine de günlerce ölümle korkunç bir savaşa girdi ve sonunda kurtuldu Petrus Kelemen'in dördüncü kurbanı polis memuru Celestin Galy'di Kargaşalık sırasında polis kurşunlarına hedef olan Bayan Yolande Paris ve Durbec de aldıkları yaraların etkisiyle öldüler
Suikast sonucu Kral I Aleksandr öldüğünde Kraliçe Marie trenle Dijon'a gelmiş bulunuyordu Tren Dijon garındayken, Belediye Reisi, başsağlığı dilemek için Kraliçe'nin vagonuna bindi Fakat kadının, suikasttan haberi olmadığını görünce, olayı birden söyleyemedi Bir süre trende Kraliçe Marie'yle kalarak bu acı haberi ona alıştıra alıştıra bildirdi Kraliçe, büyük bir üzüntü duymasına rağmen kendisine hâkim olarak, soğukkanlılığını kaybetmedi Vagonu Dijon'da, Marsilya ekspresine bağlandı
Aylarca süren soruşturmalardan sonra, suikast sanığı olarak üç kişi tutuklandı Bunlardan Zvonim Pospicil ve Ivan Ragic, Kral birinci suikasttan kurtulursa, bir ikincisini düzenlemekle görevlendirilmişlerdi Mio Kralj ise, Petrus Kelemen'le birlikte Marsilya'da Kralı öldürecekti Fakat olay sırasında çıldırdığından kaçmıştı
Suikastçıların I Aleksandr'ı öldürmek için, USTASİ adlı örgüt tarafından Marsilya'ya gönderildikleri, yapılan yargılama ve soruşturmalar sonunda anlaşılmıştı
Petrus Kelemen, ORİM örgütünün önderi Ivan Mihaylov'un yaveri ve şoförüydü Bir başka görevi de USTASİ ve ORİM örgütleri arasında habercilik yapmaktı USTASİ örgütü, Dr Ante Paveliç'in önderliğinde kurulmuştu Amaçları, Hırvatistan'ı, Yugoslavya'dan ayırmaktı Yugoslavya hükümetinin 1929 yılında, USTASİ örgütüne karşı giriştiği temizleme hareketinden sonra, üyeleri yabancı ülkelere, özellikle Bulgaristan, İtalya ve Macaristan'a kaçmışlardı USTASİ örgütünün önderi Dr Ante Paveliç, bundan sonra, Makedonya'yı Yugoslavya'dan ayırmak isteyen ORİM örgütünü "Müttefik" ilân ederek, onlarla işbirliği yapmaya başladı
Mussolini, Yugoslavya'nın parçalara ayrılıp küçük devletler halinde bölünmesini kendi çıkarlarına uygun buluyordu Bu nedenle, ORİM ve USTASİ örgütlerini her yönden destekliyordu Bu iki örgütün üyeleri, İtalya'da Bari şehrinde gerilla eğitimi görüyorlardı Ayrıca bir bölümü de, Macaristan'ın Yugoslavya sınırına yakın Janka Puszta kasabasında yuvalanmışlardı
Yugoslavya Kralı I Aleksandr'ı, Mussolini'den para ve silah yardımı gören, İtalyan pasaportlarıyla yolculuk eden, işte bu iki örgütün üyeleri öldürmüşlerdi
Talat Paşa Suikastı
Talat Paşa! Talât Paşa! "
İttihat ve Terakki'nin eski Başvekili Talat Paşa, kendisine seslenen adamı görmek için geriye döndü Dönmesiyle ateşlenen bir tabancadan çıkan kurşunun alnına saplanması ve kaldırımların üzerine yığılması bir olmuştu
Bir zamanlar, Osmanlı İmparatorluğunun kaderini elinde tutan Talat Paşa, İran'ın Selmas şehrinde doğan Salomon Taleyran adlı bir Ermeni Komitacısının kurşunuyla böylece can vermişti
Olay Berlin'de geçiyor, takvimler 15 mart 1921'i gösteriyordu
Eşi Hayriye hanım, kocasının ölümünden yıllar sonra, Talat Paşa'nın öldürülmesi konusunda şunları söylüyordu:
"Çok cesurdu Tehlike nedir bilmezdi Etrafında kimbilir, ne maksatla kimler dolaşıyor, dikkat et, dedikleri zamanlarda bile aldırmaz, çantasını koluna alınca, fırlar tek başına giderdi Berlin'de -en sonunda kanına giren- katil daha önce iki kere karşısına çıkmış, Paşa'yla göz göze gelmiş Fakat Paşa o kadar pervasız, sakin, hatta gülümseyerek bakıyormuş ki, adam avuçladığı silahını çıkarmaya cesaret edememiş ve nihayet: Ben Talat Paşa'ya baka baka silahımı çekemeyeceğim, ancak arkasından vurabilirim, demiş "
Talat Paşa Berlin'deyken, bir dostuna yurt hasreti içinde şunları söylemişti:
"Selanik'teyken ikide bir sürgün cezasına çarpılan Bulgar komitacılarıyla karşılaşırdık Bunlar vatanlarından ayrılmadan evvel, jandarma nezaretinde bulundukları halde merasimle rıhtımın üzerinde toplanır ve içlerinden birisinin verdiği işaretle hep birden eğilip toprağı öperlerdi
Bu, onlar için vatana dönüş umudunun bir ifadesiydi: Öptüğümüz toprak bizimdir, buraya yine geleceğiz  demek istiyorlardı Bir gün ben de vatana dönersem, bilir misiniz ne yapacağım?"
Dostu: "Her halde siz de onlar gibi toprağı öpeceksiniz  " deyince, Talat Paşa ağlayarak şu karşılığı vermişti:
"Ne dersin sen? Ne dersin sen? Ben öpmekle doyamam ki  Yiyeceğim vatan toprağını, yiyeceğim  "
Talat Paşa, 1874 yılının 17 Ağustosunda Edirne'de doğmuştu Yoksul bir ailenin çocuğu olarak ilk ve orta öğrenimini bitirdikten sonra Alyans İsrail okulunda iki yıl Fransızca okudu Zeki, çalışkan bir gençti Okul yöneticileri, kendisine bir yıl kadar Türkçe öğretmenliği görevini vermişlerdi
Mehmet Talat, Edirne'de çok durmadı Selanik’e giderek Telgrafhaneye maaşsız memur adayı olarak girdi Hukuk Mektebi'ne kaydoldu Bir yıl sonra Telgrafhane "Mukayyid"i (Kayıt memuru) olarak maaşa geçti ve yirmi yaşının içindeyken politikayla ilgilenmeye başladı Jön-Türklerle haberleşirken yakalandığından üç yıl sürgün cezası yedi, Hukuk Mektebini de ikinci sınıfında bırakmak zorunda kaldı
Cezası iki yıl sonra bağışlandı ve 1898'de Selanik'le Manastır arasında "gezici posta memuru" oldu Bu görevi, İttihat ve Terakki örgütünün bu dolaylardaki haberleşmesini, güvenlik içinde yapabilmesi amacıyla kabul etmişti 1893 yılında Posta Telgraf Başmüdürlüğü kâtipliğine, 1903'te de başkâtipliğine getirildi 1907 yılındaysa, İttihat ve Terakki'nin "İhtilâl Komitası" sivil kadrosunun basında olduğu anlaşılarak, görevinden çıkarıldı ve tutuklandı
1908'de, İttihat ve Terakki'nin önde gelen kişilerinden biri olarak Mehmet Talat, İkinci Meşrutiyet Meclisine, Edirne mebusu seçildi Önce Meclis Reis Vekilliğine getirildi, 1909 Temmuzundan başlayarak sırasıyla Dahiliye Nazırı, Meclis'te İttihat ve Terakki Fırkası Reisi, Posta Telgraf Nazırı ve yine Dahiliye Nazırı oldu
1916 yılında, Sadrazam Sait Halim Paşa'nın istifasıyla onun yerine getirildi Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğunun yenilmesi ve Mondros Mütareke'sinin imzalanması üzerine, Enver ve Cemal Paşalarla birlikte yurtdışına kaçmak zorunda kaldı
31 Temmuz 1918'de Mondros Mütarekesi uyarınca, Osmanlı İmparatorluğu orduları silahlarını bırakmış, yenilgiyi kabul etmişti, İttihat ve Terakki'nin üç büyükleri, Talat, Enver ve Cemal Paşaların, savaş suçlusu olarak yargılanmaları kesindi Bu nedenle, üç büyükler yurtdışına kaçmaya karar verdiler,
Talat Paşa, yurt dışına çıkmadan önce, yerine getirilen Başvekil İzzet Paşa'ya şu mektubu göndermişti:
"Pek muhterem ve mübarek tanıdığım İzzet Paşa Hazretlerine,
Memleketin bir müddet ecnebi nüfuz ve tesiri altında kalacağını anladım Buna rağmen memlekette kalmak ve millet muvacehesinde muhakeme olmak fikrinde idim Bütün dostlarım bunu atiye talik etmek için ısrar ettiler Zat-ı fahimtaneleriyle istişare edemedim Müşkül mevkide kalacağınızdan çok düşündükten sonra sarfı nazar ettim Bütün hayat-ı siyasiyemde hedefim, memleket namuskârane ve fedakârane hizmet etmek idi Şahsen buna muvaffak oldum Bütün servetim, zat-ı şahanenin ihsan ettiği otomobil esmanıyla (değer, kıymet) her ay artırdığım yirmişer liradan müterakim bin altı yüz liralık istikraz-ı dahili bedelinden ve bir de dört arkadaşımla birlikte isticar (kiralamak) ettiğimiz çiftliğin devri icarından hasıl olan paradan ibarettir Bunun bir kısmını aileme terk ederek bir kısmını yanıma aldım Bundan başka bir nesneye malik değilim Millete karşı hesap vermek ve muhakeme olarak tayin edilecek cezayı kemal-i cesaretle çekmek isterim, işte zat-ı fahimanelerine söz veriyorum Memleketim ecnebi nüfuz ve tesirinden azade kaldığı gün, ilk telgrafınıza itaat edeceğim Baki kemal-i hürmetle ellerinizden öperim muhterem Paşa Hazretleri
2 Teşrinisani 1334 (2 Kasım 1918)
Mehmet Talat"
2 Kasım 1918 cumartesi gecesi, saat 11'e yaklaştığı sırada, karanlıklar arasında iki kişi hızlı hızlı rıhtıma doğru yürüyordu Bunlardan biri Talat Paşa, öteki de İhsan Namık Bey'di Rıhtıma yaklaştıklarında üç kişinin daha orada beklediğini gördüler Talat Paşa, İhsan Bey'e dönerek:
"Bir kadınla iki erkek dolaşıyor, bunlar kimdir İhsan?" diye sordu
"Belki de pokerden dönüyorlardır Paşam  "
Bekleyen üç kişiden biri onlara doğru ilerleyince, tanımakta gecikmediler: Bu Enver Paşa'ydı
Eski Harbiye Nazırı Talat Paşa'nın elini sıktıktan sonra:
"Tam zamanıdır, motor da neredeyse gelir  " dedi
Gerçekten de az sonra, burnunda cansız bir ışıkla yol alan bir motor Amerikan Koleji yönünden gelerek rıhtıma yanaştı Enver Paşa, kendisini uğurlamaya gelen kız kardeşini kucakladıktan sonra motora atladı Onu ötekiler izlediler Biraz sonra bütün yolcularını alan motor, açıkta kendilerini bekleyen Alman torpitobotuna yanaşıyordu
Talat Paşa Berlin'e yerleşmişti Anılarını yazıyor, karısıyla birlikte yoksul sayılabilecek bir hayat yaşıyordu Sık sık karısı Hayriye hanıma:
"Beni bir gün sokakta vuracaklar Alnımdan kanlar akarak yere serileceğim Yatakta ölmek nasip olmayacak Ama ziyanı yok, varsın vursunlar, vatan benim ölümümle bir şey kaybetmez Bir Talat gider, bin Talat gelir! " derdi
Bir gün ya Ermeni Komitacılarının ya da bir başka düşmanının kurşunlarıyla can vereceğini biliyordu Özellikle Ermeni Komitacılarının 
Ermeniler, 1878 Türk-Rus savaşından sonra Doğu illerimizde bağımsız bir devlet kurmak istiyorlardı Çarlık Rusyası ve İngiltere, Ermenileri sürekli olarak kışkırtıyor, Amerikan misyonerleri de aynı yönde çalışmalar yapıyorlardı Aya-Stefanos Anlaşması (Yeşilköy'ün eski adı) yapılırken, Avrupa Devletlerinin Berlin Kongresi'ndeki yetkili delegelerine bu amaçla baş vurmuşlar fakat, diplomatik yollardan yaptıkları bu baş vurmanın sonuçsuz kalmasıyla birtakım anarşist örgütler kurarak, sabotaj ve ayaklanma eylemlerine girişmişlerdi Hınçak ve Taşnak adlı bu gizli örgütler, her eylemlerinde karşılarında Osmanlı Hükümetini buluyor, yabancıların işe karışmasını sağlamak için, "Türkler, Ermenileri kesiyor! " şeklinde propaganda yaparak, Avrupa'yı birbirine katıyorlardı
Ermeni Komitacılar, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra, Ermenilerin Doğu illerimizden göç ettirilmelerinde İttihat ve Terakki'nin, dolayısıyla bu örgütün önderleri durumundaki Enver, Talat ve Cemal Paşaların parmağını görüyor, intikam için fırsat kolluyorlardı
15 Mart 1921 günü Talat Paşa, her zamanki gibi erkenden kalkmış saat ona kadar çalıştıktan sonra, eşine dönerek:
"Haydi Hayriye, seninle biraz dolaşalım Hava almış olursun  " demişti
Fakat mutfakta yemek pişirmekte olan karısı:
"Ben çıkmayayım Hem yorgunum, hem de ateşte yemek var " diye karşılık verdi
Talât Paşa Hardenberg Strasse'deki evinden çıkıp tek başına yürümeye başlamıştı Daldın ve düşünceli bir şekilde Kurfüstendam caddesine saptı Daha birkaç adım atmamıştı ki, arkasından birinin:
"Talat Paşa! Talat Paşa! " diye bağırdığını duydu Geriye döndü ve 
Rumeli'de başlayan, fırtınalar içinde geçen bir hayat, Kurfüstendam caddesinin kaldırımları üzerinde sona ermişti Katil Salomon Taleyran, 24 yaşında üniversite öğrencisi gözü dönmüş bir Taşnak Komitacısıydı
Alman mahkemesi, kendi toprakları üzerinde işlenen bu cinayetin suçlusuna hiç bir ceza vermeyerek, Taleyran’ı beraat ettirdi Yıllarca dost bildiği, Birinci Dünya Savaşı'nda kader birliği ettiği Almanya, onun anısına ve kanlı ölüsüne bile saygı göstermemişti
Talat Paşa'nın cesedi, aradan 22 yıl geçtikten sonra 25 Şubat 1943'te yurda getirilerek Hürriyet-i Ebediye tepesindeki şehitliğe gömülmüştür Talat Paşa, dostuna söylediği biçimde yurdunun toprağını yiyememiş, ancak bir torba kemik olarak yurt topraklarında sonsuz uykusuna dalmıştır
Saraybosna Suikastı
Avusturya-Macaristan orduları, 1914 haziranında Bosna-Hersek bölgesinde manevra yapıyordu Veliaht Arşidük Franz Ferdinand’ın karısı Hohenberg Düşesiyle birlikte izlediği bu manevralar için, doğrusu zamanın ve yerin iyi seçildiği söylenemezdi
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhak edilen ve Sırbistan Krallığı dışında kalan Bosna-Hersek bölgesi halkı, Habsburg Hanedanından ve onların yönetiminden nefret ediyorlardı Yetmiş bin kişilik ordu, manevraları sürdürürken, Veliaht Arşidük Franz Ferdinand, karısı Hohenberg Düşesi'yle birlikte, Bosna-Hersek'in merkezi olan Saraybosna'yı 28 Haziran 1914 günü ziyaret etmeye karar verdi Bu haber, Bosna-Hersek'te yaşayan halk, özellikle Sırplar arasında kızgınlık ve nefreti daha da artırdı
Çünkü, Bosna-Hersek'te yaşayan Sırplar için 28 Haziran gününün çok büyük bir anlamı vardı 1389 yılının 28 Haziranında yapılan Kosova Meydan Savaşı'nda, Sırplar, Osmanlı ordusuna yenilerek bağımsızlıklarını kaybetmişlerdi Bu savaşta, kendi kralları Lazar ölmüş, fakat Miloş Kabloviç adlı bir soylu da, Osmanlı Padişahı Murat Hüdâvendigâr'ı hançerleyerek şehit etmişti Sırplar 1389 yılından beri, her 28 Haziranda, Miloş Kabloviç'in Osmanlı Padişahı I Murat'ı öldürmesini "Aziz Vitus Günü" adı altında, en büyük bayramları olarak kutluyorlar
27 Haziran günü, şehrin dışında istasyona yakın temiz bir otelde geceyi geçiren Veliaht ve eşi, ertesi gün kalabalık bir otomobil kafilesiyle saat 10'da Saraybosna'ya doğru yola çıkmışlardı Aziz Vitus bayramı dolayısıyla köy ve kasabalardan gelenlerle, şehirde olağanüstü bir kalabalık vardı Bu büyük kalabalık karşısında alman güvenlik tedbirleri, hemen hemen yok denecek kadar azdı Arşidük ve karısı, Saraybosna sokaklarında üstü açık bir araba içinde ilerlerken, yedi suikastçı, ayrı ayrı noktalarda, Arşidük Franz Ferdinand'ı öldürmek için hazır bekliyorlardı
Bu, yaşları 20’yi geçmeyen suikastçılar, Bosna-Hersek'i Sırbistan Krallığına bağlamak ve Avusturya-Macaristan egemenliğine son vermek isteyen "Genç Bosna" örgütünün üyeleriydiler
Habsburg soyluları ve Veliaht Arşidük Ferdinand'ı taşıyan altı otomobillik kafile, Saraybosna sokaklarında boy gösterdiğinde, güvenliği sağlamakla görevli polisler heyecandan ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydılar, Suikastçılardan Nedeljko Çabrinoviç, yanında duran polise, büyük bir soğukkanlılık içinde şu soruyu sormuştu:
"Arşidük hangi arabada?"
Polis, büyük bir saflık içinde, altı arabadan birini Çabrinoviç'e gösterdi Suikastçı, birkaç saniye sonra, elindeki bombayı Arşidük'ün bulunduğu otomobile fırlatıyordu Bomba, Franz Ferdinand'ın arabasının çamurluğuna çarparak sıçramış, arkadan gelen yaverlerin otomobilinin önünde patlamıştı Yol kıyısına birikmiş kalabalıktan 17, konvoydan da 3 kişinin yaralanmasına sebep olmuş, fakat Veliaht'a bir şey olmamıştı Yaralananlardan biri, Arşidük Ferdinand'ın emir subayı Üsteğmen Merizzi'ydi
Veliaht, büyük bir tedbirsizlik içinde, emir subayının yanına gitmiş, bir otomobille hastaneye kaldırılıncaya kadar başında beklemişti Arşidük Franz Ferdinand, bu sırada şehrin Askeri Valisi General Potiorek'e şöyle bağırdığı duyuldu :
"Bombalar ne olacak? Yine atılacak mı?"
General Potiorek, Veliaht’ın bu azarlamasına verdiği karşılık, tam bir şaşkınlık örneğiydi:
"Ekselans, yolunuza gönül rahatlığıyla devam edebilirsiniz Sorumluluğu ben yükleniyorum "
Bunun üzerine Arşidük otomobiline binmiş ve "Doğru Belediye Dairesine  " emrini vermişti Belediye dairesinin mermer merdivenlerine yol halıları serilmiş, başındaki sarığıyla müftü efendi bile, Veliaht'ı karşılayıp "hoş geldiniz" demek için karşılayıcılar arasında yer alınıştı Daha önceden kararlaştırılan ziyafet nedeniyle zengin bir sofra hazırlanmıştı Fakat Arşidük Ferdinand kızgınlığından yeninde duramıyordu Yemeğe oturmadan General Potiorek'e, hastaneye gidip emir subayı üsteğmen Merizzi'yi ziyaret etmek istediğini söyledi
Saraybosna Askeri Valisi Potiorek şaşkınlık içindeydi Veliaht'a:
"Arşidük Hazretleri, gerçekten gitmek istiyor musunuz?" diye sordu
"Elbette, elbette Merizzi'yle konuşmalıyım! "
Veliaht Franz Ferdinand, karısını Belediye Dairesinde bırakarak yalnız başına hastaneye gitmek istiyordu Fakat Hohenberg Düşes'i, hastaneye kocasıyla birlikte gitmek için direndi Öndeki iki arabada detektifler ve şehrin ileri gelenleri gidiyorlardı Veliaht, karısı ve general Potiorek, Çek asıllı bir şoförün kullandığı üçüncü arabadaydı Tam bir yol ayrımına geldiklerinde Veliaht'ın otomobilini kullanan şoför, direksiyonu sola kırmıştı Birden General Potiorek'in kızgınlıkla ayağa kalktığı ve şoföre:
"Ne oluyor? Dur! Yanlış yola saptın, doğru yola gir! " diye bağırdığı duyuldu
Şoför bu uyarı üzerine frene basmış ve otomobili, kalabalık kaldırımın yanında, bir dükkânın önünde durdurmuştu Suikastçıların ikincisi Gavrilo Princip de orada duruyor, iki kız arkadaşıyla konuşuyordu Otomobilin önünde durduğunu görünce, kız arkadaşlarından ayrılmış, arabanın basamağına fırlayarak tabancasıyla üç el Veliahta iki el Hohenberg düşesine, bir kurşun da Askeri Vali Potiorek'e sıkmıştı
Keskin bir nişancı olan Gavrilo Princip'in bütün kurşunları yerini bulmuştu, ilk ölen Hohenberg Düşesi oldu Korsesini delip geçen bir kurşun, sağ böğrüne saplanmıştı Arşidük Franz Ferdinand, karısından birkaç saniye daha fazla yaşadı Boynundaki toplar damarı parçalayan ve bel kemiğine saplanan kurşunlarla Veliaht da karısının yanına cansız olarak serilmişti Vali'nin yarası önemsizdi
19 yaşındaki Sırp yurtseveri Gavrilo Princip, jandarma ve polisler tarafından hemen, yakalandı Hiç kimse o anda, bu suikastın I Dünya Savaşı'na yol açacağını ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olacağını elbette ki düşünemezdi
Veliaht'ın, 1914 yılı 28 Haziranında, saat 11,30'da bıyıkları yeni terlemeye başlayan Gavrilo Princıp adlı öğrenci tarafından öldürülmesi, Viyana'daki savaş taraftarları için bulunmaz bir fırsat oldu Bunların kışkırtmaları sonucu, 28 Temmuz 1914 sabahı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan'a savaş açtı
Önce iki devlet arasında başlayan savaşa, az sonra, hemen hemen bütün ülkeler katılacak ve I Dünya Savaşı dört yıl boyunca kan ve ölüm saçacaktı
Mahkeme önüne çıkarılan Princip, çekinmeden şunları söyledi:
"Veliaht'ı ben vurdum Çünkü o Güney Slavlarının birleşmesini önleyen tek kişiydi! "
Ünlü tarihçi Emil Ludwig, çok sonraları bu konuda şöyle yazacaktı:
"Gavrilo Princip, prensip müjdecisi demekti Bu genç acaba dünyaya hangi prensibi müjdeliyordu? Evet, bu genç dünyaya 10 milyon kişinin hayatına, 15 milyonunun sakatlığına ve bir o kadarının da öksüz kalmasına, binlerce şehrin harap olmasına ve uygarlığımızın birkaç yüz yıl geri gitmesine sebep olan bir felâketi, korkunç bir çatışmayı müjdeliyordu Eğer bunun müjdelenecek bir yanıt var idiyse! "
|