Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Sinsi Eğlence > Bir Tutam Hikaye

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
hikaye, hikayelerimiz|masal, milli, özetleri

Milli Hikayelerimiz|Masal Ve Hikaye Özetleri

Eski 10-24-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Milli Hikayelerimiz|Masal Ve Hikaye Özetleri




BOZKURT POSTU

Günlerden beri yollardaydı Son lokmayı da sindirmiş, kusup çiğneyeceği bir tek et parçası kalmamıştı kursağında Avlandıklarının üstünden neredeyse dört gün geçmişti Şimdi aç, susuz ve uyluğundaki derin yarasıyla, sığınacağı, belki de huzur içinde öleceği bir yer arıyordu kendine Bitmek bilmeyen karla örtülü düzlüklerin ortasında yürürken, yavrularını parçalayan, dişisini öldüren, kısaca yuvasını dağıtan diğer kurtlardan alacağı intikamı düşünüyor, ciğerlerini yakan ayaza rağmen yoluna devam ediyordu Gökte güneşin süzülüp, ayın soluk ışıltısıyla ona yol gösterdiği bu kaçıncı gün, geride bıraktığı kaçıncı tepe, kaçıncı bayır bilmiyordu Tek isteği, geniş bozkırı aşıp yüce dağlara sığınmaktı

Durdu, geride bıraktığı engin bozkıra baktı Bir kurttan beklenilmeyen saflıkta, garip sesler çıkararak bir daha dönemeyeceği kendi yurdunu düşündü Sonra, kar altındaki toprağın can suyunu koklayarak yoluna devam etti Kulaklarını dikip, çevreyi dinlerken, ön sezilerinin ve eşsiz koku alma duyusunun kaybolmadığına sevindi Yaşaması kaçınılmazdı artık Yarası ona inanılmaz acılar verse de, içindeki yaşama dürtüsünün, hâlâ kıpırdadığına şahit oluyordu Yapışkan salyalarını gevrek karın üstüne döke döke alaca karanlığın içine daldı Geceyi geçirebileceği bir yer aradı kendine Yalnızlık meğer ölümle eş değermiş Yalnızlığını ve yalnızlığın bir öncü kurt için ne denli zor olduğunu düşündü Ve nihayet, bulduğu ilk sığınağa doğru ilerledi Temkinli adımlarla, sağı solu yoklayarak içeriye sokuldu, toprağın üstüne uzandı Orada dinlenecek, yarasını yalayıp iyileştirecek, tekrar yollara düşecekti Ve bir öncü kurt olmanın üstünlüğüyle kendine yeni bir yuva kuracaktı

Kurt, derin acılar ve sonu gelmez üzüntüler içinde çalıların arasındaki sığınağında uyuklarken, birden, bir tilki sürüsü fırladı dışarıya Çalıların hışırtısını, buz tutmuş karın çıtırtısını duydu kurt Gözlerini açtı, orada, bir tepenin üstünde boz tüyleri rüzgarda savrulan tilkileri gördü Koca ovanın tek hakimiymiş gibi onları kanlı gözlerle süzdükten sonra, dertop oldu, havayı kamçılayan kar tozuntularının buyruğuna bıraktı kendini Uyudu Ortalıkta rüzgarın sesi, kabuk tutmuş karın çıtırtısından başka bir şey işitilmiyordu Engellenemeyen bir beyaz-lık uzanıyordu dört bir yana Ağaçların buz tutmuş dalları yasla eğiliyor, gökte duman rengi bulutlar geziniyordu Ölgün ve solgun kış güneşi batmak üzereydi Yarası ise acı veriyordu ona

Kurt orada tam dört gün kaldı Bazen uyudu, bazen uyandı, üstündeki yapışkan karları silkeledi Acısından inledi ve yarasının kardan buz tutmuş kabuğunu yaladı Sırt tüylerini uğuldayan kış rüzgarına verip yine uyudu, sonunda yarasını iyileştirdi Kar üstünü örttü Dört gün boyunca belli belirsiz karartısıyla orada kalakaldı

Öncü kurt, birkaç gün sonra, midesini burkan bir açlık dürtüsüyle uyandı Yarasını yokladı, yara artık acı vermiyordu ona Buzdan bir heykel gibi doğruldu Başını yine dimdik tuttu, üstündeki karları silkeleyip av peşine düştü

Uzayıp giden kar yığınları ve engin bozkır onundu artık

* * *

O gün, hiçbir canlıya rastlamaksızın, gün boyu yol aldı Akşam gölgelerinin mavi yazıya düştüğü saatlerde, uzakta bir karartıya ilişti gözleri Hızla o yana koşturdu Çıplak kavak ağaçlarının berisinde bir sıra kerpiç evler uzanıyordu Rüzgarlı tepenin üstünde, o yandan gelen koyun kokularını soluyup, karanlığın çökmesini bekledi Yutkundu, inledi, sancılı sesler çıkardı, salyalarını döke döke, tam bir kurt sinsiliğinde evlere doğru sokuldu

* * *

Barak'da, kadim Türkmen bozkırının ortasında, bir kaç evcikten müteşekkil bir mezrada davar ağılının kapısı gün doğusuna açılırdı Orada, Türk nüfusunun Anadolu'ya akın ettiği günden beri Oğuzlar'ın Bozok koluna mensup Beğdili aşiretinden küçük bir oymak yaşardı Ta Hazar ötesinden gelip, güneşin doğduğu bu topraklara Oğuz-eli adını vermiş, burayı ikinci yurt edinmişlerdi Hiç bir güç ve hiç bir olay onları bu toprakları terke zorlayamamıştı Ne Osmanlı'nın aşırı baskısı, ne Araplar'la sonu gelmez mücadeleler, ne de acılı Rakka yılları Onlar güneyde, Türkün keskin kılıcı olmaya devam etmişlerdi

* * *

Karanlığın içinden bir saksağan öttü Beğdilili yaşlı Türkmen, yorgun başını sap yastıktan kaldırıp, bir süre sessizliği dinledi Ocakta iri kütükler yanıyor, davar ağılından tuhaf sesler geliyordu Yine bir kurt sürüsü mü inmişti düze? Nefesini tutup, küçük pencereye yaklaştı Camın buğusunu sildi Karanlığa bir göz attıktan sonra, oğlunu uyandırdı Silahlarını alıp sessizce dama çıktılar Orada, tavan penceresinin üstünden, olacakları seyre koyuldular

Aşağıda, davar ağılının içinde iki yağ kandili yalpalanıp duruyor, koyunların boz sırtlarını, ahırın köhne kapısını, sağlam kirişleri ve yemlikleri aydınlatıyordu Baba oğul, nefeslerini tutmuş, parmakları tetikte bekliyorlardı Saksağan ise kavakların zirvesinde hâlâ ötüyordu

Kapı önce tırmalanır gibi oldu Soğuktan ve açlıktan inleyen bir canavarın sesi duyuldu Kapı gıcırdıyor, arkadaki demir sürgü zorlanıyordu Ve büyük bir gürültüyle bir kurt girdi içeriye Koyunlar, kurdun saldırmasına fırsat vermeden, içgüdüleriyle onun etrafını hilâl biçiminde kuşattılar Ağır başlı kurt oralı bile olmadı Burnunu dimdik yukarıya kaldırıp içerdeki havayı kokladı En ufak bir korku panik havası yoktu üstünde Başını her iki yana sallayıp ön patilerini ileriye uzattı Bir yay gibi gerindi, korkunç bir hırlamayla ava saldırmaya hazır vaziyette bekledi Adamlar onun, açlıktan çılgına dönmüş yüzünü ta üst kat pencereden gördüler Delikanlı dehşetle irkilerek,

- Öldürelim şunu baba, diye fısıldadı "Derisini yüzer duvara asarız Silah seslerini duyarlarsa bir daha gelmezler Haydi, öldürelim şunu!"

Yaşlı adam başını her iki yana sallayıp,

- Hayır evlat, sakın yapma bunu! dedi "Yalnız bir kurt o Yalnız ve kimsesiz Bir yanlışlık yapmayalım Bırak yesin birini Zaten bir koyundan başka yemez bunlar Bu, eskilerin börü dediği cinsten Bozkurt da derler buna Daha evvel gelen kara ve kırmızı kurtlara benzemez Bunlar kurtların en asilidir, sürüye asla zarar vermezler Öldürmek günahtır Bırak yirmi beş koyundan birini de o yesin Yirmi dört koyunu olmakla kara budun sayılmayız nasıl olsa Bu, ona sunacağımız daha bir koyunumuz var demektir Böyle yapmakla yoksul sayılmayız, vergimizi de ödemeye devam ederiz, daha ne istersin? Bırak karnını doyurup, çekip gitsin Tabiat kanunudur bu evlat, elimizden bir şey gelmez"

Bu kısa konuşmanın ardından, parmaklarını tetikten çekip, gitmek için hazırlandılar Kurt, çenesini yere dayamış, koyunların ortasında ince uzun bir yay gibi hareketsiz duruyordu Işıldayan göz bebeklerini döndürüp duruyor, en semiz koyunu bulup çıkarmaya çalışıyordu Sonra bir anda insanı hayrete düşürecek bir çeviklikle en öndeki koyuna saldırıp, onu boğazından yakaladı Koyun daha o anda kurdun altında hareketsiz kaldı Davar sürüsü dört bir yana kaçıştı Av ile avcı baş başaydı artık

Yaşlı adam iç çekip,

- Haydi gidelim buradan evlat! dedi "Bekçiye gerek kalmadı artık Gel, ocağın başına dönelim biz Sabah gelir, geride bıraktıklarına bir göz atarız Haydi gidelim!"

Genç adam, yüreğini burkan o korkunç manzaraya rağmen babasına itaat etti Sonra, tüfeklerini omuzlayıp evlerine yollandılar

* * *

İçin için yanan ocağın başında, keçe kilimlerin üstüne uzanmış, konuşuyorlardı Ahırdan çıt çıkmıyordu Silahlarını duvara dayamış, isli çaydanlıktan yükselen buhara dikmişlerdi gözlerini Dışarıda, uçsuz bucaksız kar yığınlarının gerisinde esrarlı bir karanlık göze çarpıyordu Bozkıra dondurucu bir soğuk egemen olmuştu

Delikanlı bir ara yirmi dört sayısının anlamını sordu babasına Babası, küçük gözlerini kısıp, kar ve güneş yanığı ensesini kaşıyarak,

- Peki, dilimin döndüğünce anlatayım sana, dedi "Yirmi dört, Oğuzlar'ın uğurlu sayısıdır evlat Oğuzlar iki ana koldan, her kol on iki boydan ibarettir Yekun yirmi dört boy eder ki, Oğuzlar'ın kutlu sayısını oluşturur bu Davar yirmi dörtten aşağı düştü mü, iyiye yormazlardı bunu Böyle kimselere kara budun denir ki, fakir ve düşkün kişi anlamına gelir bu Bunlardan vergi de alınmazdı Oysa bizim hâlâ yirmi beş koyunumuz var Bırak birini de o yesin İşte bunun için engel oldum sana Bunda da bir hikmet var evlat Gelen kızıl ya da kara kurt olsaydı tereddüt etmeden öldürürdük Babam bana bunu böyle öğretti Sen de böyle bil Rahmetli öyle güzel şeyler anlatırdı ki, her sözünde bir hikmet vardı Kurdu görünce, hocamız Şükrü Efendi’nin bize okuttuğu menkıbelerden biri geldi aklıma, dur bir bakayım hele"

Adam yerinden kalktı, tahta sandıktan yıpranmış bir kitap getirip, cılız fener ışığının altında okumaya başladı:

"Vakti zamanında, Oğuzlar'ın Bozok koluna mensup Beydili aşiretinden Barak adında bir yiğit yaşardı" diye başlıyordu hikaye "Barak, on sekizinde, yaşıtlarının içinde parmakla gösterilen, gözü pek bir yiğit idi Babası boy beyiydi Kapılarının girişinde, Tuğrul Bey'in taşıdığı cinsten bir yayla üç ok asılı dururdu Asaletin ve cihangirliğin sembolüydü bu Ne var ki Barak, bu nişaneyi kendisinin hak ettiğine hiç inanmazdı Başkalarının, hatta yıllar önce kendi soyundan birinin kazandığı bir ödül olarak kabul ederdi onu Gizliden gizliye aşağılık duygusuna bile kapıldığı oluyor, her şeyi kendi alın teriyle, kendi bilek gücüyle, kendi yiğitliğiyle kazanmak istiyordu Günlerce bunun yürek sıkıntısını duydu içinde Kendini ispatlayacak bir çıkış yolu ararken, birden aklına o yıl yapılacak olan bahar oyunları geldi Zaman kaybetmeyip hemen babasının huzuruna çıktı Ondan gerekli izni alıp, al atını Aral'a doğru sürdü Ceyhun'u, Ceyhun'un suladığı mümbit toprakları, kilometrelerce uzanan sazlıkları, dağları, bayırları aşıp, kuzeyde yarışların yapıldığı meydanlığa vardı Bahar yağmurlarını yiyen toprak burada et gibi yumuşaktı Barak, dağın eteğinden bu büyüleyici manzarayı seyrederken, yepyeni bir cennete geldiğini düşündü Ovaya serpilmiş binlerce çadır, yükselen duman sütunları, yemyeşil bayırlar, dorukları karlı dağlar, dağların eteklerindeki çam korulukları, yaylıma bırakılmış atlar, sığırlar ve davar sürülerini gördü orada Uzak ufkun berisinde Aral'a doğru akan yılkı ve saygaların göğe savurduğu toz bulutlarını da görüyordu bulunduğu yerden Her yıl bu mevsimde bazen Hazar'a, bazen Aral'a doğru yeri sarsarak, gürültüyle, bir sel gibi akıp giderlerdi Barak, büyüleyici güzelliğin coşkusuyla atını kalabalığa sürdü"

* * *

Delikanlı, hikayeye dalan babasına;

- Sözünü kestim baba, dedi "Kurda bir göz atsak mı acep?"

İhtiyar, tatlı bir rüyadan uyanır gibi,

- Okumamı kesme evlat! dedi "Kulağını aç ve beni dinle! Hayvanı da rahatsız etme!"

Sonra, okumaya devam etti:

"Derken yarışlar başladı Yiğitler, güneş yanığı derilerini örten kıl abaların içinde, bellerine sardıkları türlü renkte kuşaklarıyla er meydanına çıktıklarında genç kızların gözü kamaştı Davarlar kesiliyor, yemekler pişiriliyor, saba ve çamçakların içinde kımızlar hazırlanıyordu Bıldırki yeşil buğdaydan pilavlar pişiriliyor, sinilerin üstünü nefis tay etleri süslüyordu Kadınlar koşturuyor, çocuklar oynuyor, genç kızlar yiğitlere kımız sunuyordu Bir Allah'ın kulu aç bırakılmıyordu orada

Oğuzların toyu, haftalarca sürdü Beydilileri temsilen bir tek Barak katılmıştı oyunlara Amacı, şenliklerin en büyük ödülü olan yayı ve üç oku alıp köyüne şan ve şerefle dönmekti Hani derler ya 'Beylik vermeynen, yiğitlik vuruşmaynan olurmuş' diye, Barak da yiğitliğini ispatlamak için bu yolu seçti O ne yapıp edecek, güreşlerde ve at yarışlarında birinci gelecekti İşe dört elle sarıldı

Ve o sabah davullar birbiri ardına vurmaya başladı Kopuzlar çalıyor, ak sakallı ozanlar türküler söylüyordu Oğuz Eli'nin dört bir yanından gelen yiğitler bir bir er meydanına çıkıyorlardı Güreşler, günlerce devam etti Yorulanlar, çatlayanlar, hatta ölenler bile oldu Sabahın erken saatlerinde güreşe tutuşan iki yiğidin mücadelesi, bazen gece yarılarına kadar sürüyordu Yıldızların altında, çiğ düşmüş otların üstünde başlayan güreş, bazen sazlarla kaplı Ceyhun kıyılarına kadar uzanıyordu Kan omuzlarından süzülüyor, sırtlarındaki kıl aba derilerini yakıyor, kanayan yaralarıyla at çullarının üstünde yatıyorlardı İşte böylesine zor bir şeydi yiğitlik Barak, acı kuvveti, sağlam baldırları, bir demiri andıran pazılarıyla bahar oyunlarında herkesin hayranlığını kazandı Yere şöyle sağlam bir basar, kaşlarını çatar, sımsıkı bastırılmış dudaklarıyla hasmına yıldırım gibi saldırırdı Onun boyunduruğundan, öküz sarmasından kimse kurtulamadı Yiğitliğiyle ve her zerresinden kuvvet fışkıran çelik gibi gövdesiyle o yıl güreşlerin galibi Barak oldu

Sonra cirit oyunlarına, arkasından da at yarışlarına geçildi

Yiğitlere üç gün atları besleme izni verildi Yemyeşil bayırlarda, nazla akan ırmakların kıyısında Oğuz Eli'nin dört bir yanından gelen bozkır tayları sektirmeye başladı Göz alabildiğine uzanan yemyeşil ovalarda binlerce at kara, kır, al, demir kırı renkleriyle baharda kelebekler gibi kaynaşıp durdular Güneşte nalları ışıldıyor, ipeksi derileri parlıyordu Gümbürdeyen toprak, bağrını bu sefer onlara açtı Ve Barak'ın görkemli al atı, dağların ardından kopup gelen kanatlı bir kuş gibi birden göründü ortalıkta Bu ona babasının armağanıydı Alnının beyaz akıntısı, rüzgarda savrulan yelesi, uzun kuyruğu ve incecik bilekleriyle bir ışık topu gibiydi Bukağılıkları ise hep toz Ortalık toz duman Zincirler şıngırdıyor, atlar tepiniyor, yarışçılar heyecan içinde bekliyordu Nihayet üzenginin üstünde ayağa kalkmış bir aksakalın, bir oku ikiye bölmesiyle yarış başladı Ceyhun boylarından, uçurumların üstünden, vadilerin içinden, sazlarla kaplı Aral'a uzanan yolda atlar birden ileriye fırladı Toprak şen, atlar şen, Oğuz'un yiğitleri hepsinden şendi o gün Masmavi göğün üstünde kuşlar eşlik ediyordu onlara Ak kanatlı bir kartalın öncülüğünde, ak köpüklü dalgaların dövündüğü Aral kıyılarına kadar, destanlardan çıkıp gelmişler gibi saatlerce at sürdüler Kuşlar Hazar'a doğru yön değiştirmeselerdi eğer, derin sularda alacaklardı soluğu Öylesine kudurgan, öylesine kendinden geçmiş olarak Çatlayıp ölen, derin uçurumlara yuvarlanan nice atlar kaldı geride Altta gümbürdeyen etli toprak, üste mavi gök, ikisinin arasında bir at seli Gökteki kartal sürülerini dahi kıskandırdılar Bu cennetten köşede o gün, yiğitler, bütün hünerlerini gösterdi Oğuzlar'ın eli, Türklerin kadim yurdunda yapılan bu yarışları, Barak'ın kız gibi al tayı kazandı Ve günler sonra sırtında yay, kuşağında üç ok, terkisinde ise yolda avladığı bir geyikle obasına döndü Uykusuz geçen gecelerin yorgunluğunu üzerinden atmak için hiç kimseye görünmeden kendi çadırına çekilip deliksiz bir uyku çekti

O gün adeta bir ölüm sessizliğiyle uyandı yatağından Ortalıkta çıt çıkmıyordu Ne bir öküz böğürtüsü, ne bir at kişnemesi, ne de bir deve homurtusu işitiliyordu Davarı bozkıra süren çobanların sesi de işitilmiyordu o sabah Oba köpekleri havlamıyor, horozları ötmüyor; bir tek, baharın geldiğini müjdeleyen kuşların sesi duyuluyordu

Barak, bakışlarını keçe çadırın nakışlarında gezdirirken, bu fevkaladeliğin sebebini öğrenmek için çadırından dışarı çıktı Oradan geçmekte olan yaşlı bir kadına sordu Kadın, erkeklerin olmadığı bir saatte talan ve çapul işleriyle namlı, bir gurup haydudun köye geldiğini, davarı, binit ve yükletleri alıp, kuzeye doğru gittiklerini söyledi ona Köyün erkeklerinin de haydutların peşine düştüğünü anlattı

- Peki kimsenin canına kıydılar mı ana? diye sordu Barak

- Yok, ölen olmadı oğul Yalnız, neyimiz var neyimiz yok, hepsini alıp götürdüler

- Ne yana gittiler?

- Irmak boyundan büyük göle doğru gittiler

Barak daha fazla beklemeyip, kılıcını kuşandı, yayını aldı, sadağına ok doldurup, aksi istikamete, Kızılkum çölüne doğru yola çıktı Karanlık ormanların içinden, dağların eteklerindeki dar, kıvrımlı yollardan, bozkıra dağılmış irili ufaklı obalardan geçip, hep o yana doğru yürüdü Az dinlenip, çok at sürdü Sonra ormanların seyrekleştiği, otlakların azaldığı bozkıra vardı Bozkırın dalgalı bayırlarında daha uzun süre düşmanların izini sürdü Geceleri gökte süzülen ay ve boz yeleli bir kurt yol gösteriyordu ona Bazen bir geyik, bazen de bir yılkı sürüsüne rastlıyordu Ama kurt hiç kaybolmadı O gittikçe kurt yürüyor, durdukça kurt da duruyordu Hatta bazen ay ışığı altında uluduğuna şahit oluyordu Kurt iri yarı, yalnız, bıldırki tüylerini dökmemişti henüz Onu büyük bir obaya getirdikten sonra da gözden yitti

Barak, ovaya yayılmış çadırların arasından geçip, atını köyün tek su kaynağına doğru sürerken, gün neredeyse dönmek üzereydi Güneş tepelerin ardına çekiliyor, köpekler havlıyor, pınarın başına toplanmış bir gurup kız ise akşam için su alıyorlardı Kendilerine doğru gelen yabancıyı görünce yana çekildiler Barak'ın al atı, kulaklarını kısıp, suya doğru yürüdü

Bütün kızlar atının üstünde pek heybetli görünen bu yiğidi seyre koyuldular Kendi aralarında fısıldaşıp kaçamak bakışlar fırlattılar ona

Delikanlı, genç kızları selamladıktan sonra,

- Hayırlı akşamlar hanımlar, diye seslendi uzaktan "Atıma ve özüme sunacağınız bir kova suyunuz var mı acep?”

Atından inmeyip, hayvanların su içtiği bir yalağa doğru ilerledi Hayvan daha orda buz gibi sudan kana kana içti

- Bir kova su da bana verir misiniz? Siz güzel kız, örgülü saçlı olan, elindeki kovayı uzatır mısın bana?

- Adım Goncan, dedi kız "Üç oklardan, Çavındır boyundanım Babam da buranın en saygın kişisidir"

- Memnun oldum Ben de Bozoklar'dan Beydili boyundan Barak'ım Gözleri hep gökçe, kirpikleri uzun mu olur siz Çavındırlıların?

- Ne sandın ya? Oğuzlar'ın içinde bir taneyiz biz Ya siz neyde ün yapmışsınız, söyle bize!

- Bizde yiğit ve savaşçı çok olur, dedi Barak

Goncan suyu uzattı, Barak susuzluğunu giderinceye kadar içti Boş kovayı kıza uzatıp, teşekkür etti

Kız,

- Nerden gelip, nereye gidersin? diye sordu bu sefer

Barak,

- Ceyhun'un öte yanından kalkıp, Kızılkum'a giderim diye cevap verdi "Davar, binit, yükletlerle geçip giden oldu mu köyünüzün içinden?"

- Dün büyük bir sürü geçmişti buradan, dedi kızın biri "Yoksa sizin davarınız mıydı ?"

- Evet bizimdi Aç gözlülükle alıp götürdüler onca hayvanımızı

- Peki sen nereye gidiyorsun?

- Haydutların elinden malımızı kurtarmaya gidiyorum

Kızlar bunun üzerine kendilerini tutamayıp gülmeye, hatta cilveleşmeye başladılar Birbirinin yüzüne bakıp, koyuverdiler makaraları Goncan ise, delikanlının karşısında, dudaklarını bükmüş, onun çatık yüzüne küçümseyici bir edayla bakıyordu Gonca gibi kırmızı, tatlı dudaklarını istifamla aşağıya bükerek,

- Vay, dedi "Peki, tek başına mı yapacaksın bunca işi?”

Genç Barak, kızların küçümseyici bakışları ve iğneleyici sözlerinden alındı ve dizginleri sertçe kırıp hızla uzaklaştı oradan Kızların onu küçük gören tavırları bir yana, Çavındırlı güzel Goncan'ın dudak büküşünü hiç unutmayacak, ondan bir gün mutlaka intikamını alacaktı

Ve kızlar arkasından bakakaldılar

Güneş tepelerin gerisinde batıncaya kadar hep kızı düşündü Barak Kurt uzaktan yine göründü, yol gösterdi ona Onu haydutların kamp yaptığı yere kadar götürdükten sonra da bir daha görünmedi Kim bilir ne zaman çıkacaktı karşısına?

Barak, yüksek bir tepenin başından ovaya yayılmış atları, bağırıp çağıran insanları, tozlu kızıllığın içinde koşuşturan koyunları, develeri ve sağrıları güneşte parlayan atları seyredip, uzun süre dinlendi orada Kamp ateşlerinin aydınlığında kımıldayıp duran, naralar atan, kımran içip sızan haydutları seyretti Dinlendi, al atını doyurdu ve kısa aralıklarla kestirdi Karanlığın en kesif olduğu saatte ise çalıntı malların bulunduğu dere yatağına doğru bir kurt gibi süzüldü Ayın fersiz ışığı altında uyuyan haydut sürüsünün yanından geçip, malları önüne katarak oradan uzaklaştı Hiç dinlenmeden Çavındır köyüne doğru sürdü hayvanları Sabaha doğru kuşların bile uğramadığı bir vadide mola verdi Haydutlar çok uzaklarda kalmış, Çavındır köyüne de yaklaşmıştı artık Öğle üzeri, güneş tam tepedeyken, pınara doğru sürdü davarı Köyün genç kızları yine pınarın başındaydı

Sürü, suyun etrafını tutarken, delikanlı kızların hayran bakışları altında atından indi, suya yaklaştı Gözleri güzel Goncan'ı arıyordu

Kız, arkadaşlarının arasından sıyrılıp,

- Kutlarım seni yiğidim, sözünün eriymişsin, dedi

Onu takdir edişinin ifadesi olarak bu defa, dudaklarını ısırıyordu

Barak yüzünü yıkayıp, ensesini kuruladıktan sonra,

- Gönlünü ferah tut güzelim, diye seslendi "Yakında yine geleceğim buraya Seni alıp, götüreceğim Şimdilik Tanrı'ya emanet ol!"

Sürüyü önüne katıp, oradan uzaklaştı

Ne var ki, yolda hep onu düşündü Onun, gül goncası dudaklarını büküşünü, sonra kanatırcasına ısırışını hiç unutmadı Kara sevdaya tutulmuş gibi gidip, çadırına kapandı ve hiç kimseyle konuşmadı

* * *

“Ertesi gün Beğdililer, Barak için büyük bir eğlence düzenlediler Üç gün boyunca davullar vuruldu, kopuzlar çalındı, kımızlar su gibi içildi, davarın kurtarılması şerefine, tam üç gün eğlenildi Herkes gönlünce eğlenmesine rağmen, Barak bir türlü çadırından dışarı çıkmıyordu Arkadaşları gidip, durumu öğrenince, Beğdililerin beyi Karakan'ın yüzü birden ışıldadı Hemen emir verdi; Çavındırlılar'a gidilecek, kız babasından istenecekti

Ertesi gün neredeyse bütün Beydili aşireti Kızılkum dolaylarındaki Çavındır köyüne doğru yola çıktı Develere yüklenmiş yurt keçeleri, süksük sopaları, yükler, çuvallar arasında kadınlı erkekli yüzlerce kişi Ceyhun boylarına doğru güle oynaya, konaklaya göçe, at sırtında veya arabalarda yola döküldüler Rengarenk kıyafetler içinde takıp takıştırmış Beydili kadınları ve kır çiçekleriyle süslü başlıklarıyla genç kızlar, yeşil ovalarda, masmavi göğün altında baharın güzelliğine güzellikler kattılar Oğuz boyunun tüm zenginliğini sergiliyorlardı o gün Uzayıp giden tepelerde, engin bayırlarda, korulukların içindeki dolambaçlı yollarda hep onlar vardı Atlar kişniyor, öküzler böğürüyor, çift hörgüçlü develer homurdanıyor, dağı taşı tutmuş davar sürülerinin etrafında gençler sürücülükteki hünerlerini sergiliyorlardı Şımarık taylar koşturuyordu etrafta Teker yarıklarıyla, nal izleriyle bezeli yollar bırakarak, geceleri konaklayıp, gündüzleri yol alarak Ana ırmak kıyılarına aktılar En önde ise düğün alayı

Çavındır köyüne yaklaştıklarında elçilerini gönderdiler Elçiler karşılayıcılarla çıkıp gelince de, keçe yurtlarını oraya kurdular En önde boy beyi, uzun bir konvoyla köye girdi

Aynı gün kız evine gidildi Hoş beş edildi Tanışıldı, eskilerden, günlük yaşantılardan hatta dünyanın dört bir yanına göç eden soydaşlardan bahsedildi Sonunda maksatlar açıklanıp, kız, babasından istendi

Babası, kızını, gönül rızasıyla verdi Beydili oymağına

- Bu bizim için bir onurdur, dedi adam "Birbirini görüp beğenmişler madem, bize de işi kolaylaştırmak düşer Fena mı, kızım kahramanlığıyla nam salmış Beğdililer'in en yiğit kişisine hatun olacak, verdim gitti

Manda derisinden yapılma davullar daha orda vurmaya başladı Toy hazırlıkları yapıldı Taylar, develer, koyunlar kesildi Tam yedi gün sürdü şenlikler Toya yirmi dört boyun yirmi dört beyi de davet edildi Kısaca, yiğit Barak'la güzel Goncan'ın toyları pek anlı şanlı oldu Şenlikler bitip, beyler yurtlarına çekilince de Beydililer gelinlerini alıp, kendi topraklarına döndüler

Şanlı şöhretli bir toy da orada yapıldı Gerdek için, bir çam koruluğunun kenarına geniş bir yurt hazırlandı Kadınlar, çadıra el değmemiş keçeler ve kıl kilimler serip, kabartılmış bir yün yatak hazırladılar Deve tüyünden, etrafı meşin, ağır bir de kapı yapıp, gelinle damadı içeriye aldılar El etek çekilince de, karı koca baş başa kaldı

İlk gecenin ayrıntıları bir yana, yiğit Barak'a bir haller oldu o akşam Ne konuşuyor, ne yiyip içiyor, karısının yüzüne bile bakmıyordu Geç saatte ise, gelini gerdek yatağında bıraktı ve kendisi kıl kilimlerin üstünde kıvrılıp yattı

Goncan, ilk gün hoşgörüyle karşıladı bu hakareti; yiğidinin yorgunluğuna ve toyluğuna verdi Her şeyi sineye çekip, hürmette kusur etmeden, bir sonraki geceyi bekledi

Fakat oğlan ikinci gün de aynı hareketi yaptı Yemek yiyip konuştularsa da, birbirlerine yine el sürmediler Ovaya yayılmış avılın yukarı yamacındaki görkemli gerdek çadırında pek soğuk rüzgarlar esiyordu her gece Beydililer'in bundan haberi olmuyor, her şeyin yolunda gittiğini sanıyor, gönüllerini ferah tutuyorlardı

Fakat gönlünü ferah tutamayan biri vardı ki, o da, güzel Goncan'dı Günler geçiyor, haftalar geçiyor, ama o hâlâ baba evinden geldiği gibiydi Yatağa adımını atmış değildi kocası Nakışlı yastıklar her gece kızın göz yaşlarıyla ıslanıyordu

İlk günler geçip gittikten sonra Goncan, bir gün kocasına durumu açtı

- El öpmeye bizim ele gitmeyecek miyiz? dedi

- Neden olmasın, yarından tezi yok yol hazırlığına başla!

Kız kendini tutamayıp,

- Ama bizimkilere ne söylerim ben? diye ağlamaya başladı

Barak, bu soruyu duymazlıktan gelerek savuşturdu, cevap vermenin zamanı olmadığını düşünerek, sesini çıkarmadı, kendini işine verdi

Kız,

- Ama biz daha karı koca olmadık ki, diye dert yandı kocasına "Bir derdin varsa anlat! N'olursun acı çektirme bana!" dediyse de, Barak'dan bir cevap alamadı

Ve son gece de, diğer geceler gibi geçip gitti"

* * *

"Çavındır köyüne vardıklarında kız biraz açılır, yüreğini sıkıştıran dertlerden biraz sıyrılır gibi olduysa da, anası, ondaki durgunluğu hemen fark etti Taze evliler, kız evi tarafından muhabbetle karşılandı Yemekler yenildi, kımızlar içildi, evlilerin şerefine kopuzlar çalınıp, oyunlar oynandı Gelini, kız arkadaşları, o gece adeta kanatlandırıp uçurdular, bağırlarına bastılar

Bir hafta sonra Barak, karısını baba evine bırakıp, kimseye haber vermeden köyden ayrıldı Onun kaybolması Çavındırlılar'ı telaşlandırdı Genç adam, sırra kadem basmış, kuş olup uçmuştu sanki Ne yapıp ettilerse, onun izine rastlayamadılar, sonunda ondan tamamen ümidi kestiler

Barak ise, Çavındır köyünde kaldığı o gece rüyasında gördüğü ak sakallı ihtiyarın buyruğuna uyup, çöle doğru yola çıkmıştı Rüyasında, gökten geldiğine inandığı bir nidayla uyandığında, ak sakalları yerde sürünen bir adamla karşılaşmıştı Adam mübarek elini onun omzuna koyarak,

- Genç yaşta, öleceğin günü ve ölüm sebebini bilerek öleceksin! demiş, sonra, gencin göz yaşlarına ve yalvarıp yakarmalarına dayanamayıp, "Gök tanrı, bulunduğun yerden çıkmanı, içindekinden kurtulmanı emrediyor sana," demişti

- Peki, madem öyle, içimdekini söyle bana! söyle ki, kurtulayım

- Herkeste var olan, fakat sana yakışmayan o insanî korku

- Nasıl içimden atarım bunu? N'olursun yol göster bana!

- Çöle git ve o zor hayata katlan!

O günden sonra, Barak'ı, bir daha gören olmadı o yörede Çöl gecelerinin dondurucu soğuğu altında günlerce yol yürüdü Yamçısını üstüne çekip uyudu Bütün emeli ruhunun derinliklerinde var olan o insani korkuyu yenmek, köye tertemiz bir ruhla dönmekti Çölde dolaştığı altı hafta boyunca atı ona yoldaş, kurtlar ise yol göstericisi oldu Bu süre zarfında çöldeki bütün yırtıcı hayvanlarla karşılaştı En ufak bir yara almadan, tek tek hakladı onları Kurtlarla beraber, Aral'a kadar gündüz avlandı, gece dinlendi Hülyalı bakışlarını engin düzlüklerde gezdirerek çölü baştan başa kat etti Vurduğu hayvanların etiyle beslendi Saygaların ve yılkıların sütünü içti Dinlendi, ay ışığı altında uyudu Kurt ve çakal ulumalarıyla inleyen çöl gecelerine tek başına katlandı Ruhunu ezen, acizleştiren, düşkün insanlar sınıfına sokan ve hatta onu alçaltan korkaklık illetinden kurtulup, çelikleşmiş bir iradeyle, gökten gelen yeni bir nida üzerine, avıla döndü

Güzel Goncan'a kalbini açabilirdi artık

Fakat talihsiz adam, Çavındır köyüne varır varmaz yeni bir felaketle karşılaştı Görülmemiş büyüklükte bir kurt, oranın tek hayat kaynağı olan suyun başını tutup, kimseyi yaklaştırmadığı gibi, her gün semizinden bir de koyun ayırıyormuş kendine Köy susuzluktan kırılıyor, çocuklar ölüyor, hayvanlar telef oluyormuş Köyün erkeklerinin elinden de bir şey gelmiyormuş

Çavındır köyünde bu zorlukların hüküm sürdüğü günlerde, bir başka köşede erkeğinden tamamen umudunu kesen Goncan, anasına;

- Ana ben daha kızım, dedi "Evden nasıl gittiysem öyleyim"

Neye uğradığını şaşıran kadın,

- Vah benim bahtsız kızım, vah benim kara yazgılı kızım! diye dövünmeye başladı

Sonunda dayanamayıp, durumu erine açtı:

- Bu genç adamın bize çektirdiği nedir Tanrı aşkına? Kimsenin yüzüne bakamaz olduk Kızımız kan ağlıyor, çadırdan da çıkmıyor Ah benim bahtsız kızım, kadın olmanın faziletine erişememiş kızım! Ah, ben ağlamayayım da, kimler ağlasın!

Bey, bunun üzerine adeta kükreyerek,

-Kadın olamamak da ne demek hanım?! diye bağırdı

-Ah bey, adam erkeklik vazifesini yerine getirememiş Kızımız el sürülmemiş bir taze hâlâ Bu da yetmemiş gibi, bir de terk etti bizi N'olursun bey, kurtar bizi bu azaptan, bir sır gibi ortadan kaybolan bu adamdan çek kurtar kızımızı! Bize bir yol göster!

Yaşlı adam, düşündü, taşındı, keçelerin üstünde gidip geldi, ter alnından sicim gibi aktı ve sonunda,

-Tez, Kara Mirza denen o adamı çağırın bana! diye inletti ortalığı

Kara Mirza, köyde yıllardan beri Goncan'ın belalısı olmuş, Çavındırlılar'ın en zengini ve en yiğit kişisiydi Goncan şimdi onunla evlenecekti Haber tez zamanda duyuldu Düğün hazırlıkları başladı Kurttan dolayı da düğün çarçabuk yapıldı Düğünün son günüydü ve gerdek gecesi gelip çatmıştı

Aynı gün Barak, terkisindeki geyik derileri ve kaplan postlarıyla köye girdi Her şeyden habersiz, Çavındırlılar'ın bulunduğu meclise doğru ilerledi Atını bağlayıp oradakileri selamladı Onun ortaya çıkışı Çavındırlılar'ı telaşlandırdıysa da, Goncan'dan kimse söz etmedi Bir tek kurttan söz ettiler Böylece bir taşla iki kuş vuracak, hem kurttan hem de şereflerini ayaklar altına alan bu adamdan kurtulmuş olacaklardı

Barak, bunun üzerine atına atladı, dizginleri suya doğru kırdı ve oradakilere seslendi:

-Ağalar, beni tam burada bekleyin! dedi "Ardımdan kimse gelmesin! Kurdun postunu yarın burada, siz Çavındırlılar'a armağan edeceğim"

“Atını topukladı, karanlığın içinde kayboldu"

* * *

"O gün gökte ay yoktu Karanlık semada bulutlar geziniyor, yıldızlar görünmüyordu Uzakta, dağın eteklerinde Çavındır boyunun birbirine yaslanmış üylerinin karanlık siluetleri görünüyordu Avıl derin bir sessizliğe gömülmüş, günlerden beri üzerlerine çöken bu uğursuzluğun dağılmasını bekliyordu Renksiz, heyecansız ve şenliksiz geçen düğünden sonra, çadırda, Goncan ve ona koca olmanın heyecanıyla yanıp tutuşan Kara Mirza'dan başka kimse kalmamıştı Goncan, Barak'ı bir türlü unutamıyor, yüz üstü bırakılmanın acısını hâlâ yüreğinde taşıyordu Genç kadın, aşağılanmış ve aldatılmış bir kadın olarak görüyordu kendini Bu da yetmiyormuş gibi, onca güzelliğiyle bu kara, çirkin ve küstah adama kadın olmağa hazırlanıyordu Dünyada güzelliğini sunacağı bir tek bu mu kalmıştı? Günlerden beri yersiz ziyafetleriyle, erkekliğe sığmayan övünmeleriyle ve herkesi küçümseyen tavırlarıyla, şimdi nasıl da çirkin görünüyordu gözüne? İğneleyici sözleri hep Barak içindi Onun yiğitliğini küçümsüyor, "Benim acı kuvvetim karşısında değil Barak, Oğuz Eli'nin hiçbir yiğidi tutunamaz" diye meydan okuyordu Çavındır obasında Barak'ın mertliğini anlatanlara kin kusuyor, düğünden sonra kurdu da öldüreceğini söylüyordu

Barak bir gelsin, Allah ya ona verecekti ya da kendine

* * *

"Yüksek dağın eteklerinde hafif bir meltem esiyor, sallanan ağaçların belli belirsiz hışırtısı duyuluyordu Goncan son hazırlıklarını yapıyor, loş karanlığın ortasında, keçe kilimlerin üstüne diz çökmüş, kocasının manda derisinden yapılma nalçalı çizmelerini çıkarıyordu Ay bulutların gerisinde süzülüyor, dağların arka yamaçlarına koyu gölgeler düşüyordu Çıt çıkmıyordu ortalıkta Kara Mirza, derin derin soluyor, sıcak nefesini kızın ensesine üflüyordu

Adam, sabırsız gözlerle kızı süzdükten sonra, ayağını hızla çekip,

- Eh tamam artık, gerisini yaparım ben, dedi "Git hazırlan sen! Soyun, süslen ve yatağıma gel! Seni burada bekleyeceğim"

Goncan, her şeye boyun eğip, tam gidecekti ki,

Kara Mirza,

- Çekil ordan! diye bağırdı

Neye uğradığını şaşıran kız yana çekildi, Kara Mirza elindeki çizmeyi fırlattığı gibi, çamçağın dibinde gezinen iki dağ sıçanını tek vuruşta öldürdü

Kız korkudan ve üzüntüden sinip kaldı bir köşede

Kara Mirza, yatağın üstünde, ellerini çırparak bir taraftan gülüyor, bir taraftan da,

- İşte, diyordu "İşte bak, yiğitlik diye buna denir Kim yapabilir bunu? Bir atışta iki sıçanı kim öldürebilir? Beğdililer'den böyle babayiğit çıkar mı? O pek övdüğün Barak bile yapamaz bunu Haydi getir bakalım çınıları Yok yok, torsuğu getir İçeceğim bugün Kımran içip kendimden geçeceğim"

Goncan, utanç içinde adamın dediklerini yaptı Ona bir çını kımran getirdi ve sonra sıçanları atmak üzere dışarı çıktı Derin bir nefes alıp, ağlamaya başladı

- Tanrım! diye yalvarıyordu durmadan "Tanrım ben ne yaptım? Yiğitliğini ve mertliğini bütün Oğuz Eli'nin bildiği insanı bırakıp bu iğrenç adama nasıl geldim ben? Onca yiğitlik karşısında bile övünmeyen birine karşılık, iki kör sıçanı öldürmeyi marifet sayan bu densize nasıl kandım! Bu kötülüğü ona nasıl yaptım? Beni affet Tanrım!"

Toparlanıp, birden koşmaya başladı Üylerin arasından, derelerin içinden peşine düşen köpeklere aldırmaksızın kaçıp uzaklaştı oradan Soluğu pınarın başında aldı Oraya vardığında garip bir sessizlikle karşılaştı Karanlığın içinden bir çift göz ona bakıyor, en ufak bir harekette bulunmuyordu Yerde bir postun üstünde bir adam yatıyordu Barak idi bu Geleni tanımıştı Sessizce doğruldu Sonra kalkıp kızı elinden tutarak postun üzerine oturttu

Onu sağ yanına yatırırken,

- Hoş geldin Goncan'ım, diye fısıldadı kulağına "Geleceğini biliyordum İşte tam burada bekliyordum seni Bu ilahi bir karşılaşmadır bizim için Emredileni burada, bu postun üstünde yapacağız, birbirimizin olacağız"

Onu kendine çekip, çatlamış dudaklarını kızın dudaklarına bastırarak, postun üzerine uzandılar Orada karı koca oldular

Ve oracıkta, bir Oğuz daha düştü ana rahmine"

* * *

"Şu dağın ardında Oğuz budununun yirmi dört boyundan Beğdililer'in davarı yayılır Davarın gerisinde yılkı, yılkı sürülerinin gerisinde develer otlar Çobanlar bağırır, atlar kişner, develer homurdanır Tabiat kutlu sahiplerine, sonsuz nimeti ve sayısız armağanıyla, her şeyi sunar burada Her taşa ve her kovuğa Türk damgası vurulmuştur Hazar'dan, iç Moğolistan'a, oradan dorukları karlı Kingan dağlarına kadar uzanan bu yurtta, mavi gök ve yağız yerin arasında her şey onlarındır ve onlara hizmet eder Uçsuz bucaksız toprakların üstünden bulutlar geçer, yağmurlar yağar Rüzgar onların şarkılarını söyler, kıyıları döven dalgalar destanlarını sayıklar Kar, boran olup yağsa da, ay doğup batsa da, ebediyete akıp giden bu yolculukta, güneşin doğduğu bu topraklarda yine güneşin çocukları yaşar

* * *

"Köyün gerisindeki karla örtülü tepelerin ardından üç atlı çıktı önce Çobanlar, atlarını çatlatırcasına köye doğru koşturdular Omuzları yamçılı bu üç adamdan sonra bir karayar sürüsü dağıldı etrafa Atlılar, ineğiyle köye doğru gitmekte olan dokuz yaşlarında bir çocuğun yanından geçerken,

- Durma kaç buradan, canını kurtar! diye bağırıp, atlarını davar ağılına doğru sürdüler Çobanlar, köyün içinde kaybolurken, çocuk orada, ineğiyle baş başa kaldı Geriye dönüp baktığında ise, oldukça iri, kara bir kurdun kendisine doğru yaklaştığını gördü

Kaçmanın imkansız olduğunu anlayan Beğdilili çocuk, kurdu beklemeğe koyuldu Ve çok geçmeden karın içinde amansız bir boğuşma başladı Bazen kurt çıkıyordu üste, bazen de çocuk Orada dakikalarca boğuştular Sonunda çocuk, kurdun kalın boynunu kavrayıp, bıçağı hasmının boğazına sapladı Ak karın üstü bir anda kıpkızıl kan olurken, çocuk, can vermekte olan hayvanın tepinmelerini daha bir süre seyretti Kurdun öldüğünü anlayınca da, bıçağını karla temizleyip, köye doğru yürüdü Omzunda küçük bir yara açılmıştı o kadar Han çadırının önünde ise boy beyi Barakkan bekliyordu Gelen, oğlu Bozkurt idi

Çobanlar ineği ağıla tıkarken, Barakkan oğlunun yarasını gördü Ve birden çocuğun suratına okkalı bir tokat indirdi Bozkurt'un gözünden kıvılcımlar saçıldı

Çobanlar,

- Aman beyim, Tanrı aşkına dövmeyin onu! diye beyin koluna yapıştılar "Yiğit ve korkusuz bir çocuk o Biz üç yetişkin ve onca köpek bir şey yapamazken o tek başına bu azgın kurda karşı koydu" dediler

Başını dimdik tutan çocuk,

- Kurdun pençesine engel olamadım baba, diyerek kendini savundu

Çobanlar bir daha araya girmek istedilerse de, Barakkan,

- Karışmayın siz, çekilin aradan! diye tersledi onları "Onu bozkurt postunun üstünde kazandım ben Adını da Bozkurt koydum Tanrı'nın bana bozkurt postu üstünde verdiği evladın, kara bir kurttan nasıl yara aldığına şaşıyorum ben Sonra çocuğa dönüp, " Bu sana son ikazım olsun!" dedi

* * *

Baraklı yaşlı Türkmen, son sigarasını söndürdükten sonra hikayeyi burada bitirdi Derin bir iç çekip ayağa kalktı, pencereye yaklaştı İçerde, kütükler için için yanarken, dışarıya bir göz attı Ovada gün yavaş yavaş ağarıyor, karın üstüne sabahın ilk ışıkları düşüyordu İs tutmuş çaydanlıkta ise hâlâ, çay suyu kaynıyordu

Baba oğul beraberce dışarı çıktılar Ellerinde fener, buz tutmuş kar çıtırtıları arasında ağıla doğru yürüdüler Açık kapıdan içeriye girdiler Orada son yirmi dört koyuna bir göz atarak, kanlı izleri takip edip, yamaca doğru tırmandılar

Mahmut Yıldırım



Alıntı Yaparak Cevapla

Milli Hikayelerimiz|Masal Ve Hikaye Özetleri

Eski 10-24-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Milli Hikayelerimiz|Masal Ve Hikaye Özetleri




Hatun Getir, Bey Doğursun

"Yiğitleri mürüvvetlû Kocaları taatlü ve hürmetlû Oğuz"

(Meçhul bir ozanın sözleri)

Yazıda, kızgın güneşin altında, Bekmişli köyüne doğru bir yol uzanır Üstü kalın bir toz tabakasıyla kaplı yol, bor tarlaların, irili ufaklı höyüklerin arasından geçerek, bozkır boyunca uzar Sağda solda, çamur sıvalı kerpiç evler ve maziyi hatırlatan kıl çadırlar görürsünüz Bunlar, on iki bin çadırlık kesafetiyle ta Hazar ötesinden gelip, Barak bozkırına yerleşen Beğdili Türkmenleri'nin düze yayılmış köyleridir

Yol burada, adeta tarih gibidir Her yolcuya ve her kafileye geçiş kolaylığı sağlar Düze yayılmış Türkmen köylerini birbirine bağladığı gibi, imparatorluk ordusunun Suriye bozkırına, oradan orta Arabistan'a ve Belih suyu üstünden İran yaylasına geçişinde önemli bir güzergah oluşturur Yazın un gibi ufalanmış toz tabakasıyla kaplı sathını, kışın kara, yapışkan bir balçık örter Yolun üstünde İskan bölüklerinin bakımlı atlarının toynak izlerini görürsünüz Türkmenlerin binit ve yükletleri, Tayy, Milli ve Aneze araplarının geride bıraktığı çopur izleri de görürsünüz Bunlar tarihin izleridir Atlar ve çelik çemberli arabalar gürültüyle geçer üstünden Kafileler, içi su dolu derin çukurlar ve teker sıyrıkları bırakır ardında Etrafta, eski eşyalar, paslı çiviler, nal parçaları, kösele artıkları görürsünüz Hendeklerde eti sıyrılmış, yunmuş, yıkanmış hayvan iskeletleri Uzak ufkun berisinde kül sütunları, daha da ötede Suriye semaları

Rüzgar ekin saplarını karıştırır; diken yığınlarını götürüp dere yataklarına yığar Puslu gökte akbaba ve karga sürüleri Bozkır, iç çeker, inler; dalgalı, pürüzsüz bayırlarıyla, sapsarı bir deniz gibi uzar önünüzde Ayın, Türkmen kılıcı gibi parladığı aydınlık gecelerde ise, bozkırı canlandıran Türk ışıklarını görürsünüz

* * *
Öğlenin kara sıcağında, yolun kıyısında, yana yıkılmış atının baş ucunda bir yolcu beklemektedir Atın tozlu burun deliklerinden iki ince kan şeridi sızmaktadır Toprak, sıcak kanı daha orada içmektedir Derviş kılıklı bitkin adam, atın ipeksi boynunu şefkatle okşarken, yol arkadaşının arka ayaklarıyla yeri çiziktirişini seyretmektedir Hayvanın perdelenen göz aklarına, bir körük gibi inip kalkan göğsüne ve sonsuza dek kapanan gözlerine bakmaktadır Saniyeler geçip gidiyor Bir iki gerilmeden ve sıcak bayırlara son bir kez baktıktan sonra da, hayvanın kıyak başı toprağa düşüyor Yolcu sessiz ve ağlamaklı Yol arkadaşına son görevini yapmak için yerinden doğruluyor, ağır gövdeyi hendeğe sürüklüyor Eğeri ve koşum takımlarını sırtlayıp tekrar yola koyuluyor Atın ağır cüssesi ise, hendeğin içinde, ışık kıpırtılarının gerisinde kalakalıyor

Canı sıkkın, gönlü kırık ve yolda binitini yitiren adam, aslında ne bir gezgin, ne de Allah dostu bir ermişti O, garp vilayetlerinden, At-Çeken elinden gelip, güneydeki bu Türkmen bölgesinde, Bekmişli Toraman Bey’i ziyarete giden eski bir savaşçıydı Toraman Bey’in silah arkadaşıydı Silah arkadaşından da öte kan kardeşiydi onun Osmanlının Karaman Eli'ndeki Boz Koyunluları dağıtışından sonra yollara düşen Köpekli Avşarlarından biriydi Uzun süren başkaldırı döneminden sonra dersini almış, sersemlemiş bir Türk idi Yüreği geçmiş günlerin özlemiyle yanıp tutuşan ve yalnız Türklerden müteşekkil bir ordu kurmak için yollara düşen yüzlerce alp erenden biriydi Bekmişli köyüne gidiyordu ve kan kardeşi Köse Ata oğlu Toraman Bey’i ziyaret edecekti

Köpekli Avşarı İlteriş ile Bekmişli Toraman Bey, bundan tam on yıl önce güneyde Araplara karşı verilen savaşta ağır yaralanmışlardı Savaş meydanının kızgın kül, toprak ve kum tozuntusunun içinde birbirini kaybetmiş, o günden sonra görüşmeleri mümkün olmamıştı Her şeyin sessizliğe ve karanlığa büründüğü o gün, ne korkunç bir gündü? Köpekli Avşarı İlteriş, o günü yeniden yaşıyor gibiydi Araplara gereken dersi vermelerine rağmen, Osmanlının devşirme paşalarından ağır bir yenilgi almış, kurt sürüsü gibi geriye çekilerek, on yıllık bir sükun dönemine girmişlerdi Bu durum, genç hakan Osman'ın katledilişine kadar böyle devam etti Art arda gelen yenilgilerden gereken dersi almışlardı artık Türk'ün yurduna Türk olmayanlar egemen olmuştu Bu, uzun yıllar devam edecek bir sürecin de başlangıcıydı

Devir değişmiş, devran dönmüştü artık

Köpekli Avşarı İlteriş, Beriyye çölünden tarafa dönüp baktığında yine o kabus dolu günleri hatırladı Bozkırın puslu göğünde, sanki hala o sesler yankılanıyordu Rüzgar kulağına, Arapların uğultusunu ve Türklerin göğü kaplayan naralarını getiriyordu Kılıç şakırtılarını, at horultularını, biçilen bilekleri, acıdan tostoparlak olmuş sönen vücutları, açılıp kapanan kanlı ağızları, yere sürtünen dirsekleri, kabzayı bırakmayan parmakları, her şeyi, her şeyi getiriyordu gözlerinin önüne

Bekmişli Toraman'ı unutamamıştı Başının üstüne kaldırılmış kılıcı tutan adamı ta omzundan vurup biçen arkadaşını unutması mümkün müydü? Yıllar nasıl da akıp gitmişti öyle? Karşılaşmaları kim bilir, nasıl keyifli olacaktı Yıldızların altında, serin esen garbi yelinin kucağında yatıp uzanacak, yine eski günleri anacaklardı Acaba zaman, arkadaşından neler alıp götürmüştü? Yolcu, ağır yükün altında zorlanarak yürürken hep bunları düşünüyordu

* * *

Bekmişliler'in düze yayılmış kerpiç evlerinin arasından geçerken, bir keçeci dükkanının önünde durdu Vakit öğlen sonuydu ve geniş hayatların üstüne kavakların gölgesi düşmüştü Hafif bir meltem, ağaçları sallıyor, yolun ince tozunu kaldırıyordu

Koşum takımını ve gümüş kakmalı eğeri bir köşeye indirip,

- Bekmişli Köse Ata oğlu Toraman Bey'in evini bileniniz var mı acep? diye seslendi içerdekilere

Dürülmüş, ıslak keçenin gerisinde dört kişi çalışıyordu

Ustalardan biri,

- Düz git kardaşım! dedi "Düz git, baş uçtaki geniş hayatlı ev onunkisi Evin bitişiğinde de büyük bir kıl çadır var" Sonra az duraklayıp, "Kimsin sen efendi?" diye sordu "Daha evvel gördük mü seni buralarda?"

Yolcu, bitkin Kurumuş dudaklarını yalayıp,

- Epey uzaklardanım, dedi Ustanın derine kaçmış, ıslak gözlerinin içine baktı Hoş bir serinlik vardı o gözlerde "Köpekli Avşarlarını duydunuz mu hiç?" diye devam etti konuşmasına "Ta Karaman eyaletinden geliyorum ben"

- İyi, ne diyek, doğru git öyleyse! dedi keçeci "Kasnağının başında değilse eğer, evinde bulabilirsin Beydili köyünde çalışır o Tanışısın ha? Ahret suali gibi oldu ama kusura bakma, Araplarla kanlıdır da Onun için, ne olur ne olmaz"

Yolcu, yükünü sırtlanıp tekrar yola koyuldu Ustalar ardından bakakaldılar Dışarıda, dayanılmaz bir öğle sonu güneşi ortalığı kasıp kavuruyordu Yolcu köyün ucuna doğru yürüdü Kıl çadır uzaktan parlıyordu Sıcağın altında başı boş köpekler geziniyor, duvar diplerinde davar sürüleri bekleşiyordu Tozlu yol, gözlerinin önünde uzayıp gidiyor, bozkırın ortasında kayboluyordu Duvarlardan incir dalları sarkıyordu Ortalık sessizdi ve alabildiğine sıcaktı

* * *

Kapısı örtük evin yüksek duvarlarının gerisinde bir kadın, haşlanmış dövmenin üstüne sıcak ayranı boca ettikten sonra,

- Susun biraz! diye tersledi çocuklarını "Biriniz bir koşu gitsin de şu kapıyı açsın bari Babanız mı geldi ne? Bu saatte neyin nesidir bu? Hayırdır inşallah!"

Dış kapı bir iki dövüldü, çocuklar oralı bile olmadı Son çare kadın, elini önlüğüne silerek, gidip kendi açtı kapıyı Karşısına hiç de beklemediği garip bir adam çıktı

- Bekmişli Toraman'ın evi bura mı bacı?

Kadın,

- Amanın! diyerek, eşarbının ucuyla ağzını örttü "Buyur edem Toraman'ın evi bura ya nedeceksin kocamı?"

Adam, iri, ela gözlü, yay kaşlı, boylu poslu bu kadına bakmayıp, bakışlarını yere dikmişti

- Efendin evde mi bacı? Ben, eski bir arkadaşı olurum da

Kadın rahatlamıştı

- Akşama gelir, dedi "Buyur, geç otur şöyle!" Ona avludaki sekiyi gösterdikten sonra işine koyuldu

Adam, ürkek adımlarla sekiye doğru yürüdü Sekide, kavak yapraklarıyla bezeli minderlerin üstüne geçip, edeplice oturdu Başının üstünde kavaklar hışırdıyor, üstü toz kaplı bir incirin dalları sallanıyordu Ortalıkta hemen hemen aynı yaşlarda dört çocuk koşturuyordu Hepsi de erkek, hepsinin de güneş yanığı saçları dipten kırpılmış, esmer yanaklarını ise temren dalamıştı

Konuk, uzun süre oturdu köşesinde Kadın onunla hiç ilgilenmiyor, aç mı, tok mu olduğunu bile sormuyordu Adam, kendinden geçiyor, uyukluyor, arada bir, çocukların tiz çığlığıyla kendine geliyordu Ortalıkta bir sessizlik, bir sükun Havada bürümcekler uçuşuyordu Kuyunun paslı makarası gıcırdıyor, bulaşık kaplarının üstüne sinekler konuyordu

Yol yorgunu adam dikkatle süzdü etrafını Bitişikteki kıl çadırın dağınıklığına ve perişan haline baktı Kuyunun başında uyuklayan buzağının çapaklı gözlerine sinekler üşüşüyordu Çocukların üstü başı kir pas içindeydi Yanda duvarları is tutmuş bir ocağın külleri savruluyor, ayak yolundan ağır bir koku yayılıyordu avluya

Onca yiğitlik gösteren bir Türkmen savaşçının evi böyle mi olmalıydı? Değişen neydi, neydi onları bu hale koyan? İçi cız etti Köpeklinin Zaman kim bilir daha neler alıp götürmüştü arkadaşından? Gözünün nuru Toraman, bu hale gelecek adam mıydı? Bir bey oğlunun yaşantısı bu mu olmalıydı? Gözünü budaktan sakınmayan, ölümün üstüne pervasızca giden, tek savuruşta Tayy Arabının başını mısır püskülü gibi kökünden kopartan bir yiğit, nasıl bu hale gelebilirdi?

Sonra, onun kabzayı kavrayan çelik gibi parmakları geldi aklına Ölüme meydan okuyuşu, genç şeyh oğluyla kumların üstünde boğuşması, gergin gövdeye palayı yandan sallayışı ve genç arabın, daha orada büzülen ve sönen vücudunu düşündü O adam, işte bu adamdı Şu kadın karısı, gelecek vaad etmeyen şu çocuklar onun çocuklarıydı Gerçeği apaçık gördü orada Köpekli Ah hayat, arkadaşına yapacağını yapmıştı anlaşılan

Başını çevirip, Beriyye çölüne bir kez daha baktı Orada kılıçların şakırtısı, yeri döven at nallarının gümbürtüsü, Arapların kara karga sürüsü gibi üzerlerine çullanışı ve can veren bir Türkün acıdan kızgın kumları dişleyişi geldi aklına Heder olan Türk gücü orada parçalanırken, Vezir-i Azam Boşnak Hüsrev Paşa kuvvetleri önünde tamamen tükenişlerini düşündü Gözleri doldu ve 'biz bu hale gelecek savaşçılar mıydık?' diye mırıldandı

İbretle baktı etrafına Hayal kırıklığını gizlemeye çalıştı Sesini çıkarmayıp, olanı biteni seyre koyuldu

Az sonra kadın, kuyunun yanındaki incir ağacının altına bir sofra açtı Yufka ekmekleri sofra bezinin üstüne yaydı Ve bir leğen ayranlı çorbayı ortaya koyup,

- Haydi, Sait, Nahit, Vahit, Mücahit, gelin yemeğinizi yiyin! diye seslendi çocuklara Leğenin içine bir tahta kaşık bırakıp, çekip gitti

Çocuklar, terli suratlarıyla sofranın etrafına bağdaş kurup oturdular Yufka ekmekleri dürüm yapıp tek kaşıkla çorbayı içmeye başladılar Dördü de halinden memnundu Şartlara boyun eğip, yaşayıp gidiyorlardı işte Tepkisiz ve gelecek vaad etmekten uzak Adam, hiç olmazsa birinin kaşığa el koymasını, diğerlerini oradan uzaklaştırmasını beklediyse de, bunu hiç birinden göremedi Duruma isyan edecek, o yürekliliği gösterecek biri yoktu aralarında Kaşık çorbaya batıp çıkıyor, dört sünepe kendilerine öğretileni yapıyordu

Köse Ata oğlu Toraman, mücadele dolu o kaç göç yıllarından sonra, sıradan bir ailenin kızı olan bu kadınla evlenmiş, kendine yeni bir dünya kurmuştu Hiçbir hususiyeti olmayan kadın, Toraman'ın evine güzelliğinden başka bir şey getirmemişti Çocuklarını yetiştirecek ve gerektiğinde kocasını çekip çevirecek yeteneği de yoktu Silik bir hayata mahkum etmişti kocasını Köse Ata oğlu Toraman, nahiye merkezinin bir ucundaki dükkanında el ıstarında kıl kilimler dokuyan basit bir ustaydı şimdi Başkalarının beğenisine göre yaşayan ezik ve kişiliksiz biri

* * *

Toraman Bey, el ıstarını son defa itip bıraktıktan sonra, loş çukurun kenarına tutunup kendini yukarıya çekti Bir köşede, yapağı yığınına gömülmüş Beğdilili yaşlı hallaca dönüp,

- Ey, ben gitsem mi emmi? diye seslendi

Hallaç çapaklı gözlerini ona çevirip,

- Niye ki? diye sordu "Daha gün batmadan mı?"

- Benim yol uzun emmi Kollarım koptu valla Ayaklarıma kara sular indi Yola düşsem iyi olacak Yol uzun, yolcu yorgun Haydi bana eyvallah

Sonra, üstündeki kırpıntıları silkeledi Çarığını giydi, ekmek çıkınını aldı ve gün ışığına çıktı Yüzünün terini ve tozunu silip, tarlalara doğru vurup gitti Hava kararmaya yakın da evine vardı Tahta açıtı kilidin içinde döndürüp, hayata girdi

- Ey, ben geldim!

Karısı, akşam serinliğinde kuyu suyuyla hayatı suluyordu

Adamına sokulup,

- Çadırda ne zamandır garip bir adam seni bekliyor, diye fısıldadı Toraman'ın bir anda içi burkulur gibi oldu Oğullarını vurup öldürdüğü Tayy Araplarından başka kim arayıp sorardı ki onu? Uzaktan, çadırın açık duran eteklerinin altında yatan adama baktı İçi cız etti birden Ya onlarsa?

Kadını işkillendirmeyip,

- Ne zamandan beri bekliyor orada? diye sordu karısına "Nasıl bir adam? Araba benziyor mu?"

Kadın, çalı süpürgesini, hayvan terslerini dağıtmakta olan tavuklara fırlatıp,

- Ne bileyim ben, dedi burnundan soluyarak "Git kendin bak!"

Toraman usta, güneşin solan ışıkları altında kıl çadıra doğru yürüdü Orada keçe kilimlerin üstünde bir adam uyumaktaydı Tozlu ve yıpranmış topuklarından onun uzun bir yoldan geldiğini anladı Kimdi bu acaba? Kalbi hızla atıyordu Arap olamazdı Şu uzun, bukleli ve kumral saçları bir yerden tanıyacaktı ya, bir türlü çıkartamıyordu Yoksa, evet "Ulan bu bizim Köpekli Avşarı İlteriş değil mi?" diye söylendi kendi kendine Bir iki adım attı ve "Evet ya, İlteriş bu!" diye haykırdı Arkadaşının minderden taşmış çizmelerine kuvvetli bir tekme indirdi

Bir anda sarmaş dolaş oldular Birbirinin yüzüne bakıp, göz yaşlarını tutamadılar Kendine gelen Bekmişli,

- Vay efendim vay! dedi heyecanla "Hangi rüzgar attı seni buralara?"

-Valla, Bekmişlili yiğit bir arkadaşım vardı onu görmeye geldim Onu görmeye ve kafasını çelmeye Halin vaktin yerinde mi, merak ettim Gözümün nuru, nasılsın? Tayylar, Anezeler, Şammarlar, ararlar mı seni hala? Yoksa iz sürmekten bıktılar mı?

Toraman, elini her iki yana açıp,

- İyiyim şükür, diye iç çekti "Bir sıkıntım yok Araplara gelince, onlar arasınlar beni daha Vazgeçeceklerini sanmıyorum Şeyhin yeni bir erkek evladı oluncaya kadar sürer bu iş Sonra, acıları dinse bile, ele geçirdiklerinde gene öldürmek isterler Evlat acısı bu, kolay mı? Yüreğini dağlar insanın Hala ah çekermiş şeyh Beriye'den gelen son haberler böyle Lakin, beni bulmaları imkansız Aradıkları kişinin gün boyu bir çukurun içinde el ıstarında çul dokuduğunu nerden bilsinler? Ee, beni boş ver, sen nasılsın? Evin-barkın var mı? Çoluk-çocuk Ne gezersin buralarda?"

Geçip bir minderin üstüne oturdular

- Benimki bir umut yolculuğu dostum, diye başladı söze Köpekli "Buradan geçiyordum, sen geldin aklıma Yolda atımı kaybedince, gidip bizim Bekmişli'den bir at alayım dedim Memleketi karış karış geziyoruz senin anlayacağın En son Antep kadısının emrinde kırk gün çalıştım Şimdi daha da doğuya gidiyorum Benim gibi yüzlerce gönüllü, dağ taş demeden yollara düştük gördüğün gibi Tıpkı eski alp-erenler gibi (Köpekli hoş, aydınlık bir gülüşle güldü burada) Genç Osman Han'ımızın sağlığında yapamadığını yapmaya, onun büyük ülküsünü gerçekleştirmeye çalışıyoruz Yalnız Türkler’den müteşekkil bir ordunun tohumlarını atıyoruz Yeni ve bizim olan bir ordu Bize hizmet eden ve bünyesinde dönmeleri barındırmayan Bu bir kutlu yolculuk mudur bilmem ama, gerekirse ta Türkistan'a kadar gideceğiz Şimdi Erzurum taraflarına, oradan da Çepniler'in yurduna uğrayacağım Buna bir silkiniş hareketi de diyebilirsin Milletimizin üstündeki kasveti, aymazlığı, vurdum duymazlığı ve umutsuzluğu dağıtıp, küllenmek üzere olan asli cevherimizi ortaya çıkaracak bir hareket Bunun için her şeyi yapmaya hazırız

Hotin'deki ihaneti hatırlıyorsun değil mi? O yetti bize, dersimizi aldık Bu şer ittifakını bozmamız gerekiyor artık Türk yurdunu yine Türkler yönetsin istiyoruz Madem ki biz kurduk bu devleti, onu yaşatacak olan da biziz Hoca Ömer Efendi'yi duymuştun değil mi? Hani o şehit hakanımızı yetiştiren, onu bir bıçak gibi keskinleştiren büyük insanı Feyiz aldığımız kişi o hala Bütün Türk yurdunu yeniden tarayıp, bütün Türkler’i bir millet, bütün Türkler’i bir ordu yapacağız İçimizdeki pislikleri, hainleri, menfaat odaklarını, Türk düşmanlarını temizleyeceğiz Enderun denen imtiyazlı sınıf; sadrazamlar, paşalar, toprak ağaları, beylerbeyleri hepsi, hepsi terk edecek bu ülkeyi Kısacası, Türkün yurduna yine Türkler hakim olacak

Bak kardeşim, sen beni ölümden kurtardın Hayatımı sana borçluyum Öyle olmasa bile kan kardeşiz seninle Seni de bu sele katıp götürmek isterdim ya, görüyorum ki durumun buna müsait değil Sen burada kalmalısın Burada kalıp, hayırlı evlatlar yetiştirmelisin Çünkü onlar geleceğimiz" Köpekli Avşarı, arkadaşının dizine elini dostça koyup, iyice sokuldu ona "Şimdi beni iyi dinle!" dedi "Affına sığınarak sana şunu söylemek isterim ki, bu kadından ve bu çocuklardan sana hayır gelmez Kendine soylu bir kadın bul Soylu biriyle evlenip, hatunlar ve beyler yetiştirmelisin sen 'Hatun getir ki, bey doğursun' demiş atalarımız Gördüğüm kadarıyla, kendine güzel bir hatun almışsın ama ne çare, seni kalkındırmaktan, seni ihya etmekten uzak Çocuklar desen öyle, hiç birinin faydası yoktur sana Sen düşman sahibisin Tayy Araplarının inadını bilirsin Sakın zayıf yanını verme onlara Bu kadını boşa Ya da gücün yetiyorsa yeni bir kadın bul kendine Varsın çirkin olsun, ama soylu bir haneden olsun Mümkünse bol kardeşli yerden olsun Sen de bilirsin ki, tarlayı daşlı, kızı gardaşlı yerden alacaksın Ama ondan da öte iyi bir kişi kızı seç kendine

Evet kardeşim, seni kalpten seven biri olarak, söyleyeceklerim bundan ibaret Sen buna layıksın çünkü Durumun bunu gerektiriyor Bana gelince belki bir daha görüşemeyiz Belki de bu uğurda ölürüm Ama hiç olmazsa bizden sonra gelenler iyi yetişmeli

Bekmişli, arkadaşının bu tahkir edici sözleri karşısında gerçeği olduğu gibi kabul etti Her şeyi gönül rahatlığıyla ve uysallıkla kabullendi Köpekli Avşarı ise, ertesi gün, Bekmişli Toraman Bey’in yüreğinde derin izler ve içi kor dolu çukurlar bırakarak, ondan ödünç bir at alıp, çekip gitti

Toraman, bunun üzerine, köyün öbür ucunda kendine yeni bir ev açtı Kara Şıhlı Türkmenlerinden sakat ve oldukça çirkin bir kız alıp, yeni bir hayat kurdu kendine

Ve büyük Türk yurdunun üstünden koskoca bir on yıl daha geçti

* * *

Çocuk iç çekerek,

- Anacığım babam nerede? diye sordu Yanık tenli, kurt bakışlıydı İş göremez sakat anasının eli, kolu, ayağı, babacığının da göz bebeğiydi

Anne, üç günlük bir gizleyişten sonra, üzüntü ve acıyla yatağından doğrulup, ağlamaya başladı

Kenarı püsküllü yazmasının ucuyla gözyaşlarını silip,

- Babanı kaçırdılar evladım, dedi

- Babamı kimler kaçırdı ana?

- Kindarlığıyla nam salmış Araplar evladım

- Ama neden, nereye kaçırdılar babamı, söyle bana?

Ana, çocuğu kendine çekip, bağrına bastı Karşılıklı ağlaştılar

- Çöle kaçırdılar yavrucuğum, dedi "Çölde baban Fakat yaşın daha çok küçük, bunu idrak edecek yaşta değilsin"

- O halde düşmanlarımızın adını söyle bana?

- Pekala, madem kim olduklarını öğrenmek istiyorsun, o halde dinle beni: Aneze, Tayy, Milli aşiretleri ve hatta Şammarlar Hepsi, hepsi de düşmanımızdır bizim Yirmi yıldır devam eden, küllenmeyen bir kin bu Bitmek bilmeyen bir savaşın gereği Ama sen gene de düşünme! Ona ancak Allah yardım edebilir Elimizden bir şey gelmez yavrucuğum Ağabeylerinin elinden de bir şey gelmez Haydi git sen, taydaşlarınla oyun oyna ve beni yalnız bırak!

Fakat çocuk, oyuna değil ağabeylerine koştu Tozlu yolu bir solukta aşıp, üvey annesinin evine girdi Dört delikanlı, bir zerdali ağacının altında oturmuş yemeklerini yiyorlardı Küçük kardeşlerini sofraya davet ettilerse de, o gelmeyip, sekinin üstünde bekledi

Terli yanakları alev alev yanıyordu hala

- Ağalarım, babamız nerede?

- Babamız mı? diye cevap verdi delikanlılardan en büyüğü "Onu kaçırdılar ama bizim elimizden bir şey gelmez"

Delikanlılar, küçük kardeşlerinin kin dolu bakışlarına aldırmayıp, yemeklerini yemeye devam ettiler, hatta kendi aralarında şakalaştılar Çocuk, ağabeylerinin bu kayıtsız ve vefasız tavırlarına daha fazla dayanamayıp, hızla oradan uzaklaştı Silah olarak, bir tek babasının el ıstarında kullandığı keskin bıçağı alıp, hiç kimseye haber vermeden çöle doğru yola çıktı

* * *

Osmanlı memleketinde zamanın 1640'lı yılları sürdüğü çağlarda, orta Arabistan'dan Kuzey Suriye bozkırlarına kadar uzanan geniş topraklarda yaşayan Tayy, Aneze ve Milli Arap aşiretleri, dönme Osmanlı paşalarının da yardımıyla, Türkmenlerin yurt edindikleri Güney Anadolu topraklarına kadar ilerleme fırsatı buldular Bu, bir yerde, Osmanlı'nın büyük iskan politikasının iflası anlamına geliyordu Uygulamanın gayesi bu değildi aslında İskan politikaları temelde, güneydeki Türkmen boylarının da yardımıyla, başı bozuk Bedevileri yola getirme amacı taşıyordu Araplar, kendilerini çöl sıcağına mahkum etmek isteyen Osmanlıdan bunun intikamını fena aldılar Tez zamanda, Türk olmayan diğer unsurlarla iş birliğine giderek, Türk unsurunun acı çekmesine ve hatta kırdırılmasına kadar götürdüler işi Bunun sonucu olarak Türkmenler, iki ateş arasında kaldı Bir tarafta kendi kurdukları devlet, diğer tarafta istilacı ve yağmacı Araplar vardı artık Arapların durdurulması mümkün olmuyordu bir türlü Onlar durdurulamadığı gibi, Türkmenler, adeta köklerinden sökülüp, kızgın çöl güneşinin altına sürülmek zorunda kaldılar Bu, Türk unsurunun yok edilmesi anlamına geliyordu Bundan cesaret alan Araplar, etki alanlarını bu kez Güney Anadolu Torosları'na, oradan Klikya'ya kadar genişlettiler Geniş steplerin aslanı onlardı artık Fırka-i Islahiyeciler de çekilince, bir avuç Türkmen, ülkenin bekçiliği adına, kalabalık Arap kabileleriyle baş başa kaldı

* * *

Tayy Araplarının kara çadırları, yaylımı bol bir yamaca sırtını vermiş, üç günden beri Anezeliler'i beklemekteydi Tayy şeyhi Ammar, bundan tam yirmi yıl önce oğlunu savaş meydanında öldüren Türkmeni nihayet yakalamış, içini yakan intikam ateşini söndürme fırsatı bulmuştu Bu onun, belki de en mutlu günüydü Şimdi sıra, kanlısı olan Türkmene verilecek cezaya gelmişti Bu ceza, soylu şeyhin şanına yakışır biçimde olmalıydı ki, yıllar geçse de hafızalardan silinmemeliydi Onun için, kutlamaları gerekiyordu bunu Türkmenin, deve derisine sarılı bedeni kızgın çöl güneşinin altında kuruyup sertleşirken, bütün kabile, diğer Araplarla birlikte şenlikler düzenleyip eğlenmeliydiler İntikamını ancak böyle alacağını düşünüyordu şeyh Ona göre bu mutlu günü dostlarıyla paylaşmalıydı Gözleri sürekli uzakları gözlüyor, Anezelerin, Muvelilerin, Şammarlarıın ve Milli Arapların bir an evvel çıkıp gelmesini bekliyordu Kanlısının, karşısında acı çekmesi keyif verici bir şeydi Gözü, deve derisine sarılarak kızgın güneşin altına atılmış olan bu çirkin yığındaydı sürekli Mevsim yazdı ve güneş her şeyi eritip yok edecek kadar sıcaktı Kuru, hışırtılı otların ve kum yığınlarının üstünden alevler yükseliyor, çöl boz bulanık bir deniz gibi uzanıyordu gözlerinin önünde

Tayylar'ın gün görmüş yaşlı şeyhi, rüzgarlı sırttaki çadırında uyandığında, gözü yine kızgın kumun üstündeki bu deri toparlağına ilişti Kömür karası yağlı gözlerini aralayıp, güneşin altında gittikçe kuruyan bu deriye ve onu rahatsız eden çocuklara baktı Adam; su, su! diye inliyordu durmadan Sıcak bir rüzgar esiyordu çadırlara doğru Uzakta başı boş develer, çıplak sırtları güneşte parlayan bakımlı atlar vardı Kavurucu bir sıcak, görüş mesafesine giren her şeyi eritip yok ediyordu Şeyhin görkemli çadırının etekleri toplanmıştı Adam yağlı gövdesini acı verinceye kadar gerdi, mafsallarını çıtlattı, gözlerinden yaş gelinceye kadar esnedi Sonra kara ayaklarını ovdu Yine uzaklara baktı Ne gelen vardı, ne giden

Fakat birden yaylıma bırakılmış develerin gerisinden birinin yaklaşmakta olduğunu gördü Alazlanan sıcak dalgalarının ortasında kıpırdayan bir siyah lekeydi bu Çölde kaybolmuş bir yolcu da olabilirdi Yayaydı üstelik Son bir gayretle adımlarını atıyor, çadırlara doğru yaklaşıyordu Böyle yerlerin kuşluk sıcağı dayanılmaz olur Göz alıcı ışık huzmeleri çadırın deliklerinden süzülüyor, yatakların ve kıymetli eşyayla dolu metal sandıkların üstünü aydınlatıyordu

Şeyh, çıplak göğsünü çadırı sarsan çöl rüzgarına verdi Terli alnını bir bezle silip, birbiri ardına sıralanan kum tepeciklerine baktı İçini çekti

- Ah, bu ne büyük talihsizlik? dedi içinden "Bu gidişle Türkmeni nasıl öldürdüğümü dostlarıma gösteremeyeceğim"

Genç karısını çağırdı, ıslak bezlerle vücudunu sildirdi Hoş bir serinlik yayıldı bedenine Yemeğinin hazırlanmasını istedi Kadın dışarıya çıktı

Ve dışarıda aniden kulağını sağır eden bir çığlık duydu şeyh Feryat, figan Kadının dışarıya çıkmasıyla, içeriye girmesi bir oldu Minik yavrusu, içi su dolu bir deve suluğuna baş aşağı düşmüştü Onun yana kaymış, ıslak, kıvırcık saçlı başını ve boğumlu bacaklarını gördü kadın Kendini yatakların üstüne atarak uzun süre çırpındı Yüzünü tırmalamaya başladı Şeyhin daha o anda başından kaynar sular döküldü Kadına sert bir tekme indirip, dışarıya fırladı Ve kapının önünde on yaşlarında yabancı bir çocukla karşılaştı Çocuk, şeyhin biricik bebeğini suluğun içinden çekip çıkarmış, onu çadıra doğru getiriyordu Kurt bakışlı, çirkince bir çocuktu ve hiç konuşmuyordu Bu az önce bu yana doğru gelen yolcu olmalıydı

Çocuk, bebeğin morarmış bedenini babasına uzattıktan sonra, gidip bir tarafa oturdu Gözünü derinin içindeki adama dikti

Toraman'ın en küçük oğlu Kurtbek idi bu

Sonra olaylar hızla gelişti Çocuk ölmemişti Son anda yetişen bu garip çocuk kurtarmıştı onu Şeyh gelip, onu yanaklarından öptü Çadırına davet etti ve önüne mükellef bir sofra açtırdı Şeyhin genç karısının gözlerinin içi parlıyor, kurtarıcısı olan bu garip çocuğu durmadan öpüyor, minnet ve şükran duygularıyla bakıyordu ona Çocuğa bir anda kanı kaynadı, kalbi ısındı

Ve Kurtbek'i bakıcı olarak aldılar yanlarına

Toraman Bey, kemiklerini mengene gibi sıkan derinin içinde nefes alamıyordu Buradan kurtulması imkansızdı artık Dört yetişkin oğlundan hala bir haber yoktu Küçük oğlu Kurtbek'in ise, onu kurtarmasına imkan yoktu Onu saran deriyle birlikte kendi derisinin de kuruduğunu, kemiklerinin ezildiğini, susuzluktan çatlamak üzere olduğunu hissediyordu

'Ölümüm yaklaştı artık' diye geçirdi içinden

Kurtbek, hanımının sözünden hiç çıkmadı Derinin içindeki adama dönüp bakmıyordu bile Bir dediğini iki etmiyor, ona emredilenleri eksiksiz yerine getiriyordu Çocuğa göz kulak oluyor, onu serin yerlerde oynatıyor, uykusu gelince de, ayaklarında sallayarak uyutuyordu

Kendi akranı olan Arap çocuklarıyla muhatap olmuyordu

Planı, babası Toraman Bey’e karşılık, çocuğu kaçırmaktı Küçük şeyhi kendi obasına kaçıracak, bıçağı gırtlağına dayayıp, babasını kurtaracaktı Bunu yapması hiç de zor olmayacaktı Ah, şu Anezeler biraz daha geciksin, başka bir şey istemiyordu

İlk gün çadırın etrafından ayrılmadı Gölge bir yer bulup, çocuğu orada avuttu Yemeğini yedirip suyunu içirdi, uykusu gelince de serin bir hasırın üstünde uyuttu onu Ayaklarının üstünde sallayıp, yüzüne konan sinekleri uzaklaştırdı

Hanım, yeni bakıcıdan oldukça memnundu Ona kendi evladı gibi bakıyor, karnını doyuruyor, bir dediğini iki etmiyordu

Kurtbek, çocuğu gezdirmek bahanesiyle, her geçen gün biraz daha uzağa götürüyordu Planını sabırla uyguluyor, akşam olunca yavruyu getirip annesine teslim ediyordu

Fakat, artık dayanamıyordu Meydandan geçerken babasının inlemesini duymuştu Hemen kararını verdi; çocuğu o gün kaçıracaktı Çocukla birlikte yanına su ve yiyecek alıp, yola düştü Gün boyu durmaksızın yol aldı Bazen dinlendi bazen koştu, sabah gün doğmaya yakın kendi obasına vardı

Araplar telaş içinde koşturuyor, Tayy aşiretinin düze yayılmış çadırlarının üstünden yine feryatlar yükseliyordu Şeyh, deri toparlağının yanından geçerken, birden, can çekişmekte olan Türkmenin

- Aferin oğlum! dediğini duydu

İşte o anda şeyh, yavrusunu kaçıranın kanlısının oğlu olduğunu anladı Adamı derinin içinden çıkarıp su verdiler, karnını doyurdular Yıkayıp pakladıktan sonra da hemen yola koyuldular

Bütün gece yol aldılar Çöl yolları, yüzlerce Arap atının sert toynakları altında gümbürdedi Sabaha doğru Toraman'ın kapısına dayandılar

Zincirler şıngırdıyordu dışarıda Atlar horulduyor, köpekler havlıyordu Kapı açılınca, dokuz yaşlarında bir Türkmen çocuğu göründü dışarıda Kucağındaki bebeğin boğazına bir bıçak dayamıştı

Uzaktan seslendi;

- Babama karşılık yavrunuz! Sakın yaklaşmayın, gözümü kırpmadan öldürürüm onu! Salın babamı gelsin!

Şeyh düşündü, elinden hiçbir şey gelmeyeceğini anladı Terkisindeki atın sağrısına kamçıyı indirdi At, binicisini hızla uzaklaştırdı oradan ve duvarların gerisinde kayboldular

Araplar, kendi çocuklarını az ötede bir çukurun içinde buldular Onu sarıp sarmaladıktan sonra da yola çıktılar

Uzak ufkun gerisinde gün yavaş yavaş doğarken, Arapların uzaklaştığını gören Toraman Bey, oğlu Kurtbek'i alnının çatından öptü

* * *

Yüz yılın sonunda, takvimlerin 1699'u gösterdiği bir yaz günü, Beğdili Türkmen köyünün konuk kabul odasında, kıl kilimlerin üstünde, Rakka'ya gidecek yiğitlere bir aksakal öğüt veriyordu O anlatıyor, kireç çarpılı duvarlara yaslanmış delikanlılar dikkatle dinliyorlardı Ağzından bal damlıyordu ihtiyarın Çoğalmaktan, çok olmanın faziletinden bahsediyordu Tarihin sayfalarını çevirir gibi,

"O yılın kışı pek sert geçti" diye devam etti konuşmasına "Geniş otlaklar kar yığınlarının altında kaldı Akın akın gelen Oğuz kümeleri Fırat'dan başlayarak, ta Selçuklu topraklarına kadar geniş bölgeye yayıldılar Bu bölge, onların hayat tarzına uygundu ve yerli nüfus şaşılacak kadar azdı Onun içindir ki, atalarımız bu topraklarda kısa zamanda kök saldılar Taşkın bir ırmak gibi aktılar dört bir yana Akıncı birlikleri, yayaları, muazzam savaş güçleriyle, sivil halk kümeleri ve sonu gelmez binit ve yükletleriyle Anadolu'yu dört bir yandan kuşatıp, el değmemiş bu ıssız toprakları bir anda şenlendirdiler Otlakları develer, yaylaları davar sürüleri kapladı Şehirlere zanaatkarlar akın etti Yüzyıllardır boş kalmış, bakımsız tarlalara ekin ekip, mahsul kaldırdılar Dağa taşa Türk damgasını vurdular Anadolu'nun engin göğü, Türk okunun ve kargısının keskin ıslığıyla tanışıyordu ilk kez Çelik çemberli arabalar yollarda derin çukurlar açıyordu Yaylalar Türk çadırı, denizler Türk salıyla tanışıyordu

Biz, Beğdililer ise, on iki bin çadırla geldik buralara Yüksek Kral dağlarından pek sert rüzgarlar esiyordu o yıllarda Bu bir kasırgaydı adeta Bu kasırga, o güne dek kendi mecrasında akan Türk nehirlerinin yönünü değiştirdi Büyük nehirler ırmaklara, ırmaklar ise küçük çaylara ayrıldı Kızgın çöl sıcağında eriyenler, karlı dağlarda kaskatı kesilip, donanlar oldu o yolculukta Ana koldan ayrılmayanlar ise, Baykal'ın gümüş rengi sularının üstünden Lop gölüne, Issık'dan Zaysan'a, Balkaş'dan Aral'a, Hazar kıyılarından bu güneş ülkesine aktılar Anadolu Türk nüfusunu hasretle, doyumsuzca emdi Tıpkı nehirleri emen denizler gibi Denize yaklaşan nehirler nasıl deltalara ayrılırsa, biz de çeşitli kollara ayrılarak girdik bu topraklara En büyük ve en değerli kol ise bizdik evlatlarım Eski yaşantımıza uygun bu bozkırı yurt edindik Anadolu'nun doğuya açılan en büyük kapısıydı çünkü burası Buralara Oğuz-eli adını verdik Çoğaldık Atalarımızın öğütlerini unutmadık Hiçbir kadını kocasız, hiçbir kocayı kadınsız, hiçbir aileyi çocuksuz bırakmadığımız gibi, hiçbir yiğidi kardeşsiz bırakmadık Bu sayede büyüdük, cihanın gördüğü en büyük ve en adil imparatorluğu kurduk Öyle ki, Allah yeryüzünü sanki bizim için yaratmıştı Dünyaya yön verdik Uluslara yol gösterdik Azmışları yola getirdik Millet olmanın ne olduğunu gösterdik onlara Dünya nimetlerini hakça üleşmeyi öğrettik Yüksek seciyeli Türkün kim olduğunu gösterdik bütün dünyaya Barbarlara medeniyeti öğrettik Dünyanın dizginlerini kendi elimizde tuttuk Yönetmenin, savaşmanın, sevk ve idare etmenin ne olduğunu gösterdik İnsanlığın öğretmeni olduk Dünyanın tepesine keskin Türk kılıcını astık Bu kılıç, her şeyde mihenk taşı oldu Krallar, prensler, derebeyler atadık Kısaca büyük Türk çağını yarattık

Sonra evlatlarım, kötü günler başladı Temiz bünyemizi kendi ellerimizle kirlettik İmparatorluğun kartallarını yok etmek için ellerinden geleni yaptılar Bizi bölüp parçaladılar Kanımızı kirlettiler Frenk tohumları ektiler bünyemize Devletimizin kalbini ve beynini lağım fareleri gibi kemirdiler

Şimdi ise, yine leş kargaları dolaşıyor üstümüzde Bizi kızgın çöl güneşine mahkum etmek için ellerinden geleni yapıyorlar Üstelik bunu kendi devletimize yaptırıyorlar Baş kaldıranlara da Celali diye ad takıyorlar Bundan neredeyse iki asır önce Şahkulu ayaklanmasını bir Kızılbaş ayaklanması diye yutturdular bize Arkasından Baba Zennun isyanı Bütün bunlar aslında Türkün, devleti ele geçiren gayri Türk unsurlara karşı bir isyanıydı Bir Türk ihtilali de diyebiliriz buna Kadim Türk yurdunda Kürşat'ın baş kaldırışı gibi Baba Zennun, Dulkadiroğulları’ndan bir Türkmen beyi olmaktan öte neydi? Ya Ferhat Paşa denilen bir Türk düşmanı tarafından oğullarıyla birlikte öldürülen Şehsuvaroğlu Ali Bey'e ne demeli? At Çekenler’den Karayazıcı ve kardeşleri yol kesici veya çapulcu muydu? Hayır evlatlarım, onlar da Bozoklu Türkmen kardeşlerinizdi sizin Devleti ele geçiren Enderun iktidarının son marifeti ise, bu asrın başında yaşı küçük ama kendi büyük dirayetli hakanımız Osman'ı katledişiydi Bu hakikatleri bilerek gitmenizi ve tez zamanda gelip, tekrar kendi topraklarınıza sahip çıkmanızı istiyorum

Son söz; aslınızı, ırkınızı unutmayın Temiz kişi kızları seçin kendinize Çoğalın! Çoğalın ve bereketlenin! Tıpkı atalarımızın dediği gibi,

Üç yüz altmış altı alp ava çıksa

Kanlı geyik üzerine kavga kopsa

Kardaşlı yiğitler kalkar kapar olur

Kardaşsız miskin yiğit ensesine yumruk dokunsa

Ağlayarak dört bir yanına bakar olur

Ala gözden kanlı yaşın döker olur

Çoğalın, bol kardaşlı evler kurun Çünkü Türk töremekten gelir Töremek ise Türkün vazgeçilmez töresidir

Şu da uygun gider bu söze Yiğidin birini bir grup şaki aralarına almış dövüyorlar Onlar vurdukça yiğit, 'ah arkam!'diyormuş Buna bir anlam veremeyen adamlar, hayıflanıp daha da acımasızca vurmaya başlamışlar Fakat yiğit her seferinde 'ah arkam, ah arkam!' diye acı göz yaşları dökerek ağlıyormuş Daha fazla dayanamayıp sormuşlar: "Biz senin hep önüne vurduğumuz halde, sen niye 'ah arkam!' diyorsun ey rezil! Yiğit ağzından bir avuç kanlı diş tükürdükten sonra, "Haklısınız ağalar" demiş "Haklısınız haklı olmasına ya, arkam olsaydı önüme vurabilir miydiniz?"

Ya işte böyle, şimdi de sizi parçalamaya, yok edip yalnızlaştırmaya çalışıyorlar Devletin ipleri, devleti kuranların elinde değil artık Ona kan veren, can verenlerin de elinde değil Dönmelerin, devşirmelerin, Enderun çıkışlı paşaların elinde Çölde Bedevi çapulcularını yola getirmek çok mu zor yoksa? Bunlar hep oyun evlatlarım Türkün üstünde oynanan kanlı oyunlardır bunlar Fakat devlet kuran bir boyu asla mahkum edemezler Enderun dönmelerinin ve Arapların oyununa gelmeyeceğiz Yok olmaya zorluyorlar bizi, yok olmayacağız İnadına çoğalıp, inadına güçleneceğiz; devletimize yine biz sahip çıkacağız Uyanık olacağız ve bu oyuna gelmeyeceğiz Çünkü, bizden alacakları intikam o kadar çok ki Sizde bu asalet, onlarda bu kin oldukça bu boğuşma bitmez O halde parçalanmayın, birlik ve beraberliğinizi bozmayın ve hep mücadele edin!

Şunu da söylemeliyim ki, akrabalık umduğunuz aileyi, yuva kuracağınız kişi kızını iyi seçin Soyunuzu devam ettirecek odur Kanınıza asla yabancı bir kan karıştırmayın Çocuklarınızı arkasız komayın Benim size nasihatim bu Tıpkı şimdi biricik oğlum Canibek'i evlendirirken gösterdiğim titizlik gibi Kara Şıhlılarla aramızdaki kan davasını kaldırıyor, kardeşler arasındaki dargınlığa son veriyorum Onlara elimi uzatıyor, beyleri Kassal Bey'den akrabalık umuyorum Rakka'ya, ülkemin bekçiliğine, sırt sırta vererek gitmek istiyorum Kassal Bey'in kızı Göklen Hatun’u oğlum Canibek'e istemiş bulunuyorum Bu belki de burada yapacağım son iş olacak Sözcüler neredeyse gelmek üzereler İnşallah hayal kırıklığına uğramam"

Damın başında bir adam, gözünü, üstünde sıcak dalgalarının oynaştığı Barak ovasına dikmiş, gelecek atlıları gözlüyordu Ufkun berisinde sarı toz bulutundan başka bir şey görünmüyordu o saatte Avlu ise gittikçe kalabalıklaşıyor, odaya giren herkes baş köşede oturan Türkmen beyine, baş indirip bağır basarak, diz üstünde huzura sıralanıyorlardı

Türkmenler'de usul böyleydi Ulak göndermek, kızı sonra gidip istemek gerekiyordu Çünkü, reddedilmek bir beye yakışmazdı

Beydililer’den Bekmişli boyu beyi Toraman oğlu Kurtbek idi bu konuşan Bilerek bir geleneği yıkıyordu o gün Bu, Oğuz boyunda, ölen birinin karısıyla, kardeşin evlenmesiydi Bunu bir türlü içine sindiremiyordu Kurtbek Küçük oğlu Canibek ile gelinini evlendirmeyecekti Kim ne derse desin, yapmayacaktı bunu Gelinini ve torunlarını bağrına basacak, Canibek'i Kara Şıhlı oymağının beyi Kassal Bey’in kızıyla evlendirecekti Bunun için gerekirse bütün servetini vermeye hazırdı Sancak merkezinde dokunan güzelim Türk çuhalarının, kilimlerin, halıların ve ünü dünyayı tutmuş keçelerin Avrupa'ya, Arabistan'a satışından elde edilecek bir yıllık kazancını bile verebilirdi Göklen kıza değerdi doğrusu Yeter ki hayırlısıyla bitsindi bu iş Karaşehliler’le olan dargınlığın bitmesi için beyliğini ve onurunu bile ortaya koymaya hazırdı Oradan gelecek haberi sabırsızlıkla beklerken, bu eski gelenekten söz etmemeye çalışıyordu Yoksa Selçuk'un oğlu Mikail'in ölümü üzerine kardeşi Yusuf onun karısıyla evlenmemiş miydi? Ayrıca Alpaslan, bir sefer öncesi, eğer ölürse kardeşi Kavurt'un, zevcesiyle evlenmesini vasiyet etmemiş miydi? Bu eski geleneği şimdi nasıl söylerdi? Bütün bunları ustalıkla savuşturmuş, hiç birinden söz açmamıştı Fakat her şeyi soyunun geleceği için yapmış, töreleri de çiğnemişti Ağuyu ağuyla yıkamak gibi Yılan zehrine karşı akrep zehrini kullanarak

Kupkuru, toprak rengi ellerini dizlerinin üstüne koymuş, sabırla bekliyordu Bu işten yüzünün akıyla çıkması için Allah'a dua ediyor gibiydi Dalıp gidiyor, ıslak gözlerini odayı dolduranların üstünde gezdiriyor, göz pınarlarını kuruluyordu

Her işte zoru seçtiği gibi, küçük oğlu Canibek için düşündüğü kız da aslında içinde bulunduğu duruma uygunluk göstermiyordu O yörenin belki de en zor kızıydı Göklen Bir sürü gayri Türk, devşirme, hain, nankör ve kanı bozuğun Osmanlıyı ele geçirdiği şu günlerde, hükümdar çıkaran beş boydan birine mensup olarak, dargınlık yakışır mıydı onlara? Bu küskünlük, bu kan davası neyin nesiydi? Eskiler düşünemediyse kendileri de mi düşünemeyecekti? Yo, bütün bunlara son vermek gerekiyordu artık Kara Şeyhliler’le dost olmanın zamanı gelmişti Üstelik kendi anası da Kara Şehyliydi Yani ikisi de Beydilili Kurtbek, bu kör düğümün Göklen kızın saf niyeti, saf güzelliği ve uğurlu ayağıyla çözüleceğine inanıyordu Bugün sürgüne gönderilseler de, bir gün mutlaka dönecek, bu steplerde yine kendileri at koşturacaktı

Bu lanet iskan da nereden çıkmıştı? Çevrede kapıkulu sipahileri, iskan fırkaları kol geziyor, bulduğu her Türkü Rakka'ya sürüyorlardı

Güneyde Türkler’in en zor yıllarıydı bu yıllar

Tam o sırada dışarıdan bir ses işitildi:

- Geliyorlar!

Köye doğru yaklaşan dokuz atlı görmüştü gözcü Bunlar evet, Kurtbek'in Karaşeyhliler’e gönderdiği ulaklardı Kurtbek'in kalbi bunun üzerine keskin bir bıçakla çizilircesine sızladı İnce bir damarın kopartılışı gibiydi bu sızı Ama o bunu etrafındakilere belli etmedi Sesi biraz titrer gibiydi, o kadar Beylere özgü asaletiyle tuttu kendini Yanlış bir adım atmış olup olamayacağını düşündü bir an Acaba daha fazla bir bedel mi öne sürmeliydi, yoksa paradan hiç söz etmemeli miydi? O altınları teklif etmesi yakışık almış mıydı? Kan parası ödeyen iki kişi olarak birbirinden kız alıp vermeleri uygun muydu? Kız isteyenin kendisi olması ise, halel getirmiş miydi şanına? O anda Kurtbek'in aklından hızla gelip geçti bu sorular Ama o her şeye rağmen bir beydi ve ondan beklenen olgunluğu, alicenaplığı, büyüklüğü, cömertliği göstermesi gerekirdi Soylu davranışlardan vazgeçmesi mümkün değildi İmparatorluğu kuran ve ayakta tutan ırk olarak Türkler'in bir an evvel dargınlıklara son verip, kendilerine çekidüzen vermeleri zamanın geldiğini apaçık görüyordu Enderun sınıfıyla başa çıkmanın biricik yolu da buydu Birlik ve dirlik içinde oldukları sürece kimse bir şey yapamazdı onlara Tecrübeleri yol gösteriyordu ona Tecrübeler ise, genellikle en az hata yaptıran şeylerdi

Az sonra birinin sesi duyuldu dışarıdan:

- Kul taifesi! Kapı kulu soyguncuları geliyor!

Diğer birinin sesi geldi:

- Paşanın çerileri! Fırka-i Islahiyeciler!

- Kimi ıslah edeceklerse Önce kendilerini ıslah etsinler Milletin kanını emmeye son versinler

- Başlarındaki o Hırvat devşirmesi değil mi yiğitler!

- O ya, o Rüzgarda uçuşan kırmızı yamçısından tanıdım onu

Odayı dolduran kalabalıkta bir dalgalanma, bir homurdanma oldu Beye saygıda kusur etmeden birkaç kişi dışarı çıktı Avluda toplananlarda heyecan son haddine varmıştı Köye, ayrı istikametten iki atlı gurubu yaklaşmaktaydı Biri hayırlı haberi getirirken, diğer gurup, Türkmenler’e, Rakka'ya gitmeleri için tanınan mühletin bittiğini tebliğe geliyordu Devşirme Yusuf Paşa'nın çerileriydi bunlar Kurtbek, atlıların aynı anda geleceklerini tahmin ederek, bu iki meselenin aynı anda konuşulacak olmasından oldukça rahatsızlık duydu Huzursuzluğu daha da arttı Kendini toparladı Yün döşeğin üstüne daha bir yerleşti Bağdaş kurup gelenleri beklemeye koyuldu

Şimdi yüzünde yine o değişmez Türk asaleti vardı

İçeriye ilk giren, tozlu çizmeleri, elindeki örme kamçısıyla iskan çavuşu oldu Omuzundaki kırmızı yamçısını çıkarıp, balçık duvardan bir hançer gibi dışarı çıkmış kavaktan bir kütüğe astı Kıl kilimlerin üstüne sıralanmış herkes yol açtı ona Fakat ayağa kalkan olmadı Çavuş, bunun üzerine kalın ve küstah sesiyle,

- Niçin saygı görmüyorum burada, niye ayağa kalkmıyorsunuz? diye, kuru gırtlağını temizleyerek konuştu

Cevap veren olmayınca, tozlu çizmeleriyle gidip beyin kabartılmış döşeğinin yanına ilişti Gergin, nemli, kırmızı yüzü, onun yakışıklı biri olduğunu gösteriyordu İskan çavuşu gök gözlerini Kurtbek'e dikip, onun sakin, ama kararlı yüzünü inceledi Upuzun bacaklarını saygısızca öne uzatmıştı Belden yukarısının kısalığı ise genel insicamını bozuyordu Eğilmek zorunda kaldığı kapıdan girerken içerdekilere sert bakışlar fırlatmıştı Bunun, Oğuzlar'ın, gelen konuğa baş eğdirmek amacıyla yaptıklarını biliyordu Kurtbek hiç oralı olmadı Göz ucuyla ona şöyle bir baktı, bir daha da ilgilenmedi

Fakat çavuş aceleci davranıp, beye verilen sürenin artık dolduğunu bildirdi

- Yarından tezi yok, hemen yola çıkmanız lazım bey, dedi "Artık uğraşmak istemiyoruz sizinle"

Kurtbek, soğuk kanlı bir tavırla,

- Aceleye mahal yok çavuşum, diye cevap verdi "Bizim Araplarla savaşımız bitmez, bunu böyle bilesin Bizim sizinle de mücadelemiz bitmez Kardeşlerim Ferizbeyoğlu Şahin Bey ve Kenan bey, Kadızade Hüseyin Paşa’nın emirlerini nasıl eksiksiz yerine getirdilerse, benden de Yusuf Paşa’ya selam söyle Sözümüz sözdür bizim Hükümran olan soyumun mukadderatı için yapıyorum bunu Biz mukavim bir boyuz, buna da katlanırız Değil Rakka, Yemen çöllerine bile gideriz Fakat müsaade ederseniz şimdi daha mühim bir meseleyi görüşeceğiz Buyur otur, dinlen biraz, konuğumuz ol!"

Eliyle işaret edip, kapıdakilere seslendi

- Evet, gelsinler bakalım!

Çavuş biraz bozulur gibi olduysa da, saygısızlığı elden bırakmadı Başta bey olmak üzere herkese hakaret edercesine ayaklarını daha da biçimsizce uzattı ortaya Sert yastığa dirseklerini dayamıştı Elindeki kamçıyla çizmelerine usul usul vuruyor, havaya toz kaldırıyordu Bu durum Kurtbek'in gözünden kaçmadıysa da, o kendini tutup, muhatap olmadı konuğuyla

Avlunun sert zemininde yeni gelen atların nalları takırdıyordu Yorgun atların burun vuruşları, horultuları duyuluyordu içerden Ve çok geçmeden dokuz Türkmen, bir bir içeri girdi Onlar da Türkmen beyinin karşısında baş indirip bağır basarak huzura sıralandılar Hırvat devşirmesi konuk ise, hayret dolu bir yüz ifadesiyle olanı biteni seyrediyordu

- Evet can Oğuzlar, söyleyin bakalım! dedi Kurtbek "Ak mı, yoksa kara haber mi getirdiniz bana,?"

Ulakların sözcüsü,

- Hayırlı haberler getirdik sana beyim, dedi "Karaşeyhli Kassal Bey'in evvela selamını ve muhabbetini getirdik sana O der ki: 'Bu her iki taraf için de hayırlı bir iştir İnşallah hayırlara vesile olur Kurtbek'in güttüğü maksadın aynısını ben de güdüyorum Soyumuzun birlik ve dirliği hepsinden önemli"

- Peki hediyemi de kabul buyurdular mı?

- Evet, Göklen Hatun için gönderdiğiniz dört yüz altın akçeyi kabul ettiler

- Eğer arzu buyururlarsa Göklen kızım için daha fazlasını vereceğimi de söylediniz mi?

- Söyledik beyim, bu miktar kafi dediler

Şaşkınlık içinde kalan iskan çavuşu, bunun üzerine birden söze karıştı

- Durun durun! diye haykırdı "Ama nasıl olur? Bu dört yüz akçe yalnız bir kız için mi? Aman Allah'ım, inanamıyorum Bir kadın için dört yüz altın ha? Bey, ver şu altınları bana, sana dört yüz kadın getireyim Hiç olur mu böyle şey? Savurganlık olmuyor mu bu?"

Toraman oğlu Kurtbek, konuğun mavi gözlerinin içine ilk kez baktı Onun ezici bakışları karşısında Hırvat, şaşalar gibi oldu önce Sonra pis bir gülümseme yayıldı yüzüne Ve içerde Kurtbek'in şu sözleri yankılandı birden;

- Evet ya, deminden beri onu düşünüyordum ben de Türk olduğuma bir kez daha şükrediyordum Doğru, bir kız için çok para veriyoruz Bu senin için savurganlık sayılabilir Fakat, onun içindir ki, benim aldığım kızdan benim gibi bey, senin aldığından ise, senin gibi piç doğar! Aramızdaki tek fark bu Şimdi sen kalk ve bu meclisi terk et!"

Çavuş, bu hakaret üzerine birden yerinden fırladı Yeşilimsi bir morluk yürümüştü yüzüne Şaşkın şaşkın döndü ortalıkta önce Sonra eli kılıç kemerine gitti Vazgeçip, kırbacını kıl kilimin üstüne indirdi Yerden ince bir toz kalktı

- Küstah! diye bağırdı Kurtbek'e "Sen kim oluyorsun da bir iskan çavuşuna bu sözü sarf ediyorsun İhtiyarlığına bakmayıp seni kuru bir zerdali ağacında sallandıracağım Söyle bana namussuz, sen kim oluyorsun!"

Elinde kırbaç, odanın içinde dönüp duruyordu Cevap alamayıp ona sertçe vurmak isteyince, yakışıklı bir genç, çavuşun kolunu havada yakaladı Kara yağız, geniş omuzlu bu genç, Kurtbek'in hayatta kalan tek oğlu Canibek idi Tıpkı babası gibi kurt bakışlıydı o da

Canibek, soluk soluğa,

- Defol git buradan, namussuz! diye haykırdı Çavuşun omuzuna geliyordu ancak Kara değirmi sakallarının arasından ateş gibi soluyarak, Hırvat'ın çenesine sert bir yumruk indirdi Ortalık birden karıştı Dışarıdaki atlılar içeriye girmek istedilerse de Türkmenler engel oldu Bir köşede sıkışıp kaldılar

İçerde ise, Canibek ile iskan çavuşunun amansız boğuşması devam ediyor, gürültüler dışardan duyuluyordu Atlılar son çare kılıçlarını çektiler Bunun üzerine Türkmen kılıçları göz alıcı bir çelik ormanı gibi ışıldadı güneşin altında Onları kayalıklı avlunun bir köşesine sıkıştırdılar

Duvarda, bir adam boyu yükseklikte, sivriltilmiş, kavaktan kazığın üstündeki kırmızı pelerin yere düşmüştü boğuşma esnasında Güneş, küçük pencereden süzülüyor, kesif ışık kazığı aydınlatıyordu Türkmen evlerinde böyle kazıklar çoktur Üzerine bir şeyler asmak için kullanılır çoğu kez Ve bu kazıklar, bir çok Türkmenin, nasırlı ellerinin teriyle kararmış, kayganlaşmıştır

Eşikliğe savrulan çavuş, birden kalkıp, kılıcıyla saldırdı Canibek'e İki savuruşta, hasmının göğsünde çaprazlama bir yara açtı Canibek'in el dokuması keten gömleğinin üstünde ince, kırmızı bir çizgi peyda oldu birden Kan, genç adamın kuşağının içine doldu İkinci darbeye bileğiyle karşı koydu Canibek Keskin çelik, kol kemiğine oturdu Ve işte ne olduysa o anda oldu Oradakilerin şaşkın bakışları arasında genç adam, bu küstah Hırvat'ı, yakasından kaptığı gibi kazığa saplayıverdi Dehşetli bir kan sıçradı etrafa Kireç çarpılı duvarlar kirlendi Arkada kalın bir sicim olup akmaya başladı Adam uzun süre çırpındıysa da, kanlı çizmelerini yere değdirmeye muvaffak olamadı Sonra ağır gövdesini kazığın ucunda toplamak istercesine dizlerini göğsüne doğru çekti Fakat ne yaptıysa ölümden kurtulamadı Çavuş kazıkta asılı kaldı Mosmor kesilmiş yakışıklı yüzü ise, yana bükülmüştü

Güneş kanlı kazığı aydınlatıyordu şimdi

Canibek iç çekti, yüzünün kanla karışık terini sildi

Avlunun geniş kapısı açıldı İskan birliği, hiç ses çıkarmadan, atlarının sırtında, sıkışık düzen kapıdan çıktılar Komutayı ele alan aydınlık yüzlü bir süvarinin önderliğinde yüz metre kadar gidip, tekrar durdular Orada, tepinen atlardan yükselen toz bulutunun içinde viran olmuş bu Türk köyüne baktılar Sonra, dizginleri höyüklere doğru kırdılar Ve arkalarında dağılmayan bir toz bulutu bırakarak, mor kızıllığın ortasında gözden kayboldular

Mahmut YILDIRIM


Alıntı Yaparak Cevapla

Milli Hikayelerimiz|Masal Ve Hikaye Özetleri

Eski 10-24-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Milli Hikayelerimiz|Masal Ve Hikaye Özetleri




HAKKANİYET

Hakim adil olmalıdır, fehim olmalıdır, müstakim olmalıdır, emin, metin, mekin olmalıdır Hareket ve muameletlerinde mutedil olmalı, hiddet ve şiddetten sakınmalıdır Hakim, tarafların hiç birinden hediye kabul etmemelidir Hakim, yakınlarının dışında hiç kimsenin davetine katılmamalıdır, fakat cenazeye ve hastalara gidebilir Hakim, gam, keder, açlık ve uykusuzluk gibi, selamet-i tefekküre mani olacak arızalarla fikri durgun olduğu halde hükme tesaddi edemez Çünkü bu gibi hallerde ekseriye hata vaki olur Hakim, doğru-yanlış iş çıkarmakla değil, isabetli ve adaletli hüküm vermekle mükelleftir

(Osmanlı Adalet Teşkilatı’nın temeli ilkelerinden)

Aradan tam on altı yıl geçti Yıllar nasıl da geçip gidiyor öyle? Çocukluk yıllarımda olduğu gibi yine mazot kokan külüstür bir otobüsle bu bildik yoldan kasabaya doğru giderken, bilseniz nasıl da heyecanlanıyorum Küçücük bir mektep çocuğu olarak, beş kilometrelik yolu derelerin içinden, çalıların arasından geçerek, okula doğru gittiğimiz günleri hatırlıyorum O günlerde şimdi içinde seyahat ettiğim otobüsler uzaktan görününce koşarak asfaltın kenarına gelir, savrulan dumanı içimize çekerdik Solumuzdan karayolu, sağımızdan demir yolu geçer, birbirine paralel, kasabaya doğru uzar giderlerdi

Baktım da, o eski baraka artık terk edilmiş Çatısı tamamen çökmüş; tarumar olmuş tarlaların, kendi ellerimizle diktiğimiz çam fidanlarının ortasında bir garip, kimsesiz kalmış Kimse de atanmıyormuş artık oraya

Ne günlerdi o günler? Sarsıldım adeta Gözlerimden yaşlar boşaldı Otobüs geleceğe doğru yol alırken, hatıralar beni ta çocukluk yıllarıma götürdü

Bundan tam on altı yıl önce bir sonbahar günü gelmiştik buraya Belki de o sabah, posta treninden bir tek biz inmiştik Babam altı aylık tevkifattan sonra, hak ettiği vazifesine yeniden atanmış, bu tek barakaya tayin edilmişti Nasıl da sevinçliydik Bize tahsis edilen yeşil flüoresanlı, aydınlık bir kompartımanda, zevkli bir yolculuk yapmıştık Artık hayatın zorluklarından korkmuyor, zor şartlarda da olsa okumak istiyorduk

Tren bizi evimize en yakın istasyonda indirdiğinde, en azından on kilometrelik bir yol vardı önümüzde

Yağmurlu bir günün sonrasıydı Havada nemle karışık kurumuş ot kokuları vardı Kargacık burgacık raylar uzanıyordu önümüzde Evlerin sac damları, traversler ve yağlı taşlar sabah güneşinin altında ışıl ışıl parlıyordu

İstasyon lokantasında dibi azıcık yanmış, bayat bir sabah çorbası içtikten sonra düştük yola Biz önde, annemler arkada epey yürüdük O zamanlar vasıtalar böyle sık geçmezdi Sonra bir kamyona el etti babam Kasabaya, pamuk işçilerini almak üzere giden külüstür bir kamyondu bu Bizi kısa zamanda evimizin önünde indirdi Üstelik para da istemedi

İşte yeni yuvamıza böyle gelmiştik Yeni, sıcak ve sevimli yuvamıza

Eşyalarımız bir gün sonraki yük treniyle getirildi Amelelerin yardımıyla yükü hattın kenarına indirdik Akşama doğru da evimize tamamen yerleştik Yani şu anda yanından geçmekte olduğum metruk barakaya

Oraya çabuk alıştık Tam bizim gibi kalabalık ailelere göreydi burası Geniş bir ovanın ortasında, üç beş köye hemen hemen aynı mesafede, hattın kenarında taş yapılı bir evdi Etraftan küçük dereler akıyor, uzaktan bir ırmağın geniş, çakıllı yatağı görünüyordu Kavun, karpuz ve alabildiğine uzanan pamuk tarlaları vardı etrafta İçi su dolu çeltik tarlalarının üstünde öğlen güneşi parlıyordu

Gün batımlarında ortalığa durgun, ağır bir hava çöker; tozlu kızıllığın ortasında top top üvez bulutları gezinirdi Sivri sinek desen gırla Soktuğu yeri ceviz iriliğinde şişirirdi meretler Bir tarafta, ırmağı gölgeleyen çıplak sıra dağlar, tam karşımızda ise, yine bir sıra mor dağlar uzanırdı Ova birbirinden uzak bu dağ silsilesinin ortasında yer alırdı, verimliydi, Asaf Ağa'nın ovası derlerdi buraya

Okullar henüz açılmamıştı Ama babam gene de bizi toplayıp, en yakın köy mektebine kaydımızı yaptırdı ve dinlenmeden ertesi gün iş başı yaptı

Ameleler birkaç gün sonra, halimize acımış olacaklar ki, drezini indirip babamın karşısına dikildiler Anam ise, az ötede akşam yemeğinin hazırlığını yapıyordu

İşçilerin en yaşlısı (İbrahim idi adı Bir ayağı diğerinden dört parmak kısaydı ve yana yıkılacakmış gibi yürürdü Biz kıs kıs gülerdik ona) alnının terini kirli bir peşkirle sildikten sonra,

- Çavuşum, dedi "Bunca çocukla bu dağ başında zor geçirirsin kışı Biz, her birimiz bir eşek yükü odun, birer de yumurtlayan tavuk getirmeyi kararlaştırdık size Huyunu biliyoruz ama, ne yaparsın bu böyle, kabul etmelisiniz Buraların kışını bilmezsiniz siz Her taraf diz boyu karla kaplanır Sonra bu çocuklar ne yiyip ne içecek? Bizde yoğurt da bol, süt de bol, ayran da bol Kabul edin Allah aşkına Bir tavuğun ne hükmü var ki?"

-Ya demek öyle, kim izin verdi size? diye babam anlamlı anlamlı baktı İbrahim'in suratına "Şükür tokuz, kimseye de muhtaç değiliz Devletin verdiği kömür neyimize yetmiyor?" Sandalyeye oturmuş, sabit kalemle puantajı dolduruyordu Arada bir toplu iğneyle delikler açıyordu kağıdın üstüne "Yok, istemem" dedi "Alırsam kendi paramla alırım O da maaştan sonra Eğer parası maaşta ödenmek üzere biraz odun getirirseniz kabul ederim Kaça veriyorsunuz yükünü?Tavuk da alırım, ama o da parayla"

-Amma yaptın ha çavuşum, dedi Topal İbrahim "Yani sana şimdi odunu parayla mı getireceğiz?"

-Eh, işinize gelirse, dedi babam "Satmazsanız çoluk çocuğu toplar ben çıkarım oduna Etrafta çalı çok Suyu dereden kendim getirmiyor muyum?"

-O su içilmez çavuşum, dedi bir başka İbrahim (Çoğunun ismi İbrahim idi) "Biz her sabah eşekle iki fıçı içme suyu getiririz sana Derenin çayı iyi olmaz Ne o öyle, bulanık, sidik gibi"

- Bunca çocuğa köyden taşımayla su getirilmez, diyerek onu da kabul etmedi babam "Biz kendi işimizi kendimiz yaparız" dedi

-Çavuşum, müsaade et de, birer tavuk getirelim bari Çocuklar bol bol yumurta yesin Paraya gelince, tamam sonra ödersin

- Ben de bir horoz getiririm, dedi kısa boylu gençten bir amele

- Tamam, bak bu olur işte, dedi babam "Parası maaşta verilmek üzere birer tavuk getirebilirsiniz"

Yirmi iki amele sıkı bir imtihandan geçmiş gibi yorgun argın evlerine yollandılar

Ertesi gün, evimizin bahçesi tavuk sesleriyle şenlendi Bir dal ibik horoz da ortalarında geziyor, kızgın bir suratla yeni haremine çalım satıyordu

Pamuk toplama mevsimi artık geride kalmıştı Gündüzler kısalmış, serin akşamlar göz açıp kapamayla gelir olmuştu Uzak tarlalarda makineler çalışıyor, tozun toprağın içinde tarım işçileri kış için hazırlık yapıyorlardı Ekim zamanıydı, tarlalara bu sefer hububat ekiliyordu Dev pulluklarıyla dizi dizi traktörler gece geç saatlere kadar çalışıyor, hallaç pamuğu gibi atıyorlardı tarlaları

Birkaç gün sonra da ekim için hazırlandılar Bir sabah yatağımızdan traktör sesleriyle uyandık Barakanın etrafındaki tüm tarlalar birkaç saat içinde adeta kırmızı bir toprak denizine döndü İkindiye kadar da gürültüler eksik olmadı evimizin çevresinden Ekim işini bitirip yemeklerini yediler ve alaca karanlıkta çiftliğin yolunu tuttular

Yağmurlar geç geldi o yıl Buğdaylar da geç göverdi Ortalıkta bir sessizlik bir dinginlik Sıcak rüzgarın kucağında otlar hışırdıyordu yalnızca Biz çocuklara gün doğmuştu Babam işe çıkar çıkmaz doğru korulukta alırdık soluğu Eşeklerin peşine düşer, hepsini demir yoluna sürüp, köprü altlarında kıstırırdık En semizinden eşeklere atladığımız gibi, akşama kadar koştururduk

Ekim işi bittikten birkaç gün sonra, bir Cumartesi günü, (Ameleler o gün yarım gün çalışırlardı) drezin hızla gelip evin önünde durdu Babam çitlerin üstünden atlayarak, önümüze dikildi Biz evin önündeki sahanlıkta oturmuş, öğlen yemeğini yiyorduk Neye uğradığımızı şaşırdık Babam evin etrafındaki tarlalara dağılmış tavukları gösterip, hiddetinden titreyerek,

-Ne duruyorsunuz yaramazlar! diye çıkıştı bize "Ne duruyorsunuz burada hala? Görmüyor musunuz tavuklar ta nerelere gitmiş El alemin malına yazık değil mi? Tez toplanın, doğru tavukların peşine, haydi marş marş!"

Sonra anama dönüp,

- Kaldır şu sofrayı artık! diye bağırdı

Kümesimiz olmadığı için akşam oldu mu, malzeme odasına sürerdik hayvanları

Arkadan da amelelere seslendi:

-Hepsini tek tek tutun çocuklar Hepsi çatı altına Yarasaların oraya Tarlalar yeşerinceye kadar orada kalacaklar Haydi yallah!

Yirmi iki amele ve biz çocuklar tarlalara dağıldık Kuru, sıcak toprağın üstünde düşe kalka, soluk soluğa tavukları yakalayıp, hepsini çatıya hapsettik

Ameleler, biraz küskün biraz şaşkın hatta biraz bozulmuş olarak çekilip gittiler Babam rahatlamış, keyfi yerine gelmişti Sonra malzeme sandığını getirmemizi emretti bize Hava kararmadan puantajını doldurdu, arkasına yaslanıp çayını yudumladı

Akşama doğru gök gittikçe karardı Yağmur bulutlarını sürdü getirdi rüzgar Bulutlar önce ırmak boyunu, sonra karşıdaki mor dağları ve nihayet dağlara oyulmuş bir dizi tüneli kapladı Ovaya hışımla daldı Ardı ardına şimşekler yarılıyordu gökyüzünde Bir saat geçmeden de bardaktan boşanırcasına yağdı ve demir yolu köprülerinin altından aktı gitti

Ertesi gün pırıl pırıl bir günle uyandık Gökyüzü berrak, masmavi uzanıyordu üstümüzde Güneş, suya doygun toprakları alçaktan yalıyor, göğe buhar sütunları yükseliyordu Yine otlar hışırdıyor, toprak bağrını güz güneşine açıyordu Birkaç saat sonra da toprak suyunu çekti, sular ırmağa doğru akıp gitti

O günün akşamında yemeğimizi bahçede yer sofrasında yedik Serin, latif bir rüzgar esiyordu başımızın üstünde Son Toros ekspresi çıngılarını sıçratarak, nazire yaparcasına düdüğünü öttürüp geçip gitti evimizin önünden Pencerelerde, kompartımanlarda mesut insanları gördük Onlara el salladık, ama bizi gören olmadı

Havalar oldukça serinlemiş, sivri sinekler de çekilmişti artık Babam minderin üstüne uzanmış, dirseklerini bir sap yastığa dayayarak, çocukluk hatıralarını, seferberlik zamanını ve İkinci Dünya harbinde halkın çektiği acıları anlatıyordu Büyüyünce adaletli davranmamızı öğütlüyordu bize Hiç unutmuyorum, adalet ve hakkaniyet üstüne bir misal vermişti o gün: Osmanlının adalet sisteminden alınmaydı bu Kanun maddesi şöyle diyordu: “Müşterinin ununa ve buğdayına zarar verir düşüncesi ile değirmencilerin değirmende tavuk beslemeleri bile yasaktır, değirmenciler ancak vakti öğrenebilmek için bir tek horoz besleyebilirler” Biz, bir yandan kekik katılmış yayla çayını yudumluyor, bir yandan dalıp giden gözlerimizle onu dinliyorduk

Fakat, geç vakte doğru bir gürültüyle irkildik Babam bir şey görmüş olacak ki, yekindi kalktı Evimizin yanındaki toprak yoldan bu yana gelen uzun huzmeli far ışıklarına takıldı gözlerimiz Hepimiz dikkat kesildik Sarı toz bulutunun içinde üç araç gürültüyle bize doğru yaklaşıyordu Hepimiz telaşlandık Gecenin bu saatinde kimdi acep gelenler? Sonra, üç tane cip olduğunu anladık bunun Cipler geldi, arka arkaya barakanın önündeki ekili tarlanın ortasında durdu İlkin dev cüsseli bir adam indi araçtan, onu sekiz on kişi takip etti Gelip babamın önünde durdular Heybetli adam, elindeki kırbacı çizmesine vurarak,

-Ayıp çavuş ayıp! diye davudi sesiyle babama çıkıştı Arkada cipler hırıldıyor, adamlar derin bir sükunet içinde karanlık siluetleriyle ışık huzmelerinin ortasında hareketsiz bekliyorlardı Biz çok korkmuştuk Adam bu sefer kırbacını elinde şaklatarak, "Beni ne sandın sen? Cimrinin, işe yaramazın, kadir bilmezin teki mi?" diye bir daha bağırdı babama "Nedir o hayvanları tıkmışsın öyle? Hiç mi vicdan yok sende be adam? Acıma duygusu nedir bilmez misin? Ne yiyip içecek hayvanlar? Allah'dan kork be, indir o hayvanları! Yiyecekleri nedir sonra, üç habbelik buğday değil mi? Bak, etrafta gördüğün bütün topraklar benim, adım Asaf Buraların ve cümle köyün ağasıyım Senin on tane tavuğun mu zarar verecek bana? Bir avuç buğday için şerefimi beş paralık ettirir miyim? Yok çavuş, beni tanımamışsın sen daha O saf amelelerin benim nasıl bir insan olduğumu söylememişler sana anlaşılan Yazıklar olsun, çok zoruma gitti bu yaptığın Tez indir o hayvanları çatıdan!"

Adam daha konuştu durdu

Babam, dizine kadar kısalmış pijamasıyla adamın karşısına dikilmiş, onu sabırla dinliyordu Dar, sıska göğsünü rüzgar dağıtıyordu Neden sonra,

-Bunun için mi geldin arkadaş? dedi Asaf Ağa'ya "Gecenin bu saatinde çocuklarımı korkuttun, ama beni korkutamazsın Şimdi al götür adamlarını buradan Ağa mağa da dinlemem ben Senin malın sana, benim malım bana, hayrını gör Fakat sen de dahil hiçbir kuvvet o tavukları aşağıya indiremez Çocuklarımın kursağına haram lokma koymam ben Buna tavuklar da dahil beyim Çünkü hayvanlarımın kursağına giren de benden sorulacak Bu kanaatimi hiç kimse değiştiremez Babam bana bunu böyle öğretti, ben de çocuklarıma öğretiyorum Bu sağlam bir hükümdür Eğer uygun bir zamanda gelseydiniz sizi en güzel şekilde ağırlardım Şimdi senden ricam, adamlarını al ve çekil git buradan! O tavuklar da tarlalar yeşerinceye kadar orada kalacak" Sonra az duralar gibi oldu, başını sertçe kaldırıp "Biz hak adamıyız" dedi

Asaf Ağa çaresiz başını öne eğdi Bir süre hareketsiz bekledi Belki ilk kez bir adamın karşısında eğiliyordu Sonra birden yumuşayıp, "Allah iyiliğini versin!" diyerek bir işaret çaktı adamlarına "Siz binin!" dedi Sonra babama yaklaşarak, "Doğru, para her şey değilmiş" diye fısıldadı Ben her şeyi duyabiliyordum Asaf Ağa, babamın ellerini kendi avuçlarına alarak, "Hak ve hakikati satın alacak para daha yaratılmadı" dedi "O Allah'ın inhisarında Sağlıcakla kal! Mesut ol çocuklarınla! Haydi bize eyvallah!"

Döndü gitti Çok bozulmuştu

Ama Asaf Ağa, adam gibi adam olduğunu ispatlamak için pek sabırsız davrandı Pazartesi günü babam yola çıktıktan hemen sonra, iki damperli kamyon yanaştı evimize Çitin kenarında durdular Bizim şaşkın bakışlarımız arasında yirmi ton buğdayı döküp gittiler

Şimdi, çocukluk yıllarımın geçtiği bu yoldan kasabaya doğru giderken bunları hatırladım Başımı cama yaslamış, uzak bayırları seyrediyor, yeni atanmış, idealist bir hakim olarak, rahmetli babama layık olup olamayacağımı düşünüyorum

Mahmut YILDIRIM






Alıntı Yaparak Cevapla

Milli Hikayelerimiz|Masal Ve Hikaye Özetleri

Eski 10-24-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Milli Hikayelerimiz|Masal Ve Hikaye Özetleri




Tarbagatay AY, Altay GÜNEŞ İdi

O yazın sonunda, henüz tatil bitmeden, şehrin boğucu havasından kaçıp köye sığındım Kendimi mutsuz ve yalnız hissettiğim bu günlerde meydana gelen bir olay, beni derinden sarstığı gibi, bana yepyeni, aydınlık bir dünyanın da kapılarını açtı Bütün hayatımı değiştiren, Devletkan Ata denilen kişiyi işte o gün tanıdım Kusursuzluk, inanç, sadakat, mücadele adına her şeyi ondan öğrendim Bu benim için bir bahtiyarlık olsa da, onu hayattayken tanımamış olmak talihsizlikti Günahsız, bir o kadar da bedbaht olan bu arabacının hayatı hakikaten bizim gibi zavallı ve inançsız insanlar için örneklerle doluydu

Bizim köy, Orta Anadolu bozkırının tam ortasında, Niğde'nin Ulukışla kazasına bağlı, dört bir yanı çorak arazilerle çevrili fakir bir köydür Haydarpaşa-Bağdat demir yolu hemen yanı başından geçer Tren, İstanbul'dan hareket eder, önce Adapazarı'nı, sonra bulanık sularını salkım söğütlerin gölgelediği Sakarya nehrini geçip, Orta Anadolu bozkırına dalar Eskişehir'e, oradan Ankara'nın bakımlı peronlarına girer Orada bir saat kadar bekler Ve birden demir yolu barakalarının kenarından, taş yapıları sarsarak, düz emsalsiz ovaların içine girer Tren burada geniş yaylar çizerek, sanki hiç hareket etmiyormuş izlenimi verir Kış mevsiminde bu ovalar pek korkutucu olur Karla örtülü ipeksi tepelerin eteklerinde kurt sürüleri eşlik eder ona Kavak koruluklarının gölgelediği köyleri ve Niğde'nin taş evlerini geride bırakarak, aniden bir yarmanın içinden çıkar Öğretmenlik yaptığım köy işte buradadır

O gün akşam güneşinin batmakta olduğu saatlerde işimi bitirmiş, duvar dibinde çayımı yudumlarken, gözlerim uzayıp giden toprak yola dalıp gitmişti Ortalık sessiz, yol tenhaydı Tarlalarda hiçbir hayat belirtisi görünmüyordu Uzakta, biçilmiş tarlaların içinden, sürüler yaklaşıyordu bu yana Arada, asfalt yoldan gelip geçen kamyonların, traktörlerin uğultusunu duyuyordum

Sonra demir yolunun üstünden tek tek sürüler geçmeye başladı Çobanlar sürülerini telaşla hattın öbür tarafına sürdüler Yolun üstü sarı bir toz tabakasıyla kaplandı Son sürü bizim köyün sokaklarında kaybolurken, ortalık tekrar sessizliğe büründü

Birazdan, uzaktan bir araba göründü Boş meyve sandıklarını taşıyan tek beygirli bir arabaydı bu Atın, arabanın ve sürücünün karanlık siluetini, geriden bir tay takip ediyordu Araba hiç acele etmeden yokuşu tırmanıp dere yatağına indi, bir süre görünmedi O anda, uzaktaki kayalık tepenin gerisinden bir trenin kara dumanını savurarak hızla bu yana yaklaşmakta olduğunu fark ettim Araba hala görünürlerde yoktu Ortalıkta tatlı bir aydınlık Biçilmiş buğday tarlalarının üstünden kargalar havalandı, ortalık birden hareketlendi Ben telaşla, arabayı görmek için ayağa kalktım O anda tren, korkunç bir hızla yarmanın içinden çıktı Araba geçide yaklaştı, yorgun at yolu geçti, binici yerinden kıpırdamadı, arkadaki tay ürktü Lokomotif şakırtılar kopartarak arabaya çarptı Ve tren, enkaza dönen arabayı en az elli metre kadar sürükledikten sonra, durdu Atın parçalanan vücudu sağa sola savruldu ve sürücü feci şekilde can verdi Her şey bütün dehşetiyle gözlerimin önünde cereyan ederken, ben şok halinde kaza yerine koştum Tren durmuş, alaca karanlıkta istim koyveriyor, kampanası vuruyordu Tay ise, etrafa saçılan enkazın ortasında annesini arıyor, gözlerinden sicim gibi yaşlar döküyordu

Bu olay beni fena halde sarstı Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilemiyordum Şeftren, görevliler, yolcular yolun kıyısında toplandılar Kazayı duyan köylülerden de gelenler oldu Birkaç ihtiyar, arabacıyı tanımaya çalışıyordu Kendi aralarında usul usul konuştuktan sonra, şeftrene yaklaşıp, ona ayak üstü bir şeyler anlattılar Şeftren bunun üzerine elindeki sabit kalemle seyir defterine şu notu düştü:

"Yönetimim altındaki 756 sayılı Toros Ekspresi, Niğde'nin Ulukışla ilçesine bağlı () köyü yakınındaki hemzemin geçitte, üstünde binicisinin de bulunduğu bir at arabasına çarpmıştır Bu asla bir makinist hatası değildir Köylülerden alınan bilgilere dayanarak, ölen sürücü üç kilometre uzaklıktaki Altay köyü sakinlerinden Devletkan Ata adında bir arabacıdır Köylü ve hayvanı parçalanarak ölmüş, araba kullanılmaz hale gelmiştir Sürücüye ait olan bir tay ise yaşıyor Arz olunur İsim, İmza"

Güneş tozlu tepelerin ardında batarken, lokomotifin önü temizlendi ve ekspres tekrar yola koyuldu Makinist, ölenin anısına saygıdan mı, yoksa tamamen alışkanlıktan mı bilinmez, düdüğünü uzun uzun öttürüp, çekip gitti Ortalık hazin bir sessizliğe büründü

****

Aradan bir hafta geçmişti, bir sabah vakti, Kazak göçmenlerinin oturduğu Altay köyüne doğru yola çıktım Geniş, biçilmiş ekin tarlaları uzanıyordu dört bir yanda Sabah güneşinin altında, otların üstünde çiğ taneleri parlıyordu Biçilmiş ekin saplarının arasından kuşlar havalanıyor, bozkır insana hüzün veriyordu İçim tuhaf duygularla kaplı bir süre yürüdüm

İki kilometre yol gittikten sonra, Altay köyünün yeşil zirvelerini, tek sıra beyaz badanalı, bahçeli evlerini ve yeşilliklerin arasından yükselen güdük minareli camisini görebildim Oraya gidip köyün yaşlılarıyla konuşmak istiyordum

Cami duvarının dibinde pinekleyen bir gurup ihtiyara sordum onu Bana, onun artık burada oturmadığını, köyün aşağı yamacındaki bir meyve bahçesinde küçük bir kulübede yaşadığını söylediler

Yaşlı Kazaklardan ayrılıp, çiftliğin yolunu tuttum

Köyün aşağı yakasında ağzı genişletilmiş bir su kaynağının yanından geçtim Bu, böylesi yerlerde rastlanamayacak verimli bir suydu Kıvrımlı yatağının içinde yüz metre kadar ilerledikten sonra, dar bir vadiye akıyordu Küçük bir meyve bahçesi vardı orada Su, vadiye sıkışmış bu meyve bahçesinin içine giriyor, orada geniş ve derin bir havuzu dolduruyordu İçeriye girdiğimde kendimi bambaşka bir alemdeymiş gibi hissettim Bozkırın ortasında bir cennetti burası Gıcırtılı bir pervane tepede dönüp duruyor, su kanallara ayrılıyor, rüzgar meyve yüklü ağaçları sallıyordu Bahçe kapısından içeri girdim Şeftali ağaçlarının altında yaşlı bir kadınla üç genç kız meyve topluyordu Onları selamlayarak yanlarına yaklaştım Cebimden not defterimi çıkarıp,

- Arabacı Devletkan Ata'yı sormaya geldim, dedim "Kaldığı yeri görebilir miyim?"

Kadın hiç itirazsız önüme düşüp, beni arabacının kulübesine götürdü

- İşte burası, diyerek kapıyı açtı ve basma perdeleri araladı "Çocukları gelmeden eşyalarına el sürmek istemedim, belki de gelmezler Babalarının öldüğünden bile haberleri yoktur Mal mülk olmayınca böyle oluyor işte Büyük şehirde oturan bir kızı, Alamanya'da bir oğlu var, başka da kimsesi yok Bu kulübecikte tek başına yaşardı rahmetli Ailemizin büyüğü, bizim koruyucumuzdu Yılda bir kat elbise ve karın tokluğuna çalışırdı burada Dünya malında gözü olmayan bir insandı o Ah, yüreğimiz yandı"

Kadın konuşup duruyordu Ben sağı solu araştırmaya devam ettim

Burası birkaç metre karelik, duvarları kireçle boyanmış, tek pencereli küçük bir odaydı Toprak zemine boydan boya bir hasır serilmişti Hasırın üstünde ise baş kısmı katlanmış bir koyun postu duruyordu Bir tahta divan, üstünde çul çaputtan bir kat yatak, duvarda ihtiyarın meyve sandıklarından onardığı bir raf, rafta bir Kur'an, bir defter ve defterin sayfaları arasında bir kalem vardı Defteri elime aldım, ilk sayfalarını karıştırdım Bir hatırata benziyordu bu Az da olsa eski yazı bildiğimden daha ilk satırlar beni kendine çekti Zavallı adam ile aramda görünmez, duygusal bir bağ oluşmuştu Kimsesiz oluşu, onu bana daha da yakınlaştırıyordu Onu uzun zamandan beri tanıyan bir yakını gibiydim sanki

Defteri katlayıp iç cebime koydum, kadına teşekkür edip, çıkıp gittim

Yazı, Türk-Kazak şairi Mağcan Cumabay'ın bir dörtlüğüyle başlıyordu Geleneksel Türk harfleriyle ve Kazakça kaleme alınmıştı Şimdi sizleri, edebi haz aldığım bu satırlarla baş başa bırakıyorum

****

Turanda, Türk ateş ile oynamıştır

Türk'ten başka kim ateş olarak doğmuştur

Birçok Türk urukları dünyanın dört bir yanına dağıldığında,

Kazak'a baba evi miras olarak kalmıştır

Mağcan Cumabay

Tarbagatay ay, Altay güneşti doğduğum yerde Yazın serin rüzgarlar eserdi oralarda Biz dağın eteklerinde durup, Ulu dağ Altay'ın karlı zirvelerinden gelen temiz, pak havayı içimize çekerdik Kardeşlerimle mutlu günlerimizde, hep bir ağızdan söylediğimiz türküleri söylerdi rüzgarlar Biz kulağımızı o yana verir, dinlerdik Rüzgar, atlarımızın yeri sarsan nal seslerini, mutluluğumuzu dillendiren domburamızın duygu yüklü nağmelerini getirirdi Tarbagatay'ın ötesindeki yüce Altay'ı görmek istediğimizde, zirveye tırmanırdık Bir yanımızda Çungar Havzası, diğer yanda zengin, bereketli Tarım Havzası yer alırdı Şimal rüzgarlarından bizi Altay korurdu Lop gölü dev havzasının içinde coşar, yüreğim gibi kabarır, beni terk eden kardeşlerim gibi, yer değiştirirdi Ulu, merhametli ana yurdum benim Yalnız başıma da kalsam, dört bir yanımı düşmanlar da sarsa, seni nasıl terk ederim? Atam Türk, baba ocağına beni bekçi kılmadı mı, onun buyruklarını nasıl hiçe sayarım? Nasıl terk ederim bana emanet edilen yurdu? Kardeşim Oğuz'un torunları, ulu denizlerin köpüklü dalgalarıyla dövdüğü, uzak diyarların çocukları oldu artık Ama ben burayı terk edemem Yüreğimin acısını, özlemimi onlara duyuramam İsyanımı haykıramam Kanlı göz yaşlarımla sarsmak istemem onları Yaşlı anamla yapayalnızım buralarda Anam sarıp sarmalar beni Terli, geniş alnımdan öper ve ak sütüyle besler beni Çünkü ben en küçük çocuğuyum onun

"Ben küçük oğlunum senin Adım Kazak Hoyrat, delişmen, şımarık ama savaşçı oğlun! Baba ocağının dumanını tüttüren, kimsesiz, yalnız ama alabildiğine gururlu Batur büyüklerimin döneceği günü beklerim Uzak diyarların fatihleri olarak, onları kadim yurtlarında ben ağırlayacağım Onlara, bu toprakları terk ederken, geride bıraktıkları küçük bir kardeşleri olduğunu hatırlatacağım İnanmazlarsa, anamın diktiği kundağı göstereceğim onlara "Ben kardeşiniz Kazak'ım!" diyeceğim "Buraların bekçisi Verin hakkımı!"

Onun için gözüm hep uzaklarda benim Kartal gibi de keskindir gözlerim Kundağımın içinde hırpalanırım Sağımda titrek dilli sarı bir yılan, solumda kanlı pençeli, vahşi bir ayı var; kimseye güvenemem Dostum yoktur ama, çöldeki kum kadar düşmanım vardır benim Anam yaşlandı artık, beni korumaktan aciz İmdat çığlıklarımı Himalayalar keser, ulu çöller dağıtır, rüzgarlar yok eder Lopnor acır bana bazen; kabarır, hayıflanır, düşmanlarıma bilense de kendi yatağını yıkamaz Ulu Taklamakan halime dayanamayıp kaskatı kesilse de, varlığımı duyuramaz

Ben küçük, şımarık, sevimli çocuk Kazak'ım Karanlık dağların, engin vadilerin, ıssız steplerin kimsesiz çocuğu Kaderimle başbaşayım, ölü anamın sütsüz memesini emiyorum şimdi Ağlamaktan sesim kısılmış Ben Tarbagatay'ın çocuğuyum Issık Gölü'nün kenarında, Çu havzasındaki atalarımın mezarı sessiz, garip, uğuldayan rüzgarların altında ses vermiyor artık Issık'ın sıcak suları kanımı hareketlendirmiyor Ey Issık, damarlarıma ak, canlandır, zamanından evvel büyüt beni, ayağa kaldır!

Ben orta cüzüm Soyum Barkı Baylay'ın, Kerey'in, Cantekey'in, Süyünbay'ın, Samembet'in, Esentay'ın, Barkı'nın, Bögenbay'ın, Kataş'ın, Çoti'nin, Koirlak'ın, Rahimbek'in torunuyum Korunmasız, aç, susuzum Ben kimsesizim Kurt babam, geyik anam, ikisinin çocuğuyum ben Kurt öldü, geyik çaresiz Tüyü dökülmüş yaralı bedeniyle ölümü bekler Vahşetin çığlığını duyar yalnız kulakları Bedenine geçecek pençeleri bekler Tarbagatay inler, Zaysan ağlar Altay ses vermez Issık'ın sıcak, köpüklü dalgaları uğuldar, Sarı Irmak, sahrayı geçip cenuba inmemi söyler Kurt sürülerine karışıp, göç etmemi işaret eder

Ben boydak kaldım burada Niçin çadır ehli kaldım ben? Kardeşlerim tuğ bağlayıp devletler kurarken, ben ancak ordalar kurdum Küçük orda, orta orda, ulu ordalar Düşmandan uzakta, dağlarda yaşadım Sergüzeşt bir hayata daldım Mung-ol' ile dost olup, baba ocağına sahip çıktım

Tarbağatay dağları, ana yurt Türkistan'ın omurgasını oluşturan Tiyanşan dağlarının, şimalde ulu Altay'a doğru uzanan koludur Tarbağatay yurdumdur benim Uçsuz bucaksız stepler, bereketli ırmaklar, sayısız göller, yeşil vadilerden mürekkeptir yurdum Tiyanşan omurgamdır Altay ulular ulusu dağım, Tarbağatay evimdir Türkistan hinterlandının kuzeyindeki zirvelerdir bunlar Orada, soğuk şimal rüzgarları eser Yukarda çevreyi gözetleyen bir kartal gibi yüksekten bakarlar yurduma Kıtay topraklarından esen sıcak rüzgarlar uğramaz buraya O güneyde Lopnor'u dalgalandırır Saçıp dağıtır kumlarını Uçsuz bucaksız havzasının içinde yer değiştirir

Ve Tarım havzası Buralar ezelden beri Türk topraklarıdır Kadim Türk urukları buradan akınlar düzenlemiştir Kıtay'a Yukarda Tiyanşan, onun ötesinde Çungarya havzası yer alır Solda Issık, yukarda ise ulu, görkemli Altay dağları sıralanır Bidayette işte ben burada yaşardım

****

Tarbagatay eteklerinde kanlı günler 1944'lü yıllar Doğu Türkistan'da Savan-Manas hattında Türk Kazak köyleri Urumçi'ye uzanan yollar üstünde tutukevleri Yol boyunca Çin askeri karakolları Pencerelerden sızan sarı, donuk ışıklar Güneş, Tarbagatay taraflarında batıyor Gök saydam, karanlık Doğu yönünde bulut kırpıntıları Batıda ebem kuşağından ışık demetleri, eteklerdeki çam koruluklarının içinden süzülüyor Kurşuni, soğuk ışıklar Uzakta tel yumakları Düze çekilen asker konvoyları Çamurlu, ıslak yollar, yerde kurumuş yapraklar, çam iğneleri Yere kök salmış paslı, demir kazıklar Tellerde tüneyen kuşlar Dört bir yanda, karanlığın içine doğru uzanan ham yollar, asker cemseleri, motorize araçlar Boğuk komut sesleri, çığlıklar İşkence altında insan bağırtıları Uzakta kayalıklı dağlar Dağların eteklerinde taş ocakları, onunda ötesinde kireç kuyuları Gözlerden uzak kuytu köşeler Tepede ay, kıpırtılı solgun yıldızlar Yağmur sonrası toprak kokusu

Yer altında karanlık mahzenler Su şırıltıları Postal sesleri, zincir şıngırtıları Zindanların ağır, kasvetli havası Demir kapılar birbiri ardına açılıyor Taş duvarlarda madeni tangırtılar Küfür sesleri, mekanizma şakırtıları Islak, karanlık kuytuluklarda sıçanlar Tahta kerevetler, sap şilteler, idrar ve dışkı kokuları Parlayıp sönen cıgara kızıllıkları Uzun, karanlık koridorun ucunda bir ışık Karanlık siluetleriyle Çin askerleri, gardiyanlar Merdivenlerde telaş, koşuşturma Ayaklarda zincirden köstekler Bileklerde halka halka yaralar Kütük gibi şişmiş ayaklardan sızan kan Başlarına çuval geçirilmiş sıra sıra mahkumlar Ellerde demir halkalar, uzun zincirler Yine zincir sesleri Kapılar vuruyor birbiri ardına Taş duvarlarda yankılar Mahkum sürüleri Karanlıkta Çin işkencesi Yavaş yavaş ilerleyen biçimsiz gölgeler Meydanda kalabalık, hırıldayan kamyonlar, yağ kokuları, mazot kokuları Tenteli römorklar Ay ışığı altında su damlaları İstif edilen Kazaklar, Kırgızlar, Uygurlar Yaşama hakkını gasp edenlere karşı isyan çığlıkları Dipçik sesleri, inlemeler ve hareket eden sayısız kamyonlar Karanlığın içinde gözden uzak ölüm yolları Ayın aydınlığında karanlık koruluklar Engebeli yollar Sarsılan mahkumlar Sonra kıvrım kıvrım dağ yolları Vadiler içinde taş ocakları ve son durak; kireç kuyuları Ağzı bağlı çuvallar içinde mahkumlar, çukura yuvarlanan insan bedenleri Ölüm bağırtıları, inlemeler, kireç karışık yanık kokuları

Ve işte isyan böyle bastırıldı Bir halkın yaşama hakkı böyle alındı elinden Tarbagatay eteklerine karanlıklar çöktü

Onunla ben uzak diyarlardan gelmiş gibiyiz Osman Batır, hayatıma mana veren, beni yüce duygularla donatan rehberim Hayatımın kutup yıldızı Sanki elli iki yıl süren bir yolculuk yapmıştık onunla Vazgeçemediğim tek varlık Babam, yol göstericim, ışığım

Ve sonra Azapay Ümitsiz günlerimde içimi dolduran tatlı bir sıcaklık Kimseye açamadığım sırrım, uzak hayalimdi o benim Beni peşinden koşturan, kokusu içimi dolduran ve bu dünyada tattığım tek güzellik Lakin sevgi bize o kadar uzaktı ki

Dokuz yüz kırk dört Bahar Urumçi'nin dar, kalabalık, ahşap dükkanlarla sıralı kasvetli sokakları Yerlerde hala erimemiş kar kümeleri Uzayıp giden teker yarıklarının üstünde hayvan gübreleri, saman artıkları Pazar yerinde bir telaş bir koşuşturma Teneke bidonlarda yakılan ateşlerin başında Uygur satıcılar Tekerlekleri gıcırdayan yüklü arabalar Yük taşıyan kadınlar, koşuşturan çocuklar Puslu göğü kesen tentelerin üstünde kar birikintileri, yere düşen su damlaları Islak duvarlar, kar suyu emmiş tahta sandıklar, kereste yığınları Çadır bezlerini uçuran soğuk bir rüzgar

Omzumda asılı büyük bir torbayla kalabalığın arasında ilerliyorum Karnım aç ve her şeyden kötüsü, kendimi yalnız hissediyorum Okulda okuyamam artık İlgi alanım değiştiği gibi, o Uygur kızı da kanıma girdi benim Onca beraberlikten sonra, beni terk edip kızıllara katılışını bir türlü hazmedemiyorum Kanıma dokunuyor yaptıkları Bir Türk kızının bu şekilde davranmasını hazmedebilmiş değilim Gönlüm kırık, ümitsiz bir şekilde dolaşıyorum İçimde, her geçen gün büyüyen derin bir boşluk var Nerede yanlış yaptığımı ve hayatımı nasıl kurmam gerektiğini düşünüyorum Bunalımlarımdan bir deri bir kemik kaldım Param yok, açım Gayesiz, dalgın, sokağın ucuna doğru yürüyorum Ayaklarım yine beni o köhne dükkana götürüyor

Çarşının dışında, içinde adeta rüzgarların estiği, derme çatma dükkanında eski kitaplar satan bir Uygur'a uğruyorum her gün Günün her saatinde toprak zeminli dükkanında, ateşin başında eski bir kitabın sayfalarını çevirir, ayak seslerimi duyar, kayıtsız bir şekilde tel gözlüklerinin altından bana bakardı Birbirimizi tanır, ancak tek kelime konuşmazdık Hırpani kıyafetimden, donuk bakışlarımdan hoşlanmaz gibiydi İçeri girdiğinizde derme çatma raflarda gelişi güzel yığılmış binlerce kitap ve tozlu yığınlar üzerinize devrilecek gibi olurdu Koca şehirde belki de kendimi unuttuğum tek yer burasıydı Saatlerce kalırdım orada Soğuk iliklerime işlese de aldırmazdım Dükkanın çatlaklarından Mart soğukları girer, çatıda direkler sarsılırdı Fare didiklemiş el yazması eserlerin arasında, Türk klasiklerini arardım İstanbul beni o zamanlar, hasret kaldığım bir sevgili gibi çekerdi Kitapları karıştırır, saatlerce okurdum orada

Urumçi'nin bu en eski kitapçısında her zamanki gibi birkaç saat oyalanmıştım ki, birden arka sokaklardan bir ses duydum Dipten gelen bir uğultuyu andırıyordu bu ses Birden ürperdiğimi ve paniğe kapıldığımı hissettim Ses bize doğru yaklaşıyordu Yaşlı kitapçıyı selamlayıp tam dışarı çıkmıştım ki, sekiz on kişilik bir Çinli gurupla burun buruna geldim Kalabalık bir yürüyüş kolu sokağın başında, ellerinde dövizler, kızıl bayrakları dalgalandırarak bize doğru geliyordu

Öndeki guruptan birinin bana doğru yaklaşarak,

- Dur, gitme, dön geriye! dediğini işittim

Dizlerimin bağı çözüldü adeta Bu, eskiden beri tanıdığım, buranın ileri gelen komünistlerinden biriydi Kendimi toparlayıp hızla koşmaya başladım Onlar da arkamdan

Çarşı birden karıştı Linç edilmemek için ölümüne bir koşu tutturdum Ben kaçıyor, onlar yakalamağa çalışıyorlardı İnsanlar ürküyor, sandıklar devriliyor, tezgahların üstünden aşıyordum Etekleri yırtık paltom, uzun kaşkolum havada uçuyor, içime rüzgar doluyordu Kendimi bir anda bir başka sokakta buldum Burası, yolun her iki tarafında bakımlı evlerin sıralandığı Tunganlar'ın mahallesiydi Orada, oyun oynayan çocukların yanında bir süre bekledim Sırtımı duvara verip, hırıltıyla acı acı soludum Az sonra da ellerinde sopalarla Çinlilerin sokaklara dağıldığını gördüm Sesler kesilinceye kadar bekledim orada

Serbesttim, evime gidebilirdim artık Üstümü başımı düzelttim, yüzümü örtüp, aksi istikamete doğru yürümeye başladım Biri aniden çullanıp, sopayla kafama vurmaya başladı Ilık bir şeyin enseme aktığını hissettim Yerdeydim Sopa başıma inip kalkıyordu Sopayı kavradım, can havliyle ayağa kalktım, Çinliyi kucakladığım gibi yere yıktım Altımda çırpınıp duruyordu Bir insanı nasıl öldürebilirdim, öldürdükten sonra ne yapmalıydım? Onu düşünüyordum Bir su arkının kenarında, çamurun içinde boğuşuyorduk Yüzüm gözüm kan içindeydi Çinlinin boğazını sıkmaya çalışıyordum Güneş yanığı sivilceli yüzü, delik deşikti Geniş alnı ve bir boksörünki gibi basık burnu vardı Dizlerimle göğsüne bastırmış, avuçlarımla ağzını kapatmıştım Çinli çırpınıp duruyordu altımda Keskin, kara ve kirli tırnaklarıyla yüzümü tırmalıyor, beni üstünden atmaya çalışıyordu Patlak dudakları, kanlı dişleri korkunç görünüyordu ağzında Benim ise yırtılan göz kapaklarımdan kan sızıyordu

Sonra paslı bir teneke tasa ilişti gözüm Ağzını kapatmak ve sesini kesmek amacıyla pis suyu ağzına doldurdum Tekrar boğazını sıktım ama bir türlü öldüremedim Birden karnımın alt tarafında ince, derine dalan bir sızı duydum Canım fena halde yanıyordu Çinlinin elinde sivri bir alet vardı Birden doğruldu Ayakta yeniden bir boğuşma başladı Sonra altta kalan yine o oldu Ben geriye çekildim, hızla ve bütün gücümle nalçalı topuklarımla kanlı yüzünün ortasına bastım Çinlinin kafasında bütün kemiklerinin çatırdadığını hissettim Manzara korkunçtu; Manda derisinden yapılmış sağlam botlarım dağılmış kafanın içindeydi Çinlinin yüzü tanınmaz haldeydi

Beni on gün sonra yakaladılar Ellerimi ayaklarımı bağlayıp bir bağ evine götürdüler Sonra bir Uygur genci daha getirdiler yanıma Karanlık bir odada günlerce işkence ettiler O anda kendimi öz vatanımda esir gibi hissettim Kızılıymış, milliyetçisiymiş hiçbir farkı yoktu Çinlilerin Bunlar bizim ezeli ve ebedi düşmanlarımızdı Biz unutmuştuk, ama onlar unutmamışlardı Doğu Türkistan İlinde, bir avuç Türkü boğmak, gerektiğinde yok etmek istiyorlardı

Sonra elime bir tabanca tutuşturdular Uygur gencini (yanılmıyorsam Abdul Hakim idi adı) vurmamı istediler Abdul Hakim, başı göğsüne düşmüş, sessiz ve her şeyden habersiz karşımda duruyordu Onu öldüremezdim Bu bütün mevcudiyetimi inkar anlamına gelirdi Soğuk namlu, sıcak kabza ellerimin arasındaydı Gözlerim dalıp gidiyor ne yapacağımı bilemiyordum Midem bulanıyor, başım dönüyordu Parmağım tetiğe gitti, tam karşımdakinin kafasına ateş ettim Tek kurşun Çinlinin ayaklarını yerden kesip, onu duvara yapıştırdı İçerde kızılca kıyamet koptu Şakağıma soğuk bir namlu dayadılar ve tetiği çektiler Boğuk bir patlama ve genzimi yakan bir duman doldurdu içeriyi

Ölüm nedir? Bir infilak, bir patlama, bir dağılış mı? Eriyip yok oluş mu? Müthiş bir gümbürdeyiş, kuvvetli bir itilişle karanlığa doğru sürükleniş mi? Yoksa mutlu bir kavuşma, kutlu bir karşılanış mı? Şakağımdaki volkanik patlayış ve müthiş uğultu devam ederken, ben hep bunları düşünüyordum Kafa tasıma yapışmış kızgın közün acısını duyuyordum Yerde hareketsiz yatıyor, kalbimin döşemedeki gümbürtüsünü duyuyordum Sonra nefes almam kesildi, göğsümde bir yırtınma vardı En son, odayı terk edenin ayak sesleri geldi kulağıma

Abdul Hakim'in kanı yavaş yavaş beni de içine alıyordu

Ölümle ilk tanışmam böyle olmuştu Altay'a gidip, Osman ile tanışmam da bundan sonra oldu Dağa çıktım ve onun en yakın serikleri arasında yerimi aldım

Her şeyi karıştırdığım gibi, zamanı da birbirine karıştırıyorum Geçip giden günler, aylar, yıllar hafızamdan silinmiş gibi Her şey, bütün geçmişim zor fark edebildiğim bir sis denizinin içinde sanki Bazen bu denizin ortasında aniden belirip kaybolan tanıdık yüzler görüyorum Gerçekler ve hayaller birbirine karışmış gibi Neyin gerçek, neyin hayal olduğunu ayırt edemiyorum Bu bana o yıllardan kalan bir hastalık Bir kış gününde olduğumuzu hatırlıyorum yalnız Yılın son ayları mı, yoksa yeni yılın ilk ayları mı olduğunu bilemiyorum Bir ara bunu, kafilemizdeki Beyaz Ruslara sordum Onlar bana, bin dokuz yüz ellinci yılın son aylarında olduğumuzu söylediler Bizim gibi bitkindi onlar da Biz Kazaklardan ayrı bir yerde, derme çatma akevlerinin içinde barınıyorlardı Az ötemizde ufkumuzu bulanıklaştıran Kayız gölü uzanıyordu Bu mevsimde hep buzlarla kaplıdır yüzü Çinlilerle Zindankol'da tutuştuğumuz o kanlı savaştan sonra, Kazakların içinde ağır makineli eri olarak bir tek ben kaldım Bu geçen Ağustos'tan beri böyle Bütün günümüz makineli tüfekçi yetiştirmekle geçiyor Bu konuda doğrusu Ruslar da benden geri kalmıyor Aramızda uzun zamandan beri bulundukları için Kazakçayı öğrenmişler Niçin bizimle olduklarına hala anlam verebilmiş değilim Kuzeyde, Altay'da, anamızı ağlatan bunlar, nasıl oluyor da bizimle işbirliği yapabiliyorlar? Fakat şu hakkı teslim etmek gerekir ki, ellerindeki silahları çok iyi kullanıyorlar Adamlar tecrübeli, demek ki Batır, bunları boş yere barındırmıyor aramızda

Ama soğuk dayanılmaz İşte yine akşam oluyor, Şubat güneşi Kansu sırtlarında batıyordu Göle yakın geniş bir bayırda, yığınlar halindeki keçe çadırlarımızın üstünde cılız duman sütunları yükseliyor, rüzgarsız, basık havada ortalığa acı bir koku yayılıyordu Bu bana, Tarbağatay eteklerindeki mesut avullarımızı hatırlatıyordu Çocukluğumuzda, geniş avullarımızda, kül ve gübre yığınları arasında oynardık Davarlarımızı suya indirir, bir tepenin başında durup çıplak bağrımızı kuvvetli rüzgarlara açardık Yılkı sürüleri karşı bayırları sarsarak, çobanlar eşliğinde ve köpek havlamaları arasında avula doğru yaklaşırlardı Her renkten dalgaları olan bir ırmağı andırırlardı koşarken İpeksi derileri parlar, yeleleri rüzgarda savrulurdu Biz onları ürkütür, çobanlar küfrü basar, kamçılarını gösterirlerdi bize Ah, ne güzel günlerdi o günler Özgür, gururlu ve bir masal aleminde yaşar gibiydik

Akşamın sessizliğinde, durgun havada makineli tüfeklerimizin takırtıları duyuluyordu Kazaklar, kirli eldivenler içindeki donmuş parmaklarını ovalıyor, Kayız'da akşam oluyordu Tüfekler sökülüyor, yağlanıyor, yeniden takılıyor, her şey bir yarış içinde saatlerce devam ediyordu Suratlar asık Soğuk, serseme çeviriyor bizi Arada uyuşan ayaklarımızı, keçe çizmelerimizi yere vurarak ısıtıyoruz Rus makineli tüfekçiler disiplin içinde etrafımızda koşuyorlar Kendi aralarında Rusça konuşuyorlar, arada bir Kazakça komutlar geliyor kulağımıza Sivil halk ise, karşı tepede barınıyor Orada bir hareketlilik göze çarpıyor Kadınlar, akşam hazırlığını yapıyorlar Çadırların önünde ateşler yakılıyor Çocukların bağırtılarını, kadınların ve yaşlıların kısık seslerini duyabiliyoruz Öküz böğürtüleri durgun, alaca karanlığı yırtıyor Köpekler havlıyor, atlar kişniyor Her ses huzursuz ediyor bizi Akşama doğru sertleşen kar ayaklarımızın altında çıtırdıyor, dizlerimize, ellerimize bıçak gibi batıyor

Sonra bölüklere ayrılıyoruz Tepeye doğru son bir kez koşturuyoruz Soğuk demirin etime yapıştığını duyuyorum koşarken Nefesimiz, bıyıklarımızda yanaklarımızda donuyor Soluk soluğa yerde sürünüyoruz Ayaklarım benim değil sanki Uzun mermi şeritlerimiz yerde sürünüyor Sonra güp diye, bir dere yatağına atıyoruz kendimizi Bir hizada, kar yığınlarının gerisine sıralanıyoruz Makinelilerimize sağlam zeminler arıyoruz Ve yavaş yavaş düşmanı temsili olarak çeviriyoruz Kurşun harcamak yok Talimat böyle Takırtılar gene de çıplak koruluklarda duyuluyor Silahlarımızın üstüne abanıyor, dondurucu soğuk ciğerlerimize işleyinceye kadar orada hareketsiz kalıyoruz

Günler oldukça sıkıcı ve bıktırıcı geçiyordu Günlerimiz soğuk, kar ve geceleri çıkan kuvvetli rüzgarla mücadeleyle geçiyordu Han'ın gösterişsiz, kirli keçelerle örtülü akevi bir yamacın hemen yanı başında sessizliğe gömülü dururdu günün her saatinde Osman Batır'ın morali Zindankol savaşından beri çok bozuktu Zindankol'da çok sevdiği ve misafir olarak ağırladığı Canım Han Hacı'nın esir düşüşünü bir türlü yediremiyordu kendine Kendine sığınmış bir insanı, Osman Batır'ın düşmana terk ettiği görülmüş şey değildi Bu kendine olan güveninin ilk kez sarsıldığı andı belki de Onun hayatı aslında oldukça sadeydi Hiçbir karmaşık ilişkinin, siyasetin, ihanetin ve ayak oyunlarının olmadığı bir dünyada yaşıyordu o Saf, temiz, günahsız bir çocuk gibi Hatta onun dünyası bizim gibi sıradan insanların dünyasından da sadeydi Tıpkı kollarını şefkatle açmış bir baba gibi Çocuklarına karşı aşırı sevecen ve şefkatli, düşmanlarına karşı ise, kin dolu bir yüreği vardı Asık yüzünde hep gizli bir gülümseyiş gezinirdi O sıcacık bakışları ayazda bile ısıtırdı sizi İri bir kafası, kırışık alnı vardı Dudaklar açılmamacasına kapanmış bir çizgi gibiydi Sert hatlı yüzünü ise, kara sakallar kaplamıştı Börkü ve kara kürküyle doğmuş sanırdık biz onu Az ve öz konuşurdu Kısa cümlelerle moral verirdi bize Onu sair zamanlarda aramızda gördüğümü pek hatırlamıyorum Genellikle çadırında oturur, bazen tek başına tepelere doğru çıkardı Orada keskin bakışlarını karla örtülü uçsuz bucaksız ovalara diker, avını uzaktan seçmeğe çalışan bir kurt gibi kısık gözleriyle etrafı kollardı Sonra tekrar sığınağına çekilir, kirli, isli çadırında, ateş yakmadan kürküne sarılır yatardı

O gün beklenmeyen bir ziyaretçi geldi Kumul'dan Bu, Kumul valisi general Yolbars Han idi Osman Batır, onu gösterişsiz ve perişan çadırında kabul ettiğinde biz de oradaydık Batır onu ilk gördüğü anda, gözlerindeki korkuyu ve düşman karşısındaki aşırı ezilmişliği fark etmişti

- Kal, beraber savaşalım, diye bir teklifte bulundu ona "Buzlarla kaplı şu gölün ve daha ileride karla kaplı Makay çölünün ötesinde biliyorum ki, hürriyet var Fakat çöl beni korkutuyor Bizim yerimiz dağlar Sığınağımız, gücümüz, evimiz gibidir oralar Yolbars, Altaylar'ı öylesine özlüyorum ki, bilmem nasıl yaşarım ondan ayrı? Burası hiç de tekin bir yer değil Sağımda Dung Huang, solumda Cingay, ikisinde de kızıl alaylar var Ben yüzümü Gasgöl'e çevirmiş, oradan gelecek bir yardıma bağlamışım ümidimi Kendimi hiçbir zaman böyle çaresiz hissetmedim Etrafımı kızıllar sarmış Fakat yurdumu terk edemem Milletimin hürriyeti tatması için ben esarete razıyım Benim esaretim halkımın hürriyeti olacak Yok hayır, hiçbir yere gitmeyeceğim Son durağım burası olacak, bunu da biliyorum Böylesi yerde esaret bana daha tatlı geliyor Onun için Kalibek'in yardımını da geri çevirdim O uzağı gören biri Keşke benim halkım da ona karışsaydı Şu zavallı çocuklar, kadınlar ve yaşlılar kurtulsaydı Kış ve büyük Makay çölü bu şansı tanımıyor bize Batırlarım yaralı, Abbas'dan ise bir haber yok Burada kapana kısılmış gibiyiz Ama bazılarının gördüğü Formoza rüyaları bana iğrenç geliyor Kurtuluşun yolu Kalibek Hakim'de, kahramanlığın yolu ise burası, Kayız olacak Yolunu ona göre çiz!"

Yer ocağında hayvan tersleri yanıyordu Çadırın içi sıcaktı Yolbars Han, başını yere eğmiş, ocakta ışıyan köze dikmişti gözlerini Bir yol ayrımında olduğu belliydi Şeref ve haysiyet yükünü taşıyacak gücü bulamıyordu kendinde, belli Batır'ı, uslu bir çocuk gibi sessizce dinledi Kıpkırmızı olmuştu Kar yanığı yüzünde ateşin oynaştığını görüyordum bulunduğu yerden Osman Batır, onu yapamayacağı işe zorluyordu Müthiş sıkıntı içindeydi Ben Batır'ın onun daha önceleri Çinlilerle iş birliği yaptığını yüzüne vurmasını bekliyordum o bundan hiç söz etmedi Fakat Formoza meselesini açtığında, Yolbars'ın başını kaldırıp Osman'a baktığını gördüm Yutkunarak, kırpışan gözlerini yeniden yere dikmişti Osman Batır, daha orada, onun Formoza yolcusu olduğunu anlamıştı O gün, bu meseleye dokunmamakla onu vereceği kararda serbest bırakmak istiyordu Kurt gibi sezmişti geleceği Ben bunu onun bakışlarından anlamıştım

Uzaktan hepimizi sert ama ümitsiz bakışlarla süzdü

- Peki bize katılmamakta kararlı mısın? diye bir daha sordu

Yolbars başını kaldırıp, ilk defa onun geniş omuzları hizasına baktı Haklıydı da, onca zamandan beri yanında bulunan bizler bile, onun gözlerinin içine bakamazdık

- Kalıbek'e katılabilirim, dedi Yolbars Han Bu söze kendi dahil, hiç kimse inanmamıştı Osman Batır'ın üzerinde hassasiyetle durduğu şeylerden biriydi bu Hiç kimsenin karşısında acze düşmesini istemezdi Bu düşmanı da olsa, değişmezdi Ama ihaneti asla affetmez, dostlarının ihanet edeceğini hiç düşünmezdi Düşmanla iş birliği yapmak mı, böyle bir şeyi dünyada hiç kimsenin yapmayacağına inanırdı Halbuki yaşadığımız yıllar ihanetin kol gezdiği yıllardı

Yolbars Han'a yeni çadır açıldı, atları doyuruldu Kurutulmuş at eti konuldu sofrasına Kimsenin yiyemediği zengin bir sofra açılıp, bir yer ocağının yanı başına rahat bir yatak serildi

Fakat ihanet parayla değil ya, Yolbars Han, ertesi sabah kimseye haber vermeden kırk kadar Beyaz Rus ile, ağır makinelileri de sırtlanıp, kaçıp gitmişti Onun Formoza'da, Çan Kay Şek'e sığındığını Osman Batır öğrenemediyse de, ben yıllar sonra öğrenecektim

Bitmek bilmeyen kış günlerinin sıkıntısı içinde, vaktimizi silahlarımızın bakımıyla geçirirken, aniden Gasgöl'de bulunan Kalibek Hakim'den ulaklar geldi Onların gelişiyle birkaç hareketli gün daha yaşadık Aslında zaman zaman böyle, muhtelif yerlerdeki göçlerden temsilciler gelirdi Osman Batır'a O gün de Kalibek'in büyük oğlu Kasen, Musa, ve daha birkaç kişiden oluşan küçük bir gurupla çıkageldiğinde, Osman Batır onları tam bir misafirperverlikle karşıladı Küçük, isten kararmış akevinde ağırladı onları Beni özellikle Musa'yla tanıştırdı Musa, Kalibek'in makineli tüfekçisiymiş Orta boylu, sağlam yapılı, geniş omuzları olan dipçik gibi bir adamdı Yanık tenli yüzünün alt tarafında bir tutam seyrek kara sakal vardı Gri mavi gözlerini benden tarafa çevirip, sımsıcak gülümsedi yüzüme Geniş omuzlarında sanki ağır makinelinin yükü vardı hala Sağlam baldırları ata binmekten içe doğru bükülmüştü

Kasen, babasının Osman Batıra yazdığı kağıdı uzatırken,

- Makay çölünü her ne şart altında olursa olsun geçmemiz gerektiğini ve göçlerin Gasgölde birleşmesini buyurdu babam, dedi

Osman Batır, kağıdı evirip çevirdi Yine o duygularını belli etmeyen bakışlarını çadırdakilerin üstünde gezdirdikten sonra,

- Yapamayız bunu, deyip kestirip attı "Dövüşmek bizim kaderimiz Onunla ben hususiyetleri farklı iki nehir gibiyiz O yatağında güven içinde düzenli akarken, ben çeperini yıkan bulanık bir su gibiyim Kalibek Hakim, coşkun akan suları durultan, onları kendi yatağında düzene sokan, durgun ama dipten uğuldayan ulu bir su gibidir Bense, baharda kar sularının aktığı çağıltılı, çalkantılı, düzde tökezleyen, denize ise hiç varamayan küçük bir suyum Böyle nehirler bizim ana yurdumuzda çoktur O İtil ise, ben Altaylar'da akan Akbulakım Kalibek, milletimiz için azim ve iradenin sembolü oldu Fakat ben yine de ölümü seçiyorum Bu millet eğer uğruna ölmeyi göze alan bir evladını çıkaramaz, topraklarını öyle teslim ederse, yıllardır verilen mücadelelerin, akıtılan kanın, can veren onca masumun hiçbir önemi kalmayacak Kader beni buna zorluyor evlatlarım Kayız'da kalıp, düşmanı karşılamaktan başka seçeneğim yok Ama yaşatmak da, ölmek kadar şereflidir Kalibek ile benim temsil ettiğim misyon burada ayrılıyor Gönlüm gidip onunla birleşmekten yana olsa da, biz bu görevi yerine getirmek zorundayız Ama gidin söyleyin ona, onun üslendiği görev benimkinden çok daha zordur O yaşatmak için çırpınırken, ben değersiz bir canı vermek için çırpınıyorum Kahramansız milletler asla yaşayamazlar O, uzak diyarlarda yaşayan kardeşlerimizin Mustafa Kemal'i gibidir Benim de görevim ölmek ise, kendimi ancak çaresiz bir şekilde ölüme giden Enver'e benzetiyorum Ben atamız Türk'ün bana verdiği görevini yerine getirmek üzere buradayım Kardeşim Kalibek'e benden selam söyleyin, sağ salim bu ülkeyi terk etsin, yolu açık olsun ve dualarını üstümüzden eksik etmesin Bu gün konuğumuz olun, yarın yola çıkarsınız"

Çadırı, meyus ama ölüme hazır yüreklerimizle, helecan içinde terk ettik

Günler yine ağır aksak ilerliyor Osman Batır burnundan soluyor, Adil Batır'ın yolunu sabırsızlıkla gözlüyordu Asıl o geldiğinde kendini güvende hissedecekti Kuvveti ilk defa, hem de en kötü şartlarda ikiye bölünmüştü Kaçınılmaz akıbete yavaş yavaş yaklaştığımızı görüyor, bunu kimseye belli etmiyordu Bir yanımız, bizi hürriyete götüren dört yüz kilometrelik çetin Makay çölü, diğer yanımız buz tutmuş korunaksız, bir atın dahi saklanamayacağı acımasız bir göl Sağımız, solumuz kızıl Çin askerleriyle sarılı Bu vaziyette ve bu kış şartlarında biz daha nereye kadar yaşardık? Yiyeceğimiz ve yakacağımız her geçen gün azalıyordu Hayvanlarımızı ise doyuramıyorduk

Atım ön ayaklarıyla buz tutmuş karı eşeliyor, alttan çıkardığı bıldırki otları yiyordu Sabahın erken saatinde, başımı ter ve is kokan kaputumun altına çekip tekrar uyudum Rüyamda Tarbağatay dağlarından kopup gelen bulanık, gür sel sularının içinde çırpınırken gördüm kendimi Azgın sulara kapılmış gidiyordum Sular Kazak çadırlarını, davar sürülerini önüne katmış götürüyordu Tarım nehri yine bulanık akıyor, Lopnor yer değiştiriyordu

Oradan uzaklaşıp Kanambar'a yürüyoruz

Rüyalarım bile avutmuyor beni, hep kabus dolu

İrkilerek uyandım Nalsız toynaklarıyla üzerimize buz parçaları sıçratarak, bir atlı geçti çadırımın önünden Dışarıda bir telaş bir koşuşturma Yolbarıs'ın bakımlı çadırına koştuk, bomboştu Rusların çadırlarını rüzgar savuruyordu İn cin top oynuyordu tepede

Geri dönüp gelirken, başım önde, bir yalnızlık, bir umutsuzluk uçurumuna yuvarlandığımı hissettim Ayaklarımızın altında gevrek kar kütürdüyordu Uzun, kirli kaputumu rüzgar savuruyor, mavzerim, omzumda ağır taşınmaz bir yük gibi geliyordu bana Keçe çizmelerimin altında buz parçaları çıtırdıyordu Çadırıma doğru yürüdüm

Bir an omzuma birisi dokundu Döndüm baktım Osman Batır idi

- Üzülme, dedi "Sil gözünün yaşını Er meydanında olmak, burada tutunabilmek bir fazilettir Her yiğit kişi yapamaz bunu Zulüm ve zillet dönemlerinde her insan kendine ayrı bir yol çizer Bazısı ihaneti, bazısı kurtuluşu bazıları ise düşman karşısında kahramanca vuruşmayı seçer Biz inanıyorum ki, sonunculardanız Kader bize bu yükü yükledi evlat Milletimiz için çekeceğiz bunu Kanımızın son damlasına ve son kurşunumuza kadar çarpışacağız Sürüklenen kanlı cesetlerimiz örnek olacak insanlığa Herkes silinip gidecek, ama biz yıllarca konuşulacağız Haydi toparla kendini artık!"

Orada, bu kahraman insanın yanına geldiğimden beri ilk kez ağlıyordum Yüzümüzü tırmalayan buz parçacıklarına aldırmadan doyasıya ağladım Biz, evet onun yolundaydık; ölümü seçenlerin yolunda Ölüme gidişin kolaylığını, hatta güzelliğini bize o öğretti İçim genişliyor, ferahlıyor, aydınlanıyordu Bakışlarıyla içimi ısıtmaya çalışıyordu Osman Batır

Elleri omzumda uzun süre yürüdük

- Ee, makineli tüfekçim, koruyabilecek misin halkını, diye fısıldadı kulağıma

- Sizi koruyacağım, dedim

- Beni mi, benim gibi bir ihtiyarı mı? dedi "Hayır, kendini ve halkını korumaya çalış!"

- Sizi de korurum, halkımı da, dedim

Güldü, sıradan bir insan gibi teşekkür etti bana Başını her iki yana sallayıp,

- Sadakat işte, diye mırıldandı kendi kendine "Ne zaman katılmıştın aramıza?

- Kur'a günlerinden hemen sonra, dedim "Siz Altay'da iken, size karşı tam üç ay savaşmıştım Ta ki, o karanlık koruluğun eteklerinde, hendeğin her iki tarafında birbirimize kurşun yağdırdığımız güne kadar Bir el, o gün, tetikteki parmaklarımızı kuvvetle yakalamıştı sanki Gün yavaş yavaş doğarken karşılıklı seslendik: 'Hey kardeşler, Çin ve Rus dururken, n'oluyor da birbirimizin canına kıyıyoruz? O halde gelin Osman Batır'a omuz verelim' Yamaçtan hendeğe doğru inmiştik Silahlarımızı çatıp, sarmaş dolaş olmuştuk O güne kadar Çin-Japon hududunda olduğunu bildiğim iki ağabeyimin ölüsünü dağın yamacına gömdüm Kader orada buluşturmuştu bizi O gün bu gündür sizin yanınızda makineli tüfekçi olarak bulunmaktayım"

Osman beni sabırla dinledikten sonra,

- Seni ilk kez Zindankol'da çarpışırken gördüm, dedi "O gün Ruslardan daha iyi ateş ediyordun"

Bir ara durup, beni uzun uzun seyretmiş Bunları içime serinlik versin diye anlatıyordu Bir anda dost olmuştuk İlk kez bu kadar yakınlaşıyorduk Donuk ama kararlı yüzüne, her daim ışık saçan gözlerinin içine korkmadan bakabiliyordum

Rahatlamış olarak çadırıma doğru yürüdüm

Üç gün sonra bir yıkım daha yaşadık Bin bir ümitle beklediğimiz Adil Batır, ancak yirmi kişilik bir kuvvetle çıkageldi Askerlerini Zindankol'da kaybetmişti o da Osman Batır bu duruma çok üzüldü, bütün planları alt üst olmuştu Artık burada, Kayız'da kalmaktan başka çaremiz kalmamıştı Makay çölü, ölüm yolu gibi uzanıyordu önümüzde Arkamızda kızıl ordu alayları, önümüzde ise, pürüzsüz uzanan buz kaplı Kayız gölü vardı Bahar daha uzaktı, kışın çölü aşmak ise imkansızdı Burada kalacak, savaşacak, belki de imkansızı başaracaktık

Ah, ölüm sarıp sarmalıyor beni Beni, bir avuç kalmış yiğidi, sayıları her geçen gün azalan hayatın baharındaki çocukları, yaşlıları ve kadınları Ölüme ilk defa bu kadar yakınlaştığımızı hissediyorum Bu duyguyu ilk kez tadıyordum Gerçek ölüm buymuş demek O, büyük bir boşluk ve içimizi burkan kuvvetli bir acıymış Kalbimizi sıkıştıran, göğüs boşluğumuza dolan ve vücudumuzu orta yerinden bölen, dibini görmediğimiz karanlık bir uçurummuş Şimdiye dek duyduklarım ise, zayıf ve aldatıcı hayallerden ibaretmiş

İliklerimize dek işleyen dondurucu soğukta, sabah kendime geldiğimde, elim birden sımsıkı kavrayıp yattığım silahıma gitti Parmaklarım soğuk demire dokunduğunda içim ürperdi Buz tutmuş mermi şeritlerini okşadım Geriye bırakılan son ağır makineli benim ellerimin arasındaydı Belki de son savaşın tek makineli tüfekçisi olarak büyük iş düşecekti bana Ama ben her ne olursa olsun, O'nun yanından ayrılmamaya ant içmiştim Osman Batır'ı ve kızı Azapay'ı koruyacaktım Azapay bütün güzelliğiyle, zerafetiyle ve cesaretiyle kapımın önünden geçerken, şimdiye dek hiç konuşma fırsatı bulamadığım bu genç kızın arkasından, ona veda edercesine baktım Hangi milletin kadını ölüm karşısında bu kadar cesur, bu kadar güzel olabilirdi? Allah'ım bir kelimecik de olsa konuşamayacak mıydım onunla? Güzel yüzüne doyasıya bakıp, derin, kısık ve buğulu bakan gözlerinde bir defacık olsun kaybolamayacak mıydım? Hatta cesaretimi toplayıp, 'Seni ilk günden beri seviyorum Azapay' diyemeyecek miydim ona? Rüzgarda sallanan şu ağaçların altında, şu puslu gök, karla kaplı şu çöl ve buz tutmuş şu ulu göl adına aşkımı açamayacak mıydım? Acaba bir nebzecik hakkım yok muydu buna? Sevilmek değilse bile, sevmek hakkımı kullanıp, şu kısacık hayatıma bir mana katamayacak mıydım?

Evet, burası maddi hayatımızın sonuydu Nefes aldığımız, neşelenip üzüldüğümüz, koşup oynadığımız, sevip sevildiğimiz ve hatta coşku içinde savaştığımız bu hayatın sonu Şimdi artık bilmediğimiz ve içimize her daim korku salan o esrarengiz hayata geçişe hazırlanıyor, yeni hayatımıza alışmağa çalışıyorduk Herkes farkındaydı bunun Kader, bizi karlı dağlara atıp, ovalara sürüklemiş ve buraya fırlatmıştı Burası bana çok yabancı geliyordu Hayatın sonu, yer yüzünün en uç noktasıydı sanki burası Şu uçsuz bucaksız çöl, buz ve kar yığını halinde uzanan göl bunun en büyük deliliydi Bunlardan öte dünya yokmuş gibi geliyordu bana Şu hendekler bizi eski hayatımıza bağlayan son geçitlerdi Kıvrım kıvrım siperler, bizim yabancısı olduğumuz şeylerdi Biz savunma savaşı yapmağa alışık değildik Var gücümüzle bir kabus gibi çökerdik düşmanın üstüne Aman dilemeği defterimizden silmiştik Esir beslemeği ise beceremezdik Biz öldürmek için yaratılmıştık Karlı dağlardan bir çığ gibi yuvarlanmaktı bizim işimiz Önderimizden böyle görmüştük Biz sevmeyi de öğrenmiştik, tapınmayı da Kendi milletimize tapınmayı Kurtulmayı ise asla!

Ben o günü şimdi bir rüya gibi hatırlıyorum Geçmişte yaşanan kabus dolu bir rüya

Siperler, siperler Siperlerin kenarındaki çamur yığınları Duvarlardan sızan kar suları Yerde kütürdeyen kar Kuşaklarda sallanan el bombalarının tok sesleri Rutubetli inlerde çocuk sesleri Islak kütüklerin acı dumanı Yerde çamur, ıslak gocuklar, bedenimizden yükselen buhar, çamura bulanmış keçe çizmeler, kirli dolaklar, paslı silahlar Her şey, hürriyet için katlandığımız çilenin kanıtlarıydı

Sessiz, hüzün içinde sazlar hışırdıyordu az ötemizde Bataklığın hemen yanı başındaydık Uzakta ağaçların buz tutmuş, çıplak dalları sürtünüyor, alaca karga sürüleri havalanıyordu koruluğun üstünden Göl, buğulu bir sisin içinde boz bulanık uzanıyordu Sessizliği mekanizma sesleri bozuyordu Üstümüzde kararan gök, önümüzde yağışın örttüğü silik bir leke halinde koruluk, karanlık geniş bir kayra, gözlerimin önünde o korkunç ve ürküten sessizlik

Dung Huang ve Cingay'dan hareket eden kızıl alayların haberini almıştık artık Her an burada olabilirlerdi Osman Batır hendekler arasında koşuşturuyor, gereken talimatları veriyor, sivillere duracakları yerleri gösteriyordu Olanca enerjisiyle, derin siperler içinde koşturup dururken, onun bozarmış omzunu görebiliyordum

Azapay, babasının ardından bir gurup kadınla birlikte önümden geçti Beyaz nalsız bir atı çekip götürüyordu İçimde inanılmaz bir istekle onun bana bakmasını istedim Bu dünyada içime sıcaklık veren tek insandı o İnsan ölüm anında, en sevdiği kişinin yanında olmasını istermiş Ben de müthiş bir istekle onun yanımda olmasını istiyorum 'Sen benim canımsın' demek geliyor içimden Bana dönüp bakmasını, gülümsemesini istiyorum

Aman Allah'ım bu yüce duyguyu tadamadan mı gideceğim? 'Azapay, belin ne kadar ince, adımların ne kadar çevik ve cesurca, başlığının altındaki gür saçların ne kadar hoş ve ılık Dön gitme! Belki bir daha göremem seni Son bir bakışın kalsın içimde'

Sayıklıyor, anlamsız mırıldanıyorum

Gölün kıyısında, dal parçalarından, sazdan yaptığımız sığınaktaki atların horultusunu, ayak seslerini duyuyorum Gölün kenarına kazdığımız derin hendeğin içine uzanmışım Basılmış toprağın üstüne kar taneleri düşüyor Önümüzde her şeyi gizleyen bir pus denizi uzanıyordu Kulağımızı yere vermiş bekliyoruz Cıvımış çamurun içinde koşturup duruyor herkes Mekanizma şakırtısı, ağlayan çocuklar ve onları avutan kadınların sesini duyuyorum El bombalarının tok sesleri kulağımdan gitmiyor Her şeyi, bütün manzarayı yeis içinde seyrediyorum

Sonra uzaktan bize doğru yaklaşan karartılar gördük Uğultuları bize kadar geliyordu Toprağa daha da yapıştık Palet gıcırtılarını, kamyonların gürültüsünü duyuyoruz Kalbim ıslak toprağı hızla dövüyor, bedenimi bir sıcaklık kaplıyor

Şimdiye dek bizden kat kat üstün olan düşmana karşı, gerilla taktikleriyle saldıran bizler, yabancısı olduğumuz bu savunma savaşında bocaladığımızı, kurtlar gibi kapana kısıldığımızı hissediyorum Evet, biz Kazaklar böyle savaşlara alışık değildik, buna göre eğitilmemiştik Tanrının ve bozkırların bize kazandırdığı alışkanlıkla, aniden saldırıp, düşmanı imha ederdik Eğer Osman Batır'ın meclisinde olsaydım, bunu mutlaka dile getirirdim Kadınları, çocukları ve yaşlıları bir tarafa toplayıp, dört bir koldan saldırmamız gerektiğini söylerdim

Fakat artık iş işten geçmişti Buna katlanacaktık Buradan kaçış yoktu, düşmanı bu çukurlarda karşılayacaktık Burada sıkışmış olmak, ayakta köstekle dövüşmek gibiydi Evet, ölümü burada karşılayacaktık Siper çukurları kendi kaderini arayan biz Kazaklar'ın cesetleriyle doluncaya, kılıçlarımız kırılıp, silahlarımız işlemez hale gelinceye kadar savaşacaktık

Sabah aydınlığı yavaş yavaş düze yayılırken, yoğun kar yağışının gerisinden düşmanın karartısını fark ettik Puslu göğün altında kan kırmızısı bayrakları, kar keseklerini geriye fırlatan paletleri ve arkada dalgalar halinde yaklaşan askerleri görüyorduk Yapışkan karın üstünde yüzlerce ayaktan çıkan kütürtüleri bile duyabiliyorduk Bütün bir ufku kaplayan kalabalığa silahımı doğrultup, gövdemi donmuş toprağın üstüne daha da bastırdım

Uzağımıza bir top mermisi düştü önce Soğuk havayı ısıtan, kanımızı hareketlendiren bir işaret oldu bu İlk gülle, günlerden beri savaşmayı bekleyen biz Kazakları kendine getirdi Kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim birden Sonra yer sarsılmaya başladı Birbiri ardına gülleler düşüyordu az ötemize Düşmanın yakınlaşmasını bekliyorduk Abbas ve Süleyman Batırlar, koruluğun içinde bekliyorlardı Onlar saldırdıklarında siperdekilere işareti ben verecektim Ve koruluğun içinden siyah bir bulut gibi, birden bizimkiler göründü Sabahın kör karanlığını ateşten çentikler yırtıyor, kar yağıyor, Kayız sarsılıyordu Cenabil'in savaşçıları el bombalarıyla soldan saldırdı Haykırmalar, göğe savrulan taş ve toprak yığınlarının içinde Çinlileri görüyorduk İlk saldırış pek yaman oluyordu Dört tarafından sarılan düşman, panik halinde kaçmaya başladı Dağılan safların arasına Kazak atlıları yıldırım gibi daldı Palalar ve kılıçlarla kanlı bir anafora döndü ortalık Kan, bir hızarın dişlilerinden savrulurcasına kızıl daireler çiziyordu havada Çinliler, neye uğradığını şaşırmış halde geriye çekiliyor, ilk şaşkınlığı üzerinden atmağa çalışıyorlardı

Az sonra tekrar yerlerini aldılar Boz bir duman gibi kaynaşıp duruyorlardı önümüzde Cenabil kuvvetlerini daha orda yok ettiler Keşafet'in yirmi kişilik süvarisi makineli tüfek mermileri altında dağıldı Atlar ve binicileri yere kapaklandı Abbas ve Süleyman Batırlar birliklerini yeniden düzene sokmak için geriye çekildiler Ateş kesilmişti Taraflar cesetleri toplamakla meşguldü Düşman yamaca doğru tırmandı Kar yağıyor, üstüne düştüğü her şeyi örtüyor, çığlıklar duyuluyordu Azapay ile birkaç kadın önümden geçtiler Gözleri dehşetle açılmış halde yaralıları taşıyorlardı Daha şimdiden yirmiye yakın şehidimiz olmuştu Cenabil Batır'ın kan ve çamura bulanmış yüzünü zor tanıdım Orada, bir yığın cesedin içinde bir bacağı biçimsizce geriye bükülmüştü Ak saçları yapış yapıştı alnında Çocukların ve kadınların cesetlere kapanıp ağladıklarını gördüm Yakılan ağıtlar ise iç paralayıcıydı

İkinci saldırıyı biz siperlerdekiler karşıladı Osman Batır hemen yanı başımda dikkatle ateş ediyordu Benim silahım ölüm kusuyordu yine Azapay, babasının mavzerine mermi doldurmakla meşguldü Onun hızla soluk alıp verişini, ılık nefesini, savrulan saçlarını ve vücudundan yükselen kokuları duyuyordum Bu unuttuğum kokuydu Bir an göz göze geldik İçimi ısıtırcasına gülümsedi bana Sonra kendisi de ateş etmeye başladı Isınan beşatarını karla ovup, tekrar ateş ediyordu

Ölümü kolaylaştırmak için ona son bir kez bakıp, işe koyuldum Karşımda insanlar kıyasıya birbirini yok ediyordu Yine bir kadın ayaklarımızın altında can veriyordu Soğuk bir rüzgar, kar tozlarını savuruyor, ağaçları kökünden sarsıyordu

Abbas ve Süleyman Batırlar, kuvvetlerini birleştirip tekrar saldırdılar Bu, kalabalık düşmanın içinde yok olup gitmek anlamına geliyordu Elde kalan son yiğitleriyle ileriye uzatılmış bir kılıç gibi daldılar kalabalığın içine Daha ilk anda yarıya yakını yere kapaklandı Serbest kalan atlar dört bir yana dağıldı Eğerler ters döndü, üzengiler şıngırdadı, atlar koruluğun içinde kayboldular

Çarpışma akşama kadar sürdü Abbas ve Süleyman Batırlar'dan bir haber alamadık Kesif bir Şubat karanlığı çöküyordu ortalığa Tek tük silah sesleri duyuluyor, düşman, öldürücü darbeyi indirmeğe hazırlanıyordu Şeritleri tek tek harcayıp bitirmiştim Elimde bir beşatar, cebimde bir avuç mermiyle Osman Batır'ı arıyordum Duvarlarından suların sızdığı çukurların içinde ağlayan çocukların, inleyen kadınların sesini duyuyordum Düşe kalka ilerledim Kar ince ince yağıyordu hala Ayaklarım yapışkan çamurda kayıyor, arada bir sendeliyor, zemini dolduran cesetlere tutunarak tekrar ayağa kalkıyordum Tam bir dehşet anı yaşanıyordu çukurlarda Azapay'ı göremiyordum İçimden dualar okuyarak aramayı sürdürdüm Onu ve Osman Batır'ı bulup, yardım etmeliydim Sağı solu yoklayarak, arada bir seslenerek sazlığa doğru ilerledim Baba kız orada son hazırlıklarını yapıyorlardı Azapay'ın yanında ise, beyaz bir at duruyordu

- Çok şükür sizi bulabildim, dedim

Batır başımı sıvazladı, beni alnımdan öptü Atım olup olmadığını sordu bana Atımın olmadığını söyledim Sol omzumda kuvvetli bir ağrı hissediyordum Osman, yaramı ay ışığında inceleyip, önemsiz olduğunu söyledi

- Sizi koruyacağım, dedim

Azapay, dizginleri babasına verdi Ay tekrar bulutların altına çekildi Karanlığın içinde son kez baktım ona Yanağında kocaman bir kan lekesi vardı Yanıma yaklaşarak, elini uzattı

- Hoşça kal! dedi

Saçlarında kar taneleri eriyordu

Osman Batır'a sol omzumu verdim Terkisine ise Azapay bindi Ata namlumun ucuyla dokundum Hayvan birden ileriye doğru fırladı Karanlığın ortasında kayboldular Ben beyaz atı uzun süre takip ettim Birden bir kurşun sağanağı başladı arkalarından Kayız gölünde çatırtılar kopuyordu Kurşunlar başımın üstünden ince ışık çizgileri şeklinde geçerek karanlıkta kayboluyordu Orada sol elimden aldığım bir yarayla kendimi sazların içine attım Acılar içinde yerde kıvranırken, gözlerim hala beyaz atı takip ediyordu Bir makineli salvosu onları ısrarla takip ediyordu Mermiler gölün kalın kabuğunu diş diş oyuyor, atın nallarını parlatıyordu Sonra at birden tökezledi Azapay ve Osman Batır yere yuvarlandılar Atı siper alıp savaşmaya devam ettiler Kızıllar göle yaklaşırken de ben son kurşunlarını boşaltıp, kendimden geçtim Sırt üstü yatıyordum yerde Soğuk bir çeliğin dişlerimin arasında gezindiğini duydum bir ara Ölümle hayat arasında bir yerdeydim Ve bir boşluğa doğru hızla yuvarlanırken, az uzağımda kızıl ordu subayının sesini duydum

- Kimsin?

- Ben, Osman Batır! dedi bir yiğit ses

Artık güven içinde ölebilirdim

Gözlerimi kapadım, kendimden geçtim

- Devamı Gelecek Sayımızda -

Yıllar sonra hafızamı zorlayıp, Kayız gölünün kenarındaki sazlıkta geçirdiğim o iki günü gerçek değil, adeta puslu bir rüyadaymış gibi hatırlıyorum Evet belki de bir rüyaydı bu Bedenimi yavaş yavaş içine alan şey ölümün ta kendisiydi Üstüme yağan karı, gölün puslu göğünde uçan kuşları, deşilmiş toprağı, çukurları, çukurları dolduran cesetleri, ölen atları ve terk edilmiş silahları hatırlıyorum Sazlar arasında inleyen rüzgar ve kurt ulumaları hala kulağımda Kara yavaş yavaş gömülmek ve buna ilgisiz kalmak ne feci şey Sert bir poyraz buz tutuş dalları sallıyor, savaş meydanının çirkin yüzünü yalıyordu Üstümün gittikçe karla örtüldüğünü net olarak hatırlıyorum Beni gittikçe içine alan beyaz örtünün soğukluğunu hissediyorum iliklerimde Çukurları, kaskatı kesilmiş cesetler doldurmuştu Kadınlar, çocuklar, nice Kazak yiğitleri ve Çinliler Çinliler Lopnor yine yatağını mı değiştiriyordu ne? Tarım ırmağı mı donuyor, yollar mı siliniyor? Ölüm bu kadar kolay olmasa gerekti Tabiat mı ölüyor, yoksa ben mi ölüyordum? Açık yaralarıma parmakları dokunduruyor, acı duymuyorum Gözlerimi kapatıp tekrar hayallere daldığımda, kılavuzum Osman Batır'u arıyordum her yerde Yemyeşil çimenlerin, nemli toprağın ve ciğerimi yakan çamların kokusunu duyuyorum oralarda Atım kuş gibi uçuruyor beni Dağın eteklerinde keyfimce at sürüyorum İçimde tarif edilmez bir gurur Tozlu bir yol uzanıyor önümde; öbek öbek göç kafileleri gidiyor güneye doğru Binitleri, yükletleri ve koyun sürüleriyle önümden geçiyorlar Anayurdu terk ediyorlar Soruyorum: Kalibek Hakim'in göçü diyorlar Orada nice tanıdık yüzler görüyorum En önde bir pars postunun içinde, demir kırı atının üstünde o büyük insanı görüyorum Yanına gidip, yüzümü onun tozlu çizmelerine sürüyorum Beni dört Kazak yiğidi karşılıyor Onların Sabikan, Mörtikan, Musa kardeşler olduğunu anlıyorum

-Yurt aziz, ama insan hayatı daha aziz, diyor bana Kalibek Hakim Sonra ekliyor "Dağlar size emanet, Tarbagatay, Altay bütün anayurt size emanet!"

Belindeki gümüş kabzalı kılıcı çözüp, bana uzatıyor, onu Osman Batır'a vermemi istiyor

-Ama hani, baba ocağına biz sahip çıkacaktık? diye sorduğumda, uzayıp giden kendi kafilesine bakıp, yine aynı sözü tekrarlıyor

-Can her şeyden aziz oğul!

Kafile geçip gidiyor önümden

İçimde hiçbir korku duymadan, dağılmış Türk illerine doğru at sürüyorum Atım beni dağlara götürüyor Zirveler yine karlı Kar boran halinde yağıyor, bizi sürekli içine alıyor Korunacak bir yer arıyorum kendime Ortalık gece gibi karanlık Buz parçaları kamçılıyor yüzümü Ciğerlerim yanıyor, nefes alamıyorum, düşüp kalıyorum

Bir an garip sesler duyuyorum Sazların arasında birileri geziniyor Ölmemiş olduğumu daha yeni fark ediyorum Kayız'ın kıyısında yatmaktayım hala Birden savaşın dehşet dolu sahneleri geliyor gözlerimin önüne Gözümü açamıyorum Yüzümde bir sıcaklık Buz tutmuş yanaklarımı yalıyor birisi Beni kıyıya çekmeğe çalışıyor Gözlerimi açtığımda bunun bir kurt olduğunu anlıyorum Onunla bir an göz göze geldik Kanlanmış gözleriyle bana bakıyor, sevgiyle yalıyordu Beni kurtarmaya gelmiş bir kardeş gibi Bakışlarında hiçbir kötülük yok Hareketsiz yattım orada Beni koklamasına, ayaklarıyla beni çevirmesine ses çıkarmadım Sönmek üzere olan gözlerimle baktım sadece Kurt sürüsü delik deşik edilmiş meydanda bir süre gezindikten sonra, gölün puslu derinliğinde kayboldular

Kurtlar tepelere doğru çekilince, yerimden zorlukla doğrulup, göle doğru yürümeye başladım Osman Batır'ı ve Azapay'ı sanki orada görecek gibiydim Yüz adım kadar düşe kalka ilerledim Keskin buz parçaları avuçlarımı ve dizlerimi yırtıyordu Tepemde fır dolayı kuşlar uçuyordu durmadan Uzakta bir karartıya ilişti gözlerim Kuşlar beni görünce aniden havalandılar Karnı deşilmiş beyaz bir at yana yıkılmış, orada yatıyordu Aç gözlü kuşlar, etleri didikliyor, barsakları çekiştiriyorlardı Yerde Azapay'dan kalan kırmızı bir boyun bağına ilişti gözlerim Onu yerden aldım, kalbimin üstüne yerleştirip, oradan uzaklaştım

Bir süre daha yapışkan karın örttüğü cesetlerin arasında gezindikten sonra, siper çukurlarındaki karanlık dehlizlere indim Kendime yetecek kadar yiyecek alıp, tüfeğimi omuzladığım gibi, aynı gün Kayız'ı terk ettim

****

Çocuklar büyüdü, gençler kocadı

Yeniden yavrular doğdu akında

Söyle ay, güneşe, çok mu yol kaldı,

Kavuşacak mıyız yoksa yakında

(Bir göç şarkısı)

Makay çölü dört yüz kilometredir Yaralı bedenimin acısını duya duya, bu kar, kum ve korku denizini tam yirmi sekiz günde aştım Bazen karanlıklar çevirdi önümü, bazen kurtlar Sağlam omzumda hurcum ve mavzerimle günlerce yol aldım Kurutulmuş, isli yılkı etinden yedim Susuzluğumu karla giderdim Uçsuz bucaksız düzlükleri dinlenmeden geçtim Yer yuvarlağının ıssız bir köşesinde unutulmuş gibiydim adeta Ruhum yaralı, bedenim yaralı, içim geride bıraktıklarımın acısıyla dolu, hep yürüdüm Osman Batır ve Azapay bir türlü gitmiyordu aklımdan Ağlamak istiyordum, ama bir türlü ağlayamıyordum Yurt hasreti daha şimdiden bütün benliğimi doldurmuştu Kar ve buzla kaplı çöl bütün mevcudiyetimi ezip yok etmesine rağmen, yaşama isteğimi ve kendime olan güvenimi yitirmeden azimle yürüyordum

Günler sonra gözlerimi bir kuytuda, sabah ayazının kemiklerimi sızlattığı, güneşin bütün ovayı aydınlattığı bir saatte açtığımda, yine Azapay geldi aklıma O benim ulaşılmaz güneşimdi, geceleri ayım, bana yol gösteren yıldızımdı Onu Kayız gölüne değil, kalbime gömmüş, yurdumu, sevdiklerimi, geçmişimi ve özlemlerimi ise Makay çölünde bırakmıştım Yepyeni bir hayat uzanıyordu önümde Kalibek'in akevlerini uzaktan görebiliyordum Hayat bütün sıcaklığıyla beni çağırıyordu orada Kadınlarımızın şefkatli elleri kurtaracaktı beni

Bilmediğim nice yerler geçtim Uzaktan kurt sürülerinin geçişini, Toknor'da yeri sarsan kulan sürülerini, sarlukları ve corgaları seyrettim Yollarda parçalanmış cesetler gördüm Makay acımasızdı, hiçbir canlıya yaşama hakkı tanımıyordu Kar ve kum fırtınasını göğüsleyerek, Gasgöl'de açan çiçekleri, şırıldayan suları hayal ederek, azimle yürüdüm Önümde Toknor, sağımda Kunlun'un karlı dorukları olduğu halde hep batıya doğru yürüdüm Ve bir sabah vakti, Mart güneşinin dağların ardından yükseldiği bir saatte oraya vardım Unuttuğum kuş seslerini duydum orada

Bir kayanın kuytuluğunda yorgunluktan uyuyakalmışım Aşağıdan, dört adamın, terkilerinde yükü hayvanlarıyla bana doğru yaklaştıklarını gördüm Avdan dönen dört kazak genciydi bunlar Sarluk ve corgaların kanlı başları sallanıyordu üzengilerin yanında Yüklü atlarını çekip getiriyorlardı Bir sarluğun ağır gövdesini ise geride bir başka at çekiyordu

Kalbim bir an sıkışır gibi olduysa da, kendime hakim olmaya çalıştım Göğsümde büyük bir sevinç yumağı oluştu Soluğum kesildi Bir an dilim tutuldu, Kazaklara seslenmek istediysem de, sesimi duyuramadım Onlar kendi aralarında, Lopnor'u nasıl geçtiklerini, geriden gelenlere nasıl yollar hazırladıklarını, gölün ortasındayken buzun kırılıp, insanların ve hayvanların sulara nasıl gömüldüğünü anlatıyorlardı birbirlerine

Göç bütün ağırlığıyla dağların arasına sıkışıp kalmıştı Akevlerin arasında daracık, çamurlu yollar uzanıyordu Kapıların önünde kül ve gübre yığınları göze çarpıyordu Mart güneşi ara sıra yüzünü gösterse de, çadırların üstünden hala dumanlar yükseliyor, kuş cıvıltılarına ağlayan çocuk sesleri karışıyordu Daha buna benzer nice soğuk geceler geçirmişti kafiledekiler Savan'dan kalkıp, Kızılözen, Tasırkay'a, Manas ve Tarım nehirleri üzerinden Karatav ve Kökülük yaylasını geçip, Turfan'ın uzağından Toksun'a gelinmiş Orada mola verilmiş Sonra, Karakızıl, Kurt dağlarını aşıp Lopnor'a akan Tarım nehri boyunca on beş kilometre yürüdükten sonra Lopnor'a varılmıştı

Kış, ocak ayı ve gece Göl donmuş, bütün görkemiyle dipten uğulduyor Kafile temkinli adımlarla, bir pus denizinin içinde kendi yolunda ilerliyor Çatırtılar, şakırtılar kopuyor arada Biniciler atlarının önünde ilerliyor Kalın çapanı sırtında, tilki tüyünden börküyle en önde Kalibek Hakim gidiyor On adımda bir duruyor, yanındaki seriklere buyruk vererek kafilenin ses çıkarmamasını istiyor Kulağını yere dayayan ak yüzlü, yakışıklı bir yiğit dipten bir çatırtının olduğunu söylüyor Kalibek, göçün geniş bir sahaya yayılmasını emrediyor Kafile ikiye ayrılıyor Ve sonra dev buz kütleleri kırılarak ayırıyor onları Lopnor'un derin tuzlu sularında çığlıklar kopuyor İnsanlar, ve hayvanlar yuvarlanıyor suya Kurtarabildiklerini alıp, tekrar yola koyuluyorlar Yollar ise, ancak üç ay sonra birleşiyor

Buz bıçak sırtı gibi keskin Lopnor acımasız

Sonra kırk yiğit, göç yollarını işaretlemek için omuzlarında toprak dolu çuvallarla yola düşüyor Birinin torbasındaki toprak bitince diğeri başlıyor Ve Lopnor nihayet merhamete geliyor, buzlu yollar aşılıyor

Sabah güneşi altında Taklamakan uzanıyor önlerinde Yarılmış, dev tuz çukurları geride kalıyor Ölenler, donmuş toprağın bağrına yatırılıp, üstleri buz ve tuz parçalarıyla örtülüyor Sular koyu gri ve zehirli; susuzluk kurutla gideriliyor Buz, ayaklarını bıçak gibi kesiyor Bukağılıklarına kadar tuza gömülen atların derileri soyuluyor Yol boyunca yüzlercesi geride kalıyor Bu şartlar altında, Taklamakan tam yedi günde aşılıyor

Uzakta Gasgöl, Şubat soğuğu acımasız Çin saldırıları hayat tanımıyor Yol boyunca nice çarpışmalar oluyor Kazak göçü dağlara sığınıyor Sayı, her geçen gün azalıyor Kayalıklı yamaçlarda, kış rüzgarlarının ve kurtların uluduğu dağlarda dinlenmeden günlerce yol alınıyor

Sonra bahar geliyor Bıldırki otların ve yeni göveren çayırların üstüne çiy düşüyor Kuytu köşelerde kar birikintileri var hala Çam iğnelerinden sular damlıyor Gasgöl'e güneş doğuyor Savan ve büyük Türkistan artık çok uzaklarda Gözler yaşlı, dalgın, hülyalı Geride bıraktıklarını, ana yurdu düşünüyor herkes Tarbağatay dağlarını, Altay dağlarını Kazak göçü bezgin, yorgun, yürekleri yakınlarının acısıyla dolu, tam sekiz ay orada konaklıyor

Tibetlilerin, ve Çinlilerin saldırılarına maruz kalıyorlar zaman zaman Nur Koca Batırlar, Sabikanlar, Mörtikanlar, Adanbaylar, Musakanlar Kulun avlamaya çıkan yiğitler Çin karakollarına baskınlar düzenleyip, ölümü hiçe sayanlar Göçe güvenli sahalar oluşturmak için, mavi göğün altında savaşıp, yıldızların altında gecelediler ve sonu gelmez yolculuklarına devam ettiler

Yollar, yine kesildi Yaşama hakları zorla alınmak istendi ellerinden Direndiler Karanlık vadilerde nice çatışmalara girdiler Dünyada en çok ezilen ve sömürülen ırklarının kurtuluşu için kanlarını akıttılar Karanlıktan aydınlığa, hür dünyaya doğru ilerlediler

****

Taklamakan çölünün güneyinde ulu, zirveleri karlı Himalayalar uzanır Dünyanın bu en yüksek sıra dağları, Bengal körfezinin sıcak rüzgarlarını güneyden bıçak gibi keser Kuş sürüleri bile zor geçer üstünden Sıra dağlar boyunca uzanan ve etekleri örten sis bulutlarının üstünde güneş bütün ışıltısıyla süzülür tepede Kar yığınları üstünde bin bir ışıltısıyla bir kristal akıntısı oluşur Burası bambaşka bir dünyadır Sessiz, büyüleyici ve ürpertici Yamaçlarda rüzgarlar On bin yıllık granit tepeler sıralanır birbiri sıra Vadiler, yaylalar, dik ve derin uçurumlar Her şeye meydan okurcasına, ağır, hantal kara kitleleri, Himalayalar

Ben göçe işte orada katıldım Beni Kalibek'in huzuruna çıkardılar O gün öncüler ve artçıların hepsi oradaydı Son bir kez kendilerini takip eden kızıl Çin birliklerine baskın yapıp, onları imha ettikten sonra büyük göçü başlatacaklardı Önde dağların, sıra dağların anası Himalayalar uzanıyordu Beş bin, altı bin metre yüksekte Tibet yaylalarını aşıp, Mongol köylerinin içinden Kaşmir'e doğru gidecektik

O gün, yine bir çatışmayla açtım gözümü Güzel bir Kazak kızı devesinin üstünde, bir ezgi tutturarak kırlara açılmıştı Beni görünce ürküp kaçmak istedi Birden tepenin eteklerinden patlamalar duyuldu Akevler aceleyle toplandı, panik içinde kaçışmaya başladılar Kızın devesi ürküp, düşmanın olduğu tarafa doğru kaçmağa başlayınca, kız, devesini zorlukla durdurup, çöktürdükten sonra hızla uzaklaştı oradan Göç perişan, dağlara doğru kaçıyordu Bir aile çatışmanın tam ortasında kaldı Bunlar, Kalibek'e bir çok savaşçı veren Tasbikelerdi Tepenin gerisinde ölümüne bir çatışmaya girmiştik Kadınlardan yaşlılardan yine ölenler oldu o gün Omarbay gözünden yaralandı Oğlu Sabikan'ı işte ilk kez orada tanıdım Babası, akan gözünü sağ elinde tutuyor, parmaklarının arasından kan sızarak, ortanca oğlu Sakan'ı soruyordu

Çatışmalar kesilince Sakan'ı bir kayanın arkasında bulduk Naşını oraya defnettikten sonra, Nakşa'ya doğru yola çıktık

Nakşa, hayırlı işlerin yaşandığı bir yer oldu bizim için Kalibek Hakim, orada bütün gençlerin toplu olarak nikahını kıydı Arkadaşım Sabikan'ı, kendi yeğeniyle nikahladı Kızın adı Kalıya idi İlk bakışta bana Azapay'ı hatırlatan, ince belli, çevik ve olağanüstü güzellikte bir kızdı Sabikanla gizli gizli severlermiş birbirini Tam on dört çiftin nikahını aynı anda kıydı Kalibek Hakim Kızların hepsi daha küçük, delişmen ve henüz on üç on dört yaşlarındaydı O gece hepsini yeni ailelerinin çadırlarına gönderdi Kendi kızı sayılan Kaliya'yı da gönderdi çadırına Kalıya, ayağında nefis siyah çizmeleriyle ve kendi evinden getirdiği bir kat yorganıyla, bir bezle ayrılan bölmesinde yattı o gece Ertesi gün de dayanamayıp, tekrar baba evine döndü Şimdi elimde onun Kalibek Hakim ile, bir Amerikan dergisi için çektirdikleri fotoğrafları duruyor

Nakşa'da kızıllar önümüzü bir kere daha kesti Biz artık bitmiştik Kalibek'in üç bin kişilik göçünden şimdi neredeyse beş yüz kişi kalmıştı Bizden önce yola çıkan Böke Batırların, Zayif ve Elishan Taycilerin güzergahını takip ediyorduk Nakşa'da üç ayrı zamanda üç ayrı çatışma olduğunu daha yeni anlıyoruz Sonra zorlu Tibet yolculuğumuz başlıyor

Tibet yolculuğu çok zor geçti Çinlilerle iş birliği yapan, bizimle ilgili bilgileri onlara satan bir çok Tibetliyi gözümüzü kırpmadan öldürdük Tam bir ölüm ve savaş makinesi olup çıkmıştık Ata, silaha ve deveye ihtiyacımız vardı Yolda kırk kişilik bir Çin karakolunu bastık Sürünerek yaklaştık oraya Kırkını da öldürdük Karakoldaki kırk ata, yirmi deveye ve bütün silahlara el koyduk Sonra yolumuzun üstündeki bir başka karakolu basıp, orada da otuz beş Çin askerini öldürdük Hürriyete uzanan yoldaki bütün engelleri bir bir ortadan kaldırıyorduk Artık mühimmat açısından zengindik Rus yapısı beş atarlar, altı atarlar, tabancalar, kaleşnikoflar ve hatta ağır makinelilerimiz bile oldu Şeritliler, makaralılar gün boyu öterdi Ağır makineli suluklarında sular kaynardı

Ama biz, yurdundan kovulan ve sömürülen, mazlum bir halk olarak, hürriyetimiz için ne kadar inançlı isek, Çinliler de bizi takipte o kadar inatçıydılar Ölümüne bir kavgaya tutuşmuştuk Çinliler öldürmekle bitmiyordu Arkadaşım Sabikan'ın kardeşinin, kayalar ardındaki cesedinin halini gördüğümde bu mücadelenin daha uzun süre devam edeceğini anlamıştım Savaş dışı güçsüz insanların, ateş yağmuru altından uzaklaştırılması ise, başlı başına bir müşkülattı bizim için Onlar sonu gelmeyen bu savaşın en çok acı çeken kesimini oluşturuyorlardı Himalayalar'daki yüksek irtifada, oksijen azlığından vücudu küp gibi şişen ve bir gecede patlayarak ölen nice masum çocuğa, kadınlara ve yaşlılara rastlamıştım Ah o ne feci şeydi? Ani gelen bu ölümden kurtulabilmek için, çocukların idrarını bile içmek zorunda kaldık Taklamakan'da susuzluğumuzu gidermek için atlarımızın kanını içen bizler, şimdi de çocuklarımızın idrarını içiyorduk Ve o zorlu yolculuğu şimdi salim kafayla düşündüğümde, şunu apaçık görüyorum ki, hiçbir millet, hürriyet ve istiklal için bizim kadar bedel ödememiştir Büyük Türk milletinin tarihinde, bu türden sayfalara çok rastlanır Bunu yazanlardan biri de bizdik Acı çektiğim o yılları, şimdi hayatımın şeref sayfaları olarak kabul ediyorum Yarın Huzur-u İlahi'de, bütün beşeriyet görecektir bunu

En ağır kaybı Hindistan, Jumhu-Kaşmir hududunda verdik Uygur tercümanımız aracılığıyla hudut görevlilerine dilimizin döndüğünce durumumuzu anlatmaya çalışıyorduk Fakat perişan halimize aldanıp, bizim özgürlük savaşçıları olduğumuza bir türlü inanmıyorlardı Tibet yolculuğuna başlarken beş yüz kadar olan sayımız şimdi iki yüz yirmi beşlere kadar düşmüştü Bunun yarıya yakını ise savaşamayacak kimselerden ibaretti Artık yolun sonundaydık ve daha fazla ilerlememize imkan yoktu Hudut görevlilerinin sayısı ise birden üçe beşe katlanmıştı Gerimizde düşman tazyiki, önümüzde dikenli teller ve silahlarını bize doğrultmuş onlarca Hint askeri vardı Ne yaparsak yapalım kendimizi anlatmakta aciz kalıyorduk Ama heyecanımızın doruğa çıktığı bu günlerde düşman hiç boş durmuyordu Huduttan birkaç kilometre içerde, tepelerin ardında savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu Göç ise, yaralı, hasta, aç, susuz insanlarıyla hür dünyanın kapısına dayanmış, insanlık adına yardım bekliyordu

Kalibek Hakim'in bu husustaki teşebbüsleri sonuç vermedi Biz ise tepelerin ardında ölümü göze alarak savaşıyor, düşmanı masum halktan uzak tutmaya çalışıyorduk

Artık dayanacak gücümüz kalmamıştı Bir akşam Kalibek Hakim'in çadırında toplanıp, zorla içeri girmeyi kararlaştırdık Ve o günün sabahında, bizden kat kat üstün askerlerin karşımıza dikilmiş olduğunu gördük Dört arkadaş, üstümüze çevrilmiş silahlara aldırmaksızın, atlarımızın sırtında huduttan içeri girdik Tercüman, son bir çabayla her şeyi anlatmaya çalışırken, yüzlerce mekanizmanın şakırdadığını, bir adım daha atmamız halinde hepimizin öldürüleceğini söylediler

Uygur tercüman durmadan sığınma ve iltica hakkımızdan söz ediyordu Neden sonra Sih başlıklı komutan, Uygur'u yanına çağırarak bir şeyler konuştu Adam yanımıza gelip, Sabikan'ın atının üzengisinden tutarak,

_Bunu onlara ispat etmeniz gerekiyor, dedi

Kasen dayanamayıp,

_Peki bunu onlara nasıl ispat edeceğiz, git öğren bakalım, dedi

Bu konuşan Kalibek'in büyük oğluydu Yakışıklı, ince, zayıf biriydi Yaşça hepimizden küçüktü Onu Kalibek'in ulağı olarak Kayız'da gördüğümü hatırlıyorum

Uygur bunun üzerine, hiç beklemeden,

_Savaşarak, diye cevap verdi "Savaştığınızı ispat ederek Öldürülen askerlerinin leşini, ya da kellelerini getirerek"

_Peki, her gün açıklardaki silah seslerini, çatışmaları duymuyorlar mıymış? diye, Mörtikan söze girdi bu sefer

Tercüman, getirecek olduğumuz kellelerin onlar için kafi olacağını söyledi

Eh, bu bizim için hiç de zor olmayacaktı

Hazırlandık ve otuz beş kişilik silahlı bir gurupla yola çıktık Bir o kadarımız da ihtiyat kuvveti olarak göçün yanında kaldı

O gün, işte, savaşın en kanlı gününü yaşadık Kalabalık bir Çin karakoluna öyle bir baskın verdik ki, şimdiye dek görülmüş şey değildi

Karakol uzaktan görünüyordu Askerler çevreye rast gele uzanıp yatmışlar, onlara yol gösteren birkaç Tibetli ise, atlarını yaymakla meşguldü Yer yer çatılmış silahları görüyorduk uzaktan Atları, atları birbirine bağlayan ipleri, havlayan köpekleri, yakılan ateşleri görüyorduk Ovanın ortasında net olarak duyabiliyorduk seslerini

Üç koldan yaklaşarak, bizi karakoldan saklayan kayalıklara kadar sokulduk Ve o gün acıma duygumuzu yitirmiş gibi, bir saat içinde tek bir kişi canlı bırakmaksızın orada hepsini öldürdük Sayıları bizim iki katımız kadardı Dördünün kafasını gövdesinden ayırdık Eğerlerimizde birer Çin kellesi sallandırarak, hududa yaklaştık Vahşet sahnelerini gören görevliler, bizi hemen içeriye aldılar

Ve o gün, orada, özgürlüğümüzü bu kesik başlar sayesinde kazandık Artık hürdük Yurdumuzu terk etmiştik ama, hürriyetimizi kazanmıştık

****

Bu defteri Devletkan Ata'nın o izbe kulübesinden getirip, okumamın üstünden tam beş ay geçti O güne kadar da benim bedbaht yaşantım eskisi gibi devam etti Bu satırları temize çektiğim şu karanlık Şubat gecesinde, odam ve bütün ruhum adeta bir bahar aydınlığıyla aydınlandı Bir adamın acılarla örülmüş hayatı bana örnek oldu Hayat boyu bütün değerlerini inkar eden Marksist biri olarak, bundan sonra tam bir Türk milliyetçisiydim

Benim için önemi çok büyük olan bu defteri katlayıp, karanlık geceye çıktım Kar ince ince yağıyordu dışarıda Uzakta çakallar uluyor, yarmanın içinden çıkan bir tren, karanlıkta akan bir ışık seli gibi, dumanını savurarak yine Ulukışla istikametine doğru gidiyordu

Mahmut YILDIRIM






Alıntı Yaparak Cevapla

Milli Hikayelerimiz|Masal Ve Hikaye Özetleri

Eski 10-24-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Milli Hikayelerimiz|Masal Ve Hikaye Özetleri




UZUN MAVİ YOL

(Kanavuç’un Yazgısı)

Ama sen benim gibi yaratılmadın asla

Rüzgarların kanatlarında uçmak için

(Will Carleton- 1911)

16 yüzyıl Osmanlı-Türk otağının, bütün Turan İlleri'nden İran'a, Batı Hint Adalarından şimali Afrika ve Akdeniz'e, Macar, Cermen, Leh ovalarından Kırım'a, Kazan'a ve Cenubi Rusya steplerinden Yemen'e kadar geniş coğrafyaları kapladığı ve dünya sulh ve nizamından Türk'ün sorumlu olduğu çağda, yer kürenin bir diğer köşesi Antilya'da, Apalaş dağlarının eteklerinde yaşayan yerliler, her yıl düzenledikleri Ergenliğe Geçiş Şenlikleri’nde gökten geldiğine inandıkları bazı müsveddeler buldular Athabaşka dilinden başka dil bilmeyen yerliler, anlam veremedikleri bu müsveddeleri alıp Reis Buka'ya götürdüler Buka, kağıtlara şöyle bir göz attıktan sonra, onları deri kılıfının içine koyup çadırının duman deliğine yakın bir yerine sokuşturdu

Apalaş dağları, gümüş kanatlı dazlak kartalların yuvasıdır Kartalların ve Cherokeeler'in ebedi ve kadim yurdu Yeni dünyanın bu ihtiyar sıra dağlarında, granit kitleler, yeşil vadiler ve dize varan ot denizinin dalgalandığı şeritler halinde yaylalar vardır Aphaçiler'e, Jikarillolar'a ve Cherokeeler'e yüz yıllarca ev sahipliği yapmış bu dağlar, huzur ve sükun bölgeleridir Karla örtülü zirveleriyle volkanik, tortullu kaya kitleleri kuzeye doğru uzayıp gider Florida sahil şeridinin batısında yine geniş Cumberland yaylası vardır Cherokeeler işte burada yaşarlar

Cumberland, yerliler için ana kucağı gibidir Kürk avcılarının, Gerçek Birlikçilerin, İspanyol, Portekiz ve Fransız kolonizatörlerinin, İngiliz-Anglikon sömürge işletmecilerinin ve onlara ait karakolların henüz el atmadığı bölgelerdir buralar Üzerinde besili ve benekli yaban atlarının ve buffalo sürülerinin yayıldığı verimli otlaklar uzanır güneye doğru Vadiler köknar, çam, ladin ormanlarıyla kaplıdır Okyanus rüzgarlarının uzağında, batıda yine geniş Mississipi ovası uzanır Burada yeşilin bütün tonlarını görmek mümkündür Aşağıda Mississipi deltası ve güneyinde büyük körfez yer alır Sonra ana kıtanın kızıl kalbine doğru yol alınır Burada kanyonlar, Kolombia Platosunu kaplayan bodur buğdaygil çayırları, pelin otu bozkırları, yağlı ve dikenli bitki denizi ve muazzam düzlükler vardır Toprak, kahverengidir burada, solgundur Kırmızı, sarı podzol toprakların bulunduğu başka sahalarda ayrıca, yarı tropikal kumullar dikkatinizi çeker

Apalaş dağları, yeni dünyanın doğudaki zirveleridir Mississipi, geniş ovaları sularken, toprağı acımasızca oyar Yükseklerde yağmurlar yağar, kar erir, toprak kabarır Bahar geldiğinde ırmağın debisi saniyede altı bin metre küpe kadar ulaşır Ohio da kabarır, Colorado Irmağı da Kıyılarında som balıkları, ton balığı yuva yapar Sonra birden Meksika körfezi karşılar sizi Burada Mississipinin sürükleyip getirdiği çamurlu sular ta açıklara kadar uzanır, bulandırır denizi

O yılın Ergenliğe Geçiş Şenlikleri'nde, Cherokee gençleri farklı bir yarış düzenlediler aralarında Ston dağına tırmanılacak, kartal yuvalarına erişilecek ve her yuvadan bir kartal yavrusu getirilip büyük jüriye sunulacaktı O güne kadar kimsenin tırmanmaya cesaret edemediği bu kızıl kayalıkların zirvelerinde kartallar yaşardı Ergenliğe Geçiş Şenlikleri’nde ilk kez denenen bu yarış, o güne kadar yapılanların da en zorlusu olacaktı

Gençler hazırlıklarını yapıp, dağın en sarp yerinden tırmanışa geçtiklerinde güneş zirveye varmak üzereydi Akşama doğru yüksekteki kartal yuvalarına ulaştılar Uçurumun başındaki dokuz yuvayı dağıtarak, Cherokee obasına dokuz kartal yavrusu getirdiler

Fakat, ertesi günün sabahında, hiç beklemedikleri bir şeyle karşılaştı Cherokeeler Kızılderili tepelerinin üstüne bir anda yüzlerce kartalın geniş kanatlarının gölgesi düştü Sarp kayalıklardan bu yana akın akın geliyorlardı Rüzgarın sesine karışan kanat vuruşlarını ve dalışa geçerken çıkardıkları tüyler ürpertici sesleri duyan Cherokeeler, derme çatma çadırlarından dışarı fırladılar Ortalık bir anda karıştı Erkekler sağa sola koşturuyor, kadınlar çığlık çığlığa yavrularını arıyorlardı Kartallar sağlam deri parçalarından yapılmış tepeelere gökten yıldırım gibi dalıyor, hareket eden her şeye saldırıyorlardı Atlar koşturuyor, sürüler ovaya doğru yayılıyordu Sonra bir toz bulutu kapladı ortalığı Rüzgar tozu toprağı kaldırıyor, iri iri burgaçlar tepeeleri kökünden sarsıyor, kadınların çığlıkları at kişnemelerine karışıyordu Erkekler oklarını, yaylarını alıp etrafa dağılırken, kadınlar çocuklarını tepeelerin içine saklamaya çalışıyorlardı Sonra birden ortalık duruldu, rüzgar kesildi Kartallar gökyüzüne çekildi Gökte bir süre daha dönüp durdular, sürüden birkaç keçi yavrusunu kaptıktan sonra da, iri bir kartalın öncülüğünde gözden yittiler

Cherokeeler, böylesi bir saldırıyla ilk kez karşılaşıyorlardı Ve çok geçmeden yerin hakimi Apalaşlılarla, göklerin hakimi kartallar arasında benzeri görülmemiş bir savaş başladı Mücadele insan ve hayvan arasında olsa da, savaşın bütün kuralları burada da işleyecekti

Cherokeeler için ilk acı haber birkaç gün sonra geldi Cherokee obalarının az uzağında, meşe koruluğunun içinde, yerli bir kadın tek başına bir erkek çocuğu dünyaya getirdi Genç ana yerde bitkin halde yatarken, bebek dişi bir kartal tarafından kaçırıldı Kadın bebeğini göremedi Gökte birkaç kartalın süzüldüğünü gördü, o kadar Göz yaşlarına boğulan talihsiz anne, perişan halde obaya döndü ve olanları büyük Reis Buka'ya anlattı Buka bunun üzerine, Apalaş semalarında görülen bütün kartalların öldürülmesi emrini verdi Ve kartallarla Cherokeeler arasındaki savaş, asıl ondan sonra başladı Cherokee erkekleri, oklarını, yaylarını, baltalarını hatta tüfeklerini de alıp etrafa dağıldılar Dört bir koldan bebeğin izini sürdüler En sarp kayalıktaki yuvalara kadar her köşeyi gözden geçirdiler Ama nafile, bebeğin izine rastlayamadılar

O yılın Ergenliğe Geçiş Şenlikleri bir anda, yas ayinine dönüşmüştü Cherokeeler şimdi kan ağlıyor, tepeelerin üstünden ağıtlar yükseliyordu Nihayet avcının biri, içinde, bebeğe ait eti sıyrılmış birkaç kemik parçası bulunan bir torbayla çıkageldi Kemikleri Reis Buka'nın önüne koydu Bu acı olay bütün Cherokee obalarını yasa boğdu ve üç gün yas ilan edildi

Kadınlar hep bir ağızdan ağıtlar yaktılar

Reis Buka, ertesi gün en gözde avcılarını yanına çağırdı Gökte tek bir kartalın dahi uçmaması hususundaki kati emrini tekrarladı

Ve avcılar vadilere yayıldılar

Tuzaklar kurdular Ovalara, el değmemiş kuytu köşelere kadar gidildi, görünen bütün kartallar öldürüldü, leşleri tepe gibi yığıldı

Fakat tam bu günlerdeydi ki, son bir olay herkesi şaşkına çevirdi Beklenilen bir durum değildi bu Vadide kartal avına çıkmış bir gurup Cherokeeli avcı, ölü kartallarla obaya dönerken, uzaktan birkaç silah sesi duydular Hep birden o yana koşturdularsa da, bir şey göremediler Patlamalar anlaşılan çok uzaktan gelmişti Ormanın ve çıplak ovayı örten sis bulutunun gerisinde bir şeyler oluyordu ya, bu onları ilgilendiren bir durum değildi

Bir anda, başlarının üstünde yaşlı bir kartalın dönüp durduğunu gördüler Kara, kıvrık tırnaklı pençelerinin arasında tuhaf bir cisim taşıyan bu hayvan, yaşayan son kartaldı belki de Hep birlikte yaylarını sıyırdılar Oklarını kertiklerin içine yerleştirdiler Demrenleri balık süyüğünden yirmiye yakın ok, güneşin parlak ışıkları altında ışıldadı Yaylar çekildi Oklar keskin bir ıslık sesiyle gökyüzüne fırlatıldı Kartal, cansız, kara bir leke gibi birden dalışa geçti Geniş bir kavis çizdi, havada süzüldü, gitti, bir huş ağacının çıplak dallarının arasına düştü Bedenine üç ok saplanmıştı Kıvrık tırnaklı pençelerinin ucundan kan damlıyordu

Avcılardan biri bir ok daha salladı kartala Kartal yere düştü Pençeleri arasında sıkı sıkı tuttuğu deri kılıfı açıp baktıklarında, içinde dağınık müsveddelerden oluşan bir defter buldular

İçlerinden biri, defteri deri kabıyla birlikte kuşağının arasına soktu Kartalın leşini de alıp, Büyük Reisin huzuruna çıktılar

Buka, deri kılıfı açtı, kağıtları inceledi, yazılara dikkatle baktı Athabaşka dilinden başka dil bilmeyen yerlilerin bunu anlaması mümkün değildi Öyle olsa bile Reis Buka'ya göre bütün bunların bir anlamı olması gerekti İçinden gelen ses bunun böyle olduğunu söylüyordu Yazıda bazı mesajlar olabilirdi Buka, buna bütün kalbiyle inanmak istiyordu Yazıların kendi göklerinden ve yine kendi avcıları tarafından bulunmuş olması, Tanrı’nın bunu Sherokeeler'e gönderdiğinin en büyük deliliydi Tanrı bunu böyle uygun görmüştü ve belki de onlarla konuşmak istiyordu Evet, bunlar kutsal yazılardı ve kendi kabilesine indirilmişti

Peki bu kağıtlarda neler yazılıydı? Bunu büyük suyun sakini beyaz adama sorsalar mıydı? Buka, durdu düşündü Bir şey yapamayacağını anlayınca dağınık müsveddeleri tekrar kabına koydu, onu da alıp çadırının duman deliğine yakın derilerin arasına sokuşturdu

Sonra, dışarıya çıkıp kendi kabilesine şu söylevi verdi:

- Gök bizi ikaz ediyor kardeşlerim Kartalların yurdunda onlara karşı savaş açtık Öldürdük onları, yuvalarını dağıttık, yavrularını boğduk, nesillerini kuruttuk Yanıldığımı daha yeni anlıyorum Bunun böyle olmasını istemezdim Asıl düşmanımıza ne oldu bizim? Yoksa onu unuttuk mu? Biz Cherokeeler, bu dağlarda, boz yeleli kurtlarla nasıl yıllarca barış içinde yaşadıysak, göklerin lordu kartallarla da iyi geçinmeliydik Bunu yapmakla batağa saplandık Gökteki Ay Tanrı'yı gücendirdik Oysa onlar bizim en yakın dostlarımızdı Merhamet en büyük hasletimizdi bizim, ne oldu da yolumuzdan saptık?

Atalarımızın yolundan ayrılmayalım İnançlarımızı, hasletlerimizi unutmayıp, bize sığınan kardeşlerimizle birlikte beyaz adama karşı savaşmaya devam edelim Yurdumuza sahip çıkmanın tek yolu bu Bize kabul ettirmek istedikleri inançlara itibar etmeyelim Onlara uyanları ise aramızda barındırmayalım Onlar bizden değildir artık Savaşçı kimliğimizi, acıma duygumuzu, konuk severliğimizi, ırkımıza inancımızı, kabilemize olan sadakatimizi yitirmeyelim

Tanrı bizi savaşa davet ediyor kardeşlerim Biz, buraların sahipleri, topraklarımızı beyaz adama karşı sonuna kadar savunacağız Onları Apalaşlara sokmayacağız Kölelere, tutsaklara, kısaca uzak diyarlardan getirilen bütün mazlumlara kucak açıp, daha da güçleneceğiz Onlara karşı hoş görülü olacağız Ama düşmanlarımıza acımayacağız Göklerin bizden istediği budur işte kardeşlerim

O günden sonra, birlikte hareket etme kararı alan Kızılderililer, büyük vadiyi işgal eden İngiliz-Anglikon sömürgecilerine karşı amansız saldırılarda bulundular Traverten ocaklarındaki tezgahları, malzeme depolarını, kol kuvvetiyle çalışan vinçleri, etrafa yayılmış asker barakalarını ateşe verip, barut depolarını havaya uçurdular

Bütün bunlar o yıl, Ergenliğe Geçiş Şenlikleri'nin yapıldığı günlere rastladı İki kölenin kaçışını takip eden toplu firar ise, bundan tam iki ay sonra yaşandı Jikarillolar, Akdeniz'den getirilen bir gurup köleyi bir başka kampa götüren İngilizlere sık bir fundalıkta öyle bir baskın düzenlediler ki, İngilizler neye uğradıklarını şaşırdılar Askerleri tek tek öldürdürerek, köleleri kurtardılar

Saldırı, meşe ağaçlarıyla kaplı sık bir korulukta yaşandı İngiliz askerleri ve subaylar acımasızca katledildi Baltayla kafaları kesildi, derileri yüzüldü Aynı günün akşamında yüz yetmiş kadar zincirli köleyle birlikte Cumberland yaylasına dönüldü Onlara geniş yurtluklar verildi, ayrı tepeeler açıldı, dostluklar kuruldu Ekmeklerini, etlerini ve atlardan sağdıkları sütü birlikte paylaştılar Çok geçmeden de yepyeni bir dille anlaşmaya başladılar Aralarında ortak kelimeler bile buldular

İki kardeşin yıllar sonra karşılaşması gibiydi bu

Reis Buka, birkaç gün sonra uzak diyarlardan gelen yeni dostlarını kendi görkemli tepeesinde ağırladı Zaferin şerefine toylar yapıldı, ziyafetler verildi Buffalo eti tepe gibi yığıldı ortaya Gecenin geç saatlerine kadar ateşlerin etrafında dans edildi Atların üstünde ellerinde ok ve yayları, ateşten meşaleleriyle tepeelerin etrafında dönüp durdular, yeni gelenlere dostluk gösterilerinde bulundular O gün Cherokeeler, Jikarillolar ve kurtarılan köleler kendi aralarında kardeşlik yemini ettiler Ve aynı gece yepyeni bir neslin temelleri atıldı Bodrak adlı, Anadolu'dan Çeşmeli genç bir denizci, Cherokee obalarının en güzel kızı Marama ile evlendi

Reis Buka, gecenin ilerleyen saatinde çadırının gizli köşesinde sakladığı yazıları getirip dostlarına gösterdi Kölelerden en genç olanı kağıtlardaki yazıları kamp ateşinin kızıl alevleri arasında okumaya başladı Bir taraftan okudu, bir taraftan ağladı Çünkü kendi karındaşları Kanavuç'un tuttuğu notlardı bunlar

Yıpranmış kağıtlarda ise, şunlar yazılıydı:

****

Gemimiz Antilya'ya doğru giderken tuttuğum notlardır:

Allah'a hamd olsun Allah'ın selamı Hz Muhammed'in üzerine olsun

Dünya geniş, insan az Colomb bile, Batı Hint adaları sandığı bu toprakları seksen sekiz kişiyle fethettiğine göre, biz iki yüz elli Osmanlı denizcisi neler yapmayız? Burası, Türk ırkının ve Türk varlığının kök saldığı yepyeni bir yer olacak, buna bütün kalbimle inanıyorum Geri dönüşümüz artık mümkün olmadığına göre, burada yepyeni bir Türk neslinin temellerini atacağız Esir pazarlarında veya çalışma kamplarında kızgın güneşin ve aşağılayıcı bakışların altında, zincire vurulmuş köleler olarak, hayat boyu yaşayamayız biz Buna her şeyden önce Türklüğümüz engel Şartlar ne olursa olsun, burada kendi varlığımızı herkese kabul ettirmeliyiz Yurdumuz çok uzaklarda kaldı artık Şimdi topraklarından zorla çıkartılan, nesilleri kurutulmak istenen yerliler ve kıtanın iktisadi zenginliğini sömüren Avrupalılarla bir arada yaşamak zorundayız Kader, bizi, kim bilir daha kimlerle karşılaştıracak? Ama biz iyilerden olacağız Mazlumdan yana, yine mazlumlarla birlikte hareket edeceğiz Şiarımız bu olacak İlelebet köle olarak yaşayamayız Her yerde, buraya daha önce getirilen karındaşlarımızı arayacağız Dünya biz Türkler için çok küçük Kader bizi yine uzak diyarlara savurdu Esaret hiç değilse bu yönüyle güzel

Bu karşılaşmayı hayal ederken her defasında heyecanlanırım Yollarımız belki de burada birleşecek Ölüme giderken insan yanında sevdiğinin olmasını istermiş Ben de yanımda yıllar önce kaybettiğimiz bu karındaşlarımızın olmasını istiyorum Gücümüzü birleştirdiğimizde kim bilir neler yaparız?

İşte bu duygular içinde limana doğru yaklaşıyoruz Ruhumu ezen esarete rağmen, o yandan esen rüzgarı içime çekiyor, geçmişe el sallıyorum Orada tanıdık yüzler göreceğim Dalgın bakışlarımı kalabalık limanda gezdirerek ve önümde açılan yepyeni hayatı düşünerek, bir köşede bu yazıları yazıyorum

Güverte uzun, geniş ve ıslak Akdeniz'den beri ikinci kez gün ışığına çıkartılıyoruz Temiz havayı içimize çekiyor, hayatta olmanın şaşkınlığıyla sağa sola bakınıyoruz Prangalar acı vermiyor artık Uzamış sakallarımızla, kirli saçlarımız, hırpani kıyafetimizle her şeye meydan okuyoruz Türk olmak ne kadar gurur verici bir şeymiş? Bunu şimdi daha iyi anlıyorum Yüreğimi dolduran gururum ve başımı döndüren hasretimle daha da güçlüyüm burada Rüzgar vuruyor yüzümüze Nemli ve soğuk bir rüzgar Kaftanlarımız şişiyor, saçlarımız uçuşuyor, ciğerlerimiz temiz havayla doluyor Ve o anda büyük bir uğultu yükseliyor güverteden

- Biz geldik Antilya, aç kapılarını!

Hep birlikte haykırıyoruz

Köleler dizi dizi indiriliyor gemilerden Ortalıkta çıt çıkmıyor Sırtlarda şaklayan kamçıların sesini duyuyoruz Küreklere asılmış esirlerin çıkardığı boğuk sesler içimizi ürpertiyor Güneş karşı dağların gerisinde batıyor; sıkıntılı, kızıl, puslu Kıyıda suların şırıltısı; köpüklü, hırçın Omurgası gıcırdayan gemimiz, yeşil suları yararak limana yaklaşıyor

Hayır, köle olamam ben Karındaşlarım da köle olamaz Güney Florida sahillerine yanaşan bir İngiliz gemisinin güvertesinde tarifsiz duygular içindeyim Bu, ıstırapların en büyüğü olsa gerek İlk fırsatta kendimi bir ağacın dalına asacağım Zulüm altında yaşayamam ben Evet öldürebilirim kendimi, fakat asla köle olamam Mağrur başım ve hayata bakışım engel buna Yıllarca bana kölelik yapanlara ben nasıl boyun eğerim? Hayır buna katlanamam

Karaya ayak basmazdan önceki ilk duygularımı gene de yazmak istiyorum Bunları bir yere kaydetmeliyim

Muhtelif zamanlarda tuttuğum notların en başına şu anki duygularımı yazıyorum Bahri Mağrip'in ortasında sular bizi sallarken ve fırtınaya tutulup cenuba doğru sürüklenirken bile yazdım Kaptanımız Sir Francis Drake'ın kamarasında, bütün müsveddeleri düzene soktum Bu fırsat bir daha geçmezdi elime Zamanı iyi kullanmalıydım

Biliyorum ki herkes bir gün unutulacak; tarihe kayıt düşenler hariç tabi ki Elime geçen her şeye yazıyorum Bir kağıt parçasına Bazen bir deriye, hatta taşlara, parşömenlere Bütün bunları milletime armağan edeceğim En baş sayfaya ise, Muhiddin Piri'nin şu sözlerini yazdım Ne de olsa o bizim üstadımızdır

Unutulur yazmamakla bir nişan

Anın için gördüğüm yazardım

Yani tekrar varmak olursa ana

Pes gerekir yazıla daim işan

Yazar idim bahri kim gezerdim

Bile idim taş sığlar ne yana

Onun ruhu şad olsun!

Ben ve iki yüz elli karındaşım, Bahri Mağrip'in ortasında, Antilya'ya doğru giden bir gemide köleyiz Unutulmak bizim için artık mukadder Unutulmak o kadar acı ki, bunu kabullenemiyorum Yazılar hayata bağlıyor beni Bunu bırakamıyorum Bana bu imkanı sağladığı için Sire minnettarım

Yeni kıtada bizi nelerin beklediğini görür gibi oluyorum Türk denizcileri olsak da, dünyanın diğer taraflarından getirilen kölelerden hiçbir farkımız yok Biz de onlar gibi esir pazarlarında satılacağız İyiler ve kötüler, zalimler ve mazlumlar var yalnız burada Biz ise ezilenlerdeniz Bu gerçeği bir gün değiştirebilecek miyiz acaba?

Dün akşam bunu, Sir Francis Drake ile uzun uzun konuştuk Bizim de diğer talihsizler gibi ağır bir esarete mahkum olduğumuzu, kendisinin bile bunu değiştiremeyeceğini söyledi bana Ama ben, gene de şanslıyım Onun kamarasında ve ona ait masaya oturmuş bu yazıları yazıyorum

Yalnızlık ve kökünden koparılmışlık, artık hepimizin alın yazısı Ben önceleri kendimi diğer insanlardan daha yalnız hissederdim Ama bunlar artık geride kaldı Herkes eşit burada Ayaklarımızdaki paslı zincirler, demir halkalar, sırtlarımızda taşıdığımız ağır kalaslar, önümüze konulan çavdar lapası hep aynı Derin karanlık güvertemiz, tahtaları hatta etimizi kemiren sıçanlar, uzandığımız pis ranza, kaygan zemin, üstüne bastığımız kusmuk ve hatta hacet kovalarımız bile aynı Kanayan diş etlerimizle birbirimizin yüzüne bakıp gülüyoruz Biz esirleriz Esaret bir tek Türkler için gülünç oluyor

Ailelerimize gelince, onlar çok uzaklarda kaldı artık Benim arkamdan ağlayacak kimsem de yok zaten İtil kıyıları hepsinden uzak Oralar nasıl da sessizdir şimdi Köyümün sokakları ıssız, terk edilmiş Anam da çoktan ölmüştür belki

Ama Mamatay başka, o yaşıyor Eyüp sırtlarında yollarımı gözlüyordur Onu düşünmeden edemiyorum Evet, arkamdan göz yaşı dökecek tek kişi o O halde, bu satırları ona ithaf edebilirim Sesimi rüzgarlara verip ona gönderebilirim

Merhaba Mamatay!

****

Don-Volga kıstağında çadırımın içinde tuttuğum notlardır:

Allah'a hamd olsun Allah'ın selamı Hz Muhammed'in üzerine olsun

Adım Kanavuç İtil-Ural Tatarıyım Anam evimizin samanlığında doğurmuş beni Göbeğimi dişleriyle kesip, deri bir kınnapla bağlamış Sonra beni bezlere sarıp bir köşeye bırakmış Fakat ciğerlerime hava dolmayınca, anam telaşlanmış Parmağını ağzıma sokmuş, yine ağlamamışım Sıkılı avuçlarımı açmış sonra, bir de ne görsün; bir kan topağı Adımı Kanavuç koymuş

Ana, adımı sen koymuştun hani Avuç içi kınalım derdin bana O kına değil, kan olsun O kan babamı öldürenlerin kanı olsun Rusun kanı, Kossakın kanı olsun Kabzamdan aksın, bileklerimden süzülsün, toprağa düşsün Bu kan yüreğimi tutuşturan ateş olsun Milletimin ve talan edilen topraklarımın kurtuluşu olsun Acı çeken ruhumun tesellisi olsun

Geriye dönüp baktığımda her defasında bir nehir görüyorum Bu, İtil olmalı Hayalimden silinmeyen tek görüntüdür bu Boğulmak üzere, üstü buzla kaplı bir ırmağın derinliğinde çırpınıyorum Yukarıda solgun gün ışığı; aydınlık ve hayat dolu, beni kendine çekiyor Buzu alttan kırarak gün ışığına çıkıyorum Soğuk dayanılmaz, iliklerime işliyor Ve nihayet suyun üstündeyim Ciğerlerim havayla doluyor

Hayattayım

Çoğu geceler bir köşeye kıvrılıp yattığımda hep bunu görürüm Bu, doğumumla ilgili bir görüntü mü, yoksa unutamadığım bir rüya mı? Bilemiyorum En uzak noktada gözlerimin önünde canlanan tek görüntü bu Bana vücut veren anam değil de, sanki nehirler, denizler ve okyanuslarmış gibi, rüyalarımda hep suyun içinde çırpınırken görürüm kendimi Onun içindir ki, İtil'i unutmam Kama'yı da Biri anamız diğeri sevgilimizdi Kama, ana nehir İtil'e dökülürdü Köyümüz Kama'nın İtil'e döküldüğü dirsekte yer alırdı İkisini de severdik Mutlu günlerimizde kıyısında koşturduğumuz nehirlerdi bunlar Sazlar hışırdardı kıyısında İtil'in Dört nala giden bir yılkı sürüsünün rüzgarda savrulan yelesi gibi, dalgalar birbirinin üstünden aşar, ak köpükleriyle kayalara çarpardı Çakılların üstünde sular oynaşır, yanıp sönen kumlardan gözlerimiz kamaşırdı Sazlıkları, başımızın üstünde çığlık çığlığa uçuşan kuşları unutamıyorum

Sonra atlarımıza biner, yarış yapardık Doru, al, kır, kurt kulası atlarımıza

İtil'i unutamıyorum Çusovya'yı, uzak Ufa'yı da Ama Kama benden biriymiş gibi, hep sevdim onu Nehrin ortasındaki adacıklar geliyor gözümün önüne Hep bir yana bükülen yemyeşil sazlarıyla, sıra sıra adacıklarıyla, Kama sevgilimizdi bizim Kayıklara biner, şarkılar söyleyerek giderdik oraya Işıltılar saçan kumların üstünde yatar, hülyalara dalardık Sazların üstünde kuşlar dengelenir, biz balık avlardık Akşamları sert rüzgarlarla boğuşurduk Sular kabarır, kararır, köpüklenirdi Dalgalar yine uzaktaki kıyıları döverdi Nehrin uğultusu ürkütürdü bizi Dipte kükreyen bir devin olduğunu sanır, korkardık

Köyün az uzağında bir bataklık vardı Su burada kışın durulur, açılır, üstte ayna gibi parlardı Yazın ise fokurdar, ekşir, kokardı Sular bataklığın ortasına çekilir, bir avuç kalırdı Otlar da sararırdı, sazlar da Diz boyu kuru otların içinde beygirlerimizi yayardık Ot, halı gibi yumuşacık olurdu altımızda, biz yere uzanır, göğü kaplayan yağmur bulutlarını seyrederdik Kıyıyı döven köpüklü dalgaların bitmeyen şarkılarını dinler, hayallere dalardık

Ah, o mutlu günlerim hiç çıkmıyor aklımdan

Sonra savaş başladı, mutlu günlerimiz sona erdi Köyümüze uzak diyarlardan bölük bölük atlılar gelmeye başladı Bizim köy, büyük köydü Babam tepeden tırnağa silahlar kuşanmış bu adamları evimizde misafir eder, geniş avlumuza ziyafet sofraları açtırırdı Savaşçılar kendi aralarında konuşurlar, hararetle tartışırlardı Biz olup bitenlerden hiç bir şey anlamazdık Evin geniş bahçesine çıkar, kısa bacaklı, kalın boyunlu Tatar atlarını seyrederdik Tahta eğerler binilmekten nasıl da kayganlaşmıştı öyle? Koşumları sağlam olurdu Öldürülen her Rusun ve Kossakın kanıyla cilalanmış gibiydiler Onlara biner, oyunlar oynardık

At çulları ekşi ekşi kokardı duvar diplerinde Bellemeleri de öyle Keçeden dokunmuşlardı ve oldukça süslüydüler Yanlarında kımız dolu torsuklar, kurutulmuş çiğ et bulunan torbalar ve sadaklar asılı dururdu Yürürken deri çizmeleri gıcırdardı savaşçıların Ayaklarının altında kar kütürderdi

Savaşçılar, Tatar savaşçılar Hayallerimizi süsleyen masal kahramanlarıydı onlar Okları ve yaylarıyla, kargıları ve tüfenkleriyle bizi büyülerlerdi At sidiğine batırılmış göğüslükleri, meşinden zırhlarıyla, eyer kaşları güneşte parlayan destan kahramanlarıydı onlar

Evimizden hiç eksik olmayan bu Mirzalar, köye inen toprak yoldan akın akın gelirlerdi Uzak köylerden, kasabalardan hatta Urallar'ın ötesinden, Sibir ülkesinden bile gelenler vardı aralarında Bunlar Sibir Tatarlarıydı Yermek'in askerlerine, Çarın haraç toplayıcılarına, kürk tüccarlarına ve Rus avcılara karşı savaşırlardı Uçsuz bucaksız, el değmemiş Sibirya'yı korumak için kanlarını akıtırlardı Urallara, Batı Sibirya'nın bereketli nehir boylarına ve tundralara geçilmez setler oluştururlardı Türkün uzak diyarlardaki bekçileriydi onlar

Dağlarda, ırmak boylarında ve uçsuz bucaksız ovalarda savaştıktan sonra, köyümüze dönerlerdi Burada yer içer, dinlenir, atlarını doyurur, şafak vakti tekrar yola çıkarlardı Bazen ganimetlerle döndükleri olurdu Ama bize göre şeyler değildi bunlar Rus yapısı silahlar ve toplar getirirlerdi Kadanaların çektiği bu topların tekerlekleri taşların üzerinde takırdar, yollarda derin çukurlar açarlardı

Babamı da götürürlerdi yanlarında Bizim kurt kulası at en başa düşer, Kuçum Han'ın atının boynuna diş atardı Takırtıları ta karşı sokaklarda yankılanırdı Onlar gittikten sonra da köyümüzün sokakları birden sessizleşirdi

Upuzun saçları, vahşi bakışlarıyla babamı hatırlıyorum şimdi Geyik derisinden yapılmış belden büzgülü, uzun bir çapan giyerdi Başına astragan kalpağını takar, kaşlarının üstüne yatırır, tahta eğerinin üstünde bir heykel gibi dimdik otururdu Geniş omuzları, ileriye çıkık göğsü nasıl da güven verirdi bana? Onunla gurur duyardım Kış gecelerinde bana Moğol atlılarını, Türk akıncılarını anlatırdı, onları unutamıyorum Atının sağrısından eşyalar sarkardı Her türlü eşya Kurutulmuş, nefis tay eti eksik olmazdı Kımız dolu kırbası da Sonra kılıcı, kargısı, yayı ve sadağıyla atının üstünde öğle rahattı ki, ben evinin orası olduğunu sanırdım

Bir gün uzak diyarlardan gelen savaşçılarla birlikte uzun bir yolculuğa çıktı Aylarca uğramadı evimize Artık onu pek seyrek görüyordum Anam kış gecelerinde beni kucağına yatırır, bana acıklı Tatar türküleri söylerdi Birlikte ağlardık

İrtiş suyunun yemeği

Sığadılar bileği

Doldurdular yüreği

Bizde akın için toplanırlar

O kış köyümüzün içinden doğuya doğru, tanımadığımız atlılar ve ardı arkası gelmeyen garip kafileler geçmeye başladı Onlar geçerken analarımız bizi köyün dışına kaçırır, kuytu köşelere saklarlardı Köyde kadınlar, yaşlılar ve biz çocuklardan başka kimse olmazdı zaten Bu kafilelerde esirler ve köleler olurdu Yırtık pırtık kıyafetleriyle, çamurların içinde yorgun argın ilerler, bizden ekmek ve su dilenirlerdi Başlarında atlı askerler olurdu Kamçılar sırtlarında şaklar, düşe kalka ilerlerlerdi Ve Kossakları görürdük zaman zaman Atlarının üstünde, kırmızı suratlı, uzun kızıl sakallı vahşi yaratıklar Mühimmat yüklü arabalarıyla, arabalara yükledikleri tekneleriyle köyümüzün sokaklarından geçerlerdi En geride ise, ateş kusan topları çeker götürürlerdi Bunları, iri sağrılı kadanalar çeker, yollarda içi su dolu derin çukurlar bırakırlardı Sibir diyarını işgal için giden Kossaklardı bunlar

Arada bir, gece baskınlarıyla uyanırdık Rus kamplarına kurt sürüsü gibi saldırırdı bizimkiler Vahşet çığlıklarını duyardık o yandan Bazen de dağların gerisinden top sesleri gelirdi Yer gümbürder, pencerelerimiz sarsılırdı

Ve bir gün, bir alay ölü getirdiler evimizin bahçesine Köyde o gün kızılca kıyamet koptu Kadınlar tanınmaz haldeki ölülerin üstüne kapaklanmış, bir yandan ağlıyor, bir yandan ölülerini tanımaya çalışıyorlardı Anam da ağlıyordu bir köşede Yazması düşmüş, göz yaşlarına kan karışmıştı

Şaşkındım

Babamı ölülerin en altında bulduk Bir beze sarılmıştı ve yüzü kılıç darbelerinden tanınmayacak haldeydi Alnından çenesine doğru inen derin bir bıçak yarası da vardı yüzünde Yarası katılaşmış, sertleşmişti Anam onun yüzünü ıslak bir bezle sildi Kaşlarının ortasından öptü Biraz daha ağladı, ben de ağladım Onu götürüp köy mezarlığına gömdük

Kuçum Han öldü Şimdi onun yerine Ahmet Han var Ben onun genç mirzaları arasındayım Aradan on üç yıl geçmiş Hayret, zaman nasıl geçip gitmiş? Ruslarda ise hedeften en ufak sapma yok Sürekli doğuya doğru ilerliyorlar Ta Vladivostak'a kadar gidecekler galiba Biz ise içerlere çekiliyor, dağılıyoruz Hanlıklar arasındaki şu saltanat mücadelelerini, aşiret ve klan çekişmelerini bir tarafa bırakıp, onların karşısına sarsılmaz Türklük şuuruyla ne zaman çıkacağız, bilemiyorum El değmemiş bu topraklarda, şimdi, cılız isyan ateşlerimiz yanıyor, o kadar

Nehrin keskin dirsek yaptığı bir boğazda pusuya yatmış bekliyoruz Tam bir haftadan beri buradayız Başımızın üstünde puslu kış göğü Uzak ormanlar sisle örtülü Nehrin uğultusuna alışkın kulaklarımızı dikmiş, o yandan gelen sesleri dinliyoruz Soğuk dayanılacak gibi değil Sulu, dondurucu bir kar yağıyor üstümüze Su, iri buz parçalarını sürüklüyor Ortalık sessiz, gök kapalı Kıyıda ördeklerin bağırtılarını ve çıplak dalların rüzgarda sürtünürken çıkardığı sesleri duyuyoruz

İrtiş boylarındayız Geniş kumsal boydan boya karla örtülü Dik kayalıklarda rüzgarlar uğulduyor Kıyıya tutunmuş yosunlar, kuvvetle akan kahverengi suların kucağında çırpınıyor Çakılların üstünde ölü balıklar Koyun postuna bürünmüş bekliyoruz Silahlı, kırk Tatarız burada Kar soğuğu suratımızı yakıyor Islak odunun acı dumanı altında konuşuyoruz Ama içimizde korkudan eser yok, görevimiz kutsal, canımız değersiz

Öğlen sonu Kossaklar, kenarları yüksek deri sandalların içinde bize doğru yaklaşıyorlar Ayı postundan kaba kürklerin üstüne yan gelip yatmış, içkilerini yudumluyor Kırık kahkahalarını buradan duyabiliyoruz Biri kendi dilince bir şarkı tutturmuş Silahlarının çelikten namlılarını ve toplarını görebiliyoruz uzaktan Üç teknede en azından yüz kişi kadar varlar

Nehrin karşı kıyısından bir işaret alıyoruz Biri elindeki tüfengi başının üstünde sallıyor Karşı yamaçtaki gözcülerimiz bunlar Bizim gözcümüz İlgay da koşup geliyor yanımıza Hızla toparlanıyoruz Vücudumuzu bir sıcaklık kaplıyor Vakit tamam, birazdan kıyım başlayacak

İrtiş boylarındaki savaşın kaidesi şu: Tek bir kişiyi dahi sağ bırakmamak, esir besleme külfetine katlanmamak

Kayaların gerisinden çıktık Su, tekneleri alıp götürüyordu Coşkun akan suyun ortasında savrulup duruyorlardı Kıyıya çevrilmiş topların namlularını görebiliyoruz Yüksek, deri küpeştelerin gerisine sinmiş Kossaklar çevreyi gözetliyorlar Iskarmoz direkleri kıyıya sürtünüyor

Birden bir ok sağanağı başladı yukarıdan Neye uğradıklarını şaşırdılar Oklarımız deriden küpeşteleri deliyor Silahlarına davranma fırsatı tanımıyoruz onlara Panik halinde küreklere sarılıyorlar Yüksek deri küpeştelerin gerisine saklanıyor hepsi Bir şey yapamıyoruz Hızlı akan su alıp götürüyor onları

Sonra kıyı boyunca peşlerine düşüyoruz Altımızda dinlenmiş atlar Basıyoruz kırbacı Tundra soğuğuna öyle dayanıklılar ki Buz tutmuş kar yığınlarını parçalayarak sürüyoruz atları ve onları dik bir vadide sıkıştırıyoruz Su çağıltılı akıyor burada, dik yamaçlar birbirine çok yakın

Şansımızı bu kez orada deniyoruz

Üç ok birden atan yaylarımız geriliyor, oklarımız havada süzülüyor ve teknelerin üstüne yağıyor Hedefini bulmayan tek ok yok Ortalık sessizleşiyor Ayı postları hareketsiz kalıyor Tekneler kontrolünü kaybediyor, yavaşlıyor, kıyılara çarpıyor Kossaklar, toplarıyla birlikte İrtiş'in bulanık sularına gömülüyor

Dilimizde yine o şarkı:

"Av Oklarımızın Önüne Çıkar"

Amber yolu, bizim olmalı diyoruz Doğudan batıya doğru uzanan ticaret yolları, altın, bakır, demir, kömür yatakları bizim olmalı Geniş tundalar, stepler, samur kürk diyarları, sık ormanlar, tatlı su kaynakları hep bizim olmalı Bu babalarımızın düşüydü, bunu şimdi biz gerçekleştiriyoruz Türk dünyasının birleşmesi, karalara ve denizlere hakim olması için kanımızı akıtıyoruz

Ben mücadeleye işte bu düşüncelerle girdim

Önce Kuçum Han'ın, ardından Ahmet Han'ın öldürülüşü Bunu esir düşüşümüz takip ediyor Ahmet Han'ın katledilişini takip eden günlerde ise, esaretten kaçıp, kırk kişiyle birlikte Don-Volga boylarındaki Osmanlıya sığınıyoruz

Hayat, bizim için asıl şimdi başlıyor

Bugün, Don-Volga kıstağındaki ikinci ayımız Kanal projesinin dünya ticaretine ve tabii ki Türk dünyasına sağlayacağı avantajları burada daha iyi anlıyoruz İçimizde bizi saran bir heyecan Var gücümüzle günde neredeyse on beş saat çalışıyoruz Her türlü bozgunculuğa, her türü ihanete ve bütün olumsuz şartlara, sıtmaya ve sarı hummaya rağmen çalışıyoruz Ama işimiz hiç de kolay değil

Burası benim için bambaşka bir alem Batı Türklüğüyle ilk kez karşılaşıyoruz Benim için gerçek bir mektep oldu burası Kendine güvenmeyi, büyük düşünmeyi ve gerektiğinde dünyayı yerinden oynatmayı öğrendim Ama eksik olan bir şey vardı ki, bunu çok sonraları öğrendim: Türklük şuuru

Bu, eksikti Osmanlıda Hanedana bağlılık şuuru, Türklük şuurunun önüne geçmişti Kendini Türk hissetmeyen o kadar çok insanla karşılaştım ki, bu beni ilk zamanlarda umutsuzluğa sürükledi Batıya intikalimden sonra hep bunları düşündüm Ve bir şeyin daha farkına vardım ki, doğu Türklüğü batıya nazaran kendini daha fazla Türk hissediyor Biz bir avuç şimal Türkü, bunları dilimizin döndüğünce anlattık Tatarlar olarak, Ruslara karşı hep bu ruhla savaştığımızı söyledik

Ben inanıyorum ki, Türklük ruhu güneş gibi doğudan doğup, batıyı aydınlatacak Tanrı bunu böyle düzenlemiştir belki de Osmanlının unuttuğunu onlara biz hatırlattık Bunu İslambol'da, Garp Ocaklarındaki tahsilimiz sırasında da yaptım Yılmadan bunun mücadelesini verdim

Tek bir ülkümüz vardı; büyük, kudretli bir millet olabilmek

****

İslambol'da yetmişli yılların hüküm sürdüğü bir kış gecesi, köpeklerin uluduğu karanlık haritacılar çarşısındaki dükkanımızın bir köşesinde, kandil ışığı altında yazıyorum

Allah'a hamd olsun Allah'ın selamı Hz Muhammed'in üzerine olsun

Kandilin solgun ışığı, tahta perdelerin çatlakları arasından giren rüzgarın etkisiyle titreyip duruyor Dondurucu kış soğuğuna rağmen yazıyorum Hiçbir şey umurumda değil Yazıyorum ya, bu bana yeter Üstadım Kara Süleyman Ağa'nın, bana bu imkanları sağlamış olması, ona olan minnet duygularımı her geçen gün arttırıyor Yazı yazmak bende bir tutku Vazgeçemiyorum bundan Daha evvelki hatıralarımı Yergene tepelerinin eteklerindeki Don-Volga kıstağında çadırımın içinde, yine bir mum ışığı altında yazmıştım O kağıtların hepsi elimin altında Yaşadıklarımı sonradan yazmak zorunda kalıyorum Hatıralarım hep bir adım geriden takip ediyor yazdıklarımı Olsun ama, bu bana hadiseleri, düşüncelerimi ve hissiyatımı kontrol etme imkanı veriyor Nerede uygun bir ortam bulsam orada yazıyorum Bazen soğuk bir çadırda, bazen güneşin altında dinlenirken, geceleri ay ışığı altında, veya bir arabada, Azak'ın ve Karadeniz'in ortasında dalgalar bizi sallarken yazıyorum Kuşağımın arasında bir yazı takımım var, ta babamdan kalma Ona da Kuçum Han hediye etmiş Hayatta sahip olduğum tek şey

Don-Volga kıstağı yüz altmış bin zira, seksen dört bin adım, elli altı kilometredir Otuz beş bine yakın insanın yığıldığı bu fundalık, dar bir vadi boyunca ilerler Geceleri gün doğusundan gün batısına esen rüzgar vadiye yağmur, kar ve bazen de steplerin korkunç soğuğunu getirir Yazları boğucu, basık bir hava gezinir dağların arasında Üç aydan beri nazlı İtil ile kardeş Don'u birbirine kavuşturmak için çalışıyoruz Bu teşebbüsümüz, Türk tarihinin şahikalarından olacak Ah, bilseniz ne kadar da mutluyum Kollarım kopsa da, ellerim yarılsa da, bacaklarım tutmuyor olsa da, geceleri çadırıma çekilip yattığımda ben kendimi hep mutlu hissettim Gururumu, aşkımı, tutkularımı yazdım Urallarla Kırım'ı birleştirmek için büyük kanal inşaatında ölümüne çalıştık

İçimiz gururla dolu

Bugün yine baskın yedik Ruslar ve onlara tabi olanlar talan ettiler ortalığı Vadiler arasında oyulan yarmaları, toprak sekileri, dev ahşap iskeleleri yerle bir ettiler Bu projenin hayata geçmesi, onların bütün iktisadi, siyasi ve askeri hayatını sekteye uğratacağından, buna var güçleriyle karşı koyuyorlar İşin kötü tarafı, barut depomuz havaya uçuruldu bugün Rusların gözüyle baktığımda bunu anlamakta zorluk çekmiyorum Ama ya bizim hainlere ne demeli? Biz Türkler, içimizdeki bu hainleri ne zaman temizleyeceğiz? Velhasıl, hiçbir şeyin tadı kalmadı burada Bazen bir işçi gibi toprak kazıyor, bazen asker gibi savaşıyoruz

Sıtma, tifüs, sarı hummadan yatanlar için karşı yamaçta koca bir çadır hastane oluştu Hastalık kırıp geçiriyor insanları Havalar da gittikçe soğumaya başladı

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, umudumuzu yitirmiyoruz Amber yolu mutlaka bizim olacak Denizlere, steplere hükmedeceğiz Asya'nın bütün ticaret yollarına biz hakim olacağız Hazar'dan kalkan gemilerimiz ta Akeniz'de alacak soluğu Şüveyş'i de açacağız Batı Hint adalarından kalkan ticari gemiler bu yolu kullanacak İran'a da gereken dersler verilecek Türk cihana hakim olacak Bunları gerçekleştirip, tarihe izler bırakacağız

Çalışmak hiç zor gelmiyor bana Yanımda kendi köyümden arkadaşım Moğulçuk var Onu çok seviyorum Hiç değilse, amele olarak çalışan Tatarları etrafıma toplamalıyım Bazı günler Yeniçerilere, sancak askerlerine yol gösterdiğimiz oluyor Silahlarımızı kuşanıp, Rus'a baskınlar düzenliyoruz

Bu gece yedi şehit verdik Kıyasıya bir savaşa tutuştuk Uzaktan kamp ateşlerini gördüğümüz bir Kossak birliğine ani bir baskın yaptık Kan gövdeyi götürdü Babamın aşkına öyle bir çaldım ki kılıcı, yalnız Moğulçuk’la birlikte, en azından yirmi Kossakın kafasını gövdesinden ayırdık Üstüm başım kan içinde hala Moğulçuk'un da öyle Kampa sabaha doğru döndük Ezanı dinledik Üstümüzü başımızı yıkadık Abdest alıp, namazımızı kıldık Moğulçuk'un kabzası kırıldı baskında Zor bir gece oldu bizim için

Güz güneşi yine tozlu sırtlarda batıyor Üstü çıplak binlerce insan beyaz vadinin ortasında çalışıyor Kazma kürek sesleri, çekiç sesleri geliyor uzaktan Oysa, bu gün çalışmak istemiyordum İçimdeki sıkıntıyı, içimi ezen acıyı boşaltacak bir savaşa ihtiyacım var

Orada savaştık Kafa kestik Kossak karargahlarını yağmaladık Ölülerimiz terkimizde vadiye döndük Mezar kazdık Ezan okuduk Toplu namazlar kıldık Demir kazıklar çaktık İskeleler kurduk Harç yaptık Sekiler yaptık, dağları oyduk Ama bu iş bitmeyecek gibi İçim sıkıntıyla dolu

Moğolçuk hasta bugün Ona yardım etmeliyim Ateşler içinde yanıyor zavallıcık Bir karındaşımızı yanında bırakıp, fundalığa doğru ilerliyoruz Uzaklardan yine kazma kürek sesleri geliyor Elimi kaldıracak halim yok Çalışmak istemiyorum

Yine ihanet, yine gaflet N'oluyoruz Allah aşkına? Biz Türkler, birbirimize mi girdik? Hemşehrilerimin yaptığını içime sindiremiyorum Bu işin sonu nereye varacak? Rusun Sibirya'da bize yaptıklarını ne çabuk unuttuk?

Kuzeyde, asıl mücadeleyi bırakıp buralara gelmemeliydim belki de Var gücümle savaşıp, orada ölmeliydim Savaş kuzeyde bütün hızıyla devam ederken benim ne işim var burada? Ama, ihanete katlanamıyorum Babamın, Kuçum Han'ın, Ahmet Han'ın kanı kurumadan bu --------liği nasıl yaparlar? Birbirimize düştük anlaşılan Artık çok sevdiğim memleketime dönemem Kaderimi başka yerlerde arayacağım Türke hizmet edenlerin yurdunda, İslambol'da yani Donanmaya girip, uzak denizlere açılacağım, savaşacağım ve bütün dünyayı dolaşacağım

Bir Tatar amele birliğinde, üç aydan beri bu kıstakta çalışıyoruz Kış kendini hissettirmeye başladı Buna rağmen bütün gücümüzle çalışıyoruz Kazma, kürek ve manivelalarla dağları oyuyor, ormanları, kayalıklı sırtları yok ediyoruz Bu gün ilk kez ölçüm yapıldı: her iki ırmağın seviyesinden on altı metre aşağıya inmişiz Kendimizle gurur duyuyoruz Büyük düşünmek ne büyük bahtiyarlık

****

İslambol'da, Kasım Paşa sırtlarında haritacı dükkanında yazdıklarımdır

Allah'a hamd olsun Allah'ın selamı Hz Muhammed'in üzerine olsun

Önümde küçük, hantal bir masa Üstünde Hint abadisi ve su damgalı İzmit kağıtları Bir hokka, içinde bezir yağı isinden yaptığım kara, koyu mürekkep Biricik yazıtım ve beni gecenin geç saatine kadar idare edecek kandilim var

Koyun postundan kürküme sarınmış yazı yazıyorum Şu an öyle mutluyum ki, kar fırtınası ruhumu okşuyor Yorgunluğu ve açlığı düşünmüyorum İslambol'un çevresindeki sırtlardan kurtlar iniyor düze Köpekler tarafından boğulan kurt leşlerini derelerin içine sürüklüyoruz her sabah Dışarda dondurucu soğuk Kurt ulumalarını dinliyorum Rüzgar çalımla esiyor Buz parçaları sürtünüyor cama Dışarıda, dizi dizi haritacı dükkanlarının bulunduğu çarşı ıssız Geceleri çıkan ayazdan yerler buzlu, kaygan Tek tük gelip geçenlerin ayaklarının altında buzlar çıtırdıyor Tükürüğü daha havadayken donduran bir soğuk var dışarıda

İslambol'un soğuğu dayanılmaz Bizim oraların kışını hatırlatıyor

Kış gelip de, her tarafı kar kaplayınca, Don-Volga kıstağını terk ediyoruz Gözlerimiz yaşlı Hayallerimizi hatıralarımızla birlikte oraya gömüp yol hazırlıklarına girişiyoruz

Bugün, dönüş hazırlıklarının yapıldığı beşinci gün Karlı yollarda uzayıp giden kafileler var Sıra biz Tatarların çadırlarının toplanıp yüklenmesinde bugün Kar boran halinde yağıyor Göz gözü görmüyor Uzakta, günlerimizi geçirdiğimiz çalışma sahasının üstünü kar örtmüş Köpekler uluyor, atlar kişniyor Hummalı bir çalışma var vadide Don- Volga boyları terk ediliyor İçimizde müthiş bir eziklik, bir sıkıntı, bir burukluk Mağlup edilen bir ordunun geride bıraktıklarını andırıyor her şey Yüzlerde bir hüzün var Artçıların atları tepinip duruyor arkada Kar fırtınasının ortasında heykel gibi hareketsiz bekliyorlar Öncüler ise çoktan buz tutmuş ırmağın kaygan zemininde gözden yitmiş İstihkamcıların arabaları dizi dizi Yollar tıkanmış Çamura batmış arabaların etrafında ameleler çalışıyor Çekiçler soğuk havada çat çat ötüyor Soğuk, kar ve çamur esir almış her şeyi Yaya, atlı ve malzeme yüklü arabalarımızla Rostov'a doğru gidiyoruz Moğolçuk, ben ve bir gurup şimal Türkü, İslambol'a gitmenin yollarını arıyoruz Önümüze çıkan her askere her işçiye her teknisyene soruyoruz; oraya gitmenin, orada kalmanın yolu ne?

Kızaklar, sisle örtülü buz tutmuş nehrin üstünden güneye doğru ilerliyor Uçsuz bucaksız beyazlığın ortasında kara bir sicim sanki Hendeklerde, üstü ipeksi karla örtülmüş buz şeritleri Dağlar gerimizde kalıyor Uzak ovalar, şimal bozkırları, Don ve İtil de geride kalıyor Atların üstünden buhar yükseliyor Sökülen çadırlar var hala Koşulan atlar, yüklenen arabalar Sağda solda çürüğe çıkmış binlerce malzeme Paslı demir kazıklar, manivelalar, kırık teskereler ve kazma kürek sapları Her şey bir hüznü yansıtıyor Öyle bir burukluk var ki içimizde, sormayın Ama biz Tatarlar için durum biraz farklı Zira, o gün Kızıl Elma'ya doğru yola çıkışımızın heyecanını taşıyoruz içimizde

Azak kıyıları sessiz Mavnalar çekiliyor açıklardan Nakliye gemileri, kadırgalar dizi dizi Boz bulanık dev dalgalar dövüyor kıyıları Karadeniz'e daha çok yol var Nemli bir soğuk kamçılıyor yüzümüzü Rüzgar, Türkiye taraflarından esiyor Gemilere bindiriliyoruz Her şey sessizce hallediliyor Yerler ıslak, kaygan Tahta iskelelerin üstünde nallar takırdıyor Hayvanlar alt güvertelere çekiliyor

Biz ise, amele gemilerine bindiriliyoruz

Azak merhametli davranıyor Ama Karadeniz hırçın ve dev dalgalarıyla karşılıyor bizi Direkler çatırdıyor, omurgalar gıcırdıyor Sular kamçı gibi çarpıyor küpeştelere Mavi ölümle boğuşuyoruz Sonuç; batan beş gemi, ölen yüzlerce insan ve telef olan sayısız hayvan

Ve İslambol Boğaz ve karlı sırtlar Köşklerin, yalıların, sanatın, medeniyetin ve bilimin ülkesi

Buraya aralık ayının ilk haftasında geldik Sokaklar karlı, soğuk, ıssız Bilmediğimiz bu şehirde kaderimizi arayacağız Kaçak, aç susuz, evsiz yurtsuzuz Geceleri mekanımız camiler İlk cemaat yerlerinde, şadırvanlardan akan suların şırıltıları altında birbirimize sokulup uyuyoruz Sonunda tekrar buluşmak üzere sokaklara dağılıyoruz

Nezarette geçirdiğim günler Sonra Mahkeme mahkeme dolaşmalar Köle statüsüne geçmek, sonra da azat edilmek için uğraşıyoruz Kurallar böyle Her şey ağamızın insafına kalmış Azatlık belgesini almamız için aradan en az dört ay geçmesi gerekiyor

10 Cemâziye’l-evvel 979

Aşağıdaki şahitlerin huzurunda, yemin ederim ki, Rus steplerinden gelme, kendisi aslen İtil-Ural Tatarı olan Aluhay oğlu Kanavuç'u, karnını doyurmak ve günde iki akçe karşılığında yanıma köle olarak alıyorum Hizmetleri karşılığında ona haritacılık mesleğini öğreteceğime söz veriyorum Kalacağı bir odacık Bir sahtiyen çizme, bir kaftan ve onu sıcak tutacak koyun postundan bir kaban da veriyorum Bu yazılı belgenin yazım tarihinden dört ay bitinceye kadar, dürüst bir şekilde çalışmak kaydıyla adı geçen köleyle azatlık anlaşması yaptım Zikredilen aya kadar dürüst bir şekilde çalıştığı takdirde, diğer hürler gibi hür olsun

Adı: Kasımpaşalı Divittar Süleyman Efendi

Şahitler

Gereği düşünüldü:

Adı geçen ikrarcının ikrar beyanını, lehine ikrarda bulunulan köle de şifahen tasdik edince durum talep üzerine sicile kaydedildi

Aluhay oğlu Kanavuç adlı köle, (uzun boylu, kumral çatık kaşlı, çıkık elmacık kemikli, yüzü tunç rengi, kara seyrek sakallı) günde iki akçe karşılığında Haritacı başı, Tersane-i Amire yakın haritacılar çarşısında ikamet eden Divittar Süleyman Efendiye teslim edildi

Tastik, imza

Hürriyetimin delili olan bu kağıtları sayfaların arasına koyuyorum

Hayat köleyken de güzelmiş Tabi, kadirbilir bir Türk'ün yanında bulunursan Hayatımın en güzel günleri orada, onun yanında geçti Çoğu zaman başımı yastığa koyar, köleliğimin hiç bitmemesini isterdim Peki, İslambol'da hür olmak nasıl bir şeydi acaba? Onu da tatmak istiyordum

Haritacılığı işte burada öğrendim Muhiddin Piri'nin şakirtliğini yapmış bu büyük insan pek çok şey öğretti bana

Sonra bahar geldi Nâibin karşısına çıkıp, hürriyetimi tasdik ettirdik

Şimdi önümde uçsuz bucaksız, hür bir dünya var İslambol çekiyor beni Bahar, yeşillikler ve vadiye yayılmış mesire yerleri kanımı kaynatıyor Her tarafta mutlu insanları görüyorum Moğulçuk'u bulabilecek miyim acaba? Onu günlerden beri arıyorum Kuzeyden kırk kişilik bir gurupla geldik buraya Kırım'dan, Kazan'dan, Sibir, Astrahan ve hatta Mişar Tatarları bile var aramızda

Günler sonra, Moğulçuk'u baruthanede çalışırken buldum Kotık kendi gurubunu toplamış, Tophaneyi mekan seçmiş, Kimşad ve dokuz arkadaşı silahhanede ve diğerleri de, İnebahtı'dan sonra hummalı bir çalışmanın yürütüldüğü tersanenin marangozhanesinde çalışıyorlarmış Şimdi kırk derya beyi olarak her gün buluşuyoruz

Moğulçukla beraber kırlara açıldık bugün Hayat yemyeşil, parlak, bir o kadar da ışıltılı burada İtil, Kama, Ufa boyları, sonra zirveleri karlı Urallar, batı Sibirya ovaları, İrtiş, Yenisey ve Türkün uçsuz bucaksız yurdu, güney Sibirya bozkırları, hepsi çok uzaklarda kaldı artık Geçmiş ne kadar da karanlık geliyor şimdi bana Oralarda soğuk, kan ve çile vardı Burada ise her şey cıvıl cıvıl, yemyeşil İnsanları da mutlu buranın Kadınları, çocukları, genç kızları hayat dolu

Ben ve Moğulçuk, şimdiye dek bu kadar güzel kızı bir arada gördüğümüzü hatırlamıyoruz Her şey ne kadar güzel Diğer hürler gibi, biz de hürüz Oh, içim mutlulukla dolu O gün, kırk derya beyi olarak öylesine şeniz ki, yeniden doğmuş gibiyiz

Boş zamanlarımızda mesire yerlerinde gezintiye çıkıyor, nerede bir eğlence varsa oraya gidiyoruz Kağıthane şenliklerinde at yarışlarını, cirit oyunlarını, güreşleri seyrediyoruz Eyüp yöreleri, Aliağa, Eski Yusuf Bahçesi, Divittar Çeşmesi mesiresi, Ok Meydanı, İmrahor köşkü, en sık uğradığımız mekanlar Atlar yayılırdı etrafta Doru, al, kurt kulası, kır, çaparlı kır ve çeşitli donda yüzlerce at, hendeklerin içinde yayılıyor

Sonra Mamatay'ın bulunduğu semt Mamatay, beklemediğim bir anda karşıma çıkan Tatar kızı Sevdiğimdi o benim Yemyeşil sırtlarda, hep benim yolumu gözlerdi El ele tutuşur, gözlerden uzak kırlara açılırdık Yeşilliklerin arasında kaybolmuş evlerin uzağından geçer, Bülbül Deresi’ne oradan da Can kuyusuna inerdik Çınarlar ve ceviz ağaçları uzanırdı sırta doğru Eyüp vadisinde bülbüller öterdi Göremediğimiz, ama şarkıları hiç dinmeyen bülbüller El ele tutuşup, kırlara açıldığımız günleri hatırlıyorum Ah ne kadar da mutluyduk o günlerde?

İslambol'a alıştık artık Sanki burada doğmuş gibiyiz Sevdiğimi barındıran bu şehre doyamıyorum Sonra felaketler birbiri ardına gelmeye başladı O günlerde bir kum saatçisinin yanında çalışıyorum Derya ile ilgili her şeyi öğrenmek istiyorum Haritalar, portalanlar, pusulalar, kum saatleri ve daha bir çok teknik bilgi Manevi rehberim ise Muhiddin Piri Kader bu ya, bedbaht hayatım dönüp dolaşacak, beni o yüce insanın doğduğu topraklara atacaktı

O yaz İslambol, büyük bir felaketin eşiğinden döndü Yangın kasıp kavurdu sokakları Evler, binalar, çarşılar yanıp kül oldu Sonra Baruthane tutuştu İslambol'un göğü kızıla boyandı Arkadaşım Moğulçuk'u zor kurtardım Her şey bir anda karanlığa bürünmüş, İslambol mahvolmuştu Biz, bir avuç Tatar, etrafa dağılarak, kurtarma ve söndürme çalışmalarına katılıyoruz

Sonra yangınlar söndü, duman çekildi ve ortalık sessizliğe büründü

Günler sonra Gelibolu'dayız

Gelibolu, iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık Tersane-i Amir buraya taşındı Donanma-yi Hümayun da buradan yönetiliyor Her tarafta gemi yapım tezgahları var Doklar insan kaynıyor Koy, marangozhaneler tarafından işgal edilmiş Ortalıkta bir reçine kokusu Bir tarafta dökümhaneler, silah atölyeleri, top yapım tezgahları, cebehaneler ve diğer tarafta baruthaneler işliyor Biz ise çarşıda kalıyoruz Sıra sıra dükkanlarda yatıp kalkıyor, haritalar çiziyoruz

Gelibolu'ya, oradan da Kilit-i Bahri'ye geçtik Gerçek denizcililiği işte orada öğrendik Muhiddin Piri'nin memleketinde Her ne kadar bozkır çocuğu olsak da, Gemilerin silsiresi avazesinde her şeyi öğreniyoruz Biz artık Osmanlı leventleriyiz İçim gururla dolu İçimi ezen tek şey ise, Mamatay Onu acep bir daha görebilecek miyim?

Akdeniz'de seyrederdik o zaman

Kafirlere vermez idik hiç aman

Bahri Mağrip'in ortasında, Sir Francis Drake'nin kamarasında tuttuğum notlardır

Allah'a hamd olsun Allah'ın selamı Hz Muhammed'in üzerine olsun

Bahri Mağrip ya da onların deyişiyle Atlas denizi, şimdiye kadar gördüklerimin en büyüğü olup, bu muazzam deryaya bir kez daha açılıyor olmak bilseniz nasıl gururlandırıyor beni Yalnız ben değil, donanmadaki herkes heyecanlıydı o gün Tayfalar, askerler, topçular ve hatta kürekçiler

O yıl ki donanmamız ana donanma olmadığından, Akdeniz'in haricindeki sulara açılamazdık Bu yetki verilmemişti bize İnce donanmalar okyanuslara açılamazlardı Donanma-i Humayun'un kat'i emriydi bu

Başta Koca Murat Reis olmak üzere hepimiz bambaşka duygular içindeydik o gün Ayaklarımız yerden kesilmiş, bakışlarımız hülyalı, yeni yerler fethetmenin heyecanıyla yanıp tutuşuyorduk Çünkü biz uzak şark denizlerinde ve Sumatra açıklarında savaşmış ve hatta Büyük Yılan Balığı Denizi'ne kadar gitmiş cihanın gördüğü en gözü pek denizcilerdik

Dümenler garp istikametine kırıldığında, üç bal yemez topu birbiri ardına patladı Kapudanımız Koca Murat Reis arkadan gelen kadırgalara işaretini verdi Rota Septe Boğazı, hedefimiz Kanarya Adaları, hatta daha güneyindeki Cabo Verde adalarıydı Buraları fetheden ilk denizciler biz olmak istiyorduk

Günlerce gittik Koylarda dinlendik, açık denizlerde yol aldık Atlas denizi bize hiç de yabancı değildi Ancak burada sular daha koyu, daha derin ve daha korkutucuydu Rotayı cenup istikametine yönlendirdiğimizde sular bizi ta Hint diyarına, Sumatra'ya, hatta Sarı Deniz'e kadar götürürdü Oralarda yıllarca savaşmış, Portekizlilerle, İspanyollarla kozumuzu paylaşmıştık Sonra tekrar şimal istikametine kırarsın dümeni Hey gidi günler! Yukarıda büyük Yılanbalığı Denizi Zipangu, bir sıra adalardan oluşan ülke Buralar güneşin doğduğu topraklardır Asya, ana kıta; altının, ipeğin, kürkün, baharatın ve amberin ülkesi Dünyanın bütün kritik madde kaynakları buradadır Oralarda bu kaynaklara sahip olmak için yıllarca savaşmıştık

Murat Reis'in gemileri seksen direkli

İçinde tayfalar, ağalar aslan yürekli

Enginlerden bir kuş gelip kondu aman serene

Beş Mısır hazinesi vereyim karayı görene

Murat Reis'in gemileri çamdır, dayanmaz

İçinde tayfalar, ağalar uyur, uyanmaz

Bir tayfa, durmaksızın bu türküyü söylüyordu Gemiler suları yararken biz hayallere dalmış onu dinliyorduk Ama deniz hata kabul etmez Bir anlık gafletimiz hayatımızı karartmaya yetmişti Kader bizi dönüşü olmayan bir yola sürüklüyordu Kastilye ve Portekiz korsanlarının yuvalandığı bu adalar, şimdi tam karşımızdaydı Yenilmez armada orada bizi bekliyordu

Her şey türküdeki gibi yaşanacaktı

Etrafımız birden yirmiye yakın İspanyol ve Portekiz kadırgaları tarafından sarıldı İlk patlamanın ardından, güvertelere dev gülleler düşmeye başladı Gemilerimiz bir anda öldürücü yaralar almıştı Murat Reis'in sancak gemisi göz açıp kapamayla sulara gömülürken, gemiden kurtulan olmadı

Başımızın üstünde direkler çatırdıyor, yelkenler yırtılıyor, güverteler tutuşuyordu Gemiler orta yerinden ikiye bölünürken, arkamızdaki üç kadırga alev alev yanıyordu

Batan son gemi bizimkiydi Yavaş yavaş sulara gömülüyorduk Ben ve diğer leventler kısmen sağlam kalan kıç tarafta sıkışıp kalmıştık Artık teslim olmaktan başka yapılacak bir şey kalmamıştı

Sonra ana güvertede bir çatırtı koptu Gemimiz ikiye bölündü Burun kısmı yavaş yavaş batarken, biz kıç tarafa daha da sıkıştık Batıyorduk Sular fokurduyor, bizi kendine çekiyordu Önce derin bir burgaç oluştu, direkler kırıldı ve sulara gömüldük

Yine o manzara, yine o görüntü Suyun altındayım Köpüklü, karanlık sular Yukarıda güneş pırıl pırıl Dipte ölüm, yukarıda ise, sonsuz esaret var Esarete doğru kulaç attım

Üç Kastilye kadırgası bizi denizden topladı Bir saat sonra da, karaya ayak bastık Gözlerimiz bağlandı, ayaklarımıza prangalar geçirildi, bileklerimize zincirler vurulup, bir Portekiz gemisinin alt güvertesine kapatıldık

Artık esirdik Sırtımızda ağır, taşınmaz tomruklarımızla küreğe mahkum kölelerdik biz

Tarih bizi nasıl yargılayacak acaba? Günahlarımız ve sevaplarımız adil olarak tartılacak mı? Yoksa bir gurup sergüzeşt olarak mı tanıtacaklar bizi? İnsanın alın yazısı değişmeyeceğine göre, varsın bundan dolayı yargılasınlar

Cezamı, yine milletim için çekmeye hazırım

Yaşamak ilk kez acı veriyor bana Ben de diğer leventler gibi ölmek isterdim İnsanın, kendisine yıllarca kölelik yapmış birine boyun eğmesi ne kadar gurur kırıcı? Esaret denilen şey buymuş meğer Allah'ım bu da mı gelecekti başımıza?

Başımı kaldırıp, tavandaki çatlağa baktım İnce, keskin bir ışık demeti gözlerimi kamaştırıyordu Nihayet kendime gelmiştim Ne zamandan beri buradayım acaba? Bunu bilemiyorum Geniş bir mezar çukurunu andırıyor burası Göz kapaklarımı aralayıp etrafıma bakıyorum Sessizlik öylesine ürkütücü ki Demirlerle, zincirlerle bir yere bağlanmış olduğumu yeni anlıyorum Denizdeyiz galiba, bir geminin içinde Başım dönüyor, midem bulanıyor Ölüm kuşu üstümde dolaşıyor Her şeyi hatırlamaya çalışıyorum Ağır bir cisimle vurmuşlar gibi, sürekli zonkluyor başım Anlaşılan zor günler geçirmişiz

Tuhaf kokular geliyor burnuma Bu kokuyu bir yerden hatırlıyorum Karanlık yığınlar görüyorum etrafımda Hayattayım Bir mahzendeyiz galiba Karanlık, loş bir mahzende Bir geminin alt güvertesi de olabilir Ama olsun, başımdaki ağrı, vücudumdaki sızı, şiş göz kapaklarım ve türlü kokular, hepsi hayatta olduğumun işaretleri

Of, bu ne işkence? Çevremde niçin başka sesler duyamıyorum? Karındaşlarıma ne oldu? Neden kalkamıyorum? Omzumdaki bu ağırlık da ne? Kollarımı hareket ettiremiyorum Ayaklarım bağlı Peki şu rutubet, su sesleri ve esrarlı karanlık neyin nesi?

Gözlerimi karanlığa alıştırmaya çalışırken, bir inleme sesi duyuyorum Demek ki, tek başıma değilim burada Yerde sürüklenen zincirlerin seslerini duyuyorum Elimle yaramı yokluyorum Kaşlarımın üstündeki şişlik acı veriyor bana Etrafı dinliyorum Önce bir sükunet, sonra uğultu, dalgaların sesi olmalı bu Alt katta tepinen atların, yukarıda koşuşturanların ayak patırtıları geliyor kulağıma, sesleri ayırt edebiliyorum Kollarımı hareket ettiriyor, parmaklarımı hissetmeğe çalışıyorum Bileklerimdeki zincirler şıngırdıyor Tomruğu ise, oynatamıyorum

İnsan, dehşeti yaşamaya görsün Unutmak mümkün değildir

Başımı tomruğa bastırıp, her şeyi hatırlamaya çalışıyorum Dimağım karmakarışık, her şey allak bullak Ah, başımdaki şu ağrı da olmasa

Bu yaylanış, batış, sonra tekrar yükseliş, bir geminin içinde olduğumuzun işaretleriydi Bütün varlığımla geçmişi düşünmeye çalışıyorum Parçalanan bir kadırga, denizde can veren leventler, mavi, köpüklü sular, yanı başımıza düşen gülleler, çatırdayan direkler, İspanyol ve Portekiz kadırgaları ve korkunç bir sessizlik Her şey, bütün tafsilatıyla gözlerimin önünde beliriyor

Bugün ilk kez toplu olarak dışarıya çıkartıldık Gemileri sallayan kuvvetli fırtına henüz geçmiş değil Gemilerimiz yan yatıyor, yükseliyor sonra derin sulara gömülüyor Sular güvertelerden taşıyor, direkler boyunca sıçrıyor

Kaygan zeminde düşmemek için birbirimize tutunuyoruz Ağır, paslı zincirlerimiz bizi geriden takip ediyor Merdivenler kaygan Okyanusun tuzlu suları çarpıyor suratımıza Gün ışığı gözlerimizi kamaştırıyor Bir kara yığın halinde ilerliyoruz Üstümüzden bir küf ve rutubet kokusu yükseliyor Sessizce merdivenleri çıkıyoruz Kuvvetli öksürük sesleri duvarlarda yankılanıyor Tam bir ölüm ve hastalık manzarası var aşağıda İngilizler bizi yukarıdan seyrediyor Merdivenlerin tahtaları gıcırdıyor Ben bir kenarda durmuş tanıdık yüzler arıyorum Garip bakışlarla birbirimizi süzüyoruz Dudaklarımızda kan izleri var Diş etlerimiz kanamalı, cildimiz solgun Sarı, seyrek dişlerimizi gösteriyor, gülümsüyoruz Esaret nasıl da iğreti duruyor üstümüzde

Üst güvertedeyiz

Kaptan ve gemi heyeti tam karşımızda Çevremizde silahlı, kamçılı askerler var Dörderli sıralar halinde hizaya sokuluyoruz Tam karşımızda bronz bir levhanın üzerinde bir yazı dikkatimi çekiyor: Elizabeth Onun da altında Sir Francis Drake

Sir, nihayet karşımızda Kıvırcık, kızıl saçlı, sarkık yanaklı, tıknaz biri Kol yenleri ve yaka kısmı fırfırlı süt beyazı bir gömlek giymiş Üstünde bir redingot Ayağında ise, dize varan konçlu çizmeler var Kaşları bir kadınınki gibi ince Gözler küçük ve birbirinden ayrı Alt dudağı kalın, yağlı ve parlak

-Rotamız Antilya! diye Türkçe olarak söze başlıyor Sir Bu durum karşısında şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz Sir mükemmel Türkçe biliyordu Sonra devam etti "Bana verilen yetkiler dahilinde sizi İngiliz-Anglikon üslerine teslim edeceğim Yetkilerim buraya kadar Esir alma ve besleme yetkim yok İngiliz kolonilerinde, kraliçenin hizmetinde çalıştırılacaksınız İsyana kalkışmanın ve kaçmanın cezası ölümdür Bunu şimdiden hatırlatmış olayım Verilen emirlere boyun eğmek mecburiyetindesiniz Yıllar önce İnebahtı'da esir düşen otuz bine yakın levente de aynı şeyleri hatırlatmıştım Ne yazık ki, beni dinlemediler Bir çoğu yerlilere sığınmayı başardıysa da, büyük kısmı öldürüldü Orada hayat Araf'ta yaşamak gibidir Ölüm ve hayat arasında Hayatta kalmanız emirlere boyun eğmenize bağlı Yepyeni bir din, yepyeni bir yaşantı ve yepyeni insanlarla karşılaşacaksınız orada Vahşi yerlilerle irtibat kurmanın cezası yine ölümdür"

Yetkililer dönüp gidiyor Biz tekrar karanlık mahzene indiriliyoruz

Şimdi üzerimizde masmavi bir gök, ak bulutlar ve başımızı döndüren bir okyanus meltemi var Bir yığın halinde toplu mezarımıza doğru ilerliyoruz Tahtaları kemirip, ölülerimizin etini yiyen iri sıçanların yanına yani Rüzgar keçeleşmiş saçlarımızı ve sakallarımızı dağıtıyor Karanlık mahzene girmezden önce, ciğerlerimi temiz havayla dolduruyorum

Bir ruh gibi ilerliyoruz

Önümde yere kapaklanan birine yardım ediyorum Ve bedelini ağır ödüyorum Sırtıma inen bir kamçı ile soluğum kesiliyor Acı içinde kıvranıyorum Asla bir başkasına yardım etmek yok

Her yerde Moğulçuk'u arıyorum Kimler yoktu ki o gün gemimizde? O yiğit Harazimli, Çeşmeliler, Gelibolulu denizciler, Akdenizliler ve İstanbullular Yaşıyorlar mı acaba?

Geminin dev dalgalar arasında ilerleyişini, suların yarılışını ve dalgaların çıkardığı o korkunç sesi duyuyorum karanlıkta Kuvvetli bir fırtına bu Geminin omurgası gıcırdıyor, direkler çatırdıyor Kaygan pis zeminde insanlar uzanmış kusuyorlar Soğuk, dayanılacak gibi değil Açız Yanı başımda biri yine can veriyor Avazım çıktığı kadar bağırıyorum, fakat sesimi duyuramıyorum

Yolculuk bitmiyor bir türlü

Dün gece aniden kopan fırtınadan sonra beni apar topar yukarıya çıkardılar Karanlıkta bir dizi koridordan geçtik Sonra aydınlık bir hol, geniş bir kapı ve muazzam bir kamara Yerler boydan boya Türk halılarıyla kaplı Rüyada gibiyim

Büyük, maun bir masanın başında kıvırcık kızıl saçlı biri var Başını kaldırıp bana bakıyor, onun Sir Francis Drake olduğunu anlıyorum Yorgun, şiş gözlerini ayırmıyor benden

-Buyur otur! diye yine Türkçe sesleniyor bana, yandaki yuvarlak iskemleyi gösteriyor "Seni, yanımda alıkoymak istiyorum Alt güverteye istediğin zaman inebilirsin Şu zincirlerden de kurtarmak gerekir seni Kısacası, sana ihtiyacım var Bana yol ve yön hususunda yardım edeceksin Elimdeki harita yetersiz İşte, Sabastian Münster'in Haritası Bununla bu zor durumdan kurtulmamız imkansız Daha kötüsü, rüzgarlarla ilgili hiçbir bilgi yok burada Sizin o meşhur haritanızı istiyorum"

Ben merakımı gideremeyerek sordum

-Sir, dedim "Siz ne kadar güzel Türkçe konuşuyorsunuz"

-Evet, bunda şaşıracak ne var? Bu çağda, Türk kültür ve medeniyetine kayıtsız kalınabilir mi? O, büyülü bir ülkedir Güçlüdür ve muazzam bir bilgi deryasıdır Siz ne kadar da şanslısınız Yıllarca denizleri dolaştım Ticaret yaptım, savaştım Mundus Novus'dan tut, ta Novus Orbis'e kadar gittim Ama elimdeki bu kozmografya yanlışlarla dolu, kullandığımız haritalar yetersiz Portalanlar hiçbir ayrıntıyı göstermiyor Kıyılar, uzaklıklar, rüzgarların yönü, her şey yanlış

Masaya yaklaşıp haritaya bir göz attım Bahri Mağrip'in maviliği üzerinde bir pergelle bir gönye duruyordu

Ben, biraz çekingen,

-Başta mesafeler yanlış, diye söze girdim "İki kıta arasındaki mesafe bu kadar az olmamalı Ayrıntı yok, rüzgar gülleri, iklim bilgileri eksik Sir, bu bilgilerle Britanya'nın etrafını bile dolaşmanız mümkün değil Bilmediğiniz yollara, tehlikeli sulara sürüklenirsiniz"

İkimiz birden haritanın üzerine eğildik

-Mesela şu Zipangu meselesi, diye konuşmaya devam ettim "Öyle yanıltıcı ki, Kolomb bile bir dizi adayı Zipangu sanmış Oysa Zipangu ile Mondus Novus'un arasında koskoca Pasifik yer alıyor Bu yanlış, hala nasıl yer alır haritalarda? Zipangu ile ilgili ilk doğru bilgiyi bundan tam beşyüz yıl önce büyük Türk alimi Mahmut Kaşgarî veriyor Mahmut Kaşgarî, kendi çizdiği dünya haritasında Zipangu'yu Asya'nın doğusunda ve doğru olarak gösteren ilk alim olmuştur

Sonra şu İndia meselesi, yanlışlarla dolu İndia, Antilya'nın kuzey batısına değil, büyük kıtanın güneyine düşer Bu bilgiler geçen asırda kaldı Bu haritada yazı ve resimler de az Coğrafi bölme çizgileri konulmamış Peki, Novus Orbis'in güneyindeki şu kara parçasına ne demeli? Böyle bir yer yok ki"

Sir sessiz, heyecan içinde dinliyor anlattıklarımı

- Ne kadar çok şey biliyorsunuz, dedi

- Bunlar sıradan bilgiler, dedim "Kitab-ı Bahriye'yi duydunuz mu? Muhittin Piri'nin yaptığı haritaları ve portalanları Ben Garp Ocaklarında yetiştim Orada her türlü bilgi ilmi metotlarla verilir bize Harita yapma, harita okuma, portalan bilgileri, rüzgarlar, rüzgar gülleri, zamanla ilgili kum saati yapımı, pusula bilgileri, iklim bilgisi, denizler ve denizdeki akıntılar Kısaca bütün coğrafya bilgileri"

- Haklısınız Bundan şüphem yok Ama o haritayı gene de istiyorum Şimdi çaresizim Bu konuda bana yardım etmelisin

- Benden istediğiniz bu mu Sir?

- Evet, o haritayı istiyorum

- Peki, bunun karşılığında siz ne vaat ediyorsunuz?

- Mahkemeyi menfaatleriniz doğrultusunda etkilemek Daha da bir şey yapamam

Mukadderatımızla ilgili, gemide küçük bir mahkeme kurulmuştu

-Saygıdeğer efendimiz, madem öyle, emir verin de bizi ülkemize göndersinler

- Geri dönüşünüz artık mümkün değil

- Sir, biz Osmanlı denizcileriyiz Bunun farkında mısınız bilmem Bu devirde iki yüz elli kişiye yakın Osmanlı denizcisini alıkoymanın ne kadar büyük bir suç olduğunu biliyor musunuz? Unutmayın ki, size şöhretin kapılarını biz açtık Bizi esir pazarlarında satıp, maden ocaklarında mı çalıştıracaksınız yani? Yo, buna cesaret edemezsiniz Sakın yapmayın bunu Buna engel olun Sonra kaldıramayacağınız bir vebalin altına girersiniz Gemilerdeki bütün köleler, mahkumlar ve esirler adına bunu bir daha düşünmenizi istiyorum sizden

-Dedim ya, bu konuda karar verecek kişi ben değilim Ben ancak düşüncelerimi söyleyebilirim Nihai kararı gemi mahkemesi verir Kaldı ki karar, gemi noterince tasdik edilmiş Yani elimden bir şey gelmez Gönlümün hep sizden yana olduğunu bilin ama Öyle olsa da, elinizdeki bilgileri benden saklamamalısınız Unutmayalım ki hepimiz aynı gemideyiz Ama ben gene de elimden geleni yapacağım Orada mutlu bir hayat sürmeniz için her türlü gayreti sarf edeceğim

- Söylediklerinizden hiçbir şey anlamış değilim Sir Esir olarak satılmayacak mıyız yani? Ya da çalışma kamplarına gönderilmeyecek miyiz?

- Dedim ya, bu hususta kati bir şey söyleyemem

- Ramazan Paşa'yı duydunuz mu? Vadi üs-Sebil'de Portekizleri bozguna uğratan paşadır kendisi Yani şu anda köle olarak Antilya'ya götürdüklerinizin büyük çoğunluğu, orada hayatlarını hiçe sayarak savaşan leventlerdir Daha da önemlisi o savaşta ölenler arasında Portekiz kralı da vardı O kılıcı kullanan derya yiğidi, şu anda esirlerin arasında Karşınızda bulunan şu değersiz şahıs da oradaydı o gün Portekiz donanmasının çöküşü asıl o tarihte başlar Az önce, size şöhretin yolunu biz açtık, derken, bunu söylemek istiyordum Şimdi, ne büyük bir yanılgı içinde olduğunuzu anladınız mı? Biz sizi tanıyoruz ama, siz bizi tanımıyorsunuz Cenabı Hak, ortak düşmana karşı savaşan bu iki dostu şimdi karşı karşıya getirmiş durumda Biz buna Takdir-i İlahi deriz Kısaca birbirimize muhtacız Bizim, sizin insanlığınıza, büyüklüğünüze ve alicenaplığınıza ihtiyacımız varsa, sizin de bizim bilgimize ihtiyacınız var O halde şartları iyileştirmemiz gerekiyor Yani en azından gemiler Antilya'ya varana kadar Bu konuda ilk adımı sizin atmanız gerekiyor Bizim elimiz kolumuz bağlı Ulular ulusu hakanımızı düşünerek karar verin buna Bize diğer köleler gibi davranamazsınız, köle muamelesi yapamazsınız Bu çağda göze alınamayacak bir durumdur bu İmparatorluğumuzun cihan şümul siyasi ufkunu idrak edebilmiş değilsiniz anlaşılan Alt güverteye hayvanlar gibi tıktığınız iki yüz elli esir, bu muhteşem imparatorluğun leventleridir Ben, hakanımız ve kraliçeniz adına bunu sizden istirham ediyorum Şartlarımızı düzeltiniz, hastalarımızı, yaralılarımızı tedavi ettiriniz Veya, bırakın biz tedavi edelim, aramızda üst düzey bir hekim arkadaşımız var Tabii ölmediyse Yardıma gelince, size yardım ederiz İstediğiniz harita ve portalanlar işte burada"

Su geçirmez kabın içindeki Muhittin Piri'nin haritasını ve Kitab-ı Bahriye'yi koynumdan çıkarıp, masanın üstüne koydum Her şeyimi kaybetmiş olsam da bu hayati gereçler ve yazılarım hala koynumdaydı

Sir, şaşkınlık içinde,

-Yanınızdaydı demek ha? diye sordu

-Gayet tabii, bunları yanında bulundurmayan Osmanlı levendi olamaz Sir Francis Drake, bilgiye susamış gibi sabırsızlıkla haritayı açtı

-Size müteşekkirim, size müteşekkirim, dedi "Of, aman Tanrım nihayet görebileceğim"

Muhittin Piri'nin büyük dünya haritası masanın üstüne açıldığında, Sir'in gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi

Arada söze girdim

-Sir, kendim için de bir şey isteyebilir miyim? Sizden mürekkep ve yazı yazacak kağıtlar istiyorum

-Ha, evet Peki peki, git bak var orada her şey Yazılarınızı burada, benim masamda yazabilirsiniz

Kıvırcık, kızıl saçlı başını kaldırıp, çekmeceyi açtı Bana yeşil, deri kaplı bir defteri uzatarak,

-Bu da benden sana bir hediye, dedi "İhtiyaç duyduğun her şey var burada İstediğin zaman gelip odamı kullanabilirsin"

-Teşekkürler Sir

-Bir şey değil, bir şey değil

Kendinden geçmiş gibi, tekrar eğildi haritanın üstüne

O günden sonra, gemiler mağribe doğru ilerlerken, Sir'ün kamarasına kapanıp, tavanda sallanan gemici fenerinin sarı ışığı altında sabahlara kadar denizleri ve kıtaları tartıştık Günün her saatinde masanın üstünde o iki harita serili dururdu Muhittin Piri'nin ve Sebastian Münster'in haritası Yerlerde portalanlar, adalara ait küçük detay haritaları, resimler, şekiller, pusulalar, rüzgar gülü kılavuzları da atılı dururdu En hararetli tartışmamız ise Zipangu üzerineydi Sir Francis Drake, yıllarca Sebastian Munster'in haritasını kullanmış olduğundan, Zipangu'nun hemen Kaliforniya açıklarında olduğunu biliyor, Antilya'ya vardıktan sonra güneye bükülüp, Novus Orbis'e, oradan Zipangu'ya ve daha da sonra Hindistan'a varılacağını sanıyordu Yanlışlarını Muhittin Piri'nin dünya haritası üzerinde tek tek gösterdim Söz konusu yerlere gidebilmek için koskoca Pasifik'i geçmek gerektiğini söyledim "Zipangu, Novus Mondus'un batısında değil, Asya'nın doğu sahillerindedir Güneşin doğduğu yer de derler oraya Orada güneşin çocukları yaşar Hindistan ise, kuzey batıda değil, tam aksine güney batıya düşer Yani okyanusun kuzey çanağını geçip, Yılanbalığı denizine, sonra kuzey ve güney Çin denizlerine ve güney doğu Asya adaları arasından Hint okyanusuna varılır" dedim Ona ayrıca Seydi Ali Reis'in Hint denizi rehberi niteliğindeki Muhit ve Miratü-l memalik adlı eserlerini hediye ettik Bu tür bilgileri biz hususi muhafazalar içinde yanımızda taşırdık Sir buna çok sevindi Sanki yıllardır beklediği armağanlara kavuşmuş gibiydi Mutlu birinin coşku dolu bakışları vardı gözlerinde Günler sonra beni yanına çağırıp,

- Ne kadar da yanılmışız, dedi, gözlerimin içine bakarak "Çok faydalı bir yolculuk oldu bu Sana minnettarım"

Tam bir coğrafya tutkunu olan Sir, elimi kuvvetle sıktı

Fakat bütün iyi niyetlerimize rağmen, Sir bizim için hiçbir şey yapmadı Durumumuzda hiçbir iyileşme olmadı Yazılarımı temize çekmem ve burada yaşadıklarımı yazmam hususundaki bana gösterdiği kolaylığı unutamam ama Aramızda iyi bir dostluk kurulmuştu İkimiz de Türkçe biliyorduk ve ikimiz de coğrafya tutkunuyduk Günlerce haritalar ve portalanlar üzerinde tartıştık Ve sonunda yine alt güverteye indirildim Loş, karanlık ve sıçanların cirit attığı yere Ne sırtımızda taşıdığımız tomruklardan, ne elimizdeki zincirlerden, ne de ayağımızdaki demir halkalardan kurtulabildik Kısaca, değişen hiçbir şey olmamıştı Gerçek, yine bütün acımasızlığıyla karşımızdaydı

Hayvanlar gibi tekrar karanlık alt güverteye tıkıldık Mahkeme edilmedik Jürinin karşısına bile çıkartılmadık Geleceği olmayan, mazisiyle bağları kopmuş bir avuç Osmanlı levendiydik, o kadar

* * * *

Traverten ocaklarındaki barakada tuttuğum notlardır

Allah'a hamd olsun Allah'ın selamı Hz Muhammed'in üstüne olsun

Gemiden, zincirle birbirimize bağlı olarak çıkartılıyoruz Yeni yurdumuza merhaba! Uzakta guruplar halinde kölelerin indirildiği limandan büyük bir uğultu duyuluyor Arada bir küfürler, inlemeler ve kamçı sesleri geliyor kulağımıza Sahile vuran dalgalar bile bastıramıyor bu sesi Tek sıra ilerliyoruz Esirler az ileride taş bir köprüyü geçiyorlar Taş kemerli köprünün kenarına bozarmış kıyafetler içinde keşişler sıralanmış Hayretle o yana bakıyorum Ne yapıyor bu adamlar? Kaba, yün kumaştan kıyafetler giymiş bu keşişlere doğru ilerliyoruz İçimde sonsuz bir tiksinti Gittikçe yaklaşıyorum Keşişlerden biri sürekli dualar okuyarak yüzümüze kutsanmış su serpiyor Zincirlerimizin taş zeminde çıkardığı sesleri duyuyorum Gençten keşiş elindeki çam dalını, önünden geçen her esirin yüzüne serpiyor Bir diğeri ise haç çıkartarak kutsuyor bizi Sonra boynumuza küçük yaftalar asıyorlar Çevirip okuyorum; MELUNGEON Ne manaya geliyor bu, şey anlamıyorum Ama sonradan öğreniyoruz ki, "lanetlenmiş ruh" manasına gelen bir kelimeymiş bu

Keşiş, çam dalını suya batırıyor bir daha serpiyor yüzüme Geçip gidiyorum Dualarından ise bir şey anlamıyorum

Sonra bizi loş, karanlık, taş zindanlara kapattılar Önümüze iki ahşap kova koyup, çekip gittiler Kovalardan biri içmek, diğeri ise, hacetimizi gidermek içinmiş Daha o anda su dolu kovanın önüne sıralandık Avuçlarımızı suyla doldurup yüzümüzü yıkadık

Yüzümüzü kirletseler de ruhumuz hep temiz kalıyor

Antilya'da, Apalaş dağları eteklerinde traverten ocaklarında çalışıyoruz Bize verdikleri yeni isimle biz Meluncanlar, yüksek dağların eteklerinde taş kesme ve taş kırma işlerinde çalışıyoruz Etrafımız derin uçurumlarla çevrili Meluncan, alışamadığımız bu tuhaf isim, alın yazımızın özeti gibi Burada hayatta kalmak o kadar zor ki İstikbalde bizi nelerin beklediğini bilemiyoruz Bu zor hayata katlanabilecek miyiz? Peki ya geleceğimiz, neslimizin devamı? Aile kurabilecek miyiz burada? Bu yerde daha ne kadar kalacağız? Bütün bu sorular henüz cevabını bulmuş değil

Gündüzler onların, geceler bizimdi buralarda Gündüzler o kadar uzun ki, zaman geçmek bilmiyor Gecelerimiz ise çok kısa Göz açıp kapamayla bir de bakmışsın, sabah oluvermiş Yataklarımızdan şafak vakti kalkıyoruz Yatak dediysek, talaş ve sap doldurulmuş kirli, yırtık şilteler bunlar Kaba yontulmuş çam tahtalarından yapılmış üç katlı ranzalarda yatıyoruz Yorgunluktan bitap düşmüş olarak, kendimizi yatağa atar atmaz uyuyoruz Uyumuyor, adeta baygın düşüyoruz Hastalıktan, yorgunluktan ya da dağlardan düşerek ölenlerimiz oluyor zaman zaman Kamp yetkilileri ölülerimizi elimizden zorla çekip alıyorlar Kendi inançlarına göre gömeceklermiş Daha şimdiden karşıdaki çıplak bir sırtta bir mezarlık oluşmuş Başlarına tahtadan haçlar çakılmış mezarlar, geleceğimizin aynası gibi, karşımızda duruyor

Ölenlerimiz için çok mücadele ettik Geceleri keşişlerin mezar başlarına diktikleri haçları gizlice kırıp atıyor, ölülerimizin başına bir taş dikip, dua okuduktan sonra gidip yatağımıza uzanıyoruz

Kampın etrafına kazık çakmakla işe başlattılar bizi Asker gözetiminde, dağlardan ağaç kesme işini de biz yapıyoruz Keresteleri soyma, yontma, kütükten barakalar yapma işi hep bizim

Yerlilerin saldırılarından uzakta, aşılmaz dağların ve derin uçurumların arasında aylardan beri çalışmaktayız İngilizlerin kuracakları şehirler için sağlam taşlar hazırlıyoruz Traverten kayalıkları tek tek parçalıyor, onlardan iri kalıplar kesiyor, bu taşları yontuyor ve aşağılara taşıyoruz Eskiden Romalılar kolezyumlarda kullanırlarmış bu taşları

Beyaz vadinin ortasında çalışan köle sayısı her geçen gün artıyor Gemiler, uzak diyarlardan sürekli kara derili insanlar getiriyor buraya Dinlenmek, soluk almak yok Vadiye yayılmış ocaklarda, kol kuvvetiyle çalışan vinçlerin etrafında, günde neredeyse on sekiz saat çalıştırılıyoruz Güneş, yontulmuş granit kayaların üstünde parlıyor Ortalık cehennem gibi sıcak Üstümüz başımız toz içinde, tanınmayacak haldeyiz

Vadiye serpilmiş ahşap barakaların sayısı her geçen gün artıyor Biz Meluncanlar, ayrı barakalarda kalıyoruz Kara derililer ve batı Hint adalarından getirilen köleler ise, başka ocaklarda çalıştırılıyor Sabahları onların vadiden dağa doğru tek sıra halinde gidişlerini seyrediyoruz Tuhaf, insanın içini ezen şarkılar söylüyorlar giderken Sesleri çıplak sırtlarda yankılanıyor Maden ocaklarında ölüm şartlarında çalıştırılan bazı kölelerin, İnebahtı'dan getirilen leventler olduğunu söyledilerse de, bu gerçeği öğrenemedik

Her şeyin üstü bembeyaz bir tozla kaplı burada Yere kök salmış, dev kazıklarla çevrili kalenin ortasındaki taş yapılar her geçen gün artıyor Yüksek kulelerde günün her saatinde silahlı askerler geziniyor Bunlar bizi gözetim altında tuttuğu gibi, yerlilerin saldırılarından da koruyorlar Bazen, uzaktan çatışma sesleri duyuyoruz Yırtık pırtık kıyafetler içinde köleler, hayvanlar, binalar, çitler, dikenli teller ve orman Gördüğümüz manzara bu Çamurlu yollar boyunca zincire vurulmuş her renkten insan var burada Taş kırma makinelerinin yanında veya sırtlarında taş taşıyan binlerce insan vadinin ortasında, karıncalar gibi kaynaşıyor gece olduğunda ise yorgun argın koğuşlarına çekiliyorlar Uçurumlar o kadar derin ki, aşağıya bakamıyoruz Uçuruma yuvarlanan karındaşlarımız oluyor bazen, ama cesetlere dokunamıyoruz Boğucu hava nefesimizi kesiyor Ciğerlerimiz daha şimdiden bir karış tozla kaplandı Öksürürken kan tüküren karındaşlarımız bile var Ama biz gene de şanslı görüyoruz kendimizi Ocaklarda, trevertan tozundan çimento yapanların işi çok daha zor

Bu esarete daha ne kadar dayanırız bilmem Gelecekle ilgili hiçbir umut ışığı göremiyorum Kaçmaktan başka çaremiz yok Uçurumları aşıp, öbür tarafa geçmek ise, imkansız Umudumuz her geçen gün azalsa da, hürriyetten vazgeçemiyoruz

Yaz bitti, kış geldi Apalaş dağları karla kaplandı Zirveleri her daim karlı olan bu dağları biz kampta kaldığımız barakanın penceresinden seyrederdik O dağlar hürriyetimizdi, özlemimizdi bizim Vadinin boğucu havasını o yandan esen rüzgarlar dağıtırdı Kartallar geniş kanatlarıyla kavisler çizerek gururla süzülürlerdi üstümüzde Onlara imrenirdik Kartallar ve biz Ne kadar da benziyoruz birbirimize Sonra kurtlar; boz yeleli kurtların uzaktan sürüler halinde geçişini seyrederdik Onlar sessiz dünyamızın dostları, bizim sırdaşlarımızdı Sanki bizi alıp götürmek ister gibi kampın etrafında gezinirlerdi

Geniş vadiye yayılmış İngiliz çalışma kampları, baharın gelişiyle birlikte yerlilerin baskınlarına maruz kalmaya başladı Apalaşların gerçek sahipleri Cherokeeler, gecenin karanlığında bir ruh gibi süzülüp, asker barakalarına saldırıyorlardı Sonra günden güne yerlilerin sayısı arttı Jikarillolar, kalabalık Apaçi gurupları, Siouxlar, Uteler ve diğerleri

* * * *

Kaçışımızı takip eden ilk gün ovanın berisindeki korulukta tuttuğum notlar:

Allah'a hamd olsun Allah'ın selamı Hz Muhammed'in üstüne olsun

Cherokeelerin saldırısı bir türlü bitmiyor Yine şafak söküyor Ben ve Moğulçuk ayaklarımızdaki demir kösteklerle, hacet kovalarını dökmeye gidiyoruz Bugün sıra bizde Birden, büyük bir patlamayla irkildik Alaca karanlıkta gök bir anda kızıla boyandı Patlamalar birbirini takip ediyordu Baruthaneye doğru koşturduk Yer gök yanıyordu Barakalardan askerler fırlıyor, kalabalık bir yerli gurup vadiye doğru yayılıyordu Büyük bir gedik açılmıştı orada Çığlıklar kopuyordu Zafer naraları, ölenlerin bağırtıları ve yüksekten düşen nöbetçilerin canhıraş çığlıkları birbirine karışıyordu

Biz o yana doğru koşturduk Hürriyet az ötemizdeydi Geri çekilen yerlileri takip ediyoruz Ateş yığınlarının içinden geçtik Yer yanıyordu, evler, ağaçlar yanıyordu Son birkaç yerli ise gözetleme kulelerini ateşe veriyordu Başımızın üstünde bir ateş yağmuru Açılan gedikten dışarıya fırladık Cherokeeler az ötemizde Sesleniyoruz, ama sesimizi duyuramıyoruz Ah bizi de yanlarında götürseler Biz o yana doğru koştururken arkamızdaki patlamalar devam ediyor Yerliler çoktan ormanın içinde kayboldular El sallıyoruz, ama bizi görmüyorlar

Ölümüne bir koşu tutturduk Sarp kayalıklar artık çok gerimizde kaldı Cherokeeler'in yurduna doğru koşturuyoruz Acaba kamptan kaçtığımızı öğrenmişler midir?

Merhamet ve himaye etmek duygusu bir imbikten sızan su gibidir Asaletin göstergesidir Merhameti arıyorduk biz Bunu burada gösterecek birileri mutlaka olmalıydı Bir avuç Türkü kucaklayacak, bağrına basacak, ona insanlığını hatırlatacak birilerini arıyorduk

Yol arkadaşım Moğulçukla nereye ve kime koştuğumuzu bilmeden saatlerce koştuk

Orman bitiyor, önümüzde kırmızı toprağıyla alabildiğine bir düzlük uzanıyordu Sel sularının, yüzünü, parça parça yırttığı bu çıplak arazide saklanmak imkansızdı Dönüp İngilizlere teslim olmak da mümkün olmadığına göre, Cherokeelerin yurduna doğru koşturduk

Arkamda bir patlama Döndüm baktım Moğulçuk bir meşe çalısının dibinde can veriyor Sırt üstü düşmüş, göğsünü parçalarcasına çekiştiriyordu Dönüp, ona doğru gitmek istedim Ama imkansız Kurşunlar başımın üstünde yağmur gibi yağıyor, ağaç gövdelerinde çentikler açıyordu

Bir ara, böğrümde müthiş bir sızı duydum Kendimi yerde buldum Hala kendimdeyim Bir şeyim yok Elim böğrümde tekrar koşuyorum Tökezliyorum, düşüyorum tekrar kalkıyorum Taşlar ayaklarımı, ellerimi, dizlerimi yırtıyor Avuçlarıma baktım, parmaklarımın arasından kan sızıyor Yaram hala sıcak Daha uzun süre koşabilirim Ah şu çıplak araziyi bir geçebilsem, karşıdaki ormana bir atabilsem kendimi Yaralarımı iyi ederim ben Ama saklanacak bir yer dahi yok İngilizler peşimde

Zavallı Moğulçuk ise, çok geride kaldı Yerdeki nemli toprağı topuklarıyla ezerken gördüm onu en son Ben yoluma devam ediyorum Kan topuklarıma kadar sızıyor Son bir defa geriye baktım, sık ağaçlar arasında kimseyi göremedim Uzakta bir tümsek, düz bir çizgi halinde uzayıp gidiyor Oraya atmalıyım kendimi Yarama işliğimi bastırdım Kanın içime dolduğunu hissediyorum Bir iz kalmasın yolumda Hayır, bir süre daha direnmeliyim Yazı takımım kuşağımın altında Artık son satırları yazabilirim

Kendimi hendeğin içine attım

* * * *

Ovanın ortasında, bir sel yatağının dibindeki çukurda tuttuğum notlar:

Allah'a hamd olsun Allah'ın selamı Hz Muhammed'in üstüne olsun

Burası, daha doğrusu içinde bulunduğum şu karanlık çukur, kısacık hayatımın son durağı ve belki de ölümün beni karşıladığı yer olacak Ruhum diri diri mezara gömülmenin dehşetiyle sarsılıyor olsa da, söyleyeceğim sözler var

Hayat ve ölüm ne kadar da yakınmış birbirine? Nasıl da sürükleniyor ruhum ölümün o karanlık çukuruna? Peki ölüm niye yabancı gelmiyor bana? O halde korkmamalıyım Karanlıktayım, küçük bir delikten dışarıyı görebiliyorum Hudutta olmak böyleymiş meğer Gökyüzünü, uzaktaki ormanı da görüyorum Bir rüzgar esiyor dışarıda Uğultuyu duyuyorum, ağaçların hep bir yana yatan zirvelerini görüyorum Hayat, bütün güzelliğiyle devam ediyor dışarıda Kıskanıyorum Keskin reçine kokularını getiriyor rüzgar Gök mavi, bulutsuz, tertemiz uzanıyor üstümde Durgun semada kartallar süzülüyor Nasıl da korkusuz oluyor şu kuşlar? Acaba görmüşler midir beni?

Toprak kuru, sıcak, hışır hışır içerde; kanayan yarama doluyor Olsun, burada toprak olmayacak mıyım zaten? Kanlı parmaklarımı toprağa daldırıyor, kıvranıyorum

Anam ölmüş müdür acep? Orada kiminle karşılaşacağım? Anam, belki de kanlı gövdesiyle babam karşılar beni Heyecanlanıyorum Ya geride kalanlar?

Dedim ya, bu düşünce heyecan veriyor bana İçimde korkudan eser yok Yaram bile eskisi gibi acı vermiyor Biraz üşüyorum, o kadar Kurumuş bir sel yatağının dibinde, bir çukurdayım Toprak mı serin, ben mi üşüyorum? Gözümün önünden bir bir geçiyor insanlar Kuçum Han'ı, Ahmet Han'ı, babamı ve hatta Cengiz'i bile görebiliyorum Görmek istediği kişileri görebilirmiş insan? Bu içimi ferahlatıyor Tanışmak istediğim o kadar çok insan var ki

Beni orada babam karşılayacak, bunu biliyorum Elimden tutup, beni bir Türk meclisine tanıştıracak

-İşte oğlum, Kanavuç, diyecek oradakilere Cengiz beni yanına çağıracak Yanında bana da yer açacak Keskin gözlerle bana bakıp, sırtımı sıvazlayacak Yaramın acı verip vermediğini soracak Batu ya da Kubilay olacak yanında Yanlarında bana da yer verecekler

Tehlikeyi atlatıyorum galiba Askerlerin ayak seslerini duyamıyorum Keskin toprak kokusu ciğerlerimi yakıyor Buna aldırmıyorum Dünyanın ta dibindeyim Uzanmış yatıyorum ve son kez düşünüyorum

Yurdumun gökleri şimdi nasıldır acep? Yıldızlar parlıyor mudur yine oralarda? Oraları özlüyorum O halde biraz daha direnmeli, karanlıkta yıldızları seyretmeliyim Yıldızlar gökte belirmeden ölmek istemiyorum Yurdumun göğünde ışıyan sayısız, parlak yıldızları son kez seyredeceğim Yıldızlar ne kadar da parlak olurdu İslambol'da? Davutpaşa'da, Eyüp sırtlarında, Kasımpaşa'da ve Marmara'nın koyu, hızlı akan sularının üstünde Apalaşlar'da da yıldızlar çok mudur acep? İslambol'da bir yaz gecesini yaşamak şimdi ne güzel olurdu? Lakin, çok uzaklardayım şimdi Her şeyden uzakta Onlar orada, ben buradayım? Unutulmak ve yok olmak ise, çok acı

Yazılarımı burada bitiriyorum Yaram çok acı veriyor bana Vakit geldi, tamam Göz kapaklarım kapanıyor Ölüme uykunun kucağında gideceğim Titriyorum Sarsılıyorum Birbirine çarpan dişlerime hakim olamıyorum Ayaklarımı göğsüme çekip, uyuyorum Ölüm niye acı vermiyor peki bana? Ortalık mı kararıyor, ben mi öyle görüyorum? Temiz havaya susamış gibi ağzımı sonsuza dek açıyorum Apalaşlar'ın temiz havası nerede? Ölümümü yazmayı sürdürüyorum Ormandan gelen gümbürtüyü duyuyorum Bir kartalın kanat vuruşlarını da Ölüm işte karşımda Beni götürmeye gelmiş bir kanatlı at gibi, tepiniyor önümde Dışarıya son kez bakıyorum

Sonra yine İslambol'u düşünüyorum Okmeydanı, Kasımpaşa, Eyüp sırtları geliyor gözlerimin önüne Yemyeşil geniş bahçe içindeki o ev Suyu bol o kuyuyu, asırlık çınarları ve gölgesi yola düşmüş o ceviz ağacını Küçük bir de cami vardı köşede Hani yokuşu tırmanıp, Haliç'i yüksekten seyrettiğimiz o sırtta, ellerin ellerimde, yeşillikler arasından veya bahçelerin içinde koştururduk seninle Mamatay Gözleri pusuk bakan Tatar kız, seni unutmak ne mümkün? Gözlerin geliyor şimdi aklıma, kırmızı dudakların geliyor ve o paha biçilmez gamzelerin Alt dudağının yanındaki ben hala öyle çekici mi? Senden ayrı düştüğüm bunca yıllar boyunca hep seni düşündüm Geceleri uçsuz bucaksız deryanın ortasında, karanlık göğün altında, küreklere asılırken sen hiç çıkmadın aklımdan Kabus dolu bu yolculukta hep senin hayalinle teselli buldum Öpemeye kıyamadığım o tatlı yanaklarını şimdi başkaları mı öpecek? Ah, ne büyük bir acı bu, bir bilsen? Sana sevdiğimi söylediğim günü hatırla Mamatay! Boynuma sarıldığın ve kulağıma aşk sözcüklerini fısıldadığın anı hatırla! Beni unutmalısın artık Ölüler sevilir mi? Lakin, yok olsam da, bedenim çürüyüp toprağa karışsa da senden kalan bazı izler götüreceğim Dokunduğun ellerimi, kucağımdaki sıcaklığını ve gözüme düşen hayalini götüreceğim

Yok olmak, ebediyen yok olmak, bilsen ne acı şey Mamatay Seni bir daha görememek ıstırapların en büyüğü, inan Beklemeyi, yol gözlemeyi de hiç beceremem ki Senin gibi sabırlı değilim ben Kavuşacağımız gün o kadar uzak ki

Ama sen gene de uzun yaşa sevgilim Yurdumun güzellikleriyle iç içe, mutlu yaşa! Ve beni unutma!

Ah, Mamatay, kim derdi ki bir gün biz de ayrılacağız? Birbirimizden uzakta, çileli günler geçireceğiz Aşkımız bütün donanmada konuşulurdu, bilirsin Aklın alacağı şey miydi bu sevgilim?

Seni kaybetmek

Seni kaybetmek, bütün dünyayı kaybetmekle eş değermiş Mamatay! Ağlamak istiyorum şimdi Acılarımdan değil, sana olan hasretimden ağlamak istiyorum Ağlamak ve rahatlamak istiyorum Ağlayınca korkularım da azalıyor Tanrıyı düşünüyorum, ondan yardım diliyorum Günahım var mı acep diye? Seni sevmekten başka ne günahım olabilir ki? Ölüm korkusu ne tuhaf bir şeymiş İnsan boşluğa sürüklenirken, ne kadar da aciz biri olduğunu anlıyor İşte ben şimdi bu duygular içindeyim Ama seni düşünmeden edemiyorum Her şey bitti, tükendi, ama sen benim için hep varsın Ölüm bizi ayırıyor Mamatay Sensiz olmayı nasıl düşünebilirim? Sen yüreğimde bir sızısın Senden vazgeçemiyorum

Sevilen biri ebediyen yok olabilir mi? Bunu bir türlü anlayamıyorum Olabilir mi bu, ha söyle bana? Bunu düşünmek bilsen nasıl acı veriyor bana? Yazgımız niye böyle kötü bitti bizim Mamatay Günahımız neydi? Kimse anlamadıysa eğer, melekler de mi anlayamadı aşkımızı? Aşkımızı kıskandılar mı yoksa? Ah Mamatay, burada bilsen nasıl da özlüyorum seni?

Sen yoksun artık, onlar yok, sevdiklerim, anam ve babamın garip mezarı yok Her şey binlerce mil uzakta artık Ah, buna dayanamıyorum Mesafeler öyle uzak, anlatılması öyle imkansız ki Ben yoksam eğer, sen de yoksun Ruhlarımız boşlukta dolaşacak Nefesim gittikçe kesiliyor Senden çok uzaktayım Mamatay Yaralı bedenimi karanlık çukura daha da çekiyorum Birazdan gözlerim kapanacak, son nefesimi vereceğim Karanlıkta, ciğerlerime dolan toza rağmen yazıyorum Abuk subuk da olsa, sana son kez seslenmek istiyorum

Mesafeler de kalkıyor aramızdan Yokluğu kabullenmek öyle zor ki Sesimi duyamayacaksın belki ama, yazılarım dile getirecek aşkımı Bu defteri çukurun dışına fırlatıyorum Acılarımın ve aşkımızın dile geldiği bu defteri buraya bırakarak bu dünyadan ayrılıyorum

Hoşça kal Mamatay!

Hoşça kal yurdumun dumanlı dağları Hoşça kal nazlı Kazan, mağrur İtil Hoşça kal uçsuz bucaksız Sibirya ve yurdumun ezilen halkları Büyük Türkistan Hazar'ın mavi köpüklü suları, Tuna, Karadeniz, Kırım'ın cennet sahilleri Sevdiğimi ba-rındıran İslambol, hoşça kal Esaret demirimin atıldığı Akdeniz, sen de hoşça kal Büyük Türk diyarı, hoşça kal Baş ucumda bir mezar taşı olmasa da, ben ulu Türk otağının gölgesinde uyuyor olacağım Bu yeter bana

Görevini yapmış bir insanın iç huzuruyla, Tanrının ateş olarak yarattığı ulu milletimden helallik diliyor, sözü yine Muhittin Piri'nin şu deyişiyle kapatıyorum

Tamam ettik sözü bulup muradı

Dedik tarihi ana Fevzi hadi

Sesimi gökler, rüzgar ve rüzgarın kanatlarında uçan kartallar getirecek size Daha da bir şey bırakamıyorum

O halde, elveda hayat, merhaba ölüm

* * * *

Genç Meluncan defteri katlayıp reis Buka'ya uzattı Güneş doğu ufkunu yavaş yavaş aydınlatıyor, göğü parlak sarı ışıklarıyla donatıyordu Ortalıkta bir sessizlik bir hüzün Reis Buka kalktı, bakışlarını aydınlanan göğe dikti ve defteri yerine koymak üzere kalabalığın içinden geçip, çadırına doğru yürüdü

Apalaşlar'da artık hür, aydınlık ve mutlu günler başlıyordu

Mahmut YILDIRIM






Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.