Prof. Dr. Sinsi
|
Ateşe Düşen Bir Gülün Çığlığı Hikayesi
Ateşe Düşen Bir Gülün Çığlığı Hikayesi
Kızını dünyaya getirdikten sonra çok sevmişti, hem de uğrunda ölecek kadar çok  Ama hep eziklikle, utançla, korkuyla, cinnetle sevmişti… Hep “Ya” diye kaygılar taşıyarak içinden ve o “Ya” ları düşündükçe kanı çekilirdi damarlarından Kezbanın
Ölmeyi çokça geçirmişti içinden, oysa bir uçurum kenarından kendini boşluğa bırakacak kadar çok seviyordu hayatı, kocasını ve kızını Ama kahrolası yerde üçüne de yaşam haram kılınmıştı
Kulaklarında bir ses “Ölmelisin, ölmelisin!” diyordu “Hadi be kızım sende,” “çocuğun, eşin dururken hayata küsmek, ölmek mi olur?” Nasıl ölsün? Yaşamak güzel, yaşamak kutsal Kafasında sorular dolaşıyor: “Kadının yazgısı mı bu? Yoksa geri kalmış ülkelerin sorunu mu?” diye
İlk önce çözümlerin içinde olduğunu, hayatın iğrençliklerine dayanması, bütün gücüyle karşı koyması, bunu kabul etmesi, bu yola inanması, dayanması ve kendini geliştirmesi, aşması gerekiyordu
Sadece bunun için dua ediyordu Ölümü son çare olarak görmek değil, bu gücü yaşamak istiyordu Korkularının ördüğü setleri devirmek, yıkmak, bu köhne töreleri devirmek, belki de kendisi ve başkaları için bir devrim olacaktı Yapayalnız olsa bile, bunun tek çıkış yolu , bunun tek umut ışığı yine içindeki kendinde olduğuna inandırıyordu kendisini Bu yüzdendir ki dayanılması güç bir hayata dayanıyordu Kezban
Hayâller kuruyor Kezban Bir küçük ev, sevdiği bir eş, etrafında dolaşan çocuklar, herkesin herkese insanca baktığı, kadınların aşağılanmadığı bir çevre  Uyuya kalıyor Kezban Dudaklarında sayıklamalar  
Kocasının o insan yüzüne bakarken her gün utançtan biraz daha kahroluyordu Oysa kocası anlayışlı, insancıl bir adamdı, sokakta karşılaştığı herkes yüzünü çeviriyordu, yüzüne söylemeseler bile, arkasından ona kötü sözler demelerine bile aldırmıyordu Namusunu temizlemesi için yapılan tüm baskılara karşı çıkıp direniyordu
“eşimin ve o günahsız yavrunun suçu nedir ki öldüreyim, asıl suçluları neden görmüyor sunuz?” deyip tüm çevresini ret ediyordu Hem bu gerici mantık inandığı değerlerle ve dünya görüşüyle de çatışıyordu  
Bütün çevre “namusunu temizlemezsen senin buralarda yaşama şansın ve hakkın yok, kimsenin yüzüne bakamazsın “ diye açık açık tehdit ediyorlardı Ama o köhnemiş törelere karşı çıkıyordu ve geri zihniyetli tehditlere aldırmıyordu  
Kocası çoğu zaman çektiği acıları bildiği için Kezbana, “Hiç kimse seninde, kızının da kılına bile dokunamaz, dokunana dünyayı dar ederim biraz daha sabır diyordu “Karakolda gözaltı sürem bitince, inşaatlarda çalışıp biraz para biriktirdikten sonra çekip gideceğiz İstanbula Orada kimsenin bizi tanımadığı, rahatsız etmeyeceği bir yere yerleşiriz  ” deyip teselli ediyordu Kezbanı  
Kocası öğretmendi 1980 li yıllarda katıldığı bir yürüyüşün tertipleyicisi olarak ihbar üzerine yakalanıp içeri atılmıştı Bunu fırsat bilen karşı görüşteki düşmanları gece evine girip Kezbanın ırzına geçip kaçmışlardı Kezban eşinin ve ailesinin onurunu ve namusunu düşünerek bu olayı sır gibi saklamıştı Nihayet altı aylık hamile olduğu anlaşılınca saklaması
olanaksızlaşmıştı Sonunda çareyi ailesine açılmakta bulmuştu Ailesi doğan çocuğunu boğması için yaptığı bütün baskıları canı pahasına ret etmiş, karşı koymuştu
Kocası hapisten çıktığında ise Kezbanın ırzına geçenler köyü terkedip, izini kaybettirmişlerdi Köhnemiş törelere göre sanki suçlu oymuş gibi bütün akrabaları, Kezbanı ve kızını öldürmesini istiyorlardı kocasından Zaten törelere göre doğal olanı da buydu Yoksa kimsenin yüzüne bakamazlardı  
Acılarla geçen her gün biraz daha acı veriyordu Çöken karanlıklar umudunu, geçen her gün hayallerini, hayatını çekip götürüyordu Kezbanın  Karanlıklardan hep korkardı Kezban, kocası ne kadar karşı çıkarsa çıksın, kızıyla birlikte öldüreceklerinin korkusunu hep yaşıyordu En çok da kızının öldürüleceğine yanıyordu yüreği   
“Ah zavallı yavrum” diyordu “Bilir mi sorsam, sormadığım soruların cevabını? Konuşsam anlar mı dilimden? Konuşmadan, yüzüme bakıp susar mı öylece Bilir mi neden bu kadar korktuğumu? İçimdeki korkunç acıyı, gözlerimdeki uçurumu, katran karası geceleri Anlar mı gözlerimdeki hüznü, kendime bile kapattığım duygularımı…”
Kezban için umut ve sevgi uzaklarda bir nokta bile değildi artık Dünyalar değildi istediği, can bulacak kadar bir destekti   Özlem, sevgi, şefkat, anlayış gösterecek ve içinde barınabileceği, herkesin yüzüne utançla bakmadığı bir yerdi  
Durmadan bir nehir akıyordu düşlerinde Kezbanın, düşlerinin içinde yüreğine akıyordu sanki acı olup Alıp götürüyordu ömrünü seller gibi her defasında  Issızdı, şaşkındı, çaresizdi, yapayalnız ve tek başınaydı Kezban düşlerinde… Kim koymuştu bu töreleri, kadınların lanet yazgısı mıydı bütün bunlar?  Bütün bunlara bir cevap arıyordu ama bulamıyordu  
Ne zaman dalıp gitse boğazı düğümlenir, tuzlanırdı kirpikleri Bir yıldızın izdüşümü sarılırdı geceye, çağlayanların sesleri duyulurdu uzaktan ve bir çobanın kavalı vururdu kulaklarına İçi acırdı her defasında ne zaman o kahrolası lanet geceyi anımsasa Ne zaman anımsasa
çaresizliğin nefesi üşütürdü içini, hüzne yazılmış bir şiirin dizeleri gibi acı solurdu hep
Yorgun düştüğü zamanlar olmuştu elbet, hep direnmişti ayakta kalması için ama şimdi öyle miydi? Bir yanda kızı, diğer yanda kocası Bütün bu olanlara karşı gücü tükeniyordu artık Kaybolan zamanlar yitik umutlar hiç gelir miydi geri?
“İlk baharın kısa ömürlü çiçeği olsaydı, bir sonraki bahara yine gelirim der avuturdu yüreğini İnsan gitti mi bir daha gelmez “ diyordu kendi kendine  
Güneşli bir bahar günüydü, onlarda başka aileler gibi kırlara, nehir kıyısına çıkmışlardı, kuzular meliyor, çocuklar ordan oraya koşup oyun oynuyordu Her yere yağmurun ve toprağın taze kokusu sinmişti Ne zamandı sıcaklığını, şefkatini özlemişti güneşin Gökyüzü öylesine mavi, öylesine duru, öylesine sınırsızdı ki, Yine de yüreğindeki acıyı hafifletmiyordu
bütün bu güzellikler   
Çevre hep rengarenk çiçeklerle, çimlerle, yabani bitkilerle süslüydü Kuşlar cıvıl cıvıldı Çiçekler açıyor, baharın serin ve temiz havası mis gibi kokuyordu… Rüzgarda tiril tirildi yaprakları güllerin, çiçek açtıkları küçük tepede el ediyorlardı sanki onlara… Kezban bir gül koparıp kızının saçlarına taktı Bir kızına baktı, bir güle, bir de çağlayarak akıp giden suya…
Saçlarına taktığı beyaz gül o kadar yakışmıştı ki yüzünün masumluğuna kızının
Kızı, dünyanın bütün kötülüklerinden uzak, her şeyden habersiz saf saf gülümsüyordu “Ah bir bilse, bir bilse hangi acıların annesinin bağrını deştiğini… Acılarla geçen her günün neler koparıp götürdüğünü ömründen  ” diye söyleniyordu kendi kendine Kezban  
Kızına, “ah gözleri harelim sen bu acıları bilmezsin, henüz çok küçüksün, diyordu “Bilmezsin nasıl olur, bir davanın hem mağduru, hem suçlusu, hem sorumlusu olduğumuzu Ah gözleri harelim bizim için yaşamak, bu kötülüklerle, yanlışlarla dolu dünyada zaten ölüm demektir, ölümse rüzgâr olmak demektir bizim için Sen henüz bilmezsin ölümü, bilmezsin ölümü bir rüzgâr gibi işlemenin ne demek olduğunu… Ah gözleri harelim, boynu büküğüm, onca ağır yük verilmiş ki sırtımıza Sen taşıyamamışsın da, ben taşırım, sanmıştım “
Tüm acıların ve üzüntülerin üstesinden gelebileceğini sanmıştı bir zamanlar fakat bu gücünü kaybettiğini anlıyordu yavaş yavaş
Kezban hayatı boyunca haykırmak istediği fakat haykıramadığı her şeyi haykırmak, dışarı atmak istiyordu Yıllarca içine atıp sakladıkları dayanılmaz korkunç bir yara oluşturmuştu onda Yüksek bir yere çıkıp avazı çıktığı kadar haykırmak, içindeki yaraları deşip çıkarmak , boşaltmak istiyordu Hayata, tanrıya, törelere, kötülüklere, suskulara her şeye isyan etmek istiyordu
“Herkes bu kadın aklını yitirmiş desin, ardımdan küfür etsin” diyordu, kimin ne düşündüğü pek umurunda değildi
Kızına baktı gözleri dolu dolu “Bu kahrolası iğrenç zamanda, kim bilir başına neler neler gelecekti, ne acılar çekecekti bu saf haliyle  ”
Sonra güneş ışıklarını serpmeye başlarken yeryüzüne, uzaklara akıp giden nehire baktı  Orada canlılığı, başkaldırmışlığı, isyanı, hasreti gördü  Kavuşmak istedi bir an önce, sarılmak istedi nehire  Koynuna girmek istedi bir sevgili gibi  Sevişmek istedi nehirle  İnsanın ulaşamayacağı bir yer düşlüyordu, kavuşmak istiyordu bir an önce düşlediği o yere  Sonra bir hikaye takılıp kaldı usuna Kızına anlattı titreyen dudaklarla  
“Ateş bir gün suyu görmüş yüce dağların ardında sevdalanmış onun deli dalgalarına, hırçın, hırçın kayalara vuruşuna  Yüreğindeki duruluğu demiş ki suya; gel “Sevdalım ol” hayatıma anlam veren, mucizem ol  Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa,”Al “ demiş ”Yüreğim” sana armağan Sarılmışlar ateşle su birbirlerine sıkıca Kopmamacasına 
zamanla Su; buhar olmaya, ateş kül olmaya başlamış   Ya kendisi yok olacakmış, ya Aşkı !
Baştan alınlarına yazılmış olan kaderi de, yüreğindeki kederi de alıp gitmiş, uzak diyarlara su  Ateş kızmış, yakmış ormanları Aramış suyu diyarlar boyu  Geceler boyu  
Gün gelmiş suya varmış yolu  Bakmış, o duru gözlerine suyun  Biraz kırgın  biraz hırçın  Ve o an anlamış aşkın bazen gitmek olduğunu Ama gitmenin, yitirmek olmadığını Ateş durmuş, susmuş öylece Sönmüş aşkıyla   
İşte o zamandan beridir ki; ateş sudan, su ateşten kaçar olmuş  Ateşin yüreğini sadece Su  Suyun yüreğini sadece ateş alır olmuş 
Hikaye bittiğinde kızını alıp yanına yavaşça yürüdü nehire doğru Kocası kitap okumaya dalmıştı Hiç kimse fark etmedi, hiç kimse görmedi onları… Usul usul yürüyüp dağlardan süzülüp gelen o akıntının kıyısında durdular İçini kemiren acıdan ve içine düştüğü bu boşluktan kurtulması için tek çıkar yol bu nehre atlamaktı belki de Ama hangi cesaretle Bir an için düşündü, yüzme bilmiyordu Kaç genç kız, kaç yeni gelin atlayıp boğulmuştu bu nehirde yıllar yılı… Kaç gözyaşı efsanesi dinlemişti nehirde boğulanlarla ilgili… Buralarda, başlamadan biten bir masaldı sanki hayat  Bu dünyada her şeyin ölümlü olduğunu biliyordu da Kezban, ölümün ne olduğunu bilmiyordu
Yüzme bilmiyordu Kezban, kimse öğretmemişti, akarsulardan hep korkardı… Ne zaman nehrin kıyısına gelse hep boğulacağını sanır ürperir, geri çekilirdi …
Durup yüreğini dinledi Kezban Sanki akan nehirdi yüreği Bazen gürül gürül, bazen sessiz ve derinden aktığını hissetti yüreğinin Akan nehiri yüreğinde, yüreğini o gümbür gümbür akan nehirde buldu   
Yüzüne baktı son kez kızının, öylesine saf, öylesine masumdu ki yüzü, dünyanın tüm kötülüklerinden habersizdi  Sicim gibi yaşlar süzüldü gözlerinden birbiri ardına Ne çok acıyı, sevinci, hüznü, korkuyu bir araya biriktirmişti, bir arada tutmuştu yıllar yılı
Sarıldı kızına sıkıca ve son kez hoşçakalın dedi yıldızlara, aya, güneşe Bütün düşleri sahipsizdi artık  Darmadağın yüreğini topladı  Arkasına bile bakmadan acılarını sırtlayıp kapadı gözlerini  Ve kızının da elini tutarak kendini bıraktı akıntıya…
Gün gelir herkes ölür, hayat biter, yaşam sona erer Yaşadıklarını da alır yanına kimi insan giderken Elveda derken dünyaya… Tüm çabalarına rağmen yenilmişti işte hayata ve insanlara
Nehrin azgın dalgaları birbirine sarılı ana kızı birlikte sürükleyerek alıp götürüyordu  Akıntı zorluydu Sadece akıntıya kapılan beyaz gülün çığlığı duyuluyordu kıyıda Kezbanın, kızının saçlarına taktığı beyaz gülün çığlığı  Dalga dalga yayılıyordu gülün çığlığı, ateşle su arasında  “Susturun şu çığlığı” diye inliyordu bozkırda rüzgar  
Belki de o güzelim anneyle can yoldaşı kızını, akıntının kıyılarına atması çok sürmeyecekti O düşledikleri eşsiz adaya götürüp bırakacaktı onları  
Kocası bir şey yapamamanın çaresizliğiyle kahroldu, kıyıda arkalarından sadece bakakalmıştı  Kezban kocasının umutsuz çağrılarını duymadı bile  
“Kezban! Kezban!”Ama iş işten geçmişti artık
Karısı ile kızının yardımına koşmayı istiyordu ama elleri, kolları bağlıydı kocasının Nehire atlaması onunda ölümü, yok olması demekti Hem atlasa bile onlara yetişebilmesi olanaksızdı, suyun kıyısına geldiğinde epey uzaklaşmışlardı onlar  
Ana kız kıyıdaki umutsuz çağrıları duymadılar belki de Dalgaların sallantısına kaptırmışlardı kendilerini Kollarını kızının boynuna dolamış, saçları gözlerine yapışmıştı Kezbanın  Akıntıya kapılmış gidiyorlardı  
“Kezban! Kezban! Geri dön!” “Geri dön Kezban nolur !” Kulak verseydi, belki de kocasının ve kıyıdakilerin sesini son kez duyabilirdi Ama uzaklardaydı artık Dalgaların şırıltısı arasında suların boğuk ezgisini dinliyordu  Kırgın yüreklerin derinlerinden gelen türküler gibiydi bu ezgi  
Bahardı çiçekler açıyordu kırlarda, topraktan otlar fışkırıyordu delicesine  Dalgalar azgınlaşıyordu git gide  Daha hızlı akmak, insanın olmadığı bir adaya ulaştırmak istiyordu onları  Aktı, ıssız ormanlar, boy boy ağaçlar arasından, yıllardır biriktirdiği acıları, hasreti peşinde sürükleyerek, aktı başkaldırırcasına  
Kezbannın gözyaşları ufacık damlalardı, aktıkça sel oldu, nehir oldu, deniz oldu, okyanus oldu Kapladı yeryüzünü, yaşamı sorguladı dalgalarla oynarken  Yaşam gizlenmiş acılar mıdır diye sordu yüreğindeki çığlığa? Sordu kahrolası töre koyucularına? Cevap alamadı  
Kıyıdakiler artık yalnızca bir leke seçebiliyorlardı  O da yanak yanağa vermiş suda sürüklenen anne ile kızının başıydı bu Sonra dalgaların çalkantısı arasında bu leke de seçilmez oldu Birbirine sarılı vaziyette giden ana kız, tatlı bir uyuşukluk içerisindeydiler Tıpkı uykulu gibi Su, yanaklarında şırıldıyordu  Gözlerini yummuştu ana kız Tüy gibi hafiftiler Bir daha hiç ayrılmayacaklardı Anne kız birlikte düşlerdeki gibi almış başlarını
gidiyorlardı El ele birbirine sarılarak atlamışlardı nehrin çılgın sularına, birbirini hiçbir zaman bırakmayacaklardı artık Beraber gideceklerdi gidecekleri yere Her şey, cennet ve cehennem arasında birbirine tutunmak gibiydi 
Birlikte yüzdüler, yüzdüler Nehrin ezgili suları kulaklarına tatlı bir ninni fısıldıyordu
O güzel su, büyük nehrin akıntısı boyunca genç kızların, gelinlerin, annelerle çocukların hep iç içe, can cana olduğu büyülü bir adaya sürüklüyordu onları  
Çiçeğe duran dallarında umut tazeliyordu yine elma ağaçları, her bahar olduğu gibi…
|