Prof. Dr. Sinsi
|
Hükümdar Sanatçılar
Türkler XIII yüzyıla kadar tek bir yazı dili, yani tek bir edebî dil kullandı, dolayısıyla da sanat ve edebiyat açısından çok büyük farklılıklar oluşmadı Bu yazı dilinin merkezi başlangıçtan itibaren IX yüzyıla kadar Ötüken idi Daha sonra tarım havzasındaki Hoço ve Turfan şehirleri merkez oldu X ve XI yüzyılda Kaşgar ve Balasagun yeni merkezler olarak ortaya çıktılar Ama bu farklı merkezlere rağmen yazı dili tekti XI yüzyıldan itibaren çeşitli sebeplerle Oğuzlar Horasan ve İrana doğru göç ettiler Daha sonra Anadoluya kadar uzandılar Tanıştıkları yeni kültürün etkisiyle uzun bir süre eserlerini Farsça ve Arapça verdiler
Bu yüzyıllarda Şarkta -biraz da hükümdarların kabiliyet ve teşvikiyle- bazı okullar ve ekoller kurulmuştur Bunlardan Bağdat, Tebriz ve Şiraz okulları dönemin en önemli sanat ve edebiyat merkezleriydi Bu dönemde Bağdat ve Tebrizde "Celayirli Okulu" ile Güney İranda Muzafferîlerin "Şiraz Okulu" hüküm sürmekteydi Timurun sahneye çıkmasıyla da Semerkant ve Herat yeni cazibe merkezleri haline geldi
Timurdan sonra oğulları Şâhrûh Mirzâ ve Uluğ Bey ile Timurun hanımı Gevherşad ve torunu Mirzâ Baysungurun katkılarıyla İslâm sanatları yeni bir döneme girdi ve ardında yeni bir ekol kuruldu: "Herat Ekolü" XV yüzyılın ilk yarısında gelişimini sağlayan bu ekol, yüzyılın ikinci yarısında meyvelerini vermeye başladı Şarkın sanatkâr hükümdarlarından Hüseyin Baykara ve nedîmi Ali Şîr Nevâî himayesinde çok yoğun bir döneme giren Herat, hem Fars edebiyatı, hem Türk edebiyatı ve hem de Türk-İslâm sanatları açısından altın devrini yaşıyordu Diğer bir deyişle Türk edebiyatında ilklerin temsilcisi Ali Şîr Nevâî, Fars edebiyatının son büyük şâiri Molla Câmî ve Türk-İslâm sanat tarihinin en büyük ressam ve minyatürcüsü Bihzad gibi gelecek yüzyılları etkileyecek büyük şahsiyetler yetişti
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Şark-İslâm coğrafyasında kurulan bu okul ve ekollerde, şüphesiz en büyük katkı devrin hükümdarlarına aittir Bağdat-Tebriz-Şiraz-Herat-İstanbul hattına bakacak olursak, bu okulların kurulmasında en büyük payın, hükümdâr ve diğer bazı devlet adamlarına ait olduğu görülecektir Mesela Heratın alt yapısını oluşturan ve besleyen Celayirlilerin Tebriz Okulu, Celayirli hükümdarlarının ve özellikle de Sultan Ahmed Hânın sanatçı kişiliği sayesinde kurulmuştur Yine Herat Okulunun kurulmasında Mirzâ Baysungur ile Hüseyin Baykaranın katkıları çok büyüktür
Bu okulların diğer bir önemli tarafı ise belli bir devamlılık arz etmesiydi Bilindiği gibi Şark-İslâm dünyasında, dinin de tesiriyle, hem düşünce hayatında, hem de sosyal hayatta çok büyük değişiklikler, inkılaplar ve çalkantılar yaşanmamaktaydı Hayatın birçok alanında yaşanan bu devamlılık, sanat ve edebiyata da yansıdı; Türk-İslâm coğrafyasında hükümdarlar ve devletler değişse de, düşünce, sanat ve edebiyat dünyasında çok büyük bir değişiklik gerçekleşmedi, sonra gelen öncekinin mirasını gönüllü olarak aldı, aynı çizgi üzerinde gelişimini sürdürdü Başa geçen veya başa oynayan her yeni hükümdâr, devrin büyük sanatçı, bilgin ve şâirlerini kendi başkentine götürmek istiyor, onları çekebilmek için de her yola başvuruyordu
Çok çarpıcı birkaç örnek verelim:
1 Timur her seferden sonra fethettiği yerlerdeki âlim, sanatçı ve şairleri Semerkanta gönderirdi Mesela Tebriz ve Şirazdaki bazı sanatçı ve edebiyatçıları Semerkanta zorla götürmüştü
2 Şah İsmail de sanatçı ve edebiyatçılara çok kıymet verirdi Mesela Yavuz Sultan Selimle Çaldıran ovasında savaşa girişmeden önce düşmanın eline geçmesinden korktuğu ve değer verdiği birkaç emaneti, güvenli bir mağaraya saklamıştı Bunlar arasında Herattan getirdiği büyük minyatürcü Bihzad da vardı
3 Fatih İstanbulu fethettikten sonra Şarktaki birçok sanatçı ve edebiyatçıyla irtibata geçmiş, onlara çok cazip teklifler götürmüştü Mesela Semerkantta Uluğ Bey vaktinde yetişen, büyük matematikçi Ali Kuşçuyu İstanbulda tutabilmek için çok büyük bir servet teklif etmişti
Bu okulların, özellikle de Herat ve İstanbul Okulunun, en önemli tarafları, hiç şüphesiz bir nevi İslâm Sanatları Akademisi olmalarıdır Ancak bu akademilerde, İslâm Sanatları yanında edebiyat da çok önemli bir yere sahiptir Hatta Herat ve İstanbul Okullarında sanatla edebiyatın at başı gittiğini söylemek mümkündür
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, değişik dönemlerde kurulan okul ve ekoller, birbirlerinden devraldıkları mirasla gelişmelerini sürdürmüşlerdir Nasıl ki Celayirlilerin "Tebriz Okulu" ile Muzafferîlerin "Şiraz Okulu"na, "Bağdat Okulu"nun büyük etki ve katkısı olmuşsa, aynı şekilde Timurluların "Herat Okulu"na Şiraz ve Tebriz Okulları"nın, Osmanlıların "İstanbul Okulu"na da "Herat Okulu"nun etki ve katkısı olmaması düşünülemez
Osmanlı padişahlarının da sanat, edebiyat ve ilme çok düşkün oldukları bilinmektedir Sehî Bey, Fatihin bu yönüne dikkat çeker ve: "Onun devrinde toplanan şâirler başka hiçbir padişah vaktinde bir araya gelmemiştir Arabdan Acemden marifetli kimseleri aratır, buldurur ve korur idi " der Latifî de aynı konuya dikkat çeker ve çok ilginç şeylerden bahseder Latifîye göre Fatihin sanat ve sanatçıya düşkünlüğü tüm dünyada duyulmuş ve özellikle de Herat ve Horasandan yüzlerce bilgin ve sanatçı İstanbula akın etmiştir Fakat Fatihin asıl hedefi Molla Câmîydi ve onun İstanbula gelmesi için çok uğraştı, ancak bir türlü muvaffak olamadı "Bunun üzerine Fatih, Hintte Hâce-i Cihana, Acemde Mevlana Câmîye her yıl bin filori maaş göndermiştir "
Fatih, hac dönüşünde Molla Câmîyi İstanbula davet etmiş, bu amaçla Hoca Ataullah Kirmanîyi 5000 altın hediye ile Halebe göndermişse de Kirmanî varmadan az önce Câmî oradan ayrılmıştı Fatih ikinci defa yine değerli hediyelerle Câmîye elçi gönderip ondan kelamcılar, felsefeciler ve mutasavvıfların görüşlerini mukayese eden bir eser yazmasını istemiş, bunun üzerine Câmî, "Ed-Dürretül-Fâhire" adlı eserini kaleme almış, ancak eser kendisine sunulmak üzere gönderildiğinde Fatih vefat etmişti Ayrıca Câmînin divanında Fatihin fetihlerini anlatan mesnevi tarzında bir şiiri yer almaktadır, mesnevi şu beyitlerle başlamaktadır:
Ey kuzey rüzgârı ne hoş kokuyorsun,
Kalk emeller kıblesi olan semte yürü!
Rica ve niyaz yüklerini Horasandan bağla,
Yolunu Rum diyarına çevir!
Giderken yolda usûl ve kâide öğren,
Ululuk ve saltanat dergâhını sor!
Yüzünü kapıcılarının ayak tozlarına sür,
İzin isteyerek yeri öp ve huzura gir!
O savaş eri Gazi Padişahın önünde
Nükteler saçarak söze başla, de ki:
Ey yüce mesnetlerin en yüce mertebesinde olan padişah,
Sana cihan mülkü, atalarından kalma bir mirastır "
Fatihin oğlu II Bayezid ile Molla Câmî arasında karşılıklı yazılmış mektuplar, sultanın ona beslediği saygı ve sevgiyi açıkça göstermektedir II Bayezid da, babası gibi, Molla Câmîye bin filori göndermeye devam etmiştir Ayrıca Bayezid mektuplarla beraber her defasında biner filori altın da göndermiştir Câmî, II Bayezidin bir mektubuna bir kaside ile cevap vermiş, başka bir kasidesinde de onu övmüştür Silsiletüz-Zehebin üçüncü kısmını yine II Bayezid adına telif etmiştir
Görüldüğü gibi Türk devlet geleneğinde padişahtan başlamak üzere bütün devlet büyükleri sanata ve sanatçıya çok kıymet vermiş, devletin bekâsı ile sanatçının korunması arasında çok önemli bir ilişki olduğuna inanmıştır Özellikle de hükümdarlar, kendi ülkelerinin ve başkentlerinin cazibe merkezi olması için sanatçı ve âlimleri davet etmişlerdir Onların gelmesi için çok ilginç yöntemlere de başvurabilmişlerdir
|