Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Felsefesi Tarihi Hakkında Bilgi
Gazali’den sonra Batı İslâm dünyasında İbn Rüşd gibi bir filozof çıkmışsa da XII yüzyılda kendini gösteren felsefe karşıtı tutum, XIII yüzyılın sonlarında Selefiyye akımı ile daha da kuvvetlenmiştir Akıl ve akıl yürütmeye dayanarak naklin yorumlanmasını reddeden, hatta vahyin akla dayalı (rasyonel) yorumunu bir tür dini tahrif (değiştirme ve bozma) sayan bu akım, her türlü yeniliği, icat ve keşifleri İslam’ın ilk zamanlarında olmaması nedeniyle “bid’at” damgasıyla karalayan tutumuyla İslâm toplumunun gelişmesini engelleyici bir işlevde bulunmuştur![frmsinsi.com](images/smilies/frmsinsi.gif)
Gazâli’de en yüksek noktasına varan Eş’ari kelamının inancılığı (’fideizm”) ve Selefiyye’nin tutuculuğu yanında bir de tasavvufun ibadete ağırlık veren çileci kanadı İslam toplumunda giderek yaygınlaşınca, felsefenin eski konumunu kaybetmesini, hatta felsefi düşüncenin “bidad” ve “küfür” sayılmasını anlamak zor değildir Böyle bir ortamda, yani fikri otoritenin, taassubun ve bu dünyanın dışına kaçış arzularının yaygın olduğu bir toplumda, Nizamiye Medreseleri’nin öncülüğünde felsefeyi öğretim programlarından dışlayan, eleştirel ve yaratıcı düşüncenin gelişmesine imkan vermeyen, ezberciliğe dayalı bir eğitim modelinin giderek kurumsallaştığı görülür![frmsinsi.com](images/smilies/frmsinsi.gif)
Gazali sonrası felsefi geleneğinin ortadan kalkmasıyla, yine onun etkisiyle, felsefeden kalan boşluğu medreselerde felsefileşmiş kelâm doldurmuştur Bu oluşum süre felsefe ile hesaplaşma imkanlarından yoksun kalan kelâm, önce yenik düşmüş bulunan felsefeden kendi bünyesine ithal ettiği öğelerle büyümüş, daha sonra da kendi içine dönerek eski savlarını ve sorunlarını tekrarlaya tekrarlaya “kemikleşmiş”; skolastiğe ve haşiyeciliğe gömülmüştür![frmsinsi.com](images/smilies/frmsinsi.gif)
İslam dünyasında Gazâli’den sonra felsefenin bir disiplin olarak algılanması, toplumsal anlamda kabul edilmesi söz konusu değildir, Felsefi düşünce hesabına olumlu kaydedilebilecek bazı kelam eserlerinin varlığı dikkate alındığında ise daha çok mantıktaki diyalektik yöntemlerin kullanılmasıyla ortaya çıkan ve hemen hiçbir yeni açılım getirmeyen bir kendi kendini tekrarlama faaliyeti olarak kelam, felsefe yapmak için ortaya konulmadığından pek bir anlam ifade etmemektedir Aksine Eş’ari kelamı içinde gelişen Ehl-i Sünnet’in görüşleri, Kuran ve Sünnet gibi değişmez, sabit ilkeler olarak Müslümanların zihinlerinde yerleşmeye başlamıştır Böylece söz konusu görüşler donuk bir düşünce dizgesi ve sosyo-politik sistem haline gelerek, farklı yorumları ortadan kaldırmak için “bizzat yorum ve içtihadın kendisini ortadan kaldırmak” gibi kısır, kötürümleşmiş bir zihniyetin oluşmasına sebep olmuştur Böyle bir zihniyetin egemen olduğu medreselerden de felsefe hesabına fazla bir şey beklemek zordur![frmsinsi.com](images/smilies/frmsinsi.gif)
Özetlenirse, kutsal mesajın anlamıyla hareket eden Müslümanlar, bu anlamın temeldeki belirleyici etkisi altında ikincil etkenlerin de karşılıklı etkileşimiyle uygarlık tarihinde olağanüstü bir görünüm sergilemişlerdir Gerçekten de Abbasilerin ve İslam tarihinin Altın Çağı kabul edilen VIII yüzyılın ikinci yarısı ile X yüzyıl arasındaki coşkulu ve dinamik dönemde, önce antik kültürün tercümesi çalışmalarıyla başlayan felsefi etkinlik, Kindi’nin eserleriyle ilk örneklerini verdikten sonra, bir taraftan kökleri Câhiliyye dönemine kadar uzanan Dehriyye akımı içinde yer alan Ravendiyye öğretisinin kurucusu Ravendi (ö 910), İslâm felsefesinin ilk deneyci filozoflarından biri olan Razi (ö 925 ve X yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan “Ansiklopedici” düşünürler topluluğu İhvan-üs-safa ile doğa felsefesi olarak natüralist (doğalcı) ve materyalist (maddeci) bir açılıma girerken, diğer taraftan da Fârâbi (6 950) ve İbn Sina ile İslam Aristotelesçiliği olarak bilinen Meşşâiyyûn biçiminde bir açılım göstermiştir![frmsinsi.com](images/smilies/frmsinsi.gif)
Bu ilk dönemden sonra İslâm dünyasında felsefe hareketleri daha çok çeşitlilik kazanamış ve daha değişik açılımlara girmiştir Endülüs’te Meşşiiyyûn, İbn Bacce (ö 1139) ve Ibn Rüşd’le (ö 1198) gelişmiş; Bayezid-i Bistami (ö 874), Cüneyd-i Bağdâdi (ö 9O9) Hallâc-ı Mansur (ö 922), Sühreverdi (ö 1191) gibi mutasavvıflarla gelişen tasavvuf akımı, İbnü’l Arabi’yle (ö l240) felsefileşerek Anadolu’da Hacı Bektaş Veli (ö 1271), Mevlânâ Celâlüddin Rûmi (ö 1273) ve Sadrüddin Konyevi (ö 1274) ile devam etmiş; usçuluk karşıtı gizemci İşrakiyye felsefesi Sühreverdi (ö ll91) ve Endülüs’te İbn Tufeyl’de (ö 1185) kendini bulmuş; felsefenin etkisine karşı koymak için yola çıkan kelâm Zamahşeri (ö 1144), Ebu’l Berekât Bağdâdi ö 1166 Şehristani (ö 1155), Fahrûddin Rizi (ö 1209) Nâsırüddin Tûsi (ö 1275), Amidi (ö 1233), İci (ö 1355), Taftâzâni (ö 1389) ve Curcâni’ yle (ö 1413) Selefiyye akımı da İbn Teymiye’yle (ö 1328) felsefileşmiştir Bunlara İbn Haldun’un (ö 1406) tarih felsefesi de ayrıca eklenmelidir![frmsinsi.com](images/smilies/frmsinsi.gif)
Bu açılımların özgün bir felsefi düşünceyi ortaya koyup koyamadığı meselesi tartışılagelen bir konudur De Boer gibi bazı doğubilimciler İslam felsefesini Yunan felsefesinin basit bir devamı olarak değerlendirirler O’Leary gibi diğerleriyse İslâm’da Fârâbi ve İbn Sinâ gibi büyük filozoflar yetiştiğini belirtseler de İslam felsefesini daha çok Yunanlılar ile Latinler arasında bir köprü olarak incelerler Hilmi Ziya Ülken, Akdeniz geleneğinin bir halkası olarak değerlendirdiği İslam felsefesinin bu köprü işlevini önemle vurgulamakla birlikte özgün taraflarına da değinir Ahmet Arslan ise “İslam filozoflarının işinin antik felsefenin mirasını Batı’ya aktarmaktan ibaret olduğu; felsefenin önemli hiçbir alanındaya da sorununda özgün görüşler ortaya koymadıkları ve özgün buluşlarda bulunmadıkları” şeklindeki iddialara kesinlikle katılmaz Fârâbi ve İbn Sinâ felsefelerini “İslâm’da ‘Yunan tarzındaki felsefe’nin evrensel felsefeye kattığı anıtsal başarılar” olarak değerlendiren Arslan, sadece Arapça’da f çoğulu olan fe/4r sözcüğüyle anılan Yunan tarzında felsefe yapan Islı düşünürlerinin katkıları açısından değil, aynı zamanda İslâm’da düşünsel hareketin diğer açılımları olan kel ve mutasavvıfların yaptıkları katkılar bağlamında da -özellikle “kendisini akla dayanan nedenlerle meşrulaştırabilen bir düşünce etkinliği” anlamında, onların felsefi yöntemi vurgulayarak insan, evren ve Tanrı hakkında getirdikleri tutarlı düşünceler açısından— “Bir İslâm felsefesi var mıdır?” sorusunu “Evet, ortaçağda İslâm dünyasında yüksek düzeyde bir ‘felsefe’ hareketi vardır” diyerek cevaplandırır Gerçekten de İslâm’daki düşünsel açılımların temsilcileri üzerinde yapılan yeni araştırmalar, bu filozofların ve/veya felsefi yöntemi kullanan düşünenlerin, Yunan filozoflarına ve birbirlerine göre özgün yönlerini ve görüşlerini ortaya koymaktadır Bununla birlikte daha önemli olan nokta, hangi açılımlarda olursa olsun, en geniş anlamıyla evren, toplum ve insan üzerine sistemli düşünce tarzı olarak felsefi düşüncenin, İslâm’da hem —özellikle– IX ve XIII (hatta XIV ) yüzyıllar arasındaki dönemde, hem de ilk olgun eserlerini ver dikten sonra XII yüzyıldan itibaren Sicilya, Napoli ve Endülüs yoluyla Batı’ya geçerek sonunda Rönesans’a yol açan etkiler bırakacak bir biçimde ortaya çıkıp gelişmesinin tarihsel bir olgu olmasıdır![frmsinsi.com](images/smilies/frmsinsi.gif)
|