Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
ansiklöpedisi, islâm

İslam Ansiklöpedisi (E)

Eski 11-04-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (E)



İslam Ansiklöpedisi

Ebu Cehîl

(?/2 - ?/624)

İslâm'ın ilk döneminde Peygamber efendimizin en azılı düşmanı ve Kureyş'in ileri gelenlerinden biri

Asıl adı Amr b Hişâm el-Muğira olup önceleri Ebû'l-Hakem künyesiyle anılırken, müslümanlar tarafından Ebû Cehil (cehâlet babası) diye adlandırılmıştır Mekke'deki Kureyş kabilesinin Mahzûmoğulları boyuna mensup olup Mekkeliler arasında büyük bir itibâra sahip idi

Peygamber efendimizle aynı yaşlarda olan Ebû Cehil, ilk anlarından itibâren İslâm'a hep karşı çıkmış, Peygamber efendimize ve özellikle güçsüz müslümanlara var gücüyle düşmanlık gösterip ezâ ve cefâlarda bulunmuştur İslâm'ın ilk iki şehidinden biri olan Ammâr b Yâsir*'in annesi Sümeyye, İslâm düşmanı Ebû Cehil tarafından hunharca öldürülmüştür Hayatı boyunca İslâm'a karşı tüm faâliyetlerde başı çeken Ebû Cehil, müslümanların açlıktan dolayı ölümle karşı karşıya kaldıkları boykot uygulamasını şiddetle takip etmiş, boykotun kaldırılmasına karşı çıkmış; Hz Peygamber'in hicretinden kısa bir süre önce Dâru'n-Nedve* 'de yapılan müzâkerede her sülaleden seçilecek birer temsilcinin oluşturduğu bir fedâi grubu tarafından Peygamber efendimizin öldürülmesini teklif etmiştir

Müslümanların, dinleri uğruna ev ve barklarını mal ve mülklerini, yurtlarını terkedip Medine'ye hicret etmelerinden sonra dahi her fırsatta İslâm'a karşı düşmanlığını ortaya koyan Ebû Cehil, Bedir Savaşı* 'nın çıkmasına da sebep olmuştur Ebû Süfyân'ın yönettiği Kureyş'e Sut bir kervanın müslümanların eline düşmesini önlemek maksadıyla Mekke'den büyük bir orduyla çıkan Ebû Cehil, kervanın kurtularak Mekke yolunu tuttuğunu öğrenmesine rağmen sırf İslâm'a düşmanlığı sebebiyle harbetmek üzere yoluna devam etmiş, Bedir'e vardığı zaman Hz Peygamber'in sulh teklifini reddettiği gibi bizzat kendi ordusunda ileri gelen bazı kimselerin harbi önleme düşüncelerine şiddetle karşı çıkarak onları korkaklıkla itham etmiş ve harbi başlatmıştır

Ancak çarpışmalarda iki Medine'li müslümanın ağır darbelerine uğrayan Ebû Cehil, hareketsiz bir şekilde savaş alanına düşmüş, ölmeden az önce de meşhur sahâbî Abdullah b Mes'ûd* tarafından kafası kesilerek Hz Peygamber'e götürülmüş, cesedi Bedir'de müşrik ölülerinin atıldığı kuyuya (Kalîbu Bedr) atılmıştır

Böylece "bu ümmetin Firavun'u" olarak kabul edilen Ebû Cehil, Rabbim Allah'tır diyen insanlara İslâm'a ve tevhid akîdesine karşı insaf ve insanlığa sığmayan asın düşmanlığının bedelini H 624 yılında hayatıyla ödemiştir

Ahmet ÖNKAL

EBU DÂVUD

(202/817-275/888)

Kütüb-i Sitte adı verilen büyük hadis mecmuâlarının Buhâri ve Müslim'den sonra gelen Sünen'in müellifi olan büyük muhaddis

"İmam", "Şeyhu's-Sünne", "Mukaddemu'l-Huffâz" ve "Muhaddisu'l-Basra" gibi ünvanlara sahip olan Ebû Dâvûd, 817'de Sicistan'da doğdu Tam adı, Ebû Dâvûd Süleyman b El-Eş'as b İshak b Beşir b Şeddad b Amr b İmrân el-Ezdı es-Sicistânı'dir Büyük dedelerinden İmrân, Sıffin'de Hz Ali'nin yanında şehid düşmüştür Oğlu Ebû Bekr Abdullah da meşhur bir muhaddistir

Ebû Dâvûd, hadis ilimlerinin altın çağında, III asırda yaşadı İlim tahsilinde Irak, Şam, Mısır, Cezretü'l-Arap okulları, Horasan, Rey, Herat, Kûfe, Bağdad, Tarsus, Basra gibi yerleri dolaşmıştır Hocaları arasında Ahmed b Hanbel (241/855), Kuteybe b Saîd (240/854), Yahyâ b Maîn (233/847), Halef b Hişâm (227/841) gibi büyük ilim sahibi kimseler görülmektedir O günün ilim çevrelerinin en mûteber kişileri Ebû Dâvûd'un bu saydığımız hocaları idi Ebû Dâvûd hadis ilminde taklide karşı olmuş, tahkike yönelmiştir İslâm dünyasında yüzyıllarca okutulan "Kitâbü's-Sünen" onun araştırmacılığına, münekkidliğine en güzel örnektir Kitâbü's-Sünen, hadis ilimlerinde en çok sözü edilen Kütüb-i Sitte'nin üçüncüsüdür Tirmizî ve Nesâî onun talebeleri arasında yer alır Ebû Dâvûd'u, Şâfii veya Hanbeli mezhebine tâbi gösterilmesine rağmen, müstakil bir muhaddis olarak görmek daha doğru olur (Mübârekruri, Mukaddimetu Tuhfetu'l-Ahvezî, I, 352), Sünen'ini gerçekte Ahmed b Hanbel okumuş ve onaylamıştır; ama bu onun Hanbeli olduğunu göstermez Ebû Dâvud dâima hadisle uğraşmış, mezhebî bir mensubiyeti îmâ eden beyânına rastlanmamıştır Sünen'i, beşyüzbin hadis arasından seçtiği dörtbinsekizyüz hadisi ihtiva eder Eserini takdim ederken, "müslümanın din; hayatı için dört hadisin yeterli olduğunu" söyleyebilmiştir O dört hadis şunlardır:

1 "Ameller, niyetlere göredir "

2 "Mâlâyâniyi (boş, gereksiz şeyler) terketmesi kişinin olgun mü'min olduğunu gösterir"

3 "Kendisi için istediğini mü'min kardeşi için de istemedikçe kişi kâmil mü'min olamaz"

4 "Helâl belli, haram bellidir Aralarında şüpheli bazı işler de vardır"

Gerçekten tam bir İslâmî hayat için temel ilke olabilecek ve bir toplumu ayakta tutabilecek özelliklere sahip olan bu hadis ölçüsü daha sonraları "İslâm ahkâmının üzerinde dönüp durduğu" başlıca esasları teşkil etmiştir (Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, XIII, 210)

Ebû Dâvûd 275/888 tarihinde, arkasında on dokuz eser bırakarak Basra'da yetmişüç yaşında vefât etmiştir Eserlerinden dördü basılmıştır (Sünen, 1, I-3; eş-Şemseddın Sâmî, Kâmûsü'l-A'lâm I 714)

Eserleri:

1 Kitâbü's-Sünen: III asırda muhaddisler, Sünenleri yazarak, sadece ahkâm hadislerini ortaya çıkardılar Sünen, fıkıh bâblarına göre düzenlenmiş ahkâm hadislerini toplamaktadır Ebû Dâvûd'a kadar, Câmi' ve Müsned diye isimlendirilen hadis kitapları, hadisleri; ahbâr, kıssalar, mevâiz, âdâb, ahkâm konularında topluca veriyorlardı Sünenin ilk kez ahkâm hadislerini toplaması ve kırk yıl Ebû Dâvûd'un onu okutması, nüshalarının arasında görülen farkların bu fıkhî özelliği dolayısıyla zaman içinde çıkarma-eklemelerin yapıldığını göstermektedir Ebû Dâvûd eseri için mukaddime yazmamasına rağmen, Mekkelilere yazdığı "Risâletün ilâ ehli Mekke" adlı mektubunda eserinden şöyle söz etmektedir: "Eserin tamamının bildiğim en sahih hadislerden müteşekkil olduğuna emin olabilirsiniz Kitabın hacmi büyümesin diye bir konudaki birçok sahih hadisten bir veya iki hadis verdim Kitapta bir hadisi iki veya üç değişik senedle tekrar etmişsem, sebebi, farklı ve fazla bilgi ihtivâ etmesindendir Çoğu kez uzun hadisleri kısalttım Bir mevzûda mürsel hadisin zıddına bir müsned hadisin mevcud olmadığı veya müsned hadis olmadığı yerde, her ne kadar kuvvet bakımından müsned hadis gibi olmasa da mürsel hadisle ihticâc olunur Kitabımda, hadisi terkedilmiş râviden alınma herhangi bir rivâyet yoktur Aynı konuda kendisinden başka ona benzer herhangi bir hadis bulamadığımdan dolayı münker bir hadise yer vermişsem onun münker olduğunu mutlaka açıkladım Kılı kırk yararcasına hadis toplayan benden başka biri yoktur herhalde Bu öyle bir kitaptır ki, Nebi (sas)'den sahih isnadla vârid olan her sünnet onda mevcuttur Kur'ân-ı Kerîm'in dışında insanların öğrenimine bundan daha çok ihtiyaç duyacakları bir başka kitap bilemiyorum Fıkhı meseleler, Süfyân es-Sevrî, Mâlik ve Şafii'nin meseleleridir Topladığım hadisler de bu meselelerin nassını teşkil etmektedir Sünen'e aldığım hadislerin büyük çoğunluğu meşhur hadislerdir Meşhur, muttasıl ve sahîh olan hadîsi reddetmek kimsenin haddi ve hakkı değildir Sünen'e sadece ahkâm hadislerini aldım Eserde mevcut dört bin sekiz yüz, hadisin tamamı ahkâma âittir" (Adva'us-Şeria, V 1394) Concordance'd a Sünen, kırk kitap ve bin sekiz yüz ****en dokuz babtan meydana gelmektedir Bu bölümler şöyledir: et-Tahâre, es-Salât, Salâtu'l İstiska, Salâtü's-Sefer, Salâtu't-Tatavvu, Şehru Ramazan, Sucûdu'l Kur'ân, Vitr, ez-Zekât, el-Lukata, el-Menâ**** en-Nikâh, et-Talâk, es-Savm, el-Cihad, el-Edâhî, es-Sayd, el-Vasâya, el-Ferâiz, el-Harac ve'l İmâre ve'l Fev el-Cenâiz, el-Eymân ve'n-Nuzûr, el-Büyû', el-Buyû' ve'l-İcâre, el-Akdiye, el-İlm, el-Eşribe, el-Et'ime, et-Tıbb, el-İtâk, el-Hurûf ve'l-Kırâe, el-Hammâm, el-Libâs, et-Tereccül, el-Hâtem, el-Fiten, el-Mehdî, el-Melâhim, el-Hudûd, ed-Diyât, es-Sünne, el-Edeb

Sünen'de sülâsi rivâyet yeralmaz Onaltı tane kutsî hadis bulunmaktadır Hadisleri altı gruptur: Sahih lizâtihi, sahihe benzer, sahihe yakın, şiddetli vehn olan hadisler, 'hakkında birşey söylemediklerim sahihtir' dedikleri, hasen li gayrihi olabilecek hadisler (Kâtip Çelebi, Keşfü'z-Zunûn, II, 1005) Buhâri ve Müslim'in birlikte tahric ettiği hadisler kitabın yarısını teşkil eder Ebû Dâvûd kitabına sahih, hasen, leyyin ve amel edilebilir hadisleri almıştır Ona göre aşırı derecede zayıf olmayan hadis rey ve kıyastan evlâdır

Sünen'de yeralan bazı sahih hadisler Sahihayn'da bulunmaz Şüpheli hadisleri ise, illetlerini açıklayarak almıştır Sünen, hadis kitaplarının ikinci tabakasına dahildir (ed-Dihlevî, Hüccetullahi'l-Bâliğa, I, 283) Talebelerinden yedisi tarafından rivâyet edilmiştir ki, en sahih ve yaygın rivâyet el-Lu'luî'nin eseridir (JRobson, Sünen-i Ebû Dâvud Nüshalarının Rivâyeti, Trc: Talat Koçyiğit, A ÜİFD, 1956, V, 1-4, 175)

Sünen-i Ebû Dâvûd Kahire (1280), Delhi (1283), Luknov (1840-1888) Haydarabad (1321) Mısır (1935-1950), gibi merkezlerde bir kaç kez basılmıştır Türkçe'de Ebû Dâvûd'un Sünen'i 1983'de yayınlanmıştır 1987 yılında eserin, tercüme ve şerhi yayınlanmaya başlanmıştır Sünen'in ilk şerhini "Meâlim Es-Sünen" adıyla Ebû Süleyman Hattâbî (388/998) yapmıştır

Ebû Dâvûd'un diğer eserleri şunlardır:

2 Risâletuhu fi Vasfı Kitâbü's-Sünen: Eseri Kitâbu's-Sünen ile ilgili olarak yazdığı ve yukarıda sözkonusu ettiğimiz mektuptur

3 el-Merâsil: Mürsel hadislerle ilgili eseri

4 Mesâiiu'l-İmam Ahmed: Fıkıh konularına göre tasnif edilen ve Ahmed b Hanbel'e sorulan soru ve cevapları kapsar Diğer önemli eserleri de şunlardır: el-Mesâil, en-Nâsih ve'l-Mensuh, Kitâbu'z-Zühd, Kitâbu'l-Kader, Kitâbu'l-Ba's ve'n-Nüşûr, Delâilu'n-Nübüvve, et-Teferrüd fi's-Sünen, Fedâilu'l-Ensâr, Müsned-u Mâlik, ed-Dua, İbtidâu 'l- Vahy, Ahbâru'l-Havâric

Ahmet AĞIRAKÇA

Sait KIZILIRMAK

EBU HANİFE

(80/150 - 700/767)

İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b Sâbit b Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı

Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yılında doğdu Numân ve ailesinin Arap olmadığı kesindir; onun Farisi veya Türk olduğu şeklinde değişik görüşler vardır Dedesi Zûta, Teym b Sa'lebeoğulları kabilesinin âzatlısı olup, Hz Ali zamanında Kâbil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerleşti Zûta'nın oğlu Sâbit de Kûfe'de ipek ve yün kumaş ticaretiyle uğraştı İslâm'ın hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b Sâbit küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzetti Kırâatı, yedi kurrâdan biri olarak tanınan İmam Âsım'dan aldığı rivâyet edilir (İbn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Şa'bî (20/104)'nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir öğrendi Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdı fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife'nin de bu itikâdı tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir Ebû Hanife, Şa'bî'nin kendisini ilme teşvikini şöyle anlatmaktadır: "Günün birinde Şa'bî'nin yanından geçiyordum Beni çağırdı ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi Ben de, 'Çarşı pazara' dedim O, 'Maksadım o değil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap verince Şa'bî, 'İlmi ve ulemâ ile görüşmeyi sakın ihmal etme Ben senin uyanık ve aktif bir genç olduğunu görüyorum' dedi Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yaptı Ticareti bıraktım, ilim yolunu tuttum Allah'ın inâyetiyle Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu" Kendisinin de belirttiği gibi Şa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktası olmuştur Bundan böyle ticaret işini ortağı Hafs b Abdurrahman'a devredecek, ara-sıra dükkânına uğrayacak, asıl işi ilim meclislerine devam etmek olacaktır O zaman Numan henüz yirmiiki yaşındadır (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev: Osman Keskioğlu İstanbul 1970 43)

Ebû Hanife'nin yaşadığı yer ve çağda itikâdı fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt'e zulmü devam etmiştir Mantığı çok kuvvetli olan Numân b Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi Tartışmak (cedel) için sık sık Basra'ya gitti, ancak kelâm ve cedel'in din dışı olduğunu görerek fıkh'a yöneldi "Arkadaşını tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düşer" diyordu (Hatib el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, XIII, 333) Kendisi bunu şöyle anlatır: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konuları bizden iyi anladılar Aralarında sert münâkaşa ve mücâdele olmadı ve onlar fıkıh meclisleri ile halkı fıkha teşvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular Bunu anlayınca ben de münakâşa, cedel ve kelâmı bıraktım; selefin yoluna döndüm Kelâmcıların selefin yolunda olmadığını; cedelcilerin kalpleri katı, ruhları kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler olduklarını gördüm" (İbnü'l Bezzâzı, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111)

Numân, babasıyla onaltı yaşında hacca gittiğinde ortada tâbiînden Atâ b Ebî Rebâh, Abdullah İbn Ömer ile tanışarak onlardan hadis dinlediği, rivâyet edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Ğâbe, III, 133) Kendisi, tâbiînden sayılır ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir Onun, gençliğinde çağının bütün düşünce akımlarını izlediği, ihtilâfları çok iyi tesbit ettiği zikredilmektedir (Şa'rânı, Tabakatü'l-Kübrâ, I, 52-53) Fıkıhta karar kılıp selefin yolunu izlemeye başladıktan sonra geleneğe uyarak kendisine bir üstad âlim seçti Onsekiz yıl Irak'ın büyük fakihi Hammâd b Ebî Süleyman (ö120/737)'ın derslerine devam etti Onun vekîli oldu ve on yıllık öğrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmış kadar fetvasının kırkının Hammâd tarafından tasvib edildiği ve yirmisinin düzeltildiğini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu Özellikle o sırada varolan şu dört fıkhı öğrendi: İstinbat, Hz Ömer fıkhı, Abdullah b Mes'ud fıkhı, Abdullah b Abbâs fıkhı Birincisi şer'i hakikatleri araştırıp ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Şener, II, 132)

Hocası Hammâd b Ebî Süleyman, İbrahim en-Nehaî ve Şa'bî gibi iki büyük âlimden fıkıh okudu Abdullah b Mes'ud ve Hz Ali'nin fıkhına sahip Kadı Şureyh, Alkame b Kays, Mesruk b el-Ecda'ın fıkhından faydalandı Ebû Hanife'nin fıkhında daha ziyâde İbrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür Dehlevî, "Hanefi fıkhının kaynağı, İbrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Şah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il Bâliğa, 1, 146) Ayrıca Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartışılmaz bir ilim elde etmiştir Onun tâcir olarak halkın günlük hayatıyla iç içe oluşu ve sık sık ilim merkezlerine seyahat edip birçok âlim ile düşünce alışverişinde bulunması, bu alanda saygınlığına sebep olmuştur Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle görüşmüş, ilmî sohbetlerde bulunmuş, onlardan hadis dinlemiştir Atâ b Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfı, Abdurrahman b Hürmüz el-A'rec, İkrime, Nâfi', Katâde bunlardan bazılarıdır (Zehebî, Menâkibu'l-İmâm Ebı Hanife ve Sahiheyni Ebı Yûsuf ve Muhammed b el-Hasen, Mısır) Kendisi şöyle der: "Hz Ömer'in fıkhını, Hz Ali'nin fıkhını, Abdullah b Mes'ud'un ve Abdullah İbn Abbâs'ın fıkhını onların ashâbından aldım" (M Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44)

Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle bırakmadı Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı Ebû Yûsuf'un parasının bittiğini söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf'u murâkabe eder, yardımda bulunurdu Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî, age, 39) Birçokları ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi; çünkü o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç satıcıyı sömürmezdi Bir defasında bir kadın, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi O, fiyatını sordu Kadın yüz dirhem istedi Ebû Hanife, değerinin yüz dirhemden fazla ettiğini söyledi Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini söyleyince kadın, "Benimle eğleniyor musun?" demişti Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi Adam çağrıldı ve fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın aldı Bu olay o zamandan beri halk arasında günümüze kadar anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir bir darb-ı mesel haline gelmiştir

Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı Tefekkürü çok, konuşması az, Allah'ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi Fıkhı sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmiştir Ebû Hanife'nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müctehid mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, Menâkıbu'l-İmâm Ebû Hanife, II, 218) Müctehid öğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf (158), Muhammed b Hasan es-Şeybânî (189) Dâvûd et-Tâ; (165), Esed b Amr (190), Hasan b Ziyâd (204), Kasım b Maan (175), Ali b Mushir (168), Hibban b Ali (171)'dir Ebû Hanife'nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiği fetvâlardan meydana gelmiştir Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı Bu sözleri en yakın müctehid talebeleri tarafından sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi Onun ilim meclisi bir istişâre, bir diyalog merkezi, bir hür düşünce okulu idi Ebû Hanife'nin halkın sevgi ve saygısını kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur Onun talebelerine verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve araştırmanın yollarının tutulması, câhil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar vardır: "Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş İnsanlığında kusur etme, kimseyi küçük görme Bir meselede görüşünü sorana bilinen görüşü tekrarla ve sonra o meselede şu veya bu şekilde başka görüşler de bulunduğunu zikret Halka yumuşak davran, bıkkınlık gösterme, onlardan biriymişsin gibi davran" Ebû Hanife kimseye "benim görüşüm en doğrudur" demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha iyi bir görüş getirene uyacağını söylerdi Yine o, talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını, çünkü yarın görüşünü değiştirebileceğini ifade ederdi Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamıştır Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katıldı Hayatının bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu Ehl-i beyt'e büyük muhabbeti vardı Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i gözeteceklerini söylemişlerdi Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı Derslerinde fırsat buldukça iktidarı tenkid etti Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramış, hapsedilmiştir (İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih, V, 559) İmam, takvâsı, firâseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadı Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini destekledi Hattâ o, Zeyd b Ali'nin imamlığına zımnen bey'at etmişti Hz Ali'nin torunları, kendisi gibi birer birer isyan edip şehid edilirken İmam Zeyd için Ebû Hanife şöyle diyordu: "Zeyd'in bu çıkışı -Hişâm b Abdülmelik'e isyanı- Rasûlullah'ın Bedir günündeki çıkışına benziyor " Ebû Hanîfe'nin ehl-i beyt imamları ile olan birlikteliği, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine karşı tavrı dikkat çekici bir tavırdır 145 yılında Hz Ali (ra)'in torunlarından Muhammed en-Nefsü'z Zekiye ile kardeşi İbrahim'in Abbâsilere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak'ta, İmam Mâlik Medine'de açıkça iktidarı telkin etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt'e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehidler gibi öldü Zehirletildiği de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-İntika, 170) Bağdat'ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu

Ölümünden sonra ders halkasını Ebû Yusuf sürdürdü Vefâtından sonra fetvâları yazılıp, doktrini sistemleştirildi Hanefilik kanun ve asıllarıyla İslâm dünyasının dört bucağına yayılmıştır Mezhebi sistematik hale getiren, İmam Muhammed eş-Şeybânî'dir el-Asl, el-Câmi'ü's Sağır, el-Câmi'ü'l-Kebîr, ez-Ziyâdât, es-Siyerü'l-Kebû'i yazan odur Bu kitaplar güvenilir rivâyetler olarak zikredilerek "Zâhirü'r Rivâye" veya "Mesâilü'l-Usûl" adıyla mezhebin ana kaynakları sayılmıştır (Bk Hanefi mezhebi) Talebelerinin toparladığı "el-Fıkhu'l Ekber", kesin olarak İmam Âzam'a aittir ve ehli sünnet akidesinin temel kitabıdır (İmam Fahrü'l İslâm Pezdevî, Usûlü'l-Fıkh, I, 8; İbnü'n-Nedîm, Kitâbü'l-Fihrist, I, 204) Ayrıca el-Fıkhü'l Ebsât, Kitâbü'l Alim ve'l Müteallim, Kitâbü'r Risâle, el- Vasiyye, el-Kasîdetü'n Numâniye, Marifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife adlı eserler de imamdan rivâyet edilmiştir Bunların yanısıra kaynak ve araştırmalarda nüshaları bulunamayan başka eserlerden de söz edilmiştir

Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır İctihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle demiştir: "Bu bizim reyimizle vardığımız bir sonuçtur Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir' demeyiz Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz" (Zehebî, age, 21) Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: "Nereden söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz" O, bir tek kişi ya da mezhebin İslâm'ı kuşatmasının mümkün olmadığını biliyordu Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi ictihadı hakkında böyle bir iddiada bulunmuştur Onlar hep sahih sünnetin asıl olduğunu, sahih sünnet ile sözleri çatıştığı takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiğini öğrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir

Mezhepleri günümüze kâdar varlığını sürdüren Ehl-i Sünnet mezheplerinden dördü arasında ilk tedvin edilen mezhep Hanefi mezhebi olmuştur Irak'ta doğan bu mezhep hemen hemen bütün İslâm dünyasında yayıldı Abbâsiler döneminde kadıların çoğu Hanefi idi Selçukluların, Harzemşahların mezhebi de Hanefilik idi Osmanlı döneminde de resmi mezhep Hanefilik olmuştur (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, Ankara 1981, 127)

Ebû Hanife yetmiş yıllık ömrünü fetvâ vermek, ders halkasında talebe yetiştirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geçiren, İslâm âleminin yetiştirdiği büyük müctehidlerden biridir Elli beş defa hacca gittiği nakledilir (İzmirli, İ Hakkı, age 127) Bu duruma göre o her sene hac yapmıştır

İmâm-ı Âzam usûlünü şöyle açıklamıştır: "Rasûlullah (sas)'den gelen baş üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz Bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlarıyız"

"Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim Onda bulamazsam Rasûlullah'ın güvenilir, âlimlerce mâlum ve meşhur sünnetiyle amel ederim Onda da bulamazsam ashâbından dilediğim kimsenin re'yini alırım Fakat iş İbrâhim, Şâ'bi, el-Hasen, Atâ gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; Zehebî, Menâkıb, 20-21; M Ebû-Zehra, Târihü'l-fıkh, II, 161; A Emin, Duha'l İslâm, II, 185 vd)

İmam Muhammed de "İlim dört türdür: Allah'ın kitabında olan ile ona benzeyen, Rasûlullah (sas)'in sağlam bir senetle nakledilen sünnetinde sâbit olanlar ile ona benzeyenler, Rasûlullah'ın ashâbının icmâ'ı ile sâbit hükümler ile onlara benzeyenler ve nihâyet İslâm fukahâsının çoğu tarafından sahih ve güzel olduğu kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (İbn Abdilber, el-Câmi', II, 26) demiştir

Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kısım tenkidler yapılagelmiştir Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayıftır (İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri reddeder (M Zâhidü'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd); Onun nezdinde sahih olan hadis sayısı onyedi veya elli civarındadır (İbn Haldûn, Mukaddime, 388,) şeklinde özetlenebilir

Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meşhur muhaddisler kadar mütehassıs değilse de, "ictihad şûrâsı"nda bu konuda kendisine yardımcı olan hadis hâfızları vardır (M Zâhidü'l Kevserî, age, 152) İctihadında, bizzat üstadlarından öğrendiği dörtbin kadar hadis kullanmıştır (Mekkî, Menâkıb, II, 96) Bazı hadisleri Hz Peygamber'e ait oluşunda şüphe bulunduğu, başka bir deyişle hadisin sıhhatini tesbit için ileri sürdüğü şartlara uymadığı için reddetmiştir (İbn Teymiyye, Raf'u'l-Melâm, 87 vd) Yoksa Ebû-Hanife, değil sahih hadisleri reddetmek, mürsel ve zayıf hadisleri dahi kıyasa tercih ederek tatbik eylemiştir (İbn Hazm el-İhkâm 929)

Diğer taraftan, Kıyas yüzünden Ebû-Hanife'ye tenkit yöneltenler haksızlık etmiştir Çünkü sahâbeden beri kıyas tatbik edilmiş ve diğer imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmışlardır Ebû Hanife: 1-Kıyası kâideleştirmiş, 2- Sık kullanmış, 3- Henüz vuku bulmamış hâdiselere de tatbik etmiştir (ibn Abdilber, age, II, 148; İbnu'l-Kayyım, İlâmü'l-Muvakkim, 1, 77-277, M Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A Emin, age, II, 187)

Yine, "İstihsan" metodu başta Şâfii olmak üzere birçok âlim tarafından ağır bir şekilde mahkum edilmiş ve bazı kimseler tarafından da yalnız Ebû Hanife'ye nisbet edilmiştir Halbuki mesele mukayeseli bir şekilde incelendiğinde istihsanı reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mânânın çok farklı olduğu görülecektir

İmam Şâfii'ye göre İstihsan; "Bir kimsenin keyfine göre bir şeyi beğenmesi, güzel bulmasıdır" Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan kimse onun benzerini gözönüne alarak bu işi yapar Eğer benzerine aldırmadan bir değer biçerse, tutarsız ve haksız bir iş yapmış olur Allah'ın helâl ve haramı ise bundan çok daha önemlidir Bir kimse haber veya kıyasa istinad etmeden hüküm verirse günahkâr olur (er-Risâle, 507-508) İstihsan ile hükmeden, Allah'ın emir ve nehiyleriyle bunların benzerlerini terketmiş, kafasına estiği gibi davranmış olur (el-Umm, VII, 267-272)

İbn Hazm'da İstihsan, nefsin arzuladığı, beğendiği şekilde hükmetmektir (el-İhkâm, 42) "Bu bâtıldır, çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan insana değişir" (İbtâlu'l-Kıyas, 5-6) demiştir

Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve kıyas gibi mûteber delillerden birine değil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlal ve hüküm verme yoludur Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin istihsanı nasıl anladığına dâir sarih bir ifade nakledilmemişse de, onun benimsediği hüküm ve ictihad usûlünün, yukarıda zikredilen mânâlarda bir istihsana uymadığı sâbittir Kaldı ki onun istihsana göre verdiği hükümlere dayanarak mensuplarının ortaya koyduğu istihsan tarifleri yukarıdakilerden tamamen ayrıdır (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s137)

İstihsanın iki anlamı vardır:

1- İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların tayin ve takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi

2- Kıyası bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek, Râzî bu ikincisini de ikiye ayırarak geniş izah ve misaller veriyor ki bunlardan çıkan neticeye göre istihsanın ikinci türü: Nass, icmâ, zaruret veya daha kuvvetli başka bir kıyas sebebiyle kıyası terketmekten ibaret oluyor

Bu anlamıyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad metodu olmaktan hem de yalnız Ebû Hanife'ye mahsus bulunmaktan çıkmış oluyor İmam Şâfii, istihsan lâfzını birinci mânâda kullanmıştır (el-Mekkî, Menâkıb, I, 95) İmam Mâlik, "İstihsan ilmin onda dokuzudur" demiş ve ictihadında buna geniş bir yer vermiştir (Amidî, el-İhkâm, 242; el-Mekkî, Menâkıb, I, 95 vd)

İmam Ebû Hanife'nin ictihâdından bazı örnekler:

1- Ebû Hanife'ye, Evzâı soruyor:

-Namazda rükûa giderken ve doğrulurken niçin ellerinizi kaldırmıyorsunuz?

-Çünkü Rasûlullah (sas)'den bunu yaptığına dâir sahih bir rivâyet gelmemiştir

-Haber nasıl sahih olmaz? Bana Zühfi, Sâlim'den, o babasından, "Rasûlullah (sas)'in namaza başlarken, rükûa varırken ve doğrulurken ellerini kaldırdığını" haber verdi

-Bana da Hammâd, İbrâhim'den, o Alkame ve el-Esved'den, bunlar da Abdullah b Mes'ud'dan, "Rasûlullah'ın yalnız namaza başlarken ellerini kaldırdığını, bir daha da kaldırmadığını" haber verdi

-Ben sana Zührî, Sâlim, babası yoluyla Hz Peygamber'den haber veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve İbrâhim haber verdi diyorsun?

-Hammâd b Ebî Süleyman, Zührî'den, İbrâhim de Sâlim'den daha fakihtir İbn Ömer'in sahâbî oluşu ayrı bir fazîlettir, ancak fıkıhta Alkame ondan geri değildir el-Esved'in birçok meziyetleri vardır Abdullah'a gelince; o Abdullah'tır!

Bu cevap üzerine Evzâî, susmayı tercih etmiştir (Karaman, age, 138-139)

Bu istinbâtında Ebû-Hanife, hadise dayanmış, fakat üstadları olduğu için râvilerini daha yakından tanıdığı bir hadisi diğerlerine tercih etmiştir

2- Bir kimse diğerine kârı ortak olmak üzere satması için bir elbise veya aynı şartla yapıp kiraya vermesi için bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife'ye göre fâsittir Çünkü sözkonusu akidde meçhul bir bedel karşılığında bir adam kiralanmış oluyor İmam-ı Âzam'a göre bu bir ortaklık akdi değil isticâr (kira) akdidir ve şartlarına uygun olmadığı için fâsidtir (Ebû Yusuf, İhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsı, el-Mebsût, XXII, 35 vd)

Aynı akid, "müzâraa" akdine benzetilerek, İbn Ebî Leylâ tarafından câiz görülmüştür

Bu kıyas ictihâdında iki müctehid, makisûn aleyhleri farklı olduğu için iki ayrı hükme varmışlardır

3- Keza bir kimse, diğerine mahsulün yarısı, üçte yahut dörtte biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmalığını teslim etse yani müzâraa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye göre bu akidler bâtıldır Çünkü arazinin sahibi adamı meçhul bir ücret karşılığında kiralamıştır Ebû Yusuf'un rivâyetine göre İmam şöyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir şey çıkmazsa bu adam boşa çalışmış olmayacak mı?" Ebû Yusuf ve İbn Ebî Leylâ ise sahâbe görüşlerine dayanarak ve mudârabe akdine kıyas ederek bu işlemi câiz görmüşlerdir (Ebû Yusuf, age, 41-42)

4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farklı din sâliki gayr-i müslimlerin birinin diğerine şâhid veya vâris olması, Ebû Hanife'ye göre câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir millet gibidir" Halbuki İbn Ebî Leylâ, onların iki ayrı din sâliki iki ayrı millet olduklarını kabul ederek birinin diğerine şâhit ve vâris olmasını câiz görmemiştir (Ebû Yusuf, age, 73)

İmam-ı Azam'ın fıkıh tedvinindeki öncülüğü

İslâm ilimlerinde fıkhın konularının düzenli olarak belirlenmesiyle bunların kitap, bâb, fasıllara ayrılarak yazılması İslâm hukukunda çok önemli bir dönüm noktasıdır İmam Muhammed eş-Şeybânî'nin telifiyle ortaya çıkan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî hayatı ince ayrıntılarıyla içine alan beşyüzbin meseleyi hükme bağlamıştır Bunlar yazılı küllî fıkıh kâideleri olarak İslâm kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynakları olmuş, yüzyıllarca şerhleri yapılmıştır Çağdaşlarının Ebû Hanife'yi aşırı rey taraftarlığı ile suçlamaları bile daha sonraları onun görüşlerinin başka kavramlar adı altında kabulünü engellememiştir Ebû Hanife'nin bir diğer özelliği, kendisinden öncekilerin nakillerinin yarısını bütün meseleleri yeni baştan edille-i şer'iyye kaynaklarından çıkarmasıdır İslâm'ın esaslarına uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder Ashabın görüşünü birçok müsnedden tercih eder Tâbiinin görüşünü almak yerine kendi reyini koydu, çünkü o da tâbiîndendi Ebû Hanife, hilâfet 132 yılında Abbâsilere geçinceye kadar Irak'tan Hicâz'a gitti; orada Mâlik b Enes (179) ve Sufyân b Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla görüştü; hacca gelen çeşitli merkezlerin âlimleriyle irtibat kurdu, 136 yılında Abbâsi yöneticisi Ebû Câfer el-Mansur'un başa geçmesiyle Kûfe'ye döndü Ama onu da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M Zemahşerî, el-Keşşâf, 11, 232) Çağdaşı İmam Câfer el-Sâdık ile mütâbakatı vardır İki yıl onun meclisinde bulunmuş ve, "bu ikiyıl olmasa Numân helâk olurdu" demiştir Hicrî 150 yılında vefât ettiğinde yakınlarına, "Halifenin gasbettiği hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmiştir

İmâm-ı Azam bazı rivâyetlere göre işkence edilirken, zehirlenerek öldürülmüştür Dâvûd b el-Vâsitî'nin nakline göre her gün hapiste ona başkadı olması teklifi yapılır, o her defasında reddeder, böylece sonunda yemeğine zehir katılarak şehid edilir İbn el-Bezzâzı de Ebû Hanife'nin hapisten çıkıp evine döndüğünü, ancak devletin onu halkla temastan engellediğini ve evinde gözetim altında tutulduğunu zikreder (el-Bezzâzı, Menâkıbu'l-İmâmi'l-A'zam, II, 15) Ebû Hanife'nin cenaze namazında ellibin kişi bulunmuş, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza katıldığı söylenmiştir

Çağdaşları içinde değişik okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b Mübârek, İbn Cüreyh, Câ'fer-i Sadık, Vâsil b Atâ vs büyük imamlar bulunan İmâm-ı Âzam ile büyük İmam Muhammed Bâkır arasında geçen şöyle bir olay anlatılır: Muhammed Bâkır, Ebû Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kıyasla değiştiren sen misin?" diye sormuş; Ebû Hanife, "Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur Ben de bana lâyık olan şekilde yerime oturayım Dedeniz Muhammed (sas)'e hayatında sahâbîleri nasıl saygı duyuyorlarsa aynı şekilde ben de size saygı besliyorum Şimdi sen bana kadının mı erkeğin mi zayıf olduğunu; kadının mirasta erkeğe nisbetle hissesini; namazın mı orucun mu efdal olduğunu, idrarın mı meninin mi pis olduğunu söyler misin? " diye sormuş İmam Bâkır da kadının mirasta iki hissesi olduğunu; erkekten zayıf olduğunu; namazın oruçtan efdal ve idrarın meniden pis olduğunu söyledi Ebû Hanife ona, "Kıyas yapsaydım kadın erkekten zayıftır diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan sonra sadece abdest alınmasını söylerdim Kıyasla dedenizin dinini değiştirmekten Allah'a sığınırım" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, II, 66-67)

Ebû Hanife, meseleleri olmuş gibi farzederek takdîrî fıkıh hükümleri ortaya koymuş, örfü ve istihsanı sık sık kullanmış, ticârî akidlerdeki ictihadlarında ilk defa ortaya hükümler çıkarmıştır Onun en önemli özelliklerinden birisi, şahsı hak ve hürriyetleri savunmasıdır Âkil bir insanın şahsı tasarruflarına hiç kimsenin müdâhale edemeyeceğini savunarak fıkıhta büyük bir reform yapmıştır Âkile ve bâliğe bir kızın/kadının evlenme hususunda velâyetinin kendisine ait olduğunu savunurken babası dahi olsa, hiç kimsenin şahsı velâyet hakkına müdâhalede bulunamayacağını söylemiştir Kezâ, bunak, sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder Çoğu görüşlerinde ve bu hürriyet bahsinde o görüşünü yalnız başına cumhura karşı -hatta Ebû Yusuf da ona muhâlefet eder-durmaktadır Ona göre velâyet, hürriyeti kısıtlar ve zedeler Genç erkeğin nasıl hür velâyeti varsa, genç kızın da olması gerekir Maslahat dışında bu mutlâka şarttır Yine Ebû Hanîfe, mülkiyet ile hürriyeti birbirine bağlamış, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini sonuna kadar savunmuş ve mahkemenin bu hürriyete müdâhalesinin onu kayıt altına almasının karşısında yer almıştır İnsanın kendi mülkî tasarrufu eğer başkasına zarar verici olursa, o zaman bu meselede şuurlu bir dinî vicdana başvurur Çünkü bu gibi meselelerde mahkeme müdâhalesi daha fazla düşmanlık ve çekişme, dinî duyguların zayıflamasına, hattâ fitne ve zulme yol açar İnsanın dinî duygusu zayıfladıktan sonra bunu hiçbir şey telâfi edemez, kalp katılaşır, dinden uzaklaşılır, buğzetme ve düşmanlık yaygınlaşır, tecâvüz ve çekişmeler artar, iyilikler kaybolur, kötülükler ortaya çıkar İşte kısaca, Ebû Hanîfe yöneticilerin zorbalığına karşı kişisel özgürlükleri savunurken, aynı zamanda dinin sivil gelişim tarzını da ilk defa böyle sistemli bir fıkıhla ortaya koymuştur

Ebû Hanife'nin bir başka önemli görüşü, Dârü'l-Harb'e izinli giren bir müslümanın fâiz almasını câiz görmesidir Çünkü ona göre orada İslâmî hükümler tatbik edilmediğinden, müslümanın düşman rızasıyla onların mallarını alması câizdir Evzâî bu konuda karşı çıkarak, fâizin her yerde her zaman haram olduğunu söylemiş, kâfirlerin mal ve canlarının müslümanlar için haram olduğunu istihrac etmiştir Ebû Yusuf ile İmam Şâfii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu görüşüne katılmazlar Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak şeyleri mübah kılması ilkesidir Zarûret bulununca özel ve istisnâî hallere gerek vardır Bu bakımdan o bir çok meselede kolaylık getirmiştir Onun Dârü'l-İslâm'ın Darü'l-Harb'e dönüşmesi için getirdiği şartlar da Cumhurun görüşünden farklıdır O, düşman istilası ile birlikte ayrıca Dârü'l-Harb'in şirk ahkâmını uygulaması, başka bir Dârü'l-Harb'e bitişik olması, o devlette emniyet içinde olan bir müslüman veya zımmî kalmış olması halinde oranın Dârü'l-Harb olmadığını söylemektedir Cumhur ve Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ise, sadece orada küfür ahkâmının uygulanmasını yeterli görmüşlerdir (Bk Dârü'l-islâm, Darü'l-Harb)

Vakıf konusunda da Ebû Hanife, mâlikin mülkünde hiçbir kayıtla mukayyed olmadığını savunurken, mâlikin kendisinin yaptığı vakıfta ne kendisi ne mirasçıları hakkında lâzım bir vâkıf olmamakta, vakıf âriyet hükmünde olmaktadır Yani vâkıf, âriyetin câiz olduğu kadar câizdir Rakabesi vâkfın mülkü hükmünde kalmakla beraber geliri ve hasılatı vâkıf cihetine sarfolunur Vâkıf, sağlığında vâkıftan dönerse kerahatle beraber bu câizdir Ebû Hanife bu konuda, İbn Abbâs'tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermiştir O şöyle demiştir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras hükümleri bildirildikten sonra Rasûlullah'ı şöyle derken işittim: "Allah'ın ferâizinden hapis etmek yoktur " Yani mirasçılar mirastan mahrum edilemezler, buyurmuştur Yine Hz Ömer demiştir ki: "Eğer bu vâkfımı Hz Peygamber'e anmamış olsaydım, ondan dönerdim" Üçüncü delili, malı vâkıf ile hapsedip tasarruftan alıkoymanın fıkıh kâidelerine karşı gelmek şeklindeki aklı delilidir Mülkiyet tasarruf ve hürriyete bağlıdır, hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir şer'î nass bulunmadıkça bâtıl olmaktadır Birşey bir kimsenin mülküne girdikten sonra onun mülkiyetinden mâliksiz olarak çıkmaz

>>>>>

EBÛ LEHEB

(?/2 - ?/624)

Hz Peygamber'in amcası, aynı zamanda onun en şiddetli düşmanı

Kureyş eşrafından ve Peygamber efendimizin amcası olan Ebû Leheb'in asıl adı, Abdüluzzâ b Abdulmuttalib b Hâşim'dir Onun için "Alev babası" (yani cehennemlik) manasına gelen Ebû Leheb lâkabı müslümanlar tarafından kullanıldığı gibi Kur'an'da da geçmektedir

Kendisi, Hz Peygamber'e ve güçsüz müslümanlara eziyetler eder, karısı Ümmü Cemil binti Harb da Rasûlullah'ın geçeceği yollara dikenler atardı Peygamber efendimiz, "Önce en yakın akrabanı uyar!" (eş-Şuarâ', 26/214) veya "Emrolunduğunu açık açık anlat!" (el-Hicr, 15/94) âyeti nâzil olunca Safâ tepesine çıkarak Mekkelileri uyarmıştı Bu sırada Ebû Leheb yerden bir çakıl alarak Hz Peygamber'e fırlatmış ve, "Kahrolasıca (tebben lek)! Bizi bunun için mi topladın?!" demişti Bunun üzerine şu âyetleri ihtivâ eden Tebbet Sûresi nâzil oldu: "Ebû Leheb'in elleri kurusun, kendisi de kahrolsun! Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi Yakında kendisi alevli ateşe atılacak Karısı da boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde odun taşıyacaktır" (Tebbet, 111/ 1 vd)

Şurası dikkat çekicidir ki Mekke müşrikleri arasında Kur'an-ı Kerim'de ismi açıkça zikredilerek lânetlenilen tek kişi, Ebû Leheb'tir ve Hz Peygamber'in öz amcası olması ona hiçbir fayda sağlamamıştır

Daha sonraki dönemlerde de hep İslâm'a karşı müşriklerin yanında, hattâ başında yeralan Ebû Leheb, bazı rivâyetlere göre hasta olduğu için, bazı rivâyetlere göre ise kızkardeşi Âtike'nin gördüğü kötü bir rüya sebebiyle Bedir harbine bizzat iştirak etmemiş, ancak yerine ücretini vererek bir asker göndermiştir Bedir hezimeti kendisine haber verildiği zaman son derece üzülmüş, yedi gün gibi çok kısa bir süre sonra da Mekke'de ölmüştür Ölümünde oğulları dahi cesedini kaldırmaya yanaşamamışlar, kokuşuncaya kadar ortada kaldıktan sonra merasim yapmadan alelacele gömmüşlerdir

Ebû Leheb, son derece zengin, iri cüsseli, kırmızı yüzlü, çabuk hiddetlenen birisi idi

Ahmet ÖNKAL

EBÛ TURÂB

"Toprak babası -veya- sahibi" anlamında Hz Ali'ye Rasûlullah (sas) tarafından verilmiş bir künye

Hz Ali (ra), bu künyeyi çok severdi; fakat, zamanla bu künyenin ona ait olduğu unutulduğundan veya yeni müslüman olanlar tarafından bilinmediğinden Emeviler döneminde bir zaman hutbelerde bu künye anılarak kendisine sövülürdü İmâm-ı Müslim'in rivâyetine göre (Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 2409) Mervan'ın ailesinden Medine'ye vali tâyin olunan biri Sahâbe'den Sehl bin Sa'da gelerek, Hz Ali'ye sövmesini ister Hz Sehl'in çekinmesi üzerine ise, "Allah, Ebû Turâb'a lânet etsin deyiver" der Sehl Hazretleri ise, "Ali'nin Ebû Turâb kadar hoşlandığı hiçbir isim yoktu Bu ismin verilmesine sebep olan hâdise ise şudur" diye cevap verir ve hâdiseyi şöyle anlatır:

"Rasûlullah (sas) bir gün kızı Fâtıma (ranha)'nın evine geldi ve Ali'yi evde bulamadı 'Amcamın oğlu nerede?' diye sorunca, sevgili kızından, 'Aramızda birşey geçmişti Bunun üzerine gündüz uykusunu yanımda uyumadı da çıkıp gitti' cevabını aldı Rasûlullah da birine, 'Git bak, Ali nerede?' buyurdu Mescid'de uyuduğu haberini alınca, Mescid'e varıp, Ali'yi yan tarafına yatmış, ridâsı bir yanından sıyrılmış ve vücudu toprağa bulanmış şekilde buldu da, 'Ebû Turâb kalk, Ebû Turâb kalk' diye bedenindeki toprağı silkelemeğe başladı"

Bu isimle ilgili olarak kaynaklarda şöyle bir rivâyete daha rastlıyoruz:

Ammâr bin Yâsir der ki: "Uşeyre gazasında Ali bin Ebı Tâlib'le iki yoldaştık Rasûlullah (sas) Uşeyre'de konaklayınca Müdlicoğulları'ndan bazılarının su ve hurma işinde çalıştığını gördük Ali'nin isteği üzerine bir müddet onları seyrettik ve sonra uyuyakalmışız; Sonra, Rasûlullah gelip bizi uyarıncaya kadar orada kaldık Rasûlullah (sas) Ali b Ebî Tâlib'i topraklara bulanmış görünce "Ne oldu sana ey Ebû Turâb?" dedi ve "Size en şakı iki kişiyi bildireyim mi? Biri, Sâlih Aleyhisselâm'ın devesini kesen Semud'un Uheymiri; diğeri de, ey Ali, seni şöylece vuracak olandır" buyurup, elini Ali'nin başına koydu ve neresine kadar kana bulanacağını da sakalını tutarak işaret etti" (İbn Hişâm, es-Sıre, I-II; 600-601) Bu hâdise İbn Hanbel, Hâkim, Tabefi, İbn Kesir, Heysemî, Taberânî ve Bezzar gibi hadisçi ve tarihçilerce de sahih olarak rivâyet edilmiştir

Her iki rivâyetin de sahih olması, Rasûlullah'ın yeri geldikçe Hz Ali'ye "Ebû Turâb" diye hitab ettiğini göstermektedir Bu künyeden Şiî müslümanlar birtakım mânâlar çıkarıp, bazı sonuçlara varıyorlarsa da, bu künyenin Hz Ali (ra) hakkında büyük bir iltifat ve belki de hayatı ve şahsiyetiyle ilgili birtakım haber ve sırlar ihtivâ ettiği söylenebilir

Ali ÜNAL

EBU YÛSUF
(113/731-183/798)

Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanife'den sonra gelen büyük Hanefi fâkihi

Adı Ya'kub b İbrahim el-Ensârî'dir Irak bölgesinin fâkihi kabul edilen Ya'kub 113/731 yılında Kûfe'de doğdu Yûsuf adlı bir oğlu bulunduğu için Ebû Yûsuf (Yûsuf'un babası) lakabıyla meşhur oldu Ailesi fakirdi ve Ebû Hanife'nin yardımıyla ilim tahsiline başladı

Atâ b es-Sâib, Muhammed b İshâk b Yesâr ve Leys b Sa'd gibi büyük hadisçilerden hadis okudu ve "hadis hafızı'' oldu Ebû İshâk eş-Şeybânî, Süleyman et-Temimî, Yahya b Said el-A'meş gibi fâkihlerden ders dinledi İbn Ebî Levlâ'nın önemli fıkhı problemlerde İmâm-ı Azam'ın ictihadlarına başvurduğunu görünce, ondan ayrılarak Ebû Hanife'nin derslerine devam etmeye başladı Onun usûlünü benimseyerek "mutlak müçtehid" pâyesine ulaştı Ebû Hanife onun için şöyle demiştir: "Hem baş kadılığa hem fetvâ makâmına lâyık iki talebem vardır Bunlar Ebû Yûsuf ile Züfer'dir" (ibn Bezzâzı, Menâkıbu'l-imâmi'l-Âzam, II, 125) Ebû Hanife'nin derslerine onaltı yıl devam eden Ebû Yûsuf, bu arada Kûfe'ye gelen ünlü tarihçi Muhammed b İshâk'tan İslâm Tarihi (Meğazî) okudu Ebû Hanife'nin 150/767 yılında vefâtı üzerine Bağdad'a geldi Halife Mehdî tarafından kadı tâyin edildi Hâdi ve Harun er-Reşid devirlerinde de kadılık yaparak ilk defa "Kâdi Kudât (Kadılar kadısı-Baş kadı)" ünvânını aldı Onaltı yıl kadılıktan sonra, 183/798 yılında vefâtı üzerine yerine oğlu Yûsuf kadı tâyin edildi (ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarabâd 1957, 1/292; İbn el-İmâd, Şezerâtü'z-Zeheb, 1/298, 300, 321; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s295)

Ebû Yûsuf güçlü hukuk mantığı ve ince zekâsıyla kendisine gelen fıkıh problemlerini rahatlıkla çözüyordu Bir gün Harun er-Reşîd, "Bu gece ülkemde yatarsam benden üç talak ile boş ol" diyerek hanımı Zübeyde'yi boşadı Fakat sonradan pişman olarak âlimlerden fetvâ istedi Ebû Yûsuf Kur'ân'daki bir âyete dayanarak "Câmilerde yat, çünkü câmiler senin değil Allah'ındır" dedi (el-Cin, 72/18)

Taberî, Ebû Yûsuf'un re'ye fazla başvurması, Sultan'a yakınlığı, kadılık yaparken yöneticileri memnun etmek için çalıştığından dolayı bazı ulemânın ona karşı hadis rivâyetinde çekingen davrandığını söylemektedir (İbn Abdilberr, el-İntikâ, s173) Ebû Yûsuf ikinci fukahâ tabakasından sayılmıştır İmam, örf âdet ve toplumsal şartların değişmesi sebebiyle, nassların hayâttâki bütün ayrıntıları kapsamadığını, dolayısıyla zaman, zemin örf ve âdet ortamının değişmesiyle hüküm ve ictihadların da değişebileceğini savunmuştur Bu bakımdan nassların teşrî hikmetini âdet ve toplumsal şartların, sosyal değişmenin yönünü iyi değerlendirerek, yeni olaylar karşısında nassların ruhunâ uygun fetvâlar vermiştir Böylelikle o, nassların hükmünü hâdiselere uygulamış ve yeni olaylar karşısında dinî teşrîden ayrılmadan meselelere ictihadla çare bulmuştur Bazı fakîhler Rasûlullah'ın hadisinin lâfzına bağlanarak, buğday, arpa, hurma ve tuzun birbiriyle her zaman ölçülerek satılacağını, aralarındaki eşitliğin tartı ile değil, ölçü ile tesbit edileceğini ileri sürmüşlerdir (İbn Âbidin, Neşru'l-Âf fî binâi Ba'zi'l-Ahkâm ala'l-Urf, Mecmûatü'r-Resâil içinde, II, 125) Halbuki İmam Ebû Yusuf alış-verişte artık teâmül haline gelen altınlar arasındaki eşitliğin ölçü ile, buğdaylar arasında da tartı ile tesbit edileceğine dair hüküm vermiştir (İbn Âbidin, age, 118) O bu ictihadı ile nassa muhâlefet etmemiş, zikredilen hadisin vürûdu zamanında bahis konusu ölçü ve tartı meselesinin o günkü şartların ürünü olduğunu bu yüzden de hükmün o şartlara göre konulduğunu söylemiştir Sonraki yıllarda tartı ile satılan şeyler eğer o zamanki ticârî ortamda da cârî olsaydı, hüküm de ona göre olacaktı İbn Âbidin (v 1252/ 1836) altın ve gümüş paranın ondokuzuncu yüzyılda artık tartı ve ölçü ile değil, sayılarak mübâdele edildiğini belirtmiş ve Ebû Yûsuf'un büyük bir ribâ kapısını kapatmış olduğunu söylemiştir (İbn Abidin, age, 1 18) Fıkhı hükümlerin çoğu nassların açık dalâletinden değil, kapalı delâletinden istinbat veya kıyas yoluyla elde edilmiştir İctihad işte burada sözkonusu olmakta ve müctehidler, yaşadıkları ülke ve zamanın icaplarını gözönünde bulundurarak katı ve donuk nasslaştırma yoluna gitmemişler, böylelikle kolaylığı güçleştirmemek suretiyle de din ile hayatın arasının kopmasına mani olmuşlardır Ebû Yûsuf bu alanda üstadı Ebû Hanife'yi de geçmiş, hattâ çoğu meselede ona muhâlefet etmiştir ve kendi zamanında ortaya çıkan örf ve âdet hukukuna uygun olarak kendisi ictihad yoluna gitmiştir Meselâ Ebû Hanife zamanında toplumda ahlâk bozukluğu yoktu ve İmam bu nedenle açık adaleti öngörmüştü Halbuki Ebû Yûsuf zamanında ahlâk bozulduğundan o da Ebû Hanife'nin fetvasıyla değil, kendi ictihadıyla amel etmiştir Yine, Hz Ömer'in Hayber'den hissesine düşen arazisini vakfetmesiyle ilgili rivâyetini öğrenen Ebû Yûsuf, vakıfların satılmasının câiz olduğu görüşünü savunan üstâdı Ebû Hanife'nin görüşüne karşı şöyle demiştir: "Bu, (Hz Ömer'in icraatı) muhâlefet edilmesi mümkün olmayan bir husustur Eğer Ebû Hanife bunu duymuş olsaydı onu kabul eder ve ona muhalif bir görüşü ileri sürmezdi" İşte bu büyük imamlar, böylesine geniş bir istinbat özgürlüğünü geliştirmişler, üstelik katı bir mezhep taassubunu da savunmadan ve aynı mezhep içerisinde veya farklı mezheplerde de olsalar daima birbirleriyle görüş ve rey alışverişinde bulunarak ümmetin sorunlarını gidermeye çalışmışlardır Hanefi mezhebinde yakın zamanlara kadar, hattâ günümüzde de fetvâların çoğu, Ebû Hanife'den ziyade Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed'in görüşünce verilmektedir Çünkü büyük imamın mezhebini tedvin eden bu iki talebesidir ve birçok görüş ve ictihadını geliştiren de yine onlardır

"Müslüman nerede bulunursa bulunsun İslâm hükümlerine bağlıdır" diyerek hocasına muhâlif kalan Ebû Yûsuf'tur O bu görüşüyle hükümlerin şahsiliği ilkesini kabul etmiştir Yani bir hüküm yalnız İslâm ülkesinde değil, her yerde yaşayan müslümanlara tatbik olunacaktır Bir İslâm ülkesinin harp ülkesi haline gelmesi için orada küfür ahkâmının uygulanması yeterlidir diyerek hocasına muhâlif kalan yine Ebû Yûsuf'tur Bu genişlik ve kolaylık, bu ihtilâfın rahmeti sünnettir, izlenen usul de sünnetten alınmıştır

İmam Ebû Yûsuf ictihadlarında hadîse önem vermekle birlikte, daha çok re'ye bağlı idi Hakkında nass bulunmayan meselelerde sahâbe'nin sonra da Ebû Hanife'nin içtihadlarına başvurur, eğer bunlarda bir çözüm bulamazsa, kendi re'yi ve kıyası ile hareket ederdi Hanefi fıkhı, Ebû Yûsuf sayesinde yaygınlaşmıştır Çünkü o, kadılık görevini üstlenmekle Hanefi mezhebinin bizzat uygulanmasını sağlamıştır Kadılığı sırasında halkın çözülmesi gereken problemleri ile karşı karşıya gelmiş, bunları çözme yollarını araştırmıştır Bu yüzden onun istihsanları ve kıyasları bizzat hayattan alınmıştır A'meş ve İmam Mâlik'ten hadis öğrendi Yahya b Mâin ondan hadis rivâyet etti Hanefi fıkıh usûlüne ait ilk eseri o yazdı (Osman Keskioğlu, Fıkıh Târihi, Ankara 1980, 82-86)

Ebû Yûsuf'un bilinen eserleri şunlardır: İhtilâfü'l-Emsâr, Edebü'l-Kâdı alâ Mezhebi Ebî Hanife, E'mâlı Fi'l Fıkh, Kitâbü'l-Büyû', Kitâbü'l-Cevâmî, Kitâbü'l-Hudûd, Kitâbü'l-Harâc, Kitâbü'r-Red alâ Mâlik b Enes, Kitâbü'z-Zekât, Kitâbü's-Salât, Kitâbü's-Sıyâm, Kitâbü's-Sayd ve'z-Zebâih, Kitâbü'l-Gasb, Kitâbü'l-Fevâiz, Kitâbü'l- Vesâyâ, Kitâbü'l-Vekâle, el-Asl, Kitâbü'r-Red alâ Siyeri'l-Evzâî, İmlâ

İmam Ebû Yûsuf'un hocaları arasında, Ebî Leylâ, Ebû Hanife, Mâlik b Enes, Süfyân b Uyeyne, İsmail b Uleyye, İbn-Cureyc, Hasan b Dinar, Hanzala b Ebû Süfyân, Hişâm b Urve, Ebû İshâk eş-Şeybânı, Süleyman et-Temîmi en meşhurlarıdır (öNasuhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 392) Ebû Yûsuf'un Kitâbu'l Harac'ı, Muidzâde (H 982) ve Rodosluzâde Muhammed (1113/1701) tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiş, Ali Özek tarafından da yeni Türkçe'ye çevrilmiştir (1970) Eserin Fransızca tercümesi 1921'de, İngilizce tercümesi de 1958'de basılmıştır Kitabın 1896'da basılan bir edisyon-kritiği de vardır Ebû Yûsuf'un yazdığı ve İmam Muhammed'in tertiplediği "el-Mebsut", Hanefi fıkhının başta gelen kaynaklarındandır Kitabın çeşitli bölümleri ayrı ayrı yazıldıktan sonra biraraya getirilmiştir El-Câmiu's-Sağir (hâşiye) de bin beşyüz küsûr fetvayı kapsar Eskiden kadıların bu kitabı ezbere bilmeden tâyin edilmedikleri söylenmiştir el-Cüzcânî'nin düzelttiği el-Mebsut bugün için de en iyi başvuru kaynağı sayılmaktadır İslâmî toprak hukukunda Ebû Yûsuf'un tesiri görülmektedir Metruk arazinin ikta olarak verilmesi sisteminin asr-ı saâdette uygulandığını belirten, Hz Peygamber'in toprakları çeşitli kimselere verdiğini, halifelerin de gayrimüslimlere İslâm'ı sevdirmek ve boş kalan toprakları ektirmek için aynı siyaseti devam ettirdiklerini söyleyen Ebû Yûsuf, Hz Peygamber'den şu hadisle sonuca varmıştır: "Metruk arazı, Allah'a ve Peygambere sonra da size aittir Bir kimse sonradan bunları ihyâ ederse bu onun malı olur, fakat onu ekmeden üç yıl bırakan kimse bu hakkını kaybeder" (Ebû Yûsuf, Kitâbu'l-Haraç, 66 vd)

Halife Harun er-Reşid için yazdığı bu kitabında Ebû Yûsuf devletin maliyesi ve gelir kaynaklarını tafsilatıyla yâzmıştır

Fıkıh bâblarına göre tertiplediği Kitâbu'l-Asâr'ı ise, Ebû Hanife'nin müsnedidir Ebû Hanife'nin rivâyet ettiği hadislerle, hükümlerinde dayandığı hadisler, hadis şartlarını, Tâbiînin Kûfe ve Irak fukahâsından seçilmiş fetvâları bu kitapta bulmak mümkündür

"İhtilâfu Ebu Hanife ve İbn Leylâ" adlı kitabında da, bu iki imamın ihtilâf ettikleri meseleleri ele almıştır Kitabı İmam Muhammed rivâyet etmiştir Bu kitap İmam Muhammed'in eseri sayılmıştır Kitap o çağdaki imamların ihtilâfını nakletmesi bakımından değerlidir

Harb ahkâmı, emân verme, mütâreke, ganimet ahkâmı konularında Ebû Hanife'ye muhâlefet eden Evzaî'ye karşı yazdığı "Kitâbu'l-Red alâ Siyer-i Evzâî" adlı kitabında Evzâî'nin görüşlerini reddetmektedir Kitap aynı zamanda hadis ehli ile rey ehli arasındaki ihtilâfları da ihtiva etmektedir

Şâmil İA

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (E)

Eski 11-04-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (E)



Ebu Cehîl

(?/2 - ?/624)

İslâm'ın ilk döneminde Peygamber efendimizin en azılı düşmanı ve Kureyş'in ileri gelenlerinden biri

Asıl adı Amr b Hişâm el-Muğira olup önceleri Ebû'l-Hakem künyesiyle anılırken, müslümanlar tarafından Ebû Cehil (cehâlet babası) diye adlandırılmıştır Mekke'deki Kureyş kabilesinin Mahzûmoğulları boyuna mensup olup Mekkeliler arasında büyük bir itibâra sahip idi

Peygamber efendimizle aynı yaşlarda olan Ebû Cehil, ilk anlarından itibâren İslâm'a hep karşı çıkmış, Peygamber efendimize ve özellikle güçsüz müslümanlara var gücüyle düşmanlık gösterip ezâ ve cefâlarda bulunmuştur İslâm'ın ilk iki şehidinden biri olan Ammâr b Yâsir*'in annesi Sümeyye, İslâm düşmanı Ebû Cehil tarafından hunharca öldürülmüştür Hayatı boyunca İslâm'a karşı tüm faâliyetlerde başı çeken Ebû Cehil, müslümanların açlıktan dolayı ölümle karşı karşıya kaldıkları boykot uygulamasını şiddetle takip etmiş, boykotun kaldırılmasına karşı çıkmış; Hz Peygamber'in hicretinden kısa bir süre önce Dâru'n-Nedve* 'de yapılan müzâkerede her sülaleden seçilecek birer temsilcinin oluşturduğu bir fedâi grubu tarafından Peygamber efendimizin öldürülmesini teklif etmiştir

Müslümanların, dinleri uğruna ev ve barklarını mal ve mülklerini, yurtlarını terkedip Medine'ye hicret etmelerinden sonra dahi her fırsatta İslâm'a karşı düşmanlığını ortaya koyan Ebû Cehil, Bedir Savaşı* 'nın çıkmasına da sebep olmuştur Ebû Süfyân'ın yönettiği Kureyş'e Sut bir kervanın müslümanların eline düşmesini önlemek maksadıyla Mekke'den büyük bir orduyla çıkan Ebû Cehil, kervanın kurtularak Mekke yolunu tuttuğunu öğrenmesine rağmen sırf İslâm'a düşmanlığı sebebiyle harbetmek üzere yoluna devam etmiş, Bedir'e vardığı zaman Hz Peygamber'in sulh teklifini reddettiği gibi bizzat kendi ordusunda ileri gelen bazı kimselerin harbi önleme düşüncelerine şiddetle karşı çıkarak onları korkaklıkla itham etmiş ve harbi başlatmıştır

Ancak çarpışmalarda iki Medine'li müslümanın ağır darbelerine uğrayan Ebû Cehil, hareketsiz bir şekilde savaş alanına düşmüş, ölmeden az önce de meşhur sahâbî Abdullah b Mes'ûd* tarafından kafası kesilerek Hz Peygamber'e götürülmüş, cesedi Bedir'de müşrik ölülerinin atıldığı kuyuya (Kalîbu Bedr) atılmıştır

Böylece "bu ümmetin Firavun'u" olarak kabul edilen Ebû Cehil, Rabbim Allah'tır diyen insanlara İslâm'a ve tevhid akîdesine karşı insaf ve insanlığa sığmayan asın düşmanlığının bedelini H 624 yılında hayatıyla ödemiştir

Ahmet ÖNKAL

EBU DÂVUD

(202/817-275/888)

Kütüb-i Sitte adı verilen büyük hadis mecmuâlarının Buhâri ve Müslim'den sonra gelen Sünen'in müellifi olan büyük muhaddis

"İmam", "Şeyhu's-Sünne", "Mukaddemu'l-Huffâz" ve "Muhaddisu'l-Basra" gibi ünvanlara sahip olan Ebû Dâvûd, 817'de Sicistan'da doğdu Tam adı, Ebû Dâvûd Süleyman b El-Eş'as b İshak b Beşir b Şeddad b Amr b İmrân el-Ezdı es-Sicistânı'dir Büyük dedelerinden İmrân, Sıffin'de Hz Ali'nin yanında şehid düşmüştür Oğlu Ebû Bekr Abdullah da meşhur bir muhaddistir

Ebû Dâvûd, hadis ilimlerinin altın çağında, III asırda yaşadı İlim tahsilinde Irak, Şam, Mısır, Cezretü'l-Arap okulları, Horasan, Rey, Herat, Kûfe, Bağdad, Tarsus, Basra gibi yerleri dolaşmıştır Hocaları arasında Ahmed b Hanbel (241/855), Kuteybe b Saîd (240/854), Yahyâ b Maîn (233/847), Halef b Hişâm (227/841) gibi büyük ilim sahibi kimseler görülmektedir O günün ilim çevrelerinin en mûteber kişileri Ebû Dâvûd'un bu saydığımız hocaları idi Ebû Dâvûd hadis ilminde taklide karşı olmuş, tahkike yönelmiştir İslâm dünyasında yüzyıllarca okutulan "Kitâbü's-Sünen" onun araştırmacılığına, münekkidliğine en güzel örnektir Kitâbü's-Sünen, hadis ilimlerinde en çok sözü edilen Kütüb-i Sitte'nin üçüncüsüdür Tirmizî ve Nesâî onun talebeleri arasında yer alır Ebû Dâvûd'u, Şâfii veya Hanbeli mezhebine tâbi gösterilmesine rağmen, müstakil bir muhaddis olarak görmek daha doğru olur (Mübârekruri, Mukaddimetu Tuhfetu'l-Ahvezî, I, 352), Sünen'ini gerçekte Ahmed b Hanbel okumuş ve onaylamıştır; ama bu onun Hanbeli olduğunu göstermez Ebû Dâvud dâima hadisle uğraşmış, mezhebî bir mensubiyeti îmâ eden beyânına rastlanmamıştır Sünen'i, beşyüzbin hadis arasından seçtiği dörtbinsekizyüz hadisi ihtiva eder Eserini takdim ederken, "müslümanın din; hayatı için dört hadisin yeterli olduğunu" söyleyebilmiştir O dört hadis şunlardır:

1 "Ameller, niyetlere göredir "

2 "Mâlâyâniyi (boş, gereksiz şeyler) terketmesi kişinin olgun mü'min olduğunu gösterir"

3 "Kendisi için istediğini mü'min kardeşi için de istemedikçe kişi kâmil mü'min olamaz"

4 "Helâl belli, haram bellidir Aralarında şüpheli bazı işler de vardır"

Gerçekten tam bir İslâmî hayat için temel ilke olabilecek ve bir toplumu ayakta tutabilecek özelliklere sahip olan bu hadis ölçüsü daha sonraları "İslâm ahkâmının üzerinde dönüp durduğu" başlıca esasları teşkil etmiştir (Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, XIII, 210)

Ebû Dâvûd 275/888 tarihinde, arkasında on dokuz eser bırakarak Basra'da yetmişüç yaşında vefât etmiştir Eserlerinden dördü basılmıştır (Sünen, 1, I-3; eş-Şemseddın Sâmî, Kâmûsü'l-A'lâm I 714)

Eserleri:

1 Kitâbü's-Sünen: III asırda muhaddisler, Sünenleri yazarak, sadece ahkâm hadislerini ortaya çıkardılar Sünen, fıkıh bâblarına göre düzenlenmiş ahkâm hadislerini toplamaktadır Ebû Dâvûd'a kadar, Câmi' ve Müsned diye isimlendirilen hadis kitapları, hadisleri; ahbâr, kıssalar, mevâiz, âdâb, ahkâm konularında topluca veriyorlardı Sünenin ilk kez ahkâm hadislerini toplaması ve kırk yıl Ebû Dâvûd'un onu okutması, nüshalarının arasında görülen farkların bu fıkhî özelliği dolayısıyla zaman içinde çıkarma-eklemelerin yapıldığını göstermektedir Ebû Dâvûd eseri için mukaddime yazmamasına rağmen, Mekkelilere yazdığı "Risâletün ilâ ehli Mekke" adlı mektubunda eserinden şöyle söz etmektedir: "Eserin tamamının bildiğim en sahih hadislerden müteşekkil olduğuna emin olabilirsiniz Kitabın hacmi büyümesin diye bir konudaki birçok sahih hadisten bir veya iki hadis verdim Kitapta bir hadisi iki veya üç değişik senedle tekrar etmişsem, sebebi, farklı ve fazla bilgi ihtivâ etmesindendir Çoğu kez uzun hadisleri kısalttım Bir mevzûda mürsel hadisin zıddına bir müsned hadisin mevcud olmadığı veya müsned hadis olmadığı yerde, her ne kadar kuvvet bakımından müsned hadis gibi olmasa da mürsel hadisle ihticâc olunur Kitabımda, hadisi terkedilmiş râviden alınma herhangi bir rivâyet yoktur Aynı konuda kendisinden başka ona benzer herhangi bir hadis bulamadığımdan dolayı münker bir hadise yer vermişsem onun münker olduğunu mutlaka açıkladım Kılı kırk yararcasına hadis toplayan benden başka biri yoktur herhalde Bu öyle bir kitaptır ki, Nebi (sas)'den sahih isnadla vârid olan her sünnet onda mevcuttur Kur'ân-ı Kerîm'in dışında insanların öğrenimine bundan daha çok ihtiyaç duyacakları bir başka kitap bilemiyorum Fıkhı meseleler, Süfyân es-Sevrî, Mâlik ve Şafii'nin meseleleridir Topladığım hadisler de bu meselelerin nassını teşkil etmektedir Sünen'e aldığım hadislerin büyük çoğunluğu meşhur hadislerdir Meşhur, muttasıl ve sahîh olan hadîsi reddetmek kimsenin haddi ve hakkı değildir Sünen'e sadece ahkâm hadislerini aldım Eserde mevcut dört bin sekiz yüz, hadisin tamamı ahkâma âittir" (Adva'us-Şeria, V 1394) Concordance'd a Sünen, kırk kitap ve bin sekiz yüz ****en dokuz babtan meydana gelmektedir Bu bölümler şöyledir: et-Tahâre, es-Salât, Salâtu'l İstiska, Salâtü's-Sefer, Salâtu't-Tatavvu, Şehru Ramazan, Sucûdu'l Kur'ân, Vitr, ez-Zekât, el-Lukata, el-Menâ**** en-Nikâh, et-Talâk, es-Savm, el-Cihad, el-Edâhî, es-Sayd, el-Vasâya, el-Ferâiz, el-Harac ve'l İmâre ve'l Fev el-Cenâiz, el-Eymân ve'n-Nuzûr, el-Büyû', el-Buyû' ve'l-İcâre, el-Akdiye, el-İlm, el-Eşribe, el-Et'ime, et-Tıbb, el-İtâk, el-Hurûf ve'l-Kırâe, el-Hammâm, el-Libâs, et-Tereccül, el-Hâtem, el-Fiten, el-Mehdî, el-Melâhim, el-Hudûd, ed-Diyât, es-Sünne, el-Edeb

Sünen'de sülâsi rivâyet yeralmaz Onaltı tane kutsî hadis bulunmaktadır Hadisleri altı gruptur: Sahih lizâtihi, sahihe benzer, sahihe yakın, şiddetli vehn olan hadisler, 'hakkında birşey söylemediklerim sahihtir' dedikleri, hasen li gayrihi olabilecek hadisler (Kâtip Çelebi, Keşfü'z-Zunûn, II, 1005) Buhâri ve Müslim'in birlikte tahric ettiği hadisler kitabın yarısını teşkil eder Ebû Dâvûd kitabına sahih, hasen, leyyin ve amel edilebilir hadisleri almıştır Ona göre aşırı derecede zayıf olmayan hadis rey ve kıyastan evlâdır

Sünen'de yeralan bazı sahih hadisler Sahihayn'da bulunmaz Şüpheli hadisleri ise, illetlerini açıklayarak almıştır Sünen, hadis kitaplarının ikinci tabakasına dahildir (ed-Dihlevî, Hüccetullahi'l-Bâliğa, I, 283) Talebelerinden yedisi tarafından rivâyet edilmiştir ki, en sahih ve yaygın rivâyet el-Lu'luî'nin eseridir (JRobson, Sünen-i Ebû Dâvud Nüshalarının Rivâyeti, Trc: Talat Koçyiğit, A ÜİFD, 1956, V, 1-4, 175)

Sünen-i Ebû Dâvûd Kahire (1280), Delhi (1283), Luknov (1840-1888) Haydarabad (1321) Mısır (1935-1950), gibi merkezlerde bir kaç kez basılmıştır Türkçe'de Ebû Dâvûd'un Sünen'i 1983'de yayınlanmıştır 1987 yılında eserin, tercüme ve şerhi yayınlanmaya başlanmıştır Sünen'in ilk şerhini "Meâlim Es-Sünen" adıyla Ebû Süleyman Hattâbî (388/998) yapmıştır

Ebû Dâvûd'un diğer eserleri şunlardır:

2 Risâletuhu fi Vasfı Kitâbü's-Sünen: Eseri Kitâbu's-Sünen ile ilgili olarak yazdığı ve yukarıda sözkonusu ettiğimiz mektuptur

3 el-Merâsil: Mürsel hadislerle ilgili eseri

4 Mesâiiu'l-İmam Ahmed: Fıkıh konularına göre tasnif edilen ve Ahmed b Hanbel'e sorulan soru ve cevapları kapsar Diğer önemli eserleri de şunlardır: el-Mesâil, en-Nâsih ve'l-Mensuh, Kitâbu'z-Zühd, Kitâbu'l-Kader, Kitâbu'l-Ba's ve'n-Nüşûr, Delâilu'n-Nübüvve, et-Teferrüd fi's-Sünen, Fedâilu'l-Ensâr, Müsned-u Mâlik, ed-Dua, İbtidâu 'l- Vahy, Ahbâru'l-Havâric

Ahmet AĞIRAKÇA

Sait KIZILIRMAK

EBU HANİFE

(80/150 - 700/767)

İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b Sâbit b Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı

Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yılında doğdu Numân ve ailesinin Arap olmadığı kesindir; onun Farisi veya Türk olduğu şeklinde değişik görüşler vardır Dedesi Zûta, Teym b Sa'lebeoğulları kabilesinin âzatlısı olup, Hz Ali zamanında Kâbil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerleşti Zûta'nın oğlu Sâbit de Kûfe'de ipek ve yün kumaş ticaretiyle uğraştı İslâm'ın hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b Sâbit küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzetti Kırâatı, yedi kurrâdan biri olarak tanınan İmam Âsım'dan aldığı rivâyet edilir (İbn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Şa'bî (20/104)'nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir öğrendi Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdı fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife'nin de bu itikâdı tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir Ebû Hanife, Şa'bî'nin kendisini ilme teşvikini şöyle anlatmaktadır: "Günün birinde Şa'bî'nin yanından geçiyordum Beni çağırdı ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi Ben de, 'Çarşı pazara' dedim O, 'Maksadım o değil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap verince Şa'bî, 'İlmi ve ulemâ ile görüşmeyi sakın ihmal etme Ben senin uyanık ve aktif bir genç olduğunu görüyorum' dedi Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yaptı Ticareti bıraktım, ilim yolunu tuttum Allah'ın inâyetiyle Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu" Kendisinin de belirttiği gibi Şa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktası olmuştur Bundan böyle ticaret işini ortağı Hafs b Abdurrahman'a devredecek, ara-sıra dükkânına uğrayacak, asıl işi ilim meclislerine devam etmek olacaktır O zaman Numan henüz yirmiiki yaşındadır (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev: Osman Keskioğlu İstanbul 1970 43)

Ebû Hanife'nin yaşadığı yer ve çağda itikâdı fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt'e zulmü devam etmiştir Mantığı çok kuvvetli olan Numân b Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi Tartışmak (cedel) için sık sık Basra'ya gitti, ancak kelâm ve cedel'in din dışı olduğunu görerek fıkh'a yöneldi "Arkadaşını tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düşer" diyordu (Hatib el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, XIII, 333) Kendisi bunu şöyle anlatır: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konuları bizden iyi anladılar Aralarında sert münâkaşa ve mücâdele olmadı ve onlar fıkıh meclisleri ile halkı fıkha teşvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular Bunu anlayınca ben de münakâşa, cedel ve kelâmı bıraktım; selefin yoluna döndüm Kelâmcıların selefin yolunda olmadığını; cedelcilerin kalpleri katı, ruhları kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler olduklarını gördüm" (İbnü'l Bezzâzı, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111)

Numân, babasıyla onaltı yaşında hacca gittiğinde ortada tâbiînden Atâ b Ebî Rebâh, Abdullah İbn Ömer ile tanışarak onlardan hadis dinlediği, rivâyet edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Ğâbe, III, 133) Kendisi, tâbiînden sayılır ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir Onun, gençliğinde çağının bütün düşünce akımlarını izlediği, ihtilâfları çok iyi tesbit ettiği zikredilmektedir (Şa'rânı, Tabakatü'l-Kübrâ, I, 52-53) Fıkıhta karar kılıp selefin yolunu izlemeye başladıktan sonra geleneğe uyarak kendisine bir üstad âlim seçti Onsekiz yıl Irak'ın büyük fakihi Hammâd b Ebî Süleyman (ö120/737)'ın derslerine devam etti Onun vekîli oldu ve on yıllık öğrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmış kadar fetvasının kırkının Hammâd tarafından tasvib edildiği ve yirmisinin düzeltildiğini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu Özellikle o sırada varolan şu dört fıkhı öğrendi: İstinbat, Hz Ömer fıkhı, Abdullah b Mes'ud fıkhı, Abdullah b Abbâs fıkhı Birincisi şer'i hakikatleri araştırıp ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Şener, II, 132)

Hocası Hammâd b Ebî Süleyman, İbrahim en-Nehaî ve Şa'bî gibi iki büyük âlimden fıkıh okudu Abdullah b Mes'ud ve Hz Ali'nin fıkhına sahip Kadı Şureyh, Alkame b Kays, Mesruk b el-Ecda'ın fıkhından faydalandı Ebû Hanife'nin fıkhında daha ziyâde İbrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür Dehlevî, "Hanefi fıkhının kaynağı, İbrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Şah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il Bâliğa, 1, 146) Ayrıca Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartışılmaz bir ilim elde etmiştir Onun tâcir olarak halkın günlük hayatıyla iç içe oluşu ve sık sık ilim merkezlerine seyahat edip birçok âlim ile düşünce alışverişinde bulunması, bu alanda saygınlığına sebep olmuştur Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle görüşmüş, ilmî sohbetlerde bulunmuş, onlardan hadis dinlemiştir Atâ b Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfı, Abdurrahman b Hürmüz el-A'rec, İkrime, Nâfi', Katâde bunlardan bazılarıdır (Zehebî, Menâkibu'l-İmâm Ebı Hanife ve Sahiheyni Ebı Yûsuf ve Muhammed b el-Hasen, Mısır) Kendisi şöyle der: "Hz Ömer'in fıkhını, Hz Ali'nin fıkhını, Abdullah b Mes'ud'un ve Abdullah İbn Abbâs'ın fıkhını onların ashâbından aldım" (M Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44)

Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle bırakmadı Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı Ebû Yûsuf'un parasının bittiğini söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf'u murâkabe eder, yardımda bulunurdu Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî, age, 39) Birçokları ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi; çünkü o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç satıcıyı sömürmezdi Bir defasında bir kadın, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi O, fiyatını sordu Kadın yüz dirhem istedi Ebû Hanife, değerinin yüz dirhemden fazla ettiğini söyledi Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini söyleyince kadın, "Benimle eğleniyor musun?" demişti Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi Adam çağrıldı ve fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın aldı Bu olay o zamandan beri halk arasında günümüze kadar anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir bir darb-ı mesel haline gelmiştir

Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı Tefekkürü çok, konuşması az, Allah'ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi Fıkhı sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmiştir Ebû Hanife'nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müctehid mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, Menâkıbu'l-İmâm Ebû Hanife, II, 218) Müctehid öğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf (158), Muhammed b Hasan es-Şeybânî (189) Dâvûd et-Tâ; (165), Esed b Amr (190), Hasan b Ziyâd (204), Kasım b Maan (175), Ali b Mushir (168), Hibban b Ali (171)'dir Ebû Hanife'nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiği fetvâlardan meydana gelmiştir Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı Bu sözleri en yakın müctehid talebeleri tarafından sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi Onun ilim meclisi bir istişâre, bir diyalog merkezi, bir hür düşünce okulu idi Ebû Hanife'nin halkın sevgi ve saygısını kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur Onun talebelerine verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve araştırmanın yollarının tutulması, câhil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar vardır: "Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş İnsanlığında kusur etme, kimseyi küçük görme Bir meselede görüşünü sorana bilinen görüşü tekrarla ve sonra o meselede şu veya bu şekilde başka görüşler de bulunduğunu zikret Halka yumuşak davran, bıkkınlık gösterme, onlardan biriymişsin gibi davran" Ebû Hanife kimseye "benim görüşüm en doğrudur" demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha iyi bir görüş getirene uyacağını söylerdi Yine o, talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını, çünkü yarın görüşünü değiştirebileceğini ifade ederdi Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamıştır Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katıldı Hayatının bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu Ehl-i beyt'e büyük muhabbeti vardı Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i gözeteceklerini söylemişlerdi Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı Derslerinde fırsat buldukça iktidarı tenkid etti Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramış, hapsedilmiştir (İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih, V, 559) İmam, takvâsı, firâseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadı Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini destekledi Hattâ o, Zeyd b Ali'nin imamlığına zımnen bey'at etmişti Hz Ali'nin torunları, kendisi gibi birer birer isyan edip şehid edilirken İmam Zeyd için Ebû Hanife şöyle diyordu: "Zeyd'in bu çıkışı -Hişâm b Abdülmelik'e isyanı- Rasûlullah'ın Bedir günündeki çıkışına benziyor " Ebû Hanîfe'nin ehl-i beyt imamları ile olan birlikteliği, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine karşı tavrı dikkat çekici bir tavırdır 145 yılında Hz Ali (ra)'in torunlarından Muhammed en-Nefsü'z Zekiye ile kardeşi İbrahim'in Abbâsilere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak'ta, İmam Mâlik Medine'de açıkça iktidarı telkin etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt'e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehidler gibi öldü Zehirletildiği de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-İntika, 170) Bağdat'ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu

Ölümünden sonra ders halkasını Ebû Yusuf sürdürdü Vefâtından sonra fetvâları yazılıp, doktrini sistemleştirildi Hanefilik kanun ve asıllarıyla İslâm dünyasının dört bucağına yayılmıştır Mezhebi sistematik hale getiren, İmam Muhammed eş-Şeybânî'dir el-Asl, el-Câmi'ü's Sağır, el-Câmi'ü'l-Kebîr, ez-Ziyâdât, es-Siyerü'l-Kebû'i yazan odur Bu kitaplar güvenilir rivâyetler olarak zikredilerek "Zâhirü'r Rivâye" veya "Mesâilü'l-Usûl" adıyla mezhebin ana kaynakları sayılmıştır (Bk Hanefi mezhebi) Talebelerinin toparladığı "el-Fıkhu'l Ekber", kesin olarak İmam Âzam'a aittir ve ehli sünnet akidesinin temel kitabıdır (İmam Fahrü'l İslâm Pezdevî, Usûlü'l-Fıkh, I, 8; İbnü'n-Nedîm, Kitâbü'l-Fihrist, I, 204) Ayrıca el-Fıkhü'l Ebsât, Kitâbü'l Alim ve'l Müteallim, Kitâbü'r Risâle, el- Vasiyye, el-Kasîdetü'n Numâniye, Marifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife adlı eserler de imamdan rivâyet edilmiştir Bunların yanısıra kaynak ve araştırmalarda nüshaları bulunamayan başka eserlerden de söz edilmiştir

Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır İctihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle demiştir: "Bu bizim reyimizle vardığımız bir sonuçtur Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir' demeyiz Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz" (Zehebî, age, 21) Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: "Nereden söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz" O, bir tek kişi ya da mezhebin İslâm'ı kuşatmasının mümkün olmadığını biliyordu Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi ictihadı hakkında böyle bir iddiada bulunmuştur Onlar hep sahih sünnetin asıl olduğunu, sahih sünnet ile sözleri çatıştığı takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiğini öğrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir

Mezhepleri günümüze kâdar varlığını sürdüren Ehl-i Sünnet mezheplerinden dördü arasında ilk tedvin edilen mezhep Hanefi mezhebi olmuştur Irak'ta doğan bu mezhep hemen hemen bütün İslâm dünyasında yayıldı Abbâsiler döneminde kadıların çoğu Hanefi idi Selçukluların, Harzemşahların mezhebi de Hanefilik idi Osmanlı döneminde de resmi mezhep Hanefilik olmuştur (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, Ankara 1981, 127)

Ebû Hanife yetmiş yıllık ömrünü fetvâ vermek, ders halkasında talebe yetiştirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geçiren, İslâm âleminin yetiştirdiği büyük müctehidlerden biridir Elli beş defa hacca gittiği nakledilir (İzmirli, İ Hakkı, age 127) Bu duruma göre o her sene hac yapmıştır

İmâm-ı Âzam usûlünü şöyle açıklamıştır: "Rasûlullah (sas)'den gelen baş üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz Bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlarıyız"

"Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim Onda bulamazsam Rasûlullah'ın güvenilir, âlimlerce mâlum ve meşhur sünnetiyle amel ederim Onda da bulamazsam ashâbından dilediğim kimsenin re'yini alırım Fakat iş İbrâhim, Şâ'bi, el-Hasen, Atâ gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; Zehebî, Menâkıb, 20-21; M Ebû-Zehra, Târihü'l-fıkh, II, 161; A Emin, Duha'l İslâm, II, 185 vd)

İmam Muhammed de "İlim dört türdür: Allah'ın kitabında olan ile ona benzeyen, Rasûlullah (sas)'in sağlam bir senetle nakledilen sünnetinde sâbit olanlar ile ona benzeyenler, Rasûlullah'ın ashâbının icmâ'ı ile sâbit hükümler ile onlara benzeyenler ve nihâyet İslâm fukahâsının çoğu tarafından sahih ve güzel olduğu kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (İbn Abdilber, el-Câmi', II, 26) demiştir

Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kısım tenkidler yapılagelmiştir Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayıftır (İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri reddeder (M Zâhidü'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd); Onun nezdinde sahih olan hadis sayısı onyedi veya elli civarındadır (İbn Haldûn, Mukaddime, 388,) şeklinde özetlenebilir

Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meşhur muhaddisler kadar mütehassıs değilse de, "ictihad şûrâsı"nda bu konuda kendisine yardımcı olan hadis hâfızları vardır (M Zâhidü'l Kevserî, age, 152) İctihadında, bizzat üstadlarından öğrendiği dörtbin kadar hadis kullanmıştır (Mekkî, Menâkıb, II, 96) Bazı hadisleri Hz Peygamber'e ait oluşunda şüphe bulunduğu, başka bir deyişle hadisin sıhhatini tesbit için ileri sürdüğü şartlara uymadığı için reddetmiştir (İbn Teymiyye, Raf'u'l-Melâm, 87 vd) Yoksa Ebû-Hanife, değil sahih hadisleri reddetmek, mürsel ve zayıf hadisleri dahi kıyasa tercih ederek tatbik eylemiştir (İbn Hazm el-İhkâm 929)

Diğer taraftan, Kıyas yüzünden Ebû-Hanife'ye tenkit yöneltenler haksızlık etmiştir Çünkü sahâbeden beri kıyas tatbik edilmiş ve diğer imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmışlardır Ebû Hanife: 1-Kıyası kâideleştirmiş, 2- Sık kullanmış, 3- Henüz vuku bulmamış hâdiselere de tatbik etmiştir (ibn Abdilber, age, II, 148; İbnu'l-Kayyım, İlâmü'l-Muvakkim, 1, 77-277, M Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A Emin, age, II, 187)

Yine, "İstihsan" metodu başta Şâfii olmak üzere birçok âlim tarafından ağır bir şekilde mahkum edilmiş ve bazı kimseler tarafından da yalnız Ebû Hanife'ye nisbet edilmiştir Halbuki mesele mukayeseli bir şekilde incelendiğinde istihsanı reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mânânın çok farklı olduğu görülecektir

İmam Şâfii'ye göre İstihsan; "Bir kimsenin keyfine göre bir şeyi beğenmesi, güzel bulmasıdır" Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan kimse onun benzerini gözönüne alarak bu işi yapar Eğer benzerine aldırmadan bir değer biçerse, tutarsız ve haksız bir iş yapmış olur Allah'ın helâl ve haramı ise bundan çok daha önemlidir Bir kimse haber veya kıyasa istinad etmeden hüküm verirse günahkâr olur (er-Risâle, 507-508) İstihsan ile hükmeden, Allah'ın emir ve nehiyleriyle bunların benzerlerini terketmiş, kafasına estiği gibi davranmış olur (el-Umm, VII, 267-272)

İbn Hazm'da İstihsan, nefsin arzuladığı, beğendiği şekilde hükmetmektir (el-İhkâm, 42) "Bu bâtıldır, çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan insana değişir" (İbtâlu'l-Kıyas, 5-6) demiştir

Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve kıyas gibi mûteber delillerden birine değil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlal ve hüküm verme yoludur Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin istihsanı nasıl anladığına dâir sarih bir ifade nakledilmemişse de, onun benimsediği hüküm ve ictihad usûlünün, yukarıda zikredilen mânâlarda bir istihsana uymadığı sâbittir Kaldı ki onun istihsana göre verdiği hükümlere dayanarak mensuplarının ortaya koyduğu istihsan tarifleri yukarıdakilerden tamamen ayrıdır (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s137)

İstihsanın iki anlamı vardır:

1- İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların tayin ve takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi

2- Kıyası bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek, Râzî bu ikincisini de ikiye ayırarak geniş izah ve misaller veriyor ki bunlardan çıkan neticeye göre istihsanın ikinci türü: Nass, icmâ, zaruret veya daha kuvvetli başka bir kıyas sebebiyle kıyası terketmekten ibaret oluyor

Bu anlamıyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad metodu olmaktan hem de yalnız Ebû Hanife'ye mahsus bulunmaktan çıkmış oluyor İmam Şâfii, istihsan lâfzını birinci mânâda kullanmıştır (el-Mekkî, Menâkıb, I, 95) İmam Mâlik, "İstihsan ilmin onda dokuzudur" demiş ve ictihadında buna geniş bir yer vermiştir (Amidî, el-İhkâm, 242; el-Mekkî, Menâkıb, I, 95 vd)

İmam Ebû Hanife'nin ictihâdından bazı örnekler:

1- Ebû Hanife'ye, Evzâı soruyor:

-Namazda rükûa giderken ve doğrulurken niçin ellerinizi kaldırmıyorsunuz?

-Çünkü Rasûlullah (sas)'den bunu yaptığına dâir sahih bir rivâyet gelmemiştir

-Haber nasıl sahih olmaz? Bana Zühfi, Sâlim'den, o babasından, "Rasûlullah (sas)'in namaza başlarken, rükûa varırken ve doğrulurken ellerini kaldırdığını" haber verdi

-Bana da Hammâd, İbrâhim'den, o Alkame ve el-Esved'den, bunlar da Abdullah b Mes'ud'dan, "Rasûlullah'ın yalnız namaza başlarken ellerini kaldırdığını, bir daha da kaldırmadığını" haber verdi

-Ben sana Zührî, Sâlim, babası yoluyla Hz Peygamber'den haber veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve İbrâhim haber verdi diyorsun?

-Hammâd b Ebî Süleyman, Zührî'den, İbrâhim de Sâlim'den daha fakihtir İbn Ömer'in sahâbî oluşu ayrı bir fazîlettir, ancak fıkıhta Alkame ondan geri değildir el-Esved'in birçok meziyetleri vardır Abdullah'a gelince; o Abdullah'tır!

Bu cevap üzerine Evzâî, susmayı tercih etmiştir (Karaman, age, 138-139)

Bu istinbâtında Ebû-Hanife, hadise dayanmış, fakat üstadları olduğu için râvilerini daha yakından tanıdığı bir hadisi diğerlerine tercih etmiştir

2- Bir kimse diğerine kârı ortak olmak üzere satması için bir elbise veya aynı şartla yapıp kiraya vermesi için bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife'ye göre fâsittir Çünkü sözkonusu akidde meçhul bir bedel karşılığında bir adam kiralanmış oluyor İmam-ı Âzam'a göre bu bir ortaklık akdi değil isticâr (kira) akdidir ve şartlarına uygun olmadığı için fâsidtir (Ebû Yusuf, İhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsı, el-Mebsût, XXII, 35 vd)

Aynı akid, "müzâraa" akdine benzetilerek, İbn Ebî Leylâ tarafından câiz görülmüştür

Bu kıyas ictihâdında iki müctehid, makisûn aleyhleri farklı olduğu için iki ayrı hükme varmışlardır

3- Keza bir kimse, diğerine mahsulün yarısı, üçte yahut dörtte biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmalığını teslim etse yani müzâraa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye göre bu akidler bâtıldır Çünkü arazinin sahibi adamı meçhul bir ücret karşılığında kiralamıştır Ebû Yusuf'un rivâyetine göre İmam şöyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir şey çıkmazsa bu adam boşa çalışmış olmayacak mı?" Ebû Yusuf ve İbn Ebî Leylâ ise sahâbe görüşlerine dayanarak ve mudârabe akdine kıyas ederek bu işlemi câiz görmüşlerdir (Ebû Yusuf, age, 41-42)

4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farklı din sâliki gayr-i müslimlerin birinin diğerine şâhid veya vâris olması, Ebû Hanife'ye göre câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir millet gibidir" Halbuki İbn Ebî Leylâ, onların iki ayrı din sâliki iki ayrı millet olduklarını kabul ederek birinin diğerine şâhit ve vâris olmasını câiz görmemiştir (Ebû Yusuf, age, 73)

İmam-ı Azam'ın fıkıh tedvinindeki öncülüğü

İslâm ilimlerinde fıkhın konularının düzenli olarak belirlenmesiyle bunların kitap, bâb, fasıllara ayrılarak yazılması İslâm hukukunda çok önemli bir dönüm noktasıdır İmam Muhammed eş-Şeybânî'nin telifiyle ortaya çıkan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî hayatı ince ayrıntılarıyla içine alan beşyüzbin meseleyi hükme bağlamıştır Bunlar yazılı küllî fıkıh kâideleri olarak İslâm kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynakları olmuş, yüzyıllarca şerhleri yapılmıştır Çağdaşlarının Ebû Hanife'yi aşırı rey taraftarlığı ile suçlamaları bile daha sonraları onun görüşlerinin başka kavramlar adı altında kabulünü engellememiştir Ebû Hanife'nin bir diğer özelliği, kendisinden öncekilerin nakillerinin yarısını bütün meseleleri yeni baştan edille-i şer'iyye kaynaklarından çıkarmasıdır İslâm'ın esaslarına uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder Ashabın görüşünü birçok müsnedden tercih eder Tâbiinin görüşünü almak yerine kendi reyini koydu, çünkü o da tâbiîndendi Ebû Hanife, hilâfet 132 yılında Abbâsilere geçinceye kadar Irak'tan Hicâz'a gitti; orada Mâlik b Enes (179) ve Sufyân b Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla görüştü; hacca gelen çeşitli merkezlerin âlimleriyle irtibat kurdu, 136 yılında Abbâsi yöneticisi Ebû Câfer el-Mansur'un başa geçmesiyle Kûfe'ye döndü Ama onu da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M Zemahşerî, el-Keşşâf, 11, 232) Çağdaşı İmam Câfer el-Sâdık ile mütâbakatı vardır İki yıl onun meclisinde bulunmuş ve, "bu ikiyıl olmasa Numân helâk olurdu" demiştir Hicrî 150 yılında vefât ettiğinde yakınlarına, "Halifenin gasbettiği hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmiştir

İmâm-ı Azam bazı rivâyetlere göre işkence edilirken, zehirlenerek öldürülmüştür Dâvûd b el-Vâsitî'nin nakline göre her gün hapiste ona başkadı olması teklifi yapılır, o her defasında reddeder, böylece sonunda yemeğine zehir katılarak şehid edilir İbn el-Bezzâzı de Ebû Hanife'nin hapisten çıkıp evine döndüğünü, ancak devletin onu halkla temastan engellediğini ve evinde gözetim altında tutulduğunu zikreder (el-Bezzâzı, Menâkıbu'l-İmâmi'l-A'zam, II, 15) Ebû Hanife'nin cenaze namazında ellibin kişi bulunmuş, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza katıldığı söylenmiştir

Çağdaşları içinde değişik okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b Mübârek, İbn Cüreyh, Câ'fer-i Sadık, Vâsil b Atâ vs büyük imamlar bulunan İmâm-ı Âzam ile büyük İmam Muhammed Bâkır arasında geçen şöyle bir olay anlatılır: Muhammed Bâkır, Ebû Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kıyasla değiştiren sen misin?" diye sormuş; Ebû Hanife, "Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur Ben de bana lâyık olan şekilde yerime oturayım Dedeniz Muhammed (sas)'e hayatında sahâbîleri nasıl saygı duyuyorlarsa aynı şekilde ben de size saygı besliyorum Şimdi sen bana kadının mı erkeğin mi zayıf olduğunu; kadının mirasta erkeğe nisbetle hissesini; namazın mı orucun mu efdal olduğunu, idrarın mı meninin mi pis olduğunu söyler misin? " diye sormuş İmam Bâkır da kadının mirasta iki hissesi olduğunu; erkekten zayıf olduğunu; namazın oruçtan efdal ve idrarın meniden pis olduğunu söyledi Ebû Hanife ona, "Kıyas yapsaydım kadın erkekten zayıftır diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan sonra sadece abdest alınmasını söylerdim Kıyasla dedenizin dinini değiştirmekten Allah'a sığınırım" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, II, 66-67)

Ebû Hanife, meseleleri olmuş gibi farzederek takdîrî fıkıh hükümleri ortaya koymuş, örfü ve istihsanı sık sık kullanmış, ticârî akidlerdeki ictihadlarında ilk defa ortaya hükümler çıkarmıştır Onun en önemli özelliklerinden birisi, şahsı hak ve hürriyetleri savunmasıdır Âkil bir insanın şahsı tasarruflarına hiç kimsenin müdâhale edemeyeceğini savunarak fıkıhta büyük bir reform yapmıştır Âkile ve bâliğe bir kızın/kadının evlenme hususunda velâyetinin kendisine ait olduğunu savunurken babası dahi olsa, hiç kimsenin şahsı velâyet hakkına müdâhalede bulunamayacağını söylemiştir Kezâ, bunak, sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder Çoğu görüşlerinde ve bu hürriyet bahsinde o görüşünü yalnız başına cumhura karşı -hatta Ebû Yusuf da ona muhâlefet eder-durmaktadır Ona göre velâyet, hürriyeti kısıtlar ve zedeler Genç erkeğin nasıl hür velâyeti varsa, genç kızın da olması gerekir Maslahat dışında bu mutlâka şarttır Yine Ebû Hanîfe, mülkiyet ile hürriyeti birbirine bağlamış, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini sonuna kadar savunmuş ve mahkemenin bu hürriyete müdâhalesinin onu kayıt altına almasının karşısında yer almıştır İnsanın kendi mülkî tasarrufu eğer başkasına zarar verici olursa, o zaman bu meselede şuurlu bir dinî vicdana başvurur Çünkü bu gibi meselelerde mahkeme müdâhalesi daha fazla düşmanlık ve çekişme, dinî duyguların zayıflamasına, hattâ fitne ve zulme yol açar İnsanın dinî duygusu zayıfladıktan sonra bunu hiçbir şey telâfi edemez, kalp katılaşır, dinden uzaklaşılır, buğzetme ve düşmanlık yaygınlaşır, tecâvüz ve çekişmeler artar, iyilikler kaybolur, kötülükler ortaya çıkar İşte kısaca, Ebû Hanîfe yöneticilerin zorbalığına karşı kişisel özgürlükleri savunurken, aynı zamanda dinin sivil gelişim tarzını da ilk defa böyle sistemli bir fıkıhla ortaya koymuştur

Ebû Hanife'nin bir başka önemli görüşü, Dârü'l-Harb'e izinli giren bir müslümanın fâiz almasını câiz görmesidir Çünkü ona göre orada İslâmî hükümler tatbik edilmediğinden, müslümanın düşman rızasıyla onların mallarını alması câizdir Evzâî bu konuda karşı çıkarak, fâizin her yerde her zaman haram olduğunu söylemiş, kâfirlerin mal ve canlarının müslümanlar için haram olduğunu istihrac etmiştir Ebû Yusuf ile İmam Şâfii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu görüşüne katılmazlar Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak şeyleri mübah kılması ilkesidir Zarûret bulununca özel ve istisnâî hallere gerek vardır Bu bakımdan o bir çok meselede kolaylık getirmiştir Onun Dârü'l-İslâm'ın Darü'l-Harb'e dönüşmesi için getirdiği şartlar da Cumhurun görüşünden farklıdır O, düşman istilası ile birlikte ayrıca Dârü'l-Harb'in şirk ahkâmını uygulaması, başka bir Dârü'l-Harb'e bitişik olması, o devlette emniyet içinde olan bir müslüman veya zımmî kalmış olması halinde oranın Dârü'l-Harb olmadığını söylemektedir Cumhur ve Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ise, sadece orada küfür ahkâmının uygulanmasını yeterli görmüşlerdir (Bk Dârü'l-islâm, Darü'l-Harb)

Vakıf konusunda da Ebû Hanife, mâlikin mülkünde hiçbir kayıtla mukayyed olmadığını savunurken, mâlikin kendisinin yaptığı vakıfta ne kendisi ne mirasçıları hakkında lâzım bir vâkıf olmamakta, vakıf âriyet hükmünde olmaktadır Yani vâkıf, âriyetin câiz olduğu kadar câizdir Rakabesi vâkfın mülkü hükmünde kalmakla beraber geliri ve hasılatı vâkıf cihetine sarfolunur Vâkıf, sağlığında vâkıftan dönerse kerahatle beraber bu câizdir Ebû Hanife bu konuda, İbn Abbâs'tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermiştir O şöyle demiştir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras hükümleri bildirildikten sonra Rasûlullah'ı şöyle derken işittim: "Allah'ın ferâizinden hapis etmek yoktur " Yani mirasçılar mirastan mahrum edilemezler, buyurmuştur Yine Hz Ömer demiştir ki: "Eğer bu vâkfımı Hz Peygamber'e anmamış olsaydım, ondan dönerdim" Üçüncü delili, malı vâkıf ile hapsedip tasarruftan alıkoymanın fıkıh kâidelerine karşı gelmek şeklindeki aklı delilidir Mülkiyet tasarruf ve hürriyete bağlıdır, hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir şer'î nass bulunmadıkça bâtıl olmaktadır Birşey bir kimsenin mülküne girdikten sonra onun mülkiyetinden mâliksiz olarak çıkmaz

>>>>>

EBÛ LEHEB

(?/2 - ?/624)

Hz Peygamber'in amcası, aynı zamanda onun en şiddetli düşmanı

Kureyş eşrafından ve Peygamber efendimizin amcası olan Ebû Leheb'in asıl adı, Abdüluzzâ b Abdulmuttalib b Hâşim'dir Onun için "Alev babası" (yani cehennemlik) manasına gelen Ebû Leheb lâkabı müslümanlar tarafından kullanıldığı gibi Kur'an'da da geçmektedir

Kendisi, Hz Peygamber'e ve güçsüz müslümanlara eziyetler eder, karısı Ümmü Cemil binti Harb da Rasûlullah'ın geçeceği yollara dikenler atardı Peygamber efendimiz, "Önce en yakın akrabanı uyar!" (eş-Şuarâ', 26/214) veya "Emrolunduğunu açık açık anlat!" (el-Hicr, 15/94) âyeti nâzil olunca Safâ tepesine çıkarak Mekkelileri uyarmıştı Bu sırada Ebû Leheb yerden bir çakıl alarak Hz Peygamber'e fırlatmış ve, "Kahrolasıca (tebben lek)! Bizi bunun için mi topladın?!" demişti Bunun üzerine şu âyetleri ihtivâ eden Tebbet Sûresi nâzil oldu: "Ebû Leheb'in elleri kurusun, kendisi de kahrolsun! Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi Yakında kendisi alevli ateşe atılacak Karısı da boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde odun taşıyacaktır" (Tebbet, 111/ 1 vd)

Şurası dikkat çekicidir ki Mekke müşrikleri arasında Kur'an-ı Kerim'de ismi açıkça zikredilerek lânetlenilen tek kişi, Ebû Leheb'tir ve Hz Peygamber'in öz amcası olması ona hiçbir fayda sağlamamıştır

Daha sonraki dönemlerde de hep İslâm'a karşı müşriklerin yanında, hattâ başında yeralan Ebû Leheb, bazı rivâyetlere göre hasta olduğu için, bazı rivâyetlere göre ise kızkardeşi Âtike'nin gördüğü kötü bir rüya sebebiyle Bedir harbine bizzat iştirak etmemiş, ancak yerine ücretini vererek bir asker göndermiştir Bedir hezimeti kendisine haber verildiği zaman son derece üzülmüş, yedi gün gibi çok kısa bir süre sonra da Mekke'de ölmüştür Ölümünde oğulları dahi cesedini kaldırmaya yanaşamamışlar, kokuşuncaya kadar ortada kaldıktan sonra merasim yapmadan alelacele gömmüşlerdir

Ebû Leheb, son derece zengin, iri cüsseli, kırmızı yüzlü, çabuk hiddetlenen birisi idi

Ahmet ÖNKAL

EBÛ TURÂB

"Toprak babası -veya- sahibi" anlamında Hz Ali'ye Rasûlullah (sas) tarafından verilmiş bir künye

Hz Ali (ra), bu künyeyi çok severdi; fakat, zamanla bu künyenin ona ait olduğu unutulduğundan veya yeni müslüman olanlar tarafından bilinmediğinden Emeviler döneminde bir zaman hutbelerde bu künye anılarak kendisine sövülürdü İmâm-ı Müslim'in rivâyetine göre (Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 2409) Mervan'ın ailesinden Medine'ye vali tâyin olunan biri Sahâbe'den Sehl bin Sa'da gelerek, Hz Ali'ye sövmesini ister Hz Sehl'in çekinmesi üzerine ise, "Allah, Ebû Turâb'a lânet etsin deyiver" der Sehl Hazretleri ise, "Ali'nin Ebû Turâb kadar hoşlandığı hiçbir isim yoktu Bu ismin verilmesine sebep olan hâdise ise şudur" diye cevap verir ve hâdiseyi şöyle anlatır:

"Rasûlullah (sas) bir gün kızı Fâtıma (ranha)'nın evine geldi ve Ali'yi evde bulamadı 'Amcamın oğlu nerede?' diye sorunca, sevgili kızından, 'Aramızda birşey geçmişti Bunun üzerine gündüz uykusunu yanımda uyumadı da çıkıp gitti' cevabını aldı Rasûlullah da birine, 'Git bak, Ali nerede?' buyurdu Mescid'de uyuduğu haberini alınca, Mescid'e varıp, Ali'yi yan tarafına yatmış, ridâsı bir yanından sıyrılmış ve vücudu toprağa bulanmış şekilde buldu da, 'Ebû Turâb kalk, Ebû Turâb kalk' diye bedenindeki toprağı silkelemeğe başladı"

Bu isimle ilgili olarak kaynaklarda şöyle bir rivâyete daha rastlıyoruz:

Ammâr bin Yâsir der ki: "Uşeyre gazasında Ali bin Ebı Tâlib'le iki yoldaştık Rasûlullah (sas) Uşeyre'de konaklayınca Müdlicoğulları'ndan bazılarının su ve hurma işinde çalıştığını gördük Ali'nin isteği üzerine bir müddet onları seyrettik ve sonra uyuyakalmışız; Sonra, Rasûlullah gelip bizi uyarıncaya kadar orada kaldık Rasûlullah (sas) Ali b Ebî Tâlib'i topraklara bulanmış görünce "Ne oldu sana ey Ebû Turâb?" dedi ve "Size en şakı iki kişiyi bildireyim mi? Biri, Sâlih Aleyhisselâm'ın devesini kesen Semud'un Uheymiri; diğeri de, ey Ali, seni şöylece vuracak olandır" buyurup, elini Ali'nin başına koydu ve neresine kadar kana bulanacağını da sakalını tutarak işaret etti" (İbn Hişâm, es-Sıre, I-II; 600-601) Bu hâdise İbn Hanbel, Hâkim, Tabefi, İbn Kesir, Heysemî, Taberânî ve Bezzar gibi hadisçi ve tarihçilerce de sahih olarak rivâyet edilmiştir

Her iki rivâyetin de sahih olması, Rasûlullah'ın yeri geldikçe Hz Ali'ye "Ebû Turâb" diye hitab ettiğini göstermektedir Bu künyeden Şiî müslümanlar birtakım mânâlar çıkarıp, bazı sonuçlara varıyorlarsa da, bu künyenin Hz Ali (ra) hakkında büyük bir iltifat ve belki de hayatı ve şahsiyetiyle ilgili birtakım haber ve sırlar ihtivâ ettiği söylenebilir

Ali ÜNAL

EBU YÛSUF
(113/731-183/798)

Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanife'den sonra gelen büyük Hanefi fâkihi

Adı Ya'kub b İbrahim el-Ensârî'dir Irak bölgesinin fâkihi kabul edilen Ya'kub 113/731 yılında Kûfe'de doğdu Yûsuf adlı bir oğlu bulunduğu için Ebû Yûsuf (Yûsuf'un babası) lakabıyla meşhur oldu Ailesi fakirdi ve Ebû Hanife'nin yardımıyla ilim tahsiline başladı

Atâ b es-Sâib, Muhammed b İshâk b Yesâr ve Leys b Sa'd gibi büyük hadisçilerden hadis okudu ve "hadis hafızı'' oldu Ebû İshâk eş-Şeybânî, Süleyman et-Temimî, Yahya b Said el-A'meş gibi fâkihlerden ders dinledi İbn Ebî Levlâ'nın önemli fıkhı problemlerde İmâm-ı Azam'ın ictihadlarına başvurduğunu görünce, ondan ayrılarak Ebû Hanife'nin derslerine devam etmeye başladı Onun usûlünü benimseyerek "mutlak müçtehid" pâyesine ulaştı Ebû Hanife onun için şöyle demiştir: "Hem baş kadılığa hem fetvâ makâmına lâyık iki talebem vardır Bunlar Ebû Yûsuf ile Züfer'dir" (ibn Bezzâzı, Menâkıbu'l-imâmi'l-Âzam, II, 125) Ebû Hanife'nin derslerine onaltı yıl devam eden Ebû Yûsuf, bu arada Kûfe'ye gelen ünlü tarihçi Muhammed b İshâk'tan İslâm Tarihi (Meğazî) okudu Ebû Hanife'nin 150/767 yılında vefâtı üzerine Bağdad'a geldi Halife Mehdî tarafından kadı tâyin edildi Hâdi ve Harun er-Reşid devirlerinde de kadılık yaparak ilk defa "Kâdi Kudât (Kadılar kadısı-Baş kadı)" ünvânını aldı Onaltı yıl kadılıktan sonra, 183/798 yılında vefâtı üzerine yerine oğlu Yûsuf kadı tâyin edildi (ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarabâd 1957, 1/292; İbn el-İmâd, Şezerâtü'z-Zeheb, 1/298, 300, 321; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s295)

Ebû Yûsuf güçlü hukuk mantığı ve ince zekâsıyla kendisine gelen fıkıh problemlerini rahatlıkla çözüyordu Bir gün Harun er-Reşîd, "Bu gece ülkemde yatarsam benden üç talak ile boş ol" diyerek hanımı Zübeyde'yi boşadı Fakat sonradan pişman olarak âlimlerden fetvâ istedi Ebû Yûsuf Kur'ân'daki bir âyete dayanarak "Câmilerde yat, çünkü câmiler senin değil Allah'ındır" dedi (el-Cin, 72/18)

Taberî, Ebû Yûsuf'un re'ye fazla başvurması, Sultan'a yakınlığı, kadılık yaparken yöneticileri memnun etmek için çalıştığından dolayı bazı ulemânın ona karşı hadis rivâyetinde çekingen davrandığını söylemektedir (İbn Abdilberr, el-İntikâ, s173) Ebû Yûsuf ikinci fukahâ tabakasından sayılmıştır İmam, örf âdet ve toplumsal şartların değişmesi sebebiyle, nassların hayâttâki bütün ayrıntıları kapsamadığını, dolayısıyla zaman, zemin örf ve âdet ortamının değişmesiyle hüküm ve ictihadların da değişebileceğini savunmuştur Bu bakımdan nassların teşrî hikmetini âdet ve toplumsal şartların, sosyal değişmenin yönünü iyi değerlendirerek, yeni olaylar karşısında nassların ruhunâ uygun fetvâlar vermiştir Böylelikle o, nassların hükmünü hâdiselere uygulamış ve yeni olaylar karşısında dinî teşrîden ayrılmadan meselelere ictihadla çare bulmuştur Bazı fakîhler Rasûlullah'ın hadisinin lâfzına bağlanarak, buğday, arpa, hurma ve tuzun birbiriyle her zaman ölçülerek satılacağını, aralarındaki eşitliğin tartı ile değil, ölçü ile tesbit edileceğini ileri sürmüşlerdir (İbn Âbidin, Neşru'l-Âf fî binâi Ba'zi'l-Ahkâm ala'l-Urf, Mecmûatü'r-Resâil içinde, II, 125) Halbuki İmam Ebû Yusuf alış-verişte artık teâmül haline gelen altınlar arasındaki eşitliğin ölçü ile, buğdaylar arasında da tartı ile tesbit edileceğine dair hüküm vermiştir (İbn Âbidin, age, 118) O bu ictihadı ile nassa muhâlefet etmemiş, zikredilen hadisin vürûdu zamanında bahis konusu ölçü ve tartı meselesinin o günkü şartların ürünü olduğunu bu yüzden de hükmün o şartlara göre konulduğunu söylemiştir Sonraki yıllarda tartı ile satılan şeyler eğer o zamanki ticârî ortamda da cârî olsaydı, hüküm de ona göre olacaktı İbn Âbidin (v 1252/ 1836) altın ve gümüş paranın ondokuzuncu yüzyılda artık tartı ve ölçü ile değil, sayılarak mübâdele edildiğini belirtmiş ve Ebû Yûsuf'un büyük bir ribâ kapısını kapatmış olduğunu söylemiştir (İbn Abidin, age, 1 18) Fıkhı hükümlerin çoğu nassların açık dalâletinden değil, kapalı delâletinden istinbat veya kıyas yoluyla elde edilmiştir İctihad işte burada sözkonusu olmakta ve müctehidler, yaşadıkları ülke ve zamanın icaplarını gözönünde bulundurarak katı ve donuk nasslaştırma yoluna gitmemişler, böylelikle kolaylığı güçleştirmemek suretiyle de din ile hayatın arasının kopmasına mani olmuşlardır Ebû Yûsuf bu alanda üstadı Ebû Hanife'yi de geçmiş, hattâ çoğu meselede ona muhâlefet etmiştir ve kendi zamanında ortaya çıkan örf ve âdet hukukuna uygun olarak kendisi ictihad yoluna gitmiştir Meselâ Ebû Hanife zamanında toplumda ahlâk bozukluğu yoktu ve İmam bu nedenle açık adaleti öngörmüştü Halbuki Ebû Yûsuf zamanında ahlâk bozulduğundan o da Ebû Hanife'nin fetvasıyla değil, kendi ictihadıyla amel etmiştir Yine, Hz Ömer'in Hayber'den hissesine düşen arazisini vakfetmesiyle ilgili rivâyetini öğrenen Ebû Yûsuf, vakıfların satılmasının câiz olduğu görüşünü savunan üstâdı Ebû Hanife'nin görüşüne karşı şöyle demiştir: "Bu, (Hz Ömer'in icraatı) muhâlefet edilmesi mümkün olmayan bir husustur Eğer Ebû Hanife bunu duymuş olsaydı onu kabul eder ve ona muhalif bir görüşü ileri sürmezdi" İşte bu büyük imamlar, böylesine geniş bir istinbat özgürlüğünü geliştirmişler, üstelik katı bir mezhep taassubunu da savunmadan ve aynı mezhep içerisinde veya farklı mezheplerde de olsalar daima birbirleriyle görüş ve rey alışverişinde bulunarak ümmetin sorunlarını gidermeye çalışmışlardır Hanefi mezhebinde yakın zamanlara kadar, hattâ günümüzde de fetvâların çoğu, Ebû Hanife'den ziyade Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed'in görüşünce verilmektedir Çünkü büyük imamın mezhebini tedvin eden bu iki talebesidir ve birçok görüş ve ictihadını geliştiren de yine onlardır

"Müslüman nerede bulunursa bulunsun İslâm hükümlerine bağlıdır" diyerek hocasına muhâlif kalan Ebû Yûsuf'tur O bu görüşüyle hükümlerin şahsiliği ilkesini kabul etmiştir Yani bir hüküm yalnız İslâm ülkesinde değil, her yerde yaşayan müslümanlara tatbik olunacaktır Bir İslâm ülkesinin harp ülkesi haline gelmesi için orada küfür ahkâmının uygulanması yeterlidir diyerek hocasına muhâlif kalan yine Ebû Yûsuf'tur Bu genişlik ve kolaylık, bu ihtilâfın rahmeti sünnettir, izlenen usul de sünnetten alınmıştır

İmam Ebû Yûsuf ictihadlarında hadîse önem vermekle birlikte, daha çok re'ye bağlı idi Hakkında nass bulunmayan meselelerde sahâbe'nin sonra da Ebû Hanife'nin içtihadlarına başvurur, eğer bunlarda bir çözüm bulamazsa, kendi re'yi ve kıyası ile hareket ederdi Hanefi fıkhı, Ebû Yûsuf sayesinde yaygınlaşmıştır Çünkü o, kadılık görevini üstlenmekle Hanefi mezhebinin bizzat uygulanmasını sağlamıştır Kadılığı sırasında halkın çözülmesi gereken problemleri ile karşı karşıya gelmiş, bunları çözme yollarını araştırmıştır Bu yüzden onun istihsanları ve kıyasları bizzat hayattan alınmıştır A'meş ve İmam Mâlik'ten hadis öğrendi Yahya b Mâin ondan hadis rivâyet etti Hanefi fıkıh usûlüne ait ilk eseri o yazdı (Osman Keskioğlu, Fıkıh Târihi, Ankara 1980, 82-86)

Ebû Yûsuf'un bilinen eserleri şunlardır: İhtilâfü'l-Emsâr, Edebü'l-Kâdı alâ Mezhebi Ebî Hanife, E'mâlı Fi'l Fıkh, Kitâbü'l-Büyû', Kitâbü'l-Cevâmî, Kitâbü'l-Hudûd, Kitâbü'l-Harâc, Kitâbü'r-Red alâ Mâlik b Enes, Kitâbü'z-Zekât, Kitâbü's-Salât, Kitâbü's-Sıyâm, Kitâbü's-Sayd ve'z-Zebâih, Kitâbü'l-Gasb, Kitâbü'l-Fevâiz, Kitâbü'l- Vesâyâ, Kitâbü'l-Vekâle, el-Asl, Kitâbü'r-Red alâ Siyeri'l-Evzâî, İmlâ

İmam Ebû Yûsuf'un hocaları arasında, Ebî Leylâ, Ebû Hanife, Mâlik b Enes, Süfyân b Uyeyne, İsmail b Uleyye, İbn-Cureyc, Hasan b Dinar, Hanzala b Ebû Süfyân, Hişâm b Urve, Ebû İshâk eş-Şeybânı, Süleyman et-Temîmi en meşhurlarıdır (öNasuhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 392) Ebû Yûsuf'un Kitâbu'l Harac'ı, Muidzâde (H 982) ve Rodosluzâde Muhammed (1113/1701) tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiş, Ali Özek tarafından da yeni Türkçe'ye çevrilmiştir (1970) Eserin Fransızca tercümesi 1921'de, İngilizce tercümesi de 1958'de basılmıştır Kitabın 1896'da basılan bir edisyon-kritiği de vardır Ebû Yûsuf'un yazdığı ve İmam Muhammed'in tertiplediği "el-Mebsut", Hanefi fıkhının başta gelen kaynaklarındandır Kitabın çeşitli bölümleri ayrı ayrı yazıldıktan sonra biraraya getirilmiştir El-Câmiu's-Sağir (hâşiye) de bin beşyüz küsûr fetvayı kapsar Eskiden kadıların bu kitabı ezbere bilmeden tâyin edilmedikleri söylenmiştir el-Cüzcânî'nin düzelttiği el-Mebsut bugün için de en iyi başvuru kaynağı sayılmaktadır İslâmî toprak hukukunda Ebû Yûsuf'un tesiri görülmektedir Metruk arazinin ikta olarak verilmesi sisteminin asr-ı saâdette uygulandığını belirten, Hz Peygamber'in toprakları çeşitli kimselere verdiğini, halifelerin de gayrimüslimlere İslâm'ı sevdirmek ve boş kalan toprakları ektirmek için aynı siyaseti devam ettirdiklerini söyleyen Ebû Yûsuf, Hz Peygamber'den şu hadisle sonuca varmıştır: "Metruk arazı, Allah'a ve Peygambere sonra da size aittir Bir kimse sonradan bunları ihyâ ederse bu onun malı olur, fakat onu ekmeden üç yıl bırakan kimse bu hakkını kaybeder" (Ebû Yûsuf, Kitâbu'l-Haraç, 66 vd)

Halife Harun er-Reşid için yazdığı bu kitabında Ebû Yûsuf devletin maliyesi ve gelir kaynaklarını tafsilatıyla yâzmıştır

Fıkıh bâblarına göre tertiplediği Kitâbu'l-Asâr'ı ise, Ebû Hanife'nin müsnedidir Ebû Hanife'nin rivâyet ettiği hadislerle, hükümlerinde dayandığı hadisler, hadis şartlarını, Tâbiînin Kûfe ve Irak fukahâsından seçilmiş fetvâları bu kitapta bulmak mümkündür

"İhtilâfu Ebu Hanife ve İbn Leylâ" adlı kitabında da, bu iki imamın ihtilâf ettikleri meseleleri ele almıştır Kitabı İmam Muhammed rivâyet etmiştir Bu kitap İmam Muhammed'in eseri sayılmıştır Kitap o çağdaki imamların ihtilâfını nakletmesi bakımından değerlidir

Harb ahkâmı, emân verme, mütâreke, ganimet ahkâmı konularında Ebû Hanife'ye muhâlefet eden Evzaî'ye karşı yazdığı "Kitâbu'l-Red alâ Siyer-i Evzâî" adlı kitabında Evzâî'nin görüşlerini reddetmektedir Kitap aynı zamanda hadis ehli ile rey ehli arasındaki ihtilâfları da ihtiva etmektedir

Şâmil İA

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (E)

Eski 11-04-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (E)



Ebû'l-beşer

İnsanların babası Hz Âdem*in künyesi Ebû'l-Beşer, "eb" ve "elbeşer" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen bir terimdir Eb, lügatta baba demektir Ayrıca; dede, amca, birşeyin sahibi ve yeni birşeyi icâd eden veya tamir edene de denir "el-beşer" ise, insan anlamına gelmektedir Bir tek kişi hakkında söylendiği gibi, insan topluluğuna da denir Bunda erkek ve kadın ayrımı yoktur

Buna göre Ebû'l-Beşer; insanların babası anlamına gelen Arapça bir terimdir İlk insan ve ilk peygamber Hz Âdem (as)'ın künyesidir İslâm kaynakları Hz Âdem'i ilk insan olarak kabul eder Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli sûrelerinde geçen değişik âyetler bu gerçeği ifade etmektedir İnsanlara hitap eden ve onların bir nefisten yaratıldığını (en-Nisâ, 4/1) ve Hz Âdem'in topraktan halkedildiğini beyân eden âyet-i kerimelerde (Âl-î İmrân, 3/59) onun ilk insan olduğu anlatılmaktadır

Ebû'l-Beşer lâfız olarak Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinde geçmez Yalnız, bu terkibin Hz Peygamber (sas)'in hadis-i şeriflerinde geçtiğini görüyoruz Bunlardan biri şöyledir: Ebû Hüreyre naklediyor: "Bir gün Peygamber efendimizle bir dâvette idik Kendisine, hayretini çeken bir but uzatıldı Ondan bir parça ısırdı ve şöyle dedi: "Ben, kıyâmet günü insanların efendisiyim Biliyor musunuz, Allah, yüksek bir yerde önce ve sonra ölenleri kimin vasıtasıyla toplayacak, bakan kişi onları görecek, çağıran duyacak ve güneş onlara yakın olacak Bir kısım insanlar şöyle diyecektir: Siz başınıza gelenleri görmüyor musunuz? Rabbinizden şefâatinizi dileyecek birini aramıyor musunuz? O zaman bazıları, "Babamız Âdem diyecek Hemen O'na koşacak ve şöyle diyecekler: "Ey Âdem, sen, EBÛ'L-BEŞER'sin Allah seni, kudret eliyle yarattı Sana rûhundan üfürdü Meleklere emretti, sana secde ettiler Ve Allah seni, cennette iskân etti Rabbine bizim için şefâatte bulunur musun? Halimizi ve başımıza gelenleri görmüyor musun?" (Buhâri, el-Enbiyâ,3 )

Hz Âdem'e Ebû'l-Beşer dendiği gibi, Ebû'l-Halk (Müslim, İman, 322) ve Ebû'n-Nâs (Buhâri, Tevhîd, 24) da denilmektedir

Hasan Fehmi KUMANLIOĞLU

ECEL

Belli bir zaman parçası ve bu parçanın sonu; vakit ve son

Birşey için belirlenmiş zaman dilimine ecel denir İnsanın veya herhangi bir canlının eceli, kendisine tâyin edilen ömürdür "Ecelin gelmesi" ise, tâyin edilmiş bulunan ömrün son bulması, yani ölümdür

Allah indinde her canlı için tâyin edilmiş bir ecel vardır Eceli geldiğinde dünya hayatı son bulur "Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler Ecelleri (süreleri) geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler" (en-Nahl, 16/61)

"Eceli geldiği zaman bir kimsenin ölümünü Allah geciktirmez" (el-Münafıkun, 63/11)

Ecel, kazâ ve kaderle ilgili bir meseledir Nasıl diğer olayları Allah, geçmiş ve geleceği kuşatan ilmiyle belirlemişse, eceli de ilmiyle takdir etmiştir

"Öldürülen kişi de eceliyle mi ölmüştür? Öldürülmüş olmasaydı daha bir müddet yaşayacak mıydı, yaşamayacak mıydı?" gibi sorular ister istemez akla gelmektedir Nitekim bu hususta kimi âlimler farklı kanaat ileri sürmüşlerdir Mutezîle'den bir kısım âlimlere göre öldürülen kişi eceliyle ölmemiştir Öldürülmemiş olsaydı, daha bir müddet yaşayacaktı Ehl-i Sünnet ile diğer Mutezilelere göre ise, eceliyle ölmüştür Aksini ileri süren Mutezilîler, kullârın fiillerinin yaratılmasıyla ilgili görüşlerinden dolâyı bu görüşe vârmışlardır Çünkü onlara göre fiilin faili, bizzat kulun kendisidir O halde öldürme işi, öldüren katilin kendi işidir

Ehl-i Sünnet'in tamamına göre öldürülen kişi de eceliyle ölmüştür Ancak katil bu fiilinden dolayı ceza görür Eceliyle ölmediğini söylemek yanlıştır Allah o kişinin öldürüleceğini önceden bilmektedir ve ecelini de ona göre tâyin etmiştir Allah onda ölümü yaratmasından dolayı ölmüştür Öldürülerek ölen kimse için, "Öldürülmeseydi yaşayacaktı" gibi sözler söylemek doğru değildir Hattâ "öldürülmemiş olsaydı, ne olurdu?" gibi bir varsayım üzerinde birtakım görüşler ileri sürmek dahi yanlıştır Çünkü bütün bunlar Allah'ın takdiriyle olmaktadır ve aksi sözkonusu olamaz (İmâmu'l-Harameyn el-Cüveynî, Kitâbu 'l-İrşâd ilâ Kavâti'i 'l-Edilleti fî Usûli'l-İ'tikad, Mısır 1950, 363)

"Bir canlıya ömür verilmesi de, ömründen azaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır" (el-Fâtır, 35/11) âyetinde "Ömrünün kısaltılması " ifadesiyle ilgili olarak İmâmu'l-Haremeyn el-Cüveynî (öl 478/1085) şöyle demektedir: Bu âyetle iki durum kastedilmiştir ki, onlardan biri: Bir kimsenin benzerlerine nazaran ömrünün eksiltilmesidir Yoksa, Allah'ın ilminde mevcut olan ömrünün eksiltilmesi anlamında değildir Bu nasıl mümkün olsun ki, Allah, ilminde onun ecelini takdir etmiştir İkinci durum ise: Eksiltme ve arttırmanın, melekler indindeki sahifelerde gerçekleşmesidir Onların sahifelerinde birşey mutlak olarak yazılıdır ama, Allah'ın ilminde kayıt altına alınmıştır Vukubulacak olan da, bu kayıt altına alınan şekildir Âlimler, "Allah, dilediğini siler, dilediğini bırakır (Bütün) kitapların anası, O'nun yanındadır" (er-Ra'd, 13/39) âyetini de buna hamletmişlerdir (el-Cüveynî, age, 363)

O halde Allah indindeki ilim, yani kader, katiyyen değişmez Levh-i Mahfûz'da ne yazılmışsa mutlaka olur Ancak meleklerin yanında da olayların yazılı bulunduğu sayfalar vardır ve bu sayfalarda yazılanlar, değişikliğe maruz kalabilir

Bu gibi konular gayb âlemini ilgilendirdiği için tabiatıyla onların mâhiyetlerini bilemeyiz Meleklerin yanında bulunan sayfaların değişmesinin elbette bir hikmeti vardır Belki de bunun hikmeti, meleklerin gayba tam olarak vâkıf olmalarını engellemektir Allah neyi diler ve murad ederse mutlaka onda bir hikmet vardır

M Sait ŞİMŞEK

ECİR

Ücretli, emekçi, işçi Ecir, bir İslâm hukuku terimi olarak, "bir hizmet akdiyle bir ücret karşılığında meşrû olan bir işi yapmak üzere emeğini kiraya veren kişi" anlamına gelmektedir Ücret, menfaat bedelidir ve buna kira da denilmektedir (Mecelle, Madde: 405) İcâre; ücret, bir şeyi kiraya vermek demektir Istılah olarak ise, "cinsen ve kaderen malum bir menfaati malum bir bedel (ivâz) karşılığında satmak''tır İcâreye vermeye icâr, kiralamaya isticâr veya iktirâ; insanlar hakkındaki icâreye müvâcere; birşeyi kiraya verene âcir veya mukri; birşeyi kiralayana müstecir veya müstekir; kiralanana mucir; kiraya verilene mecur, mucer, mustacer, mukra; çalışmaya sa'y, amel veya sınaa; kazanca kesb denilmektedir Amele (işçi) kelimesi de 'amel'den gelmektedir; genel olarak, 'çalışanlar' demektir; özelde el emeğiyle geçinen işçi ve kamu görevlileri için kullanılmıştır Ecr, mükâfat ve ücret demektir Fıkıhta iki kısma ayrılmaktadır: Ecr-i misil *, Ecr-i müsemmâ *

Ecir de, ecir-i müşterek ve ecir-i has olarak ikiye ayrılır Ecir-i müşterek, birden fazla kişiye iş yapan kişidir Terzi, marangoz, saatçi, köy çobanı, hammal, ayakkabıcı gibi zanaat erbâbı gibi Bunlar, bilfiil başkalarına değil de sadece bir kişiye çalışsalar da ecir-i müşterek sayılırlar Bunların ücreti hak edişleri verilen işi yaptıktan sonradır (et- Tûrî, Tekmiletü'l Bahru'r-Râik, Mısır 1311, VIII, 30 vd; Şeyhîzâde, Mecmeu'l-Enhur, Matbaa-i Amire 1301, II, 376 vd; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-i İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul 1968, VI, 157)

Ecir-i has (özel ücretli) ise, belirlenmiş bir anlaşma süresi içerisinde, belirlenmiş bir ücretle sadece bir işveren için çalışan kişidir Çalışma süresince işverene bağımlıdır, süre içerisinde iş olmasa da ücretini alır Başka bir işte çalışamaz Bir aylığına tutulan hizmetçi, özel tutulan çoban, gündelikli inşaat işçisi gibi Devlet memurları da bu kapsama dahildir

Fıkıhta, kira sözleşmesiyle tutulan kimse tarifiyle belirlenen ücretli el emekçisi, emeğini "kiralarken" işveren veya devlet ile bir akit yapar Dolayısıyla icâre, icap ve kabulden ibarettir Yani borç-alacak ilişkisi, tarafların muhayyerliğiyle ortaya konur Ecir, ücret tespit edilmeden çalıştırılamaz, ancak çalışırsa emsal ücrete hak kazanır

İslâmî devlet ve toplum düzeninde ecir kavramının bu: emeğin kiraya verilmesi şeklinde belirlenmiş bulunması, aslında günümüzdeki işçi sınıfı, proletarya, patron, burjuvazi kavramlarından tamamen ayrı bir uygulamanın ürünüdür İslâmî sosyal ve iktisâdı düzende sınıflar arası bir ayrışma, çatışma ve mücâdele sözkonusu değildir Çünkü düzen; kardeşlik, herkesin birer çoban olup, güttüğünden sorumlu olması; din kardeşliği, ahlâk üzerine inşa edilmiştir Bu sebeple ecir, ferdî bir kavramdır Bu bakımdan bu âdil düzende insanlar daimi olarak işçi veya işveren olarak kalmazlar, hem emekçi hem mülk sahibi olabilirler, çalışan herkes çalıştığının karşılığını alır

Kasıtsız meydana gelen iş zararlarını ecir-i has ödemez Elindeki eşya bir çeşit emanet hükmünde sayılır ve kendi fiilinden dolayı olmayan bir sebepten telef olan eşyanın karşılığını ödemez Hırsızlık, gasb, su baskını, yangın vs gibi Ancak işi alırken, kiralayan, eğer malı kaybolduğunda ödemesi şartını koyduysa, o zaman telef olan eşya ecire ödetilir Bunun dışında ecirin işinden veya fiilinden dolayı üzerine aldığı bir işte bir zarar meydana getirmesi, meselâ, terzinin kumaşı yırtması, hamalın dikkatsizlikten sırtındaki malları düşürüp telef etmesi, fırtınadan değil de bakımsızlıktan bir geminin batması gibi durumlarda maldaki zararları ecir ödemekle yükümlüdür Yine, geminin batmasında boğulan olsa, onların diyeti ise ecir tarafından ödenmeyecektir, fakat cinayet sebebiyle diyet tazmin ettirilecektir (el-Mavsilî, el-İhtiyâr li Ta'lili'l-muhtâr, İstanbul 1980, II, 54)

Ecir-i hass, çalıştığı süre içerisinde müstecire bağımlıdır Kendi hesabına iş yapamaz, yaparsa ücreti düşer (el-Kâsânı, Bedâiu's-Sanâyi' IV, 192) Bir kimse, bir fırın işçisini, şu kadar unu ekmek yapacaksın diye günlüğü bir dirheme kiralasa, bu icare Ebû Hanife'ye göre fâsittir Çünkü adam iş ile zamanı birleştirmiştir Eğer bir gün için anlaşsalardı câiz olurdu (İbn Abidin, XIV, 42)

İbadetlerde kiralama sahih değildir, hattâ haramdır Meselâ Kur'ân okuyan (tedavi için hariç) bunun karşılığında bir ücret alamaz, müezzin için de ücret yoktur Bir insanı hizmet için veya bir eşyayı korumak için, bir sanat ve ilmi talim için isticar câizdir Çalıştırmadan önce iş ve süre tâyin edilir Ücretler; hadisin hükmüne göre gündeliktir, haftalık veya aylık da verilebilir

Çocuklar çalıştırılamaz, ancak vâli ve vasisinin izniyle bir sanatı öğrenmek için çalışabilirler Ebeveyn, ücret mukabili evlâdını çalıştırabilirken evlât, ebeveynini çalıştıramaz İmâm-ı Âzam'a göre koca, zevcesini bir işyerinde isticâr edebilir Ecir, bizzat çalışır, yerine başkasını çalıştıramaz, fakat bir ustabaşı aldığı bir işte işçi çalıştırabilir Müstecirin ecir'e, bu işi yap demesi ıtlaktır Ecire yemek yedirmesi şart değildir, bu, örfe ve anlaşmaya göre belirlenir Ecir, akitte belirlenen çalışma süresinden -hastalık vb sebepler dışında- az çalışırsa çalıştığı süre kadar ücretini alır İcârede muhayyerlik vardır, pazarlık câizdir Ücret hakkında ihtilâf olursa ecirin sözüne itibar olunur Müstecir, ecire tâkati dışında iş yükleyemez, fazladan çalıştıramaz Ücretin belirlenmesinde devlet ecir hakkında, ailesi ve geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimseleri dikkate alarak, yiyecek, giyecek, mesken ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır

İslâm düzeninde ecirin emeği kutsaldır, değerlidir Hz Peygamber, "Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir" buyurur (es-Suyûti, el-Câmiu's-Sağir, II, 418) Müstecirler için de, "Ecirin ücretini daha alın teri kurumadan veriniz" (Suyûtî, age, I, 150) buyurarak geciktirmenin âdil olmadığına işaret etmiştir (İbn Hümâm, Fethu'l-Kadir, VII, 147; Kasânî, age, IV, 174; Merginânî, el-Hidâye şerhu Bidâyetü'l-Mübtedî, III, 231)

Kur'ân-ı Kerim'de, "çocuklarınızı emzirirlerse ücretlerini verin" buyruğu ve Hz Musa'nın kıssası anlatılırken onun ücretli olarak çalıştığı zikredilmektedir (el-Kasas, 26/27) Hz Musa, on yıl ecir olarak çalışmıştır (çobanlık yapmıştır) Fukahâ, devlet memurlarının, kadı, âmil, kâtip, polis ve askerlerin de ecir-i has olduğunu belirtmiştir Rasûlullah, akit hakkında, "Kim bir ecri çalıştırırsa verilecek ücretin miktarını hemen ona bildirsin" buyurmuştur (İbn Hümâm, age, 147)

Geniş anlamda ecir (ücretli), Allah'ın yeryüzünde insanları halife kıldığı ve kimini kiminden imtihan için üstün tuttuğu (el-Enâm, 55/6) ve amellerin cezâ veya mükâfatının görüleceği âhiret gününün esas olduğu temel İslâm akîdesine göre değerlendirilmelidir Öte yandan İslâm'da çalışma ibadettir ve kişinin geçimi için çalışması kaçınılmazdır Ecirler, toplumsal hayatta müstecirlerden itibar yönüyle aşağıda değildirler Çünkü toplumda üstünlük ilim ve takvâ iledir Keza İslâm toplumunda sosyal sınıflar ve sosyal mücâdeleler görülmez Ecirlerin sömürülmesi mümkün değildir Âdil bir toplum olan böyle bir düzende müstecirlerin müstekbir olmaları, servet ve mal yığmaları, menfaatin yozlaşması engellenmiştir Hz Ebû Bekir bütün servetini İslâm için harcamış, vefât ettiğinde elbisesiyle gömülmüştür Toplumun egemen güçlerinin, büyük sermaye sahipleri ve eşrâfın açgözlülük ve hırsla ecirleri ve köleleri sömürdükleri câhiliye düzenini altüst ederek yeryüzünde Allah'ın indirdikleriyle hükmeden bir toplum düzeni oluşturan Hz Peygamber (sas) de gençliğinde bir süre ücretli olarak çobanlık yapmıştır (İbn Mâce, Sünen, II, 5; M Hamidullah, İslâm Peygamberi, Çev: Sait Mutlu-Salih Tuğ, İstanbul 1966, I, 19-24) Zenginliği ve fakirliği (bir imtihân olarak) kabul eden İslâm Dini, âdeta sınıfsız bir toplumu gerçekleştirmiştir Allah, (Kur'ân'da) cimrileri, mal-mülk çokluğuylâ övünenleri, yetimin ve fakirin hakkını vermeyenleri yermekte, onları azâbıyla korkutmaktadır "Kadın erkek inanmış olarak kim iyi iş işlerse ona hoş bir hayat yaşatacağını" vadetmiştir Ecirlerini yâptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğini vâdeden Allahu Teâlâ (en-Nahl, 16/97), ihtiyacındân fazla mala sahip olanları tekrar tekrar infaka çağırmıştır

Diğer bir mesele, İslâm hukukunda, hakların şahsîliği ilkesidir Batı ekonomik şartlarının bir sonucu olan işçi sendikalarının ortaya çıkışı ve sosyal siyasetin vaz'ı, İslâm hukukunda yer almamıştır Çünkü sosyal sınıfların meydana gelişi ve sınıf mücâdelesi İslâm'a aykırıdır "Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe gerçek anlamıyla inanmış olamazsınız" buyruğuyla yürüyen bir toplumda, herşey, bütün insan ilişkileri tevhid gerçeğinden kaynaklanmaktadır İslâm'da ümmet vardır ve ümmet Allah'â ve Peygâmber'e, emir sahiplerine itâatle yükümlüdür Hz Peygamber şöyle buyurur: "İnsanoğluna, içinde yaşayacağı bir evden, çıplak vücudunu örteceği bir giyecekten, ekmek ve sudan başka bir şeye sahip olma hakkı verilmemiştir " Rızkı veren Allah'tır ve dilediğine artırır, eksiltir"Allah, rızkı dilediğine genişletir ve daraltır'' (er-Ra'd, 13/26)

Allah'ın hükmüyle hükmedilmeyen câhili toplumlarda ecirler, devletin ve İslâm'dan haberdar olmayan işverenlerin ve hukuk düzeninin karşısında zavallı ve âciz durumdadırlar Demokratik ülkeler, ecirlere, düzeni sarsmasınlar diye grev, sendika hakkı gibi sosyal siyaset tedbirleri uygulamışlar; sosyalist ülkelerde de ecirler, baskı ve zorla çalıştırılarak maddenin kölesi haline düşürülmüşlerdir O sebeple dâima ücretlilerle sermaye arasında mücâdele ve zıtlaşma sürmektedir Halbuki İslâmî düzende herşeyin mutlak sahibi yalnız Allah'tır Hukuk, Kur'an ve sünnet dışında olmadığından, böyle âdil bir toplumda ecirlerin ezilmesi meydana gelmez Bu arada şu da belirtilmelidir ki, İslâm'da ücret farklılıkları geçerlidir, çünkü Kur'ân'da değişik, farklı amellerin farklı kazançlara yol açacağı husûsu yer almaktadır Bir bakıma herkese yeteneğine göre ücret verilir, eşit işe aynı ücret takdir edilir Asıl olan, amellerin niyetlere ve yeteneğe göre olmasıdır

İslâm hukukunda ecirlere âit meseleler "icâre" bâblarında tetkik edilmiştir İbn Teymiyye (1236-1328), İslâm toplumunda fertlerin çalışacak yer ve iş bulamaması durumunda devletin ona iş bulmak zorunda olduğunu belirtir Çalışmayı emreden, dilenmeyi, rüşveti, fâizi, kumarı yasaklayan devlet, herkesi çalıştırmak, iş ve kazanç yolları açmak zorundadır Yoksulların geçimini garanti altına almak devletin vazifesidir Devlet bunu, zekâtı toplayarak, devlet hazinesinden karşılayarak, veya zenginlere zor kullanarak hayır yapmalarını sağlar (Nazif Şahinoğlu, Sa'di-i Şırâzî ve İbn Teymiyye'de Fert ve Cemiyet İlişkileri, 25) İbn Haldun da gelir ve servetin kaynağını emeğin meydana getirdiğini, işbölümü ve üretim araçlarının gelişmesi ve yaygınlaşması sonucunda emeğin zorunlu ihtiyaçları aşarak rızık aşamasından kazanç aşamasına fazlası ürünün başkalarınca ele geçirilmesi, Allah yolunda kullanılmaması istismarının ortaya çıktığını, çalışanların kazanmadığı, kazananların çalışmadığı âdil olmayan bir düzenin oluşarak, ecirlerin kıt-kanâat geçinirken, üretim araçlarına sahip olanların mal ve mülk yığdıklarını savunmuştur Böyle bir toplumda ahlâkın bozularak, lüks, israf ve gösterişin yaygınlaşacağını, toplumun yozlaşarak çökeceğini savunan İbn Haldun, İslâmî bir toplumda Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmezse toplumun nasıl bir çöküş sürecine gireceğini de tahlil etmiştir (Bk İbn Haldun, Mukaddime, Çev: Zakir Kadiri Ugan, İstanbul 1968, 1970) Ecirlerin doğuşu, Allah'ın takdiriyledir Fahruddin Râzı, Şûrâ sûresinin 27 âyetini tefsir ederken, "Eğer bütün insanlar eşit olsaydı, bir kısmı diğer bir kısmına işçi olmaya yanaşmaz, dünya harap olup maslahatlar kaybolur giderdi" demektedir (Fahrüddin er-Razı, Mefatîhu'l-Gayb, V, 538) Rasûlullah, ''Allahu Teâlâ, tuttuğu işçiden tam iş aldığı halde, ücretini vermeyenin öteki hayatta hasmı olacaktır" diye buyurmuştur (Buhâri, İcâre, 10)

Hz Peygamber (sas) "köle ecirler" için şu emri ortaya koymuştur: "Kardeşleriniz sizin işlerinizi yapan kimselerdir Allah onları ellerinizin altına verdi Dileseydi sizi onların eli altına sokabilirdi Kardeşi eli altında olanlar, bu ücretlilerine yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin Onlara güçlerini aşan bir iş teklif etmeyin; eğer teklif ederseniz siz de yardım edin" (Buhârî, İmân, 22; Edeb, 44, Müslim, İmân, 38, 40) Hz Peygamber'in köleler için böyle buyurması, muasır dünyamızda hür ecirlerin durumunun ne olması gerektiğini de ortaya koyar

Bütün insanların eşit ücret alması mümkün değildir: "Allah'ın rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? " (ez-Zuhrûf, 43/32) âyeti buna işaret etmektedir Ancak Hz Peygamber'in hadisleri ücretliler hakkında ev, binek, hizmetçi temel ihtiyaçlarının edinilmesini karşılayacak bir maaşın temel alınmasını göstermektedir

İslâm'da ücreti, rızık meselesi içerisinde çok geniş kapsamlı bir inanç ve ibadet bağlamında düşünmek gerekmektedir Dar anlamıyla ücretliye (ecire) dâir fıkhı kaideler konulmuşsa da, hukuk kaideleri zaman ve şartların değişmesiyle daha genişletilerek, ecirlerin modern ihtiyaçlarda müstecirlerden geride kalmamaları sağlanacaktır Bu, İslâmî bir devletin temel görevidir Gelirin ve kârın belli bir yüzdesinin maaş yahut ücret olarak, ecirlere verilmesi gibi (Celâl Yeniçeri, İslâm İktisâdının Esasları, İstanbul 1981, s125) Yukarıda değinildiği gibi çalışan-çalıştıran münâsebetlerinin temelleri nasslarda ortaya konmuş, buna mukabil teferruata âit ilkeler fıkha bırakılmıştır Meselâ, Hz Peygamber zamanında (VI ve VII yüzyıl) geçerli olan ticaret hayatı ile yirminci yüzyılda ortaya çıkan sanayi, işbölümü, uzmanlaşma gibi sorunların getirdiği ücretlilere âit sorunlar, fıkhın icâre konusunda uzman kişilerce yapılacak yeni ictihadlarla fıkhı boşluklar doldurulur ve bu sayede müslümanlar nerede yaşarlarsa yaşasınlar, câhilî iş hukuklarının tesiriyle şer'î alanın dışında birtakım hak ve mücâdele yollarına sapmazlar Bu kaidelerin ortaya çıkarılması için bir yerde Dâru'l-İslâm'ın olması da şart değildir

Bu arada Hz peygamber (sas) zamanındaki onun gerçekleştirdiği ilk İslâmî devletin âdil prensiplerinin her zaman geçerli olduğu, hattâ bugünkü sözde eşitlik ve insan hakları kavram ve uygulamalarının, doğal hukuktan çıkan doğal haklar uygulamalarının bundan 1400 küsur yıl önce Rasûlullah (sas) tarafından Medine'de uygulandığını söylemek gerekmektedir Dikkat çekici bir husus da, İslâm'a ilk girenlerin büyük çoğunluğunun ezilen köle ve fakir mü'minler oluşudur Bu, İslâm'ın hiçbir zaman sınıf eşitliği ve sınıf sömürüsünü tasvip etmediğinin, ezilen sınıfların haklarına sahip çıktığının bir ifadesidir Çünkü Allah'ın dini, fıtrî, tabii, vasatı bir dindir

İA

ECR-İ MİSİL

Benzerine göre tesbit edilen ücret Ecr, sözlükte sevap, mükâfat, ücret ve karşılık demektir Misil ise, eş, benzer, denk anlamlarına gelir Bir İslâm hukuku terimi olarak ecr-i misil, işçi veya memura çalışması karşılığı verilecek olan ücret, maaş gibi bedellerle menkul veya gayri menkullerin kiraya verilmesinden doğan kira bedellerinde bilirkişinin belirlediği miktarlar demektir Akit sırasında tarafların belirleyeceği ücrete de ecr-i müsemma* adı verilir

Ecr-i misil işçinin çalışmasının veya yaptığı işin belli esaslara göre takdir ve tesbit edildiği piyasa değeridir Bir işçinin ecr-i mislinin hesaplanmasında aynı veya benzer işi yapan diğer işçiler, işin yapıldığı yer, zaman ve mevsim gibi unsurlar göz önünde bulunulur (Ali Haydar, Düraru'l-Hukkam, I, 683)

Ecr-i mislin tesbitinde genellikle bilirkişiye başvurulduğu için Mecelle'de: "Bîgaraz ehli vukufun takdir ettikleri ücret" şeklinde târif edilmiştir (Mecelle, Madde: 414) Kira bedelinde ecr-i misli tespitte, kiralanan malla yaklaşık aynı nitelikleri taşıyan benzerlerinin kira bedeli ölçü alınarak tespit yapılır (es-Serahsî, XV, 149; el Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî, IV, 218; el-Fetâva'l Hindiyye, IV, 424)

Vâkıf, devlet ve yetim mallarının kiraya verilmesi ecr-i misil'le olur Eğer bu mallar fâhiş gabin derecesinden daha az bir bedelle kiraya verilmişse akit geçersizdir Bu durumda kiracıya ya kira bedelini ecr-i misil seviyesine yükseltmesi ya da kiralananı tahliye etmesi bildirilir Bu prensip, adı geçen malların fâhiş gabin (aşırı aldanma) ile alım veya satımında da geçerlidir Çünkü devlet, vâkıf veya yetim adına bunların mallarını kiraya veren veya satan yahut bunlar adına mal alan kimse, kendi malı üzerinde tasarrufta bulunmadığı için menfaat çatışması olabilir Bu yüzden töhmet altındadır Hattâ bu akitlerin geçersiz sayılması için hile veya aldatmanın bulunması da şart değildir (Ali Haydar, age, I, 588, 589; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s151, 152) Fâhiş gabin bilirkişinin değerlendirme alanı dışında kalan ve insanların aldanma saydıkları ücret veya satış bedelleridir Hanefilerden Nusayr b Yahya (ö268/881) fâhiş gabin'i gayri menkullerde yüzde yirmi, hayvanlarda yüzde on ve menkul mallarda yüzde beş olarak belirlemiş, Mecelle'nin 165 maddesinde de bu miktarları ölçü almıştır Ancak bu konuyu çözümleyen bir âyet veya sahih hadis bulunmadığı için, ekonomik şartlara göre çok aldanmanın ölçü ve kriterlerini devirlere göre bir İslâm beldesindeki yöneticilerin belirlemesi mümkündür (İbn Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Mısır 1334, VII, 169; İbn Âbidin, Reddü'l Muhtar, IV, 159; Ali Haydar, age, I, 247; 588, 589; İbn Hazm, el-Muhalla, Mısır 1389, IX, 454 vd)

Sonuç olarak ecr-i misil iş ve kira (icâre) akitlerinin fâsit olması halinde ortaya çıkar Meselâ iş akdinde ücret veya maaş kira akdinde ise kira bedeli belirlenmemişse akit fâsit olur Anlaşmazlık halinde taraflar akdi bozabilirler Ancak akit konusu kabzedilmiş veya yararlanma olmuş yahut yararlanma için gerekli süre geçmişse, iş akdinde işçi, kira akdinde mülk sahibi ecr-i misle hak kazanır Çünkü iş veya kira akdi satım akdine yararlanma da mala (ayn) benzer Hanefiler dışında diğer mezhepler fâsit ve bâtıl akit arasında bir fark görmezler Hanefîlere göre iş veya kira akdi bâtıl olursa ne ecr-i misil ve ne de ecr-i müsemmâ gerekmez Suç işletmek için adam kiralamak gibi (el-Kâsâni, age, IV, 217; İbn Âbidin, age, V, 39; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 331; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, I, 399, el-Mevsûatu'l-Fıkhıyye, Kuveyt 1980, s263 vd)

Hamdi DÖNDÜREN

ECR-İ MÜSEMMA

Belirlenmiş ücret, bedel

Ecr; bedel, ücret, ödül, sâlih amele verilen sevap; ecr-i müsemmâ ise; tef'il bâbında ismi mef'ul bir kelime olup konuşulan, belirlenen, tesbit edilen demektir Terim olarak iş veya kira akdinde işe girerken veya akdi yaparken tarafların miktarını belirledikleri ücrete "ecr-i müsemmâ" denir Akit sırasında miktarı belirlenmeyip iş yapıldıktan sonra veya kiralananda oturulduktan sonra emsal ücrete göre bilirkişi tarafından belirlenen ücrete ecr-i misil denir

İş akdinin geçerli olması için prensip olarak verilecek ücretin de belirlenmesi gerekir Ücret; işçi, memur, subay gibi bir işveren adına çalışan kimselerin emeğinin günlük, aylık ve benzeri sürelere âit bedelidir Satım akdinde satış bedeli (semen) olmaya elverişli bulunan herşey iş akdinde ücret de olabilir Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bir işçiyi çalıştırırsa, ona vereceği ücreti bildirsin" (Nesâi, el-Eymân ve'n-Nüzur, 44, Zeyd b Ali, Müsned, 654; Zeylâî, Nasbur' Râye, IV, 131)

Akit sırasında miktarı belirlenecek ücret nakit para, ölçü veya tartı yahut sayı ile alınıp satılan standart şeylerden olursa bunun cins, nev, miktar ve sıfatını belirtmek gerekir Ücret veya maaşta anlaşmazlığa yol açacak ölçüde belirsizlik bulunursa akit fâsit olur Bu durumda işçi çalışmış bulunursa ecr-i misle hak kazanır İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, alım-satımda satış bedeline uygulanan hükümler emeğin bedeli olan işçi ücretlerine de uygulanır (el-Mavsılî, el İhtiyâr, Mısır, ty, 11, 51; el-Fetâva'l Hindiyye, IV, 412; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 327 Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, İstanbul 1988, s152, 153)

Yukarıdaki hükümler kira akdine, kira ücretine de uygulanır Kira bedeli günlük, aylık veya yıllık gibi belli sürelere belli miktar bedel olarak tesbit edilmiş olursa bu, ecr-i müsemmâ olur Kira bedeli konuşulmadan kiracı oturmuş bulunursa mülk sahibi ecr-i misile hak kazanır Ancak bazen hayvan, araç ve benzeri şeylerin kiralanmasındâ yararlanma şekil, miktar ve yerinin de belirlenmesi gerekir; aksi halde akit fâsit olur Meselâ, on ton yükü bir kamyonla bir dağın zirvesine götürmekle, aynı uzaklıktaki düz bir yola götürmek farklı nakliye bedelini gerektirebilir İşte bedelin, nakliye yerinin ve süresinin önceden konuşulmamış olması, tarafları anlaşmazlığa düşüreceğinden, nakliye sözleşmesini fâsit kılar Yani tarafların ifa edilmeden önce akdi bozma hâkları doğar Ancak bu arada nakliye gerçekleşmiş olursa, kıyasa göre, nakliyeci ecr-i misile, istihsâna göre ise ecr-i müsemmâya hak kazanır Daha önceden hiç ücret konuşulmamışsa, yalnız ecri misil ödenir (İbnü'l Hümâm, Fethu'l Kadir, VII, 166 vd; el-Kasânı, Bedâiu's-Sanâyi', IV, 183, 207; Zeylaî, Tebyînu'l Hakâik, V, 113 vd; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, V, 19, 55)

Hamdi DÖNDÜREN

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (E)

Eski 11-04-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (E)



Ehl-i Beyt

Hz Peygamber (sas)'in ev halkı Ehl-i Beyt, bir evde yaşayan aile fertleri, aile demektir İslâm fıkıh terminolojisinde bir terim olarak Hz Peygamber (sas)'in hısımlarından kendilerine zekât verilmesi yasaklanan aile fertlerinin tamamını ifade etmek için kullanılmıştır Bu anlamda ehl-i beyt; Hz Peygamber (sas) ve ailesi, Ca'fer, Âkil, Abbâs ve aileleridir Şia'ya göre ise; Hz Peygamber (sas)'in ailesi, eşleri ve çocuklarıyla Hz Ali, Hz Hasan ve Hz Hüseyin'dir (Sahih-i Müslim, II 751-752; IV, 1873)

Rasûlullah (sas) ile ehl-i beyt'e de salât ve selâm getirmek müslümanların bir görevidir (Ahmed b Hanbel, Müsned, VI, 323)

Ehl-i beyt terimi Kur'ân-ı Kerîm'de Ahzâb sûresindeki şu âyette açıklanmıştır: "Ey Peygamber hanımları, evlerinizde oturun; eski câhiliyedeki gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın, zekâtı verin;Allah'a ve Peygamber'e itâat edin Ey Peygamber'in ev halkı, Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister" (el-Ahzâb, 33/33) Rasûlullah (sas)'in eşlerinin, diğer bir deyimle mü'minlerin annelerinin ev halkından olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır Ayette, "Ey ev halkı" ifadesiyle onlar kastedilmektedir Çünkü âyetin başında "Ey Peygamber'in hanımları" hitâbı vardır (Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân terc İstanbul 1983, IV, 370) Bu terim, bir adamın hanımlarını ve çocuklarını kapsamaktadır İbn Abbâs, Urve b Zübeyr ve İkrime bu âyetteki ehlü'l-beyt lâfzından Hz Peygâmber (sâs)'in hânımlarının kastedildiğini söylemişlerdir

Hz Ali ve ailesi de ehl-i beyt'tendir

Enes b Mâlik'in rivâyetine göre: Hz Peygamber (sas), altı ay boyunca Fâtıma'nın kapısının önünden geçtiğinde, sabah namazına giderken, "Ey ehl-i beyt namaz, namaz" demiş ve Ahzâb suresinin otuzüçüncü âyetini okumuştur Ebû Ammâr'ın ve başkalarının rivâyet ettiği hadis de şudur:

''Rasûlullah (sas), beraberinde Ali, Hasan ve Hüseyin olduğu halde geldi Her birinin elini kendi eli içine almıştı İçeri girdi ve Hz Ali ile Fâtıma'yı önüne oturttu; Hz Hasan ve Hz Hüseyin'i de kucağına aldı; sonra elbisesini onların üzerine örterek şu âyet-i kerimeyi okudu: 'Ey ehl-i beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister ' Sonra devamla, 'Allah'ım, bunlar benim ehl-i beytimdir Benim ev halkımın temizlenmeye en fazla hakları vardır' diye dua etti" Bu hadis, çeşitli muhaddisler (Ahmed b Hanbel, İbn Cerû et-Taberî, Müslim) tarafından birçok râvîden rivâyet edilen sahih bir hadistir Hâdislerde, Rasûlullah (sas)'in eşleri Ümmü Seleme veya Hz Âişe'nin, Hz Peygâmber'e kendilerinin de ehl-i beyt'ten olup olmadıklarını sorduğu, bunun üzerine Rasûlullah'ın ona: ''Sen benim için seçilmişsin" buyurduğu nakledilmiştir Zeyd ibn Erkam, "Rasûlullah (sas)'in hanımları da ev halkındandır Ancak onun ehli beyti kendisinden sonra onlara zekât verilmesi haram kılınmış olan Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleridir" demiştir Mevdûdî, Rasûlullah'ın bir örtü altına alarak ehl-i beyt'ine dua ettiğine dâir hadisler Müslim, Tirmizî, İbn Hanbel, İbn Cerir, Hâkim, Beyhâki gibi muhaddislerin ve Ebû Said el-Hudrî, Hz Âişe, Hz Enes, Hz Ümmü Seleme ve başka birçok râviden bu hadisin nakledildiğine değinerek; Kur'ân'ın Hz Peygamber'in hanımlarının ev halkından olduğunu açıklıkla beyân ettiğini, Hz Peygamber'in buna ilâveten Hz Ali, Hz Fâtıma, Hz Hasan ve Hz Hüseyin'i de dahil ettiğini vurgulamaktadır (Mevdûdi, age aynı yer)

Ehl-i beyt, kavram olarak ortaya çıkışından beri birtakım ihtilâflı konulara yol açmıştır Hatta siâ'nın doğuşuna ilişkin önemli bir yol ayrımıdır Hem Sünnî hem Şii kaynakları, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekâleyn hadisi diye bilinen iki hadis kaydetmektedirler Sekâleyn hadisi Şiî literatüründe önemli bir yer tutmaktadır (Cemal Sofuoğlu, Gâdir-i Hum Meselesi, AÜİFD, XXVI, Ankara 1983, 468) Gâdir-i Hum'da Hz Peygâmber'in ''Size iki ağır emanet bırakıyorum; onlara sımsıkı sarıldıkça hiçbir zaman sapıtmazsınız" buyurduğu rivâyet edilmiştir Nesaî, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekaleyn hadisini bir arada vererek ikisinin de Gâdir-i Hûm'da söylendiğini yazmaktadır (Ayr bk Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 36; Ebd Dâvûd, Menâ**** 56; Tirmizî, Menâkıb, 32; Nesaî, Hasâis, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Menâ**** 84; Hâkim, Müstedrek, III, 109; Ahmed b Hanbel, II, 114, IV, 367; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 414)

Hadîsin Müslim'deki Zeyd b Erkam (ö68/687) rivâyeti şöyledir "Mekke ile Medine arasında Hûm denilen bir su başında bulunurken Rasûlullah hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı; Allah'a hamd ve sena etti, vaaz ve hatırlatmalarda bulundu; sonra, 'Haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icâbet etmem yaklaşıyor Ben size iki ağır emanet bırakıyorum: Bunların birincisi, Allah'ın kitâbidir; onda mutlak hidâyet ve nur vardır Bundan dolayı sizler Allah'ın kitâbına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız' buyurdu Böylece Allah'ın kitâbına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi; sonra da şöyle dedi: 'Diğeri de ehl-i beyt'imdir Ben, ehl-i beyt'im hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum' (Râsûlullah bu son cümleyi üç kere tekrarlâmıştır) (Müslim, Fedâilü's-Sâhâbe, 36; Ayrıca bk Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, Terc M Sofuoğlu İstanbul 1970, VII, 311-314) Zeyd b Erkâm, ayrıca Hz Peygamber'in eşlerinin de ehl-i beyt'ten olduğunu, asıl ehl-i beyt'ten kasdın Peygamber'den sonra sadaka almaları haram olanlar yani Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleri olduğunu belirtmektedir Hz Peygamber (sas)'in bir başka hadisi şöyle nâkledilmiştir: "Zekât, Muhammed 'e de Muhammed 'in akrabalarına da gerekmez; o insanların kiridir'' (Müslim, Zekât, 167; Ahmed b Hanbel, V, 166) "Biz ehl-i beyt 'iz bize zekât helâl değildir" (Ebû Dâvûd, Zekât, 29; Müslim, Zekât, 161) Ebû Hureyre'nin Buhârî'deki rivâyetinde de, "Hasan b Ali-çocukken- zekât hurmalarından bir hurma aldı Hz Peygamber (sas) atması için 'kaka kaka' dedi Sonra 'Sen bilmiyor musun ki biz zekât yemeyiz ' buyurdu" ifadesi vardır (Buhâri, Zekât, 57, 60; Cihad, 188; Müslim, Zekât, 161; Ahmed b Hanbel, I, 200)

Müctehidlerin Hz Peygamber'in yakınları ile onlara haram olan zekât konusunda farklı görüşleri vardır Ebû Hanife ile İmam Mâlik onların Hâşimîler olduğunu söylerken, İmam Şafii, Hâşimîler ve Muttaliboğulları'dır demektedir Ebû Yûsuf ile İbn Teymiyye, Hz Peygamber (sas)'in yakınlarının yabancılardan zekât almalarının haram, birbirleri arasında ise câiz olduğunu savunmuşlardır Yûsuf el-Kardâvî günümüzde yaşayan ve Hz Peygamber soyundan gelenlerin zekât alabileceklerini belirtmektedir İbn Teymiyye ganimetlerden beşte birinden pay alamayan ehl-i beyt'in darda kalmamaları için zekât almalarının câiz olduğunu söylemiştir Yûsuf el-Kardâvî buna işaret ederek Âlu Muhammed'in, Hz Peygamber'in yaşadığı dönemdeki yakınları olduğunu vurgularken; Ebu Hanife, İmam Muhammed ve bir görüşe göre İmam Mâlik'in de böyle anladıklarını belirtmektedir Yine o, Alu Muhammed'in zekât alamazken nâfile sadaka alabileceklerinin câiz kabul edilmesinin, minneti daha íazla olan nâfile sadakayı alırken farz olan zekâtı almamanın tutarlı olmadığını söylemektedir Hz Peygamber'in yakınlarına zekât yasağı koyarken, yakınlarını zekât almaktan menetmek, afif yaşamanın örneğini göstermek, kendisini ve ailesini töhmetten kurtarmak istemiştir Bu yasağın kıyâmete kadar devam etmesinde bir hikmet bulunmamaktadır Üstelik ganimet ve fey gelirlerinden de bugün yaşayan yakınlarını mahrum etmenin onları yoksulluğa ve fakirliğe mahkum etmek demek olduğunu savunmaktadır (Kardâvî, Fıkhü's-Zekât, Beyrut 1969, II, 732-733)

Gâdir hadîsinin Şiî kaynaklardaki anlatımında Hz Peygamber'in Vedâ Haccı dönüşünde Gâdir-i Hûm'da önemli bir hususu tebliğ etmek için konaklayarak ashâbına, "Allah bana; 'Ey Peygamber, Sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O 'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun Allah seni insanlardan korur Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez' (el-Maide, 5/67) âyetini indirdi" buyurarak, Cebrâil'in şu emri getirdiğini söylemiştir: "Ali b Ebû Tâlib benim kardeşim, vâsim, halifem ve benden sonra imamdır Ey insanlar Allah onu size velî ve İmam olarak tâyin etti; ona itâat etmeyi herkese farz kıldı Ona muhâlefet eden mel'un, saygı gösteren ise merhamete erecektir Dinleyiniz ve itâat ediniz Allah mevlâmız Ali ise imamınızdır İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyâmete kadar devam edecektir" Ayrıca Ebû Sâd el-Hudrî şöyle demiştir: "Mâide sûresinin 67 âyeti Hz, Ali hakkında nâzil olmuştur'' (Mecmau'l-Beyân, III, 223; Dairetü'l-Maarifü'l-İslâmiyye eş-Şiâ, 37; Vahidi, Esbâbu'n-Nüzûl, 115) Bu ibareler, Şiî kaynaklarda bu şekliyle kaydedilmektedir

Şiâ tefsirinde, sözkonusu âyette Rasûlullah'ın tebliğ etmesi istenen şey Hz Ali'nin hilâfetidir Hasan el-Basrî'nin (ö110/728) rivâyetine göre; Cebrâil Hz Ali'nin velâyeti konusunda Hz Peygamber'e delil olmasını istemiş, o da 'amcasının oğlunu korudu' diye düşünmesinler niyetiyle bunu tebliğ etmemiş, âyet bunun üzerine inmiştir Hz Peygamber daha sonra "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır" buyurmuştur İbn Teymiyye bu hadisin mevzû olduğunu yahut bu rivayetin Şiîler tarafından arzuları ve görüşleri doğrultusunda değiştirildiğini kaydetmektedir (bk İbn Teymiyye, Minhacü's-Sünne, Gâdir-i Hum) Sekaleyn hadisi Ehl-i Sünnet'ten otuz dokuz, Şiâ'dan ****eniki rivâyet yoluyla gelmiştir Bu kadar çok rivâyet yoluyla gelmesinin sebebi, Hz Peygamber (sas)'in bunu birçok yer ve zamanda tekrar tekrar söylemiş olmasıdır Şiâ, bu hadisten ehl-i beyt'in mâsum olduğunu ve Kur'ân'dan ayrılmazlığı anlamını çıkarmış; bunların yalnız birine değil her ikisine de tutunmak gerektiğini, çünkü Hz Peygamber'in "iki emanet"ten kasdının bu olduğunu söylemişlerdir Ehl-i beyt, kıyâmete kadar Kur'ân'ın yanındadır (Muhammed Takiy el-Hakim, Usûlü'l-Fıkhi'l-Mukârin, 167) Sünni alimler ise hadisin lâfzını, "Allah'ın Kitabı ve Râsûlullâh'ın sünneti" şeklinde açıklamaktadırlar (Bk İbn Hişâm, es-Sıre, IV, 251; Ebû Dâvud, Menâ**** 56; İbn Mace, Mena**** 84; Ahmed b Hanbel, IV, 267; İmâm Mâlik, Kader, 3; Buhâri Târih, 375; Askalânî, Tehzib, VII, 327; İbn Abdilberr, el-İstiâb, II, 473; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, V, 214, İbnü'l-Esir, Üsdü'l-dâbe, 111, 307)

Ehl-i beyt'in Kerbelâ* katliamından sonra siyasetle ilgisini kesip kendisini tamamen ilme vermesine rağmen Emevi ve Abbâsilerin onlar üzerindeki baskısı her zaman varolmuştur Ali Zeynelabidin, oğulları İmam Zeyd ve Muhammed Bâkır (ö114) Hz Peygamber'den tevârüs ettikleri ilmi sürdürmüşlerdir, Muhammed Bâkır'ın oğlu İmam Câfer-i Sâdık (ö148) ehl-i beyt'in fikri, fıkhı ve ilmî mirasını sistemleştirmiş, o, İmam Zeyd'in, Hz Ali'nin torunlarından en-Nefs-üz-Zekiye'nin, İbrahim'in, Abdullah b el-Hasem'in şahâdetlerini görmüştür Onun zamanında başta Irak olmak üzere İslâm ülkelerinde Ehl-i Beyt olduklarını öne süren "Dâî" * ler ortaya çıkmış; bunlar helâli haram kılarak, hattâ İmam Câfer'i tanrılaştırarak İslâm'dan sapmışlardır

İslâm tarihinde ehl-i beyt'in Hz Ali'den sonra tarihte çeşitli aşamalar geçirdiği ve her bir dönemde ayrı ayrı şekil ve kalıplar alarak bugünkü hale ulaştığı bilinen bir husustur İlmin kapısı olan Hz Ali'ye ashâb arasında sevgi ve hürmet besleyenler, hattâ onun halife olacağını savunanlar vardı; ancak onlar mezhep oluşturmamışlardı Ebû Zerr, Mikdât b el-Esved, Câbir b Abdullah, Ubey b Kâb, Ebû'l-Tufeyl, Abbas ve çocukları, Ammâr b Yasir, Ebû Eyyub el-Ensârı bunlar arasındadır Daha sonrâları Hz Osman zamanında fitneler başlamış, aşın tarafçılık eğilimleri belirmiş, Emeviler zamanında ehl-i beyt'e büyük bir zulüm gösterilmesi bütün ümmetin Emevilere karşı nefretini doğurmuştur Irak'ta gelişen Şiîlik, aşırılarıyla ve mûtedilleriyle tarihte önemli bir hareket olmuştur

Hz Ali yoluyla gelen ehl-i beyt; Hasan, Hüseyin, Muhammed İbn el-Hanefiyye, Abbâs ve Ömer'den yayılmıştır Hz Ali şehid edildikten sonra (661) yerine Hz Hasan halife seçilmiş ve halifeliğinde suikasta uğramış, iyileştikten sonra hutbesinde şöyle demiştir: "Ey Irak halkı bizim için Allah'tan korkun Biz sizin emirleriniz ve misafirleriniziz Biz ev halkıyız Çünkü Allahu Teâlâ bizim hakkımızda, "Ey ehlü'l-beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister" diye bahsetmiştir"

Şiâ'ya göre mâsum olan ve ehl-i beyt'den gelen on iki İmam şunlardır: Hz Ali, Hz Hasan Hz Hüseyin, Ali Zeyne'l-Abidin, Muhammed el-Bâkır, Câfer-i Sâdık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rıza, Muhammed el-Cevad, Ali el-Hâdî, Hasan el-Askerî, Muhammed el-Mehdi Ehl-i beyt'in Hz Ali'den gelen imamlarına tarih boyunca zulmedilmiş, bunların birçoğu şehid edilmiştir

Hz Hasan'ın soyundan: Muhammed en-Nefsü'z-Zekiye (145/763), İbrahim, Hüseyin b Ali (169/785), Muhammed b Tabat (199/814), Muhammed b Süleyman (814), Zeyd b Musa el-Kâzım ve Ali b Muhammed, İbrahim b Musa, el-Hasan b Zeyd (250/864), el-Hüseyin, İsmail b Yûsuf, Muhammed b Zeyd, Ahmed b Muhammed, Hasan b Ali gibi kimseler gelip ehl-i beyt'in liderliğini yapmış Emevi ve Abbâsilere karşı kıyam etmişlerdir

Hz Hüseyin'in soyundan gelip de ehl-i beyt davası uğruna şehid olanlar ise şunlardır: Zeyd b Musa el-Kazım, Muhammed b Câfer es-Sâdık, el-Hüseyin el-Aftas, Muhammed b Kasım, el-Hasan el-Karkî, Muhsin b Câfer (404) (Mes'ûdî, Murûcü'z-Zeheb) Hz Peygamberin ehl-i beytinden gelenler günümüzde İslâm âleminin değişik yerlerinde yaşamaktadırlar Hz Hüseyin soyundan gelenlere Seyyid, Hz Hasan soyundan gelenlere Şerif denilmektedir

Hz Peygamber'in ehl-i beyt'inin işleriyle meşgul olan görevlilere tarihte Nakîbü'l-Eşrâf denilmiştir Nakîbü'l-Eşrâf, Peygamber hânedânı efrâdının umûmî bir vâsisi hükmünde olup, gördüğü vazifenin şerefinden ötürü en yüksek mansıblardan sayılmış, İslâm devletlerinde her zaman bunlara hürmet ve ta'zimde bulunulmuştur (Ayrıca bk: Ehl-i Sünnet)

İA

EHL-İ BİD'AT

Bid'at ehli, hevâ ehli, dalâlet ehli, şüpheler (şubûhât) ehli, tefrika ehli İlim ehline göre bunlar aynı şeyin değişik isimleridir Bunlar Kitap ve Sünnet'e ve Ümmetin, ashabın yolunu ve metodunu izleyen selefinin anlayışına aykırı görüşler ortaya koyan kimselerdir

İslâm dininde bid'at, Allah'ın ve Rasûlünün teşri' buyurmadığı, farz veya müstehap türünden olmayan, bunlarla ilgili olarak hiçbir şekilde emretmediği şeylerdir Ancak şer'î deliller ile bilinen hususlar ise, Allah'ın göndermiş olduğu dinin kapsamı içerisindedir Bu konudaki bir kısım emirlere dair ilim adamlarının farklı görüşleri durumu değiştirmez

Bid'at ehline "hevâ ehli" adı verilmesinin izahı ile ilgili olarak İmam Ebu İshak İbrahim b Musa eş-Şâtıbî (v 791/1388) şunları söylemektedir: "Ehl-i Bid'at şer'î delilleri onlara ihtiyaç duyulan bir eda ve bu delilleri esas alan bir üslup ve yaklaşım ile ele almadılar Aksine hevalarım şer'î delillerin önüne geçirdiler, kendi görüşlerine itimad edip güvendiler Hatta şer'î delilleri ise bu esaslara göre ele alınıp değerlendirilecek bir mertebede gördüler" (el-İ'tisâm, II, 176)

Hevâ ise insanın sevmek veya nefret etmekten kaynaklanan eğilimleridir

"Sünnet ve hadis ehli dışında bütün fırkalar hadis imamlarından sahih olan bir görüş ile ayrılmış değillerdir Bununla birlikte bunların İslâm dininden hak olan bazı şeylere de sahip olmaları kaçınılmazdır İşte bundan dolayı şüphe sözkonusu olmuştur Yoksa katıksız bir bâtıl hakkında kimsenin şüphesi olmaz Bundan dolayı bid'at ehline "şüphe ehli" denilmiştir Ayrıca Onlar hakkında: "Onlar, hakkı batıla karıştıranlardır" denilmektedir" (Minhacü's Sünne, V, 167)

Dinde tefrikaya düşmek "bir tek fırkayı" fırkalara dönüştürür Onların bu noktaya düşmelerinin sebebi ise hevâlarına uymalarıdır Dinden uzaklaşmalarıyla, hevaları da bölük bölük olmuş ve sonunda dağılmışlardır Bu bakımdan yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Dinlerini fırka fırka edip gruplara ayrılan kimselerle senin hiçbir ilişkin yoktur" (el-En'âm, 6/ 1 59) Burada yüce Allah, Rasûlünü böyle kimselerden uzak tutmuştur Bunlar da bid'at ve dalâletlere gömülen Allah'ın ve Rasûlünün izin vermediği hususlara dair söz söyleyen kimselerdir

Kişiyi hevâ ehli arasına sokan bid'at ise sünneti bilen ilim adamlarınca meşhur olan görüşe göre Haricilerin, Rafızilerin, Kaderiyenin ve Mürcie'nin bidatleri gibi, kitap ve sünnete aykırı düşen bid'attir Allah Rasulü'nün sünnetini bilen âlimlerce dinden oldukları zaruri olarak bilinen hususlarda tartışmaya girişen bir kimse başkaları bu konuda şüphe etse yahut nefyetse dahi- aslı konularda muhalefet eden kimselerin bid'at sahibi olduğu hüküm üzerinde İslâm'ın ileri gelen âlimleri arasında ittifak vardır Meselâ; sünnet âlimlerince mütevatir olarak kabul edilen Rasûlullah (sas)'ın şefâatine, havzına, kebâir ehlinin ateşten çıkartılacağına dair hadisler ile yine onlarca mütevâtir kabul edilen sıfat ve kadere dair hadisler Cenâb-ı Allah'ın celâl ve azametine yakışır şekilde arşı üzerinde olduğuna dair hadisler ve buna benzer, Rasûlullah'ın sünnetlerini bilen ilim ehlinin ittifak ettikleri esaslar bu türdendir Hz Peygamber (sas)'den gelen ilmi bilen ilim adamlarının mütevâtir kabul edilen şuf'aya dair hüküm, davalıya yemin ettirmek, muhsan zâninin recm edilmesi, hırsızlıkta nisabın muteber kabul edilmesi gibi hususlar bu türdendir İşte bundan dolayı İslâm'ın önde gelen âlimleri bu gibi aslı meselelerde sünnet âlimlerine muhalefet edenlerin bid'atçi olacakları üzerinde ittifak etmişlerdir

Kişi, bid'at sahibi olan bir kimsenin bid'atini bizzat görür veya işitirse yahut da o kişinin bu bid'ate sahip olduğu yaygınlık kazanacak olursa bid'at ehlinden olmakla nitelendirilir ve cerh edilir Bu konuda görüş ayrılığı yoktur Bütün müslümanlar günümüzde de geçmiş asırlardan bu yana da Ömer b Abdülaziz, Hasan-ı Basri vb ilim ve din ehli ancak yaygınlık kazanması ile bilinebilecek hususlar ile bid'at sahibini cerhetmişlerdir Aynı şekilde Haccac b Yusuf ve Gaylan el-Kaderi ile benzeri zulüm ve bid'at sahipleri hakkında haberlerin yaygınlık kazanmasından başka bir şekilde bilinemeyecek durumlarda da bid'at sahibi olduklarına şehâdet edilir Bu konudaki delil ise Enes b Mâlik (ra)'ın yaptığı şu rivayettir:

"Bir seferinde Rasûlullah (sas)'ın yanından bir cenaze götürüldü Yanında bulunanlar ondan hayırla söz etti Peygamber: 'Vacib oldu' dedi Daha sonra bir başka cenaze geçirildi Ondan kötülükle söz edildi Peygamber: 'Vacip oldu' dedi yine Bu sefer Ömer b Hattab: 'Vacib olan nedir?' diye sorunca Hz Peygamber: "Siz daha önce geçen hakkında güzel konuştunuz, iyilikle söz ettiniz o bakımdan cennet onun için vacip oldu Ötekinden kötülükle söz ettiniz, ona da cehennem vacip oldu Sizler Allah'ın yeryüzündeki şâhitlerisiniz " (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60)

Onun şahitliğinin veya velâyetinin reddedilmesi için fâsık olduğunu ortaya koymak böyledir Şayet maksat onun kötülüğünden sakınmak için uyarmak ise bundan daha da aşağı deliller ile yetinilir

Bid'atin mahzurlarına ve hoşa gitmeyen yanlarına dair söylenmiş sözlerin bir kısmını İmam Şâtibî şöylece dile getirmektedir:

"Bid'at ile birlikte namaz, oruç, sadaka vb Allah'a yaklaştırıcı hiçbir ibadet kabul edilmez Bid'at sahibi ile birlikte oturup kalkan kimseden Allah'ın koruması kalkar ve o kişi kendi haline bırakılır Bid'at sahibinin yanına giden ona saygı gösteren, İslâm'ın yıkılmasına yardımcı olur İslâm'ın aslını bozacak davranış ve anlayışta olan bid'at sahibi kimse lânetlik kabul edilir Bid'at sahibinin ibadeti kendisini Allah'tan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz Düşmanlığın ve karşılıklı kinin kaynağı bid'at sahibidir Bid'at, Muhammed (sas)'in şefâatine engeldir Her bir bid'at bir sünneti ortadan kaldırır, o bid'at gereğince amel edenlerin günahı kadar da bid'atleri ortaya koyana da yazılı! Bid'at sahibine Allah gazab eder, onu zelil kılar Rasûlullah (sas)'in havzından uzaklaştırılır Dinden çıkan kâfirler arasında sayılacağından ve dünya hayatından ayrılırken, âkıbetinin kötü olacağından, âhirette yüzünün kararacağından ve cehennem ateşiyle azab göreceğinden korkulur Allah Rasûlü, bid'atçiden beri ve uzaktır Müslümanlar da ondan uzaklaşmıştır Dünya hayatındaki fitneden başka ahiret azabının da artacağından korkulur" (Şâtibî el-İ'tisâm, I, 106-107)

Bid'at sahibi kimselere uygulanacak ceza herhangi bir şekilde artırılması veya eksiltilmesi sözkonusu olmayacak şekilde tesbit edilmiş değildir Bu konuda müctehidler nass ile belirtilen bir takım bid'atler hakkındaki rivayetlerden hareketle görüşlerine göre bazı hükümler ortaya koymuştur Meselâ Haricilerin, öldürüleceğine dair haberler ile Ömer b el-Hattâb (ra)'ın Sâbi el-Irâkî hakkında söylediği rivayet edilen sözler bunlardandır Müctehidlerin bu konuda bazı görüşleri vardır

Bid'at sahibi irşâd edilir, öğretilir ve görüşlerine karşı deliller ortaya konulur Onunla konuşulmaz, selâm verilmez Beldesinden sürgün edilir Hallâc'ın öldürülmeden önce senelerce hapse atıldığı gibi hapse atılır Sakınmalarını sağlamak maksadıyla bid'atleri ilân edilir, yayılır Onlarla savaşılır Tevbe etmeyecek olurlarsa öldürülür Genel olarak cerhedilir ve şehâdetleri rivayetleri herhangi bir şekilde kabul edilmez bu konuda etraflı görüşler vardır Hastalandıkları takdirde ziyaretlerine gidilmez Cenazelerinde bulunulmaz Ömer b el-Hattâb'ın Sabiğ'i vurduğu gibi vurulurlar

Delil ile kâfir oldukları ortada olanların tekfir edilmesi Meselâ eğer bid'at, İbâhiyye gibi açık bir küfrü gerektiriyorsa tekfir edilirler Vahdeti vücûd, hulûl ve ittihadı savunanlar da aynı gruba dahildir

Buna göre bizzat bid'atin durumunun farklılığınâ göre verilecek cezalar dâ farklılık arzeder Bu konuda bid'atin dinde fesat çıkartacak kadar büyük olması ile olmamasına dikkat edilir Bid'at sahibinin bunun açıkça ortaya koyup o bid'at ile tanınacak durumda olmasıyla olmaması, bid'atçinin propagandasını yapmasıyla yapmaması, açıktan açığa onu kabul edip uyması ile uymaması bu konuda insanlara karşı ayaklanmasıyla ayaklanmaması, bid'ât ile bilmediğinden dolayı amel edip etmemesi durumları nazarı itibara alınır

Bid'at ehlinin kullandıkları deliller ile bid'atlerin ortaya çıkış şekillerini şöyle özetlemek mümkündür:

1 Senedi oldukça zayıf ve Rasûlullah'a yalandan uydurulan hâdislere güvenmeleri ve bunları delil almaları: Hz Peygamber (sas)'ın cübbesi omuzlarından düşünceye kadar sema edip harekete gelmesini delil göstermeleri buna misaldir

2 Maksat ve mezheplerin uygun olmayan şekilde vârid olmuş olan hadisleri reddedip bunların akla uygun olmadığını ileri sürmeleri, kabir azabını inkâr edenler gibi

3 Allah ve Rasûlünden gelen buyrukları anlamak için gerekli olan Arap dili ilmine sahip olmamakla birlikte Arapça olan Kur'ân ve Sünnet hakkında zan ve tahminlere dayanarak söz söylemeleri ve böylelikle kendi anlayış ve kanaatlerini şerîatın önüne geçerek geçmiş ve ilimde derinlik sahibi olan "Râsihûn"a muhalefet etmeleri

4 Açık nasları bir kenara bırakarak muhkem nassların ışığında ele alınması gereken müteşabih naslara tâbi olmaları ve muhkem olanları da kalplerindeki eğrilik sebebiyle tevile kalkışmaları Meselâ taklid edici lâfızları tetkik etmeden mutlak lâfızları delil almak Tahsis edici lâfızları var mı yok mu düşünmeksizin umûmî lâfızları kabul etmek gibi Sahih hadislerin Kur'ân-ı Kerîm ile çelişki teşkil ettiğini veya bu hadislerde çelişki olduğunu, akla aykırı olduğunu söylemeleri bid'atlere düşmelerinin sebepleri arasındadır

5 Delilleri yerli yerince kullanmamak Meselâ delilin herhangi bir illet sebebiyle bir hüküm hakkında vârid olmasına rağmen onların bu delili o hüküm hakkında değilmiş gibi ele almaları ve bu hükmün illetinden uzaklaştırarak her iki illetin de bir olduğu vehmini vermek suretiyle başka bir hükme tahvil etmeleri

6 Bid'at ehlinden bazı grupların şer'î açık hükümleri aklın kabul edemeyeceği şekilde tevil edip asıl maksat ve muradın bu olduğunu ileri sürmeleridir ve Arap dilinden anlaşılan manânın kasdedilmediğini söylemeleridir Bu tür şeyleri ise ancak geneliyle, özeliyle şerîatı iptal etmek isteyenler yaparlar Bunlar ise Bâtınî fırkalarından İsmailiye ve Nusayriye ile hulûl görüşlerini kabul edenlerdir

7 İmam ve şeyhlerin ta'ziminde aşırıya giderek onları hak etmedikleri makam ve mevkilere çıkartmak Meselâ filân kişinin Allah'ın en büyük velisi olduğunu ileri sürmeleri, yahut bunların fazilet itibariyle Peygamberle (sas) eşit olduğu, ancak onlara vahiy gelmediğini aradaki tek farkın bu olduğunu ileri sürmeleri, hattâ bazı hurafecilerin şeyhin kimi zaman bizzat tanrı olduğunu söylemeleri bu türdendir Meselâ Hallâc'ın mensupları onun hakkında bu tür iddialarda bulunmuşlardır Bazı Şiî grupların imamları masum kabul etmeleri, sûfilerin şeyhleri hakkındaki görüşleri bu türdendir

8 Âlim ve şeyhleri körü körüne taklit etmek ve bu konuda yine kör bir taassub ile onlara bağlanmak Bunların ileri sürdükleri en büyük delil ise şudur: "Biz, filan salih adamı gördük de, o da bize şunu yapmayın bunu yapın dedi" Hattâ kimileri: "Ben rüyamda peygamberi gördüm, bana şöyle dedi, şunu emretti" diye söyleyip buna dayanarak amel etmesi ve bazı şeyleri terketmesi Bunu yaparken de şeriatla bulunan sınırlardan yüz çevirir Bu ise apaçık bir sapıklıktır

9 Bid'at sebeplerinin en büyüğü olan sünneti iptal etmek: bid'atin başlangıcı zan ve hevâ ile sünneti eleştirmeye kalkışmaktır Zu'l-Huveysira'nın birtakım ganimetleri dağıttığı esnada Peygamber (sas)'in sünnetini tenkid ve ta'n ederek: "Allah'a yemin ederim bu paylaştırmada adalet gözetilmedi ve Allah'ın rızası nerededir de bulunmak istenmedi" (Buhâri, Humûs 19; Müslim, Zekât 140) sözünü söylemesi de bu türdendir Yine İblîs kendi görüş ve havâsını esas alarak Rabbi'nin emrine karşı çıkıp tenkid etmiştir Halbuki aslolan sünneti seniyeye tâbi ve teslim olmaktır Allah'tan gelmiş olan risâlete uymak ve ona teslim olmak işte budur

10 Sünneti, yani şeriâtı ve maksadlarını bilmemek Şeriatın gösterdiği yolu bilmeyen kimse onun yerine bid'atçilerin yolunu izler

I I Ashâb-ı kirâmı ve onlara tâbi olan selef-i sâlihin'i izlemeyi terketmek İmam Ahmed b Hanbel der ki: "Bize göre sünnetin esası Hz Peygamber (sas)'ın ashabının izlediği yola sıkı sıkıya yapışmak demektir"

12 Zındıklık ve ilhad Büyük bid'atin pek çoğunun menşei Râfizîlik bid'ati gibi ilahı sıfatları reddetmek ve bâtıl tasavvufa meyletmek gibi zındıklar olmuştur Velev ki bu bid'atler imân ve İslâm'a bağlı fakat şerîatı bilmediği için ve hevâsına bir dereceye kadar tâbi olduğu için iman ve İslam'a tâbi kimselere intikal etmiş olsun

13 Can ve mallar üzerinde egemen olan yöneticilerin şerîatı Muhammediye'den sapıp uzaklaşmaları Nitekim Ahmesli bir kadının: "Cahiliyyeden sonra yüce Allah'ın bize göndermiş olduğu bu doğru yol üzerinde biz ne kadar süre kalmaya devam edeceğiz?" şeklindeki sorusuna Hz Ebu Bekir: "Sizin yöneticileriniz şeriat üzerinde dosdoğru oldukları sürece" diye cevap vermiştir (Buhâri, Menâkibu'l Ensâr, 26) Ebûbekir es-Sıddık (ra)'ın bu sözleri söylemesinin sebebi şudur: Yöneticiler dosdoğru oldukları sürece insanlar da dosdoğru olurlar Hz Ali (ra)'ın halifeliğinin son dönemlerinde bid'atler zuhur etmeye başlamıştır ki, bu da Haricilik ve Rafızilik bid'atidir Bu bid'atler ise imâmet, hilâfet ve buna bağlı diğer İslâmî hükümlerle ilgilidir

Şunu söyleyebiliriz: İlim ehlinin doğru kabul edilen görüşlerine göre bid'at ehli gruplarını sayı olarak tam olarak tesbit etmek imkânsızdır Ancak bunların en ünlüleri şöyledir:

1 Hâricîler: Bunlar, İmam Ali (ra)'a karşı çıkan ve ayaklananlardır Bunların ayaklanmaları Irak'ta başlamıştır Bid'atleri ise, müslüman olup büyük günah işleyenlerin kâfir olduğunu söylemek ve ashabı kiramı tân etmek şeklinde ortaya çıktılar Daha sonra pek çok bid'atleri ilave ettiler ve yirmiden fazla fırkaya bölündüler (Ayrıca bk Hariciler, Hariciye mezhebi)

2 Râfîzîler: Bunların bid'atleri ise Hz Peygamber (sas)'ın Hz Ali'nin hilafetini nâss ile tayin ettiğini, Hz Ebu Bekir (ra)'ın ve Hz Ömer'in Allah'ın Rasulünün emrine muhalefet ettiklerini ileri sürmeleridir Daha sonraları bunlardan Hz Ebu Bekir, Hz Ömer, Hz Osman'ı ve başka ashabı yoluyla rivâyet edilmiş hadisleri de reddederler, Kurân-ı Kerim'in manâlarına aykırı görüşler serdederler, yalan söylemeyi helâl kabul ederler

3 Kaderiye: Bunlar da Allah'ın kadım ilmini kabul etmezler Bunlar, Kaderiyye'nin gulâtı (aşırı) olanlarıdır Avâmı ise Allah'ın kadim ilmini kabul etmekle birlikte, kulların fiilleri Allah tarafından yaratılmış değildir derler Ashâb döneminin sonlarında İbn Abbas ile Câbir b Abdullah'ın hayatta olduğu sırada Basra'da ortaya çıkmışlardır

4 Cehmiyye: Cehm b Safvân'a uyan kimselerdir Bunlar yüce Allah'ın sıfatlarını te'villere saparak nefyederler Şanı yüce Allah'ın arsının üzerine yükseldiğini kabul etmezler Onun konuşmasını, her gece dünya semasına nüzulünü vb diğer sıfatlarını ederler Bu görüşler kısmen veya tamamen Kuran ve Sünnetin neye delalet ettiğini bilmemekten dolayı, sünnet ehline mensup bazı kimselere de geçmiş bulunmaktadır Cehmiyye II asrın başlarında Horasan'da ortaya çıkmıştır, imamların pek çoğu onların küfrüne hükmetmiştir

5 Mutezile: Bunlar da Allah'ın sıfatını kabul etmezler, büyük günah işleyenleri ebediyyen cehennemde kabul ederler Hz Peygamber (sas)'ın şefâatini inkâr eder, Allah'ın mahlûkatı üzerinde yükselmesini kabul etmezler Bunlar da Hasan-ı Basrî'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır

6 Mutasavvıflar: Bid'at olarak ortaya çıkmış ve ibadet şekline girmiş çeşitli davranışları dinden ve dinin bir emri olarak kabul eden ve şeyhler hakkında aşırılığa giden kimselerdir Bazıları yüce Allah'ın şeyhe hûlul ettiğini söyleyecek kadar sapıklığa varırlar Onların pek çoğu da vahdet-i vücûda, hulul ve ittihada, yani hâlikin mahluk ile birleşmesine inanırlar Bu icmâ ile küfürdür Onlar ayrıca, nassların te'vilinde Batınilerin yollarını izler Kanaatlerine göre bu gibi şeyler ise arifbillahın bilebileceği şeylerdir Bu taife yalan ve iftira olarak ehli sünnete nisbet edilen taifelerin en kötü olanlarıdır Hasan-ı Basri'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır

7 Mezhebî taassub bid'ati: Bu, zaman itibariyle yukarıdakilerden daha sonra ortaya çıkmıştır Böyle bir bid'at dört imamın vefatından bir süre sonra görülmeye başlandı Bu gibi bid'atçiler dilleriyle imamların masum olduğunu kabul etmemekle birlikte vakıada böyle bir masumiyeti kabul ederler Meselâ, bu bid'ate sahip bir kimse: İmam herhangi bir hadisi bilmeyebilir veya imamların hata edebileceği doğrudur ancak bizim imamımızın hata ettiği sabit olmamıştır derler Hatta müteahhirlerden birisi şöyle der: Bizim mezhebimize aykırı olan her bir hadis ya te'vil yahut mensuhtur Ancak ilim ehli bilirler ki bu bir bid'at ve bir dalalettir

Müslüman olan her kişinin görevi, Kur'ân ve sahîh Nebevî sünnete tâbi olmak, Peygamber (sas)'in ve ashabının izlediği yolu izlemektir Asıl Fırka-i Naciye onların izlediği ve onların izinden gidenlerin gittiği yoldur

Muhammed EYMEN

EHL-İ DALÂLET

Doğru yoldan, sırat-ı müstakîmden, Hz Peygamber'in sünnet yolundan ayrılmış, bütün İslâm dışı din ve düşünce akımları

Doğru yoldan çıkıp kaybolmak anlamıyla kullanılan dâlle (yalın hali dalâle, dalâl), Kur'ân'da çeşitli kullanımlarla geçmektedir

Dalâlet veya dalâl; doğru yoldan sapma, sapıklık, sapkınlık demektir Dalâl; doğru yoldan bilerek veya bilmeyerek sapmak anlamına da gelir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 135) Gaflet, hayret, gaybûbet, helâk mânâlarına da kullanılır Dâllîn, sapıklar demektir ve Kur'ân buyruklarınâ göre onlar dost edinilmeyecek, Allah'ın gazâbına uğramış azıp-sapmış kişilerdir, dinlerini bölük bölük yapanlardır (el-Fâtiha, 1/5-7; el-Enbiyâ, 9/159) Allâh, cemaatten ayrılmamayı emretmiş, dinde çekişenleri reddetmiştir Hz Peygamber (sas) dinde her yeni şeyin bid'at, her bid'atin de dalâlet olduğunu söylemiştir (İbn Mâce, Mukaddime, 46) Kur'ân'da hak ehli müminlere dalâlet ehli olan kâfirlerin nasıl karşı durdukları birçok âyetlerde anlatılır Hz Peygamber zamanında insanlar mümin, kâfir (müşrik) ve münâfık diye üç ayrı gruptu Müminler ehl-i İslâm, kâfirler ve münâfıklar ehl-i dalâlet olarak tanımlanmıştır Bunlar için Rasûlullah, "Ben onlardan uzağım, onlar da benden " buyurmuştur Bunlar ayrıca "siyah yüz sahipleri" diye tanımlanır (Âlu İmrân, 3/106) Onlar, müteşâbih âyetlere uyarlar (Âlu İmrân, 3/7) Ehl-i Sünnet âlimleri onları ehl-i kitab (Yahudi ve Hristiyanlar), ehl-i İslâm'dan sapan sapık bid'at firkaları (Bâtınîlik, Dürzîlik, Hulûliye, Cehmiye, Cebriye, Kaderiye, Neccâriye, Müşebbihe, Hàriciye, Keşfiyye, Habıtiyye, Bahâiye vb ) şeklinde târif etmişlerdir

İslâm'da ehl-i dalâlet'in öncüleri; İslam şeriatının ahkâm ve akîdesini zedeleyen sapık yollar ve bid'atlere dalan Cehmiye, Mu'tezile ve filozoflardır Çağdaş dünyada dalâlet ehlinin tarifini belirlemek için Kur'an-ı Kerîm'deki dalâl ifadelerinin anlaşılması gerekmektedir

İman; doğru yola girmek,İslâm'a teslim olmak demektir Küfr ise imanın, ihtidânın karşıtıdır; doğru yoldan çıkıp kaybolmaktır Kur'an-ı Kerîm küfrü bu dalâl anlamında çeşitli kullanımlarla bize göstermektedir: "Doğrusu babamız apaçık bir dalâl içindedir" (Yusuf, 12/8) âyetinde Hz Yâkub'un oğullarının, kardeşleri Yusuf'u kıskanmalarına ilişkin olarak; "Erkek onun aklını basından almış, doğrusu biz kendisini apaçık dalâl içerisinde görüyoruz dediler" (Yusuf, 12/30) âyetinde Mısır hükümdarına karşı şehirli kadınların sözü olarak; doğru yoldan ayrılmak manasını ahlâkı bağlamda kullanarak ele alınmaktadır

Dalâl'ın dinî kullanım alanı ise Kur'an'ın bütün âyetlerinde sık sık vurgulanmaktadır: "her kim yoldan şaşarsa (dâlla) kendi zararına şaşar" (el-İsrâ, 17/15); "Doğrusu O'nun yolundan kimin şaştığını (yadillu) ve kimlerin doğru yolda olduğunu en iyi Rabbin bilir" (el-En'âm, 6/117); "Onlar, huda (irşad)dan mahrumiyet pahasına dalâleti (sapıklığı) ve aftan mahrumiyet pahasına da cezayı satın alanlardır" (el-Bakara, 2/175); "Hayır! Ahirette iman etmeyenler azab ve derin bir dalâl içerisindedirler" (Sebe, 34/8); "Onlar bundan evvel bâriz dalâl içindeydiler" (Âlu İmrân, 3/164); "Onların sürüden farkı yoktur; onlar yollarını daha da çok şaşırmış durumdadırlar" (Furkan, 25/44); "Doğrusu iman etmeyip Allah'ın yoluna engel olanların sapması (dâllu) büyük bir sapmadır" (en-Nisâ, 4/167); "İşte Rablerine iman etmeyenlerin misâli: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgârda kalan küllere benzer; elde ettiklerini elde tutamazlar Dalâl'in büyüğü işte budur" (İbrahim, 14/18)

Kâfirler de mü'minleri dalâlde olmakla suçlarlar!: "Ne zaman kendilerine bir uyarıcı gelse, kâfirler ona yalancı demekte ve şunu söylemektedirler: Allah birşeyi indirmemiştir, siz büyük dalâl içindesiniz" (el-Mülk, 67/9) Hz Peygamber ise şöyle cevap verir: "O merhametlidir Biz O'na inanır ve O'na bağlanırız ümitle Siz kimin gerçekten dalâl içerisinde olduğunu az zaman sonra öğreneceksiniz" (Muhammed, 47/29) Her ümmete hak yolu göstermek üzere peygamberler gönderilmiş ve genelde o ümmetlerin ileri gelenleri peygamberlere şöyle demişlerdir: "Doğrusu biz seni apaçık bir dalâl içerisinde görüyoruz" Meselâ Hz Nuh şöyle cevap vermiştir: "Ey milletim, bende dalâlet yok; ancak her bir yaratığın Rabbi olanın elçisiyim" (el-Ârâf, 7/59-61)

Kur'an'da küfrün en karakteristik görünümlerinden biri olarak şirkin, putperestliğin bir dalâl hali olarak zikredildiğini görürüz: "Müşrik, Allah'tan başka kendisine ne zarar verebilecek ne de faydası dokunabilecek olanı anar Bu gerçekten dalâlin derin olanıdır" (el Hacc, 22/12); "İbrahim, babası Azer'e 'Putlara ilahlık mı yakıştırıyorsun? Doğrusu ben seni de senin milletini de açık bir dalâl içersinde görüyorum dedi" (el-Enâm, 6/74)

Küfür, her türlü şekliyle gerçekten dalâldir İşte vahyi yalanlayanlar için inen buyruklar: "O halde seyredin siz saşkınlar (dâllun), kıyâmet gününe yalandır diyenler; cehennemin zakkum ağacından yiyeceksiniz siz" (Vâkıa, 56/52)

Ve onların sonları, acıklı âkıbetleri için şöyle buyurulur: "Her kavimden elçiler yolladık; Allah'a kulluk edin, putlardan uzak durun diye Kimini Allah yola koydu ama onlardan bazıları dalâlete eğilimliydiler Gez, gör, yeryüzünü, bak iftiracıların sonu ne olmuş" (en-Nahl, 16/36)

Kalpleri katılaşanlar hakkında: "Yazıklar olsun kalbi Allah'ın zikredilişine karşı katı olanlara Bunlar açıkça dalâl içerisindedirler" (Zümer, 39/22)

Kötülük haksızlık yapanlar ile zâlimler de dalâlet ehlidir: "Vay haline o masum gündeki toplantıda iman etmeyenlere; kötü işleri isleyenler, bu gün apaçık dalâl içerisindedirler" (Meryem, 19/37-39; Ayr bk Lokman, 31/11)

Şüpheciler, Allah'tan ümit kesenler de aynı yoldadır: "İman edenler son vakitten yana korku içerisinde, onun hakikat olduğunun iyice farkındadırlar Evet, hakikaten o saatten yana kuşkuları bulunanlar derin bir dalâl içindedirler" (Es-Şûra, 42/18); "Rabbinin rahmetinden, yoldan ayrılanlardan (dâllune) başka kim ümit keser ki " (el-Hicr, 15/56)

Dâlla kelimesinin eşanlamlı kullanışları da aynı maksatla doğru yoldan sapanlar için zikredilmektedir: Gâviye, gevâ, gâvi gibi "Cennet müttakîlerin, cehennem ise gâvilerin yanına getirilecektir Orada birbirleriyle çekisip dururken cehennem ateşindeki kafirler, 'Allah'a yemin olsun, muhakkak sizi bütün varlıkların Rabbi ile eşit ilâhlar kılmakla apaçık dalâlde bulunmuşuz Gerçek su ki, bizi yoldan çıkaran günahkârlar oldu' diyecekler" (eş-şuarâ, 26/96-99)

İrşâd olunmak anlamındaki ihtidânın aksi itâatsizlik için: "Adam, ebediyet ağacının meyvesinden yiyerek Rabbine itâatsizlik etti ve yoldan uzaklaştı Ne var ki sonra Rabbi onu seçti, yeniden ona doğru döndü ve onu tekrar yolun doğrusu üzerine koydu" (Tâhâ, 20/121-122) âyetleri örnektir

Zâğâ fiili de yan dönmek, doğru yoldan sapmak anlamındadır: "Sana bazı âyetleri tek anlamlı, bazı âyetleri ise çok anlama gelebilecek o kitabı indirmiş olan O 'dur Kalplerinde zeyğ (sapma eğilimi) olanlar bu şüpheli kısma eğilirler; amaçları ihtilâf çıkarmaktır İlmen ehil olanlar ise şöyle der: 'Biz ona iman ediyoruz; hepsi Rabbimizdendir Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi döndürme" (Âlu İmrân, 3/7-8)

Emihe yahut Emehe fiili, gözleri kapalı ve kafası hangi yola gireceği konusunda tamamıyle karışmış olarak sonu belirsiz yollara düşme diye anlamlandırabileceğimiz, bu dünyada bir o yana bir bu yana giden, doğru istikamete de asla ulaşamayan kâfirlerin halini ifade için kullanılmıştır: "Doğrusu âhirete iman etmeyenlere gelince; biz onlara yaptıkları işleri güzel göstermekteyiz ki, yolların karıştırsınlar" (en-Neml, 27/4)

Kayıtsızlık, dikkatsizlik anlamındaki gaflet de dalâle yakındır: Dalâl'ın dini kullanımdaki anlamının irşâd çizgisinden kopmak olmasına karşılık gafletin manası ona karşı tamamıyle kayıtsız kalmaktır: "Onlar sığır sürüsü gibidirler Hayır, daha da şaşkındırlar Bunlar, aldırışsızlardır" (el-A'raf, 7/179) Kur'an'a muhâtap olmayanları gâfiller olarak niteleyebiliriz: "Biz sana bu Kur'an'ı vahyetmeden önce sen de gâfillerdendin " (Yûsuf, 12/3); "Ey Muhammed bunu sana babalarının uyanmamış olması yüzünden kendileri de gaflete düşmüş olanları uyarmak için Kadir ve Rahîm olan vahyetmektedir" (Yâsin, 36/5-6)

Şu âyette de aldırmazlık, küfr zulüm ve şirk ile yakın alakalıdır: "Hak olan vaad (cehennem azâbı) yaklaştığı zaman, gör kâfîrlerin gözleri nasıl yuvalarından fırlayacak gibi bakar Vay başımıza gelenlere derler; biz, bundan yana vurdumduymaz, gaflet içinde idik; biz zâlimlerdik Doğrusu siz ve Allah'tan başka taptığınız ne varsa hepsi cehennem için yakacaktır şimdi gireceksiniz oraya" (el-Enbiyâ, 21/98)

"Allah, kâfirlere rehberlik etmez O onların kalplerine, kulaklarına, gözlerine mühür vurmuştur Onlar aldırmazlar" (en-Nahl, 16/107-108) "Ey Muhammed onlara o üzücü günün haberini ilet ki, onlar gaflet içinde ve inanmaz iken son karar verilecektir" (Meryem, 19/39)

Hevâ ehli olarak dalâlet: "Ben sizin ahvânıza uyacak değilim Zira o takdirde yolumu şaşırırım ve doğru yolu bulanlardan olmam de" (el-En'âm, 6/56); "Allah'tan bir irşâd olmaksızın kendi hevâsına uyandan daha şaşkın kim olabilir? Doğrusu Allah zâlimleri, doğru yola iletmez" (el-Kasas, 28/50); "Geçmişte yolunu kaybetmiş ve birçok insanı da yoldan çıkarmış, şimdi de düz yoldan kopmuş olanların ehvâma tâbi olma" (el-Maide, 5/77)

İnançsızlara ehl-i ehvâ denilmiştir İmam Eş'arî şöyle der: "Hakîkaten ayrılmış olan Mu'tezilileri ve Kaderîleri kendi ehvâları, önderlerine ve atalarına körü körüne itâate, Kur'an'ı da oldukça rastgele bir biçimde anlamaya itmiştir"

Bütün bu misâllerden ve Kur'an'daki genel anlatım düzeninden dalâlet ehlinin: Küfür hevâ, isyan, nankörlük, iftirâ, yalancılık, büyüklenmek, inançsızlık, Allah'ın elçisine tâbi olmamak, Kur'an'a inanmamak, sünneti terketmek, kalplerini katılaştırmak, şirk koşmak, âhirete inanmamak, hakka karşı aldırışsızlık, müteşâbihlere uymak, inançta şüpheli davranmak, bilgisizce âyetler hakkında tartışmak, haklara tecâvüz etmek, vahiyle alay etmek, haddi asmak, fâsıklık, fâcirlik, zâlimlik, müsriflik, Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek gibi özellikleri olduğu anlaşılmaktadır Dalâlet ehli, yani "Kâsitûn'a gelince onlar cehennemin yakıtıdırlar" (el-Cin, 72/14-15) (Ayrıca bk Ehl-i Bid'at, Ehl-i Sünnet)

Ahmed AĞIRAKÇA

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (E)

Eski 11-04-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (E)



Ehl-i Tertib

Tertibe uyan kimseler, tertip ehli düzen ehli

Tertibin sözlük anlamı; tanzim etmek, dizmek, sıralamak ve düzene koymak, tedârik edip hazır hale getirmek, bir şeyi bir yere sâbit ve dâîmî kılmak, mertebelere göre davranmak, hile ve aldatmak

Hedeflenen bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tanzim edilmesi, bir neticeye varmak için sırasına riâyet edilmesi gereken sebepler de, tertibin tanımına girmektedir

Ehl-i tertib, yukarda anılan fiilleri yapan kimselere, yani tertibe riâyet edenlere verilen isimdir Ancak asıl mevzu, bu terimin ıstılâhî yönüdür

Istılah olarak "ehl-i tertîb", farz olan beş vakit namazı, ara vermeden vaktinde ve muntazam olarak kıtanlar hakkında kullanılan bir tâbirdir Bu duruma göre, üzerinde beş vakitten az veya en çok beş vakit kaza namazı olan kimse "ehl-i tertîb" sayılır Üzerindeki kaza namazı altı vakti bulan kimse "ehl-i tertîb" olmaktan çıkar

Hanefi mezhebine göre, "ehl-i tertîb" sayılan bir kimsenin, kazaya kalmış namazları arasında ve kazâ namazıyla vakit namazları arasında tertîbe riâyet etmesi gerekir Kaza namazını kılmadan vakit namazını kılması câiz değildir Aynı şekilde öğlenin kazaya kalmış namazını, sabahın kazaya kalmış namazından önce kılması da doğru olmaz

Üzerinde altı vakitten az kazâ namazı bulunan kimse, vaktin farzını edâ ederken bunu hatırlarsa, kılmış olduğu vakit namazı geçici olarak bozulmuş olur İkinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci vakit namazlarını da bu şekilde, kaza namazlarını hatırladığı halde kılar ve hiç birini iâde etmezse, beşinci vakti kılmakla bütün namazları sahih olur Çünkü namazdaki bozulma mevkûfen -geçici- duruyordu Beşinci vakte kadar böyle mevkûf olarak bulundurulur ve beşinci vaktin farzı kılınırsa hepsi de sahih olmuş olur Beşinci vakti kılmadan kaza namazını kılacak olsa, bundan önce kılmış olduğu dört vakit namazı nâfileye dönüşür, böylece tümünü kazâ etmesi gerekir

Tertib, şu üç husustan dolayı bozulur:

1- Kazaya kalan namazlar beş vakti aşarsa,

2- Vakit, ancak hazır namazı kılacak kadar daralırsa,

3- Vakit namazı edâ edilirken kazâ namazı unutulursa

Üzerindeki kaza namazları sayısını beş veya beşten daha aşağı bir sayıya indiren kimse, bir görüşe göre tekrar "ehl-i tertîb"den sayılır (Merginânî, el-Hidâye, 1 cüz, bâbü kadâi'l-fevâit; Ö Nasuhi Bilmen, Büyüt İslâm İlmihali, Celal Yıldırım, Büyük İlmihal, kaza namazlarında tertib)

Halid ERBOĞA

EHLİYET

İnsanın leh ve aleyhindeki haklara sahip olabilmesi, teklife muhâtap olma hâli

Lügatta ehliyet; lâyık ve yeterli olmak demektir Ayrıca; iktidar, liyâkat, istihkak, mahâret ve mensubiyet mânâlarına da kullanılır Arapça "ehl" kelimesinden türemiş bir isim olan ehliyet, usûl-u fıkıhta akid ve tasarruflarda hüküm bahsinde bir ıstılah olarak kullanılır

Sıhhat ve bâtıl olma durumlarındaki bütün fiil ve tasarruflarda mükelleflerin ehliyeti önem kazanır Istılahta ehliyet; "insanın kendisine hüküm taalluk edecek bir durumda olması" seklinde târif edilmektedir (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1986, I, 178) Ehliyet, şahısların akıl ve beden bakımından tedricî gelişmelerine bağlı bir vasıftır Bu gelişme ile şahıs önce lehinde sonra aleyhinde hakların sübûtuna, sonra bazı muâmele ve tasarruflarının sıhhatine ve sonra da hukukun gereklerini ihlâlden sorumluluk, taahhüt ve bağlantıları sebebiyle borçlanma hususlarına tedricen ehil hâle gelir

Hukuk ıstılahında ehliyet ikiye ayrılır: Vücûb ehliyeti, edâ ehliyeti

Vücûb ehliyeti: İnsanın leh ve aleyhine olan meşrû' hakların şahıs hakkında sübûtu, hak ve vecibelere yetkisidir Başka bir deyimle şahsın borçlandırma ve borçlanma yetkisidir (Abdülkerim Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, Çev: Ali şafak, İstanbul 1976, 455; H Karaman, age" s179) Vücûb ehliyeti zimmetle yüklenme ve mükellef olma durumu ile olur Zimmet, insanın leh ve aleyhinde birtakım hak ve vazifelerinin vücûbunu gerektiren şer'î vasfıdır (H Karaman, Fıkıh Usulü, İstanbul 1964, 168) Zimmet, ahd ve taahhüddür İslâm ülkesinde oturan gayr-i müslimlere "ehlü'z-zimme", "ehlü'l-ahd " denilir Ahdi bozmak kınamayı gerektirdiği için bunlara zimmet denmiştir Vücub ehliyetinin dayanağı insanlık sıfatıdır, haklardan yararlanmak sağ olan herkes için sabittir; yaş, akıl ve rüşd ile alakalı olmayıp, her insan için bir haktır İtibân bir durum olan zimmet, buna sahip olan kişinin mal varlığıyla bağlı kalmaksızın sınırsız bir genişliğe sahiptir Bu sebeple kişinin gücüne, servetine, tasarrufunun sıhhatine bakılmaksızın bütün borçlanmaları sahih kabul edilmiştir

Edâ ehliyeti: Hukuk bakımından mûteber olması akla bağlı olan işleri şahsın bizzat yapma salâhiyet ve ehliyetidir (H Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, 180) Bu, temyiz çağında eksik olarak baslar, büluğ ve rüşd ile tamamlanır Şahıs reşid olduktan sonra her hak ve borcun sahibi, taşıyıcısı ve âmili olma ehliyetini kazanır Yani edâ ehliyetinin esâsi temyiz ve akıldır Temyiz, akidler meydana getiren sözlerin manalarını, hüküm ve sonuçlarını, çok veya az aldatma ve aldatılmayı bilmektir Kişi yedi yaşında akıl ve temyiz kudreti kazanır

Vücûb, haklardan yararlanma ehliyeti; edâ, hakları kullanma ehliyeti olarak insanın doğumundan ölümüne kadar tâm yahut eksik olur

Ehliyetlere göre insanların hukukî neticeler doğuran fiilleri iki kısma ayrılır: Fâilde aklın varlığına bakılmaksızın neticenin sırf maddî fiile bağlı bulunduğu hukukî fiiller ile hukukî neticelerinin husulü fiilinin akıl ve anlayış sahibi olmasına bağlı olan fiiller Bütün akitler, kavlı ve fiilî medenî tasarruflar bu kabildendir Namaz, oruç, hacc gibi ibadetler de bu ikinci türe girer Edâ ehliyetine giren fiiller de ikiye ayrılır: Tam edâ ehliyetini gerektiren hibe, vakıf vb fiiller ve eksik edâ ehliyetinin mûteber olmalarına yeterli geldiği fiiller Bazı akit ve tasarruflar ve bazı ibadetler böyledir

Dolayısıyla insanın ehliyeti ana rahmine düşmesiyle başlar, temyiz, büluğ, rüşd devrelerince değişir, tamamlanır Ehliyetin değişme ve gelişmelerinin beş ana merhalesi tesbit edilmiş ve sözkonusu ehliyetler de bunlara bağlanmıştır Bu devreler cenin, çocukluk, temyiz, büluğ, rüşd cağlarıdır

Cenin Devresi: Ana rahmine düşmesinden doğuma kadar çocuğa cenin denir ve onun vücûb ehliyeti noksan sayılır Bunun bu devrede edâ ehliyeti yoktur İctihadlarla cenin için dört hakkın sübûtunda görüş birliği vardır: Neseb, miras, vasiyyet, vakıf Sağ olarak dünyaya geldiği takdirde bunlara fiilen sahip olur Ahmed b Hanbel'e göre cenin mirasçısı olduğu kimsenin vefâtı anından itibaren miras hakkına sahip olur

Çocukluk Devresi: Doğumdan temyize kadar olan çağdır Temyiz, şahısta basit de olsa bir şuur ve anlayışın başlamasıdır ve bu dereceye gelmemiş çocuğa gayr-i mümeyyiz denir Bu devrede edâ ehliyeti bulunmaz, vücûb ehliyeti de iki yönüyle yani lehinde ve aleyhinde olarak sâbit olur Ancak onun bedenî cezâ ehliyeti bulunmaz Çocuk, cinâî fiillerde aleyhine tazminatı yüklense de, alışveriş, teslim, vb medenî fiillerinde mûteber addedilmemiştir: "Hacr, fiiller için değil, kaviller içindir' şeklinde formüle edilmiştir

Temyiz Devresi: Temyizden büluğa kadar olan devredir Mümeyyiz, iyi ile kötüyü ayırdedebilen kişidir Fukâha, yedi yaşını başlangıç olarak kabul etmiştir Mümeyyizin dinî edâ ehliyeti başlar, medenî edâ ehliyeti eksiktir; tamamen zararına olan tasarrufları sahih değildir, menfaatine olan tasarrufları sahihtir; iki duruma da ihtimali olan tasarruflarda kanunî mümessilinin izin ve muvâfakati geçerlidir Muvâfakata kadar tasarruf sahihtir fakat mevkuf sayılır; izin verilmemiş olanlar hacr altındadır, bunlara mahcur denir; izin verilmiş olanlara me'zun denir

Büluğ Devresi: Ergenlik ile birlikte çocuk, bütün mükellefiyetleri yüklenir Ergenliğin asgari haddi kızlarda dokuz, erkeklerde oniki yaştır Bu biyolojik gelişmenin objektif ve açık belirtisinin âzamı sınırı da, Ebû Hanife'ye göre kızlarda onyedi, erkeklerde onsekiz yaştır (H Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, 186) Tercih edilen görüş diğer müctehidlerinkidir; bu, her iki cinste de onbeş yaştır Büluğun asgarî ve âzamı hadleri arasındaki kişiye mürâhik denir Fiilen büluğ; kızın ay hali, hamilelik; erkeğin ise ihtilâmıdır Bâliğ, iman, ibadet, sosyal ve hukukî bütün vecîbeleri yüklenir

Rüşd Devresi: Reşid, malını koruma konusunda boş yere tüketmek, saçıp savurmaktan uzak olan kimsedir Zıddı sefihtir Kişi şer'î ve cezaî mükellefiyete ehil olâbilir fakat malı tasarrufları bakımdan reşid olmayâbilir Rüşd, büluğ demek değildir; ondan önce ve sonra da olabileceği gibi büluğlâ da olabilir Kişi sadece büluğa erince değil, reşid olunca edâ ehliyetini bütünüyle kazanmış olur, üzerinden vesâyet kalkar, veliye ihtiyacı kalmaz, malında tasarruf hakkı doğar, mallarını teslim alır (bk en-Nisa, 4/5) Rüşd yasının tesbiti ulu'l-emre bırakmıştır Ebû Hanife'ye göre, büluğa eren şahıs sefîh ve müsrif de olsa tasarruf hürriyetine kavuşur ancak malı tedbir açısından reşid oluncaya kadar veya yirmibeş yaşına kadar alıkonur Diğer fukahâ ise, reşid olmadan büluğa eren şahsın mahcuriyeti devam eder ve rüşdü beklenir demiştir

Ehliyetin Arızaları: Ehliyetleri tamamen ortadan kaldırarak veya değiştirerek tesir eden arızalar, ehliyete müessir haller bulunmaktadır Arızalar, semâvî ve müktesebe şeklinde ikiye ayrılır

Semâvî Arızalar: Şahsın irâdesi dışında olanlardır Akıl hastalığı (cünun), bunama (ateh), bayılma (iğma), uyku (nevm), ölümle sonuçlanan hastalık (Maradu'l-Mevt), kölelik (rıkk), küçüklük (sığar), unutma (nisyan), ölüm (mevt), ay hali (hayız), lohusalık (nifas)

Mükteseb Arızalar: İrâdîdir, ihtiyârîdir Sarhoşluk (sekr), sefâhet (sefeh), yolculuk (sefer), bilmemek (cehl), yanılmak (hatâ) gayr-i ciddîdavranmak (hezl)

Ancak bunlardan küçüklük, unutma, ölüm, ay hali, lohusalık, cehl, yanılma ve hezl mutlak anlamda bir eksiklik değildir Semâvî ve müktesebe arızalar vücûb ehliyetini kaldırmamakta, edâ ehliyeti açısından birtakım özel durumları ortaya çıkarmaktadır Bazısı edâ ehliyetini tamamen kaldırır; akıl hastalığı gibi Bazısı daraltır; ölüm hastalığı gibi Edâ ehliyetini ortadan kaldıran arıza, şahsı çocukluk çağına döndürmüş olur, daraltan arıza da temyiz çağına indirmiş sayılır

Delilik: Deliden bütün ibadetler düşer Arıza yirmidört saati geçerse namaz, bir ayı geçerse oruç, bir yılı geçerse hacc düşer Gelip geçici deliliklerde tasarruflar mûteberdir Delilik, hacr sebeplerinden biridir

Bunama: İdrak ve temyiz kudreti kalmamış bunak, deli gibidir; vücûb ehliyeti vardır, edâ ehliyeti bulunmaz İdrak ve temyiz kudreti olsa da akıllılarınki gibi tam olmayan bunak, mümeyyiz çocuk gibidir; edâ ehliyeti eksik sayılır, ibadetlerini yerine getirip getirmemesi bir şey değiştirmez, kul haklarıyla sorumludur Borçlandığı takdirde velisi borçlarını ödemekle yükümlüdür

Sarhoşluk: Bazı âlimler sarhoştan edâ ehliyetinin düştüğünü, bir kısmı da sarhoşun tasarruflarını mûteber kabul ederler Ancak mübah sarhoşlukla tedâvi için ilaç almak gibi durumlarda hüküm baygınların durumu gibidir; bunların beyânı sahih değildir, kanunî hüküm işlemez, tasarruflar meydana gelmez İhtilâf, haram olan sarhoşluktadır Zâhirîler, Câferîler, Tahâvî, Kerhî, Ebû Yûsuf, Züfer, İbnu'l-Kayyım, Leys ve bir görüşünde Ahmed b Hanbel haram yolla sarhoş olan kişinin hiçbir sözünü mûteber saymazlar (Abdülkerim Zeydan, age, 483) Genelde Hanefi mezhebi, Mâlikîler, Şâfiîler ise sarhoşun sözlerini ve hukukî neticelerin kabul eder, sözlü tasarruflarını mûteber sayar

Uyku: Geçici, ve doğal bir arızadır Edâ ehliyetini kaldırır, ibadetleri düşürmez fakat edâ vaktini geciktirir Uyanınca kaza vacibdir, uyuyanın sözleri mûteber değildir

Bayılma: Doğal olmayan bir arıza dır, sahibinin sözleri geçersizdir, uzarsa namaz düşer, oruç ve zekatı düşürmez

Sefeh: Hafiflik denen sefâhet, bir çeşit irade zayıflığıdır; insanı akıl ve dinin gerektirdiğinden başka türlü davranmaya sevkeder Malını yerli yersiz tüketen, harcamalarında haddi asan ve servetini israf eden kişiye sefih denir Vücûb ve edâ ehliyeti olmasına rağmen sefih olarak ergenlik çağına gelen kişiye reşid oluncaya kadar mallarının verilmeyeceğinde ittifak vardır (Bk en-Nisâ, 4/5-6); Ebû Hanife ergenlikten sonra sefih olanın tasarruflarını geçerli kabul eder Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed ise onun hacr altına alınmasını savunurlar

Unutkanlık: Böyle kişilerin vücub ve edâ ehliyetleri sahihtir Kul haklarında özür olamaz; Allah haklarında ise unutma özürdür Zira Hz Peygamber: "Ümmetimden unutma ve yanılmanın hükmü kaldırılmıştır" buyurmaktadır (Suyûtî, Câmiu's-Sağır, Harfü'r-Râ) Diğer bir görüşe göre, unutanın işlediği fiile hüküm terettüb eder, ancak iki şartı vardır: Unutana üzerinde bulunduğu işi hatırlatacak bir durumun olması ve unutarak işlediği fiile onu sevkeden bir şeyin bulunmaması Namazda unutarak konuşmak namazı bozar Bu iki şarttan biri olmazsa unutma halinde işlenen fiilin hükmü olmaz (Unutarak oruç sırasında yemek gibi)

Küçüklük: Küçüğün bütün işlerini velisi idare eder

Hayz ve Nifâs: Bu iki durum vücûb ve edâ ehliyetini düşürmez Hayızlı veya Nifaslı kadınlar oruç ve namaza temizlendikten sonra devam ederler Ancak bu dönemde Ramazan orucu geçirilmişse temizlendikten sonra kaza orucu tutarlar

Hastalık: Ehliyeti yok etmez, bütün akitleri mûteberdir İbadetler imkâna göre olur Eğer hastalık ölümle sonuçlanırsa hasta başlangıçtan ölüme kadar mahcur sayılır Varise vasiyet mûteber değildir

Ölüm: Sorumluluk gerektiren bütün hükümler düşer Fıtır sadakası, nafaka borcu gibi vazifeleri eğer vasiyyet etmemişse düşer, etmişse malının üçte birini geçmemek üzere harcanır Zimmetinde olan borçlar, bir mal veya kefil bırakmamışsa düşer Aynı hakları, vedialar, emânetler, gasbettiği mallar vs sahiplerine verilir Ölünün kendi ihtiyacından dolayı meşrû kılınan hakları düşmez, çünkü meyyit de bir mahluktur ama acz içindedir, bu yüzden techiz, tekfin ve defni için gerekli masraflar borcundan öne alınarak ifâ edilir Daha sonra sırasıyla, önce borçları ödenir, vasiyetleri yerine getirilir, kalan malları varislere taksim edilir Ölünün kısas hakkı varsa, bu veliye kalmıştır; dilerse affeder, dilerse kısasın uygulanmasını ister, dilerse kan diyeti alır

Cehl: Kişinin bilmesi gereken şeyi bilmemesi demektir Bilmemek basit bir cehalet, bilmediği halde bildiğini iddia etmek ise mürekkeb cehâlettir Allah'ı, birliğini, kemâl sıfatlarını bilmemek mazeret sayılmaz İkincisi, mâzeret sayılmayan ama birinci derecede olmayan cehldir (Mutezile ve bir kısım filozofların ilâhı sıfatları inkârları gibi) Bir müctehid, meşhur sünnete veya icmaa aykırı bulunan ictihadında mâzur sayılmaz üçüncüsü ceza ve keffâretlerin düşmesi hususunda şüphe ve mâzeret sayılan cehldir (hatalı ictihadlar gibi) Dördüncüsü, doğrudan doğruya mazeret sayılan cehldir ki, vekil ile müvekkil arasındaki cehl gibi

Hezl: Ciddiyetin zıddı olup, kendisiyle hakikî veya mecazî bir mana kastedilmeyen söz ve fiilleri ifade eder (H Karaman, Fıkıh Usulu, 177) Vücûb veya edâ ehliyetine engel değildir Akâid ve iman konularında hezl hükümsüzdür, yani mazeret olamaz, hattâ küfrü gerektirir (bk et-Tevbe, 9/65) Mâlı olmayan tasarruflarda, talâk, azad, kısası af, yemin, nezir vb hususlarda fesha kabiliyeti olmayan kısımda netice ve hükmün meydana geleceği ve hezlin bunlara tesir etmeyeceği ittifakla kabul edilmiştir

Sefer: Kişinin yaya olarak onsekiz saat sürecek bir mesafeyi katetmek niyetiyle bulunduğu yerden ayrılması seferdir Seferinin vücûb ve edâ ehliyeti tamdır, ancak bazı kolaylık ve ruhsatları vardır; Orucun kazâ edilmek üzere açılması, namazların kasrı ve İmâm-ı Şâfii'ye göre kasr ve cem'i

Hatâ: Birşeyin kusurlu bir kasıtla yapılması demektir Ehliyetleri düşürmez Cezayı düşürür, keffâreti düşürmez, kul haklarında özür olamaz

krâh: Bir kimseyi haksız olarak istemediği bir şeyi yapmaya zorlama, ve bunun için korkutma ve tehditle bunu yapmaya sevketmektir Ehliyeti kaldırmaz Ancak zorlanandan meydana gelen tasarruflar sözlü veya uygulamalı olur ki, bunlardan sözle olanlar bozulması mümkün olmayan türden olursa zorlama halinde de geçerli sayılır: Boşama, azad etmek, nikâh, ric'at, kısası affetmek, yemin, nezir, uhar, i'lâ, fey vb hususlar Feshi mümkün olanlar ise fâsittir

Zorlama ile meydana gelen fiilî tasarruflarda mânevî sorumluluk zorlayana aitse de hüküm zorlanana nisbet olunur Ancak zorlayan da sorumluluktan kurtulamaz ve hüküm yer ve fiilin işleniş durumuna bakılarak verilir Eğer suçun yer ve hükmü değişiyorsa fâile, değişmiyorsa zorlayana yüklenir (Zorlama ile satış veya öldürmek gibi) Öldürmek doğrudan doğruya zorlayana nisbet edilir Malı ödeme, kısas, diyet ve keffâret zorlayana düşer Haram üç türlüdür: Hiçbir suretle sâkıt olmayan öldürmek gibi fiilleri zorlanan da yapsa haramdır Zarûret halinde ortadan kalkan haramlar ise leş yemek, şarap içmek gibi haramlardır Üçüncüsü de düşmeyen fakat bazı hallerde ruhsata tabi olanlardır İmanın dille ifadesi ve namaz, kalben inkâr edilmemek üzere mülcî zorlama halinde terkedilebilirler (bk en-Nahl, 16/105) (Ayrıca bk Akid, Mükellef, Velâyet, Vekâlet)

İslâm hukukçularının bütün dinî, hukukî, medenî ve sosyal nazariyelerini dayandırdığı bir zimmet nazariyesi vardır (Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, İstanbul 1981, s159) Zimmet nazariyesi, usûlcülerce "mahkum aleyh" bahsinde ehliyet münâsebetiyle incelenmektedir Vücûb ehliyetinin temelde leh ve aleyhteki haklara sahip olmaya elverişliliğe dayandığı konusunda ve istisnasız her insanın doğuştan leh ve aleyhindeki haklara sahip olmaya elverişli bir zimmetinin bulunduğu yolunda icma vardır Zimmet, mukavele, ahd, misak demektir (Bk Ahzab, 33/72; Araf, 7/172; et-Tevbe, 9/10; en-Nisâ, 4/58)

Bu târiflere göre ehliyet, bir vasıf olarak insanda bulunmakta ve onun ruh ve bedence gelişmesine paralel olarak gelişmektedir Bu gelişim ile insan, lehinde ve aleyhindeki haklardan istifade imkânına ve bazı hukukî tasarrufların mûteber olmasına, sonra da fiil ve tasarruflarından sorumlu olmaya ve borçlanmaya ehil hale gelmektedir

Ahmed AĞIRAKÇA

Sait KIZILIRMAK

EHVEN-İ ŞER

Ehven, kelime anlamı itibariyle, "daha hafif"; şer ise, hayrın karşıtı olup, "meşru olmayan her türlü iş" demektir Terkip olarak da ehven-i şer, diğerlerine kıyasla zarar ve fenalık bakımından daha hafif olan kötülük anlamında kullanılır

Mecelle'de, "İki şerden, daha hafif olanı (ehven-i şerreyn) ihtiyâr olunur" (Mecelle, md 29) şeklinde bir genel kural bulunmakta olup, bununla anlatılmak istenen şudur: Câiz ve meşrû olmayan iki şeyden birinin işlenilmesi durumunda kalınırsa, bunlar arasında kötülük ve fenalık bakımından daha az ve hafif olanı tercih edilir Çünkü, haram olan bir şeyi işlemek, ancak zarûretten dolayı mübah kılınmaktadır (Mecelle, md 21) Zarûretler de kendi miktarlarınca takdir olunacağına göre (Mecelle, md 22), daha hafif olan dururken, daha ağır ve büyük bir haramı işlemek zarûret sınırını aşmak olur

Aynı içerikte olmak üzere, "İki kötülükle karşı karşıya gelince daha hafif olanı işlenerek, büyüğünün çaresine bakılır" (Mecelle, md 28) ve "Daha şiddetli olan zarar, daha hafif olan zararla izâle olunur" (Mecelle, md 27) şeklinde iki genel kural daha vardır ve bunların her üçü de yaklaşık olarak aynı anlamı ifâde eder

Bu genel kuralı, pekçok alana uygulama imkânı vardır Bu kuralın uygulama örneklerinden biri şöyledir: Bir kimsenin çok değerli bir incisi yere düşüp, bir tavuk tarafından yutulmuşsa, incinin sahibi, tavuğun değerini ödeyerek tavuğu sahibinden satın alır (Mecelle, md 902) Bu durumda tavuğun sahibi, tavuğu satmamazlık edemez Şayet direnecek olursa, fiyatı kendisine ödenerek, tavuk ondan cebren alınır Kural olarak bir kimsenin malını, rızası hilâfına satmak câiz değilse de, burada daha büyük zararı gidermek amacıyla, daha hafif olan zarara katlanılmış ve sözkonusu kural gereğince, mülkiyetin dokunulmazlığı prensibine bir nevî sınırlama getirilmiştir

Diğer bir örnek de şöyledir: Bir kimse, arsasını, şuf'a hakkına sahip olan komşusuna (şefi') teklif etmeden başka birine satarsa, şefi' bu arsayı müşteriden geri alabilir Ancak, müşteri, böyle bir tarzda satın aldığı arsa üzerine, bir ev yaptırmışsa, bu durumda iki ihtimal sözkonusudur Birincisi, ev cebren (telâfisi olmayacak şekilde) yıkılarak arsa, müşterinin elinden alınır ve arsaya ödediği fiyat kendisine iâde edilir İkincisi, şuf'a hakkına sahip olan kişi, arsayı kendisi satın almak istemesi halinde, müşterinin yaptırdığı evin kıymetini de ödemeye icbâr edilir

Birinci ihtimalde müşteri için sözkonusu olan zarar, yaptırdığı evin, kendisine hiçbir karşılık verilmeden yıkılması olup, ağır bir zarardır Çünkü, müşteri, uğradığı zararı hiç kimseden talep edememektedir İkinci ihtimalde ise, zarar, "şuf'a hakkına sahip olan kişi hakkından olup, daha az para ödeyerek çıplak alması mümkün olan bir arsayı, bir de üzerindeki eve para ödeyerek satın alma durumunda kalması şeklindedir

Bu olayda iki taraflı bir zarar sözkonusudur Şu kadar ki, şuf'a hakkına sahip olan kişinin uğrayacağı zarar, karşılığında hiç değilse bir bedel bulunduğu için yani şefi' evin mülkiyetine sahip olduğu için, bu zarar müşterinin telâfisi olmayan zararından daha hafif (ehven) sayılmıştır

Bu ve benzeri prensiplerle, akıl ve mantığın rahatlıkla kabul edebileceği bir sistem dahilinde genelde, hukukî hayata bir esneklik ve istikrar kazandırmasına ve adil bir dengenin kurulmasına çalışılmıştır

H Yuns APAYDIN

EİMME

İmamlar, İmam kelimesinin çoğulu Kur'an'da misal, rehber, lider, önder, örnek, manalarında kullanılmıştır

Allah'ın emirlerini yeryüzünde uygulayan İslâm devletinin başkanı, yahut müslümanların ileri gelen ilim adamları sıfatıyla İslâm'ı koruyan, onu insanlara öğreten ve İslâm'ın hâkimiyeti için çalışan ümmetin önderi ve lideri Ancak, İmam ve çoğulu olan eimme kelimeleri gerek Kur'an-ı Kerîm'de gerekse güncel hayatta değişik anlamlarda kullanılmıştır

"Rabbi İbrahim'i birtakım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti Allah, "seni insanlara İmam (önder) kılacağım " demişti O, "soyumdan da" deyince (Allah), ahdim zâlimlere erişemez" buyurmuştu" (el-Bakara, 1/24)

"Eğer antlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar, dininize dil uzatırlarsa, inkârda önde gidenlerle savaşın, -çünkü onların yeminleri sayılmaz-, belki vazgeçerler" (et-Tevbe, 9/12)

"Bir gün bütün insanları önderleriyle birlikte çağırırız O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitaplarını okurlar Onlara kıl kadar haksızlık edilmez" (el-İsrâ, 17/71)

Bu tehlikeden kurtulmak mecburiyetinde olan insan, inancını ve teslimiyetini bir emir (İmam) başkanlığında devletleştirmek durumundadır Bu gerçekten hareketle, son peygamber Hz Muhammed (sas)'in ilk İslâm Devleti olan Medine Devletinde başkan, harplerde komutan, mahkemede hâkim, camide İmam olarak görev yaptığı görülmektedir Vefâtından sonra en yakın arkadaşlarından, sırasıyla, Hz Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r anhum) "Râşid Halifeler" vasfıyla, vahiy almanın dışında Hz Peygamber (sas)'in bütün görevlerini sürdüren bir İmam-lider-halife müminlerin emiri olarak görülmektedirler Bu kutsal makamın boşluğu her asırda kendini daha büyük ölçüde hissettirmektedir

"İmam" kelimesi ıstılahta değişik anlamlarda kullanılır:

a) Cemaatle namaz kıldıran kimse İslâm fıkhını, ibadetin erkanını ve Kur'an okumayı en iyi derecede bilen kimse(erkek) bu görevi yürütebilir

b) Ehl-i sünnet mezheblerinde İmam tâbiri, İslâm'ın en ileri gelen âlimleri, özellikle de mezhep kurucuları olan için kullanılır Yine bu âlim ve imamların talebelerinden meselelerde ictihad derecesinde olan âlimlere de İmam sıfatı verilir İmam Ebû Yûsuf, İmam Züfer, İmam Muhammed vd gibi Mezheb imamı olmadığı halde ilmî düzeyde İslâmî bilgiye sahip olana da İmam denilir İmam Gazali gibi

Ashâb zamanında bu kelimenin bir mesleğe veya meslek büyüğüne alem olarak kullanıldığı pek görülmemektedir Rehber, lider, numûne gibi mefhumlar kadınlar için kullanılmadığından ileri seviyede ilme sahip olsalar bile onlar hakkında İmam kelimesi kullanılmamıştır

c) Şiîlerde İmam kelimesinin kullanılması çok çeşitlidir Bütün Şiî mezheblerinde ana fikir, Hz Ali'nin ve zaman içerisinde ahfâdından birinin İslâm âleminin en yüksek hâkimi, imamı olmasıdır Onlara göre İmam, halife manasında kullanılmıştır İmamlık peygamberlerin risâletinin devamı ve beşeriyetin, ondan sonra, sevk ve idaresi şeklinde ilâhı bir vazifedir Birliği sağlamak için de bir İmam bulunacaktır; bu İmam, Hz Ali'nin ve eski imamların halefi sayılır Bu paye ona yalnız miras olarak ve kendi babası tarafından (İsna aşeriyye ve İsmailiyye'ye göre) özel bir tâyin yoluyla geçer İmam da, dünyevi hâkimiyet hakkında başka İslâm'ın en yüksek rûhânî rehberlik yetkisine sahiptir Şia'ya göre bu özellik, İslâm dininin bâtını mânâlarını Hz Peygamber'in Hz Ali'ye ifşa etmesinden kaynaklanmaktadır İmam bu gizli ilmi ecdadından intikal ve kalıtım yoluyla alır Bundan dolayı da o, şahsına özgü otoriteye sahip olup Kur'an ile hadislerin kesin tefsirini yapmaya gücü yeten kişidir Şia'ya göre İmamlar mâsumdur, günâh işlemez; hata gibi gözüken fiillerinde bâtını birtakım manalar gizli olabilir

İslâmî ilimlerde "İmam'' ve "eimme" kelimelerinin ifade ettiği belli şahıslar vardır İmam kelimesi mutlak olarak söylenince fıkıhta Ebû Hanife; tefsir ve kelâmda Fahruddin er-Râzi; nahiv (Arapça gramer) de Sibeveyh anlaşılır Ayrıca "Eimme-i Erbaâ" terimi ile Ebû Hanife, İmam Şâfiî, İmâm Mâlik ve İmam Ahmed b Hanbel, "Eimme-i selâse" terimi ile Ebû Hanife ve iki öğrencisi Ebû Yûsuf ile Muhammed b Hasan eş-Şeybânı kasdedilir Fıkıh usûlü ilminde eimme-i selâse denilince Ebû Zeyd ed-Debbûsî, Fahru'l-İslâm Fezdevî, Şemsu'l-Eimme es-Serahsı kasdedilir Ebû Yûsuf ve Muhammed b Hasan'a "İmâmeyn" ve "sâhibeyn"; İmam-ı Âzam ile İmam Ebû Yûsuf'a" Şeyhayn"; İmam-ı Âzam ile İmam Muhammed'e "Tarâfeyn" denilir "İmâmu'l-Haremeyn" tâbiri ile Şâfii Ebu'l-Meâlî Abdu'l-Melik ile hanefilerden Ebû'l-Muzaffer Yûsuf b İbrahim; "Şemsu'l-Eimme" terimi ile de Abdu'l-Aziz el-Hulvânî, Muhammed es-Serahsı, Muhammed b Abdu's-Settâr el-Kerderî, Mahmud Özkendî kastedilir Kırâat ilminde ise "eimme-i Seb'a" (yedi İmam)'dan bahsedilir Hz Peygamber'den (sas) Kur'an'ın okunuş vecihlerinin zaptedilmesi ve rivâyet edilmesi ile uğraşan bu yedi İmam şunlardır: Nâfi', İbn Abdi'r-Rahman (ö169/785-786), İbn Kesir (ö120/738), Ebû Amr İbni'l-ûlâ (ö154/771), Abdullah İbn Âmir (ö118/736), Âsım Ebû Bekir el-Esedı (ö128/745-746), Hamza İbn Habîbi'l-Kufi (ö158/775) Kisâî Ali İbn Hamza el-Esedî (ö189/805)

Bu duruma göre "İmam" ve çoğulu "eimme", İslâm devlet başkanı, mezheb önderleri, ilim adamları, mezhebde ve meselede müctehid olanlar, kırâat üstadları ve camide namaz kıldıran kimseler hakkında kullanılan bir terimdir

Cengiz YAĞCI

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (E)

Eski 11-04-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (E)



el-MENZİLETÜ, BEYNEL-MENZİLETEYN

İki makam ve mekân arasında bir mekan anlamında kullanılan bir kelâm ilmi terimi Bu Hasan Basri'nin talebelerinden, Vasil İbn Ata'nın H (80-131) öncüsü olduğu Mu'tezile mezhebinin Ehli Sünnet mezhebine muhalefet ettiği en belirgin fikirlerinden birinin ifade edildiği terimdir

İman, Arap dilinde "mutlak tasdik etmek" demektir Şeriat dilinde ise "Hz Muhammed'in, Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haber, dinî esas ve hükümlerin doğru olduğuna tereddüt etmeksizin inanmak, bunların tamamını tasdik etmek" demektir Bu tasdikin yalnız kalb ile veya dil ile mi olacağı veya her ikisi ile birlikte mi olması ve itiraf edilmesi gerektiği hususunda İslâm âlimleri fikir ayrılığına düştüler Bu düşünce farklılığı itikad hususunda bir kısım mezheblerin doğmasına sebep oldu

Kerramiye mezhebine göre iman yalnız dil ile ikrardan ibarettir Kalben tasdik etmese bile dili ile iman esaslarını tasdik eden kimse mü'mindir Kalbiyle inandığı halde dili ile ikrar etmezse kâfir olur Konunun başlığını teşkil eden ifadenin sahibi olan Mutezile mezhebine göre şeri iman, inanılması gereken vahye dayalı haberlerin kalb ile tasdiki, dil ile ikrarı ve ayrıca amel ile tatbiki demektir İmanın üç rüknü sayılan bu hususlardan biri bulunmadığı takdirde iman yok kabul edilir Şeriatın bildirdiklerini kalbiyle tasdik ve dili ile ikrar eden, fakat farzları yerine getirmeyen ve haramlardan kaçınmayan bir kimse mü'min sayılmaz Böyle bir kimse Haricî mezhebine göre kâfirdir Mu'tezile mezhebine göre ise ne mü'min, ne kâfirdir; fakat ameli terkettiği için fasıktır Bu esasa göre Mu'tezile ekolü zina etmek, içki içmek, adam öldürmek vs gibi büyük günahlardan birisini işleyen kimse için mü'min ve kâfir demezler Onlar için; "el-menziletü beynel menzileteyn" Cennet ile Cehennem arasında bir yerde kalacaklardır derler

Selef uleması ve İmam Şâfiî, Malikî ve Evzaî gibi mezheb imamları da imanı "dil ile ikrar kalb ile tasdik ve dinin emirlerini yerine getirmek" şeklinde tarif etmişlerdir Fakat ameli terkeden ve şerîat dilinde "fâsık" denilen kimselerin kâfir olacaklarına hükmetmemişlerdir Bunların da içinde bulundukları Ehli Sünnet mezhebine göre imanın iki rüknü vardır: Kalb ile tasdik, dil ile ikrar Dinin emirlerini terkeden kimse bu hükümleri inkar etmedikçe kâfir olmaz Dünyada iken ve ölümünde hakkında İslâmın hükümleri tatbik edilir Affedilmesi veya azab edilmesi Allah'a aittir, ancak mü'mindir Dinin emirlerini yerine getirmesi ise insanın o anda olgunluğa ermesine sebep olur

"Zani, mü'min olduğu halde zina etmez " Hadisi ile vurgulanan mü'minin zina etmemesi hükmü, Mu'tezile mezhebinin iddia ettiği gibi, zina edenin kâfirliğine delil sayılmaz Bunun aksine hadiste mü'minin imanda olgunluğa ermesi için helal ve haramlara dikkat etmesi gereği ifade edilmektedir Ehli Sünnet ekolünün bu görüşü, Mu'tezilenin "el-menziletü beynel menzileteyn"anlayışının geçersizliğini ortaya koymaktadır

Mu'tezile ekolünün doğmasına sebep olan bu prensip mü'min olduğu halde büyük günah işleyenlerin durumu ile ilgilidir Bu mezhebin doğuşuna kadar insan ya müslüman ya da kâfir sayılır; iman ve küfür arasında bir başka şey kabul edilmezdi Mü'tezileye göre, amel imandan bir cüz'dür Büyük günah işleyenler imandan çıkmışlar, ancak kâfirde olmamışlardır, böylelikle küfür ile iman arasında fısk mertebesinde kalmışlardır Bunlar tevbe etmeden ölürlerse kâfir olurlar; tevbe ederlerse mü'min olarak ölürler Tevbe etmeden ölen fâsıklar kâfir sayıldıkları için Cehennemde ebedi olarak kalırlar Ancak Cehennemdeki azab dereceleri kâfirlerinki kadar ağır olmaz

Cengiz YAĞCI

EMÂN

Emin olmak, güvenmek, korkmamak, endişeden kurtulmak Emânet, emn ve emene de "emân"ın eşanlamlısı mastarlardır Zıddı korkmaktır Diğer yandan emânet, bir kimsenin güvenilir olması anlamına geldiği gibi, güvenilen kimseye emânet bırakılan şey anlamına geldiği gibi, güvenilen kimseye emânet bırakılan şey anlamına da gelir Bir savaş hukuku terimi olarak emân; düşmana, emniyet altında olduğuna dâir verilen söz veya yapılan işaret demektir Bu, bir kimseye "sana emân verdim", "siz güvendesiniz", "size bir zarar yoktur" gibi açık ifadelerle olur Buna "emân-ı sarîh" denir Yetkili bir kimse tarafından düzenlenecek yazılı bir emânnâme ile verilen emân da "Emân bi'l-kitâbe" olur Emân belli bir süre ile sınırlan?bileceği yani "Emân-ı muvakkat" olabileceği gibi süresiz olarak da verilebilir Buna da "eman-ı mutlak" denir

Bir düşmana veya belli bir düşman grubuna verileceği gibi, bütün savaşçı düşmana genel olarak da verilebilir Günümüz devletler hukukunda sığınma veya iltica talebinde bulunma emân isteme niteliğindedir

Kur'an'da şöyle buyurulur: "Eğer, müşriklerden birisi senden emân dilerse, ona emân ver Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur " (et- Tevbe, 9/6)

Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Müslümanların kanları biri diğerine eşittir En aşağıları dahi devlet adına emân verebilir, onlar kendilerinden başkalarına karşı bir el gibidirler" (Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbn Mâce'den naklen et-Tebrizî, Mişkatü'l-Mesâbıh, II, 264) Allah Resulunün Medine'de va'z ettiği ilk anayasada bu husus şöyle ifade edilmiştir: "Müslümanlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmla) teşkil ederler" (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Mısır 1355, II, 147; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s35; M Hamidullah, İslâm'ın Hukuk İlmine Yardımları, s22) Ancak, bir müslümanın İslâm toplumuna ümmet olarak intisâbı, siyâsi değil, içtimâı râbıta bakımındandır Müslümanların teşkilâtlanıp, devlet kurmaları halinde, devletle ve birbirleriyle olan bağları politik ve hukuki bir nitelik kazanır (Abdülkerim Zeydan, Ahkâmu'z-Zimmiyyın ve'l-Müste'minın, Bağdad 1963, s61) Kur'ân'da, ümmet bütünlüğü şöyle ifade edilir: "Gerçek, bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir" (el-Enbiya, 21/92)

Emân olayı bazan kendiliğinden gerçekleşir Meselâ bir müslüman erkek, ülkesinde evlendiği hıristiyan veya yahudi hanımını İslâm ülkesine getirirse, eşi kendiliğinden emâna kavuşur Çünkü o, müslüman bir erkekle evlenmekle zımmî* olmayı kabul etmiş sayılır

Emân verecek kimsede şu şartların bulunması gerekir:

a) Müslüman olmak; Gayr-i müslimler, müslümanlar adına emân veremez Çünkü, onların iyi niyetle hareket edip, İslâm toplumunun yararını gözetmelerine güvenilemez Ancak kendilerine emân verme yetkisi verilmişse, bu durum müstesnâdır

b) Akıllı olmak; Akıl hastalarının veya şuuru yerinde olmayanların vereceği emân geçersizdir Çünkü emân işi, tehlikeli ve rizikolu bir konudur Kişinin, emânın sonuçlarını değerlendirebilmesi için tam temyiz gücüne sahip olması gerekir

c) Bülûğ çağına gelmiş bulunmak: Çocukların düşmana vereceği emân geçerli değildir Ancak savaşa katılma izni verilen küçükler bundan müstesnâdır

Savaşa katılma izni verilen müslüman köle de, düşmana emân verebilir İran'ın fethi sırasında, kuşatılan bir şehir halkının savaşa ilgisiz kaldığı ve kapılarını İslâm ordusuna açıverdiği görülür Olay incelendiğinde, önceden müslüman bir kölenin şehir halkına emân verdiği ortaya çıkar Müslüman komutan bu emânı tanımak istemeyince anlaşmazlık Hz Ömer'e götürülür Hz Ömer ise, "Müslüman köleler tarafından yapılan anlaşma, diğer hür müslümanlar tarafından yapılan anlaşma kadar geçerlidir" cevabını verir (Mevlânâ Şıblî, Süleyman en-Nedvî, İslâm Tarihi Terc Ömer Rıza VII, 192)

Müslüman kadın da emân verme yetkisine sahiptir Çünkü Hz Peygamber, kızı Zeyneb'in kocası Ebu'l Âs İbnü'r-Rabî' için verdiği emânı kabul etmiştir (eş-Sevkâni, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28)

Düşman beldesinde bulunan müslüman bir tüccar veya esir yahut orada İslâm'ı kabul edip, yerleşmiş kimsenin müslümanlar adına emân vermesi geçerli değildir Çünkü bunlar düşman ülkesinde baskı altında sayılırlar Düşmanın menfaatine alet olmakla veya kendi kişisel yararlarını düşünerek hareket etmekle itham olunabilirler

Verilecek emânın bir hikmete ve toplum yararına dayanması gerekir Hanefi ve Malikiler bunu şart koşarlar Çünkü düşmanla harp hâli devamlılık arzeder Şâfiî ve Hanbeliler ise emânda zararın bulunmamasını yeterli görürler Ayrıca bir maslahat ve yararın bulunmasını şart koşmazlar Casus ve benzerleri için câiz olmaz (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, IV, 300, ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, VI, 435)

Emânı, İslâm devlet başkanı veya ordu komutanı verdiği zaman, emân verilen kimse, emânda belirli bir belde kaydı veya şer'î bir engel bulunmadıkça her İslâm beldesine gönderilebilir Ebû Hanife'ye (ö150/767) göre, böyle emânlı münkir bir kimse daru'l-İslâm'da* herhangi bir yere girebilir Hatta üç gün süreyle, Mekke ve Mescid-i Nebevî haremine de girip kalabilir Hanefiler, gayr-i müslimlerin, bütün mescidlere, bu arada Mescid-i Haram'a izinsiz girebileceklerini söylerler Çünkü onlara göre; "Müşrikler, ancak necistirler, bu yıllarından sonra onlar, Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" (et- Tevbe, 9/28) ayetinden maksat, onların Mescid-i Haram'a girmelerini yasaklamak değil, câhiliye devrindeki gibi hac ve umre yapmaya kalkışmalarını önlemektir Şâfiî ve Hanbeliler ise aynı ayete dayanarak gayr-i müslimlerin Mekke haremine, maslahata dayalı bile olsa, girmelerini câiz görmezler Hattâ, gayr-i müslimlerin, idarecilerin izni ve elçilik mektubu taşıma veya müslümanların ihtiyacı olan ticaret işi gibi bir maslahat dışında Hicaz'a girişlerini de kabul etmezler

İstisnaî giriş de üç gün süreyle olabilir Dayandıkları delil hadistir Hz Ömer, Allah Resulu'nün şöyle dediğini nakletmişti: "Gelecek yıla kadar yaşarsam yahudi ve hristiyanları muhakkak Arap yarımadasından çıkaracağım Orada müslümanlardan başka kimse bırakmayacağım" (Ahmed b Hanbel, I, 31) Burada Arap yarımadasından maksat özellikle Hicaz'dır Nitekim, hadiste "Yahudileri Hicaz'dan çıkarınız" ifadelerine de rastlanır (bkz Buhâri, Cizye, 6; Müslim, Vasiyye, 20; Dârimi, Siyer, 54) Hz Ömer, yahudi ve hristiyanları yalnız Hicaz'dan çıkarmakta yetinmiş, onların meselâ Arap yarımadasından sayılan Yemen'de oturmalarına müsaade etmiştir {ez-Zühayli, age, VI, 435-436)

Sürekli emânla İslâm Devletinin vatandaşlığına geçen Ehl-i kitap kimse zımmi sayılır ve zimmet haklarından yararlanır Hadiste şöyle buyurulur: "Eğer zimmet akdini kabul ederlerse, onlara bildir ki, müslümanların lehine olan haklar, onların da lehine; müslümanların üzerine olan vecibeler, onların da üzerindedir" (el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', VI, 280, VIII, 100; İbnü'l-Hümâm, age VI 248: İbn

Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Kahire 1311, V, 81; Zeydân, age, s70)

İslâm ülkesine ticaret, elçilik, eğitim, turizm vb amaçlarla pasaportla gelen yabancı gayr-i müslimler (müste'min) de, dâru'l-İslam'da ikamet ettikleri sürece birtakım mâlî haklardan, aile, borçlar ve ticaret hukuku hükümlerinden yararlanırlar Prensip olarak, müste'minlerle zımmîlerin hak ve vecîbelerde eşit sayılması gerekirse de, sonuncular dâru'l-İslâm tebeası olmaları sebebiyle birtakım hak ve vecibelerde müste'minden ayrılırlar Bugün beşerî hukukta yabancıların hak ve görevleri devletler hukukuna dayanırken, dâru'l-İslâm'da bunların kaynağı İslâm devletinin iç hukuku, yani İslâm hukukudur (Zeydan, age, s73, 627)

Hamdi DÖNDÜREN

EMÂNET

Birisinin koruması için bırakılan maddî ve manevî hak Emniyet edilip inanılan şey Peygamberlerde bulunan sıfatlardan biri de "emânet"tir Kur'an'a, Sünnete ve Resulullah'ın eşyasına da "emânet" denir

Resulullah, hicretten önce, kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iade etmişti Çünkü kâfirler ona "el-emin" olarak mallarını emânet ediyorlardı Hz Peygamber "emânete ihânetin münâfıkların alâmetlerinden olduğunu" söylemiştir (Buhâri, İmân, 64; Müslim, İmân, 106) Emânet, müminlerin de vasfıdır (el-Mü'minûn, 23/8) Vedâ Haccı'nda Rasûlullah, kadınların da erkeklere birer emânet olduklarını açıklamıştır (Ebû Dâvûd, Menâ**** 56) Yine Vedâ Hutbesi'nde Rasûlullah, "Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz Bu emânet Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir" (Buhâri, Tecrid, 1654; İbn Hişâm, es-Sire, IV, 603; Sahih ve Sünen'lerin Vedâ Haccı bölümleri) İbn Hanbel rivâyet eder: "Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur" (Ahmed b Hanbel, Müsned, III, 135)

Allah Teâla, "emânet" kavramını Kur'an-ı Kerîm'de çok geniş bir anlamda zikretmiştir: "Biz, emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onu yüklenmekten kaçındılar; onu insan yüklendi; çünkü o çok zâlim çok câhildir" (el-Ahzâb, 33/72) Bu genel anlamlandırmadan sonra, "Emanetleri ehline vermemizi, insanlar arasında hükmettiğimiz zaman adâletle hükmetmemizi emreder" (en-Nisâ, 4/58) Rasûlullah'ın şu buyruğu da emânete riâyetin yozlaşması durumunda neler olacağını açıklamaktadır: "Emânet kaybedildiği aman yani -işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle" (Buharı, İmân, 1) İsrailoğulları bu yüzden çökmüş ve sapmışlardı Beceriksiz, sorumsuz, ahlâksız, adâletsiz kimselere yetki vermişlerdi Halbuki İslâmî harekette, her işte en ehil kişilerin yeraldığı "Ulu'l-emr"e itâat sözkonusudur

Geniş anlamıyla, "Allah'ın tekliflerinin tamamına" emânet denilmiştir (Mecmuat'ul-Tefâsir, İstanbul 1979, V 142, 143) Usûl-i fıkıhta, Allah'ın insanlâra yüklediği bütün mükellefiyetlere emânet denilmiştir (Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fî Şerhi'l Mirkat el-Vüsûl, İstanbul, 1307, I, 591) Eşref-i mahlûkat, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlanan insan; Allah'ın öğüdü ve rehberi olan Kur'an-ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği 'misâk'ı aldığı emâneti yerine getirmeye çalışmakla mükelleftir Bu manada, herhangi bir şekilde kendisine emânet edilmiş bir malı korumamak nasıl hâinlik olmaktaysa; daha geniş kapsamlı olarak Kur'ân ve Sünnet emânetini sahiplenmemek, İslâm'a yönelmemek ve İslâmî ilkeleri yaşamamak, yaşatmayı unutturmak veya engellemek de emânet ve emânet ilkelerine uymamak demektir (Ayrıca bk Vedia)

Yusuf KERİMOĞLU

EMEKLİ, EMEKLİLİK

Başkasına ait bir işi ücret karşılığında yapmayı üstlenen kimseye "işçi" "ecîr" * başkasını bir ücret karşılığı çalıştıran kimseye de "işveren" "müştecir" denir İslâm'da, emeğini başkasına kiralayan tüm çalışanlar aynı statü içinde değerlendirilmiş ve iş akdi, icâre akdi içinde yer almıştır Bugünkü uygulamada işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma veya olmama gibi ayırımlar yapılmaksızın tüm çalışanlar aynı hükümlere tâbi tutulmuş, ancak iş ve mesleğin durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuştur Yalnız bir gerçek kişi veya devlet, vakıf gibi tüzel kişi için çalışan kimseye özel işçi (ecir-i hâs), belirli gerçek veya tüzel kişiye değil de herkese iş yapan boyacı, terzi, marangoz gibi zanâatkârlara, doktor, avukat, muhâsebeci gibi serbest meslek sahiplerine ise ortak işçi (ecir-i müşterek) adı verilmiştir

İşçi ve memurlar iş sözleşmesinde belirlenen veya örfleşmiş bulunan şartlara göre çalışır ve yine belirlenen ücret veya maaşı alırlar Bu durum iş devam ettiği sürece, işçi hastalanıncaya belli yaşa ulaşıncaya veya işi göremeyecek yaslılığa varıncaya kadar devam eder Bazan işçi hasta veya sakat olmadığı halde belli bir çalışma döneminden sonra yaslanır ve verimsiz hale gelebilir Bu durumu devam edeceğinden sonunda işi bırakmak zorunda kalır İşçi, aldığı ücretin büyük bir bölümünü hemen harcar Çoğu zaman aldığı ücretle ancak geçimini sağlar Çalışamayacağı devreyi hesaba katmaz Artık çalışamayacak bir yaşa veya duruma gelen işçi veya memurun geçimini kim sağlayacaktır? İşveren, iş akdinin gereği olan ücreti ödediğine göre, onun emekli işçiye bakma yükümlülüğü bulunmaz

İslâm'da hastalığı veya yaşlılığı sebebiyle çalışamayan ve bir geliri de bulunmayan kimseler için önce nafaka * hükümleri cereyan eder Ana-baba, yoksul düşünce, çocukları onlara bakmak zorundâdır (el-İsrâ, 17/23; el-Ankebût, 29/8; Lokman, 31/14-15; es-Serahsı, el-Mebsût, V, 222-229; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', IV, 30; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, III, 349 vd) Kardeşler ve diğer hısımlar arasında da mirastaki hisse durumlarına göre nafaka ödenir (el-İsrâ, 17/26; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s294-321) Hısımları yoksa veya onlar da yoksulsa, İslâm ülkesinde bütün vatandaşlar yoksulluk, yaşlılık, iflâs vb durumlar karşısında devletin himayesi altında yaşarlar Bu bakımdan yaslanmış ve bir geliri bulunmayan işçi, memur ve bütün yoksullar için temelde ayrıca emeklilik müessesesine ihtiyaç duyulmaz Yoksulun zekât dâhil, devletin bütün mal; kaynakları üzerinde hakkı vardır Ancak bu kapsamlı sosyal sigortanın işlemediği yerlerde işçilere, memurlara ve esnafa mahsus emeklilik müesseseleri de kurulabilir

İslâm hukuku prensip olarak emeklilik müessesesine karşı değildir Emeklilik bir çeşit yardımlaşma sigortasıdır Sigorta*; her bir kişinin yükünü azaltmak amacıyla mümkün olduğu kadar çok kimse üzerine bir tek kişinin yükünün dağıtılması demektir İslâm sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabiliyet ve işbirliği ile zirvesinde devletin bulunduğu bir sosyal sigorta teşkilini öngörmüştür

Hz Peygamber Medine'ye hicret edince yapılan 47 maddelik ilk anayasada bir sosyal güvenlik kuruluşu olan "maakil" sistemine yer verilmiştir Kuruluş şöyleydi: Bir kimse savaşta esir düşerse kurtarılması için bir fidye vermek gerekliydi Yine yaralama ve kasten olmayan öldürmelerde, zarar ve ziyanın yahut kan bedelinin ödenmesi gerekliydi Bunların miktarları çoğu zaman esir veya suçu işleyen kimsenin gücünü aşıyordu Hz Peygamber şöyle bir yardımlaşma teşkilatı kurdu:

Herkes kendi kabilesinin hazinesine bu iş için para yardımı yapacak; esirlik, yaralama veya öldürme hallerinde, yardımlaşma amacıyla kurulan bu fondan destek bekleyecekti Bir kabîlenin bütçesi yeterli olmazsa, diğer komşu kabîleler destek yapacaktı (M Hamidullah, İslâm'a Giriş, Çev: Kemal Kuşçu, İstanbul 1973, s201-202)

Daha sonra hadislerle maâkil sistemi, tazmini tek kişiye ağır gelen durumlarda hısımlar arasında yardımlaşma şekline dönüşmüştür Bir kimse diyet gerektiren bir suç işlerse, diyet miktarı ailenin ergenlik çağına gelmiş erkekleri arasında bölüşülür ve bunu eşit taksitlerle üç yılda öderlerdi Bir kişinin hissesine düşen diyet miktarı yılda dört dirhemi geçerse, mirastaki sıraya göre asabe * adı verilen diğer erkek hısımlar da âkîle * kapsamına alınır Eğer suçlunun hiç hısımı yoksa, diyeti kendi malından üç eşit taksitle üç yılda öder Yeterince malı yoksa diyeti devlet öder (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, V, Maâkil bahsi; ÖN Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye, III, 52-58)

Hz Ömer, karşılıklı yardımlaşmayı bir kimsenin mensup olduğu meslek, askerî, mülk; idare esaslarına veya bölgelere göre teşkilatlandırdı İhtiyaç sırasında bir fonun yetersiz olması halinde merkezî hazine veya vilâyet idârelerinin mahallî hazineleri bu üniteye yardım ederdi Diğer yandan Hz Ömer ihtiyaç sahibi olan bütün tebâ için bir maaş sistemi geliştirmişti Bu teşkilata "divan"* adı verildi (M Hamidullah, age, s201-203) Bu yardımlaşma ünitelerinde biriken ve kullanılmayan sermayenin çoğaltmak amacıyla gelir getiren işlere yatırılması mümkündür Fonun geliri artınca, üyeler katılma payı ödemekten muaf tutulabilir Hatta büyük gelirler sağlanırsa onlara kâr da dağıtabilir

İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek mensuplarından kesilecek primler bir fonda toplanınca, bu sermayenin gelir getiren yatırımlarda üretilmesi gerekir Böyle bir fon giderek kendine yeterli hâle gelir ve üye ya da ortaklarına, katılma payı olarak aldığı primlerden çok daha fazlasını geri verebilir Bir ücret karşılığı çalışanların ücretinden kesilen primlerin bir fonda toplanmasıyla oluşan sermayenin işletilmesine Hz Peygamber'in mağara hadisinde işaret edilmiştir Allah Resulu, eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildiğini belirtirken özet olarak şöyle demiştir:

"Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar Kendi aralarında konuşarak, 'Allah katında, en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua etmeye' karar verirler İlk ikisinin duasıyla kaya parçası biraz aralanır Bir işveren olan üçüncüsü şöyle niyaz eder:

'Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırmıştım Ücretlerini ödedim Ancak içlerinden birisi ücretini almadan bırakıp gitmişti Onun hakkını ticaretle işletip arttırdım Birçok malı oldu Bir süre sonra bana gelerek ücretini istedi Ben; 'gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi' dedim 'Benimle alay etme' diye cevap verdi 'Seninle alay etmiyorum' dedim Bunun üzerine bütün malını alıp, gitti, hiçbir şey bırakmadı 'Ey Rabbim, bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam bizi bu mağaradan kurtar" Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar (Buhâri, İcâre, 12; Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 37-41)

Mağara hadisinde ücret ve bu ücretin işletilmesi sonucu elde edilen kârın tamamı işçiye ait olunca, işçiden sosyal güvenlik için kesilen primlerin bir fonda işletilmesi sonucu,verdiğinden fazlasını geri almak mümkün ve câiz olur Yeter ki fonun işletilmesi İslâm; ölçüler içinde olsun

İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek sahipleri, emekli yardımlaşma kuruluşuna bağlılık gerektiren bir işe intisab ederken, kendisinden emekli oluncaya kadar prim kesileceğini ve bunların bir fonda toplanarak işletileceğini bilerek seçimini yapar Örfen de bu rızanın varlığını kabul etmek gerekir Çünkü bazı meslek kuruluşları, bu mesleğe girmek isteyenlere belli kurallar uygulamıştır Tarihte bunun örnekleri çoktur Osmanlılarda Ahîlik, Lonca ve Gedik gibi meslek kuruluşları bunlar arasında sayılabilir (Neşet Çağatay, Ahilik, Ankara 1974, s101; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s184-185)

Bir sosyal güvenlik kuruluşunu ortaklık olarak değerlendirmek mümkündür şöyle ki, bir işçi veya memurun maaşından sosyal yardımlaşma kuruluşu için her ay yüzde yirmi emekli primi kesilse, yirmibeş yıl devam eden çalışma süresince, fonda on milyon lira prim biriktiğini farz edelim Bu primlerin gelir getiren yatırımlarda çalıştırılarak yirmibeş yılda yavaş yavaş birkaç katına çıkmış olması gerekir Fonun toplam bilançosu; kesilen primler toplamı yirmimilyar, fonun mal varlığı ise yüzmilyar olsa, onmilyon emekli keseneği biriken işçi ve memurun, toplam fon üzerindeki hakkı, beş katına yükselmiştir Hak, on milyondan elli milyona çıkmıştır Böyle bir işçi fondan kıdem tazminatı, emekli maaşı, ölümünden sonra da eş ve çocukları maaş olarak elli milyona kadar alabilir Fon üyeleri kâr ve zarara ortak oldukları için, İslâm hukukunda inan şirketi ortağı gibidirler Kârın anlaşmaya göre, kesilen primlerin miktarına bakılmaksızın yüzde üzerinden değişik oranlarda paylaşılması bu ortaklıkta mümkün olduğu için, üyelerin farklı emekli maaşı alması statüyü bozmaz (es-Serahsı, el-Mebsût, XI, 152-154; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', VI, 57 vd; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kâdir, V, 20 vd)

Hamdi DÖNDÜREN

EMİN

Allah (cc)'ın bir ismi ve resullerin bir vasfını belirten Kur'an-ı bir terim

"el-Emin", "E-Mi-Ne" fiilinden ism-i fâildir "E-Mi-Ne"; korkusuz ve âsude olmak, "el-Emin" ise "koruma muhâfızı, bir şeyi koruyan, güvenilen, itimatlı adam, hâin olmayan" anlamındadır

"Emin, mümin ve emânet" kelimelerinin kendinden türediği "EMN", her türlü korku ve şüpheden uzak olmak, bütünüyle mutmam bulunmak demektir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'ân, 30)

"El-Emîn", sıka, güvenilir mutemed manasına geldiği gibi, bazan da emniyet içerisinde olan, emniyetli manalarına gelir

"Emîn" kelimesini açıklamak için önce aynı kökten gelen "emânet" kelimesini açıklamamız gerekir Çünkü "emin" aynı zamanda "emânete riâyet eden kimse" demektir

İlim ve özellikle iradeyle birlikte Allah'ın karşısında insana verilen "benlik-nefs-ene" göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği büyük bir "emânet"tir Bu "emânet" öylesine ağırdır ki, nefsi aşmayı ve şeytanın süslediği yola dalmadan Allah'a kul olmayı, görmesini O'nun görmesi, eylemini O'nun eylemi, iradesini Onun iradesi hâline getirmeyi gerektirir İşte, dağlar, gökler ve yer böyle bir emâneti yüklenmekten kaçınmış, Allah'ın iradesine pasif bir teslimiyeti, irade sahibi olarak kâinata efendilik yapmaya tercih etmişlerdir

"Muhakkak Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder " (en-Nisâ, 4/58)

Bu şekilde emâneti yerine getirene emin kişi denir Allah'ın risâleti en önemli bir emânettir ve bu da bütünüyle emin olan elçiler aracılığıyla, yine bütünüyle emin olan nebilere tevdî edilir:

"Onu er-Ruh'ul-emin indirdi, kalbine uyarıcılardan olasın diye" (eş-Suarâ, 26/193)

"Şüphe yok ki O (Kur'ân, Allah 'ın) çok şerefli bir elçisi'nin (yani Cebrâil'in getirdiği) sözüdür (Bu elçi) büyük bir güç sahibidir Arş'ın sahibi (Allah) indinde yüksek bir mevki sahibidir (Üstelik) orada (göklerde, melekler tarafından) kendisine itâat edilendir, (vahiyleri tebliğ için) oldukça 'emin" dir" (et-Tekvir, 81/19)

Bu ayetlerde vahyi indiren emîn elçi olarak Cebrâil (as)'dan bahsedilirken, Kur'an-ı Kerîm'de daha çok emîn vasfı rasûller için geçmektedir

Kur'an-ı Kerim'de bize bildirilen ilk azgın putperest toplum olan ve âkıbeti tûfanda boğulmak olan Nuh kavmine, Nuh (as)'ın tebliği yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılır:

"Nuh kavmi de gönderilen resulleri yalanladı Kardeşleri Nuh onlara: "(Allah 'tan) ittikâ etmez misiniz? demişti: 'Ben size gönderilmiş emîn bir rasûlüm Artık Allah'tan korkun ve bana itâat edin Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir" (eş-şuârâ, 26/105-109)

"Her yol üzerine bir işaret koyan" ve "ebedî yasayacaklarmış gibi köşkler inşa eden"Âd kavmiyle Hûd (as) arasındaki mücadele ayetlerde şöyle açıklanır:

"Âd (kavmi) de gönderilen resulleri yalanladı Kardeşleri Hûd onlara '(Allah'tan) ittika etmez misiniz? demişti Ben size gönderilmîş emîn bir resulüm Artık Allah 'tan korkun ve bana itâat edin Sizden buna karşı hiçbir ücret istemiyorum Benim ücretim âlemlerin Rabbına âittir" (eş-şuarâ, 26/123-127)

Dağlardan ustalıkla evler yontan, bahçelerde, çeşme baslarında emin (güvenli) bir durumda azgın hayat süren ve öyle bırakılacağını sanan Semud kavmine de Sâlih (as) aynı mesajla gönderiliyor:

"Semud (kavmi) de gönderilen resulleri yalanladı Kardeşleri Salih, onlara demişti ki: İttika etmez misiniz? Ben size gönderilmiş emîn bir Resulüm Allah'tan korkun ve bana itaat edin Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum Benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbına âittir" (es-Şuarâ, 26/141-145)

"Kadınları bırakıp, erkeklere giden" ve böylece Âd ve Semud gibi helâk edilen Lût Kavmi'ne de emîn bir elçi olan Lût (as) gönderilmişti (eş-Şuarâ, 26/160-162)

Yine Şuayb (as) da emîn bir elçi olarak, "yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, ölçü ve tartıda hilekârlık yapan" ve sonunda kendilerini "karanlık günün azâbı"nın yakaladığı Eyke ahâlisine aynı mesajla gönderilmişti Ve aynı mesajı: "Ben size gönderilen 'emin' bir resulüm?" (eş-Şuarâ, 26/178), sözleri eşliğinde kendi vasfını tanıtarak tebliğ etmişti

Yine Yûsuf (as) bir dizi bâdireleri atlattıktan sonra ''Hükümdar, Onu (Yûsuf (as)ı) bana getirin, onu kendime özel (bir dost) edineyim dedi Kendisiyle konuşunca da şöyle söyledi: "Sen, artık bugün yanımızda mevkî sahibi, emîn (bir kimse)sin " (Yûsuf, 12/54) âyetinde olduğu gibi peygamberlerin emin'lik vasfını toplum da kabul etmek zorunda kalıyordu

Musa (as) da emin bir resul olarak Fir'avun'a ve ileri gelenlerine gönderilmiştir

"Andolsun ki onlardan evvel Biz Firavn'un kavmini de imtihan ettik Ve onlara kerîm bir Resulu gelmişti (Onlara demişti ki); ''Allah'ın kullarını bana teslim ediniz Şüphesiz ki ben sizin için (gönderilmiş) "emîn" bir Rasulüm " (ed-Duhan, 44/17-18) Son Nebî ve Rasûl olan Hz Muhammed (sas) de daha risâlet görevine başlamadan önce "Muhammed'ül-Emîn" olarak tanınmıştı O da risâlet görevini kendinden öncekilerden geniş ve özde aynı emîn bir Resul olarak Mekke şirk toplumunda yerine getirdi

Kısacası "emîn" vasfı, tüm Resullerin ortak vasıflarından biridir Bu vasıfları ile Allah'ın dinini tebliğ ediyorlar ki insanlar kendilerine inansın

Tarihin hangi döneminde olursa olsun, bir kimse topluma bir dava ile geldiğinde, toplumun ona inanması için o kimsenin "emîn" vasfına sahip olması lâzımdır Günümüz İslâm dâvetçileri de başarılı olabilmeleri için bu özelliğe sahip olmalı ve peygamberlerin bu en temel vasıflarına sahip olmaya çalışmalıdırlar

Bir kimsenin "emîn" sayılabilmesi için o kimsenin davasında samimi olduğunda güvenilir olması, davayı yüklenmeye güç yetirebilmede güvenilir olması ve her türlü zorluğa o uğurda katlanacağı hususunda güvenilir olması gerekir Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de "bir işi yapabilme gücüne sahip" manasında da kullanılmaktadır "emîn" kelimesi

"(Süleyman (as)) dedi ki: Ey ileri gelenler onlar (Belkıs ve kavmi) bana müslümanlar olarak gelmeden önce, onun tahtını hanginiz bana getir(ebil)irsiniz?' Cinlerden bir ifrit, 'Sen yerinden kalkmadan önce ben onu sana getiririm ve elbette ben bunun için güçlü ve 'emîn'im' dedi (en-Neml, 21/38-39)

Emin olma; sırf doğru olma, güvenilir olma, bir işi yapabilme gibi manalarında kullanılmıyor Kur'an-ı Kerîm'de emîn kavramının bir de azâbdan, korkudan kendi kendinden "emîn olma, gibi anlamları da vardır

"Allah (bu şirkiniz için) üzerimize bir delil ve burhan (bir kitap ve hüccet) indirmediği şeyi (putları) siz O'na ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz (ilahlarınızdan) nasıl korkarım? şimdi gerçekten biliyorsanız (söyleyin bakalım, bu muvahhid ve müşrik) iki kesimden hangisi (korkudan) emîn olmaya daha lâyıktır?" (el-En'âm, 6/81)

"Korkudan, (azaptan), "emîn" olma (hakkı), iman eden ve imanlarını bir zulme bulaştırmayanlara aittir Ve doğru yolu da bulmuş olanlar onlardır" (el-En'âm, 6/82)

"Emîn" ile aynı kökten olân "emîn" ve "emene", selâmet içinde bulunma, rahatlık içinde ve mutmain olma halleri hakkında kullanılıyor Bu durumlarda gerçekten "emîn" olanlar emâneti yüklenip iman edenler, sâlih amel işleyenlerdir Allah bunu vadediyor (en-Nur, 24/55, Enfal, 8/11)

"Emîn" vasfı insanlar, şahıslar ve canlılar için geçerli olduğu gibi aynı zamanda yer, mekân, makam, belde için de geçerlidir Allah'ın emîn kıldığı beldeler vardır Eğer bir şehrin halkı emân ise o şehir de emîndir Ama sürekli emîn olmayan mekânlar da vardır

"Hani biz O evi (Kâbe'yi) insanlar için sevab (kazanma) yeri ve "emîn " (bir mekân) kılmıştık Siz de İbrahim'in makamından bir namazgâh edinin İbrahim ve İsmâil'e de, 'evimi tavâf edenler îtikafa girenler (ibâdet için orada kalanlar) rükû' ve sücud edenler için titizlikle temizleyin' diye emir vermiştik" (el-Bakara, 2/125-126)

Ama ne yazık ki bugün müstekbirler, Allah'ın düşmanları, Allah'ın emîn kıldığı beldeleri emîn olmaktan çıkarmak istiyorlar Bu emîn beldeler üzerinde kanlı planlar hazırlıyorlar O beldelerin gerçek fonksiyonlarını kaldırmak istiyorlar Halbuki Allahu Teâlâ o beldeler üzerine yemin ediyor:

''Andolsun incire ve zeytine, (Kelimullah Hz Musa'nın müracaat yeri olan) Sina dağına ve (Hz Rasûl'ün doğum yeri olan) şu emîn (Mekke) şehr(in'e ki; şüphesiz biz, insanı ahsen-i takvim'de (en güzel biçimde) yarattık " (et- rn, 95/ 1-4)

Hiç kimsenin elinin uzanamayacağı, emniyetini bozamayacağı dâr'us-selâm ise Müttakîlere va'dediliyor Ancak orada emîn bir şekilde yaşarlar

"Müttakîler ise muhakkak ki, bir "emîn" makamdadırlar Cennetler de ve pınarlardadırlar Karşı karşıya oldukları halde atlastan, parlak ipekten (elbiseler giyineceklerdir İşte böyle, onları huruniyn (gözleri iri, rübaları tertemiz, beyaz tenli cennet kadınlar) ile eş yaptık Onlar orada "emîn " bir durumda her meyveden isterler" (ed-Duhân, 44/51-55)

Muammer ERTAN

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (E)

Eski 11-04-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (E)



En'âm Sûresi

Kur'an-ı Kerîm'in altıncı suresi, Mekke'de bir defada nazil olmuştur Ancak; 91, 92, 93 ve 151, 152, 153 ayetlerin Medine'de indiği rivâyet edilir Surenin bütünü 165 ayet, üçbinelli iki kelime, onikibinikiyüzkırk harften ibarettir Fasılası; nun, mim, lâm, zâ, râ harfleridir

En'âm suresinde Allahu Teâlâ, şirki reddederek, tevhid'e, ahirete imana çağırır; bâtıl inançları yok eder; temel ahlâk ilkeleri koyar; Hz Peygamber'e yöneltilen itirazlara cevap verir; Resulullah ve müminleri teselli eder, kâfirlere uyarı ve tehditlerde bulunur, Hz İbrahim (as)'in kıssasına yer verir; kitap, hüküm ve nübüvvet verilen seçkin kulları (peygamberleri) zikreder

Bu sure, Mekke'de inen diğer sureler gibi Allah'a ve Peygamber'e imanı kökleştiren, tevhîd inancını aşılayan, câhiliye devrinden gelen bozuk inanç ve kanaatleri sarsan, insanları varlıklar üzerinde düşünmeye çağıran özelliklere sahiptir Sure, yüce Allah'a övgü ve hamd ifadeleriyle şöyle başlar: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah'a mahsustur Böyleyken kâfirler hâlâ Rablerine başkalarını eşit sayıyorlar Sizi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel takdir eden O'dur Tayin edilen bir ecel de O'nun katındadır Sonra bir de şüphe ediyorsunuz Göklerde ve yerde Allah sadece O'dur O sizin gizlinizi de açığınızı da ve ne kazanacağınızı da bilir'' (el-En'âm, 6/1 -3)

Surenin bütününde telkin edilen hususlar şöyle özetlenebilir Bütün varlıkları yaratan Allah'tır Rızkı veren ve mülkün sahibi olan O'dur Gerçek hükümranlık, güç ve kudret O'nundur O, bilinmeyen şeyleri ve sırları bilendir Geceleri gündüze çevirdiği gibi, gözleri ve kalpleri döndüren de Allah'tır Bu yüzden, insanların hayatına hükmedenin de Allahu Teâlâ olması gerekir Yol çizmek, hüküm koymak, helâli ve haramı belirtmek yalnız O'nun yetkisindedir Bütün bunlar ilâhlığın özelliklerindendir Yine bütün bunları yaratma, rızık verme, öldürme, diriltme, fayda veya zarar verme Allah'ın elindedir Yerlerin ve göklerin tek ilâhı Allah'tır

Esmâ binti Yezid'den şöyle dediği nakledilmiştir: "En'âm sûresi Resulullah'a indiği zaman ben Hz Peygamber'in devesinin yularını tutuyordum Sure bütünü ile indi ve ağırlığından az kalsın Hz Peygamber'in devesinin kemikleri kırılacak gibi olmuştu" (S Kutup, Fizılâlı'l-Kur'an, Çev: M E Saraç, İ Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, İstanbul, V, 45)

Ayetlerde, itikad bozukluğu olanlar uyarıldıktan sonra, eski hallerinde ısrar ederlerse kötü sonuçla karşılaşacakları bildirilir: "Hak, kendilerine gelince onu yalanladılar Alaya aldıkları şeyin haberi yakında kendilerine gelecektir Bizim daha önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik Onlara gökten bol bol yağmur indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık Fakat onları günahlarından dolayı helâk ettik ve kendilerinden sonra başka bir nesil varettik" (5-6)

Allahu Teâla'nın gayb âlemini ve sırlar dünyasını ihâta edişi, nefis ve ömürleri bilmesi, karada ve denizde, gece-gündüz, dünya-âhiret, ölüm ve dirim husûsunda hükmedici ve kahredici gücü şöyle ifade edilir: "Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır Onları ancak O bilir O, karada ve denizde olanları bilir Düşen hiçbir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin Yerin karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir kitapta kayıtlıdır"

"Geceleyin sizi öldürür gibi uyutan, gündüzün ne elde ettiğinizi bilen O'dur Sonra tâyin edilen vâdenin tamamlanması için sizi gündüzün diriltir gibi uyandırır Sonra dönüşünüz yine O'nadır Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir"

"O, kulları üzerinde kahredici güce sahiptir Size koruyucu melekler gönderir Sonunda sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını alırlar ve hiçbir eksiklik yapmazlar" (59-61)

Bitkiler, denizler ve karalarla ilgili düşünmeye sevkeden ayetlerde şöyle buyurulur:

"Taneyi ve çekirdeği yaratan şüphesiz Allah 'tır Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır İşte Allah budur O halde nasıl yüz çevirirsiniz?" (95)

"Karanlığı yarıp tan yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı yapan, güneşi ve ayı bir hesaba göre hareket ettiren O'dur İşte bu, her şeye galip olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir" (96)

"Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratan O'dur Şüphesiz biz, bilen bir kavim için ayetleri geniş bir şekilde açıkladık" (97)

"Gökten, suyu indiren O'dur Biz, o su ile her şey için gereken bitkiyi çıkardık Ondan da yeşillik meydana getirdik" (99)

Bütün bu nimetler üzerinde düşünüp ibret almayan ve uyarılara kulak asmayanların kıyamet günündeki sıkıntıları şöyle ifade edilir:

"Ateşe sürüldükleri zaman; keşke Rabbimizin ayetlerini inkâr etmeyerek, mümin olarak yeniden dünyaya döndürülseydik, dediklerini bir görsen" (27)

"Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır Kıyâmet günü ansızın gelince, onlar günâhlarını sutlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: 'Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize' Bakın yüklendikleri günah ne kötüdür" (31)

Medine'de indiği bildirilen ayetlerde oranın özelliklerini görmek mümkündür Çünkü Mekke'de inen ayetlerde inanç ve ahlâk esasları ağırlıkta iken Medine'de inenler hüküm ağırlıklıdır Bir yandan ibâdetler, cihad, aile ve mirasla ilgili, diğer yandan da ceza, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası ilişkilerle ilgili hükümler burada indi Çünkü Medine döneminde artık bu kuralları uygulayacak bir İslâm devleti doğmuştu

Şu ayetlerde Medine'de inişin izleri görülebilir:

"De ki: 'Gelin size Rabbinizin haram kıldıklarını okuyayım: Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın Ana-babaya iyilik yapan Fakirlikten dolayı çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz rızıklandırırız Hayâsızlıkların açığına da gizlisine de yaklaşmayın Haklı olmanız müstesna Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın Allah, aklınızı kullanasınız diye size bunları emretti" (151)

"Yetim, rüşdüne erinceye kadar, onun malına en güzel yolun dışında yaklaşmayın Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın Biz herkesi gücünün yettiği ile mesul tutarız Akrabanız dahi olsa konuşurken adaletli olun Ve Allah'ın ahdini yerine getirin Allah düşünesiniz diye size bunları emretti İşte benim yolum budur; dosdoğrudur; O'na uyun Başka yollara uymayın ki, sizi Allah'ın yolundan ayırmasın Allah bunları size sakınasınız diye emretti" (152-153)

Sure şu ayetle sona ermektedir: "Verdiği şeylerle sizi imtihan etmesi için sizleri yeryüzünün halifeleri kılan ve sizi derece bakımından birbirinizden üstün yapan O'dur şüphesiz ki, Rabbin azâbı sür'atli olandır O, çok affeden ve çok merhamet edendir" (165)

Hamdi DÖNDÜREN

ENBİYÂ

Peygamberler, Nebî kelimesinin çoğulu Nebî, peygamber demektir Farsça bir kelime olan 'peygamber''in kelime anlamı; "haber getiren"dir "Resul" kelimesi de peygamber demektir Ancak nebî ile rasûl arasında şu fark vardır: Resul yeni dinî hükümler (şerîat) getiren peygamberdir Nebî ise kendinden önce gönderilen peygamberin getirdiği hükümlerle amel ederek insanları Allah'ın birliğe ve yalnız O'na kulluğa çağıran peygamberdir Kur'an'ın yirmi birinci sûresinin adı "Enbiya sûresi"dir Sûrede peygamberlerin kıssalarından söz edildiği için bu adı almıştır

Yüce Allah insanları ve cinleri kendisine kulluk yapmaları için yaratmıştır (ez-Zâriyât 51/56) Kulluk geniş anlamıyla Allah ve Rasûlünün emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmaktır Allah'ın emir ve yasakları bilinmeyince kulluk yapmak da mümkün olmaz İşte peygamberlerin görevi insanlara Allah'ın emir ve yasaklarını bildirip onları kulluğa çağırmaktır

Allah Teâlâ insanlara peygamberleri aracılığıyla doğruyu yanlışı bildirmiştir Tatbik edildikleri zaman bu dünyada ve ahirette mutluluğa kavuşturacak hükümlerini onlar vasıtasıyla göndermiştir Etkili olması için de "kendi içlerinden" (et-Tevbe 9/128), yani onlar gibi insan olan kimseleri peygamber seçmiştir Çünkü insanların eğilimlerini, psikolojik durumlarını bilmek tebliğ, yani İslâm'ı anlatmak için şarttır

Allah ilk insan ve ilk peygamber olarak Hz Âdem'i yaratmış, ona gerekli bilgileri öğretmiş ve kendi adına yeryüzünde hükmetmesini emretmiştir (el-Bakara 2/30) Hz Adem'den itibaren Allah'ın insanlara gönderdiği din İslâm dinidir Bu din Allah'ın bir olduğu, eşi ve ortağı olmadığı inancına dayanır Buna "tevhîd" (birleme) inancı denir Her peygamber kendisine verilen "tevhîd inancını anlatma ve yayma" görevini eksiksiz olarak yerine getirmiştir Fakat insanların çoğu yine inkâr ve sapıklık yolunda devam etmiştir Kazançlı çıkanlar, bu dünyada bazı sıkıntılara uğrasalar da, inananlar olmuştur Çünkü ebedî saadet ve mutluluk onlar için hazırlanmıştır

Kur'an-ı Kerîm'de tevhid inancı şöyle anlatılır: "De ki: 'Ey kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a tapalım; O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birimiz diğerini Allah'tan başka tanrı edinmesin ' Eğer yüz çevirirlerse, 'Şâhit olun, biz müslümanlarız' deyin" (Âl-u İmrân, 3/64)

Allah, her millete bir peygamber göndermiştir Peygamberler insanlara hak ve hakikatı kendi dilleriyle açık bir şekilde anlatmışlardır: "Biz her millet içinde, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan kaçının' diye bir elçi gönderdik Onlardan kimine Allah hidâyet etti, kimine de sapıklık hak oldu İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş" (en-Nahl, 16/36)

"Biz her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (emredildikleri şeyleri) açıklasın (Peygamberin açıklamasından) sonra Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir O azîzdir, hikmet sahibidir" (İbrahim, 14/4)

Her millete bir peygamber gönderilmesi, onları bilmedikleri şeyden hesaba çekmemek ve azâb etmemek içindir: "Biz elçi göndermedikçe (hiçbir kavme) azâb edecek değiliz" (el-İsrâ, 17/15) İnsanlar hesap gününde: "Yâ Rabbi, biz bilmiyorduk; bize bu günü haber veren senin azâbını bize hatırlatan kimse gelmedi" diye özür beyan edemeyeceklerdir: "Rablerini inkâr edenler için cehennem azâbı vardır Ne kötü gidilecek yerdir o! Oraya atıldıkları zaman onun öfkeli homurtusunu işitirler; kaynıyor; az daha öfkeden çatlayacak Her topluluk onun içine atıldıkça onun bekçileri, onlara sordu: 'Size bir uyarıcı gelmedi mi?' Dediler: 'Evet, bize uyarıcı gel di ama biz yalanladık ve; 'Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz dedik ' Ve dediler ki: "Eğer biz (onların sözlerini) dinleseydik, yahut düşünüp aklımızı kullansaydık, su çılgın ateşin içine atılanlardan olmazdık" (el-Mülk, 67/6-11)

Peygamberler İslâm'ı tebliğ ederken metod olarak "müjdeleme" ve "uyarma" yolunu benimsemişlerdir Bunu onlara Allah (cc) öğretmiştir: "Ey Peygamber, biz seni şâhit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik Ve izniyle Allah'a davetçi ve aydınlatıcı bir lamba olarak (gönderdik) Müminlere, Allah'tan büyük bir lûtfa ereceklerini müjdele!'' (el-Ahzâb, 33/45-47)

Peygamberler de insandır; yerler, içerler, evlenirler, çarşı-pazarlarda dolaşırlar (el-Kehf, 18/1 10; el-Furkan,25/7); fakat üstün ahlâk sahibi, her türlü bedenî ve ruhî hastalıklardan sâlim, ince anlayışlı şahsiyetlerdir Ayrıca her zaman Allah'ın vahyine muhâtap olup O'nun gözetimi altındadırlar Herhangi bir yanlış iş yaptıkları zaman Allah tarafından uyarılırlar

Peygamberlerin bazı sıfatları vardır ki bunları bilmek her müslümana vacibdir Bu sıfatlar şunlardır:

1 Emânet: Peygamberler emânete ihânet etmezler Allah'tan aldıklarını eksiksiz olarak insanlara iletirler

2 Sıdk: İşlerinde ve sözlerinde doğrudurlar Verdikleri sözde dururlar Asla yalan söylemezler

3 Tebliğ: Allah'ın bildirdiği emir ve yasakları olduğu gibi insanlara açıklarlar

4 Fetânet: Çok anlayışlı ve zekîdirler

5 İsmet: Peygamberlikten önce ve sonra, büyük-küçük hiçbir günah işlemezler

Peygamberler Allah'ın seçtiği faziletli kişilerdir Adaletle hükmederler, zulüm ve haksızlık yapmazlar

Peygamberler arasında, sahip oldukları özellikler bakımından bir fark yoktur: "Resul, Rabbinden kendisine indirilene inandı; müminler de Hepsi Allah'ın meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı 'Onun elçilerinden hiçbirini diğerinden "ayırmayız" (dediler) Ve dediler ki: 'İşittik, itâat ettik Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz Dönüş(ümüz) sanadır" (el-Bakara, 2/285)

Peygamberler arasında derece ve fazilet farkı vardır: "İşte biz o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık Allah onlardan kimiyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik Allah dileseydi, onların arkasından gelen milletler, kendilerine açık belgeler gelmiş olduktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi Fakat anlaşmazlığa düştüler Onlardan kimi inandı, kimi de inkâr etti Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi Ama Allah dilediğini yapar" (el-Bakara, 2/253)

Peygamberlerin üstünlük sırasına göre dereceleri şöyledir:

1 Nebîler

2 Resuller

3 Ulü'l-Azm (azim ve irade sahibi) Peygamberler: Hz Adem, Hz Nuh, Hz İbrahim, Hz Musa, Hz İsa, Hz Muhammed (aleyhimüsselâm)

4 Hâtemü'l-Enbiyâ: Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu peygamberimiz Hz Muhammed Mustafâ (sas)

Peygamberimiz (sas) "âlemlere rahmet olarak" (Enbiyâ, 21/107) gönderilmiştir O, "büyük ahlâk üzerindedir"(Kalem, 88/4) Örnek hayatıyla müminlerin önderidir (Ahzab, 33/21) Kurtulmak isteyen O'nun yüce sünnetine sarılır Onun sözleri, işleri, tavır ve davranışları yolumuzu aydınlatan ışıklardır O, Allah'ın habîbi (Habîbullah)dır Her zaman O'na salât-ü selâm getirmek, yani Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed demek lâzımdır Çünkü Allah ve melekler de O'na salât-ü selâm okurlar (Ahzâb, 33/56) O, insanların ve cinlerin peygamberidir Büyük şefâat (şefâat-i uzmâ) hakkı ona verilmiştir En büyük mûcize Kur'an-ı Kerîm, ona gönderilmiştir Kıyamete kadar bütün insanlığın peygamberidir Salât ona, selâm ona, onun âline, ashâbına ve etbâma olsun!

Peygamberimiz (sas) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: ''Her peygamberin kabulü muhakkak olan bir duası vardır Hepsi de bu duasını dünyada iken yapmıştır Ben duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat olarak sakladım İnşaallah bu şefaat ümmetimden, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölenler hakkında gerçekleşecektir"(Buhari,Müslim, Tirmizî'den naklen Tâc, 245)

Peygamberlere iman, imanın altı şartından birisidir Bunun için peygamberlerin varlığını kabul etmeyen, onlara söven veya hakaret eden, onlarla alay eden, onlara kötü fiiller isnad eden kimse dinden çıkmış olur Peygamberlerin hepsi de insanları doğru yola çağıran, karşılığında hiçbir ücret almayan mübarek kişilerdir Hayatları boyunca türlü sıkıntı ve eziyetlere uğramışlar fakat sabırla Allah'ın kendilerine verdiği tebliğ görevini ölünceye kadar yerine getirmişlerdir (Daha geniş bilgi için bk peygamberler)

Halit ÜNAL

ENBİYA SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yirmibirinci suresi Mekke'de nâzil olan bu surenin ayetleri yüzoniki; kelimeleri binyüzaltmışsekiz; harfleri dörtbinsekizyüzdoksan; fasılası "mîm" ve "nûn" harfleridir

Sure, bazı peygamberlerden ve onların kavimleri ile olan münâsebetlerinden söz ettiği için bu ismi almıştır "Enbiyâ"; "nebî" kelimesinin çoğuludur Nebî; kendisine kitap veya sâhife verilmeyen, bir önceki peygamberin şerîati ile amel eden ve onu tebliğ etmekle görevli olan peygamberdir Bu manası ile nebî terimi resul teriminden daha geniş anlamlıdır Çünkü Resul, nebîlerin içinde, kendilerine kitap veya sahife verilip tebliğ ile görevlendirilen peygamberlere denir Buna göre bütün peygamberler nebîdir Fakat her nebî Resul değildir

Enbiya suresi tevhid yani Allah'ın varlığı ve birliği, peygamberlik ve peygamberler, ölümden sonra dirilme ve hesaba çekilme ile ahiret hayatı gibi sahaları çok geniş olan inanç esaslarını içerir

"İnsanların hesap verme (günü) yaklaştı (Fakat) onlar hala gaflet içinde (peygamberlerle alay ederek onların getirdikleri hakktan) yüz çevirirler" ayetiyle başlayan süre üç ana bölümde incelenebilir:

Birinci bölüm peygamberlikle ilgilidir İnsana çok yakın olan korkunç bir tehlikeyi haber vererek başlayan bu bölüm ilk dokuz ayette ciddiyetten yoksun, akılları bazı geçici menfaatlerle şartlanmış gâfil insanların kendilerini doğru yola çağıran peygamberleri ile nasıl alay ettikleri ve sonunda karşılaştıkları ilâhı azâblar naklediliyor Bu kısımda insanlara Allah'ın elçisi olarak gönderilen peygamberlerin de insan oldukları, bu sebeple yeme-içme gibi beşerî ihtiyaçlarının bizzat kendileri tarafından karşılandığı anlatılmakta; bunun eskiden beri böyle devam edegeldiği ve garip karşılanmâması gerektiği belirtilmekte; fakat buna rağmen inkârcıların, çeşitli iftira ve ithamlar ileri sürerek onlara inanmak istemediklerine işaret edilmektedir Ardından, "Nihayet onlara verdiğimiz sözü yerine getirdik, kendilerini ve dilediklerimizi kurtardık; aşırı gidenleri de yok ettik" (9) âyetiyle, peygamberlerini inkâr edip onlarla alay edenlerin eninde sonunda cezalarını bulacakları kesin olarak anlatılıyor Çünkü hakk daima galip gelmektedir:

"Muhakkak ki biz hakkı bâtılın tepesine indiririz de onun beynini parçalarız ve böylece bâtıl da ortadan kalkmış olur Allah'a (ve peygamberlerine) yakıştırdıklarınızdan dolayı size yazıklar olsun!'' (18)

Bütün bu kıssalar ve ikazlarla Hz Muhammed (sas)'e ilk muhâtab olan Mekkeli müşrikler hedef alınmakta ve öncelikle onların ibret alıp inanmaları istenmekte, inanmadıkları takdirde, kendilerini önce dünyada sonra da ahirette büyük bir azâbın beklediği anlatılmaktadır Peygamberlerle alay konusu sadece o günlere ait bir şey sanılmamalıdır Günümüzde de İslâm düşmanları tarafından aynı iftiralar allanıp pullanarak tekrar tekrar gündeme getirilmektedir Şu halde ayetin hükmünün sadece adı geçen peygamberlerin zamanlarındaki inkârcılara âit olduğunu düşünmemek gerekir Çünkü tefsirde şu kâide meşhurdur: "Esbâb-ı nüzûlün, yani âyetin inmesine sebep olan olayın hususî olması, hükmünün umumî olmasına engel değildir" Şu halde bu tehdidler günümüzdeki ve gelecekteki inkârcılar için de aynen geçerlidir

Peygamberlik ve peygamberlerle ilgili olan bu bölüm surenin sonuna kadar diğer konularla içiçe sürüp gitmekte ve zamanın derinliklerinden akıp gelen peygamberler kafilesinin aslında tek bir inancı tebliğ etmek için gönderildikleri belirtilmektedir Bu öyle bir inançtır ki çeşitli aile ve ırklardan meydana gelmiş insan toplumlarını dağınıklıktan ve birbirlerine düşman olmaktan kurtarıp birbirlerine karşı hoşgörülü ve sevgi dolu birleşik bir toplum meydana getirmektedir Bu suredeki peygamberler zinciri Hz Musa ve Harun ile başlıyor ve onlara verilen Furkân, yani hakkı bâtıldan ayıran kitaba işaret edildikten sonra 50 ayetten 70 ayete kadar süren kıssada Hz İbrahim'(as)in, putperest kavmi ile yaptığı mücâdele v,e bu mücâdelede putları nasıl kırdığı tafsilatlı bir şekilde anlatılıyor Putperestlik her devirde insanları insanlara boyun eğdirip köle eden bir düzenin paravanası olarak kullanılmıştır Bu düzende insanlar zulüm üzerine bina edilen birtakım geçici,menfaat esasları ile idare edilmeye çalışılıyor ve bunun tanrıları tarafından öngörülen bir sistem olduğu iddia ediliyordu Dolayısıyla bu sisteme karşı gelenlerin, tanrıların gazâbına uğrayacakları fikri aşılanıyordu Bu çarpık düzenin savunucuları ve yöneticileri ise kendilerinin tanrı soyundan geldiklerini, sırf insanları idâre etmek için yaratılmış ayrı bir sınıf olduklarını ileri sürüyorlardı Rivâyetlere göre İbrahim peygamberin zamanındaki putperestliğin savunucusu da Kuzey Irak'a hâkim olan kral Nemrud idi İbrahim (as) büyüklerinden birisi hariç, kavminin tapageldikleri bütün putları kırmakla onların kendilerini savunamayacaklarını ve hatta kendilerine zarar verenin kim olduğunu bile haber veremeyeceklerini göstererek putperestliği bırakıp her şeye gücü yeten Allah'a yönelmelerini istemiştir Putperestliğin savunucusu Nemrud ise Hz İbrahim'i cezalandırmak için onu yaktırmak istemiş fakat canlı-cansız her şeye sahib oldukları gücü veren Allah, ateşin yakıcılık özelliğini bir anlık kaldırarak, elçisini kurtarmak suretiyle kayıtsız şartsız boyun eğilmesi gereken gücün kendisinde olduğunu bütün açıklığı ile göstermiş; fakat liderlik sevgisi veya kölelik ruhu ile gözleri perdelenen, kalpleri mühürlenen kişiler yine inanmamakta ısrar etmişlerdir

Bu kıssadan sonra 91 ayete dek İshâk, Yâkûb, Lût, Nûh, Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, İsmail, İdris, Zülkifl, Zü'n-Nûn (Yûnus), Zekeriyyâ ve İsa (aleyhimü's-selam), peygamberlerden özetle bahsedilerek karşılaştıkları zorluklar anlatılmakta ve bu zorluklara bazen sabır, bazen ikna edici deliller getirip tartışarak bazen de mücadele ederek, yerine göre uygun düşecek bir metodla nasıl göğüs gerdikleri ve sonunda kötülüklere nasıl galip geldikleri anlatılmaktadır

Surede işlenen diğer iki önemli konu da öldükten sonra dirilme ve Allah'ın tevhididir:

"Yoksa onların, yeryüzünde edindikleri tanrıları mı ölüleri diriltecekler? Eğer göklerde ve yerde Allah 'tan başka (birtakım) tanrılar olsaydı yer ve göğün düzeni bozulurdu Arş'ın Rabbi olan Allah onların nitelediklerinden münezzehtir" (21, 22) Burada bütün peygamberlerin tevhîd inancını savundukları, fakat buna rağmen zaman zaman insanlar arasında sapmaların ortaya çıktığı ve "Rahmân (olan Allah) çocuk edindi" (26) ve benzeri safsataları ileri sürüp Allah'a eş koşarak şirke dalanların olduğu anlatılmaktadır Bu tür iddiaları ortaya atanların, yer ve göklerin yaratılışından beri aynen süregelen ilâhı kanunlardan deliller getirilerek, hataya düştükleri gözler önüne serilmektedir Surenin bu kısmında ilmin henüz yeni yeni keşfedebildiği kâinatın düzeni ile ilgili gerçeklerden söz edilmektedir:

"Yeryüzüne de, insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yerleştirdik Doğru yolda gitsinler diye geniş yollar yaptık Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık Fakat onlar hâlâ delillerden yüz çeviriyorlar (Halbuki) geceyi ve gündüzü, herbiri ayrı yörüngede gezen güneşi ve ayı yaratan da O'dur" (31-33)

Kâinatta cârı olan ve canlı cansız bütün varlıklara hükmeden kanunlarda düzensizlik ve anarşinin olmaması, tam aksine birbirleriyle uyum içerisinde bulunmaları, onları var edenin ve idare edenin de tek bir güç olduğunu bize göstermektedir Böylece yaratıldığı andan itibaren aynen cereyan edegelen kâinat kanunları ile ilk peygamberden son peygambere kadar insanlara tebliğ edilen inançlar arasında açık bir tevhidin olduğuna da işaret edilmektedir Bu değişmeyen inanca göre ölümden sonra dirilmenin ve dünyada yaptığımız iyilik ve kötülüklerden hesaba çekilmenin vukû bulması kaçınılmaz bir gerçektir O günde yapageldiğimiz her şey tartılacak, onları ne niyetle ve hangi düşünceyle yaptığımız gözönüne alınarak, büyük küçük her hareketimiz teraziye vurulacak ve bu konuda en ufak bir haksızlığa uğratılmayacağız:

"Her canlı ölümü tadacaktır Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük (yapabilme gücü) veririz Sonunda (hesap vermek için) bize döndürüleceksiniz " (35)"Biz Kıyamet günü adâlet terazilerini kuracağız Hiçbir kimse hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmaz, hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı ortaya koyarız Hesap gören olarak da biz yeteriz"(47)

En ufak bir haksızlığın sözkonusu olmadığı bu hesap gününde, kim peygamberlerin rahmet ve huzur dolu çağrısına uyarak dünyada iyi işler yapmış, namaz kılmış, zekât vermiş, her işini hak ve adâlet esaslarına göre yürütmüşse, ona cennette sonsuza dek sürecek olan mutluluklar bahşedilecek; kim de hak yoldan sapıp yan çizmiş ve kötülükler yapmışsa, cehennemde şiddetli azâblarla cezalandırılacaktır

Sure, ahiret hayatında inkârcıların cehennemde karşılaşacakları cezalar ile, inanıp yararlı işler yapan müminlere Cennette bahşedilecek olan mükâfatların tasvirlerinden sonra şu dua ile son buluyor:

"(İnatla inkârda ısrar edenlere karşı) Rasulullah dedi ki: Rabbim; artık aramızda hakk ile hükmet Ey insanlar, sizin niteleye geldiğiniz (yakışıksız) şeylere karşı Rahman (çok merhametli) olan Rabbimize sığınırız" (112)

İbrahim ÇELİK

ENFÂL SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in sekizinci sûresi Yetmişaltı ayet, binikiyüz kelime, beşbinikiyüz doksan dört harftir Fasılası, nun, mim, ba, ra, ta, kaf ve dal harfleridir Medine'de Bakara suresinden sonra nâzil olmuştur Sure, İslâm ile şirk düzeni arasındaki Bedir gazvesinden (Furkan gününden) sonra Hicrî ikinci yılda vahyedilmiştir

"Enfâl", harp ganimetleri demektir Aynı zamanda nimet, bir asla yapılan fazlalık manalarına gelen "nefl" kelimesinin çoğuludur Savaş ganimetleri denilen "ganâim" kelimesi yerine "enfâl" kelimesinin vahyedilmesi, ganimetler* üzerinde kendi hakları olduğunu indî olarak savunan mü'minlere, ganimetin paylaşımının ve hükmün ancak Allah ve Resulü'ne ait olduğunu hatırlatmak içindir

Bu sure bizzat Bedir savaşında meydana gelmiş bir hâdisenin üzerine ışık tutarak olayın nasıl cereyan ettiği hususunu aydınlığa kavuşturuyor Ubâde b es-Sâmit'in rivâyetine göre bu sure, Bedir'de bulunanlar hakkında nâzil olmuştur Onların ganimetler konusunda ihtilâfa düştükleri, Câhilî huylarının canlandığı bir sırada inerek Allah'ın ganimeti ellerinden aldığını ve Resulullah'a verdiğini ve ganimetin Allah'ın kanunu gereğince dağıtılacağını zikretmektedir Gerçekten onlardan bazısı, beşer tarihinde bir ayrılık günü (hak ile bâtılın ayrılması) demek olan bir fenomenin değerini düşürerek, onu basit ve ilkel bir ganimet paylaşımı hâdisesine indirgemişlerdi Halbuki Allah, onlara ve onların ötesinde beşeriyete çok büyük meseleleri öğretmek istiyordu Olaya, "iki topluluğun karşılaştığı gün" adını veren Allahü Teâlâ bu savaşın Allah'ın takdiri ve yardımı ile kazanıldığını, Allah'ın onları bir musibetle denediğini, zaferin basit bir ganimet paylaşımı sonucuna değil çok daha büyük sonuçlara yol açtığını bildiriyor

Sure onların ganimetler hakkındaki sorulan ve bu konuda Allah'ın hükmüne başvurulması; Allah'tan korkup itaat etmeleri ve mü'minlerin birbirleriyle çekişmeyip aralarını düzeltmelerinin gerektiğine dair hususları ele alan bir giriş bölümüyle başlamaktadır:

"Sana, harb ganimetlerine dair soru sorarlar; de ki: 'Canim etler Allah'ın ve Peygamber'inindir' Müminler iseniz Allah'tan korkun, aranızdaki münâsebetleri düzeltin, Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin "(1)

Sonra onlara dönerek, kendi kendileri için istedikleri ve gözettikleri hususla, Allah'ın gözettiği husus arasındaki farkı hatırlatıyor Kendilerinin yeryüzünün gerçekleriyle ilgili gördükleri şeylerle, onların gerisinde cereyan eden Allah'ın takdirini gösteriyor:

"Nitekim, Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş için çıkarmıştı da, müslümanların bir kısmı bundan hoşlanmamıştı" (5)

"Hak apaçık meydana çıktıktan sonra bile onlar bu mevzûda, sanki göz göre göre ölüme sürülüyorlarmış gibi, seninle tartışıyorlardı" (6)

"Hani Allah iki tâifeden birini size va'detmişti de; siz, kuvvetsiz olanın size düşmesini istiyordunuz Oysa, suçluların hoşuna gitmese de, hakkı ortaya çıkarmak ve bâtılı tepelemek için, Allah emirleriyle hakkı ortaya koymak ve inkârcıların kökünü kesmek istiyordu" (7)

"O, günâhkarlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı geçersiz kılmak için böyle istiyordu " (8)

Sonra, onlara gönderdiği yardımı, kolaylaştırdığı zaferi ve bunun neticesi kendi fazl ve keremiyle takdir ettiği mükâfatı hatırlatıyor:

''Hani siz Rabbinizden yardım dilemiştiniz O da"Ben size, birbiri peşinden bin melekle yardım ederim"diyerek duanızı kabul buyurmuştu " (9)

"Allah bunu ancak bir müjde olarak ve kalplerinizin yatışması için yapmıştı Yardım ancak Allah katındandır Allah azîzdir, hakîmdir" (10)

"Allah, kendi tarafından bir emniyet işâreti olarak sizi hafif bir uykuya daldırmıştı Sizi arıtmak, sizden şeytan vesvesesini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve sebâtınızı arttırmak için gökten su indirmişti" (11)

"Hani Rabbin meleklere, 'şüphesiz ki ben sizinle beraberim Haydi îman edenlere sebat ilham edin ' diye vahyediyordu "Ben inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım Artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın "; "Çünkü onlar Allah ve Resulüne karşı geldiler Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse Allah'ın cezası cidden çetindir" (12-13)

"Bu sizin, öyleyse tadın onu Kâfirlere bir de ateş azâbı vardır" (14)

Böylece, surenin seyri bu sahalarda ilerleyerek savaşın tamamen Allah'ın takdiri ve tedbiriyle, O'nun yol göstermesi ve yönlendirmesiyle cereyan ettiğini tescil ediyor; O'nun yardımı, takdir ve kudretiyle kendi yolunda ve kendisi için yapıldığını arzediyor Bunun için de önce savaşanları, ganimet meselesinden uzaklaştırıyor; bunun Allah ve Resulü için olduğunu beyan ediyor Tâ ki Allah, onu kendilerine tekrar verirse bunun, Allah'ın fazlı ve ihsânıyla olduğunu anlasınlar Bunun gibi ayrıca onları her türlü arzu ve hislerden uzaklaştırıyor ki yaptıkları cihadın sırf Allah rızası için olduğu ve yalnız O'nun için savaştıkları anlaşılsın Nitekim bu gibi ayetlere muhtelif şekilde rastlıyoruz: "Ey müminler, toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman savaştan kaçmayın Kim onlara böyle bir günde -yine savaşmak için bir yana çekilen ya da bir başka bölüğe katılmak için yer tutanın dışında- arkasını çevirirse şüphesiz o Allah'ın gazâbına uğramıştır; Onun yurdu Cehennemdir; ne kötü bir yataktır o " (15-16)

"Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü Atlığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı Allah bunu, mümînleri denemek ve onlara güzel bir lütufta bulunmak için yapmıştı Doğrusu Allah semîdir, alîmdir" (17)

"Yeryüzünde azlık olduğunuz ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi esir olarak alıp götürmesinden korktuğunuz zamanları hatırlayın Allah, şükredesiniz diye sizi barındırmış, yardımıyla desteklemiş ve temiz şeylerle rızıklandırmıştır" (26)

Müminlerin katıldıkları her savaş Allah'ın takdiri ve tedbiriyle meydana gelmektedir O'nun rehberliği, yön vermesi, yardımları ve takdiri ile kendi yolunda ve kendisi için cereyan etmektedir İşte bunun için, sure içerisinde de bu savaşlarda sebat etme, ileriye doğru gitme, savaşa hazırlanma, Allah'ın yardımına güvenme, savaştan kaçmaktan sakınma, mal ve evlat fitnesinden korunma, savaşın adabına riâyet etme konusunda ve insanlar üzerinde diktatörlük kurup gösteriş yapmak için savaşa çıkmamak hususundaayet-i kerîmeler tekerrür ediyor:

"Ey iman edenler, harb için ilerlerken kâfir olanlarla karşılaştığınız zaman onlara arka çevirmeyin" (15)

"Ey iman edenler, bir toplulukla karşılaşırsanız dayanın, başarıya erişebilmeniz için Allah'ı çok anın " (45)

"Bilin ki mallarınız da, evlatlarınız da ancak birer imtihandır Büyük mükâfat ise şüphesiz Allah katındadır" (28)

"Ey iman edenler, onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları hazırlayın Allah yolunda sarfettiğiniz her şey, size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir" (60)

Böylece meseleler boşlukta bırakılmıyor, aksine şu derin ve değişmez açık esaslar çerçevesinde toplanıyor:

I- Ganimetler meselesinde Allah'tan korkmaya (1), Allah'ı anarken titremeye (2); imanın Allah'a ve rasûlüne itâatle ilgili olduğuna (20), dair işâret yeralıyor

II- Savaş, Allah'ın tedbir ve takdirine havâle ediliyor; savaşı bütün merhaleleri ile Hakkın yönettiğine işâret ediliyor (42)

III- Savaş hâdiseleri sırasında ve elde edilen neticelerde yine Allah'ın yardımı, inâyeti ve O'nun rehberliği ön plâna çıkarılıyor (17)

IV- Savaşta sebat göstermeyle emrolunurken, Allah'ın isteğine göre hayat sürüleceği, Allah'ın kişi ile kalbi arasına gireceği ve kendisine tevekkül edenleri mutlak şekilde muzaffer kılacağı hususunda beyanlar vârid oluyor (24, 45)

V-Savaştan sonraki hedefin belirtilmesi ile ilgili olarak şu hüküm yeralıyor:

"Yeryüzünde fitne* kalmayıncaya ve din * tamamen Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın " (39)

"Yeryüzünde savaşırken, gâlibiyeti sağlamadıkça esir almak hiçbir peygambere yakışmaz Geçici dünya malını istiyorsunuz; oysa Allah âhireti kazanmanızı ister Allah azîzdir, hakîmdir" (67)

VI- İslâm cemiyetindeki münasebetlerin tanzîmi; İslâm cemiyetiyle diğer cemiyetler arasındaki ilişkiler açıklanırken, İslâm cemiyetinin ana kaidesinin ve onu diğer toplumlardan ayıran en önemli farkın akîde olduğu belirtilerek, safların ilerlemesinde veya gerilemesinde temel unsurun itikadi değerler olduğu açıklanıyor (72, 73, 74)

Nüzul Ortamı:

İslâm'ın ilk on yıllık Mekke döneminde İslâmî hareket gücünü göstermiş, her türlü zulme başkaldırarak, Allah'ın birliğini tebliğe başlamış, müşrik Mekke toplumunu Allah'tan başka ilâh olmadığı ve Muhammed'in O'nun elçisi olduğuna çağırmış, müşriklerin baskı ve terörünün müslümanları tehdit etmesi ve İslam'ın Allah tarafından yönlendirilen hareketinin yönü Medine'de bir İslâm devleti kurulmasına doğru çevrilmişti İşte burada müslümanlar büyük bir imtihanla sınandılar Hicretin birinci yılında Hz Peygamber, kan akıtmaksızın, sulh ve ittifak antlaşmalarıyla Kızıldeniz ile Suriye yolu arasında yaşayan kabilelerle ve yahudilerle anlaşmış, küçük müfrezelerle çevrede İslâm devletinin gücünü tanıtmıştı İkinci yılda (623), büyük bir Kureyş kervanı, Medine'den kolaylıkla saldırılabilecek bir mesafeden geçmek durumundayken, kervanın başındaki Ebû Süfyân, Mekke'den, muhtemel bir müslüman saldırısına karşı imdat istemiş ve Mekkeliler bin kişilik bir orduyla hem kervanlarını korumak hem de artık Muhammed (sas)'e bir ders vermek ve İslam devletini yok etmek için hareketlendiler ve Bedir'de konakladılar

Hz Peygamber (sas) Medine'de Muhâcirler * ve Ensâr * ile durumu istişâre etti; bir kısmı hariç bütün ashâbı gönülden onunla sonuna kadar birlikte olduğunu söylediler ve üç yüz kişi civarında bir askerî birlik hazırlandı İki ordu Bedir'de karşılaştı ve Allah'ın yardımıyla işte bu büyük imtihanda müslümanlar müşriklere karşı kesin bir zafer kazandılar

Nüzul Sebepleri:

Enfâl suresi, Bedir gazvesinde ele geçirilen ganimetlerin paylaşımında ihtilâf çıkması üzerine; bir diğer görüşe göre, genç müslümanların çarpışmada önceliklerinin olması ve ihtiyarların geri kalmalarından, gençlerin da ha fazla ganimet istemeleri, ihtiyarların da eşit seviyede bölüşümü istemeleri üzerine; yahut Bedir'de hazır bulunmayanlardan sekiz kişiye Resulullah'ın hisse vermesi yüzünden bazı ashâbın, bu kişilerin savaşa katılmadıkları ve ganimeti hak etmediklerini söylemeleri üzerine nâzil oldu Bunlardan Hz Osman hanımı hasta olduğu için, Said b Zeyd ile Talha Şam tarafına gittikleri için Ebû Lübâbe de Medine'de vekil bırakılması nedeniyle savaşa katılamamışlardı

Sure, Bedir savaşına ait hükümleri, ganimeti konu almasına rağmen, müminlerin vasıflarına değinerek esas olarak cihadın anlamını da ihtivâ etmektedir Mekke döneminde cihad farz kılınmamıştı Mekke'de silahlar çekilmemişti, açık bir tebliğ yapılabiliyordu Bu dönemde İslâm tevhîdi tebliğ etti, insanları eğitti, bilinçlendirdi, taraftar topladı, bey'atler alındı, imana dayalı bilgilendirme, örgütlenmeye ağırlık verildi; müslümanların sayısı çok azdı ve zulümlerin artmasıyla hicret emri geldi Hicret bir değişim olayıdır ve bundan sonra İslâm'ın devletleşmesine doğru adım adım geçilmiştir İşte bundan sonra cihad ayetleri indi; fitnenin kaldırılması ve Allah'ın hükmünün hâkim kılınması çalışması başladı Bedir'e gelinceye kadar birkaç küçük seferle ve barış yoluyla tebliğ devam etti ve asıl büyük cihad imtihanı Bedir'de verildi

Allah, Bedir savaşının kendi takdiriyle ve yardımıyla kazanıldığını beyan ederek, cihadın gayesinin "ila-yı kelimetullah"* olduğunu, basit bir ganimet paylaşımı yüzünden birbirleriyle çekişmemelerini, Allah'a ve Resulüne itaati emrediyor Surenin bildirdiğine göre savaştan firar edenlere acıklı bir azâb vardır Allah'ın hükmüne uymak gerçek imandır Ganimetin beşte biri (humus) * Allah yoluna, Rasûlullah ve hısımlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış yolculara ayrılacak, geri kalanı savaşçılara dağıtılacaktır Bedir gününün manası, hak ile bâtılın ayrıldığı gün olmasıdır: Artık, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın Allah, kişi ile kalbi arasına girer Siz muhâcirler azınlıktınız ve korkuyordunuz da Allah sizi ev-bark sahibi yapıp rızık vermiş, kuvvetlendirmişti Hainlik etmeyin, mallar ve evlatlar ancak birer imtihandır; büyük mükâfat Allah katındadır Allah'tan korkun ki o sizi nurlandırsın, yarlığasın Allah ne güzel mevlâdır O murdar kâfirler cehennemliktirler Firavun hanedanı ve önceki murdarlar da öyle olmuştu İşte şeytan kâfirleri büyüklendirerek yoldan çıkartır ve sonra onları terkeder Yeryüzünde yürüyen hayvanların en kötüsü bu sağır ve kör olan kâfirlerdir Onlar ne inanırlar, ne de ahidlerinde sâdıktırlar: hâindirler Allah kaynaştırmasaydı müminler de birbirlerine düşman olurlardı Kâfirler bile birbirinin yardımcılarıyken, müminler birbirinin velisi olmazsa yeryüzünde fitne ve fesad çıkar Allah her şeyi hakkıyle bilendir

Surenin açıkladığı sonuçlarda, beytülmâl'in kuruluşu, fidyesi verilen esirlerin serbest bırakılması, emânetlere ihanet edilmemesi iyiliği emr ve kötülükten nehyeden* (emr-i bil ma'ruf nehy-i an'il-münker) geri kalınmaması ve bir fitnede herkesin istisnasız helâk olacağı, artık düzenli bir teçhizâtı tam bir ordu bulundurmayı, uluslararası antlaşma ilkelerini, sabrı ve tefakkuhu, dâru'l-İslâm'da yasayanlarla oraya hicret etmiş olanlar hakkındaki velayeti *, vârisliklerini, va'rettiği görülmektedir

Halid ERBOĞA

ENFÛS

Nefisler, ruhlar, canlar, yasayanlar Nefsin çoğulu; enfûs ve nüfûs

nsanın iç dünyası, psikolojik yapısı, ruh âlemi

Mâbi'l enfûs: Nefislerde olan enfûs, sübjektif demektir

Nefislerde olan fikirler, kavramlar, zanlardır

Allah, insana nefsinde olanı değiştirme yetkisi verdi Zaten emâneti insan yüklendi (el-Ahzâb, 33/72)

İnsan çok zâlim (bu emânetin gereğini yapmadı), sok câhil (öğrenmek istemedi, cehâlete daldı) diye anlatılır

"Nefsini arındıran kurtulmuştur; azdıransa ziyandadır" (eş-şems, 91/10)

"Andolsun nefse ve onu düzenleyene ki, nefse fücûrunu da, takvâsını da ilham etmiştir" (eş-şems, 91/7-8)

"Onlar, nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah, bir kavmin durumunu değiştirmez " (er-Ra 'd, 1 3/ 11)

"Nefislerinizde olanı gözlemiyor musunuz?" (ez-Zâriyât, 51/21)

''Onlara ayetlerimizi âfâkta (evrende) ve enfûste (nefiste) göstereceğiz Tâ ki Kur'an'ın hak olduğu onlar için açıklığa kavuşsun '' (Fussilet, 41/43)

Allah'ın âyetleri, hem kitapta, hem de âfak/enfûstedir Enfûs'teki âyetleri yalanlamak kolay değildir

Bu ayetler, "kitap ayetleri"nin gerçek olduğunu gösterme gücüne sahiptir Onların gerçek olduklarına tanıklık ederler Yeryüzünde dolaşıp da, âfâktaki ve kendi isinde enfûsteki âyetleri görebilen bir insanın hidâyete erişmemesi için, kalp gözünün kapanmış olması gerekir Onlar ise hevâlarına uyanlardır (er-Rum, 30/25), dolayısıyla Allah da kalplerini mühürlemiştir (Muhammed, 47/16) Onlar, karanlıklar içindedirler ve azâbı haketmişlerdir (el-Hadîd, 57/9)

Mücâhid, Taberî ve Beydâvî gibi müfessirler, enfûsü, Mekke'nin fethi şeklinde tefsir etmişlerdir Atâ b Ebı Rebah âfâkı "dış dünyada mevcut olan bütün varlıklar" şeklinde tarif etmiştir Âlemdeki maddî görünen şeyler, âfâkı âyetleri; insanın iç dünyası ile ilgili şeyler enfûsı ayetleri teşkil eder

Mücâhid, Hasan el-Basri "enfûslerinde göstereceğiz " lâfzını, Bedir olayı; Mekke'nin fethi; Allahu Teâlâ'nın Muhammed ve ashâbına yardımı ve bâtıl taraftarlarını yalnız bıraktığı; insanın mürekkep olduğu şeyler, insandaki maddeler, karışımlar ve garip durumlar, hey'etler; teşrih ilmi ya da insanın yaratılışında bulunan birbirine zıt güzellik-çirkinlik vb haller; insanın kendi güç, kuvvet ve kabiliyetleriyle üstesinden gelemeyeceği şeyler altında kendi bedeninde tasarrufta bulunması, sakınması ve onları yenememesi şeklinde izah ederler

Tasavvufî tefsirlerde, ayetlerin âfâk ve enfûste gösterilmesi "ölüm" şeklinde tefsir edilmiştir Ölüm, genel ve özel olarak ikiye ayrılır Tabii ölüm; nefislerin, şehvetlerin ölümüdür Özel ölüm; hak gözüyle bakmak, kâinattan geçip hakka bakmak, bütün sıfatların bir tek sıfat olması ve sırf hakkı görmek, kulun halden hâle geçerek, eşyayı hak ile kâim görmesi, eşyayı hakta fâni görmesi

Tasavvuf düşüncesine göre insanı kuşatan dış dünya büyük, (âlem-i kübrâ, makro kozmos); insanın kuşattığı dünya, enfüs küçük âlemdir (âlem-i asgar, mikro kozmos) İnsan ve iç dünyası, büyük âlemin küçültülmüş bir örneğidir Bu nedenle dış dünyada varolan her şeyin insanda da bir karşılığı vardır Sözgelimi insanın gövdesi yeryüzünün, ruhu gökyüzünün, kalbi dağların ve cennetin, kalbindeki bilgiler cennetteki meyvelerin, kalbe gelen feyz ve ilham yağmurların, nefs karaların karşılığıdır Dolayısıyla Allah'ın dış dünyadakiayetleri, aynen insanın iç dünyasında da bulunmaktadır Fakat dış dünyadaki ayetler akıl ve tecrübe yoluyla kavranırken enfûsteki ayetleri lûb ya da basiret denilen akıl-üstü güçle kavranır Basiret Allah'tan kaynaklanan bir güçtür ve dış dünyayı görmeyi sağlayan gözün (basar) enfûsteki karşılığıdır Enfûsteki ayetleri basîret yoluyla kavrayan insan, Allah hakkında kesin, yakın bilgiye ulaşır

Enfûs ve âfâk hakkındaki bu temel yaklaşımlar mutasavvıfları, Kur'an'ın dış (lâfzı, zâhirî) anlamı yanında enfûsî (iç, bâtın) anlamlarını araştırmaya, Kur'an'da geçen kıssaları insanın iç dünyasına tatbik etmeye götürmüştür İç anlamları araştırma ve tatbik yoluyla tefsir, İbn Arabî, Kâşânî ve Simnânî gibi mutasavvıflarca zirveye ulaştırılır Bu tefsir yöntemine göre sözgelimi Hz Musa kıssasında geçen "na'leyn" (iki ayakkabı) iki dünyayı simgeler Dolayısıyla "iki ayakkabını çıkar" buyruğu iki dünyayı da bir yana atarak ilim ve irfana ulaşmayı emretmektedir Yûsuf kıssasında da Hz Yûsuf yetenekli kalbi; babası Hz Yâkub aklı; kardeşleri de iç ve dış duyuları (havas-ı zâhire ve bâtına), temsil eder

Ahmed ÖZALP

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.