Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Kültür - San'at & Eğitim > Kültür-Sanat > Makaleler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
dünyanın, mevlânâı|makalelerdenemeler

Dünyanın Mevlânâ'sı|Makaleler-Denemeler

Eski 10-24-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Dünyanın Mevlânâ'sı|Makaleler-Denemeler




Dünyanın Mevlânâ'sı

(Nuri Şimşekler)

Tarih 17 Aralık 1273; Mevlânâ Hakk’a yürümüş; yani, can’ı asıl mekâna uçarken, bedeni de aslı olan toprağa geri verilmek üzere götürülüyor Bu sırada Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler arasında bir tartışma başgösteriyor Müslümanlar, ‘O bizim dinimizin imamı, sizi ne ilgilendirir?’ demelerine karşı; İsa’yı, Musa’yı Mevlânâ’nın fikirleriyle daha iyi anladıklarını söyleyen gayrimüslimler bütün engellemelere rağmen cenaze törenine katılıyorlar
Yıl 1952; Mevlânâ’nın doğum yıldönümü nedeniyle UNESCO tarafından Paris’teki Gime Oriental Museum’da bir anma toplantısı düzenleniyor Törene Türkiye delegeleriyle birlikte Mısır, Afganistan, İran ve Pakistan’dan da üyeler katılmakta Törenin başlamasından önce verilen resepsiyonda bu delegeler Mevlânâ’nın milliyeti konusunda bir tartışma içerisine giriyor
Mısırlı delege; Mevlânâ’nın ceddinin Hz Ebubekir’e dayandığını, bu yüzden de onun Arap olduğunu ileri sürüyor, İranlı delege; ‘Mevlânâ İranlıdır, çünkü bütün eserlerini Farsça yazmıştır’ diyor Afganlı delege ise; ‘Mevlânâ Belh’te doğmuştur Belh de Afgan topraklarındadır O halde Mevlânâ Afganistanlıdır’, tezini savunmaya çalışıyor, Türk delege de Mevlâna’nın “Aslem Türkest, egerçi Hindu gûyem” (Her ne kadar Farsça-Hintçe söylesem de aslım Türk’tür benim) beyitlerini söyleyerek Mevlânâ’nın kendisini Türk ilân ettiğini belirtiyor Bu tartışmalar üzerine kongrenin havası bir hayli gerginleşiyor Pakistan delegasyonunda bulunan fıkıh âlimi Prof Hamidullah Han ise tartışmalara müdahale ederek, “Mevlânâ hiçbir milletin değil bütün insanlığın malıdır” diyerek son noktayı koymak ister İranlı temsilcinin karşı çıktığı bu görüş, diğer ülke delegasyonu tarafından kabul görür
İki gün süren ve 5 bin kişilik salonun tıka basa dolduğu törende, Mevlânâ ve Mevleviliğin önemi hakkında yapılan konuşmalar, mûsikî ve semâ gösterileri âdeta insanları büyüler Tören süresince birçok devlet başkanından ve diğer din temsilcilerinden gelen kutlama telgrafları da salonda büyük bir alkışla karşılanır
Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok

O anma toplantısından bu güne 53 yıl geçti Bu süre zarfında buna benzer ulusal ve uluslararası platformlarda, bazılarına bizim de şahit olduğumuz birçok tartışmalar yaşandı Hattâ Mevlânâ’nın mensup olduğu din konusunda bile varsayımlarla görüşler öne sürüldü, makaleler yazıldı Hâlâ da bu tartışmalar devam edip gitmede Günümüzde neler yapılıyor… Tespit edebildiğimiz kadarıyla çok sayıda Türkçe ve Farsça, 200’ü aşkın İngilizce, 50’ye yakın Almanca, 20’yi aşkın Fransızca eser başta olmak üzere İspanyolca, İtalyanca, İsveççe, Norveççe, Danca, İskoçça, Çekçe, Boşnakça, Arnavutça, Hintçe, Arapça, Urduca, Sindce, Bengalce, Peştuca, Endonezyaca, Azerice, Tacikçe, Özbekçe, Rusça, Yunanca, İbranice, Çince ve Japonca yazılmış eserlerle Mevlânâ ve Mevlevilik tüm dünya insanlarına tanıtılmakta; ama Mevlânâ’nın Mesnevî’de dediği gibi: “Herkes kendi görüşüne göre onun dostu olup; içindeki gerçek sırları kimse aramamaktadır

Mevlânâ’yı yeterince tanıtamıyoruz

Özellikle Amerika’da yayınlanan İngilizce eserlerde ise Mevlânâ’nın İran’ın tanınmış mistik şairi olarak nitelendirilmesi bizi hayli üzmekle birlikte, bizim de eksikliğimizi göstermektedir Türklerin yoğun olarak yaşadığı Belh’te doğup Selçukluların başkenti Konya’da, Türk-İslâm kültür ve an’anesiyle yetişen Mevlânâ ile ilgili bilimsel çalışmalar en fazla bizde yapılmıştır Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz Ama bunların tanıtımını ve uluslararası literatürde kullanılmasını becerememiş; sadece semâ gösterileri ve Şeb-i Arûs kutlamalarını ön plâna çıkarmış; maalesef, bugün dünyanın hemen her tarafında okuyucu bulabilen İngilizce ile kayda değer Mevlânâ’yı, fikirlerini ve Mevleviliği doğru dürüst anlatan eserler yayınlayamamışız Hâl böyle olunca da özellikle Batılılar yazdıkları eserlerle, Mevlânâ’yı istedikleri gibi anlamış ve anlatmışlardır Biz ise Mevlânâ’yı doğru olarak anlamak şöyle dursun, eserlerini Farsça yazdığı için, değil modern edebiyatımıza, divan edebiyatımıza bile dahil etmeyerek Mevlânâ’yı sahiplenmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüşüz ve hâlâ da sürmekteyiz Bazıları, daha da ileri gidip Mevlânâ’yı İran kültürünün bir temsilcisi sayma gibi bir cehaletin içine düşmüştür Artık Konya olarak, Selçuk Üniversitesi bünyesinde 50 yıllık bir arzunun semeresi olan Mevlânâ Araştırma ve Uygulama Merkezi’ni (SÜMAM) kurmuş, Mevlânâ Kültür Merkezi’ni tamamlamış ve Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün de daha tecrübe kazanmış haliyle, Mevlânâ’nın da dediği gibi “birlik olup” üzerimize düşen bu tarihî görevi yerine getirmeliyiz
Aslında Mevlânâ’nın bizim sahiplenmemize de ihtiyacı yoktur O, zaten modern fikirleriyle her dönemde, her milletten insana hitap edebilmiş, muhatap bulabilmiştir Ama; ülke olarak, ülkemizin tanıtımına katkı olarak; ve hattâ kısırdöngülü iç çekişmelerimize cevap bulabilmek için onun fikirlerine ve yardımına hayli ihtiyacımız var Eğer bu değerimizin farkında olamazsak, farkında olanlardan da şikâyetçi olmaya hakkımız yoktur Yine; Fransız bilgin Pasteur’un “İlmin vatanı yoktur, fakat âlimin bir vatanı olmalıdır” sözü ne kadar doğru ise; Mevlânâ’nın “Ey güneş! Başka bir âlemi aydınlatmak için bu gül bahçesini terk edip gidiyorum” beyti de o kadar manidârdır Sözün özü; 1952 yılında yapılan yukarıdaki anma töreninin benzeri şimdi yapılsa şüphesiz bütün dünya devletleri -özellikle Amerikalılar- bir yolunu bularak Mevlânâ’yı sahiplenirse hiç şaşmamak gerekir…
*Yard Doç Dr, Selçuk Üniversitesi Mevlânâ Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü

Mevlevî mûsikîsi ve semâ’daki semboller

Her dil gönlün perdesidir Perde kımıldadı mı sırlara ulaşılır

Mevlevî semâ ayini, mûsikîsinden kıyafetine kadar her alanda, pek çok sembolleri taşır Benliğinden ölü olan Mevlevî dervişinin, başındaki sikkesi mezar taşı, giydiği tennuresi kefeni, sırtındaki hırkası kabridir Semahane kâinattır; sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol taraf mânâ âlemidir Posttan sağa doğru hareket, yücelikten düşüklüğe gidiş (ulvîden süflîye) hatt-ı istivanın sonundan posta doğru hareket düşüklükten yüceliğe varıştır ki, “seyr-i sülük” denen manevî olgunluğa erişme yolculuğunu anlatır Kudümün ilk vuruşu “Ol” emrinin, anlatımıdır Ney, “İnsân-ı kâmil”dir Neyin üflenmesi, İsrafil’in “sûr”u üflemesidir Kalkarken yere el vurmak hem “Ol”manın, hem Sûr’u işitince kabirden kalkmanın sembolüdür Sultan Veled devrindeki üç tur, “İlm-el yakîn, ayne’l yakîn, hakke’l yakîn” denen bilme, görme ve olma mertebelerine işarettir
Tecelli rengi olan kırmızı renkli post, üstündeki Şeyh Hz Mevlânâ’yı temsil eder Hakikate varan yolu o bilir; ve bunun için hakikate varan en kısa yolu temsil eden hatt-ı istivâ’ya yalnızca o basabilir ‘Sûr’un üflenmesiyle kabirlerinden canlanarak kalkanların şaşkın şaşkın nereye gideceklerini aramak yerine, insân-ı kâmilin peşine takılıp, onun gittiği yoldan, adımlarını onun gibi atarak kurtuluşa eren yolu bulmayı, Sultan Veled devrindeki yürüyüş temsil eder Semâdaki selâmlar zât, sıfat, fiil, vahdet gibi tasavvuf anlamlarını taşırlar Dört selâm, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet kademelerini anlatmaktadır Dördüncü selâmda; Allah’ın tek ve gerçek varlığı ile varoluş olan, vahdet durağından kıpırdamadan, ayak direyerek duruş, anlatılmaktadır Ve sonunda, “Bütün mânâ mertebelerini bilsen de, ulaşsan da, asla kulluktan vazgeçme, en yüce makam ve mertebe kulluktur, fakat, bilenle bilmeyen bir değildir” denilir (Kaynak: wwwsemazennet )

Mevlânâ tam bir Peygamber varisi idi
(M Fethullah Gülen)

Sesi-soluğu, vâridâtı, aşk u heyecanı ve insanlığa vadettikleriyle çağları aşan öyle yüce kametler vardır ki, üzerlerinden asırlar ve asırlar geçse de onlar hep taze ve canlıdırlar Zaman onları eskitemez, hâdiseler onlara renk attıramaz ve muhalif rüzgârlar onları asla solduramaz Onlar, yüzlerce-binlerce yıl önce yaşamış olsalar da, her zaman ter ü taze ve yepyenidirler; yepyenidirler düşünceleri, tespitleri, beyanları, ruhlara sundukları mesajları ve değişik içtimaî problemler karşısında ortaya koydukları alternatif çözüm ve reçeteleriyle…
Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî hazretleri de işte bu aşkınlardan biri Üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen o, bugün bile bizi duyuyor, dinliyor, hislerimizi paylaşıyor ve problemlerimize çareler sunuyor gibi bir aşkınlığın sesi-soluğu durumunda O, geçmişte yaşamış biri; ama yedi asır sonra dahi hâlâ içimizde dipdiri ziyasını Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ)’dan alan ve günümüze kadar değişik dalga boyundaki tayflar hâlinde her yana yayan bir nur adam evliyâ, asfiyâ çerçevesinde seçilmişlerden bir seçilmiş ve aşk u muhabbet kahramanları arasında sözleri mîr-i livâ bir kutlu ölü ruhlara hayat üfleyen bir israfil sûru nefesi, çoraklaşmış gönüllerin âb-ı hayatı, yoldakilerin nuru ve tam bir Peygamber vârisi
Hazreti Mevlânâ, hep Allah’a koşmuş ve başkalarını da koşturmuş bir hak eri her zaman aşk u şevk ile coşmuş ve çevresine sevgi meşk ederek onları da coşturmuş dengeli bir cezbe insanı mârifeti, muhabbeti ve aşk u şevki yanında aynı zamanda tam bir mehâfet ve mehâbet kahramanı herkesi Hakk’a ve o kutlu sona çağıran bülend-âvâz bir münâdi rızası, Hak rızasının eseri ve aşk u iştiyakı da Hak teveccühünün tezahürü bir üstad-ı câmi idi Çağına seslendiği aynı anda o Muhammedî ses ve nefesini asırlar ötesine de duyurabilmiş; kendi çağının talihlilerini tenbih etmenin yanında günümüzün insanlarını da uyarmasını bilmiş büyülü bir nefestir Allah onu önemli bir hizmette istihdam ediyordu ve bu önemli misyonuna göre de, içi ve dışı itibarıyla fevkalâde bir donanımla şereflendirmişti: kalbi envâr-ı ilâhiye ile pürnur, özü hikmet cevherleriyle ışıktan bir fağfur, sırrı esrâr-ı lâhutla mâmur, basireti de ziya-yı hâssla münevver idi
Bu ufkuyla Hazreti Rûmî, kendi çağında irşad dairesinin merkez noktasında âdeta bir Kutup Yıldızı, feyiz kaynağı olan Hakikat-i Ahmediye’nin ziyası sayesinde binlercenin-yüzbinlercenin şem’ine pervane oldukları bir vilâyet çerağı, insanî kemalâta yürüyenlerin yanıltmaz pişdârı, Kur’an hakikatlerinin müdakkik bir müfessiri, Muhammed’in (sav) aşk u şevkinin coşkun bir tercümanı ve herkese Allah’ı sevdirmenin de büyülü bir lisanıydı Onun atmosferine girenler sonsuz huzura erer, onun ufkundan Kur’an’a bakanlar asr-ı saadeti görmüş gibi birdenbire başkalaşır, etrafındaki gürûh-u encüme Hak âyâtını tefsir ederken bütün sineler aydınlanır, o "Allah" derken âdeta gökler deliniverir de semanın esrarı arza boşalıyor gibi olurdu
İki parmağının ucunu gözüne koy Bir şey görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun diye bu alem yok değildir Dua bir ok gibidir; müritlerin “Amin”leri de o okun kanatları

O, Cenâb-ı Hakk’ı delice seviyordu ve ufkunda hiç dinmeyen bir inilti vardı gece-gündüz Halvette-celvette, her zaman ayrı ayrı muhabbet ve aşk u iştiyak fasılları yaşıyordu Bütün bütün mâsivâdan tecerrüt edip kendini gönlündeki aşk u vuslatın gel-gitlerine salınca tamamen bir ateş topuna dönüyordu içten içe ocaklar gibi yanıyor, ama asla gam izhar etmiyordu Yanmayı aşkın gereği görüyor, âh u vah etmemeyi de vefa töresi sayıyordu Ona göre, "seviyorum" diyenler cayır cayır yanmalı ve bunu da maiyyet ve kurbetin bedeli saymalıydılar Az yemeli, az içmeli, az uyumalı, konuşacakları zaman da sadece O’ndan söz açmalı ve hep "hayret" yaşamalıydılar O, "Sevenin nasıl uyuduğuna şaşılır; evet, sevene uyumak haramdır" derdi Bir keresinde, (Cenab-ı Hakk’ın, Hazreti Davud’a hitaben" sözünü naklettikten sonra "Karanlık basınca aşıklar delirir-delirmeli" demiş ve hep dediği gibi davranmıştı
İşte Divan-ı Kebîr’de onun mağmalar gibi köpürüp duran his ve heyecan ummanından sadece birkaç damla:
"Elsiz-ayaksız kalmış zavallı gönlümde O’nun aşkına direnecek güç kalmadığı için mecnun gibiyim Her gün, her gece beni bağlayan aşk zincirinin ucunu geveleyip duruyorum
Sevgilinin hayâli gelip belirince kanlar içinde kalıyorum Ben kendimde olmadığım için O’nu gönül kanıyla boyarım diye korkuyorum Aslında Sen, her zaman aşk ateşiyle yanıp yakılan bu âşığın gecelerini perilerden sormalısın Herkes gidip uyudu; gönlünü O’na kaptırmış olan ben ise uyku nedir bilmiyorum Bütün gece gözlerim göklerde yıldız saymakta; O’nun aşkı uykumu öyle bir alıp götürdü ki, bir daha geri geleceğini sanmıyorum"
Eğer O’nun aşk u heyecanı ve vecd ü hafakanlarının özü sayılan şiir divanlarının ruhu sıkılacak olsa, ondan hep böyle aşk u iştiyak ağlamaları, vuslat ve ümit nağmeleri dökülecektir Mevlânâ bir ömür boyu sevmiş, sevildiği inancıyla oturup kalkmış, hep O’na karşı olan aşk u alâkasını dillendirmiştir O, bu engin aşk u alâkasını her seslendirişinde de O’na yalnız yürümemiştir; kendini dinleme bahtiyarlığına ermiş-çevresini de alıp beraber götürmüştür Evet o, kendisine sunulan semavî ziyafet sofralarından, o ışık hâlesi içinde bulunanlara da kâse kâse sunmayı âdeta bir vefa borcu bilmiştir
İşte ona ait bir semavî yolculuk sergüzeştinden etrafa akseden bir kaç müteşâbih nağme:
"Aşk burakı aklımı da gönlümü de aldı götürdü Nereye götürdüğünü bana sorma Aklımı da gönlümü de alıp ötelere götürdü Yürüyüp öyle bir revaka ulaştım ki, orada ne ay var ne de gün; öyle bir dünyaya eriştim ki, orada dünya da dünya olmaktan çıkmış…" Bu seyahat, mirac-ı Ahmediye’nin gölgesinde öyle bir uruc ve bir semavî yolculuk ki, Süleyman Çelebi ifadesiyle, "Ne mekân var ânda ne arz u semâ" Görüp duydukları, bakıp temâşâ ettikleri gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akl u fikrin kavrayamadığı özel iltifat tecellileriydi ve bunlar herkese de müyesser değildi O, gitti, gördü, tattı ve bir fâninin bilebileceği çerçevede bilinebilecek her şeyi bildi Görmeyenler bilemez, tatmayanlar duyamaz; duyanlar da çok kez sır vermez, sır verseler de onu herkes ihâta edemez Gâlib’in ifadesiyle:

“Bir şu’lesi var ki şem’-i Canan’ın Fânûsuna sığmaz âsumanın”

Mevlânâ’nın bütün bir varlığa karşı duyduğu muhabbet, alâka ve insanlarla münasebetlerindeki sıcaklık, ondaki o derinlerden derin ilâhî aşkın bir izdüşümüydü Fıtratı sermest-i câm-ı aşk olan Hazreti Pir her şeyi sevmiş, topyekün varlığı muhabbetle kucaklamış, her nesne ile bir çeşit diyaloğa geçmişti ki; bütün bunlar, onun Allah’a karşı o derin aşk u alâkasının yansımasından başka bir şey değildir
Bu perişan ve bulanık anlatımın onu ifade etmekten uzak olduğunun farkındayım Bu da benim onunla bir münasebet arayışıma verilmeli Yoksa nerede damla, nerede deryayı tavsif; nerede zerre, nerede güneşi ifade!?
Varsın öyle olsun; birkaç cümle ile de olsa, ışığının şu fâni dünyaya düşmesi itibarıyla, yeniden bir kere daha "Celâleddin er-Rûmî" demek istiyorum:
Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci mercan da nedir? Bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra Bulutlar ağlamasa yeşillikler nasıl güler?

Hazret, Asya kıt’asında iç içe içtimaî, siyasî ve askerî bunalımların yaşandığı 1207 yılında Belh bölgesinde hayata gözlerini açtı Babası, şeyh Muhammed Bahâüddin es-Sıddîkî ki, Hazreti Ebû Bekir’in onuncu derecede torunuydu Merhum Tâhiru’l-Mevlevî’ye göre, vâlide-i mükerremeleri de Efendimiz’in soyundan ayrı bir şecere-i mübarekenin meyvesiydi Baba, bulunduğu bölgede "Sultanu’l-Ulemâ" unvanıyla yâdedilen bir Peygamber vârisi ve bir hakikat eriydi Pek çok hak dostu gibi o da doğup büyüdüğü yerde hazmedilememiş, hatta hırpalanmış ve bir manâda göçe zorlanmıştı Bu itibarla da, maskat-ı re’si olan Harzemlilerin ülkesinden ayrılmış upuzun bir müsâferet ve ikamet fasılları yaşamış: Hicaz’a uğramış, bir miktar şam’da ikamet etmiş, bir hayli sulehânın yanında Muhyiddin ibn Arabî gibi mümtaz şahsiyetlerle görüşmüş, görüşmüş ve feyiz alıp feyiz vermiş ve kendiyle beraber dünyevî yaşı itibarıyla henüz altı-yedi yaşına yeni basmış bulunan büyük ruhlu küçük Mevlânâ da zatına has o derin tecessüs ve tefahhus hisleriyle gördüklerini gayet net fotoğraflamış, çevresini iyi okumuş, bilhassa Hazreti Muhyiddin’in esrarlı dünyasına –tabiî yaşının müsaadesi ölçüsünde– nüfuz ederek onun sohbetiyle ayrı bir insibağ yaşamış; ondan iltifat görmüş ve teveccühlerine mazhar olmuş böylece oldukça sıkıntılı fakat değişik mevhibe ve vâridlere açık hedefi meçhul bu bereketli hicrette Hazreti ibrahim, Hazreti Musa ve Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhim salavâtullahi ve selâmuhu mile’l-arzi ve mile’s-semâ) gibi hep bereket bulmuş, hep lütuf görmüş ve kazâya rıza sayesinde adı konmamış ihsanlara mazhar olmuştur
Yollar bu kutlu aileyi alıp Erzincan’a götürmüş, kader onları Karaman’a çekmiş Bir miktar "Halâveye" medresesinde talebelik bir süre şam-Halep medreselerinde ulûm-i islâmiye tahsili ve tekmîl-i nüsahtan sonra yeni ana ocağı sayılan Konya’ya avdet bir süre sonra Hoca Şemseddin Semerkandî’nin semere-i mübarekesi Gevher Hatun’la izdivaç ardından da muhterem peder Sultanu’l-Ulemâ’nın Allah’a yürümesi ve Seyyid Burhaneddin Tirmizî’nin nezaretinde uzun bir seyr u sülûk-i rûhânî derken birkaç sene sonra Rüknüddin Zerkûbî’nin işaretiyle Konya’ya gelen Şems-i Tebrizî ile buluşma ve yeni bir derinliğe açılma ve sonunda bütün dünyada kendi enginliğiyle tanınan Koca Mevlânâ Aslında bunlar, meâliye açık üstün istîdat bir nâdire-i fıtratın hayatını tarassut adına ortaya koymaya çalıştığımız birkaç küçük menfez ve uhrevîliğe kilitli Muhammedî ruhun önemli temsilcilerinden birinin hayat-ı seniyyelerinden sadece üç-beş kare!
Mevlânâ mı Şems’in ufkunu açtı, Şems mi Mevlânâ’yı alıp ötelere götürdü ve kim kimi hakikatü’l-hakayık’a, aşk u şevk zirvesine, Hazreti Matlub u Mahbub’a yönlendirdi? gibi soru ve münakaşalarla o pak ve müstesna insanların sergüzeşt-i hayatlarıyla alâkalı mülâhazaları bulandırmak istemem vesselâm ve zaten bu tür konular bizim gibi düz insanları da aşar; ama kim bilir, belki de şöyle demek daha uygun olur: Bir dönemde iki müstait ve donanımlı ruh bir araya gelmiş, iki derya gibi birbirine boşalmış; ferden ferdâ zor ulaşılabilecek zirvelere, iştirak-ı mevâhib ve vâridatla birdenbire ulaşıvermiş; mârifet, muhabbet ve aşk u şevk şâhikalarına otağlarını kurmuş, kendi çağlarını aydınlattıkları gibi günümüze kadar da bütün asırlara o "menhelü’l-azbi’l-mevrûd"dan aldıkları feyizleri ifâza ederek birer "yâd-ı cemil" olarak zikredilegelmişlerdir
Şunu da hemen belirtmeliyim ki, Hazreti Mevlânâ, başta peder-i muhteremleri Sultanu’l-Ulemâ olmak üzere, pek çok feyiz kaynağından istifade etmiş, seleflerinin büyük çoğunluğunu geride bırakmış ve ummanlar gibi köpüren aşk u şevkiyle her zaman Allah’a yakın durmanın yanında hep insanların içinde olmuş ve kendini asla onların üstünde görmemiş; hayat-ı seniyyelerinde bizzat, ötelere yürüdükten sonra da eserleriyle Hazreti Sultanü’l-Enbiyâ’nın rûhânî hayatlarının vesâyetinde bir "kutbu’l-irşad" vazifesi görmüş; çok geniş alanlı, geniş zamanlı tesiri olan ender simalardan biridir
İnsan gözdür görüştür, gerisi ettir İnsanın gözü neyi görüyorsa, değeri o kadardır

Hazreti Pir’in, sofiler arasında bilinen şekliyle müridliği, dervişliği, postnişinliği ve şeyhliği söz konusu değildir O, temel unsurları Kitap, Sünnet ve selef-i salihin olan irşadla alâkalı şahsî içtihatlarıyla, tecdid televvünlü yeni bir yöntem geliştirmiş; farklı bir ses ve solukla hem çağının insanlarını, hem de daha sonrakileri yepyeni bir mâide-i semâviyede buluşturmuştur O, Allah’la münasebetlerinde bir aşk u iştiyak insanıdır; Allah’tan ötürü kendisine teveccüh edenler karşısında da bir muhabbetullah sâkisidir; evet eğer onun, Divan-ı eş’âr’ının ruhu sıkılıp sağılacak olsa gökteki sıkışmış bulutlardan rahmet boşaldığı gibi ondan da muhabbetullah ve muhabbet-i Resûlullah sağnakları boşalacaktır Onun ruhundan fışkıran ve Hüsamettin Çelebi vasıtasıyla kitaplaştırılan en câmi ve büyük ölçüde de didaktik eseri "Mesnevî", bu yüksek aşk u muhabbet tufanının tenezzül dalga boyunda ve bizim de özünü duyabileceğimiz bir şaheser; "Divan-ı Kebîr" ise, Hazret’in kametine göre bir aşk u iştiyak tufanı mesabesindedir
Mesnevî’de duygular, düşünceler muhakemelerimizi ezip geçmeyecek şekilde, idraklerimizi aşmayan âli bir üslûpla işlenmiştir Divan-ı Kebîr’e gelince, onda her şey mağmaların feverânı mahiyetindedir ve herkesin yudumlayacağı türden de değildir Dikkatle bakıldığında, bu kitab-ı celîlü’l-kadr’de fevkalâde bir derinlikle "fenafillâh-bekabillâh-maallah" mülâhazalarına bağlı dışa vuran olabildiğine engin maverâî bir heyecan feverânı müşahede edilmektedir Onun Divan’ındaki bu feverânı görebilenler kendilerini yanardağları hatırlatan bir aşk u vecd tufanı içinde bulurlar ve dehşetle ürperirler Hazret’in herkese açık olmayan bu tür eş’ârında, aklın hudutlarının aşıldığı, insanî normların üstüne çıkıldığı, melekûtî keyfiyâtın mülkî elvân ve eşkâli gölgelediği görülür
Hazreti Mevlânâ, medreseden tekyeye, tekyeden çilehanelere bütün feyiz kaynaklarından beslene beslene olgunlaşmış Hakk’a vasıl olmuş kendi sistemi içinde semâvîleşmiş ve vilâyet semâsında bir kutup yıldızı gibi âdeta kendi etrafında dönen bir mâh-ı mücellâdır Evet o, bulunması gerekli olan yere ulaşmış ve durması icap eden yerde de durmayı başarmış bir babayiğittir Gördüklerini iyi okumuş, duyduklarını yerinde değerlendirmiş; Hakk’a teveccühünde asla kusur etmemiş ve ötelerden esip gelen vâridlerin, mevhibelerin bir zerresini dahi zayi etmemiştir Zayi etmemiş ve pek çok selefi gibi bu ilâhî atiyyeleri şiir diliyle seslendirmiş, baş döndüren söz hevenkleriyle ortaya koymuştur O, bu zebercedden büyülü kelimelerle hem kendi aşk u heyecan hummasını dillendirmiş, hem de şiirin köşe-bucak müphemleri içinde, yârâna açık, ağyâra kapalı müteşâbihâtını ifade etme üstadlığını ortaya koymuştur
Onun, ister herkese açık sözleri, ister müteşâbihâtı –bunlar arasında çok az dahi olsa başkaları tarafından o inci dizileri içine karıştırılmış kalp sözler de bulunabilir– kendi ufkunun sesi-soluğudur, başka divitle, kalemle tanışıklığı olmamıştır; onlar, herkesi tesir altına alacak kadar da sıcak mı sıcak ve tamamen onun gönlünün nağmeleridir
Hazreti Mevlânâ, tabiatı itibarıyla olabildiğine ince, fevkalâde narin, bir anneden daha şefkatli; sözün özü kendi asrında Muhammedî Ruh’un (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) izdüşümü bir müstesna varlıktı Onun bu hususiyetlerini Mesnevî’sinde, Divan-ı Kebîr’inde, başkalarına yazdıkları mektuplarında, ailevî münasebetlerinde, dostlarına karşı özel davranışlarında görüp şahit olanlar, tam bir Peygamber vârisiyle karşılaşmanın heyecanıyla ürperir, kendi kendilerine "Zâlike fazlu’llahi yü’tîhi men yeşâ’" diye mırıldanır ve hayranlıkla iki büklüm olurlar
O, hayatında çok hoyrat muamelelere maruz kalmış, çok incitilmiş; ama hiçbir zaman kaba davranmamış ve kimseyi rencide etmemişti Hakk’a ait mevhibeleri haykırırken her zaman gürül gürül ve fütursuzdu; ancak, sair ahvâli itibarıyla hep mütevazı, mahviyet içinde, yüzü yerde ve herkesi şefkatle kucaklamaya hazır bulunurdu Bencillik, iddia, çalım ve huşunet gibi mesâvi-i ahlâktan sayılan kötü huylar hiçbir zaman onun atmosferinde ikamete fırsat bulamamışlardı Fitilini ondan tutuşturduğu arkadaşı diyeceğimiz Hazreti Şems-i Tebrizî’yi üstadı gibi görür ve saygılı davranır müridi ve halifesi Salâhaddin Zerkûb’a "şeyhim, efendim, sultanım" diye hitap eder Hüsamettin Çelebi’yi tazimle anar ve aile efradına karşı da âdeta ehl-i beyt muamelesinde bulunurdu Meclisi, Peygamber meclisi gibi herkese açıktı ve en uzaktakilere bile öyle yakın dururdu ki, can alıcı hasım ruhlar dahi ellerinde olmayarak kendilerini birden onun şefkatli kucağına salıverirlerdi Bir kere de o atmosfere girdiler mi artık bir daha ayrılmayı düşünmezlerdi Hazreti Pir, ötelerle toptan alışverişi olan birisiydi; ama, insanlara karşı muamelesinde bu koca farklılığı hissettirmeyecek kadar hep muhlis ve mütevazı idi: insanlar içinde insanlardan bir insan olarak yaşar; onlarla oturur-kalkar, onlarla yer-içer; Allah’la arasındaki esrârı elinden geldiğince sır bilmezlerden saklamaya çalışır ve inandıklarını yaşayan bir mürşid olarak her zaman gönüllere nüfuz etme yollarını araştırır; "sohbet-i Cânân" der, sürekli nazarları O’na çevirir; "aşk" der, "iştiyak" der, "cezbe" der, "incizab" der, ruhunda köpürüp duran his ve heyecanı başkalarına da duyurmaya gayret eder ve iklimine uğrayan herkese hakiki insan olma ufkunu gösterirdi Dünyada, dünya malında asla gözü yoktu; hiç olmamıştı da Bulduğunda, kifâf-ı nefs edeceği miktarın dışındakini yedirir-içirir, başkalarına infak eder; bulamadığında da, "Çok şükür, bugün evimiz Peygamber evine dönmüş" der, yerinde sabır pistiyle göklere açılır, yerinde de şükürle mâverâîliklerde pervaz ederdi Sadaka, zekat kabul etmez; insanlara verecekli olma durumuna düşmemek için müzâyakaya maruz kalır, aç durur, fakirane yaşar; ama, sızlanıp ağyârı âhından agâh etmez ve irşad hizmetini de hediye ve behiyyelerle kirletmezdi
Sıkıntı ve huzursuzluk mutlaka bir günahın cezası, huzur ise bir ibadetin karşılığıdır

Mevlânâ Celâleddin er-Rûmi hazretleri, zühdü, takvası, iffeti, ismeti, halktan istiğnası ve bütün bütün ötelere müteveccih yaşamasının yanında marifeti, muhabbeti, aşk u iştiyakıyla da ömür boyu irtifa kaybetmeden yaşayan vilâyet semâsının üveyklerinden biriydi O, Allah’ı aşk üstü bir aşkla sevdiği gibi, O’nun tarafından sevildiğine de inancı tamdı Bu, ne kaybettiren bir emniyet hissi, ne de mehâfet ve mehâbetten mahrumiyetti; bu, bir iman ve ihtisab ufkuydu; Hazret de işte bunu tahdis-i nimet sadedinde ihsas ediyordu Buna, sultanın mevhibelerine dellâllık etme de diyebiliriz
Onun iç dünyasında, her zaman farklı debi ve değişik dalga boyunda aşk çağlayanları birbirini takip eder, teveccüh ve vefası ilâhî cezb u incizabla mükâfatlandırılır; böylece ona, kurb üstü kurb yolları açılır ve o, çok defa kâse kâse yudumladığı câm-ı aşkla sermest-i câm-ı aşk olarak yaşardı Sadece O’nu görme, O’nu bilme, O’nu duyma, O’nu söyleme, her iş ve sözünü O’na bağlama mevzuunda o kadar samimî idi ki; bir an gözü ağyâra kaysa, oturur bir yığın gözyaşı döker; her zaman maiyyetin ferah-fezâ iklimlerinde yaşamaya can atar, hem muhib hem mahbub olma iştiyakıyla çırpınır durur ve dakikalarını âşık u maşuk olma sermestisiyle geçirirdi
Ondan evvel de bu zaviyeden ruhânî zevkleri duyan, yaşayan bir hayli âşık ve muhib gelip geçmişti; ama, duyup hissettiklerini seslendirmesi –hususiyle de Divan-ı Kebîr’deki üslûba emanet– her mülâhazasını cesurca ortaya koyması açısından onun başkalarına karşı bir fâikiyetinin bulunduğu da açıktı Vâkıa, daha sonraki dönemlerden devr-i risâlet-penâhînin koçyiğitlerine kadar umumî fazilette Hazret’e üstünlüğü müsellem bir hayli devâsâ insan da gelip geçmişti; ama, Hazreti Pir’in fâikiyeti "hususî fazilette mercûhun râcihe tereccühü" mânâsınaydı işte bu açıdan onu, bu vadinin biricik gözdesi ve dilrubâsı sayabiliriz O, bu hususta çok güzeldir, güzellere peyrevdir ve aşk yoluyla insanları Güzeller Güzeli’ne ulaştırmada da güzîde bir rehnümâdır
Bir insan için, Cenab-ı Hakk’ı gönülden sevmek ve her zaman O’nu derin bir aşk u iştiyakla yadetmek yüce bir pâyedir Bundan daha yüksek bir mansıp varsa o da, insandaki bütün bu aşkların, iştiyakların, cezb ü incizabların O’nun teveccüh ve iltifatından kaynaklandığının şuurunda olmaktır Hazreti Mevlânâ, her nefes alış verişinde sürekli O’nu soluklanıyordu; bu hâlini de yine O’nun nazar ve hususi teveccühüne bağlıyordu Ufku bu noktaya ulaşmayanlar bunu anlamayabilirler Ne var ki, "Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi / Ebr-i Nisandan ef’î semm, sadef dürdane kapar" fehvasınca, donanım ve istidatların, elfâzın meâniye kalıp olduğu gibi, ilâhî mevhibe ve vâridlere şart-ı âdi plânında bir dâi olduğunda da şüphe yoktur
Bazıları, Cenab-ı Hakk’ın münezzehiyeti ve mukaddesiyeti açısından, O’na karşı aşkı uygun bulmamış ve insan-ı kâmil’in mâşukiyetini de anlamsız görmüşlerdir Pek çok hak dostu gibi Hazreti Mevlânâ da, beşerî aşk u alâkaların çok çok üstünde, Zat-ı Ulûhiyet’in münezzehiyet ve mukaddesiyetine yaraşır bir aşk u iştiyakın olabileceğini cesurca ifade etmiş ve arkadan gelenlere de yoruma açık böyle bir aşk-ı ilâhî müteşâbihi miras bırakmıştır
Sonradan gelen bazı sofi ve mollalar, böyle bir müteşâbihle beraber, yer yer o dergâhta icra edilen müziği, ney’i ve değişik enstrümanları da sürekli sorgulamışlar; semâzenlerin hareketlerini yargılamışlar ve infaz üstüne infazlar gerçekleştirmişlerdir; ama, Hazret’in, kendi yorumlarının doğruluğu konusunda hiçbir şüphesi olmamıştır Olsaydı, hepsini kırar, döker ve bu kabîl şeylerin bütününden vazgeçerdi mutlaka vazgeçerdi
Aslında onun, dinin ruhuna yürekten bağlı bulunması ve Muhammedî edebin (sav) arızasız bir temsilcisi olması da, başkalarına fazla bir şey söyleme fırsatı vermez zannediyorum Kılı kırk yararcasına dinin özüne saygısı ve Sünnet-i seniyyenin canlı bir tefsiri olması, bugüne kadar büyük çoğunluğun onu kabulü için yetip artmıştır
O, tam bir samimiyet ve ihlâs insanıydı; şer-i şerife muhalif düşmemek kaydıyla hep gönlünden gelenleri yaşıyor ve onları seslendiriyordu Dini hayata hayat kılarken de, başkalarına yaşama yollarını gösterirken de, ney’e üflerken de, semâa kalkıp pervane dönerken de, her zaman aşk u iştiyakla ciğeri kebap ve her zaman âh u eninle sızlayan bir nây ve bir dolaptı Anlamazdı muzdarip olmayanlar onu; duyamazdı nâdânlar onun duyduklarını O, "Firaktan pâre pâre olmuş bir sine isterim ki, ona iştiyak ve dertlerimi şerh edeyim" diyor derd-mend yârân beklentilerini seslendiriyordu
Doğrusu, Hazreti Mevlânâ gibi fâikiyeti müsellem bir zat hakkında bana söz söylemek düşmezdi Öteden beri kendisine saygı duyduğum birinden gelen bu istikametteki talebe hayır diyemedim; başımdan aşkın bir işe girişme cür’etinde bulundum Bugüne kadar yüzler-binler onunla alâkalı yazılar yazdılar; bu mevzuda söz onlarındı ve söylenecekleri de onlar söylemeliydiler Ne var ki, bu, benim gibi düz adamların da bir şeyler mırıldanmasına mâni değildi; bence, olan da işte buydu
Belki, daha önceden sesimi kesip konuyu şefik Can Bey’in "Mevlânâ, Hayatı, şahsiyeti ve Fikirleri" nam eserine havale etmem icap ederdi Geç olsa da, mevzuu dar mülâhazalarımla daha fazla daraltmamak ve karartmamak için o işi şimdi yapıyor ve ifadelerimi noktalıyorum
Not: Bu yazı, Şefik Can Bey’in "Mevlânâ, Hayatı, Şahsiyeti ve Fikirleri" adlı eserinin İngilizce baskısı için "takdim" olarak yazılmıştır

Mevlânâ Celâleddin Rûmî (30 Eylül 1207-17 Aralık 1273)

Resim ressama, beni kusurlu yaptın diye söz mü söyleyebilir? Santrançta piyon yola çıkar da, sonunda yüce vezir olur Bilginin iki kanadı vardır, şüphenin tek

Mevlânâ 30 Eylül 1207 tarihinde bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan’ın Belh şehrinde doğdu Mevlânâ’nın babası dönemin ileri gelen alimlerinden olup, sağlığında “Sultân-ül-Ulemâ/Bilginlerin Sultânı” unvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled’dir Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur Bahâeddin Veled, bazı siyasî olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası sebebiyle Belh’ten ayrılmak zorunda kalmıştır Aile, sırayla Nişabur, Bağdat, Kûfe, Hicaz, Şam, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Karaman’a (o günkü adı Lârende) geldi 1222 tarihinde Karaman’a gelen aile burada 7 yıl kaldı Mevlânâ 1225 yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da evlendi Bu evlilikten Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlânâ bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı Bu evlilikten de Muzafferüddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi Bu yıllarda Anadolu’nun büyük bir kısmı Selçuklu egemenliği altındaydı Konya da bu devletin baş şehri idi Sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkârlarla dolup taşmıştı Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd’dı Keykubâd, Sultânü’I-Ulemâ Bahâeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve yerleşmesini istedi Bahâeddin Veled, Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni ikametlerine tahsis ettiler Sultânü’l-Ulemâ 12 Ocak 1231 tarihinde Konya’da vefat etti Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi seçildi

Şems-i Tebrizî ile buluşması

Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu Mevlânâ, babasının vefatının ardından Seyyid Burhaneddin Tirmizî’nin nezaretinde uzun bir manevî terbiyeden geçti Rüknüddin Zerkûbî’nin işaretiyle Konya’ya gelen Şems-i Tebrizî ile buluşması (15 Kasım 1244) ise onda yeni bir ufuk açtı Birbirlerinin ufkunu İlahî enginlere açan iki büyük okyanus, kendi çağlarını aydınlattıkları gibi günümüze kadar da bu nûraniyet devam etmektedir Mevlânâ, Şems’te “mutlak kemâlin varlığını”, cemalinde de “İlahî envarı” görmüştü Ancak beraberlikleri uzun sürmedi Şems-i Tebrizî ile sohbetleri, etraftakilerin bunu kıskanması, Şems-i Tebrizî’nin Şam’a gitmesi, Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’i gönderip, müridlerle onu tekrar Konya’ya çağırması, Şems-i Tebrizî’nin ondan sonra tekrar kaybolması Sonra da ikinci kayboluşunun ardından Şam’da-Suriye’de “Acaba bulabilir miyim?” diye tekrar tekrar onu araması Mevlânâ’nın hayatında iz bırakmış sahnelerdendir Mevlânâ, Şems’in kayboluşundan sonra uzun yıllar inzivaya çekildi Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî’nin yerini doldurmaya çalıştılar Mevlânâ, 5 Cemaziye’l-ahir, 672 (17 Aralık 1273) Pazar günü Hakk’ın rahmetine kavuştu Cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlânâ’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı Bunun üzerine namazı Kadı Siraceddin kıldırdı

Şeb-i Arûs

Mevlânâ Hazretleri, ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah’ına kavuşacaktı Onun için Mevlânâ ölüm gününe düğün günü manasına gelen “Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ‘ah-ah, vah-vah edip ağlamayın’ diyerek vasiyet ediyordu O, “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir” der

Ney ne anlatır?

Ney âlemi kuşatan “büyük sır”ın sesidir Yanıktır Yakar Her nerede üflenirse üflensin bulunulan ortamın nahoşluğuna inat kendi aşkını ve derdini öne alan, baskın çıkan, “alet edilemez” bir inleme gibidir Diğer tüm sazları gayri meşru şarkılarda kullanmak mümkündür, ancak nây-ı şerif öyle değildir O alet olmaz Nerede olursa olsun kendi gündemini, İlahî aşk ateşini bir anda en ön sıraya oturtuverir Kamış veya kargı anlamına da gelen neyin en eski adı Sümerceden Farsçaya geçen nâ veya nay sözcüklerinden geliyor

Mesnevî nedir?

Mesnevî, klâsik Doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır Sözlük anlamıyla “ikişer, ikişerlik” demektir Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine Mesnevî adı verilmiştir Kâtibi Hüsameddin Çelebi’nin söylediğine göre Mevlânâ, Mesnevî beyitlerini Konya/Meram’da gezerken, otururken, yürürken hatta semâ ederken söylermiş, Çelebi Hüsameddin de yazarmış Mesnevî’nin dili Farsçadır Halen Mevlânâ Müzesi’nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunan en eski Mesnevî nüshasına göre, beyit sayısı 25618’dir Mesnevî’nin vezni: Fâilâtün-Fâilâtün-Fâilün’dür Mevlânâ 6 büyük cilt olan Mesnevî’sinde, tasavvufî fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikâyeler halinde anlatmaktadır

10-17 Aralık tarihlerini Dünya Barış Kongresi haline dönüştürmeyi düşünüyoruz - Tahir Akyürek (Konya Büyükşehir Belediye Başkanı):

Kuru duayı bırak, ağaç isteyen tohum eker İnciyi sedef içinde ara, hüneri de sanat ehlinden iste Allah’a kavuşmadıktan sonra, ab-ı hayat bile ateştir

Bir kültür ve tarih başkenti olan Konya, bu kimliğiyle yüzyıllardır insanların devamlı ikamet ettikleri, çalıştıkları ve ziyaret etmek amacıyla geldikleri en fazla tercih edilen yerlerden birisi olmuştur Şehrimizin millî, manevî, tarihî ve kültürel değerlerini araştırmak, yaşatmak, tanıtmak, benimsetmek ve bu suretle millî bütünlüğün güçlenmesine katkıda bulunmak amacıyla Konya Büyükşehir Belediyesi olarak çalışmalarımızı bu bilinçle zenginleştirip, göreve başladığımız andan itibaren özellikle kültürel belediyecilik alanında yararlı olacağına inandığımız çalışmalarla, bu zengin mirası tüm dünyaya ulaştırmayı hedeflemekteyiz Şehrin geleceği için sadece fizikî yatırımlar değil aynı zamanda sosyal ve kültürel yatırımlar da önemlidir
Konya’mızın diğer şehirlerimizden farklı bir ayrıcalığı vardır Konya’da farklılıkları koruyarak bir arada yaşamak, yüzyıllardır bir gelenek haline gelmiştir 750 yıl önce Amerika ve Avrupa’da insan ayrımcılığının yaşandığı bir dönemde, Anadolu’nun bu şehrinde insanların evrensel kardeşlik çizgisinde buluştuklarını görebiliriz
Kültür hizmetleri açısından yeni dönemde Konya, büyük beğeni ve takdir toplamaktadır Amacımız tüm dünyaya sevgiyi, hoşgörüyü, Konya’yı ve Mevlânâ’yı tanıtmak Bu değeri tüm dünyaya tanıtmak bizlerin en büyük vazifesidir Mesnevî’nin tüm insanlığa gönderdiği mesajları ulaştırmakta bu temel düşünce bizlerin rehberi olmuştur
Hz Mevlânâ, insanlığa hizmet etmenin yolunu; din, dil ve ırk ayrımcılığı gütmeden herkese aynı noktada yaklaşmakta olduğunu söyler Bu temel düstur aynı zamanda günümüz dünyasının ihtiyacı olan bir olgudur da
Konya Büyükşehir Belediyesi olarak öncelikle çok sade bir anlatımı ve anlaşılır diliyle en çok ilgi gören ve günümüz Türkçesine en yakın nüsha olan Abdulbaki Gölpınarlı’nın gözden geçirdiği Veled Çelebi İzbudak’a ait Mesnevî şerhi yayımlandı İngilizce ve İtalyanca çevirileriyle yayımlanan Mesnevî’nin Farsça ve Almanca çevirileri de tamamlanmak üzere Yakın bir tarih içerisinde Fransızca, Rusça, Yunanca, Boşnakça, Bulgarca dillerini de kapsayarak 20’ye yakın dilde tercüme çalışmalarını gerçekleştirmeyi planlıyoruz Birleşmiş Milletler’e bağlı UNESCO, 2007 yılını ‘Mevlânâ Yılı’ ilan etmeye hazırlanıyor Ayrıca şehrimizde her yıl düzenlenen Hazreti Mevlânâ’yı Anma Etkinlikleri’ni farklı bir hüviyete büründürerek 10-17 Aralık tarihlerini Dünya Barış Kongresi haline dönüştürmeyi düşünüyoruz
Hazreti Mevlânâ’nın düşünce merkezinin asıl kaynağı “inancı” olmuştur Bu inanç ise; bizim de dayanmakta olduğumuz değerlerdir Hz Mevlânâ’nın tanıtılması ile bir filozof, bir mutasavvıf, bir İslam büyüğü ve hepsinden önemlisi insanı insan yapan değerler tanıtılmış oluyor

Mevlevî, hayata tecelliyat olarak bakar

Mevlevîlerde, edep telâkkisiyle inançtan meydana gelen terimler vardı Meselâ kapıyı kapamak, ocağı, yahut mumu söndürmek, ışığı yakmak gibi çeşitli mânaları arasında kötüleri de olan sözler, Mevlevîlik’te kullanılmaz, bunların yerine ‘kapıyı örtmek’ yahut ‘sırlamak’, ‘ocağı ve mumu dinlendirmek’, ‘ışığı uyarmak, uyandırmak’ gibi tâbirler kullanılırdı Ben denmez, ‘biz’, yahut ‘fakir’ denirdi Sen denmez, ‘siz’, yahut ‘nazarım’ denirdi Bunların çoğunda Mevlevîlerle diğer tarikatlar arasında iştirak vardı Aynı tâbir, bütün tarikat erbabınca kullanılırdı Bir kısmı ise yalnız Mevlevîlere mahsustu
Agâh ol, agâh olmak: Bir şeyi anlamak, gerçeğe ermek anlamına geldiği gibi uykudan uyanmak mânasını da ifade ederdi ‘Uyan, kalk’ yerine birisi uyandırılırken el ucuyla hafifçe yastığına vurularak yine yavaşça ‘agâh ol erenler’ denirdi
Allah derdini artırsın: Bir nev-niyazın aşk ve cezbeye ait bir tezahürü görülürse şeyh veya dedeler, ona bu cümleyle duâ ederlerdi Dert, aşk ve ihlâs, teslim ve vefa, neş’e ve iştiyak mânalarına kullanılırdı
Yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur Eğri bacağın gölgesi de eğridir

Aşkolsun: Birisinin yanına gelen şahıs, oturup niyaz edince, yâni onunla görüşüp yerine oturarak yeri öpünce ev veya hücre sahibi, o zata ‘aşkolsun’ derdi ki bu söz, ‘hoş geldin’ makamındaydı Bu söze muhatap olan, söyleyenin makamına ve kemâline göre ya elini göğsüne koyup baş keserek ‘eyvallah’ der, yahut yine eğilip yeri öperdi Su veya bir şey içene de ‘afiyet olsun’ yerine ‘aşkolsun’ denirdi Bütün tarikatlarda müşterek olan bu tâbir, bazen de karşılıklı ve tamamlayıcı tâbirlerle uzatılmıştı ‘Aşkolsun’ sözüne muhatap olan, ‘aşkın cemâl olsun’ derdi Bu söz üzerine ‘aşkolsun’ diyen, ‘cemâlin nur olsun’ der ve ‘nûrun alâ nûr olsun’ cevabını alırdı
Aşku niyaz, aşketmek: Selâm anlamınadır Şeyh veya dede yahut da birisi, ihvandan birini sorarsa bu soruya karşılık ‘selâmı var’ yerine soranın derecesine göre ‘aşku niyaz ederler, kademlerinize aşku niyaz ederler’, yahut ‘aşkederler’ derdi Şeyhe veya dedelerden, yahut da ihvandan birine selâm gönderilirken ‘kademlerine aşku niyaz ederim’, yahut sadece ‘aşku niyaz ederim’ veya ‘aşkederim’ denirdi

Aşk vermek: Aşkolsun demeye, yâni gelene hoş geldin yerine bu sözü söylemeye ‘aşk vermek’, bu söze muhatab oluşa ‘aşk almak’ denirdi

Ateş-bâz: Mevlânâ’nın aşçısı olduğu rivayet edilen bu zatın adı, matbah ve aşçıbaşı yerine de kullanılırdı

Avam: Sûfiler, hakikat ehli olmayanlara zahir, avam gibi adlar vermişlerdi Mevlevîler tarikat ehli olmayanlara ‘avam’ derlerdi

Çerağ: Işık, mum ve kandil anlamına gelir

Dede: Çile çıkarmış ve hücre sahibi olmuş derviş

Derviş: Bütün müntesiplere ve bilhassa çilekeşlere denirdi Tarikat mensubu anlamına gelen bu tâbir, umumî ve müşterekti

Işığı dinlendirmek: Işığın söndürülmesi

Erenler, erenlerim: Şeyhlere ve dedelere söylenirdi

Eyvallah: ‘İyi vallahi’den, yahut ‘iy vallahi’den bozmadır Bu söz, çağırılan kişi tarafından, efendim mukabili kullanıldığı gibi ‘aşkolsun’ sözüne karşılık teşekkür mânasını da ifade ederdi Bir soruyu tasdik yollu kullanıldığı da vardı ‘Allah eyvallah’ tarzında kullanılırsa yemin makamına geçerdi

Fahir: Mevlevî sikkesi Mevlevîlerle Bektâşîler arasında müşterekti Bektâşîler de Bektaşî tacına fahir derlerdi

Fakir: Yok, yoksul anlamına gelen bu kelime, bütün tarikatlarda müşterekti ve “ben” yerine kullanılırdı

Göçmek, göçünmek: Ölmek

Gönül etmek: Bir işin olması veya olmaması için kalben duada bulunmak, olmasını veya olmamasını istemek, himmet etmek, birisinin işi için mânevî himmette bulunmak

Görüşmek: İhvandan iki kişinin, birbirlerinin sağ ellerini, sağ elleriyle, yahut iki elle kavrayıp ağızlarına kaldırarak ve biraz eğilerek aynı zamanda ellerinin üstünü öpmelerine dendiği gibi Mevlevî sâliki, eline aldığı her şeyi, meselâ su içeceği vakit bardağı, eline aldığı kahve fincanını, yatacağı vakit ve kalktığı zaman yastığını, üstüne çekerken ve üstünden atarken yorganını, giyer ve çıkarırken, hırkasının ve çamaşırını yakasını, sikkesinin kenarını öperdi ki bu öpüşe de ‘görüşmek’ denirdi

Hakta: ‘Yok’ sözü yerine kullanılırdı Meselâ para yok yerine ‘mangır hakta’ denirdi Umumî ve müşterek terimdi

Hak vere: Aynı mânada kullanılırdı ‘Yok’ sözü, hoş görülmez ve söylenmezdi Bunun yerine bir şeyin bittiğini, tükendiğini anlatmak için ‘hak vere oldu’ denirdi Müşterekti

Hâmûşân: Susanlar anlamına gelen bu terim, Mevlevîlere aitti, mezarlık ve ölüler yerine kullanılırdı

Hora geçirmek: Yemek anlamına gelen Farsça ‘horden’ kelimesinden yapılmaydı “Bir şey yemek” anlamını ifade ederdi

Hora geçmek: Makbule geçmek mânasına gelen müşterek ve hattâ halk dilinde de mevcut bir tâbirdi

İhvan: Bütün Mevlevîler birbirlerine ‘ihvan-kardeşler’ derlerdi Umumî olmakla beraber daha ziyade Mevlevîler tarafından kullanılırdı

Nazarım: “Sen” yerine kullanılırdı Mevlevîlikte bakışın büyük bir ehemmiyeti vardı Mevlevîler mürşidin bakışının, insanı cezbeye ulaştıracağına inanırlar Mevlevî mukabelesinde (ayin) Devr-i Veledî’de karşılaşanlar birbirlerinin yüzlerine ve kaşlarının aralarına bakarlardı Aynı zamanda karşımdaki, benim nazarım olur, ben de ona nazar kesilirsem birleşmiş oluruz ki bu takdirde kelime, birliği de anlatır

Nev-niyaz: Tarikata yeni girmiş ve bilhassa genç muhib ve semâzene denirdi

Niyaz: Baş kesmek de denir Mukabeleden başka zamanlarda bir Mevlevî, diğer bir Mevlevî ile ayakta buluşunca her ikisi de şu suretle birbirlerine niyaz ederlerdi: Niyâz eden, şehadet parmağını, diğer parmaklara nispetle düz olarak tutup sağ elini dudağına götürür ve şehadet parmağını sükût işareti yapar gibi dudaklarının üstüne biraz mail olarak koyup hafifçe öper ve derhal yine parmaklar biraz açık olarak elini kalbinin üstüne koyup başını eğerdi Karşıdaki de aynı tarzda sağ eliyle aynı hareketi yapar ve baş keserek niyaz etmiş olurdu Bu, parmağı ağza götürmek, sırrı fâşetmemeye ve sükûta, baş kesmek de insanı takdise alâmetti Dergâha, şeyhe, dedeye ve canlara verilen hediyeye de niyaz denirdi

Rızâ: Allah razılığı ve yol uğruna çekilen zahmet ve mihnetlere razı olmayı bildiren bir terimdi ‘Rızâ’ kelimesi, ebced hesabında 1001 sayısını ifade ettiğinden ve Mevlevî çilesi, binbir gün hizmetle olduğundan bu kelime, Mevlevî edebiyatına da girmişti

Sırrolmak: Gizlenmek, kaybolmak, sönmek, ölmek

Mevlevî mukabelesi

Kalbi ve sözü bir olmayan kimsenin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır

Karşılaşmak anlamına gelen mukabele kelimesi, bütün tarikatlarda ve bilhassa Mevlevîlerde, tarikat âyinini icra etmek yerinde kullanılagelmiştir «Mukabele» semâhânede yapılır Semâhâne, ekseriyetle türbeyi de ihtiva eden ve kenarında seyircilere mahsus ayrı bir yeri bulunan geniş bir binadır Asıl semâ’a mahsus olan yer, tamamıyla birbirine bitişik ve cilâlı tahtayla döşenmiştir Semâ’hânenin üst kısmında da merdivenle çıkılan «mutrıbhâne» vardır Mukabele, ihya geceleri, yani şimdi kandil geceleri denen Rebiülevvel’in on ikinci gecesi (Hz Muhammed’in (sas) doğduğu gece, Mevlid), Receb’in ilk cuma gecesiyle (Regaib), yirmi yedinci (Miraç), Şaban’ın onbeşinci (Berat) ve Ramazan’ın yirmi yedinci geceleri (Kadir), Kurban ve Ramazan bayramlarının arefe günlerinin akşamları, yâni bayram geceleri, ihya geceleri, yâni uyunmayacak ve ibadetle geçirilecek gecelerdir Gündüzleri öğle namazından sonra, geceleri de yatsıdan sonra mukabele yapılır Her tekkenin ayrı mukabele günleri vardı İstanbul Mevlevîhânelerinin mukabele günleri, şu günlerdi: Cuma: Galata (Kulekapısı) Cumartesi: Üsküdar Pazar: Kasımpaşa Pazartesi: Yenikapı Salı: Kulekapısı Çarşamba: Beşiktaş (Bahariye) Perşembe: Yenikapı Maamafih bazen ihvan toplanınca mukabele günü olmadığı halde de mukabele yapılabilirdi Taşradaki Mevlevîhânelerde mukabele günü, daima cuma günüydü Konya’da da cuma günü, Selimiye Camii’nde cuma namazı kılınır, herkes namaza, tennuresiyle, hırkasıyla gider, namazdan doğruca semâhâneye gelinir, mukabele icra edilirdi Rivayete göre evvelce mukabele günü ve vakti yokmuş İhvan toplanır sohbet esnasında bir vecd, bir zevk hâsıl olursa şeyh, meydancıya emreder, o da canlara haber verir, semâhâneye gidilip mukabele yapılırmış Sonradan, Mahmud II vakitli vakitsiz Mevlevîhânelere gelmeye, gelince de mukabele yapılmaya başlanmış Fakat mukabelenin, bir vecd sonucunda değil de padişahın gelişi yüzünden yapılması, Mevlevîlerce hoş görülmemiş Şeyhler, toplanıp her tekkeye bir mukabele günü ayırmışlar ve herhalde çelebilik makamına da haber verdikten sonra padişaha, ‘payıtahtınızda her gün öğle namazından sonra Mevlevi mukabelesi icra edilmektedir’ diye günlerin listesini arz etmişler ve bu suretle de padişah gelince mukabele yapılmasının önüne geçmişler



Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.