Prof. Dr. Sinsi
|
Din Yok Milliyet Var! 2
Meclis’teki şeyhler
23 Nisan 1920’de Hacı Bayram Camii’nde yapılan Meclis’in açılış töreninde (özellikle cumaya denk getirilmişti) Kuran’dan ayetler okunduktan sonra hatim indirilmiş, Hacı Bayram Veli’nin türbesi ziyaret edilmişti Öyle ki, muhafazakâr liderlerden Kazım Karabekir bile töreni ‘gereğinden fazla aşırı’, ‘koyu dindar’ ve ‘dervişâne’ bularak ‘tarihimizde hiçbir meclis böyle açılmadı’ diye yakınmıştı
Üstelik bu ilk Meclis’te tek gayrımüslim üye yokken, 403 Müslüman üyeden 9’u şeyh, 85’i, dinî eğitim almış kişilerdi Hem işlevsel hem de simgesel açıdan büyük önemi olan meclis başkan vekillerinden biri, Mevlana Celaleddin Rumi’nin 19 göbekten akrabası olan Abdülhalim Çelebi, diğeri ise Hacı Bektaş Veli soyundan gelen Cemaleddin Çelebi idi Dahası, Abdülhalim Çelebi Meclis çalışmalarına uzun Mevlevi külahı ve özel Mevlevi kostümü ile katılırdı Meclis’in başkanlık kürsüsünün arkasında ‘birbirinize danışınız’ anlamına gelen (‘ve emrehüm şura beynühüm’) dinsel bir yazı vardı Meclis’in ilk yasalarından biri dinsel nedenlerle çıkarılan Men-i Müskirat (İçki yasağı) Kanunu idi 1921’de kabul edilen bugünkü milli marşımızın güftesi dinsel metaforlarla doluydu
Dahası da vardı 1876 Anayasası’nın devletin dininin İslâm olduğu hakkındaki 12 madde hükmü başlangıçta 1921 Anayasası’na geçmemişti ama 1923’te Anayasa’nın 1 maddesi ‘Türkiye Devletinin hükümet şekli Cumhuriyet’tir’ şeklinde tadil edilirken, muhafazakâr çevrelere sus payı olarak 2 maddeye “Türkiye Devletinin dini, din-i İslâmdır” ibaresi tekrar konmuştu Aynı yıl, Çankaya Köşkü’nün bahçesine iki minareli bir cami yaptırılması bile düşünülmüştü Sonuç olarak Cumhuriyet başında ‘laik’ değildi, hatta Meclis’in bileşimi açısından Osmanlı Devleti’nden bile anti-laikti
Laiklik rotası netleşiyor
Ancak rota kısa zamanda netleşti İlk adım 3 Mart 1924’teHalifelik ve Şeyhülislamlık makamlarının, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması dinî taşınmazların Başbakanlık bünyesinde kurulan bir müdürlüğe nakli, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılması ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması oldu 15 gün sonra medreseler kapatıldı Ama bu radikal adımları dengelemek için olsa gerek, birkaç ay sonra onaylanan 1924 Anayasası’nda “Türkiye Devletinin dini, dini İslâmdır’ şeklindeki ifade korundu Ayrıca 16 maddeye göre milletvekilleri, 38 maddeye göre de Cumhurbaşkanı, göreve başlarken dinsel yemin ediyorlardı 26 maddede “ahkâm-ı şeriye hükümlerinin tenfizi” şeklinde bir ifade vardı Bunları tekke ve zaviyelerin kapatılması; Latin alfabesi, dilde özleşme, kıyafet devrimi, ölçü sisteminin, takvimin, hafta tatili gününün değişmesi, hukuk, eğitim, idare ve yargıda değişiklikler izledi Azınlık ve yabancı okullarında din eğitimi yasaklandı, buna paralel olarak müfredat ulusçuluk eğitimi ile takviye edildi 10 Nisan 1928’de, Anayasa’daki “Devletin dini Din-i İslâmdır” ibaresi ile yemin metinlerinden ‘vallahi’ kelimesinin çıkarılarak yerine “namusum üzerine söz veririm” ifadesi getirildi 26 maddedeki “ahkâm-ı şeriye hükümlerinin tenfizi” ifadesi de kaldırıldı
Din yok, milliyet var
Peki, toplumun iliklerine işlemiş dinin böyle aniden sökülüp atılmasıyla ortaya çıkacak boşluğun neyle doldurulması planlanıyordu? Ekim 1926’da yazılmış olan ve Samsun Milletvekili Ruşeni (Barkın) imzasını taşıyan ve Mustafa Kemal tarafından okunarak yanına çeşitli işaretler ve notlar konmuş olan “Din Yok, Milliyet Var” başlıklı makale ilk ipucunu veriyor Dinin yerini ulusçuluk fikri alacaktı Nitekim Türkiye hakkında yazılmış ilk İngilizce eserden biri olan Turkey Today’in (1928) yazarı Grace Ellison’a göre o yıllarda ‘ulusçuluk Türkiye’nin yeni dini, Misak-ı Milli Kuran-ı Kerim’i, İsmet İnönü ise Hazreti İsa’sı’ olmuştu Yazar, Mustafa Kemal’in kendisine ‘Benim dinim yok ve bazen bütün dinler denize batsın istiyorum’ dediğini yazdığına göre, neyse ki Mustafa Kemal’in tanrı olmaya niyeti yoktu!
Ancak, Aralık 1930’da yaşanan ‘Menemen Olayı’ndan sonra dine karşı tutum daha da katılaştı ‘Laiklik’ ilkesi, 1931’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin ‘Altı Umde’si, (bugünkü ‘Altı Ok’) arasına girdi Bu sırada, Mustafa Kemal’in emriyle dört koldan Kuran’ın ve hadislerin Türkçe tefsirleri yapılıyordu Ardından ezan ve kamet Türkçe okunmaya başlandı Ama ulusçuluğun adeta bir din olarak ortaya konması Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935’te toplanan Dördüncü Büyük Kurultayı’nda oldu Kurultay’dan sonra Dr Adnan Adıvar’ın belirttiği gibi, ülkede Batı düşünüşünün, daha doğrusu Batı pozitivizminin egemenliği öylesine yoğundu ki, buna “düşünce demek yerine resmi dinsizlik dogması demek” daha doğruydu Türkiye adeta “pozitivist bir anıtkabir” olmuştu!
Ve nihayet, 5 Şubat 1937’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin ‘Altı Ok’u Anayasaya girdi Anayasa’nın 2 maddesinden ‘devletin dini İslâm’dır’ ibaresi çıkarılarak madde “Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır Resmî dili Türkçedir Makarrı Ankara şehridir ” şekline dönüştürüldü 75 maddede yapılan değişiklikle ‘muaheze edilmeden (kınanmadan)’ felsefi içtihat, din ve mezhep mensubu olmak ve tarikat üyesi olmak, anayasal hak olmaktan çıkarıldı
Böylece Cumhuriyet’in ilanından tam 13,5 yıl sonra ‘laik’lik anayasal bir ilke oldu Peki gerçekten laik olunabildi mi? Bence hayır Devletin laiklik dediği, Fransız İhtilali’nden sonra Fransa’da olduğu gibi, devlet eliyle belli bir dinin belli bir yorumunun, bazı inanç ve geleneklerinden, kurumlarından, ritüellerinden arındırılarak toplumu kontrol altında tutmak için kullanılması oldu Sonunda laiklik, devletin ‘sivil dini’nin adı oldu
Zelotlar ile Herodcular
Kemalizm, Sovyetler Birliği’ndeki gibi dinin sosyal köklerini kurutmaya çalışmadıysa da, bu radikal adımlar, dinin toplumsal yaşamın her noktasına nüfuz ettiği ‘eski düzeni’ 10-15 yıl gibi kısa bir sürede tarihe gömmek ve yerine Batılı tarzda modern, laik (ve elbette ‘Türk’) bir toplum inşa etmek gibi devasa bir iddia taşıyordu Sonuç olarak, Cumhuriyet laikliğinin Fransa’dan esinlenen tepeden inmeci tarzı, halkla seçkinler (aydın) arasındaki yabancılaşmayı iyice arttırdı Mete Tunçay’a göre, bu yanlışlıkla ulaşılmış değil, bile isteye varılmış bir sonuçtu Cumhuriyet aydını kendini, toplumun ‘aydınlanmaya muhtaç’ diye tanımladığı kesimlerinden ayırmayı seçmişti Bu tercihin günümüzde de devam ettiği görünüyor
Yazımızı yine Mete Tunçay’ın dikkatimizi çektiği bir analoji ile bitirelim İngiliz tarihçi Arnold J Toynbee, 1925’te çağdaşlaşma sorunu karşısında İslâm toplumlarının tepkilerini açıklamak için Herodcular-Zelotlar şeklinde bir kavram çifti kullanır Hz İsa vaktinde Hellenizm’in baskısıyla Yahudilikte doğan iki karşıt gruptan biri olan Zelotlar (‘Kızgın Bağnazlar’) kendilerininken daha güçlü bir uygarlıkla karşılınca korku ve tiksintiye kapılıp, dışarıdan gelen güce karşı olan her şeye sıkı sıkıya sarılmışlardı Adını Kral Büyük Herod’dan alan öteki grup ise Hellenlerin üstünlüğünü kabul ederek onlara hayranlık duymayı ve onları taklit etmeyi seçmişti Toynbee, Vahabileri ve Sünusileri Zelot püritenliğine, Batılılaşmacı Osmanlıları ise Herodcu taklitçiliğe örnek verir Teşbihte hata aranmaz derler ya; yeni Zelotlarımız Batı kökenli her şeye karşı öfke ve tiksinti duymaya son vermezse, yeni Herodcularımız da taklitçilikten vazgeçip yaratıcı olmayı başaramazsa geleceğimiz pek de parlak gözükmüyor
Kaynakça: Erik-Jan Zürcher, “Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 2, Kemalizm, İletişim Yayınları 2004; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-1931, Tarih Vakfı Yurt Yayınları 2005, s 211-241; Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İletişim Yayınları, 1983; Şerif Mardin, Türkiye'de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991; Rıfat N Bali, “Atatürk’ün Dine Bakışı”, Toplumsal Tarih, S 153, Eylül 2006, s 14-19; Fahri Kayadibi, “Atatürk'ün Dini Yönü ve Din Eğitimine Bakışı”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S 48, Cilt: XVI, Kasım 2000; Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet, Kırmızı Yayınları, 2008, s 275-308
|