Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
osmanli, sorularla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Sorularla OSMANLI
Kaynak : ProfDr Ahmet Akgündüz

İttihatçılar kaç gruptur?

İttihâd ve Terakki Cemiyeti içinde cereyan eden çeşitli görüş ve fikirlerin tamamı iki kola ayrılıyordu:

Birincisi; Maalesef, tamamen batı taklitçisi, mason, farmason ve hatta Osmanlı ve din düşmanı grubudur ki, Osmanlı Devleti’ni Avrupalı devletlere şikâyet edecek kadar alçalan ekip bunlardır Bunların içinde Tevfik Fikret gibi tamamen dinsiz olanlar; Prens Sabahaddin gibi İngilizlerin oyuncağı haline gelecek kadar basiretsiz olanlar; Ermeni, Sırp ve Yunanlılar gibi tamamen gayri müslim olanlar bulunmaktadır II Meşrutiyet’in ilanı sırasında, Dâr’ülHikmet’ilİslâmiyye azası Seyyid Sa’dedin Paşa’nın Bediüzzaman’ı ikaz gayesiyle söylediği şu cümleler, bu birinci grubu çok iyi anlatmaktadır: "Kesin olarak öğrendim ki, kökü ecnebide kendisi de burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş ve demiş ki, Bu eser sahibi dünyada kaldrğı müddetçe, biz mesleğimizi yani dinsizliği bu millete kabul ettiremeyeceğiz Bunun vücudunu kaldırmalıyız" İşte birinci grubun gayesi, Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve siyâseti dinsizliğe alet etmektir

İkincisi; Hamiyet, milliyet, hürriyet ve müsavatı gerçek manada müdafaa eden Ahrâr grubudur ki, sonradan Ahrâr Fırkası adı altında İttihâd ve Terakki’den ayrılmak istemişlerdir Ahmed Rıza Bey, Enver ve Niyazi Beylerin bu manada İttihâdcı olduklarını ve ancak birinci grubun esiri olduklarını düşünüyoruz Nitekim Midhat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Bey, daha işin başından birinci grubun hıyanetlerini görerek cemiyetten istifa etmiştir Bu ikinci gruba mensup olan hakiki hürriyetperverler, daha sonra Abdülhamid’e yaptıkları zulümlerden pişman olmuşlar ve kusurlarını itiraf etmişlerdir

Maalesef, II Meşrûtiyetin kurulmasından sonra, İttihâd ve Terakkinin içinde hâkim olan kuvvet birinci grup olmuştur Hakiki hürriyetçiler iki defa hükümetin başına geçtikleri halde, birinciler tarafından çeşitli oyun ve entrikalarla devrilmişlerdir İşte Mehmed Akif gibi İslâm âlimlerinin kendilerine nasihat ettikleri İttihâdcılar grubu, Ahrâr denilen ikinci gruptur

İttihâd ve Terakki adı verilen siyâsî cemiyet nasıl teşekkül etti ve nasıl iktidara geldi? Bunların fikrî yapıları nedir?

1908 yılında Abdülhamid’in şahsî idaresi 30 Y’lını bulmuştu Bu idarenin devlet ve millet açısından müreffeh ve felâketsiz, ama özellikle son zamanlara doğru kısmen baskıcı bir yapıya büründüğünü biliyoruz İktidarın uzaması, az da olsa bazı baskıların yapılması, Anayasanın sadece Meclis ve seçimlerle alakalı maddelerinin yürürlükte olmaması ve en önemlisi de iç ve dış düşmanların Abdüihamid aleyhine ittifak etmeleri, yeni bir muhalefet hareketinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur ki, bunlar Midhad Paşa hayranı olan İttihâd ve Terakki Cemiyeti mensuplarıdır Eskiden beri devam eden Yeni Osmanlılar Hareketinin aşırı fikirleri, Abdüihamid zamanında engellenmişti

İşte Abdülhamid’e karşı biriken bu nefret, 93 felâketine zemin hazırlaması, şahsen müstebid olması ve devletin yapısını bilmemesi gibi menfi özelliklerini unutturarak Midhad Paşa hayranlığını gündeme getirdi Osmanlı Devleti’nin dünya siyâseti üzerindeki etkinliğinin azaldığını gören Mehmed Akif gibi İslâmı esas alan bazı mütefekkirler, Türk milliyetçiliğini esas alan Ziya Gökalp gibi edibler ve hatta Osmanlıcıyım diyen bazı yazarlar, istemedikleri halde Abdülhamid aleyhtarlığında ittifak eder gibi göründüler İttihâdcıların aksine, özellikle Osmanlıcılar ve İslâmı referans alanların hedefi, hastalanmış olan mevcut rejim yerine, şerl hürriyetin sınırları içinde kalan meşrutî bir hükümetle yaralan sarmaya gayret etmekti Ancak maksat ne olursa olsun, neticede hepsi de, Abdülhamid muhalifi gibi gösterilmeye çalışılıyordu 1908’de 66 yaşına gelen Abdülhamid, içten ve dıştan yapılan baskılarla yorgun düşüyor ve yeni bir anayasa için hazırlıklar yapmanın zamanı geldiğine inanıyordu Muhalifler, 1876 Kanunı Esâsi’sinin devleti parçalayacağını göremiyorlardı Halbuki Abdülhamid’in bütün derdi buydu

İşte böyle bir ortamda, 1890 yılında Harbiye ve Askerî Tıbbiye talebeleri tarafından Abdülhamid’e muhalif gizli ve siyasi bir cemiyet İttihâd ve Terakki adı altında kuruldu 1897’de bu cemiyet dağıtıldı ise de, üyeleri Paris’e kaçtı ve az da olsa Ahmed Rıza Bey başkanlığında faaliyetlerine devam ettiler Batı, Ermenilerin Kızıl Sultân diyerek yaftaladığı Abdülhamid’in aleyhinde faaliyet gösteren bu cemiyete yine kucak açtı Yahudilere yurd vermediği için Siyonist teşkilâtlar da onun aleyhindeydi Ama dünya Müslümanlarını temsil eden Abdülhamid, uzun yıllar tahtta kalmak uğruna Müslümanların aleyhine olan bu işleri yapamazdı Avrupalılarla işbirliğine giren İttihâdcılar, Arapça, Fransızca, İngilizce, Ermenice ve Arnavudca olarak çıkardıkları gazetelerle, Abdülhamid aleyhinde her türlü çirkin iftiraları yaymaya başladılar Bunları teker teker tetkik eden Prof Şükrü Hanioğlu, "Bazan ilim adına okumaktan utanacak kadar edepsiz ithamları görüyorum" demektedir Tarihçiler, bu basında yer alan ithamların % l’ine bile inanmamaktadırlar İngiliz Ali Bey’in oğlu Ahmed Rıza Bey’in Paris’te çıkardığı Meşveret Gazetesi bunların en meşhurlarındandı Ahmed Rıza Bey, Cumhuriyet döneminde ve hem de Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı hatıralarında, Abdülhamid hakkında adı geçen gazetelerde yazdıklarından pişman olduklarını ve onu tanıyamadıklarını itiraf ettiği gibi, 1918 sonlarında vatanlarını terk eden Enver, Tal’at ve Cemal Paşalar gibi İttihâdcıların liderleri de benzeri itirafları yapmışlardır

1899 yılında Damad Mahmûd Celâleddin Paşa, oğulları ile birlikte Brüksel’e giderek Abdülhamid aleyhtarlarına katıldı Arkasında İngiltere olan ve bazı şahsî menfaatler yatan bu adamın misyonunu oğlu Prens Sabahaddin Bey devraldı Avrupalılar gittikçe dozunu arttıran bu harekete Jön Türkler (Genç Türkler) diyorlardı Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle bunlardan bazılarına Şeyn Türkler (Çirkin Türkler) demek gerekiyordu Şubat 1902’de Paris’te Ahrârı Osmaniye Kongresi yapıldı Osmanlı Devleti’nin aleyhinde olan müslim gayri müslim bu kongreye herkes katılmıştı Prens Sabahaddin Bey’in şuursuzca ortaya attığı ademi merkeziyyet fikrinden ilham alan Kongre, Osmanlı Devleti’nde milliyet esasına göre mahalli muhtariyetlerin kurulmasını öngörüyordu Bu, Ermenistan, Kürdistan, Rum Pontus ve benzeri yeni devletlerin kurulması demekti Prens Sabahaddin Abdülhamid’i Ermeni Katili diye itham ederken, dinle alakası olmayan Tevfik Fikret de, Abdülhamid’i bomba ile öldürmek isterken öldürülen Ermeni komitecilerine ağıtlar yakan şiirler yazıyordu Midhad Paşa’nın oğlu Ali Haydar Bey gibi, bu kadarına isyan ederek kararları imzalamayan vatanperverler de aralarında vardı

İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kendine yakın bulduğu III Ordu subaylarının arasında yayılmaya başladı Selanik ve Manastır şubeleri açıldı Sonradan Bey ve Paşa haline gelen postacı Tal’at Efendi işin başına geçti 1908’de Kur’ân, bayrak ve silah üzerine yemin eden III Ordunun bütün subayları ittihâdcı olduklarını açıkça ilan ediyorlardı Artık asker siyâsete karışmıştı Neticede Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunlarından Mehmed Said Hâlim Paşa ve Ömer Tosun Paşa gibi rütbeliler de cemiyete giriyordu Cemiyetin fiili liderleri, Tal’at Efendi, Kurmay Binbaşı Enver Bey, Kıdemli Yüzbaşı Niyazi Efendi’ydi

İttihâdcıların en önemli sloganı ittihâdı anâsır yani güya istibdad yıkılıp meşrutiyet gelince, Osmanlı Devleti’ndeki bütün milletler, din, dil, mezheb ve ırk farkı gözetilmeksizin aynı devletin vatandaşları olarak birlikte yaşayacaklardı Bu sadece sathî bir düşünce idi Zira bu düşünce ile yola çıkan İttihâdcılar, Balkanlarda binlerce Müslümanın kanını akıtan Bulgar, Yunan ve Sırp Çeteleri ile işbirliği yaptılar ve hatta Makedonyadaki yabancı konsolosluklara muhtıra vererek, istibdâdı hazır ve idarei müstebiddâne dedikleri Abdülhamid idaresinin yıkılmasını bile arzu ettiler Bununla kalmayıp siyasi cinayetler işlemeye başladılar Binbaşı Enver Bey, Selanik Merkez kumandanı Albay Nâzım Bey’i tabanca ile öldürdü Artık İttihâdcılar çetelere dönüşmüşlerdi

Emellerine ulaşmak için yabancı devletleri bile devreye sokmaktan ve her türlü iftiradan çekinmeyen İttihâdcıların bu şımarıklığı karşısında, II Abdülhamid, evvela tam sorumlu sadrazam sıfatıyla Küçük Said Paşa’yı sadrazamlığa ve Erkânı Harbiyyei Umumiyye Reisi Müşir Ömer Rüşdü Paşa’yı da harbiye nâzın sıfatıyla ordunun başına getirerek kabineyi ciddi manada değiştirdi Devletin III Ordu dışında kalan 6 ordusu İttihâdcıların hareketi karşısında sessizliklerini koruyorlardı I Ordu hareketi benimsemiyordu 1876 darbesini I Ordu yapmışken, 1908 darbesine III Ordu hazırlanıyordu Abdülhamid ise, kan dökülmesini asla arzu etmeyen bir liderdi II Meşrutiyet, milletin değil, çete gibi davranan ittihâdcıların eseri olduğundan demokrasiyi doğuramayacaktı Zira 23 Temmuz 1908’de Abdülhamid’in Kanunı Esasi’yi ilan eden İradesiyle başlayan II Meşrûtiyetten sonra, bir sürü parti kuruldu Ancak hepsi de İttihâd ve Terakki Partisi tarafından küçümsendi, hakir görüldü, hatta vatan haini ilan edildi İttihâd ve Terakki Partisine I Cumhuriyet Halk Partisi ve bu döneme de I Tek Partili Dönem demek daha uygundur II Meşrutiyetten sonra sadrazamları ve kabineyi hep İttihâd ve Terakki Partisi belirledi

İttihâd ve Terakki Partisinin sloganı Fransız İhtilalinden tercüme edilen "hürriyet, adalet, müsavat ve uhuvvet" idi Ancak hiç bir zaman bu esaslara uymadılar Bunların memlekete yaptıkları zararları şöylece özetlemek mümkündür:

a) Ordu siyâsete alet edildi ve bu kötü adet Cumhuriyet döneminde de devam ettirildi Onlar bazı makamları elde ettiler; ama devlet ve memleket kaybetti,

b) Orduyu İttihâdcı (Halaskar) ve muhalifler diye böldüler; bu yüzden Balkan Harbi kaybedildi Çünkü bölünen ordular zafer kazanamazdı,

c) Türk milletine siyasi demagojiyi İttihâdcılar yerleştirdi Halkı ikiye böldüler Muhaliflerine mürteci demeye bunlar başladı,

d) Abdülhamid’in icra ettiğini iddia ettikleri istibdadı tek kişi temsil ediyordu, onu iktidardan almakla istibdada son verilebilirdi; İttihâdcıların istibdadını ise tek kişi temsil etmiyordu Kanlı, suikastlı, sehpalı, devletin temellerine dinamit koyan ve orduyu kullanan oligarşik bir istibdad devri başlamıştı Artık devlet, Tal’at-Enver-Cemal üçlüsünün başını çektiği oligarşik istibdadla idare ediliyordu

Nitekim 1908’de II Meşrutiyetin ilanı ile bu denilenler oldu İki dereceli olarak yapılan seçimler neticesinde, 275 milletvekili olan Meclis, 17 Aralık 1908’de açıldı Sadece 140 Türk milletvekili vardı Azınlıklar çoğunluktaydı ve İttihâdcıların dediklerinin aksine, bu azınlık milletvekilleri, Osmanlı Devleti’nin birliğini değil, ittihâdı anâsır sloganıyla kendi milletlerini ve bağımsızlıklarını savunmaya başladılar İnkılâbı Osmânî diyerek Meşrutiyete sahip çıkan İttihâd ve Terakki Partisi ne yaptığını bilmiyordu Ermeni Katili diye itham ettikleri Abdülhamid’e yaptıklarının cezasını çekmeye başladılar ve Nisan 1909’da Adana Ermenileri isyan ettiler Binlerce Müslümanın kanına giren Bulgar, Sırp, Yunan ve Ermeni çeteleri için afvı umumi ilan edildi Taşnak Komitesi reisi milletvekili yapılmıştı Ermeni komitaları dış devletlerden ağır silahlar almaya başladılar Taşnak ve Hınçak Ermeni Komitaları resmen Anadolu’da şubeler açmaya başladı Nisan 1909’da İngiliz Gizli Servisi ve Kilikya Piskoposu Muşeg’in tahrikleriyle tarihe Adana Vak’ası diye geçen Ermeni isyanı başladı İttihâdcıların liderlerinden Cemal Bey olayı bastırmaya gitti; ancak 47 Müslüman ve sadece 1 Ermeniyi idam etti Akıllarınca Ermenilere hoş görünerek onları devlete bağlıyorlardı İşte İttihâd ve Terakki’nin istibdad devri idamlarla başladı ve idamlarla bitti

İttihâd ve Terakki’nin fikrî yapısını iki safhada değerlendirmek mümkündür: Birinci safha, İttihâdı anâsır sloganı ile hürriyet, müsavat ve refah müdafii olan bir anlayıştır ki, biraz evvel bunu kısaca açıklamıştık Buna kısaca, Namık Kemal’in anladığı manada bir Osmanlıcılık diyebiliriz Ancak bunu becerebildiklerini söyleyemeyiz İkinci safha ise, tam manasıyla Turancı milliyetçilik felsefesidir 1913 yılından itibaren bu felsefe hâkim olmaya başlamıştır Zaten bu safhada Ziya Gökalp de partinin Genel Sekreteridir

II Abdülhamid, Filistin’de bir Yahudi Devleti’nin kurulmaması için ne gibi tedbirler almıştır? İsrail Devleti’ni kendi zamanında engellediği doğru mudur?

Yüce Ecdadımız, Yahudilerle olan münasebetlerinde, Kur’ânın şu düstur ve ikazını gözden uzak tutmamıştır: "Andolsun ki, Yahudilerle Müşrikleri, mü’minlere düşmanlık bakımından insanların en şiddetlisi bulacaksın"

Osmanlı Devleti başta olmak üzere bütün Müslüman Türkler’in ezelî düşmanları, daima lehimize olan ve iftihar vesilesi kabul edilmesi gereken tarihî hakikatleri ters çevirerek aleyhimize kullanmışlar ve tarihi maalesef tahrif etmişlerdir Osmanlı Devleti’nin Filistin’le olan alâkaları da bunlardan biridir Osmanlı Devleti’nin Filistin topraklarında uyguladığı, hukukî ve siyasî nizâmı bilmeyenler, Arap dünyasının üzerine çökmüş olan bütün felâketlerin Osmanlı hâkimiyetinin kötü bir yadigârı olduğunu savunmaktadırlar Halbuki vak’a tam tersidir

Yahudiler, Siyonizm’in kurucusu olan Theodor Herzl başkanlığında İsviçre’nin Basel Şehrinde I Siyonist Kongresi’ni toplamışlardı Yahudi bankerler ve zenginler, Yahudi Devleti kurmak için seferber edilmişlerdi Avusturya Büyükelçisinin tavassutu ile Herzl 1951901’de Abdülhamid tarafından kabul edildi Herzl, 1492 yılında İspanya ve diğer Avrupa ülkelerinden Yahudi göçmenlerin Osmanlı Devleti tarafından kabul edildiğini hatırlattı ve Filistin’e yerleşmek istediklerini masumca izah etti Eğer bu teklif kabul edilirse, Osmanlıya sadık vatandaş olacaklarını ve Osmanlı Devleti’ne milyonlarca altın yardım edeceklerini bütün dünya Yahudileri adına teklif etti Bir gazetecinin cihan sultânına yaptığı bu çirkin teklifi şiddetle reddeden Abdülhamid, Ermenilerden sonra Yahudileri de karşısına aldığını biliyordu Kuvvetle Filistin topraklarına yerleşmenin imkânsızlığını gören Yahudiler, reisleri Theodor Herzl’i (18601904) bizzat Padişah’a göndererek, Osmanlı’ya karşı para silâhını kullansalar da, Padişah’tan aldıkları cevap bu silâhın da teptiğini göstermektedir:

"Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zira bu vatan bana değil Osmanlı milletine aittir Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlardır Ne ile aldıysak onunla geri veririz"

Osmanlı Devleti, Yahudiler’in bu topraklara yerleşme arzusuna karşı çok önemli hukukî tedbirler almıştır Biz bunları kısaca zikredecek ve özellikle misâl olmak üzere II Abdülhamid’in bir iradesi üzerinde duracağız

Birincisi: Osmanlı Devleti Yahudiler’in bu topraklara sığınmaması için evvelâ Filistin topraklarının hukukî statüsünü 18 Recep 1287/ 1871 tarihli İradei Seniyye ile bu araziyi mîrî yani devlet arazisi haline getirmiştir Ancak % 20’si yine mülk arazi şeklinde devam ettiği için Yahudiler bu kısımdan koparabildiklerine yerleşebiliyorlardı İkinci Abdülhamid tahta geçer geçmez 25 Rebiülâhir 1308/1883 tarihli iradesini neşretti: Bu hukukî düzenleme ile Filistin Arazîsi hakkındaki muhtemel kanunî boşlukları doldurarak Yahudiler’e mülk satışını dolaylı olarak engellemiş bulunuyordu Bir taraftan da hazinei hâssadaki şahsî mal varlığıyla Filistin’de mümkün olduğu kadar çok toprak satın alarak bu kapıyı kapamaya gayret gösteriyordu

İkincisi: Alınan tedbirlere rağmen Filistin arazisine olan Yahudi akını tam önlenemeyince II Abdülhamid Sadaret’in ve Meclisi Mahsûs’un basiretsiz ve ileriyi göremeyen rapor ve mazbatalarına rağmen Yahudi meselesini önemli ölçüde çözecek bir İrâdei Seniyye neşretmiştir

İçlerinde Ahmed Cevdet Paşa’nın da bulunduğu Sadrazam Muhammed Salih Kâmil paşa başkanlığındaki Meclisi Mahsus, Filistin topraklarındaki Safed kazasına turist olarak gelen 400 ve Hayfa’ya gelen 40 Yahudi’nin Osmanlı tâbiiyyetine alınması yolundaki mazbatalarını 20 Zilhicce 1308/14 Temmuz 1307/1891 tarihinde Sadarete arz ederler Sadaret de bu mazbatayı aynı tarihli ve Kâmil Paşa imzalı bir Tezkere ile Padişah’a takdim eder Padişah Abdülhamid ise fevkalâde bir basiret ve ileri görüşlülükle konuyu 21 Zilhicce 1308 (15 Temmuz 1307 (1891) tarihli İradesiyle vuzuha kavuşturur

Bu tarihî belgede, Filistin topraklarına yerleşmek isteyen Yahudiler’e şu gerçeklerle karşı çıkıldığı anlaşılmaktadır:

a) Yahudiler’in Kudüs başta olmak üzere Filistin topraklarına toplanmaları ve orada yerleşmek istemeleri, bir Yahudi Devleti kurma amacını gütmektedir Buna engel olmak kesinlikle şarttır Zaman, Osmanlı Devletini ve onun basiretli Padişahını haklı çıkarmıştır

b) Osmanlı toprakları her isteyenin yerleşebileceği boş topraklar değildir Ya özel mülkiyet konusudur ya vakıf arazidir ya da devlet arazisidir 1278 tarihli irade bu noktadan önem taşımaktadır

c) Kendilerini bütün âleme medenî milletler olarak ilân eden Avrupa’lıların memleketlerinden kovdukları Yahudiler’i Osmanlı ülkesine almanın haklı bir gerekçesi ve mânâsı yoktur Hiçbir hukuk kaidesi ve insanlık da bunu gerektirmez

d) Osmanlı ülkesinde asırlar boyu gözetlenen Ermeniler Devletin başına belâ olmuştur Ortada bir Ermeni fesadı varken, bir de Yahudiler’i kabul etmek devletin geleceği açısından tehlikelidir Gerçekten I Dünya Savaşı ve onu takip eden tarihlerde Yahudiler, en az Ermeniler kadar fesada sebep olmuşlar ve Ulu Hakan Abdülhamid’i bu sözünde haklı çıkarmışlardır

Bütün bu sebeplerle artık hiç bir Musevî Osmanlı vatandaşlığına alınmayacak ve Yahudiler’in Osmanlı ülkesine yerleşmelerine asla müsaade edilmeyecektir

Üçüncüsü: II Abdüihamid bununla da yetinmeyerek başta Filistin toprakları olmak üzere bütün Osmanlı Devleti topraklarında Yahudiler’e toprak ve mülk satışını yasaklamıştır

Dördüncüsü: II Abdülhamid’in taviz vermediğini gören Yahudiler, üyeleri olan Emanuel Karaso eliyle Yahudilere mülk vermek için rüşvet aldılar Ancak sonradan İttihat ve Terakki hükümeti tarafından çok zor anlaşılan II Abdülhamid’in haklı siyâseti kısmen devam ettirilerek, 29 Şevval 1332/7 Eylül 1330 tarihinde (1911 Tarihinde) "teb’ai ecnebiyye"nin Arazî Kanunu’nun hakkı karâr ve ihya’ı mevâtı (ölü toprakların ihyası)na ait 78 ve 103 maddeleri hükümlerinden yararlanamamalarına dair "Şûrayı Devlet Kararı" yayınlanmıştır Böylece Yahudiler’in bu yolla da olsa Filistin topraklarına sığınmaları engellenmek istenmiştir

Özetle, Filistin’i devlet garantisi ile koruyan Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakki ile zayıflayınca, Filistin davası da zayıflamış ve Osmanlı Devleti yıkılınca o dava da yıkılmıştır Yahudiler de maalesef emellerine kavuşmuşlardır

Ermenilerin Sultân Abdülhamid’i öldürmek üzere planladıkları Bomba Olayının aslı ve esası nedir?

II Abdülhamid, Osmanlı Devleti’ni sadece büyük devletlere karşı değil, onların kuvvetinden yararlanmak isteyen iç ve dış fesad şebekelerine karşı da korumak durumundaydı 1895 ve 1896 yıllarında İstanbul’da çıkarılan ve Ermeni Patriği İzmirliyan tarafından tahrik edilen Ermeni Patırtıları, Abdülhamid’in kararlı tutumu ile bastırılınca, Ermeni Komitacıları, bu sefer II Abdülhamid’in canına kastetmişlerdir Maalesef onlara bu konuda yardım edenler, 1897’de Osmanlı ordusu karşısında perişan olan Yunanlılar, Filistin’den istedikleri toprakları elde edemeyen Yahudiler, Rumlar ve en acı olanı da Ermeni Katili diye Abdülhamid’i tenkid eden bazı İttihâdcılar’dır

Ermeni komitecileri, Ermeni davası ile alakası olmayan Belçikalı profesyonel terörist Jorris’le İsviçre’de anlaşmışlardır Turist sıfatıyla İstanbul’a gelen Jorris, Cuma Selamlığını fırsat bilerek, Yıldız Camii çıkışında, bombasını patlatmak ve Padişahı öldürmek üzere hazırlık yapmıştı Ancak Şeyhülislâm Cemâleddin ile bir iki dakika konuşması, bombanın Padişah henüz caminin basamaklarında iken patlamasına sebep oldu ve kurtuldu Olayı yaşayan bir İngiliz Komutanının ifadesiyle, Abdülhamid, soğukkanlılıkla ve sakin bir yüz ile olayı yatıştırdı ve kendi kullandığı araba ile Saray’a döndü (21 Temmuz 1905)

Bazı zâlim kalemler, Abdülhamid’e akla gelmez iftiralar ederken, Osmanlı Devleti’ni yıkmak için uğraşan ve bu gaye ile kendilerine engel gördükleri II Abdülhamid’i öldürme planları kuran ve saltanatının son günlerine doğru 9 Temmuz Bomba Olayı diye meşhur olan suikast planını hazırlayan Ermeniler hakkında ise şu ifadeleri kullanmaktadır:

"Nihayet, hakikat tamamıyla meydana çıkarıldı Osmanlı Milletini Abdülhamid’in zulmünden kurtarmak için bu kahramanca hareketin Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olunduğu anlaşıldı Bombanın Jorris ve arkadaşları olan Ermeni vatandaşlarımız tarafından bin türlü müşkilât ile hazırlandığı ve Cuma günü Selâmlık resmi âlîsi icra olunduğu sırada Abdülhamid’i temaşaya gelen ziyaretçi arabaları ile beraber Cami yakınına getirildiği"

Bu satırları, Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin dahi kaleme alacağını tasavvur etmek mümkün değildir İnsanın siyasi hırs yüzünden tarihine ve geçmişine bu kadar düşman olması da, asla düşünülemez

İkinci Abdülhamid neden Hamidiye Alaylarını kurmuştur?

Çoğu basit sebeplerle başlayan Doğu Anadolu’daki isyanların Osmanlı Devleti’ni yıkmayı hedefleyen dış güçler tarafından tahrik edildiğinin II Abdülhamid farkına varmıştır Gerçekten İngiltere bütün istihbarat gücüyle 1806 yılından itibaren bölgede faaliyete başlamıştır Bütün hedef, Ermenilere ve Kürtlere birer kukla devlet kurdurtmaktır 1918’de Irak’ta Şeyh Mahmûd’a kurdurttukları kukla devlet de bu maksada matuftur Rusya’nın bu bölgedeki yıkıcı faaliyetleri fiilen 1805 yılında başlamıştır Bu bölgelere atadığı konsoloslar, fiilen birer casus gibi çalışmışlardır 1880’deki Rum isyanı tamamen Rusların tahriki ile başlamıştır Bu arada Fransa, Amerika, İran ve özellikle Musevilerin de yıkıcı rolleri mevcuttur Bölgenin her şehrinde birer istihbarat merkezi gibi özel okullar açmaları ve hem Ermeni hem de Kürt isyancıları buralarda eğitip korumaları, bu tahrik edici faaliyetlerin başında gelmektedir

Dış güçlerin bu bölücü hareketlerini gören II Abdülhamid, çareyi İslâm kardeşliğini bölgede takviye etmekte bulmuştur Bu gaye ile 1891 tarihli Nizâmnâmeye göre, Şark’ta Osmanlı Devleti’nin İslâm kardeşliği politikasını Müslüman halka anlatmak; Ermenilerin oyunlarına gelmemek; merkezî otoriteyi tekrar temin etmek ve o bölgedeki insanları gönüllü vatan müdafileri olarak istihdam etmek gayeieriyie Hamidiye Alayları denilen mahallî askerî kuvvetleri tesis ve teşkil eylemiştir Subayları Kürd Beylerinden ve çocuklarından seçilen, Hamidiye Süvari Alayları, sadece kendi alaylarında geçerli olmak üzere askeri rütbeleri de kullanıyorlardı; ancak en yüksek rütbe albaylık idi Doğu Anadolu’da Müslüman köylüyü koruyacak olan bu alayların kurulması sebebiyle Avrupa Devletleri kıyamet kopardılar Ancak 1908 yılında İttihâdcılar tarafından resmen ilga edilinceye kadar devam etti Gerçekten bugün Doğuda Müslüman halk yaşıyorsa, hayatlarını Abdülhamid’in bu siyâsetine borçlu olduklarını tarihçiler açıkça ifade etmektedirler

Hamidiye alayları ile takviye edilen İslâm Birliği, I Dünya Savaşına kadar ve hatta 1925 tarihinde başlayan Şeyh Said isyanına kadar tesirini icra etmiştir

II Abdülhamid’in muhalifleri tarafından kullanılan Yıldız Mahkemesi olayının aslı ve kararları hakkında neler diyebilirsiniz?

Yıldız Mahkemesi, askeri siyâsete karıştırarak Sultân Abdülaziz’i şehid eden ve sonra da bu cinayetlerine intihar süsü veren Midhad Paşa ve benzeri canileri yargılamak üzere kurulmuş bir mahkemedir Temmuz 1881’de açıklanan kararlan gereği, Midhat Paşa, Damad Mahmûd Celâleddin Paşa, Damad Nuri Paşa ve bazı görevliler idama mahkûm edilmiş ve ancak cezaları Hicaz’ın Tâif Kalesinde hayat boyu hapse çevrilmiştir Şeyhülislâm Hayrullah Efendi ise, sürgünde bulunduğu için zaten cezadan kurtulmuştur

Yıldız Mahkemesi’nin verdiği kararların iki mühim sebebi vardır: Birincisi, cinayete kurban giden Abdülaziz’in katillerini yargılamaktır İkincisi ise, İngilizlerin V Murad’ı padişah ve Midhat Paşa’yı da sadrazam yaparak emellerine kavuşmalarına mani olmaktır II Abdülhamid, fevkalade dahi bir siyâsetle her iki gayeyi de gerçekleştirmiştir Hiç bir zaman idam cezalarını da tatbik etmemiştir Kur’ânı Kerim’i eline alıp herkesçe bilinen malum sözünü söyledikten sonra kürsüye çarpacak kadar İslâm düşmanı olan İngiliz Başvekili Gladstone, Yıldız Mahkemesi meselesinde Midhat Paşa lehine edebsizce baskılar yapmıştır Hatta Tâif’te bir İngiliz ajanı Midhat Paşa’yı kaçırmak üzereyken son anda yakalanmış ve bunun üzerine Mayıs 1884’de Midhat ve Mahmûd Paşalar hücrelerinde boğdurulmuşlardır 33 yıllık saltanatı boyunca meydana gelen tek siyasi cinayet olayıdır Bunun da haklı sebepleri vardır

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



1877 Martında açılabilen Meclisi Meb’ûsân neden Şubat 1878’de kapatıldı? II Abdülhamid demokrasi düşmanı mıydı?

Maalesef tarihi çarpıtanlar, Mart 1877’de açılan Meclisi Meb’üsân’ının Şubat 1878’de kapatılmasını, devri istibdada giriş olarak değerlendirmektedirler Halbuki, Midhat Paşa ve liyakatsiz ekibi, Osmanlı Devleti’ni 93 Harbi diye bilinen felâkete sürüklemiş ve devlet yıkılmayla karşı karşıya kalmıştı Eğer o günkü siyasi şartlar içinde Meclis kapatılmasaydı, şu anda Türkiye Cumhuriyeti topraklan da Müslüman Türklerin elinde olmazdı Kuvayı Milliye, İstanbul ve İzmir’i değil, Konya ve Sivas’ı savunmak durumunda kalırdı Tarihin kanunlarına uyan II Abdülhamid, Meclis’i kapatıp şahsî idare devrini açmakla, Osmanlı Devleti’nin ömrünü 3040 yıl daha uzatmış oldu Şöyle ki;

Evvela, Meclisi Meb’ûsân’ın zabıtları okununca anlaşılacaktır ki, düveli mu’azzama bu meclisin açılmasını, Osmanlı Devleti’nin huzura kavuşması için değil, kendi adamları olan milletvekilleri eliyle iç idareye daha rahat karışabilmek için istemiştir İcrayı baskı altında tutan bir meclis söz konusudur İkinci olarak, Azınlık milletvekilleri, her bir grup arkasına bir Avrupa Devletini alarak, üyesi olduğu meclisten bağımsız devletler kararı çıkarmak için uğraşmışlardır Zaten 240 üyeden sadece 6070 kişinin Türk asılllı olduğu düşünülürse, mesele daha iyi anlaşılabilir Gerçekten Girid’in, Tesalya’nın ve Yanya’nın Yunanistan’a bırakılması gerektiğini ifade eden milletvekilleri çıkmıştır Bazı milletvekilleri, Doğu’da bir Ermeni Prensliğinin kurulması için teklifler vermişlerdir Buna Yeşilköy’e kadar gelen Rusya’nın baskısını ve özellikle de, "biz, Berlin Andlaşmasını, Osmanlı Devleti’nin lehine olsun diye yapmıyoruz; sadece Ayastafanos Andlaşması Avrupalı Devletlerin aleyhine olduğu için buradayız" diyecek kadar ileri giden Bismark’ın sözlerini okursanız, meselenin vehametini daha iyi anlayabilirdiniz Eğer bu meclis ile Berlin Andlaşması imzalansaydı, Balkanlarda kurulan yeni devletler kadar Anadolu’da ve Ortadoğu’da da yeni devletler kurulacaktı II Abdülhamid de bu devleti, Midhat Paşa’nın mirası olarak değil, ecdadının ve milletinin mirası olarak devralmıştı Nitekim iptal kararından sonra, Prens Bismark şöyle demiştir: "Bir devlet, tek milletten meydana gelmedikçe, parlamentonun faydadan ziyade zarar getireceği ortadadır" Nitekim bu işten rahatsız olan, Ermenistanı ve benzeri bağımsız devletleri destekleyen İngiltere ve Fransız’lardı

Elbette ki İslâm’ın tavsiye ettiği şûra meclisini andıran bu meclise, gerekleri yerine getirilmek şartıyla karşı çıkmak mümkün değildir Ancak bu şartlarda bir demokrasi talebi, sadece devletin yıkılmasını istiyenlere yardım etmek demektir

93 Harbi nedir ve sebep olanlar kimlerdir? Berlin Muahedesi bu sebeple mi imzalanmıştır?

Midhat Paşa ve arkadaşları, Kanunı Esâsi’yi ilan ederek, Avrupalıların gözüne gireceklerini ve onların devlet üzerindeki baskılarını kaldıracaklarını umuyorlardı Umdukları olmadı Avrupalılar, Tersane Konferansı ile Osmanlı Devleti’ni Bulgaristan ve BosnaHersek gibi eyâletlerde ıslâhata zorluyordu Midhat Paşa ve arkadaşları, Ocak 1877’de, çoğunluğu Türk olmayan Meclis’e bu teklifleri reddettirdi ve Rusya ile savaşı göze aldı Hatta Midhat Paşa, bu konuda yeni Padişah Abdülhamid’i azarladı Batılı devletler de büyükelçiliklerini çekerek Osmanlı Devleti’ni Rusya ile başbaşa bıraktılar Mart 1877’de altı büyük Avrupa Devleti, daha hafif tekliflerle Londra Protokolünü imzaladılar ve Rus Çarı II Aleksandr’ın barış yanlısı olmasını da kullanarak, Karadağ’a Nikşik Kazasının verilmesi şartıyla, savaşı önlemek istediler Ancak Midhat Paşa’nın ekibinin elinde olan ve Abdülhamid’i devre dışı bırakan grup, bu teklifi de reddetti ve resmen Nisan 1877’de halkın 93 harbi dediği harp başlamış oldu

Maalesef harbe sebep olanlar, Midhat Paşa ve ekibidir İki cephede birden başlayan 93 Harbi, Osmanlı Devleti’ni yıkılmakla karşı karşıya getirmiştir Tuna Cephesinde başkumandan Abdülkerim Nâdir Paşa’dır (Halk arasında Abdi Paşa diye bilinir) Üst üste hatalar yapılmıştır Sırbistan’ı yanına alan Rusya güçlerini arttırırken, Osmanlı’ya bağlı kalmak isteyen Romanya’nın basit istekleri reddedilerek onlar da Rusların tarafına geçmişlerdir 19 Temmuz 1877’de Şıpka Geçidini geçen Ruslar, nihayet Plevne’ye kadar dayanmışlardır Plevne komutanı Gâzî Osman Paşa, 20 Temmuz 1877’de, 30 Temmuz 1877’de ve Ekim 1877’de üç defa Rusların üstün kuvvetlerine karşı tarihe Plevne Zaferleri diye geçen başarıları elde etmişse de, Aralık 1877’de teslim olmak mecburiyetinde kalmış ve sonra da esir edilmiştir Artık Osmanlı orduları Rusları durduramamıştır; maalesef 20 Ocak 1878’de Edirne’yi ve nihayet Şubat 1878’de ise Yeşilköy’ü (Ayastafanos) işgal etmişlerdir Avrupa cephesinde savaş, Rusların kesin zaferiyle sona ermiştir

Kafkas cephesinde ise, komutan Ahmed Muhtar Paşa’dır ve iyi bir komutandır Ancak silah ve ordu itibariyle Osmanlı’dan üstün olan Ruslar, Haziran 1877’de Ahmed Muhtar Paşa’ya yenilmişlerse de, Mayıs 1877’de Ardahan’ı işgal etmişlerdir Diğer komutanların destek vermemeleri üzerine, Kasım 1877’de Kars düşmüş ve Ruslar Aziziye Tabyalarına kadar gelmiştir Nene Hâtûnların direnişiyle karşılaşan Ruslar Erzurum’u alamamışlardır

Devletin yıkılmak üzere olduğunu gören Abdülhamid, İngiltere Kraliçesi Victoria’dan mütâreke imzalanması için aracı olmasını talep etmiştir Mütâreke ancak Ocak 1878’de imzalanabilmiştir İstanbul’un Rusların eline geçmesinden korkan Avrupalı devletler hemen harekete geçmişler ise de, Osmanlı Devleti, Mart 1878’de Yeşilköy (Ayastafanos) Andlaşmasım kabul etmek mecburiyetinde kalmışlardır Ruslarla imzalanan bu andlaşma, tam bir intihar andlaşmasıdır İşte II Abdülhamid’in 30 yıl sürecek ve devleti bir müddet daha muhafaza edecek olan diplomatik dehası, evvela Ayastafanos’u geçersiz kılma teşebbüsleriyle başlamıştır İlk işi, Elviyei Selâse (Kars, Ardahan ve Bâyezid) Osmanlı’ya iade edilmek ve imzalanan Andlaşma yerine Berlin Muahedesini kabul ettirmek şartıyla, Kıbrıs, İngiltere’ye taviz olarak verilmiştir Berlin Muahedesi de iyi bir andlaşma değildir 1699 tarihli Karlofça Andlaşmasından sonra Osmanlı Devleti’ni Avrupa’dan tasfiye eden ikinci andlaşmadır Ancak Ayastafanos ile mukayesesi de mümkün değildir Zira Osmanlı’nın Balkanlardaki ömrünü 1913 yılına kadar (Londra Muahedesi) devam ettirmiştir Berlin Muahedesi ile, Osmanlıya bağlı üç prensliğe yani Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a istiklâliyet verilmiştir Berlin Muahedesinin en kötü şartları, Doğu Anadolu’da Ermeniler lehine ve Makedonya’da da gayri müslimler lehine devletin bazı ıslâhat yapmaya mecbur bırakılmasıdır

Kısaca 93 Harbi ve bunun acı meyvesi olan Berlin Muahedesi, II Abdülhamid’in değil, onu başlangıçta kukla gibi kullanmak isteyen Midhat Paşa ve ekibinin eseridir Abdülhamid’in tek başına idareyi almasının sebebi de budur Yoksa devletin yıkılacağı kesindi

Sultân Abdülaziz intihar mı etmiştir yoksa şehid mi edilmiştir?

3051876 tarihinde hal’ edilen ve yıllarca ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı yağma edilen Sultân Abdülaziz, görevden alındıktan sonra Hüseyin Avni Paşa’nın adamları tarafından Topkapı Sarayı’na nakledilmiştir Burada ölüm korkusuyla büyük sıkıntılar çeken ve kendisine bakım yapılmayan Sultân Abdülaziz, yeni Padişah’a hitaben kendisinin Çırağan Sarayı’na nakli için insanı hüzne boğacak manalarda tezkireler kaleme almıştır Bunun üzerine Çırağan Sarayı’nın üst tarafında V Murad için yapılan dairelere getirilmiştir Burada da ölüme terkedilmiş gibi bakımı yapılmayan Sultân Abdülaziz’in hayatından bıktığı ve hatta ölümü arzuladığı doğru olabilir Ancak intihar ettiğine inanmak mümkün değildir

4 Haziran 1876 sabahı haremdeki kadınların çığlıklarıyla Abdülaziz’in vefat ettiği öğrenilmiştir Duruma müdahale eden Serasker Hüseyin Avni Paşa, hemen Fahri Bey isimli Abdülaziz’in yakın hizmetkârlarından birine, "sultân Abdülaziz’in sabahleyin validesini ve cariyeleri yanından kovarak oda kapısını kapattığını, sakalını düzeltmek için bir makas istediğini ve bu makas ile kollarının kan damarlarını kestiğini ve içeriye girildiğinde hayatını kurtarmanın mümkün olmadığım" söyletmişler; getirdikleri kendi tabiblerine doğru dürüst muayene bile ettirmeden subaylar eli ile cesedini açık bir şekilde Karakol’a iletmişlerdir Maalesef, resmî olarak tutulan ölüm raporunda, son zamanlarda aklî dengesini bozduğu ve neticede intihar ettiği yazılarak mesele kamuoyuna böylece duyurulmuştur

Konu daha sonra çok tartışılmıştır Çünkü tarih çarpıtılmış ve gizlenmiştir Mesele incelendiğinde görülmektedir ki, olay intihar değil, açıkça Hüseyin Avni Paşa, Mithad Paşa ve arkadaşlarının işlettikleri bir cinayettir Zira;

Evvela, Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, makasla sol kolunun damarlarını kestikten sonra yaralı kol ile sağ kolunun damarlarını kesmesi inanılmaz bir durumdur

İkinci olarak, koskoca Osmanlı Padişahının bu şekilde ölümü üzerine, şer’an ve kanunen her çeşit soruşturma ve tıbbî incelemenin yapılması gerekirken, asla bu yola gidilmemiş ve sadece Fahri Bey denen birinden sorularak alelacele sahte ölüm raporu hazırlanmıştır Hüseyin Avni Paşa, muayene taleplerini şiddetle reddetmiştir

Üçüncü olarak, asıl kendilerine sorulması gereken ailesine yani valide sultân ve cariyelere konu sorulmamış, tam tersine, gelen subaylardan Nazif isminde birisi, Valide Sultan’ın kulağındaki altın küpeyi çekip alacak kadar alçalmış ve hadiseyi bilen yakınları, olaydan sonra zulme ve baskıya maruz bırakılmıştır

Dördüncü olarak, Ahmed Cevdet Paşa’nın nakline göre, sonradan V Murad’ın yakınlarından biri olayı kendisine anlatınca, Padişah olayın dehşetinden aklını kaçırmış ve delirmiştir Ahmed Cevdet Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın bir aralık olayı kendisine anlatmak istediğini ve ancak anlatamadan öldüğünü bizzat nakletmektedir Hatta Ahmed Cevdet Paşa 1298/1881 tarihine kadar olayın müphem ve şüpheli kaldığını, o tarihe kadar herkesin intihar ettiğine inandığını ve bu tarihden itibaren meselenin anlaşıldığını kaydetmektedir

Beşinci olarak, o dönemi ve bizzat olay günlerini yaşayan muteber tarihçilerin (Ahmed Cevdet Paşa ve Mahmûd Celâleddin Paşa giibi), son dönem tarihçilerin (Abdurrahman Şeref ve Mahmut Kemal gibi) ve de olay sırasında yayınlanan Avrupa basınının da kanaati olayın bir cinayet olduğu yönündedir

Kısaca, İngilizlerin kuklası olan Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve benzeri hırslı kişiler, kendi gayri meşru emellerine ters gördükleri Abdülaziz’i, İngilizlerin tahrikiyle şehid etmişlerdir

1856 (1272) tarihli Islâhat Fermanının getirdiği yenilikler nelerdir? Neden hem Müslümanlar ve hem de gayri müslimler bu fermandan memnun olmamışlardır?

Islâhat Fermanı da tıpkı Tanzimat Fermanı gibi, hukuk tarihimizde temel hak ve hürriyetlerin gündeme getirildiği ilk fermanlardan değildir Belki Islâhat Fermanı, Tanzîmât Fermanından da kötü bir muhteva arz etmektedir Zira Tanzîmât Fermanının uygulaması ve hazırlanış gayesi tenkit edilse bile, o dönemde, Tanzimat ya’ni yeniden düzenlemelerin yapılması ve mevcut suiistimallere son verilmesi, bir zaruretti Tanzîmât’a kimse karşı duramazdı; karşı durulan, yapılan yeni düzenlemelerin şekliydi Islâhat fermanı ise, bir hak ve hürriyetler beyannâmesi olmak şöyle dursun, suiistimalleri önlemek gayesiyle yapılan bir düzenleme de değildi Belki Avrupalı Hıristiyan devletlerin baskısıyla, Osmanlı Devleti’ndeki gayrı müslimlere yeni geniş haklar tanımak; Kur’ân ve Sünnet’in vermediğini onlara vermeye kalkışmak ve hatta Müslüman halkı geri plana iterek, gayrı müslimleri ön plana çıkarmak gayesiyle zorla ilan edilmiş bir belgedir Konuyla ilgili iki otoritenin sözlerini özetleyerek, bu konuyu da kapatmak istiyorum:

Birinci otorite, Hollandalı bir hukukçudur ve II Abdülhamid’e yazdığı bir Lâyihada Islâhat Fermanı hakkında şöyle demektedir:

"Tanzimat hakkında söylediklerimiz 1856 tarihli Ferman hakkında dahi geçerlidir Bunda da Bâbı Âli Rusya Devleti aleyhine harp ilan etmesi için dostları olan devletler tarafından yapılan teşvikler üzerine, daha önce yapılan va’dler ve özellikle kanunî ıslâhatlar tekrar edilmiştir Bundan fazla olarak Osmanlı Devleti’nde mezhep hürriyeti esasının tamamen icra edileceği va’d edilmiştir Bununla birlikte, İslâm mürtedleri hakkında İslâm Hukukunun ta’yin ettiği cezalar lağv edilmemiştir Gayrı müslimlerin yargılanması ile alakalı va’dler, da’vaların neşir ve ilanı ile ilgili istekler ve işkencenin kaldırılması gibi hususlar, zaten İslâm Hukukunda var olan hususlardır"

İkinci otorite ise, Osmanlı Hukukunun yıldız simalarından Ahmed Cevdet Paşa’dır ve Islâhat fermanı hakkında şunları söylemektedir:

"1272 senesi içinde en fazla önemle üzerinde durulan konu, gayri müslim teb’anın imtiyazları meselesi idi Kurulan komisyon bazı kararlar aldı ki, Islâhat Fermanı dediğimiz fermandır

Bu Ferman’ın hükmüne göre, müslim ve gayrı müslim teb’a, bütün haklarda eşit olacaktı Daha önce yapıları sulh akdinin maddelerinden biri, Hıristiyanların imtiyazları meselesi idi Şimdi ise, bütün gayrı müslimlerin imtiyazları mevzu bahis idi Müslümanların çoğu, "Babalarımızın ve dedelerimizin kanlarıyla kazanılmış olan mukaddes haklarımızı bugün kaybettik İslâm Milleti hâkim millet iken, böyle bir mukaddes haktan mahrum kaldı Ehli İslama bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür" deyu söylenmeye başladılar Gayrı müslim teb’a ise, o gün hâkim millet olma sevinci içinde idiler"

Ancak gayri müslimler kendi dindaşlarından aidat toplayamadıklarından dolayı onlar da memnun değillerdi

Tamamını vermek kitabı maksadından çıkaracağından, sadece mevzu ile alakalı bazı maddelerini sadeleştirerek nakledelim:

"Aşağıdaki hususların icrasına İrâdei Seniyyem sâdır olmuştur:

Gülhâne’de okunan Hattı Hümâyunum ile ve yapılan Tanzîmât gereğince, her din ve mezhebde bulunan bütün teb’am hakkında, hiç bir istisna söz konusu olmaksızın, can, mal ve namus emniyeti te’kit edilmiştir Va’dlerin fiile çıkarılması için gerekli tedbirler alınacaktır

Osmanlı diyarında bulunan Hıristiyan ve diğer gayrı müslim cemâ’atlerine, dedelerim tarafından verilen bütün imtiyazlar ve muafiyetler ibkâ edilecektir Ancak her bir cemâ’at, belli bir zaman dilimi içinde mevcut imtiyaz ve muafiyetlerini tesbit ederek yapılacak ıslâhat iradelerini tarafımıza arz edecekler; nezâretimizin emri altında ve hususan Patrikhanelerde kurulacak komisyonlarla bu tesbit işlemleri yapılacaktır

Patriklerin seçim usulleri tesbit ve icra edilecek; Osmanlı devleti ile cemaatlerin ruhanî liderleri arasında yapılacak görüşmeler sonucunda alınacak kararlarla, bunların yemin merasimleri belli esaslara bağlanacak; bu zamana kadar patriklere ve cemaat başlarına verilen hediyeler kaldırılarak, bunun yerine patriklere ve cemaat başlarına belli gelirler tahsis edilecek; diğer papazlara ve görevlilere de rütbelerine göre maaşlar verilecek; ancak Hıristiyan papazlarının menkul ve gayrimenkul mallarına asla dokunulmayacaktır

Bütün cemaatlerin idareleri ve maslahatlarının görülmesi, aralarından seçilen üyelerden oluşacak bir meclise devredilecek; cemâatlere ait mabedler, mektepler hastahaneler, mezarlıklar ve diğer binaların tamirine mâni’ olunmayacak; bu yerlerin yeniden inşası lazım geldiğinde, cemaat başlarının tasvibi ile durum tarafımıza arz edilecek ve gereken yapılacaktır

Bir mezhebe tâbi1 olanların sayısı ne olursa olsun, o mezhebin tam bir serbestlik içinde icrası için gerekli tedbirler alınacak; bir sınıf diğer sınıfa üstün tutulmayacak ve hakaret manasını taşıyan sözler söylenmeyecektir

Her din ve mezhep kendi âyinini serbestçe yapabilecek; hiç kimse bulunduğu dinin âyinini yapmaktan alıkonulmayacak; din ve mezhep değiştirmeye kimse zorlanmıyacaktır

Devlet memurlarının seçim ve tayini, Padişahın İrâdesine ve tasdikine bağlıdır Ancak Osmanlı vatandaşları, hangi din ve milletten olurlarsa olsunlar, devletin hizmet ve memuriyetlerine, ehil olmak şartıyla kabul edileceklerdir

Bütün din ve millet mensupları, askerî ve mülkî mekteplere kabul edilecekleri gibi, her cemaat, maarif ve sanayi’e dair millî mekteplerini açabileceklerdir Ancak bu mekteplerin meseleleri, bir kısım üyeleri tarafımdan tayin edilecek ve bir kısmı da cemaat tarafından seçilecek bir Medisi Maârif tarafından, Nezâret’in murakabesi altında yürütülecektir

Müslüman ve gayrı müslimler arasında meydana gelecek ticâret ve ceza da’vaları, Muhtelit Divanlara havale edilecek; divanların da’va meclisleri alenî olacak; şahitler takrirlerini kendi dinleri üzerine yapacaklar ve mezheplerine göre yemin edeceklerdir

Hukuk da’vaları da eyâlet ve sancaklardaki Muhtelit Meclislerde, vali ve kadı’nın huzurunda şer’an yahut nizâmen görülecektir

İnsan haklarını adaletin haklarıyle te’lif edebilmek için, sanıklar veya cezaî te’dibe müstahak olanların hapis ve tevkiflerine mahsus olan bütün hapishane ve nezarethanelerde, mümkün mertebe az müddet zarfında ıslâhına gayret edilmesi yoluna gidilecek; her halükârda hapishanelerde cismânî ceza ve işkenceye asla müsaade edilmeyecektir Aksine hareket edenler, Ceza Kanunnâmesi hükümlerine göre yargılanıp cezalandırılacaktır

Bütün Osmanlı ülkesinde emniyet ve zabtiye işlerinin herkesin mal ve canlarını koruyacak şekilde tanzimi zaruridir Vergi adaleti diğer mükellefiyetlerin eşitliğini mucip olduğu gibi, hukukda adalet de vazifelerde eşitliği gerektireceğinden, gayrı müslim teb’a da Müslüman teb’a gibi, askerî vazifeyi ifa konusunda mükellefiyet altında olacaklardır Bedel vermek ve akçe ödemekle askerî hizmetten muaf olmak ve gayri müslim teb’anın askeriyede istihdamı konusunda ayrıca nizâmnâmeler düzenlenecektir

Eyâlet ve Liva Meclislerinde gayrı müslim üyelerin seçilmesi konusunda gerekli düzenlemeleri yapmak ve bu Meclislerin terkip ve teşkili hakkındaki nizâmâtın ıslâhına gayret göstermek gerekir

Alımsatım, menkul ve gayrimenkul tasarrufları hakkındaki bütün kanunlar, Osmanlı vatandaşı olan herkes hakkında eşit uygulanacaktır

Osmanlı vatandaşları üzerine tarh olunacak olan vergi ve diğer tekâlifin tahsili, sınıf ve mezheplerine bakılmayarak aynı usule tâbi’ olacak; özellikle a’şârın tahsilinde ve bu hususta meydana gelen suiistimallerin önlenmesinde her türlü tedbir alınacak; doğrudan doğruya vergi tahsili usulü yayıldıkça, iltizâm usulünün terki yoluna gidilecek; devlet memurlarının iltizâm almaları şiddetle men’ edilecek; bayındırlık hizmetleri için tayin ve tahsis olunacak meblağları temin etmek üzere hususi vergiler ilâve edilecek ve mahallî vergiler de mümkün mertebe mahsulâta halel vermeyecek tarzda tanzim olunacaktır

Osmanlı Devleti’nin gelir ve giderlerini gösterecek bütçesinin hazırlanması; mevzu ile alakalı nizâmların icra edilmesi; memurların maaşlarının muntazaman te’diyesi icabeder

Meclisi Vâlâ’nın üyeleri, gerek normal ve gerekse fevkalade toplantılarda, re’y ve mütâla’alarını, doğruca beyân ve ifâde etmeleri; bundan dolayı asla rencide olunmamaları gerekir

Fesâd çıkarma, irtikâb ve zulme dâir kanunların hükümleri, bütün Osmanlı vatandaşları hakkında eşit olarak tatbik edilecektir

Devleti Aliyye’nin sikke usulünün tashih edilmesi; devletin malî i’tibarının artması için banka gibi müesseselere izin ve müsâ’ade verilmesi; servet kaynaklarının kolaylıkla nakli için gereken yolların yapılması ve ticâret ile zirâ’at işlerine engel olan şeylerin bertaraf edilmesi de icab etmektedir

Bu hükümler, bütün Osmanlı ülkesine neşredilecek ve tatbiki için gereken her şey yapılacaktır

110 Cemâziyelâhire 1272 /1856"

İşte hakkında çok şeyler söylenen Islâhat Fermanı’nm asıl maddeleri de bu zikredilenlerden ibarettir İyi tetkik edildiğinde, yeni bir şey getirmediği; daha önce İslâm Hukukunun kabul ve tesbit edip eski Osmanlı Padişahlarının uyguladıkları hak ve hürriyetleri, uygulamadaki suiistimallerden dolayı tekrar hatırlatarak te’yid ettiği ve gayri müslimlere verilen imtiyazlarda ise, İslâm Hukukunun hükümlerini zorlayacak ve hatta yer yer tecâvüz edecek kadar ileri gittiği hemen görülecektir Daha fazla ma’lumat isteyenler, Ahmed Cevdet Paşa’nın Tezâkir’indeki ciddi bilgileri mütâla’a edebilirler Zaten Tanzimat’ın mimarı olan Reşid Paşa da bu fermanı beğenmemiştir Tanzimat veya Islâhat Fermanlarının eski hukuk nizâmının terk edilerek yeni ve batı kaynaklı bir hukuk nizâmına geçiş olarak değerlendirilmesi ise, Osmanlı Hukuk nizâmının asla bilinmemesi demektir"

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Tanzimat devri ne demektir? Tanzimat’tan sonra yapılan İdarî değişiklikler (1839-1920) nelerdir?

Tanzimat, yeniden düzenlemeler demektir Osmanlı tarihinin 3 Kasım 1839 (26 Şa’ban 1255) tarihli Gülhane Hattı Hümâyûn’u veya Tanzimat Fermanı adı verilen ferman ile başlayan ve 1293/1876 tarihine kadar devam eden devresine Tanzimat; 18761878 yılları arasındaki devresine I Meşrûtiyet; 18781908 yılları arasında II Abdülhamid’in tek başına idare devri (bazı tarihçiler tarafından istibdâd devri) ve 1908’den sonrasına ise II Meşrûtiyet devri denmektedir Biz Tanzîmât’tan sonra ifadesi ile bu devrelerin tamamını kastediyoruz Osmanlı Devleti’nin idarî yapısı açısından gerçekten yeniden düzenlemeler devri demek olan bu dönemde yapılan değişiklikleri kısaca inceleyeceğiz:

Merkezî teşkilâttaki değişiklikleri de iki ana bölüme ayıracağız:

a) Divanı Hümâyûn’un yerine geçen kurullar ve bunlarda yapılan değişikliklerdir Kronolojik olarak özetlersek;

1255/1839 tarihli Tanzimat Fermanıyla, II Mahmûd devrinde 1253/1837’de kurulan Meclisi Vâlâyı Ahkâmı Adliye’nin danışma meclisi manası devam ettirilmiş, üyeleri artırılmış ve devletin hukukî düzenlemelerinin yapıldığı bir yasama ve idarî yargı organı haline getirilmiştir 1271/1854 yılında bu kurulun kanun layihalarını hazırlama, nizâmnâmeleri ve talimatları düzenleme görevi, yeni kurulan Meclisi Âlii Tanzimat adlı yüksek bir meclise verilmiş ve Meclisi Vâlâyi Ahkâmı Adliye ise sadece bir idarî ve adlî yargı organı olarak göreve devam etmiştir 1278/1861 yılında ise bu her iki meclis de Meclisi Ahkâmı Adliye adı altında birleştirilerek üç daireye ayrılmıştır Birincisi, idarî işlere; ikincisi, kanun ve nizâmnâmeleri hazırlamaya ve üçüncüsü ise, idarî yargıya bakmakla görevlendirilmiştir

8 Zilhicce 1284/1868 yılında bu yüksek kurulların yapısı yeniden değiştirilmiş ve aynı tarihli iki ayrı nizâmnâme ile iki yeni üst merci ihdas edilmiştir Birincisi; Divanı Ahkâmı Adliye’dir ve tamamen yüksek bir adlî mahkeme niteliğindedir Ayrıntılı bilgiyi yargı bahsinde vereceğiz İkincisi ise; Şûrâyı Devlet’tir Temel görevi idarî yargı olmak ve Danıştay’ın çekirdeğini oluşturmakla birlikte, ilk kurulduğu andan 1876 tarihine kadar aynı zamanda yasama fonksiyonunu da ifa etmiştir En önemli görevi bütün kanun ve nizâmnâmeleri tetkik etmek ve layihalarını hazırlamaktır Teşkilâtı hakkındaki ayrıntılı bilgiyi yargı bahsinde vereceğiz

1293/1876 tarihli Kanuni Esasî ile açılan I Meşrutiyet döneminde devlet teşkilâtında yeni bir düzenlemeye gidilmiştir:

400 senelik Divanı Hümâyûn’un sınırlı yasama fonksiyonunun Şûrâyı Devlet ve benzeri kurullardan alınarak Heyeti A’yan ve Hey’eti Meb’ûsân’dan oluşan Meclisi Umumiye verildiğini biliyoruz Bu Kanunı Esasî’ye göre, devletin yürütme fonksiyonu, sadrazamın başkanlığında toplanacak olan, dahilî ve haricî bütün önemli devlet işlerinin mercii bulunan Meclisi Vükelâ’nındır Bu, bakanlar kurulu demektir Böylece Şûrâyı Devletin yasama fonksiyonu ile yürütme kurulu özelliği ortadan kalkmıştır Ayrıca tıpkı günümüzde olduğu gibi, başta bakanlar ve yüksek yargı organı mensupları olmak üzere belli şahısların yargılanması için bir de Divanı Âli teşkil edilmiştir

b) Tanzîmât döneminde artık Divanı Hümâyûn değil, belli kurullar veya meclisi vükelâ vardır Aynı zamanda divan üyelerinin yerini vekiller veya nazırlar almıştır Cumhuriyete kadar devam eden bu nezâret (bakanlık) ler arasında şunlar bulunmaktadır Başvekalet (sadâret); Adliye ve Mezâhib Nezâreti; Bahriye Nezâreti (1283/1867); Dâhiliye Nezâreti; Defteri Hâkânî Nezâreti (Eski Defter Emini); Evkaf Nezâreti; Harbiye Nezâreti, Hariciye Nezâreti, Ma’âdin ve Orman Nezâreti, Ma’ârıf Nezâreti, Nâfi’a Nezâreti; Posta ve Telgraf Nezâreti, Ticâret Nezâreti, Sıhhiye Nezâreti ve Meşihat Vükelâ yani bakanlardan her biri kendi bakanlığına dair idarî işlerin yürütülmesinden sorumludur

1293/1876 Anayasası ile rayına oturtulan bakanlık sistemi, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra da devam etmiştir Bakanlık sayıları zaman zaman artmış veya azalmıştır yahut da isimleri değiştirilmiştir

Yeniçeri ocağının lağvedilmesi olayına neden Vak’ai Hayriye denmiştir?

465 yıl, Osmanlı Devleti’nin zaferden zafere koşmasında, Müslümanların can, mal ve ırzlarının korunmasında ve kısaca 24 milyon km2/lik Osmanlı diyarının fethedilmesinde büyük payı olan Yeniçeri Ocağı, tamamen çürümüştü Yeniçeri ocağına yaklaşık 200 senedir vasıfsız insanlar alındığından, bu ocağın kanunları ayaklar altına alındığından ve en önemlisi de yeniçeri ocağı askerleri, askerliği bırakıp siyâsete, servete ve sefâhete bulaştıklarından dolayı, son Rus Harbinde patır patır dökülmüşlerdi Padişah da, devlet ricali de ve hatta yeniçeri ağaları da, artık bu teşkilâtın yürümeyeceğinde müttefik idiler

II Mahmûd zeki bir devlet adamıydı ve tarihden de ders almıştı Hemen bu teşkilâtı kaldırmayı denemedi ve 17 yıl bekledi Önce neferlerini ocağından seçerek ve Şeyhülislâm Tâhir Efendi’den ilga fetvasını alarak, Mayıs 1825’de Eşkinci Ocağı denilen eğitimli ve düzenli bir ordunun çekirdeğini teşkil etti Artık yeniçeriler, bütün propagandalarına rağmen, ulemâ da dahil bütün destekçilerini kaybetmişlerdi Bu arada başta Yeniçeri ağası Celâleddin Ağa olmak üzere, kendi ağalarının çoğunluğu da Padişahın yakın adamları ve nizâmı cedidin taraftarları idiler Gönüllü yeniçerilerden oluşan bu askerler eğitime başlayınca, yeniçeriler âdetleri üzere kazan kaldırıp isyan ettiler 14 Haziran 1826 günü akşamı ayaklanan yeniçerilerin elinden son yeniçeri ağası olan Celâleddin Ağa zor kurtulabildi 15 Haziran 1826 günü İstanbul’un fetih gününü hatırlatan bir gün oldu Et Meydanında (Aksaray Meydanı) ayaklanan yeniçerilere karşı II Mahmûd Sancağı Şerifi Sultân Ahmed Meydanına dikerek halkı itaate davet etti Sadrazam Benderli Selim Paşa, Ağa Hüseyin ve İzzet Paşalara askerleri ile birlikte şehre inmeleri için emir verildi Başta Şeyhülislâm ve Kazaskerler olmak üzere bütün ulemâ, devlet ricali ve yeniçeri dışındaki Kapıkulu Ocakları Padişahın yanında yer aldı Halk ve asker yeniçeri ocağının bulunduğu Aksaray Meydanına geldiler ve binlerce yeniçeriyi katlederek ocağı tasfiye ettiler

Padişah, sadrazam, bütün vezirler, Şeyhülislâm, Kazaskerler, Mevleviyet Kadıları, Hocalar ve büyük cami imamlarının da katıldığı bir meşveret meclisini topladı Beğlikçi Pertev Efendi’nin kaleme aldığı ve Reisülküttâb Seydâ Efendi’nin okuduğu ilâve kararı ittifakla kabul edildi Yeniçerilerin manevi dayanağı gibi görülen Bektaşî dergâhları kapatıldı ve ileri gelen şeyhleri sürgün edildi Bu karar herkesin kabul ettiği bir karardı ve ittifakla vak’ai hayriye =hayırlı olay diye tarihe geçti Ancak bundan sonra yapılanlar, halkı rahatsız etmeye başladı Mesela kabristanlardaki âbidevî yeniçeri başlıklarının tahrip edilmesi; yeniçeri teşekkülü diye muhteşem Osmanlı askeri muzıkası olan Mehterhanenin ilga olunması manasız hareketlerdi

Yeni bir Osmanlı ordusu kurularak adına Asâkiri Mansûrei Muhammediye adı verildi Yeniçeri ağalığı yerine seraskerlik makamı ihdas olundu ve Ağa Hüseyin Paşa ilk serasker oldu Ağa Kapısı meşîhata devredildi ve seraskerlik makamı da Bâbı Seraskerî adıyla Eski Saray denilen şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez binasına taşındı

İşte tarihte vak’ai hayriye denilen hadisenin temeli budur

II Mahmûd devrinde yapılan köklü değişiklikler (1808-1839) nelerdir? Bakanlar Kurulu sistemi bu dönemde Avrupa’dan nasıl adapte edilmiştir?

II Mahmut, 400 senelik Osmanlı idarî teşkilâtını Tanzimat’tan sonra kemalini bulacak olan yeni şekle sokmayı başarmıştır Ancak Avrupa’yı kuru kuruya taklitten ibaret olan bu rüzgar, şeklî olmaktan öteye geçememiştir Yaptığı yeniliklerin çoğunluğu Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilâtına aittir 1241/1826 yılında Yeniçeri Ocağını kapattıktan sonra kendisini daha güçlü hisseden II Mahmut, merkezî teşkilâtta şu önemli değişiklikleri yapmıştır:

Merkezî teşkilâtın çekirdeğini oluşturan Divanı Hümayun’un bir şûra meclisi olma özelliğini kaybetmesinden dolayı meşveret usulünü yeniden canlandırmak ve Divanı Hümayun’un daha önceleri ifa ettiği icra ve yargı görevini birbirinden ayırmak üzere iki önemli yüksek kurul teşkil edilmiştir: Birincisi, Divanı Hümayun’un yasama yetkisini ve kazaî görevini ifa etmek üzere kurulan Meclisi Ahkâmı Adliye’dir Bu meclis, Divanı Hümayun’un adlî yönünü devam ettirmiştir Lüzumlu görülen kanunları, memleketin ihtiyaç duyduğu çeşitli idarî, adlî ve malî konularda gerekli düzenlemeleri yapma görevi bu meclise verilmiştir İkincisi ise, yürütmenin yüksek bir kurulu mahiyetinde bulunan Dârı Şûrâyı Bâbı Ali’dir Devletin idarî fonksiyonunu icra görevi tamamen bu müesseseye devredilmiştir 11 Muharrem 1254/1837’de kurulan bu müesseseler, eski Divanı Hümayun’un görevlerini üstlenmiş ve başta yeni ihdas edilen nezâretlerin reisleri olmak üzere büyük devlet adamları bu kurulların üyesi olarak toplantılarına katılmışlardır Yani her iki kurul da yasama ve yürütme organı olarak görev yapmışlardır Divanı Hümâyûn fonksiyonunu kaybedince onu teşkil eden idarî birimler de önemlerini yitirmişler ve bu gün de devam eden nezâret usulü (bakanlar ve bakanlar kurulu şekli) benimsenmeye başlanmıştır Yani devletin yürütme fonksiyonu çeşitli bakanlıklar arasında paylaşılma yoluna gidilmiştir

Sadâret Kethüdâlığı ilga edilerek Umûri Mülkiye Nazırlığı (içişleri Bakanı) ihdas edilmiştir (1251/1835)

Reis’ülKüttabiık unvanı Hariciye Nezâreti unvanına çevrilmiştir (1251/1836)

Bâbı Âli Çavuşbaşılık unvanı De’âvî Nazırlığına (Adliye Bakanlığı) dönüştürülmüştür (1252/1836)

Zahire Nezâreti ve Meclisi Umûri Nâfia lağvedilerek yerine Ticâret Nezâreti ihdas edilmiştir (6 Rahir 1255/1839)

Defterhane’nin yerine 1253/1838 yılında Maliye Nezâreti teşkil edilmiştir

Baruthaneler Nezâreti ve benzeri askeri idareler ilga edilerek Harbiye Nezâreti te’sis edilmiştir (1251/1835) Ayrıca Dârı Şûrâyı Askerî oluşturulmuştur

Sarayın iç idaresine bakan idarî üniteler Enderûnu Hümâyûn Nezâreti adı altında yeni bir yapıya kavuşturulmuştur (1249/1833)

Çeşitli vakıflara ait idarî teşkilâtlar birleştirilerek 1242/1826’da Evkafı Hümâyûn Nezâreti kurulmuştur

Şeyhülislâmlığın da bir nezâret gibi kabul edilmesinden sonra, 1254/1838 tarihinde sadrazam ve sadâret tabirlerinin yerine başvekil ve başvekâlet ifâdeleri ikâme edilmiştir Bütün bu nazırlardan meydana gelen kurula da bakanlar kurulu anlamında meclisi vükelâ ve heyeti vekile denmiştir

İlk resmî gazete olan Takvimi Vakayi’i de çıkaran ve başta Kanunnâmei Cezâyı Askerî olmak üzere devletin askerî ve sivil memurları ile ilgili hukukî düzenlemeleri yaptıran II Mahmut, Tanzîmât hareketinin de hazırlayıcısı olmuştur 1254/1838 tarihli Tarîki İlmîye Dair Ceza Kanunnâmei Hümâyun’u ile de, yargı görevini yerine getiren adliye ve ilmiye mensupları düzene sokulmak istenmiştir

Üzülerek ifade edelim ki, II Mahmûd zamanındaki ıslâhat bir iki mesele dışında öze değil, şekle yönelik olarak yapılmıştır Avrupa’nın ilim, fen ve teknolojisi alınacak yerde, giyim, kuşam ve diğer pek de güzel olmayan âdetleri taklid edilir hale gelmiştir Bu yüzden yapılan ıslâhat, halk tarafından beğenilmemiştir Damad Halil Rif’at Paşa’nın "Avrupa’ya benzemezsek, Asya’ya çekilmeye mecburuz" sözü yanlış tatbik edilmiştir Devlet dairelerinde II Mahmûd’un resimlerinin asılması, setre, pantolon ve fes giyilmesinin mecburi hale getirilmesi, hatta sadece yeniçeriler kullandı diye mehterin ve mehterhanenin ilga olunması ve en önemlisi de sadâret ve sadrazam tabirleri yerine başvekâlet ve başvekil tabirlerinin kullanılmaya başlanması, bu basit ve öze yönelik olmayan batılılaşma örneklerindendir Bu sebepledir ki, bütün ıslâhat hareketlerine rağmen, II Mahmûd dönemi başarılar ve zaferler devri değil, tam manasıyla bir çöküş ve yıkılış devri olmuştur Halbuki akıllı ıslâhat yapılsaydı ve halkın inançlarına aykırı hareketlere gidilmeseydi, hem yapılanları halk destekleyecek idi ve hem de Kavalalı oğlu İbrahim Paşa Kütahya’ya kadar geldiğinde, halk onu alkışlamayacaktı Kısaca Osmanlı Devleti, II Mahmûd döneminde kendi yürüyüşünü terk etti; ama başkasının yürüyüşünü de öğrenemedi

Kabakçı İsyanı, bir irtica hareketi midir? III Selim’in hal’ edildiği İkinci Edirne Vak’asının asıl sebebi nedir?

Üzülerek ifade edelim ki, Cumhuriyet döneminde kaleme alınan tarihlerin önemli bir kısmında Kabakçı Mustafa isyanı, sadece bir irtica hareketi olarak ele alınmaktadır Halbuki olay, öyle anlatıldığı gibi değildir Meseleyi olduğu gibi aktaran muteber Osmanlı kaynaklarından özetleme yoluna gideceğiz

Yeniçeri teşkilâtının tamamen çalışmaz hale geldiği, yeni usul tâlim ve terbiyeye de yeniçerilerin rıza göstermek istemeyerek işi yokuşa sürdükleri, bu askerle Osmanlı Devleti’nin bir adım müsbet adım atmasının mümkün olmadığı herkesin kabul ettiği gerçeklerdir Yani Avrupa usulü eğitimli askere Osmanlı Devleti acilen muhtaç durumdadır; bunu Kaynarca Andlaşması ile sonuçlanan son seferde yeniçeriler de itiraf etmişlerdir III Selim, evvela yeniçeriyi eğitmeyi amaçlamış ise de, söz verdikleri halde buna yaklaşmamışlardır Bunun üzerine Şubat 1793’de Levend Çiftliğindeki Bostancı Ocağına bağlı olarak, Avrupa usulüne göre eğitimli asker yetiştirecek Nizâmı Cedid kurulmuştur Yeniçerilerin bütçesine dokunmamak üzere, İrâdı Cedid Hazinesi de bu maksatla tesis edilmiştir Yeni vergilerle zenginleştirilen bu hazinede 1212 senesi itibariyle 60000 kese toplanmış ve bu da hem Nizâmı Cedid Askerinin çoğalmasına ve hem de yeniçerilerin gözlerine batmasına sebep olmuştur Günden güne başarılarının artması, yeniçeriler gibi halkı rahatsız eden hallerinin görülmemesi ve asâkiri şâhâne adıyla anılmaya başlanmaları, aradaki rekabeti iyice arttırmıştır

"Eski köyde yeni âdet, ne kadar yerinde olursa olsun, avâmı nâsın ondan nefreti bu âlemin bir eski âdetidir" kuralınca, bir takım hayır ve şerri birbirinden ayıramayan, devlet ve millet gayreti gözetmeyen bazı cahiller, bu yeni sisteme şer’i cedid ve kâfirleri taklid nazarıyla bakarak, hem nizâmı cedidin ve hem de yeni vergilerin aleyhinde konuşmaya başlamışlardır Halbuki ilim ve hakikat ehli olanlar, itiraz edilen Avrupa usulü giyim ve hatta tranpet çalmanın dahi dinen caiz olduğunu açıklayarak bunları susturmuşlar; gayri müslimlere teşebbüh ile onlardaki ilim ve fennin alınmasını birbirinden ayırmışlardır Bu arada nizâmı cedid sebebiyle ikbal ve itibar sahibi olan insanları kıskananlar da boş durmamışlardır Nizâmı Cedid askerleri belli bir meblağa ulaşınca, devletin hazinesini boşaltmaktan başka bir işe yaramayan yeniçeri güruhu, aleyhteki telkinlerin tesiriyle, "Moskof olurum, nizâmı cedid olmam" diyerek işi istismar etme fırsatı bulmuşlardır

İstanbul’daki devlet adamları da ikiye ayrılmışlardır; Nizâmı Cedid taraftarları ve yeniçeri taraftarları Peki işin bu raddeye gelmesinin asıl sebepleri nelerdir?

Bunun bazı tarihçiler tarafından görülmek istenmeyen dört önemli sebebi vardır:

Birincisi; Nizâmı Cedid’in temelinde bir sakatlık bulunmaktadır Bu sebeple halka mal olamamıştır Başlangıçta çok güzel bir şekilde ulemâ ve devlet ricalinden bu konuda lâyihalar istenmiştir Bu lâyihalardaki ma’kul ve gayrı makul bütün teklifler, meşveretle değerlendirilip neticeye gidilecek yerde, Padişahın mahrem olan yakınları ve müşavirlerinin ve hatta saray personelinin eline ve diline düşmüştür Bunlara Osmanlı tarihçileri saltanatın atabekleri demektedirler Bunun üzerine Nizâmı Cedidin âşıkı olan ulema ve devlet ricali kenara çekilirken, bu işi kendileri için menfaat kapısı görenler, Nizâmı Cedidci olarak görünmeye başlamışlardır Bunların içinde her ne kadar Sır Kâtibi Ahmed Efendi gibi, dirayetli insanlar da bulunsa da, Nizâmı Cedid’i yürütüyor görünenler, bu hareketi servet yığma vesilesi olarak görmüşler; neticede Nizâmı Cedid adına toplanan paralarla, İstanbul’da görülmedik tarzda villalar ve yalılar yaptırmışlar; rüşvet kapıları sonuna kadar açılmış; Nizâmı Cedidciler ise gündüz yârân sohbetine çevirdikleri Bâbı Âli’ye ve geceleri de kayıklarla mehtaba çıkar olmuşlar; Sultân Selim de yakınlarına fazla itimad ederek devletin ruhu mesabesinde olan devlet sırlarını bu yakınlarına sohbetlerde fâş etmeye başlamıştır Bunu fırsat bilen saray hizmetlileri, tam bir başıbozukluk içinde halkın içine karışmışlar; Lale Devrindeki musiki sohbetleri, Kâğıthane gezileri ve helva sohbetleri gittikçe artar hale gelmiştir Halk, III Selim’i, II Selim’e benzetir hale gelmiştir Bu eğlenceden sadece gençler değil, devletin en yüksek tepesindeki insanlar da nasibini almıştır

Memleket içte ve dışta isyanlar ve harplerle kavrulurken, saltanatın atabekleri denilen III Selim’in yakınları, servet yığmaya ve bu malları hesapsızca harcamaya devam edince, devir dönmeye başlamıştır Nizâmı Cedidi teşvik eden devlet adamları servet yığmaya devam ettikleri gibi, yakınları da bu fırsatı değerlendirince, artık nizâmı cedid, halktan haksız yere bol bol paralar toplayarak sefih bir hayat için harcama manasına alınır şekilde anlaşılmaya başlanmıştır Halbuki yeni nizâmları uygulamak, fedâkârlık ve şahsî menfaatlerini ve rahatını terk ile mümkündür

İşte başlangıçta Nizâmı Cedid’in lehinde olanlar, işi yürüten saltanat atabeklerinin aleyhine geçmişlerdir İhtişam ve sefâhet çoğalınca, yeni vergilerle bunalan halk geçim derdine düşünce; Nizâmı Cedidci yeni zenginler "İstanbul zengin beldesidir; fakirler ve müflisler buradan ayrılsın" demeye başlayınca, âlimler, akıllı devlet adamları ve halk Nizâmı Cedid’in aleyhine geçmişlerdir Buna Padişah’ın yakınındaki saltanat atabeklerine güvenerek, halka ve devlete ait her bilgiyi bunların vasıtası olmadan alamamak gibi büyük hatası de eklenince, hedefe Padişah da girmiştir Şah vâkıf gerekdir ahvâle * Vükelâya kal ursa vay hâle

Zikredilen sebeplerden dolayı, III Selim, başta kendi sadrazamı olmak üzere, devlet ricalinin ve halkın itimadını kaybetmiştir

Bütün bunların etkisiyle, yeniçeri güruhu eğitimli askerlerin günden güne artmasından ve itibar kazanmasından dolayı, her türlü iftirayı yapar bir hale geldiler III Selim ve çevresi ise, medeniyetin gereği olan şeyleri aşarak, alafranga adıyla çok lüzumsuz şeylere sarılır oldular Lüzumlu lüzumsuz her konuda Avrupa mukallidi olmaya başladılar Bu aşırılıklarından dolayı, avam onları tekfir eder, ötekiler de Avrupa’dan gelen her şeyi reddettiklerinden dolayı karşı tarafı taassupla suçlar oldular Her ikisi de yanlış bir yola girdiler

İkincisi; III Selim kimseyi incitmek istemeyen ve yeri gelince azl ve ceza kurumlarını işletemeyen bir yaratılışta idi Mücâzât ve mükâfat gibi devlet terazisinin birini ihmal, diğerini de tehlikeye atacağının farkında değildi Yakınları ne derse yapan ve fikrinde sebat etmeyen bir şahsiyete sahipti

Üçüncüsü; III Selim’in güvendiği yakınları ve müşavirleri, devleti istila edercesine, ikbalden dolayı ne yapacaklarını şaşırdılar Sefâhet ve ihtişamda haddi aştılar Böylece kamuoyunu III Selim’in aleyhine çevirdiler

Dördüncüsü; Yeniçeriler, Nizâmı Cedidcileri tahkir ve tekfir ettikleri halde, cezalandırılmayınca tam manasıyla şımardılar ve azıttılar

Beşincisi; Şehzade Mustafa, saltanata fazlaca haris olduğundan, iyilik gördüğü III Selim’e karşı tavır aldı ve yukarıdaki sebepleri çok iyi kullanmaya başladı

Bütün bu sebeplerle muhalif grup iyice cesaretlenerek ve başta Sadrazam İsmail Paşa olmak üzere küskün devlet adamlarını, a’yânları ve İstanbul’daki yeniçerileri yanlarına alarak İkinci Edirne Vak’asının meydana gelmesine sebep oldular Kadı Abdurrahman Paşa komutasındaki Nizâmı Cedid ordusunun geri dönmesi ve bu isyancıların istediklerini elde etmeleri, onları daha da azdırdı (1807) Bu sırada nizâmı cedidin azılı düşmanı olan Topal Atâullah Efendi Şeyhülislâmlık makamına geldi Osmanlı Devleti’nin kuvvetli olmasını istemeyen Fransız Elçisi Sabastiyani, yeniçerileri Nizâmı Cedid aleyhine kışkırtmaya başladı Artık hem Rumeli’ye doğru sefere çıkan ordu içinde ve hem de İstanbul’daki kahve köşelerinde, saltanatın aleyhine her türlü dedikodu yapılıyordu Bu sırada III Selim, Topal ve riyakâr olan Atâullah Efendi’yi meşihata getirmekle kalmamış ve müfsid birisi olan Köse Musa Paşa’yı da sadâret kaymakamlığına getirmiş Bu ikisinin fitne ateşini alevlendirmesiyle ayaklanan yeniçeri yamakları, Kastamonulu Kabakçı Mustafa adındaki bir neferi başlarına geçirerek, isyana başlamışlardı Boğaz Nâzın Mahmûd Râif (İngiliz Mahmûd diye meşhurdur) Paşa’yı parçalayan isyancılar, Köse Musa’nın Nizâmı Cedid birliklerini hileyle durdurmasından da yararlanarak,isyanı her tarafa yaymışlardı Bu isyanı durdurmak isteyen III Selim’in Nizâmı Cedid’i, Atâullah Efendi ve Köse Musa’nın tahrikleriyle ilga etmesi de, fayda sağlamamıştı Bir gün sonra III Selim de tahttan indirilmişti Sonra da IV Mustafa’nın tahrikleriyle, Temmuz 1808’de III Selim şehid edildi

Netice olarak, Nizâmı Cedid, güzel bir başlangıçtır; güzel projeleri kendilerine vesile ederek servetlerini arttıran ve bunu gayri meşru yollarla yemeyi âdet haline getiren bir grup, Avrupalılaşma adı altında, hem meşrugayri meşru demeden tam bir Frenk hayatı yaşamaya başlamışlar ve hem de hakir gördükleri halkı yeni yeni vergilerle perişan etmişlerdir Bunu fırsat bilen bazı geri kafalılar da, hiçbir zaman tasvip edilemeyecek olan bu çirkin olayları meydana getirmişlerdir Maalesef olanlar, bazı menfaat gruplarının lehine ve ama devlet ile milletin aleyhine olmuştur III Selim’in bizzat Nizâmı Cedid askerinin başına geçip de âsileri te’dip ile devleti esasından ıslah ve tanzim etmesi mümkün iken, maalesef nezâket ve yumuşaklığı tercih etmesiyle ve karşılıklı hatalarla, bunca emekler sarf edilerek meydana getirilen Nizâmı Cedid bir anda mahv edildi O halde Avrupalılaşmak diyerek Nizâmı Cedide körü körüne karşı çıkmak da, taassup diyerek Nizâmı Cedidcilerin yaptıkları gayri meşru işleri tasvip etmek ve bu hareketi sadece bir irtica hareketi olarak takdim etmek de yanlıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Nizâmı Cedid ne demektir? III Selim bu yeni düzenle neyi gaye edinmiştir?

Bir devletin iki temel vazifesi vardır: Birincisi, memleket içinde adaleti ayakta tutarak vatandaşların haklarını korumak ve ikincisi de, vatanın sınırlarını düşmana karşı savunmaktır III Selim tahta çıktığında yani 1789 yılında, Osmanlı Devleti, memleketin her tarafına yayılan derebeylik ve a’yânlar idaresiyle birinci vazifesini ve imzaladığı Küçük Kaynarca Andlaşması ile de ikincisini yapamaz hale gelmişti Bütün bu bozukluklar, Lale Devrinden beri devam edip gidiyordu I Mahmûd, III Mustafa ve I Abdülhamid, bunların farkına varmalarına rağmen, yeniçeri engelinden dolayı istenilenleri yapamadılar

Birincisini yapabilmenin şartı hukukî, idarî ve iktisadî hayata ait köklü ıslâhatlar yapmak ve ikincisini yerine getirmenin şartı da, artık savaş yapamaz hale gelen Osmanlı askerini yani kapıkullarını yeniden düzenlemek idi İşte bu alanlarda yapılacak olan yeni düzenlemelere ve ıslâhata nizâmı cedîd adı verildi ve bu düzenlemelerden özellikle askerî alanda yeniden tertip edilen ve Avrupa usulü eğitilen düzenli orduya nizâmı cedîd askerleri denmesi hasebiyle, bu tabirden birinci derecede bu ikinci mana anlaşılmaya başlandı

III Selim, tesis ettiği güzel bir adetle Meclisi Meşveret ile devleti yönettiğinden, bu problemi de aynı yolla çözüme kavuşturmak istiyordu Bunun için henüz seferden dönmek üzere olan Sadrazama ve yetkili zatlara, Osmanlı Devleti’nin zaafa uğrayan askerî meselelerini ve buna ilâveten diğer problemlerini çözme tekliflerini ihtiva eden lâyihalar hazırlamalarını ve bu layihaların tartışılarak en iyi metodun tesbit olunarak hemen uygulamaya geçilmesini emreden hattı hümâyûnlar gönderdi

Burada önemle belirtmemiz gereken bir husus vardır Bazı tarihçiler (Yılmaz Öztuna ve Enver Ziya Karal gibi), açılan bu teklifin bütün Osmanlı Kanunlarına şamil olduğunu zannetmişler ve netice olarak da, değişikliğe karşı çıkanları mürteci, taraftar olanları radikal ve devrimci ve ortada olanları da bazan muhafazakâr diye İsimlendirmişlerdir Halbuki bu tamamen yanlıştır Tartışılan İslâm Hukukunun hükümleri değil, İslâm Hukukunun ülü’lemre verdiği yetkiye dayanılarak tedvîn edilen ve Kanuni devrinde kemâlini bulan kanun hükümleridir, kanunnamelerdir Dolayısıyla, III Selim’i yüzünü batıya çeviren ve şerî’attan yüz çeviren bir padişah olarak vasıflandırmak mümkün değildir

III Selim’in fermanı üzerine ikisi yabancı olmak üzere 21 mütehassıs Osmanlı askerî kanunları ve diğer örfî kanunları üzerinde kanaatlerini açıklayan lâyihaları hazırladılar Bunların arasında, muhafazakâr diye bilinen Rumeli Kazaskeri pâyelisi Tatarcık Abdullah Efendi, o zaman Defterdar olan Şerif Efendi, Sadrazam Yusuf Paşa, Çavuşbaşı Râşid Efendi, Sadrı Âli Kethüdası Mustafa Reşîd Efendi (Köse Kethüda) ve Muhâsebei Evvel Hacı İbrahim Efendi gibi şahsiyetler bulunmaktadır Bunların tamamının ittifak ettiği nokta, yapılacak yeni düzenlemelere ordudan başlanmasıdır Ancak tekliflerin ayrıntılarında farklılık vardır Bunları üç grupta toplamak mümkündür:

1) Tatarcık Abdullah Efendi’nin başını çektiği bir grup, Yeniçeri ocağına Kanuni kanunlarındaki gibi itibar edilmesini ve ancak Avrupa’daki yeni harp teknolojisinin ve eğitim usullerinin bu kanunlara adapte edilerek alınmasını savunmuşlardır

2) Sadrazam Yusuf Paşa’nın başını çektiği bir grup ise, yeniçeri ocağının ıslâhının mümkün olmadığını; tamamen yeni bir ordu tanzim edilerek ve Avrupa ordularındaki yeni eğitim metotları da esas alınarak mevcut sistemin değişmesini müdâfaa etmektedirler

3) Muhâsebei Evvel Hacı İbrahim Efendi ve ReisülKüttâb Abdullah Berrî Efendilerin başını çektiği bir grup ise, askerin mutlaka tanzim edilmesini, ancak bunun için yeniçeri kanunlarının iptali yönüne gidilmesinin doğru olmadığını arzu etmişlerdir

Bu üç görüşten de anlaşılacağı gibi, herkes bu düzenlemenin yapılmasında müttefiktir Ancak usullerde ayrılmaktadır Bu görüş ayrılıkları, tamamen, askerî hukuk ve teşkilât ile yani kanunnamelerdeki hükümlerle alakalıdır Bunu, bütün bir Osmanlı hukuk sistemine teşmil ederek, düzeni değiştirmeyi, Osmanlı Devleti’nin esas kabul ettiği Şer’i şerifden taviz manasına almak ve muhalif olanları irtica ile suçlamak, tarihi anlamamak demektir

III Selim, ikinci şıkkı esas almış ve Osmanlı ordusunun tamamen şirazeden çıktığını bildiğinden dolayı, Şubat 1793 yılında bütün lâyihaları özetleyerek bir Risâle’de toplatmış ve temel olarak şu kararları almıştır: a) Mevcut asker nizâmı yeniden düzenlenecek; b) Avrupa’daki eğitimli askerler benzeri yeni bir ordu kurulacak (nizâmı cedid askeri) ve c) Savaş teknikleri ve askerî eğitim yeniden tanzim olunacak İşte nizâmı cedid deyince akla gelmesi gereken bunlardır

Bu nizâmı cedid rüzgarı bununla da kalmamıştır Gerçekten 1206 ve 1207 hicrî yıllarında yeni düzenlemeler olmak üzere gördüğümüz bir dizi ıslâhat yapılmıştır Bunlardan bazıları şunlardır:

1) Taşradan İstanbul’a olan göç yeniden düzenlenerek teftişi sıkı kurallara bağlanmıştır

2) Gemicilik mesleği teşvik edilmesi için nizâmnâme yapılmıştır

3) Resmi elbiseler ve protokol kaideleri yeniden tanzim olunmuştur

4) Yeniçeri ocağının ıslâhı için tedbirler alınmıştır

5) Asker maaşları düzenlenmiştir

6) Bahriye Zabitleri Kanunu çıkarılmıştır

7) Yargı Islâhatı yapılmıştır

8) Topçu ve Arabacı Kanunları kabul edilmiştir

9) İrâdı Cedid Hazinesi kurulmuştur

10) Asâkiri Mu’alleme Kanunu çıkarılmıştır

Bu ıslâhat, aklı başında olan hiç kimse tarafından reddedilemezdi Ancak uygulanmasında problemler çıkmış ve III Selim’in tahtına ve canına mal olmuştur Yoksa, Nizâmı Cedid Islâhatından kasıt, rejim değişikliği demek değildir Nitekim konuyu daha sonra tekrar ele alan Ahmed Cevdet Paşa, nizâmı cedid nizâmının şer’an ve aklen gerekli olduğunu, ancak hakikatı halden habersiz bir takım rezillerin bu askerlere dil uzattıklarını ve maalesef III Selim’in de şefkatinden dolayı bu rezilleri cezalandırmayarak sonunda canından olduğunu gayet açık anlatmaktadır

Patrona Halil isyanının mahiyeti nedir ve neden çıkmıştır? Lale devri ile ilgisi var mıdır?

Bu olayı da, "her musibet, geçmişteki bir cinayetin neticesi ve gelecekteki bir mükâfatın da mukaddimesidir" kaidesine göre açıklamak gerekmektedir Gerçekten Lale Devrinde, Padişah Saraylarında ve Sadrazam Köşklerinde, bize ulaşan kaynaklardaki bilgilere göre, gayri meşru bir fiil görülmese ve hatta sadece dedikodu halinde kalsa bile, o dönemin İstanbul’unda halk arasında bazı ahlaksızlıkların ve gayri meşru eğlencelerin yayıldığı kesindir İslama sımsıkı sarılmayan devletler, hemen mağlubiyet ve açlık gibi umumi felaketlerle cezalandırılmaktadır İşte Lale Devri için de söz konusu olan budur

İran cephesinden Osmanlı Devleti aleyhinde haberler gelmeye başlamıştır 1143/1730’da Sadrazam İbrahim Paşa, İran Savaşı için Padişahın bizzat sefere katılmasını arzu etmektedir Ancak şahsiyeti ve alıştığı hayat itibariyle buna hazır olmayan Padişah, buna gönülsüzdür ve red cevabı vermekte gecikmemiştir Tam bunu fırsat bilen fitne ateşi, sadrazamın aleyhine bazı şeyler yaymaya başladığı gibi, Padişah aleyhinde de "mahmûd’ülhisâl bir Padişah isteriz" diye dedikodu yaptırmak şeklinde alevlenmeye başlamıştır Sadrazamın, başta damatları olmak üzere, yakınlarını devlet kademelerine getirmesinden rahatsız olanlar, bu dönemde yapılan eğlenceler ve ziyafetler yüzünden bunların gayri meşru olduğunu ileri sürenler, altı yedi aydır bu fitneyi ateşlemek için uğraşan bahriyeli, bir nefer olan Patrona Halil ve arkadaşlarının, Bâyezid Câmiinin Kaşıkçılar Kapısı tarafında, "Şer’ ile davamız vardır; Ümmeti Muhammed’den olanlar dükkânlarını kapayıp bizimle gelsin" demeleriyle birlikte, tarihe Patrona Halil İsyanı diye geçecek olan kargaşayı başlatmışlardır

Bu isyanın başını çekenler, Muslubeşe, Küçük Muslu, Kutucu Hacı Hüseyin, Çınar Ahmed ve Ali Usta gibi ayak takımları ile bunların fikir babası olan ve daha önce Damad İbrahim Paşa’dan zarar gören eski İstanbul Kadısı Zülâlî Hasan Efendi, Hâriç Müderrislerinden Deli İbrahim ve Ayasofya Vaizi İspirizâde Ahmed Efendi gibi insanlardır Şeyhülislâm Abdullah Efendi’nin şerî’at adına araya girme teşebbüsleri de fayda vermeyince, âsilerin isteklerine uyularak sadrazam, Şeyhülislâm ve İbrahim Paşa’nın yakınları olan bütün damatları görevden alındı ve çoğu sürgün edildi Sadrazam iki damadı ile birlikte boğuldu At Meydanında toplanan asiler bununla da yetinmediler; kendi adamları olan ve Rumeli Kazaskerliğine getirilmesini istedikleri Zülâlî Hasan Efendi ile İstanbul Kadılığına getirilmesini arzu ettikleri İbrahim Efendi’nin küstah tavırlarıyla Padişah’ın feragat ederek yerine Sultân Mahmûd’un padişah olmasını istediler İstekleri üzerine, III Ahmed, 2 Ekim 1730’da Osmanlı tahtını biraderi II Mustafa’nın oğlu Sultân Mahmûd’a terk etti

Âsiler bununla da kalmadılar İbrahim Paşa aleyhine kadına düşkünlüğünü ve başta Sa’dâbâd olmak üzere köşkler aleyhine de fitne ve fesada vesile olduklarını ileri sürerek bu köşklerin yakılmasını istediler Yakılmasına gönlü razı olmayan ve ancak yıkılmasına izin veren Padişah’ın fermanı ve İstanbul Kadısı İbrahim Efendi’nin fetvasıyla, halk ve devlet, Kağıthane’deki yüzlerce köşkü yıktılar İsyan süresince yağmalamalar ve her türlü rezalet yaşandı Neticede 13 gün süren isyan 11 Ekim 1730 tarihinde son buldu Önce sadrazamlığa göz diken Patrona Halil, devlet işlerinden anlamadığı ileri sürülerek Revan Seraskerliğine tayin edilmiştir Ancak Kırım Hanı ve Şeyhülislâmın da yardımıyla, Kasım 1730’da Sofa Köşküne davet edilen zorbacıların başı Patrona Halil ile Muslubeşe hemen katledilmiş ve asi liderlerinden 18’inin cesedi III Ahmed Çeşmesinin yanına atılmıştır 1731’deki ikinci bir isyan hareketi ise sonuçsuz kalmıştır

Hadisenin, Lale devrinde yaşanan İslama aykırı hallerin bir cezası olduğu açıktır Ancak Patrona Halil ve arkadaşlarının da, İslama hizmet gayesiyle değil, kendi şahsî kin ve menfaatlerini tatmin gayesiyle bu işe kalkıştıkları da gün gibi ortadadır İbret alınırsa önemli bir olaydır

Lale devrinde sadece keyif ve eğlence mi yapılmıştır? Fikir ve kültür hayatına yönelik bir şey yapılmamış mıdır?

III Ahmed’in 1718-1730 tarihleri arasında ve Nevşehirli İbrahim Paşa’nın sadâreti ile geçen devresine Lale Devri dendiğini daha evvel ifade etmiştik Acaba bu devir sadece eğlencelerle mi geçmiştir? Bu sorunun cevabı verilmelidir

Eski adı Muşkara olan ve İbrahim Paşa’nın gayretiyle köyden şehire dönüşen Nevşehir’de doğan İbrahim Paşa, 1689 yılında Saray’a intisap etmiş ve 1717 yılında III Ahmed’in kızı Fatma Sultân ile de evlenince iyice Padişah’m gözüne girmeye başlamıştır III Ahmed’in çok güvendiği İbrahim Paşa, Mayıs 1718 tarihinde sadrazamlığa getirilmiştir Kendisi tamamen sulh taraftarı ve sakin yaşamayı seven bir insandır III Ahmed’in de şahsiyeti buna uyum sağlayınca, bu dönem Lale devri olarak tarihe geçmiştir

Bu dönem sadece eğlence ile geçmemiştir Zira Matbaanın açılması başta olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin fikir ve kültür hayatına dair çok önemli katkılar bu devirde sağlanmıştır

Evvela, kendisi de tahsilli olan İbrahim Paşa, ilim ve san’at adamlarını sonuna kadar desteklemiştir Eğer Osmanlı vekâyi’nüvislerinin İbrahim Paşa dönemini anlatan yüzlerce sayfalık tarih kitaplarını ve mesela Çelebizâde’nin Râşid Tarihi Zeylini incelerseniz, hem Padişah’m ve hem de İbrahim Paşa’nın dinî ilimler ve diğer ilimlerde uzman olan âlimlerle hususi dersler düzenlediğini, tanzim edilen ziyafetlerde Şeyhülislâm ve benzeri şahsiyetlerin daima hazır bulunduğunu görürsünüz

İkinci olarak, Damad İbrahim Paşa tarihe çok meraklı olduğundan, Osmanlı ve Türk Tarihi ile ilgili en önemli çalışmalar bu dönemde yapılmıştır Aynî’nin Ikd’ülCümân isimli meşhur tarihi, Hondmir’in Farsça çok geniş bir tarih olan Habîb’üsSiyer adlı eseri, Mevlevi Ahmed Dede’nin Câmi’udDüvel adlı muazzam eseri, hep bu dönemde kurulan ilim heyetleri tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir

Üçüncü olarak, Damad İbrahim Paşa’nın bir küçük köy olan Muşkara’yı bir şehir haline getirerek imar etmesi, başta İstanbul’daki Dâr’ülHadis Medresesi olmak üzere çok sayıda vakıf eserler meydana getirmesi, başta çinicilik olmak üzere kaybolmaya yüz tutan bazı Türk sanatlarını ihyaya çalışması ve nihayet Matbaa gibi önemli bir müesseseyi yerleştirmesi, onun sadece eğlence ve ziyafetlerle vakit geçirmediğini açıkça göstermektedir

Dördüncü olarak, Nedim, Seyyid Vehbi, Tarihçi Râşid, Nahîfî ve Ahmed Neylî gibi edip ve şairler, Damad İbrahim Paşa’nın himayesiyle ölmez eserlerini vermişlerdir

Osmanlı Devleti, ilim ve teknoloji konusunda, Gerileme Devrinden beri, ilk defa bu dönemde Avrupa’yı takip eder hale gelmiştir Ayrıca devleti idaresinde Sokullu ve Köprülü’ye ulaşması mümkün olmayan bu devlet adamının, İslâmi açıdan istikameti ve dindarlığı itibariyle onlar gibi olduğu tarihçilerin verdiği bilgiler arasındadır

Baltacı Mehmed Paşa’nın Rus Çarının karısı Katerina ile gayri meşru hayat yaşayarak Osmanlı ordusunu sattığı ve böylece Prut Zaferi’nin Osmanlı Devleti’nin aleyhine geliştiği söylenmektedir Bu olayın aslı nedir?

Prut zaferini en ince ayrıntılarıyla anlatan tarih kaynakları elimizdedir ve bunların en ayrıntılı olanı da Râşid’in sadece III Ahmed devrine 4 cilt ayırdığı meşhur tarihidir Bu kaynakların hiç birinde, Baltacı Mehmed Paşa’nın Rus Katerina ile gayri meşru bir ilişkide bulunduğu veya en azından Rus Çarı ve hanımının bu savaşın yapıldığı mekâna geldikleri yazılı değildir

Olayın aslı şudur: Çorum’un Osmancık Kasabasından olan Mehmed Paşa, musikiye meyli ve sesinin güzelliği sebebiyle Pâkçe Müezzin lakabı ile anılmıştır III Ahmed’in padişah olmasıyla

1 İmrahor’luğa getirilen Mehmed Paşa, kendisini tezkiye eden Kalyakoz Ahmed Paşa’nın aleyhine çalışmış ve Şeyhülislâm Paşmakçızâde Ali Efendi’nin tavsiyesi ile 1704 yılında 1 defa sadrazamlığa getirilmiştir Sevmedikleri hakkında dili uzun olan ve yeterli tahsili olması hasebiyle konuşmasını da iyi beceren Mehmed Paşa, dilinin cezasını çekerek, 1706 yılında azl olunmuştur 1710 Eylül’ünde tekrar sadrazamlık makamına gelen Baltacı, fazla becerikli bir kumandan olmamasına rağmen, Prut Zaferine imza basan komutan sıfatıyla, henüz İstanbul’a gelmeden itibar kazanmaya başlamıştır

Bilindiği gibi 1710 yılında Ruslara karşı ilan edilen harpte, açlık ve düzensizlik sebebiyle Petro’nun savaş meydanına gelmeyerek uzaktan idare ettiği ordusu mağlubiyetle karşı karşıya gelmiştir Rus ordusunun komutanı Şermetivef’di ve Deli Petro ile hanımı asla harp meydanına gelmemişti Çar, mağlup olacağını anlayınca, Başbakan Baron Şafirov vasıtasıyla çok değerli mücevherlerini hediye gönderdi ve sulh andlaşması yapılmasını arzuladı İsveç Kralı’nın ve Kırım Hanı Devlet Giray’ın farklı kanaatlerini dinlemeyen ve müşavirlerinin tesiri altında kalan Baltacı Mehmed Paşa, çok cazip şartlarla sulh akdi yaptı ve muzaffer bir komutan olarak İstanbul’a gelmek üzere yola çıktı (Prut Muâhedenâmesi, Temmuz 1711) Burada bilinmesi gereken gerçekler şunlardır:

1) İsveç Kralı XII Cari ve Kırım Hanı Devlet Giray, Baltacı’nın sulh teklifini reddetmesini ve Rusların sıkıştığı böyle bir dönemde kolay şartlarla andlaşma yapılmamasını müdafaa ediyorlardı Bunların görüşü haklıdır ve Baltacı’nın acele ettiği de doğrudur Ruslar, sonradan sözlerinde durmamakla bu görüşü teyid etmişlerdir

2) Baltacı Mehmed Paşa’nın zaten aleyhinde olan ve Padişahın çok sevdiği Şeyhülislâm Paşmakçızâde Ali Efendi, Damad Ali Paşa ve Darüssa’ade Ağası Süleyman Ağa, sert hareketlerinden ve patavatsız sözlerinden dolayı, Baltacı’nın aleyhindeki faaliyet ve planlarına hız verdiler Paşa, henüz İstanbul’a gelmeden Rus Çarı’nın sözünde durmamasını da bahane ederek, hemen aleyhte bir plan hazırladılar İlk planları, Baltacı’nın İsveç Kralı ve Kırım Hanı’nın sözlerine önem vermediğini, vermiş olsaydı Rus Çarını diri diri yakalama fırsatı elde edildiğini, Rus Çarı tarafından gönderilen paralar sebebiyle sulh yolunu tercih ettiğini ısrarla Padişah’a anlatmak oldu Taraftarları da, tek kabahatin gece ile gelen altın arabaları olduğunu, yoksa Çarı yakalamamak için bir sebep bulunmadığını ilave ettiler İşte bu noktada Hammer, Rus Çarı’nın karısı Katerina’nın sulh andlaşması uğruna bütün kıymetli mücevherlerini Osmanlı komuta heyetine gönderdiğini ve Şermetivef vasıtasıyla sulhu sağlaması için Veziri A’zama mektup ilettiğini ifade etmektedir Bazı çağdaş tarihçiler de, Baltacı’nın asla rüşvet almadığını, belki müşavirlerinden Ömer Efendi ve Osman Efendi’nin bu hediyeleri kabul ettiğini kaydetmektedirler

Padişah da, böylesine bir zafere imza atan Sadrazamın bu ithamlarla azledilmesinin doğru olmayacağını ifade ederek, ilk etapta gelen ithamları reddetti Ancak Baltacı aleyhtarları, Edirne’de veziri azamın kapıkulu maaşlarını vermeye başlaması üzerine yeniden harekete geçtiler Bu sefer Padişah’a, Edirne’de ulufe vermesinin ne manaya geldiğini dostlarına sorması icab ettiğini, yaptığı hataları affettirmek için Kapıkulu ile gizli anlaşmalar içinde olduğunu arz ettiler Padişahın hakem kabul ettiği Şeyhülislâm da aleyhte beyan verince Baltacı Mehmed Paşa azledilerek (Kasım 1711) Midilli Adasında ikamete memur edildi

3) Dikkat edilirse, Baltacı’nın Katerina ile çadırda beraber olduğuna dair, muteber Osmanlı kaynaklarında ve hatta çağdaş tarihçilerin eserlerinde en küçük bir bilgi bulunmadığı gibi, kaynaklarda Çar ve hanımının asla harp yerine gelmediğini ve bu tür iddiaların tamamen yalan olduğunu ifade eden beyanlar yer almaktadır Râşid meseleyi şu cümlelerle özetlemektedir:

"Rikâbı hümâyûn tarafında olanlar dahi sadrazam hakkında gizlice nice kale gelmez nesneler yazdıklarından Padişahın gadabını tahrik ettiler Veziriazam meydana gelen büyük hizmetleri mukabelesinde çeşitli iltifat ve ikramlar beklerken, olmayan hıyanet suçlamasıyla karşı karşıya kalmış ve kıskançların hileleri ile nâmeşkûr olmuştur"

Netice olarak, Baltacı Mehmed Paşa’nın İsveç Kralı ile Kırım Hanı’nı dinlememesi, müşavirlerinin sözleriyle hareket etmesi, her şeyi ben bilirim havasına girmesi ve neticede bu fırsatı kaçırması, tarihçiler tarafından eksiklik olarak kabul edilmektedir Aleyhinde kampanya başlatanlar ve bazı Batılı tarihçiler, Katerina’nın mücevher ve mektup gönderdiğini de kabul etmektedirler Osmanlı tarihçileri, bunun da Darüssa’ade Ağası ile yakınlarının ithamları olduğunu açıkça belirtmişlerdir Ancak hiç bir tarihçi ve hatta Rus Vekâyi’nâmeleri bile, Katerina’nın harp meydanına geldiğini yazmamıştır ve bu sadece kuru bir iftiradan ibarettir

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



1683 Eylülünde meydana gelen Viyana Bozgununun sebepleri neler olabilir? Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kabahati var mıdır?

Her musibet bir cinayetin neticesidir ve bir mükâfatın da mukaddimesidir O halde bu bozgun felaketinin de bir sebebi vardır Bu sebebi, sadece, Kara Mustafa Paşa’nın bazı taktik ve şahsiyet kusurlarına yüklemek doğru değildir Hadisenin olduğu günlerde Osmanlı Vak’anüvis’i olan Silahdâr Mehmed Efendi bu noktayı çok güzel özetlemiştir Bu görüşlerini de esas alarak bir iki noktayı açıklamakta yarar vardır

1) Bu sefere katılan Osmanlı ordusunun maddi hazırlığı son derece mükemmel idi Topuyla tüfeğiyle ve de ordunun diğer donanımı ile düşman kuvvetlerine ezici bir üstünlüğü mevcuttur Ancak asıl can damarını teşkil eden asker grubu, Allah"n bu nimetlerine şükretmesini bilmemiştir Hatta sefer sırasında askerin ve hem de Recep, Şaban ve Ramazan ayına rastlayan mübarek günlerde, nimetin şükrünü eda edecek yerde şımardıkları ve gayri meşru fiilleri işledikleri bizzat Osmanlı tarihçileri tarafından açıkça ifade edilmiştir Burada Kara Mustafa Paşa’nın fevkalade istikametli bir hayatı olduğunu hemen belirtelim Silahdar’ın ifadesiyle;

"bu mertebe ihsan olunan büyük nimetlerin kadrin bilmeyüp bu kuvveti kahireyi kendü hareket ve tedbirimizle elde ettiğimizi zannettik ve Allah’ın lütfü olduğunu unuttuk; neticesinde hilâfı me’mul olarak bu hezimete maruz kaldık"

2) Maalesef, kurmay heyeti, askerin çokluğuna ve intizamına bakarak gurura kapılmış ve hem Kırım Hanı Murad Giray ve hem de Erdel Kralı Mihal’in ikazlarına riayet edilmemiştir Onlar Yanıkkale’nin fethedilerek Viyana’nın gelecek yıla bırakılmasını ısrarla tavsiye etmişlerdir

3) Osmanlı ordusu ve özellikle de vasıfsız insanların yeniçeri ocağına alınışları, ilk acı meyvesini Viyana bozgununda vermiştir Çünkü askerin önemli bir kısmı, iş ciddiye binince, Viyana’ya gelinceye kadar elde ettikleri ganimetin ve servetin derdine düşmüşler ve asıl gazayı unutmuşlardır Askerin çokluğunun değil, ölürsem şehid kalırsam gazi ruhuna sahip olmanın önemi burada anlaşılmaktadır

4) Daha önceki gazalarda en büyük vasıfları, İslâm’ın tesbit ettiği usuller çerçevesinde harp etmek, insanların mal ve ırzlarına göz dikmemek olan Osmanlı askerleri, bu seferde geçtikleri yerlerde ciddi tahribatlar yapmışlar ve İslâm’ın bu ulvi düsturlarına tam riayet edememişlerdir Maalesef cezasını da ağır bir şekilde ödemişlerdir

5) Elbette ki bütün bunların yanında, maddi sebepler de vardır Bunların başında iki ayı bulan muhasara sırasında askerin yorgun ve bitkin düşmesi, harbin esasını teşkil eden atların kısmen bakımsız kalmaları ve komutanların taktik hataları ve nihayet Kırım Hanı’nın neticenin bu kadar vahim olacağını hesap edemeyerek Mustafa Paşa’ya ihanet etmesi bunlardan bazılarıdır Ancak biz, asıl sebebin manevi sebepler olduğu kanaatindeyiz Zira her musibet bir cinayetin neticesidir

IV Mehmed’in annesi Turhan Sultân’ın devleti tek başına idare ettiği söylenmektedir Bu da doğru mudur?

Kısmen doğrudur; ancak Hatice Turhan Sultân, Kösem ve Hürrem Sultân ile kıyaslanmayacak kadar iyi kalpli ve devletin selâmetini düşünen bir hanım efendidir 1627 yılında Rus bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen bu güzel kız, Kör Süleyman Paşa tarafından Kösem Sultân’a hediye edilmiş ve daha sonra da Saray’da terbiye edilerek ve Müslüman olarak, I İbrahim’e câriye verilmiştir Sonradan kadın efendiliğe yükselen Hatice Turhan Sultân, IV Mehmed’in de annesidir

Oğlu IV Mehmed 7 yaşında Padişah olunca, Kösem Sultân ile olan Nâibelik mücadeleleri başlamış ve ancak 1651 yılında Kösem Sultân boğdurulunca, tam 34 yıl Valide Sultanlık makamında kalmak üzere, Osmanlı Devleti’nin o zamanlar ikinci protokolü olan makama geçmiştir Vâlidei Muazzama unvanı ona aittir Zira 1656 yılında devleti Köprülü’lere devredinceye kadar, tam manasıyla bir Padişah gibidir Aziller ve tayinler artık onun hattı hümâyûnu ile yapılmaktadır Mührün üzerinde "Mazharı Lütfi Samed Vâlidei Sultân Mehmed" yazılacak kadar iktidarı artmıştır Kızlar ağası Uzun Süleyman Ağa ve Meleki Kalfa gibi çevresinin tesiriyle yanlışlıklar yaptığı da olmuştur Kösem Sultân zamanındaki suiistimaller, kısmen de olsa onun zamanında da devam etmiştir

Neticede Mimar Kasım Ağa ve benzeri basiret sahibi insanların tavsiyesi ile, devlet işlerini 1656 yılında Köprülü Mehmed Paşa’ya devrederek devletin gerilemesini en az 30-40 sene geciktirmiştir Zaten oğlu IV Mehmed de, aynı yıl reşîd ilan edilmiştir Kendisi de bütün vaktini, ibadet, dua ve hayra tahsis etmiştir III Murad’ın Hasekisi Safiye Sultân tarafından başlatılan ve ancak inşası tamamlanamayan Yeni Cami, Turhan Sultân’ın himmetiyle 1663 yılında tamamlanmıştır Çanakkale’deki kaleler de mescidi ile beraber onun eseridir 1683 yılında huzur içinde vefat etmiş ve Yeni Cami’deki türbesine defn olunmuştur

II Osman’dan itibaren Osmanlı idaresinde kadınlar saltanatının başladığı ve bunun başını da Kösem Sultân’ın çektiği söylenmektedir Bu iddiaların aslı nedir?

Maalesef bu iddiaların bir kısmı doğrudur Kadınlar Saltanatı, çok zayıf da olsa Kanuni devrinde Hürrem Sultân ile başlamış ve IV Mehmed’in Köprülü’leri iş başına getirmesine kadar devam etmiştir Bunun da sebebi, tahta geçen padişahların, eski Osmanlı Padişahları gibi ehliyetli ve dirayetli olmamasıdır

Bilindiği gibi, Mehpeyker Sultân veya tüysüzlüğü yahut diğer hasekilerin önüne geçmesi sebebiyle Kösem Sultân diye adlandırılan I Ahmed’in kadın efendisi, IV Murâd ve I İbrahim’in de annesidir Asıl adı Anastasia ve babası da bir Rum papazı olan bu kadın, Osmanlı sarayına câriye olarak girmiş ve Müslüman olduktan sonra Padişah’ın kadın efendiliğine kadar yükselmiştir Bundan sonraki gelişmeleri şöylece özetlemek mümkündür:

1) IV Murad’ın birinci saltanat devresi yani IV Murad’ın ismen Padişah olduğu, ancak devleti annesi Kösem Sultân ile Sadrazamlarının ve Şeyhülislâm ve benzeri devlet adamlarının yönettiği devredir (1032/1623-1041/1632) Bu devre, 8 küsur sene devam etti Oğlu Padişah olunca Topkapı Sarayı’na getirilmiş ve bir daha Eski Saray’a dönmemiştir Valide Sultân ve hatta Nâibei Saltanat yani saltanatın vekili sıfatlarıyla devleti 8 yıl idare etti denilebilir IV Murad’ın gerçekten padişahlık yaptığı ikinci devrede de, Padişah İstanbul’da olmadığı zaman Nâibei Saltanat olarak işleri yürüttüğü gibi, Padişah tahtta olduğu vakitlerde de işlere karışmaya devam etti

2) Diğer oğlu I İbrahim sultân olunca, Valide Sultân sıfatıyla devleti idare etmeye devam etti Fakat Sultân İbrahim’e başta en çok sevdiği Hasekisi Telli Haseki Hümaşah ve musâhibesi Şekerpare olmak üzere, Saray’daki hanımlar daha etkili olmaya başlayınca, annesini dinlemedi, hatta Saray’dan uzaklaştırıldı ve Rodos’a sürülmek istendi Maalesef bu hadiseler sebebiyle oğlu olan I İbrahim’e karşı tavır aldı ve bazı tarihçilerin yorumlarına göre, onun tahttan indirilmesinde ve hatta 10 gün sonra idam edilmesinde birinci derecede rol oynadı Ancak I İbrahim’in hal’i ile alakalı âlimlerle yaptığı konuşma bu iddiaları reddeder mahiyettedir

3) Kösem Sultân’ın devlet işlerini Padişah gibi yürüttüğü asıl dönem, torunu IV Mehmed devridir 7 yaşında Padişah olan IV Mehmed, sadece şeklen padişah idi Asıl işleri yürüten ise Valide Sultân sıfatıyla Kösem Sultândı IV Mehmed’in asıl validesi olan Turhan Sultân başta olmak üzere, herkes bu durumdan şikâyetçiydi Sadrazamları bile tayin edip istifalarını kabul edecek kadar devlet işleriyle iç içeydi Naima’nın ifadesiyle, "elli yıl devlet ve saltanat sürüp bütün işlerde tasarruf sahibesi idi" Arkasındaki ağalarla birlikte devam ettirdiği idareye karşı halk ayaklandı Buna karşı, dışarıdaki ağalarla ittifak ederek, IV Mehmed’i aradan kaldırıp yerine kardeşi II Süleyman’ı tahta geçirme planlarına başladı Ancak plan duyuldu ve Kösem Sultân 3 Eylül 1651 gecesi Padişah ve Turhan Valide Sultân’ın adamları tarafından boğularak öldürüldü Artık Vâlidei Şehîde veya Vâlidei Maktule diye anılacaktı 11 yıldan fazla Naibe sıfatıyla bir cihan devletini idare etti

4) Bütün bu anlatılanlardan, Kösem Sultân’ın eski dinine geri döndüğü veya iyi bir Müslüman olmadığı gibi yanlış manalar çıkarılmamalıdır Bütün bu anlatılanlar, kadınların da saltanata karşı ne kadar alakalı olduklarının delilleridirler ve aynı zamanda Osmanlı Devleti’nde kadın dört duvar arasındaydı şeklindeki itirazlara karşı da müşahhas bir cevaptır Bunun yanında Kösem Sultân, iyi bir Müslüman idi Her sene hapishaneleri dolaşır ve borçtan tutuklu olanları kurtarırdı Fakirlere her zaman yardım ederdi Hayır eserleri arasında medreseleri, mektepleri, Dâr’ülHadisleri ve sebilleri bulunmaktadır Saltanatı müddetince biriktirdiği servet ise, tamamen hazineye devredilmiştir

IV Mehmed’in 7 yaşında halife unvanı ile padişahlığa getirilmesi İslâm Hukukuna göre caiz midir?

Caiz değildir Zira halifenin şartlarından biri de, baliğ ve mümeyyiz (âkil) olması yani tam ehliyetli olmasıdır Çocuğun, akıl hastasının veya kölenin halife olması caiz değildir İslâm hukukçuları bu ve benzeri şartları, halifenin kadı olabilecek sıfatlara sahip olması gerekir şeklinde özetlemişlerdir

Bu sert hükümlere göre, IV Mehmed’in buluğa erinceye kadar sultân kabul edilmesi mümkündür; ancak halife kabul edilmesi mümkün değildir Nitekim bu manayı IV Mehmed’in cülusundan evvel Valide Sultân ile ilim adamları arasında geçen şu konuşma da teyid etmektedir Valide Sultân’a, aklı sıkıntıda olan I İbrahim’in hal’ olunarak yerine 7 yaşındaki oğlu IV Mehmed’in geçirilmesi teklifi ile gelen âlimlerden eski Anadolu Kazaskeri olan Hanefi Efendi’ye, Valide Sultân sormuştur: "Ama şimdi yedi yaşında ma’sumun saltanatı nice mümkündür?" Buna Hanefi Efendi’nin verdiği cevap enteresandır:

"Mezhebimiz hukukçuları olan Hanefi âlimleri, aklı bozulan baliğ insanların saltanatı caiz değildir Aklı başında olan küçüğün caizdir buyurdukları kitaplarımızda yazılıdır Bu şekilde fetvalar verilüp maslahat tamam olmuştur Ma’sum küçük de olsa tahta çıkar; veziri işleri yürütür Ama aklı olmayan tahtta oturmaya devam ederse, ona bir şey öğretmek de mümkün olmaz; bu durum kana, cana ve ırza zarar verir; şer’i şerifin hükümleri külliyen iptal edilmiş olur"

Kısaca formalite icabı tahta geçen IV Mehmed’in yerine önceleri Kösem Sultân, sonra da Turhan Sultân, nâibei saltanat sıfatıyla işleri yürüttüğü gibi, Sofu Mehmed Paşa, Köprülü Mehmed Paşa ve benzeri sadrazamlar da icranın başı olarak devleti idare etmeye başlamışlardır

Sultân İbrahim devrinin tam zevk ü safa devri olduğu ve bunda da Telli Haseki başta olmak üzere Saray Kadınlarının rolü olduğu söylenmektedir Bunlar doğru mudur?

Maalesef kısmen de olsa doğrudur Bilindiği gibi, III Murad zamanında şehzadeler idam olunmuş ve Osmanlı tahtı, mecburen gerçekten sıkıntılı bir hayatı bulunan I İbrahim’e kalmıştır Zira kendisinden başka Osmanlı Hanedanına mensup erkek çocuk mevcut değildir Halk, asker ve özellikle de saray, I İbrahim’in erkek çocuğu olmasını şiddetle arzu etmektedirler Bu sebeple, Valide Sultân başta olmak üzere, çevresi, zaten hayatı sıkıntılı olan Sultân İbrahim’in, meşru dairede de olsa, çok sayıda câriye ile beraber olmasını teşvik etmişlerdir Şahsiyeti tam teşekkül etmeyen ve diğer Osmanlı Padişahları gibi eğitimi de mükemmel olmayan Sultân İbrahim, böyle bir hayatın neticesi olarak, kadınların dümen suyuna ister istemez girmiştir Başta Telli Haseki olmak üzere, Hasekileri ve Saray’daki musâhibeleri, ona istediklerini yaptırır hale gelmişler ve bu da devlet içinde karmaşaya, suiistimale, rüşvet alıp vermeye ve hatta bazan da zulme sebep olmuştur

Eyâletler ve sancaklar, Hasekilere paşmaklık olarak verilmeye başlanınca, altı yediye varan Hasekilerinin mal varlıkları senelik 100000 kuruşu aşmış ve bunu fırsat bilen hâinler de devletin hazinesini alt üst etmişlerdir Artık askerin maaşı verilemez hale gelmiş; devlet görevlerine gelmenin yolu olarak ehliyet yerine harem kadınlarının iltiması ortaya çıkmış; ehliyetsizlerin iş başına gelmesi vazifelerin açık arttırmayla satılmasına kadar varmış; görevliler sık sık değiştirildiğinden dolayı tayin edilen ile görevden alınan bazan görev yerlerine ulaşmadan bir başka durumla karşılaşır olmuşlardır Buna I İbrahim’in samur aşkı da katılınca, artık bu devre Samur Devri bile denmiştir Bütün bu israflar, lüksler ve bunu takip eden haksızlık ve suiistimaller, Osmanlı Hazinesini batırma noktasına getirince, vatandaşa yeni yeni vergiler konmaya başlanmıştır Bu da vatandaşı bezdirmiştir Devleti ayakta tutan hazine, asker ve vatandaş üçlüsü yara alınca, devlet de sallanmaya ve cephelerde mağlubiyete alışmaya mecbur kalmıştır

Buna acı bir misâl olmak üzere, Telli Haseki’yi nikahlayan I İbrahim’in mehir olarak Mısır Hazinesi vermesini, onun isteği üzerine dairesinin kürkler ve samurlarla döşenmesini zikr edebiliriz Nitekim bu hal, hem ulemanın ve ocak ağalarının isyanına ve hem de kendisinin şehid edilmesine sebep olmuştur Bunları bilmek, tarihten ibret almak için şarttır

Bu zevk ü safayı, kesinlikle bugünkü anlamda gayri meşru eğlenceler olarak anlamak doğru değildir Meşru dairedeki keyfin suiistimali söz konusudur Bu sebeple bazı batılı yazarların fırsatı ganimet bilerek anlattıkları gayri meşru eğlence tarzları doğru değildir

I İbrahim’e Deli İbrahim denmektedir Gerçekten deli midir?

I İbrahim’in buhranlı bir hayatı bulunduğu, kendisinin mütevazı, sadedil, hırs, gururdan uzak, elmas gibi yüreği olan ve hassas yapıda bir insan olduğunda tarihçiler müttefiktirler I Mustafa ile ilgili söylenen hafif akıllılık gibi tabirler dahi, bu sultân için kullanılmamıştır Her zaman hatalarını kabul eden bir şahıstır Ancak başta Telli Haseki Hasekisi ve bazı musâhibeleri olmak üzere, çevresindeki bazı insanlar, onun bu zayıf şahsiyetinden istifade etmişler ve tabir yerindeyse kanına girmişlerdir Padişah olmadan evvelki stresli hayatın da tesiriyle, onda samur merakının aşırılığı ve bu yüzden samur vergisini koyması, mücevherli kayıklar yaptırması ve doğruluğu şüpheli olmakla birlikte sakalının tellerine inciler dizdirmesi gibi garip davranışları bulunduğu söylenmektedir Kaynaklar onun kindar, mal düşkünü ve kıskanç olduğunu kabul etmektedirler

Burada iki durumu vuzuha kavuşturmak gerekmektedir:

Birincisi, mu’teber Osmanlı kaynaklarında onun için Deli lakabı kullanılmamaktadır Sadece son zamanlarda kaleme alınan bazı kaynaklar, ısrarla bu lakabını ön plana çıkarmaktadırlar Bu lakabı ilk kullanan ve çevreye yayan katlini arzuladığı Kara Çelebizâde Abdülaziz Efendi ile Anadolu’nun huzuru için idam ettirdiği Şi’î isyancılardan Kesikbaş Emirgûneoğlu’dur Halbuki onun devletin asker?, malî, adi? ve idarî ıslahatı için yaptıkları ve yapılanlara olan teşvikleri, isnad edilen bu sıfatın doğru olmadığına yeterli bir delildir

İkincisi, Bütün bunlara rağmen, I İbrahim’in tahta çıktığı zaman hasta olduğu kesindir Kaynaklar, onun zaman zaman hafakanlar içinde kaldığını ve yüreğinin sıkıldığını ifade etmektedirler Sadrazama yazdığı hattı hümâyûnları da bunu göstermektedir Devrinin şartları göz önüne alındığında, Sultân İbrahim’in muhakemesinde ve idrâk melekelerinde bir bozukluk olmadığını, uzmanlar belirtmektedirler Acılı geçmişi, iyi bir eğitim görmemiş olması, şahsiyetinin oturmayışı ve bunlarla birlikte sorumluluk duygusunun fazlalığı, onu bu hale sokan sebeplerdir Uzmanların tesbitine göre, onun rahatsızlığı, anksite bozukluğu denilen nevroz türünde bir hastalıktır Psikotik ve deli değildir Zaten hekimler de elemi asabî teşhisini koymuşlardır ki, bu da yaygın anksieteden başkası değildir Bu hastalık, aklı bozan cinnet türünde bir hastalık sayılmamaktadır O zaman Deli İbrahim isnadı yanlıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Füzenin kâşifi kabul edilen Lagarı veya Lagrî Hasan Çelebi’nin de idam edildiği veya Şeyhülislâm Yahya Efendi tarafından engellendiği söylenmektedir Bu da doğru mudur?

Lagari Hasan Çelebi, füzeciliğin atası sayılmaktadır Füze ile uçan ilk Türk’tür 1633 yılında IV Murad’ın kızı Kaya Sultân’ın doğduğu gece yapılan şenlikler sırasında füzeyle uçma hünerini gösterdi Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde anlattığına göre, Hasan Çelebi 50 okkalık barut macunuyla dolu 7 kollu, kendi îcadı olan bir fişeğe binerek yardımcılarının ateşlemesiyle uçmayı başarmıştır Füzenin barutu bitince de daha önce hazırlamış olduğu kanatları açmış, Sinan Paşa Sarayı önünde denize inmiştir Bu gösteri üzerine IV Murad tarafından mükâfatlandırılmış, sipahi sınıfına yazdırılmıştır Daha sonra Lagarî Hasan Çelebi Kırım’a gitmiş, orada Selâmet Giray Hanın yanında ölmüştür

Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde Roketle uçma olayını şu şekilde anlatmaktadır:

"Murad Hân’ın Kaya Sultân isimli kızı dünyaya geldiği gece akika kurbanı şenliği oldu Bu Lagarî Hasan elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişek îcad eyledi Sarayburnu’nda Hünkâr huzurunda fişenge bindi ve şakirtleri (yardımcıları) fitili ateşlediler Lagarî, "Padişahım seni Huda’ya ısmarladım İsa Nebi ile konuşmağa gidiyorum" diyerek semaya fırladı Yanında olan diğer fişekleri ateşleyip rûyu deryayı çırağan eyledi Fişengi kebirinin barutu kalmayınca zemine doğru inerken kartal kanatlarını açarak Sinan Paşa Köşkü önünde deryaya indi ve padişahın huzuruna geldi Zemini bûs ederek, "Padişahım, İsâ Nebî sana selam söyledi" diyerek şakaya başladı Bir kese akçe İhsan olunup 70 akçe ile sipahi yazıldı"

Bu konudaki en önemli kaynağımız olan Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde ne Hezarfen’in ve ne de Lagarî Hasan Çelebi’nin, bu ilmî buluşlarından dolayı idam edildiklerine dair bir kayda rastlanmamaktadır Hatta tam tersine, bunların taltif edildiklerine dair izahlar vardır O halde, şayet bunlardan biri idam edilmişse, başka bir sebepten dolayı olabilir Ancak o sebebi de kesin belirlemek zordur Ayrıca bir takım müfterilerin iddia ettiği gibi, ilim âşıkı Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin böyle bir hadise ile alakalı ilmin ve teknolojinin aleyhinde bir fetvası da mevcut değildir Bu tür iddialar, ecdada ve tarihimize yapılan iftiralardan ibarettir

Netice olarak şunu ifade edelim ki, "Kişi bilmediğinin düşmanıdır" kaidesince, doğru tarihimizi bilmeyenler, tarihimize ve medeniyetimize düşman kesilmektedirler

Önemle ifade edelim ki, VVeekly Word News Dergisinin neşrettiğine göre, Norveçli âlim Roffavik, ilk uzay roketinin Türkler tarafından icad olunduğunu batıya kabul ettiren bir araştırma yapmıştır

IV Murad’ın kendi döneminde uçma denemeleri yapan Hezarfen Ahmed Çelebi’yi idam ettirdiği söylenmektedir Acaba doğru mudur?

İdam iddiası doğru değildir; ancak sürgün edildiği doğrudur Şöyle ki, IV Murad’ın hükümdarlık yaptığı yıllarda Hezarfen Ahmed Çelebi adında bir Türk bilgini uçma teşebbüslerine girişti İlk önce Ok Meydanından kısa mesafeli dokuz deneme yaptı Hepsinde de başarılı oldu Milâdî takvim 1636 yılını gösteriyordu Hezarfen Ahmed Çelebi büyük uçuşunu yapmaya hazırlanmaya başladı Galata Kulesi’nin üstüne çıktı Kendini rüzgara bırakıp Üsküdar’a uçacaktı

O gün İstanbul halkı deniz kıyısını doldurmuştu Kısa bir zamanda mahşerî bir kalabalık toplandı IV Murad, sadrazam ve vezirleriyle birlikte Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkünden olup bitenleri seyrediyordu Herkesi alabildiğine bir heyecan kaplamış, bütün gözler Galata Kulesinin tepesine dikilmiş, kendini boşluğa atacak kahramanı bekliyorlardı

Nihayet beklenen an geldi Hezarfen Ahmed Çelebi, "Bismillah" deyip kendini boşluğa bıraktı Vücuduna taktığı kanatlarıyla Boğaza doğru süzüldü Herkes hayretteydi Hezarfen Ahmed Çelebi Lodos rüzgarının da yardımıyla bir kuş gibi uçup İstanbul Boğazını geçmiş, Üsküdar’daki Doğancılar’a inmişti Onun bu başarısından hoşlanan Sultân IV Murad, kendisine bir kese altın verdi Maalesef bu ihsanına rağmen "Böyle kimselerin bekası caiz değil" diye Cezâir’e sürgün ettiği ve orada vefat ettiği Evliya Çelebi’nin kayıtları arasındadır İdam edildiği ve deryaya atıldığı iddiası asla doğru değildir

Hezarfen Ahmed Çelebi uçma tasarısını ilk gerçekleştiren bir bilgin olarak havacılık tarihinde yerini alırken, planörcülüğün de öncülüğünü yapmış oluyordu Çünkü, o uçuşunda bir planörcü gibi rüzgarın esişini dikkate almış, ona göre uçmasını gerçekleştirmişti Onun bu başarısını gören halk ona "bin fenli" mânâsında "Hezarfen" lâkabını taktı Hezarfen Ahmed Çelebi bu uçma denemelerinde Türkistan’ın Fârâb şehrinde olan İsmail Cevheri’yi örnek almıştı

Murad’ın sefîh ve içkici olduğuna dair iddialar hakkında ne dersiniz?

Konuyu iki açıdan incelemek yerinde olacaktır:

Birincisi, IV Murad’ın sefîh olduğu iddiasıdır Bilindiği gibi, sefâhet, şer’an yasak olan şeylere, zevk ve eğlenceye dalma manasına gelmektedir Bugün ifade ettiği manayla, özellikle gayri meşru kadınlarla düşüp kalkmaya ve içkili alemlere katılmaya denir Bu zikredilen manada IV Murad’ın sefâhet içinde olduğunu söylemek tamamen yanlıştır ve hiç bir temel tarih kitabında, böyle bir şey kayd edilmemiştir Maalesef Cumhuriyet döneminde yazılan tarih kitaplarının, "şakaya, nükteye, eğlenceye ve maalesef sefâhete düşkündü" demeleri, "MelâMb ve melâhîye" yani oyun ve eğlencelere düşkün olduğunu ifade eden Osmanlı tarihçilerinin bu beyânları, hep gayri meşru oyun, eğlence ve sefâhet olarak anlatılmıştır ki, tamamen yanlıştır

IV Murad’ın ve bütün Osmanlı Padişahlarının gayrı meşru kadınlarla beraber olmalarına ihtiyaç yoktur Zira teserrî dediğimiz cariyelerle, meşru dairede hayat yaşamaları her zaman mümkündür Nitekim IV Murad’ın Ayşe Sultân isimli bir hanımı ve karıkoca hayatı yaşadığı yedi sekiz de cariyesi olduğu nakledilmektedir 11 oğlu ve 4 kızı olduğu nakledilmektedir Bunlardan Kaya Sultân, Safiye Sultân ve Rukıyye Sultân dışındakiler, küçük yaşta vefat etmişlerdir Meşru dairede istediği ve başkasıyla evli olmayan her câriye ile beraber olması mümkün olan bir insanın, gayri meşru yollarla bir kadınla beraber olması mümkün değildir

İkincisi, IV Murad’ın içkici ve sarhoş olduğuna dair iddialardır Sefih olması hususundaki yanlış izahlar, onun içkici birisi olduğu konusundaki izahlar gibidir Osmanlı Padişahlarından I Bâyezid ve IV Murad, Osmanlı tarihçileri tarafından içki kullandıklarına dair nakiller bulunan iki Padişahtırlar Ancak bunların açıktan içki kullandıklarına dair olan rivayetler de kesin doğru değildir Bu konuda en doğru ifade Naima’nın şu tesbitleridir:

"Çocukluğunda örnek bir hâkân hayatı yaşayan IV Murad, gençliğinin ilk yıllarından itibaren hevâ ve heveslerini tahrik eden kötü arkadaşlarının teşvikiyle (Silahdar ve Emir Güne oğlu gibi), rütbesine lâyık olmayan bazı işlere teşebbüs eyledi Sohbetlerinde, hep ehli kemal bulunsaydı, selefleri olan Padişahları unuttururdu ve bu zamana kadar onun gibi bir Padişah görülmezdi"

Gizlice ve buhran dönemlerinde içki kullansa bile, açıktan içki içtiği ve bir sarhoş olduğu söylenemez vBile’ diyoruz: çünkü IV Murad’ın içki içtiğini kesin bir şekilde bilmiyoruz Zira;

"(Bir seferden) İstanbul’a dâhil olduklarında, hamre yasağ olub cümle meyhaneleri yıkdırub bu bâbda mübalağa olundu Ve bizzat kendüleri gece ve gündüzlerde gezüb buldukları sarhoşu kati ederlerdi Hatta birini bizzat ok ile vurub deryaya düşdükde helak oldu deyü geçdiler Ba’dehû ol biçare çıkub halâs buldı"

Böylesine içki düşmanı olan bir Padişahın, içkici ve sarhoş biri olduğunu söylemek çok zordur Fakat yine de gençliğinde böyle bir günaha girdiğini de ihtimal dahilinde görüyoruz Gizlice içse dahi, bundan pişmanlık duyduğunu anlıyoruz

Bir kısım yazarların IV Murad ile alakalı bazı kelimeleri ve tesbitleri yanlış yorumladıkları da bir gerçektir Bunlara bir örnek verip konuyu kapatalım:

"Murad IV, 1 Şevvalde bayram tebriklerini kabulden ve Sinan Paşa köşkünde İç ağalarının türlü hünerlerini seyredip, biraz at koşturduktan sonra Atmeydanı’nda Silâhtar Mustafa Paşa’ya tahsis edilen saraya giderek, istirahat etti ve akşam yemekte yakınlarının (Silâhtar ve Emirgûneoğlu) teklifi ile, tövbeyi bozarak fazlaca içki içti; bu sefahat gecesinin ertesi günü hastalandı; bütün tedavilere ve kan alınmasına rağmen, gündengüne fenalaştı"

Değerli tarihçi hocamız Cavit Baysun’un bu bilgileri Naima’dan aktardığı çok açık Onun için aktarma yaptığı yeri, biz de sadeleştirerek nakledeceğiz ve meselenin nasıl saptırıldığını daha rahat anlayacağız:

"Ramazan Bayramında erkân ve a’yân el öpüp gittiler Kendileri mu’tâd üzere deryada Sinan Paşa Köşküne inip (okçuluk ve atıcılıkta) hünerli olan şahısların çeşitli (harp) oyunlarını ve eğlencelerini seyrettiler Ol sâhibkırân gül gibi açılıp handan oldular ve bir mikdar at koşturdular Daha sonra At Meydanı’na nazır Silahdar Paşa Sarayına varub meydana ve etrâfı âleme nazır Köşk’de oturup hava aldılar Büyük ziyafet tertip olundu Bu sırada Silahdar Paşa ve bazı özel sohbet arkadaşları, şevkini ve neşesini arttırmak ve gönlünü açmak kasdıyla, gül renkli kâseye bakmalarını rica ve niyaz ettiler Nefsin kuvvelerini ferahlandırmak ve arzulan harekete getirmek iddiasıyla hafifmeşrep arkadaş sohbetlerine onu teşvik ettiler O gün orada Padişahlara yakışır şekilde zevk ve sohbet edüp Saray’a geldiler Ertesi günü durumları değişti ve şiddetli hastalıktan vücutları etkilenip zayıfladı"

Şimdi ikisini mukayese edelim ve kendi kendimize soralım: Acaba tövbeyi bozup fazlaca içki içtiğini hangi ifadeden çıkarabilirsiniz? Sefâhet gecesi manasını hangi kelimelerden anlayabilirsiniz? Hele hele Ramazan Bayramında bir Osmanlı Padişahının içki alemi yapıp eğlendiğini, bu satırlardan sonra nasıl iddia edebilirsiniz? O halde gizliden gizliye içki içtiğini ve ancak bu halinden pişmanlık duyarak tevbeyi arzuladığını ifade etmek ile, içki meclisleri düzenleyip sefâhet alemlerinde yaşadığını söylemek arasında fark olsa gerektir

Osmanlı Padişahları neden hacca gitmemişlerdir? Genç Osman’ın öldürülmesinde hacca gitmek istemesinin rolü var mıdır?

Bu soru çokça sorulmaktadır Ancak bu sorunun cevaplandırılacağı en güzel yer, II Osman meselesidir Zira II Osman’ın katli olayında bu sorunun cevabı da verilmiştir Evvela haccın farz olmasının şartlarını özetleyelim: Müslüman olmak; akıllı olmak; ergen olmak; hac yolu için hem gıda ve hem de yol masraflarını karşılayabilecek kadar zengin olmak; haccın farz olduğunu bilmek; yol emniyeti bulunmak

Bu kısa izahlardan sonra, Osmanlı Padişahlarının neden hacca gitmediklerinin cevabını arayalım:

1) İslâm Hukukuna göre, cihâd, Müslümanlar için farzı kifâyedir Bu sebeple fert olarak bir Müslüman, açık bir düşman tehlikesi bulunmadığı müddetçe, farzı ayn olan haccı farzı kifâye olan cihâda tercih edebilecektir Cihâd, fert olarak Müslümanların hac ibadetine engel olmayacaktır Bunun tek istisnası, düşmanın bertaraf edilebilmesi için hacca gidecek Müslümanlara da ihtiyaç olmasıdır İşte bu noktada halife ve sultânların hükmü, Müslüman fertlerden farklıdır ve onlar için cihâd yani düşmanların hücumunu bertaraf ederek Müslümanların emniyetini sağlamak ve bunun için gerekirse savaşmak, farzı ayndır Hz Peygamber’e hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, sırasıyla, Allah’a ve Peygamberine iman, Allah yolunda cihad ve haccı mebrûr cevabını vermiştir Sebebi bellidir; Müslümanların canını, malını ve namusunu korumak hukukullah da denilen kamu haklarındandır; yani cemiyete ait bir ibadettir Bazan kamu haklarından olan bir mesele, şahsî farzlardan daha ehemmiyetli hale gelmektedir İşte burada da durum budur

Osmanlı Padişahlarının II Selim’e kadar gelenlerinin tamamı, ömürlerinin yarısını Allah yolunda cihâd için seferlerde geçirmişlerdir Üzerlerine farzı ayn olan ve hukukullah mahiyetinde bulunan cihâdı ve nizâmı âlemin devamını, şahsî farz olan hacca tercih etmeleri için, Şeyhülislâmlar fetva vermişlerdir II Bâyezid Amasya’da vali iken hacca gitmeye niyetlenirken, sadrazam ve diğer devlet erkânının imzası ile gönderilen mektupta, hemen gelip tahta geçmesi gerektiğini, hacca gitmeyi halka ve devleti idare etme işi olmayanlara bırakması icab ettiğini tavsiye etmişler; aksi takdirde düşmanın cesaretlenerek Müslümanlara saldırmasına sebep olacağını ikaz eylemişlerdir

Aynı şekilde ısrarla hacca gitmek isteyen ve bu niyetinin bedelini canıyla ödeyen II Osman’a, Kayınpederi ve Şeyhülislâm olan Es’ad Efendi aynen şu fetvayı vermiş ve fıkıhtaki bu hükmü özetlemiştir: "Padişahlara hac lâzım değildir; oturup adi eylemek evlâdır Caiz ki, bir fitne zuhur eyleye" Verilen bu fetvayı tasdik eden asrının kutbu Aziz Mahmûd HUdâyî Hazretleri de, II Osman’ı fetvaya uyması için ciddi ikaz eylemiştir Hatta bu meseleden dolayı Padişah’ın askeri tahrik ettiniz tarzında tahkirine hedef olan ve sonradan Şeyhülislâmlık makamına gelen Yahya Efendi’nin ifadeleri de tamamen fıkhın ölçülerine uygundur:

"Padişahım! Hâşâ ki, ulema duacılarınız eşkıyayı tahrik ede Ancak içten gelerek bu niyetinizi istemezdik Sebebi budur ki, ecdadınız etmemişler, bu tarike gitmemişler, günahımız varsa ol kadarcadır"

Nitekim halk ve asker arasında yayılan dedikoduyu özetleyen şu cümleler de meseleyi açıklamaktadır:

"Nizâmı âlem içün padişahlar haccı terk edegelmiştir Düşmanın ortaya çıkması ve düşmanların memleketi karıştırma ihtimali var iken, Memâliki Mahrûse’yi koyup gitmek hatadır"

2) Bazı İslâm hukukçuları, bedeni sıhhatli olma şartını açarak, sıhhatli olsa bile tutuklu olma veya kendisini hacdan alıkoyan zâlim idareciden korkmanın da haccın edasını engelleyeceğini ifade ederken, sultân ve o manadaki devlet yetkililerinin de mahbus yani tutuklu gibi kabul edileceğini; sadece beytülmal dışında kendine ait malından haccın farz olacağını ve bu özür devam ettiği müddetçe ölünceye kadar hacca gidemeyebileceğini hükme bağlamışlardır Günümüzdeki gibi ulaşım imkânlarının gelişmediği ve bir hac görevinin en az üç ay süreceği bir asırda, Osmanlı Padişahlarının hacca gitmeleri gerektiğini düşünmek, İslâm Hukukunu bilmemek olur Kaldı ki, ömürlerinin yarısını cephede geçiren Padişahların, neden Mısır’a kadar cihâda gidip de hacca varmadıkları da ileri sürülemez; zira ordunun başında mücahid bir komutan olarak sefere giden padişahla, kendi şahsî ibadeti için üç ay memleketini yalnız bırakan padişah bir tutulamaz Bunun en müşahhas misâli II Osman’a karşı askerin ve hatta halkın duyduğu tepkidir İslâm âlimleri, haccın şartlarından olan yol emniyetini ihlal eden Karamita grubunun isyanı sebebiyle, 326/937 tarihinden itibaren 20 yıl kadar haccın farz olmadığını, çünkü yollarda anarşi yaşanabileceğini ifade etmişlerdir

Özetle Osmanlı Padişahlarına dinen bizzat hacca gitmeleri farz olmamıştır Ancak kendi yerlerine bedel olarak başkalarını mutlaka göndermişlerdir Ayrıca Sultân Abdülaziz’in gizlice tebdili kıyafet ederek hacca gittiği söylenmektedir Ancak elimizde bunu doğrulayacak bir vesika bulunmamaktadır

Hâile-i Osmaniye adı verilen Genç Osman olayını kısaca özetler misiniz?

Hâile-i Osmaniye, yeniçerilerin kazan kaldırarak II Osman’ın canına kıydıkları acı musibet demektir Bilindiği gibi, II Osman, I Ahmed’in oğlu olup Hatice Mahfirûze Sultân’dan Kasım 1604 yılında dünyaya gelmişti 14 yaşında yani Şubat 1618’de tahta geçen ve Genç Osman diye de bilinen II Osman, Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca bilecek kadar âlim ve Fâris yahut Fârisî mahlaslarıyla şiir yazacak kadar da edibdi Üzerinde müessir olan üç şahsiyetten birisi Hocası Ömer Efendi ve diğeri de Kızlar Ağası Mustafa Ağa ile Süleyman Ağa idi

Sadrazam Halil Paşa’yı yerinde bırakan Padişah, Kaimmakam Sofi Mehmed Paşa’nın yerine Kara Mehmed Paşa’yı getirdi İlk işi 1612 Nasuh Paşa anlaşması ile sona ermiş gibi görünen ve ancak devam eden İran’la olan ihtilafı sona erdirmek oldu ve Eylül 1618’de anlaşma imzalandı

Sıra 1617 yılından beri devam eden Lehistan problemine gelmişti Veziri azam İstanköylü Ali Paşa harp açılmasına taraftardı, diğer erkânı devlet ise istemiyorlardı Seferden önce Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzâde Kemâlüddin Efendi’den fetva alarak kardeşi Şehzade Mehmed’i kati ettirdi ve ahım aldı Eylül 1620 tarihinde başlayan Lehistan seferi, Ekim 1621 tarihinde barış antlaşması ile sona erdi Budin Beylerbeyi Karakaş Mehmed Paşa şehid olmuş ve ordu moralsiz kaldığından istenen zafer elde edilememişti II Osman askerlere ve asker de kara hadımların sözlerine inandığı için II Osman’a kırılmışlardı

II Osman bazı ıslâhatları yapmak niyetindeydi ve bu ıslahata tamamen bozulmaya başlayan kapı kulu ocaklarından başlamak niyetindeydi Hatta Halep, Şam ve Mısır beylerbeylerine emirler göndererek Padişah’a sadık yeni bir ordu teşkili için gizliden gizliye hazırlıklara başlamıştı

Kızlar ağası Süleyman Ağa ile Hocası Ömer Efendi padişahı hacca gitmesi için ikna etmeye başladılar Hacca gitmesine, askerler, Kayınpederi ve Şeyhülislâm Es’ad Efendi ile Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri şiddetle karşı çıkıyordu Devreye kapıkulu askerleri girdi ve Padişah’ı hacca göndermek isteyen Ömer Efendi, Süleyman Ağa ve Veziriazam Dilâver Paşa’nın başını isteyerek başta Rumeli Kazaskeri Yahya Efendi olmak üzere ulemayı araya soktular Fayda vermedi ve sonunda askerler isyan ederek Bâbı Hümâyun’dan içeri girdiler Sultân Mustafa’ya zorla bî’at gerçekleştikten sonra, II Osman Orta Camiye getirildi Burada yeni Sadrazam olan Kara Davud Paşa’nın talimatıyla kemend ile boğulmak istendi Muvaffak olunamayınca, Yedikule’ye götürüldü ve maalesef Davud Paşa’nın nezâretinde orada şehid edildi (Mayıs 1622) Ne yazık ki, bu fitnenin başında Sultân Mustafa’nın Valide Sultân’ı bulunmaktaydı

II Osman’ın öldürülmesi, Osmanlı tarihinin en acı olaylarından biridir ve maalesef Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa olayı gibi tarihin akışını değiştirmiştir II Osman, bir zamanlar Osmanlı Devieti’nin yükselmesine sebep olan yeniçeri teşkilâtının artık çürüdüğünün farkına varmıştı ve bu gerileme sebebini ortadan kaldıramadan vefat etti

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Sultân I Mustafa’nın zamanını kısaca özetler misiniz? Tamamen akıl hastası olduğu doğru mudur?

Sultân Mustafa, iki defa Osmanlı tahtına oturmuştur:

Birincisi: Kasım 1617Şubat 1618 tarihleri arasındaki 3 aylık saltanattır I Ahmed vefat ettiği zaman, koyduğu ekberiyyet ve erşediyyet kaidesine göre, kendi şehzadeleri henüz küçük idiler Bunun üzerine II Osman’ın şahsiyetinden çekinen ve Kösem Sultân diye de bilinen Mâhpeyker Haseki’nin de etkisiyle, kardeşi Sultân Mustafa tahta oturtuldu Kendisi saltanattan uzak kalmak istiyordu ve Osmanlı kaynaklarının ifadesine göre, aklında hafiflik, re’yinde ve işlerinde isabetsizlik bulunması hasebiyle, devlet ve ilim adamları iç huzuruyla bi’atı yapamadılar I Ahmed devrinde devleti tek başına yürüten Dârüssa’âde Ağası Mustafa Ağa, Şeyhülislâm Es’ad Efendi, Kâimmakam Sofi Mehmed Paşa ve diğer yetkilileri ikna ederek hal’i için fetva aldılar ve I Ahmed’in oğlu II Osman’ı tahta çıkardılar

İkincisi; Mayıs 1622Eylül 1623 yani 15 yıllık saltanattır II Osman’ın büyük bir zulümle Mayıs 1622’de yani 4 yıl sonra tahttan indirilmesinden sonra, Veziriazam Davud Paşa kullanılarak Sultân Mustafa yeniden tahta çıkarılmıştır Ancak II Osman’ın ölümüne sebep olan yeniçerilerden ve Davud Paşa’dan halk rahatsızdır Bu arada Saray’da bulunan şehzadelerin de öldürüleceği haberi alınınca, halk ayaklanmaya başlamış ve Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin tavsiyesiyle Kara Davud Paşa azledilerek yerine Mere Hüseyin Paşa getirilmiştir Karışıklık devam edince sırasıyla Lefkeli Mustafa Paşa ve Gürcü Mehmed Paşa sadrazamlığa tayin olundu İç karışıklıktan istifade etmek isteyen iç ve dış mihraklar Osmanlı Devleti’ni sarsıyordu Trablusşam Beylerbeyi Yusuf Paşa ve Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa, yeniçerilere kin kusarak isyan etmişler ve çok sayıda yeniçeriyi de katletmişlerdi İstanbul’a gelmek üzere hazırlık yapıyordu Sipahiler, II Osman’ın katillerinin bulunması için baş kaldırdılar ve bunun üzerine Kasım 1622’de toplanan divan Davud Paşa’nın idamına karar verdi Ağustos 1623 yılında Sadrazamlığa getirilen Kemankeş Ali Paşa, basiretiyle devlet adamlarını topladı ve Sultân Mustafa’nın saltanat koltuğunda kalmaması gerektiğine karar verildi Tahttan sevinçle Eylül 1623 tarihinde ayrılan Sultân Mustafa, Ocak 1639 tarihinde vefat etti

Sultân Mustafa’nın dünyevî saltanatı istemeyen bir hali olduğu kesindi Aklının hafif, tedbirinin zayıf ve saltanat koltuğunda dahi çocukça hareketlerde bulunan biri olduğu da doğruydu Osmanlı kaynakları açıkça akıl hastası demek olan mecnun tabirini kullanmamaktadırlar Konuyu Solakzâde’nin ifadeleriyle noktalamakta yarar görüyoruz: "26 yaşında idiler Yalnız bir mikdar aklı hafif olup buna hapiste uzun süre kalması sebep olmuştur; giderek aklı başına gelir deyü doktorların tedaviye devam etmeleri kaydıyla Şeyhülislâm Es’ad Efendi kavliyle amel olunmuştur"

III Mehmed’in oğlu olan Sultân Mustafa’nın tesbit edilen kadını ve çocukları mevcut değildir İkballeri vardır Kadın efendileri bilinmemektedir

Kuyucu Murâd Paşa kimdir? Neden Osmanlı tarihinde zulmün kötü misâli olarak gösterilmektedir?

Peçevî, bu büyük devlet adamını, "Bu ol veziri azamdır ki, Memâliki Âli Osman’ı eşkıyadan temizlemişdir ve 500 yıl önce Şeyhi Ekber Hazretleri (Muhyiddini Arabî) Kuyucu Koca diye ona işaret ile kitabına yazmıştır" şeklinde kısaca anlatmakta ve daha fazla izahın gerekli olmadığını ilave etmektedir

Aslen Hırvat olan bu devlet adamı, sırasıyla kethüda, sancak beği ve ardından Diyarbekir, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyiliği ve nihayet 1015/1606 yılında veziri azam olmuştur Anadolu’daki eşkıyayı katletmiş ve katlettiği eşkıyayı kuyuya attırdığı için de Kuyucu lakabını almıştır 90 yaşına kadar istikametli bir hayat yaşamış ve Padişah’ın Baba iltifatına mazhar olmuşlardır

O halde neden bu devlet adamının aleyhinde fazlaca konuşulmaktadır?

Bilindiği gibi, III Murad devrinde Anadolu’da başlayan Celâlî isyanları, III Mehmed devrinde artarak devam etmiş ve özellikle mezhep mücadelesini esas alan Kalenderoğlu’nun isyanı ile, Anadolu yakılıp kavrulmaya başlamıştır İşte Anadolu’nun isyanlarla kıvrandığı ve bu sebeple de Osmanlı Devleti’nin tarihinde bir ilke imza atarak 1606 yılında Zitvatorok Andlaşmasını imzalamaya mecbur kalması üzerine, Kuyucu Murad Paşa, Osmanlı padişahının fermanıyla aşağıdaki başarılara imza atmıştır

1) Murad Paşa’nın ilk üzerine yürüdüğü Celâlî, Konya’daki Saraçoğlu Ahmed’dir ve çevresine 30000 kişi toplayacağını söyleyen bu eşkıya hemen idam edilmiştir Bunu Silifke ve Adana’yı işgal eden Cemşid ve Mush Çavuş eşkıyalarını temizlemek takip etmiştir

2) İkinci önemli işi, bir türlü durdurulamayan Canbolad Oğlu ve de Lübnan ile Suriye taraflarında baş kaldıran Dürzi eşkıyalardır Canbolad Oğlu ile 1607 yılında İskenderun yakınlarında yaptığı muharebeyi kazanan Murad Paşa, Canbolad Oğlu’nun İstanbul’a teslim olmaya ve Dürzi liderlerini de kaçmaya mecbur etmiştir

3) Asıl problem olan Kalenderoğlu Pîrî veya Mehmed’e gelince, aslında eski bir çavuş, kethüda ve hatta mütesellim olarak görev yapan bu şahıs, 1604’de isyan etmiş ve Anadolu Beylerbeyini mağlup ederek Manisa ve çevresini hâkimiyeti altına almıştı Üzerine yürüyen Murad Paşa’dan çekinen Kalenderoğlu önce Ankara sancak beyliğini kabul etmiş, ancak halk kabul etmeyince yeniden isyan ederek ve de Canboladoğlu kuvvetlerinden kaçanları da çevresine toplayarak 30000 kişilik bir kuvvetle Bursa ve çevresini yakıp yıkmıştır (1607) Bu olay İstanbul’da duyulunca büyük heyecan uyandırmıştır İstanbul’a gelmesinden korkulan Kalenderoğlu’nun üzerine gönderilen Osmanlı kuvvetleri bozguna uğramış ve komutanları öldürülmüştür Bu bozgun Ege’deki bir çok şehrin de yakılıp yıkılmasına sebep olmuştur Kovalamacalar sonunda Murad Paşa, 1608 yılında Göksün taraflarında Kalenderoğlu ile karşı karşıya gelmiş ve kuvvetlerini dağıtınca Kalenderoğlu destek aldığı İran’a sığınmıştır Nitekim ona destek veren Tavil’in kardeşi Meymun ve benzeri eşkıyalar da neticede İran Şah’ına iltica etmişlerdir

4) Murad Paşa’nın görevi bununla da bitmemektedir Bayburt’ta Murad Haniler ve Beyşehir’de ise Emîr Şâhî denilen eşkıyayı tamamen ortadan kaldırmıştır Kısaca bir asra yakın Osmanlı Devleti’ni alt üst eden Celâlî isyanlarını Murad Paşa sona erdirmiştir Tarihlerin kaydettiğine göre, Kuyucu Murad Paşa’nın üç sene süren bu eşkıya temizleme hareketi sırasında, 50000 küsur eşkıya öldürülmüştür Elbette ki bunlar arasında masum olanlar da vardır ve bulunabilir Ancak aleyhteki ithamlar tamamen, mezhep taassubundan kaynaklanan ve tek taraflı olan abartmalardır"

Celâlî isyanları hakkında özetle bilgi verebilir misiniz? Sizce bunların sebepleri nelerdir?

Celâlî, Celâl’e mensup demektir Yavuz Sultân Selim zamanında Bozok’da 1519 yılında isyan eden Kızılbaş Şeyh Celâlin isyanı üzerine, daha sonra meydana gelen isyanlara hep Celâlî isyanları ve âsilere de Celâlîler denmiştir O halde, celâliği, geniş anlamda, devlete isyan yani bağy veya hurûc alessultân diye de isimlendirebiliriz

Celâlî isyanlarını iki ayrı safhada incelemek mümkündür:

Birinci safhada, Safevi Devleti’nin himayesinde, bir mezhep mücadelesi tarzında başlayan ve daha ziyade İran’ın tahrikleri sonucu Osmanlı Devleti’ne fırsat buldukça isyan eden Şi’î Türkmenlerin hareketleridir Bunlara Alevî veya Kızılbaş isyanları da denmektedir Bu manada en önemli isyan II Bâyezid devrinde Antalya taraflarında başlayan Şahkulu isyanı idi Çaldıran Zaferi bu tip isyanları ortadan kaldırmaya yetmedi ve 1519’da Yavuz tarafından bastırılan Şeyh Celâl isyanı ile, artık memnun olmayan kitlelerin hareketine adını veren olay meydana gelmiş oldu Kanuni’nin zamanında da Şehzade Mustafa’nın idamıyla fırsat bulan Celâlîler, Düzmece Mustafa diye birinin etrafında toplanarak devlete isyan ettiler Şehzade Bâyezid’in durumu ise, İran Şahının da tahrikiyle tam bir isyana dönüştü Alevîlik davasıyla isyan eden Celâliler arasında Sülün, Baba Zünnun, Domuzoğlan, Karaisalı Cemâatinden Veli Halife ve nihayet Hacı Bektaşı Veli’nin neslinden olduğunu iddia eden Âsi Kalender bulunmaktadır

İkinci safha ise, Osmanlı Devleti’nin hukukî, sosyal ve iktisadî hayatının bozulması ve bunun neticesinde devlet teşkilâtında kayırmaların, baskıların, zulümlerin ve rüşvetin artması üzerine, bu sebeplerden biriyle devlete kırgın olanlarla daha evvel Celâlî isyanlarının temelini teşkil eden mezhep mücadelesinin birleşmesi safhasıdır Bu ikisi başlayınca, Osmanlı devleti kontrolü çok ciddi manada kaybetmiştir Bu kontrolün kaybı, hem hukukî alanda ve hem de malî alanda yanlışlıkların ve zulümlerin yaşanmasına sebep olmuştur Biraz evvel gördüğümüz gibi, artık düzenli bir hukuk sisteminin devamı olmak üzere yeni çıkarılan kanunlar ve bunlara göre verilen tezkireler değil, meydana gelen haksızlıkları önlemek ve kanunların tatbik edilmeziiklerini ortadan kaldırmak için çıkarılan adâletnâmeler gündemdedir

İşte bu noktada devletin idaresinden hoşlanmayan gruplar, bu öfkelerini ortaya koymak üzere bir çıkış yolu aramışlar ve devlete baş kaldıran her reisin maalesef arkasında yer almaya başlamışlardır Bunlara Safevi devletinin tahriklerini ve de seferlerde alınan kötü neticeleri de ekleyince, Osmanlı Devleti’nin en az 200 yılına damgasını vuran Celâlî isyanları ortaya çıkmıştır Bu sebeplerden bazılarını şöylece özetlemek mümkündür:

1) Osmanlı Devleti’ni yücelten hukuk ve adalet sistemindeki bozulma bu isyanların birinci sebebidir Zira devlet görevlileri, adaleti arka plana itince ve re’âyâya ağır vergiler salmaya başlayınca, vatandaş devletinden her geçen gün soğumuştur Bir taraftan idarecilerin zulmüne ve diğer taraftan Celâlilerin baskısına dayanamayan halk, celâyı vatan ederek yani evini yurdunu terk ederek çoğunlukla bir başka Celâli grubuna karışıyordu

2) Osmanlı iktisadî hayatındaki bozulma önemli bir isyan sebebiydi Bir tarafdan refah ve lüks ve diğer tarafdan da buna ulaşmak için başvurulan rüşvet yolu, bunların yanında vatandaşın vergi ve fakirlik kıskaçları arasında kalması, insanları isyana teşvik ediyordu III Murad devri Osmanlı Devleti’nde enflasyonun yaşandığı ilk dönemdir Bu yüzden yeniçeri isyanları da başlamıştır

3) Osmanlı Devleti’nin savaşlarda zafer yerine mağlubiyetler alması da isyanların önemli sebepleri arasındadır Mesela uzun süren Osmanlı Avusturya savaşları, halkı bıktırmış ve psikolojik açıdan insanları devletten soğutmuştur Bu arada bir ateşli silah olarak tüfeğin Anadolu’da bol miktarda bulunması da, tarihçiler tarafından, savaşlar kadar isyanlara sebep olarak gösterilmektedir

4) İlmiye sınıfının bozulması ve devlet işlerinde ehliyet yerine yakınlara ve dostlara görev verilmesi, devlete isyan edenlerin maalesef kalitesini yükseltmiştir Yani Celâlîler, eskisine nazaran daha güçlü reisler çevresinde toplanmaya başlamışlardır Devlet hayatında yanlış uygulamalardan rahatsız olan bazı vasıflı devlet adamları da, maalesef patlamaya hazır bomba gibi duran isyancı grupların başlarına geçebiliyorlardı Karayazıcı, Deli Hasan, Tavil Ahmed ve Canboladoğlu isyanları bunlara misâl olarak verilebilir

Sokullu Mehmed Paşa kimdir? Devşirme olduğu ve Türk düşmanlığı yaptığı doğru mudur?

Bosna’nın Vişegard Kazasına bağlı Rudo Nahiyesinin Sokkuloviçi köyünden bir devşirmedir Sırp olması kuvvetle muhtemeldir Sokullu Beğ neslinden yani Şahin Oğullarından gelmektedir 1512 yılında dünyaya gelen Sokullu, Yeşilce Bey tarafından devşirilerek Edirne Sarayı’na getirilmiştir Oradan İstanbul’a nakledilmiş ve Küçük Oda hizmetiyle Enderun’a alınmıştır Sırasıyla Hazine Odası ve Hasoda’ya alınan ve de rikâbdârlık, çuhadarlık ve silâhdarlık gibi Saray içi görevlere getirilen Sokullu Mehmed, daha sonra dışarı çıkarak Çaşnigirbaşılık, Kapıcılar Kethüdalığı, 1550’de Rumeli Beylerbeyliği; İran seferindeki başarısı sebebiyle vezirlik makamına yükselmiştir 1561 yılında

II Selim’in kızı İsmihan Sultân ile evlenen Sokullu, 1564 yılında II Vezir ve Semiz Ali Paşa’nın vefatından sonra da veziri azam olmuştur İki sene Kanuni devrinde, sekiz yıl II Selim zamanında ve 6 yıl da III Murad zamanında bu görevi sürdürmüştür

Kanuni Sultân Süleyman’ın vefatı sırasında 40 gün kadar ölüm haberini gizleyerek tam bir basiret örneği haline gelen Sokullu, II Selim zamanında manen Padişah makamındadır Sultân Murad’ın hocası Hoca Sa’deddin Efendi, musahibi Şemsi Ahmed Paşa ve kethüdası Canfedâ Kadın ve benzeri kişilerin aleyhteki gayretleri neticesinde,

III Murad’ın nazarından düşmüştür Her ne kadar azledilmese de, fiilen yetkilerini kullanamaz hale gelmiştir Nişancı Feridun Bey başta olmak üzere en yakın arkadaşları ve yakınları, kendisine sorulmadan görevden uzaklaştırılmıştır Âdil bir Padişah olan III Murad bütün tahriklere rağmen, Sokullu’ya zarar vermemekte direnmiştir Ancak Sokullu, Kabasakal tarafındaki Sarayında İkindi Divanı halindeyken, meczup bir Boşnak tarafından hançerle yaralanmış ve 1579 yılında vefat etmiştir

Peçevî, bizzat Tiryaki Hasan Paşa’dan dinlediğini söyleyerek, III Murad’ın tahta çıktığı günden beri Sokullu’yu sevmediğini ifade etmekteyse de, onun ölümünde dahli olmadığını da ilave etmektedir Her gece teheccüd namazını kaçırmayacak kadar takva sahibi olan Sokullu Mehmed Paşa’nın, vefatından kısa bir zaman evvel, şahadetini istediği nakledilmektedir III Murad’ın bu katil olayında dahli bulunduğu şeklindeki iddialar doğru olmasa gerektir Bu görüşü destekleyecek ciddi bir kaynak mevcut değildir

Tavîl yani Uzun Mehmed Paşa diye de bilinen Sokullu’nun elbette ki iyi ve kötü yönleri olacak ve 14 yıllık sadrazamlığı döneminde tenkit edilebilecek tasarrufları bulunacaktır Nitekim yakınlarını ve dostlarını fazlaca tutması ve makamları öncelikle onlara vermesi şeklindeki tenkit bunlardan biridir Ayrıca İnebahtı felâketinde önemli derecede hissesi bulunmaktadır Onun babasının bir papaz olması ise, Müslüman olduktan sonra ifa ettiği hizmetler karşısında İslâmiyet açısından hiç bir önem arz etmemektedir Sadâreti zamanında himaye ettiği İslâm âlimleri, inşâ ettirdiği cami ve medreseler ve Mekke’de tesis ettiği hayır vakıfları ve en önemlisi de ömrünün sonuna kadar tam bir takva hayatı yaşaması, bu tür iddiaların kasıtlı olduğunu ortaya koymaktadır

Sokullu’nun müsbet yönleri arasında II Selim ve III Murad gibi atalarına asla benzemeyen iki zayıf Padişah zamanında, devleti dirayetle ve büyük bir tecrübe ile idare etmesi başta gelmektedir Ayrıca Don ve Volga nehirlerinin birleştirilmesi ile sonuçsuz kalan Süveyş Kanalı projesi de Sokullu’ya ait önemli ve ileriyi gördüğünün delili olan fikirlerindendir Bu özellikleri sebebiyle Hammer ve onu takip eden bazı tarihçiler, Osmanlı Devleti’nin duraklama ve hatta gerileme devrini, Sokullu’nun vefatı ile başlatsalar da, bunu aynıyla kabul etmek çok zordur

Sokullu’nun tenkit edilebilecek olan yönlerinin başında, 14 yıllık sadrazamlığı döneminde asla serdâr olarak ordunun başında sefere gitmemesi ve Padişahları da bu noktada teşvik etmemesidir Bu yüzden statükocu, hatta müstebid ve makamını korumakta hırslı bir devlet adamı olarak vasıflandıranlar olmuştur II Selim’in tahta çıkışında yeniçerilerin isyanına sebep olan tavırları ve III Murad’ın tahta çıkışında gösterdiği temellük yani yapmacık tavırlar, onun değerini kısmen düşürmüş olsa bile, bazı araştırmacıların onun hakkında söyledikleri şeyler kanaatimize göre doğru değildir

III Murad zamanında Astronom Takıyyuddin tarafından yapılan İstanbul Rasadhânesi’nin Osmanlı Şeyhülislâmı Kâdîzâde Şemseddin Ahmed Efendi tarafından yıktırıldığı doğru mudur?

Bu olayı ayrıntılarıyla anlatmakta yarar vardır Asıl adı Takıyyuddin Mehmed bin Ma’rûf ve unvanı da erRâsıd yani astronom olan Takıyyuddin, 1521 yılında Şam’da dünyaya gelmiştir Babası da Mısır’ın ileri gelen âlimlerinden olan Takıyyuddin, Mısır ve Şam’dan sonra İstanbul’a gelerek meşhur hocaların yanında ilmini tamamladı Tekrar Mısır’a döndü ve astronomi dersleri de aldı II Selim zamanında tekrar İstanbul’a döndü ve 979/1571 yılında Müneccimbaşılığa yükseltilerek İstanbul’da astronomi çalışmalarına hız verdi Takıyyuddin, astronomik hesaplarda esas alınan eski Uluğ Bey Zîc’inin tamamen eskidiğini ve mutlaka yenilenmesi gerektiğini devlet ricaline anlatmaya çalıştı

Şeyhülislâm Hoca Sa’deddin’in ciddi tavsiyeleri ile III Murad’ın dikkatini çekti ve İstanbul’da Tophane Bayırı üzerinde yani şu anda Fransız Sefarethanesinin bulunduğu yerin yakınlarında İstanbul Rasadhânesini kurdu III Murad’ın talimatıyla bu Rasadhânenin bütün masrafları devlet hazinesinden karşılandı ve bunun için 10000 altın harcandı Kendisine de 3000 altınlık bir ze’âmet verildi Burası kuruluncaya kadar, Galata Kulesinde çalışmalarına devam etti Kuruluş tarihi 987/1579’dır

Müneccimbaşı Takıyyuddin Efendi bu konuda bir ilke imza basıyordu Zira Avrupa’da Danimarka Kralı II Frederick’in teşvikleriyle TychoBrahe’nin kurduğu rasadhâne ancak 1585 tarihinde tamamlanmıştı Osmanlı Devleti 10 yıla yakın bir zaman önde gidiyordu Takıyyuddin, bu sahada 20’ye yakın eser verdi ve çalışmaları engellenmek istese de, 1585 yılında vefat edinceye kadar araştırmalarını aralıksız sürdürdü

1577-1580 yılları arasında Hoca Sa’deddin’den sonra Şeyhülislâmlık makamına oturan Kâdîzâde Ahmed Şemseddin Efendi, doğru ve tok sözlü bir insandı Padişahın bir çok fermanlarını şer’i şerife aykırıdır diyerek reddetti Yargı mensuplarını protokolde Beylerbeyilerin önüne geçirmek için elinden geleni yaptı Ancak bazı meselelerde, şahsî anlaşmazlıkların da etkisiyle, "astronomi ilminin sırlarına vâkıf olarak istikbali öğrenmeye çalışmanın devlete uğursuzluk getireceği" gerekçesiyle, III Murad’a, Takıyyüddin’in inşa ettirdiği Rasadhânenin yıkılması için ilamda bulundu Şeyhülislâmın ilamına uyan Padişah, Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa’ya, Rasadhânenin yıkılması için kati talimat verdi ve İstanbul Rasadhânesi maalesef yıkıldı

Böyle bir kararı tasvip etmek mümkün değildir Ancak Şeyhülislâmın karşı çıktığı husus, müneccimlik yaparak geleceğe ait haberler vermektir Bu konuyu Osmanlı Devleti’nin aleyhine kullanmaya çalışan yazarlar, başka meselelerde, müneccimliğe şiddetle karşı çıkarlarken, burada farklı bir yaklaşım sergilemektedirler Çifte standartlı davranmamak gerektir Ayrıca bu mesele, Şeyhülislâm ile diğer makamlar arasında bir çekememezlik konusu da olabilir Sonradan Kâdîzâdelerin, aşırı fikir ve tutumları sebebiyle, Osmanlı tarihinde soğuk bir taassup rüzgarının esmesine yol açtıklarını biliyoruz Şeyhülislâm Kâdîzâde’yi aynı kefeye koymak mümkün olmasa dahi, Kâdîzâdeler ve benzeri soğuk taassup sahipleri için Kâtip Çelebi son noktayı koymaktadır ve biz de sonuna kadar bu görüşün yanındayız:

"Müslümanların sultânı bu makule soğuk taassup sahiplerini, kim olursa olsun, tedip etmesi dinî görevleri arasındadır Çünkü seiefde bu çeşit muta’aassıplar yüzünden çok fesadlar meydana gelmiştir Gerek Halvetî ve gerek Kâdîzâdeli bazı ahmakların görünürdeki salâhlarına bakılmayıp bunlara fırsat verilmeye Nizâmı âlem ancak ve ancak halk haddinden tecâvüz etmemekle mümkündür"

Mahallî ve belli şahısların zihniyetine ait olan hatalar tamim edilmemelidir Bu olayın Osmanlı’da ilmi geri bıraktığı doğrudur; ancak bunun Osmanlı Devleti’nde genel bir zihniyet olduğu doğru değildir Çünkü ta Fâtih devrinden beri konu ile ilgili çalışmalar tarihçiler tarafından çok iyi bilinmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



III Murâd’ın ve oğlu III Mehmed’in ma’sum kardeşlerini öldürmeleri, İslâm Hukuku açısından izah edilebilir mi?

Hayır edilemez III Murad, çevresinin de etkisiyle ve siyâseten kati esasına dayandırarak beş kardeşini idama mahkûm ettirmiştir Bu idam hadiseleri, had cezası mahiyetinde değillerdir Fıkıh kitaplarında tasvir edilen siyâseten kati kategorisine girdiği de şüphelidir Girse de, mevhum mazarratı nazara alan çok zayıf bir görüşe dayanmaktadır

III Mehmed, bu konuda en pervasız ve şer’î hükümlere aykırı davranandır denilebilir Zira elimizde kuvvetle muhtemel bir zararın olduğuna dair kesin bilgi bulunmamakla beraber, siyâseten kati müessesesinin suiistimal edildiği de bir vâkı’adır Zira 19 tane erkek kardeşini ve basit jurnaller yüzünden kendi oğlunu (Şehzade Mahmûd), günahsız bir şekilde idam ettirmiştir Bunun şer’î bir izahını yapmak mümkün değildir Zira herhangi bir isyan söz konusu olmadığı gibi, fitne ve fesadın vukuu da tahakkuk safhasında değildir

Bu kısa izahtan sonra, şu soruyu cevaplandırmak gerekmektedir: Acaba bunlar hiç bir şeye dayanmadan mı bu fiili işlemişlerdir? Hayır Dayandıkları bazı esaslar vardır Bunlardan birisi, zayıf da olsa, bazı İslâm Hukukçularının şu fetvalarıdır:

"Nizâmı memleketin bozulmasına sebep olan, fitne ve fesada teşvik edenler, bu şenî’ fiilleri bizzat işlemedikleri vakitlerde dahi, kati edilebileceklerine fetva verilmiştir

Ayrıca ülü’lemre tanınan bu siyâset hakkının tatbiki için bilfiil fesadın tahakkuku ve sebebi âdî olan şahsın filhakika şerir ve müttehem olması da şart değildir Zira vukuundan evvel def’i fesâd, vukuundan sonra ref’inden daha kolay olduğu müsellemdir Bir bid’atçının bid’atının yayılacağından korkan dindar Padişahın kullan ondan korumak ve nizâmı âlem için, o mübtedi’i kati ve idam etmesi caizdir"

Dede Efendi’nin çok zayıf fetvaları da esas alarak, kardeş katlinin sınırlarını genişlettiğinin biz de farkındayız Zaten bazı kardeş katli olaylarının şartları gerçekleşmeden yapıldığını biz de kabul ediyoruz Kısaca bu hareketi tasvip etmek mümkün değildir diyoruz Bu meseleyi bütün yönleriyle daha evvel izah ettiğimizden tekrara girmek istemiyoruz Ancak o sorunun cevabını mutlaka okumanızı tavsiye ediyoruz

Sultân III Murad’ın aile hayatı aleyhinde çok şeyler duyuyor ve zamanında devleti kadınların idare ettiğini bazı eserlerden okuyoruz Bunlarda hakikat payı var mıdır?

Osmanlı Padişahları içinde en çok cariyelerle münasebette bulunan (teserrî hakkını kullanan) ve en fazla çocuğu olan Padişah’dır Biraz sonra sayacağımız tahmînen dört kadını dışında 40’a yakın haseki denilen gözdesi bulunduğu söylenmektedir Çocuklarının sayısı 100’ü geçmektedir Ancak bunlar bebekken veya küçük yaşlarda öldüklerinden dolayı, ölümünde hayatta 19’u erkek ve 30’u kız olmak üzere 49 çocuğunun bulunduğu iddia edilmektedir Maalesef 19 şehzadesi, Mehmed III Padişah olunca zayıf fetvalarla fitnenin defi için öldürüldü ve şehid sayıldıklarından cenaze namazlarını Şeyhülislâm Bostanzâde Efendi kıldırdı Önemle ifade edelim ki, III Murad’ın 40’a yakın câriye ile yaşaması, meşru bir hakkın suiistimali veya ifrat sayılabilir Ancak meşru dairede kaldığı ve başkasının namusuna değil, has odalık olarak aldığı cariyelerle beraber olduğu kesindir Bunlardan aynı anda devamlı olarak hayat yaşadığı 4 kadının olduğu ifade edilmektedir

III Murad’ın bu hayatı yaşamasında devlet işlerine karışan Safiye Sultân ile Valide Sultân Nurbânû’nun mühim rolü vardır Kim, ne derse desin, Osmanlı Padişahları arasında her konuda en çok suiistimal yapan Padişah III Murad ve oğlu III Mehmed olmuştur Buna rağmen, Farsça ve Arapça bir divan yazacak kadar âlim ve şair olan III Murad, meşru daire dışına çıkmamıştır Bu hayatı yaşamasında, cinsî hayatının da önceleri problemli olmasının tesiri bulunduğu ve neticede genç yaşta, bu düzensiz hayatın etkisiyle vefat ettiği tarihçiler tarafından açıklanmaktadır

III Murad’ın bu düzensiz hayatından istifade eden Valide Sultânlar ve hatta Kalfalar bile, devlet idaresine karışır hale gelmişlerdir Şöyle ki:

Maalesef Osmanlı Devleti’nin duraklamasında ve hatta gerilemesinde en büyük rolü oynayan sebeplerden biri de, bir yüzyıla yakın, Kadın Efendilerin devlet işlerine karışmaları olmuştur Özellikle Kanuni’nin karısı Hürrem Sultân, Mahidevran’ı Manisa’ya sürdürüp baş kadınlığı ele geçirdikten sonra, bir zamanların Valide Sultânları gibi, haremin reisi haline gelmiş ve daha da ileri giderek devletin işlerine karışmıştır Şehzade Mustafa’nın öldürülmesinde mühim rol oynamıştır denilirse, mesele daha iyi anlaşılacaktır Kanunî Sultân Süleyman’ın vefatından sonra Padişahların ordularının başına geçerek sefere gitmeyişlerinde ve Saraya kapanıp kalmalarında maalesef bu şekildeki Kadın Efendilerin mühim rolü olmuştur III Murad’ın baş kadını Safiye Sultan’ın ve bunu takip eden Kösem Sultan’ın hem baş Kadın Efendi ve hem de Valide Sultân sıfatlarıyla nasıl devleti idare etmeye kalkıştıkları, maalesef tarihin acı sayfalarında kötü örnekler olarak doludur IV Mehmed’i idare eden Turhan Sultân’dan sonra bu işin ortadan kalktığını söyleyebiliriz

III Murad’ın annesi Nurbânû Sultân ile Safiye Sultân arasındaki çekişmeden istifâde eden Canfedâ Kalfa’nın bile, Nurbânû Sultan’ın yanında yer alarak III Murad’a tesir ettiği ve hatta kardeşi İbrahim’i liyâkati olmadığı halde Diyarbekir Beylerbeyliğine tayin ettirdiği nakledilmektedir Kanunî Sultân Süleyman zamanından beri Harem’in dışişleriyle meşgul olan ve Yahudi asıllı olduğu söylenen Esther Kira isimli Kalfa’nın da Sipahilerin isyanına sebep olduğu ve neticede çıkardığı fitne sebebiyle Sultân Ahmed Meydanında idam edildiği nakledilen acı olaylar arasında yer almaktadır

ZEVCELERİ:

1- Safiye Valide Sultân (Venedikli Baffo); III Mehmed ile Ayşe Sultan’ın annesi ve câriye Osmanlı hareminde devlet işlerine en çok müdahale eden Kadın Efendi

2- Şemsi Ruhsâr Haseki; Rukıyye Sultan’ın annesi Medine’de vakfı var

3- Şâhi Hûbân Haseki

4- Mâzperver Haseki (Meşru dairede beraber olduğu cariyelerin 4O’ı ve çocuklarının 100’ü aştığı söylenmektedir Biz sadece bazılarını kaydetmekle yetindik)

III Murad’ın babasından farkı, iki yönde kendini göstermektedir: Birincisi, babası kendi hayatını yaşarken, devlet işlerini tamamen Sokullu Mehmed Paşa gibi liyakatli devlet adamlarına bırakmıştı III Murad ise, hem Saray’da kendi hayatını yaşıyor ve hem de devlet işlerini vasıflı devlet adamlarına bırakamıyordu İşte bu boşluktan istifade eden Valide Sultân Nurbanu, Kadın efendi Safiye Sultân ve kalfa Canfedâ devlet işlerine de karışmaya başlamışlardı İkincisi, babası II Selim’in en azından gençliğinde de olsa gayri meşru denebilecek bazı fiilleri işlediği söylenmektedir Ancak III Murad, babasından farklı olarak hem Arapça ve Farsça şiir yazacak kadar âlim ve hem de hayatında gayri meşru hiç bir iş yapmayacak kadar da takva sahibi idi Onun en büyük kusuru, meşru daire içinde de kalsa, kadınlar konusundaki suiistimalidir

III Murâd, şahsiyeti, devrindeki olaylar ve önemli devlet ve ilim adamları hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Selim II ile Hasekisi NurBânû Sultânın oğulları olub, babasının Saruhan Sancak Beğliği sırasında 5 Cemâziyelevvel 953/4 Temmuz 1546 tarihinde Manisa’nın Bozdağ Yaylağında dünyaya gelmiştir 966/1558 tarihinde Şehzade Murad Akşehir Sancak Beğliğine getirilmiş ve babasıyla amcasının taht mücadelesinde Konya Muhafızlığı görevini yürütmüştür 1562 tarihinde Manisa Sancak Beğliğine tayin edilmiş ve padişah oluncaya kadar bu vazifede kalmıştır

III Murad zayıf iradeli ve muhtelif tesirler altında kalabilen bir şahsiyete sahipti Bu yüzden Sokullu Mehmed Paşa’nın sadrazamlığı süresince işler iyi gitmişse de, onun vefatından sonra devlet idaresi Valide Sultânların ve bazı menfaatperestlerin tesiriyle daima kötüye gitmiş ve Osmanlı Devleti’nin duraklaması tam manasıyla III Murad devri ile başlamıştır 21 sene kapalı bir hayat yaşayan III Murad, sarayında münzevî bir hayat yaşamış, son zamanlarına doğru Cuma namazlarını dahi Saray Camiinde edâ etmeye başlamıştır Meşru dairede kalmakla birlikte kadına düşkün bir tabî’atı vardır Osmanlı tarihinde en fazla kadınla meşru dairede yaşayan padişah unvanını alabilir Hemen belirtelim ki, bu kadına düşkünlüğü gayri meşru hayat yaşıyor manasına alınmamalıdır Zira aynı zamanda şair olan III Murad bir cihetten de mutasavvıftır ve Fütûhâtı Sıyâm ve Esrârnâme adlı iki tane tasavvufa dair eserleri de vardır

Babası II Selim’in ölüm haberi üzerine, Manisa Sancakbeyi bulunan oğlu Murad, İstanbul’a gelerek 28 yaşında 1574 yılında tahta geçti Murad devrinde vuku’ bulan hadiseler şunlardır:

Fas Sultanlığının Osmanlı Hâkimiyetine Girmesi: Afrika kıtasının bütün kuzey kısımları Osmanlı hâkimiyetinde bulunmasına rağmen sadece Fas Sultanlığı müstakil bir devlet halinde bulunuyordu Ancak son yıllarda Fas’ta taç ve taht kavgaları baş göstermişti Fas Sultânı Mevlây Muhammed, Portekizlilerle işbirliğine başlamış bulunuyordu Buna karşılık Fas tahtını ele geçiremeyen Abdülmelik, Osmanlılara sığınıp, kendisinin Fas Sultanlığına getirilmesini istemişti İsteği kabul edilerek Cezayir Beylerbeyi Ramazan Paşa’ya emir verildi Fas ordusu mağlûp edilerek Abdülmelik, Fas Sultanlığına getirildi (1576) Bu tarihten sonra Fas’ta Osmanlı hâkimiyeti başladı Bu sırada saltanat iddiasından vazgeçmeyen Mevlây Muhammed Portekizlilerden yardım istedi Portekiz Kralı Sebastian 80 bin kişilik büyük bir kuvvetle Fas’a geldi Ramazan Paşa idaresinde Osmanlı ve Fas kuvvetleri 1578 yazında Portekizlileri Vadi’ssebil Savaşı’nda fena halde bozguna uğrattılar Kral Sebastian, muharebe meydanında öldü

Lehistan’daki Osmanlı Hâkimiyeti (1575): Lehistan Kralı Sigismund Ogüst ölünce, memleket taht kavgasına düşmüştü Avusturya ve Rusya kendilerinin gösterdikleri namzetlerin Leh Kralı olması için faaliyet gösteriyorlardı Hattâ bu maksatla, Rusya kuvvet bile sokmaya kalkıştıysa da, Osmanlı kuvvetlerini karşısında bulunca geri çekilmeye mecbur kaldı Osmanlı Devleti için Lehistan çok ehemmiyetliydi Bu yüzden diğer devletlerden daha atik davranıp, nüfuzunu kullanarak kendisine tâbi Erdel Beyi Bathory’yi Leh Krallığına seçtirdi (1575) Lehistan bundan sonra vergiye bağlandı ve 1578 yılına kadar Osmanlı himayesinde bir devlet olarak kaldı

Sokullu Mehmed Paşa’nın Ölümü (1579): III Murad’ın cülusundan sonra hükümet idaresinin başında yine Sokullu Mehmed Paşa vardı Ancak son zamanlarda saraydaki bazı şahısların tesiriyle Sokullu’ya olan itimad ve muhabbet azaldı ve hatta Sokullu’nun zevcesi İsmihan Sultân ve Valide Nurbânû Sultân olmasaydı belki de görevden azledilecekti Üç padişah devrinde aralıksız sadrazamlık yapan Sokullu Mehmed Paşa, Osmanlı tarihinde ehemmiyetli yeri olan bir devlet adamıdır Aslen Bosna’nın Sokkuloviçi köyünden alınmış bir devşirmedir Zekâ ve kabiliyetiyle yükselmiş, kaptanı deryalık dâhil, devletin çeşitli hizmetlerinde bulunmuştur Bir savaş adamı olmaktan ziyâde, onun siyasi tarafının daha büyük olduğu görülür Sultân III Murad devrinde, Sokullu’nun eski nüfuzunun kalmadığı anlaşılıyor

İran Harpleri ( 1578 = 1590): III Murad, padişah olduğu zaman, İran Hükümdarı Şah Tahmasb, Tokmak Han idaresinde bir elçilik heyeti yollayarak tebriklerini ve hediyelerini sunmuştu Elçilik heyeti İstanbul’da gayet iyi karşılanmıştı Fakat bir müddet sonra Şah Tahmasb’ın ölmesiyle İran’da taht kavgaları başladı Bir ara Tahmasb’ın oğlu İsmail, şahlığı elde etti Bunun zamanında Osmanlıİran dostluğu bozuldu Osmanlı Devleti Avrupa ile sulhlar yaparak İran ile meşgul olmaya başladı Çünkü Şah, Osmanlılarla süren barışı terk ederek, Doğudaki Kürtleri aleyhimize kışkırtıyordu II Şah İsmail de ölünce İran’da taht kavgalarının sürüp gitmesinden Osmanlılar istifade etmek istediler Doğudaki valilerin de durumunu müsait görüp, İran’a saldırmanın vaktidir yollu haberler üzerine, Sultân III Murad 1578 yılında İran’a harb açtı O zaman Sokullu Mehmed Pasa daha sağdı ve İran savaşına engel olmak istedi Sokullu Mehmed Paşa, İran’ın geniş bir ülke olduğunu, galip gelinse bile Şit olan halkının itaat altına alınamayacağını söylüyordu ki, bunda ne kadar haklı olduğu sonradan anlaşıldı: Padişah, kendisi sefere gidecek karakterde bulunmadığından, ordunun başına Lala Mustafa Paşa’yı serdar tayin etti

Lala Mustafa Paşa’nın asıl hedefi, Gürcistan’ı istilâ etmek olacaktı Topladığı kuvvetlerle Gürcistan’a girip, fetihlere başlayan Lala Mustafa Paşa, Tokmak Han idaresinde bir İran ordusunun üzerine geldiğini duyunca buna karşı maiyetindeki kumandanlardan Özdemiroğlu Osman Paşa’yı yolladı Osman Paşa, İran kuvvetleriyle Çıldır’da karşılaştı ve Tokmak Han’ı mağlûp etti (1578) Lala Mustafa Paşa, Gürcistan içinde ilerleyerek Tiflis’i ele geçirdi ve Şirvan’a doğru ilerledi Şirvan’ın bir kısmını zapteden Lala Mustafa Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa’yı serdar tayin ederek kendisi Erzurum’a döndü İran kuvvetleri Osman Paşa üzerine taarruza geçtiierse de mağlûp olup çekildiler Fakat İranlıların tecavüzü bitmiyordu Kuvvetleri çok azalan Osman Pasa, geri çekilmek zorunda kaldı Muharebelerin İran lehine dönmeye başlaması üzerine Lala Mustafa Paşa, azledilerek, yerine Koca Sinan Paşa serdar tayin edildiyse de kayda değer hiç bir muvaffakiyet elde edilemedi Özdemiroğlu büyük bir gayretle İran savaşlarına devam ediyordu Nitekim 1583 yılında Meş’ale Savaşı denen savaşta bir kere daha İranlıları yendi Meş’ale Savaşı’ndan sonra İranlılar, Şirvan bölgesini boşaltmak zorunda kaldılar Yeni serdar Ferhad Paşa, büyük kuvvetlerle İran sınırına gelip, bâzı muharebeler yaptı: Daha sonra sadrazam ve serdar tayin edilen Özdemiroğlu Osman Paşa ile beraber Tebriz’i almayı başardılar

Osman Paşa’nın vefatından sonra Ferhad Paşa, ikinci defa olarak serdarlığa getirildi Ferhad Paşa’nın bu ikinci serdarlığında Osmanlı orduları bazı muvaffakiyetler daha kazandılar Ayrıca Doğuda Türkistan Hükümdarı Özbek Han, İran’a saldırınca Şah Abbas, Osmanlılardan barış istedi 1590 yılında yapılan Ferhad Paşa Antlaşmasına göre: Tebriz, Şirvan, Gürcistan, Dağıstan bölgeleri Osmanlılara verilecekti Büyük kayıplar karşılığında alınan bu yerler, Osmanlıların elinde fazla kalmayacak, tekrar İranlılara geçecektir

Yeniçeri ve Sipahi İsyanları: İran’la anlaşma yapıldıktan sonra İstanbul’da Yeniçeri ve Sipahi isyanları vuku’ buldu Bu isyanlar her ne kadar ulufe (Yeniçerilere üç ayda bir verilen maaş) yüzünden çıkmışsa da, asıl sebebini devlet teşkilâtının bozulmaya yüz tutmasında aramak daha doğru olacaktır İlk defa III Murad devrinde Yeniçeri Ocağına rast gele kimseler alınarak kanun bozuldu Yine ilk defa rüşvetle iş görülmeye başlandı Askere ayarı düşük akçeler verilmek istenince Yeniçeriler, isyan ederek saraya yürüdüler Âsiler defterdarın başını istediler İstekleri yerine getirilince büsbütün şımardılar 1589 yılında meydana gelen bu olaya Beylerbeyi Vak’ası denmektedir

III Murad devrinde 1593 yılında da sipahilerin isyanını görüyoruz Ulufelerinin geri bırakılmasına kızan Sipahiler, saraya yürüyüp defterdarın kafasını istediler Kendilerine nasihat etmek için gelenleri kovdular İstanbul halkı da seyretmek için saraya dolmuştu Halk dışarı çıkarılırken "Urun hâl" diye bir ses duyuldu Saray muhafızları bunu Padişahın emri sanarak âsilerin üzerine saldırdılar ve dört yüze yakın âsiyi öldürdüler Diğerleri kaçarak kurtuldu

Yeni Bir Haçlı İttifakı Ve Nemçe (Avusturya) Harbleri (15931606): Bosna Beylerbeyi Telli Hasan Paşa, Avusturya topraklarına 1593 yılında büyük bir akın harekâtına girişmişti Avusturya valilerinin Osmanlı sınırlarına tecâvüzlerine karşılık yapılan bu harekât, mağlûbiyetle neticelenmiş, komutanla birlikte çok şehid verilmiştir Bu hadise Osmanlı-Nemçe harblerinin başlamasına sebep olmuştur Nemçe savaşına Sadrazam Sinan Paşa gönderilmişti Budin Beylerbeyi imdada giderek Nemçe ordusuyla harbe girdi ve mağlub oldu Nemçeliler çok sayıda Macaristan kalesini ele geçirdiler 1594 yılı baharında da Estergon Kalesini muhasara altına aldılar; ancak muvaffak olamadılar Kırım kuvvetlerinin yardıma gelmesine rağmen tam bu sırada Osmanlı Devleti’nin başına bir gaile daha çıktı: Osmanlı Devleti’ne tâbi olan Erdel, Eflak ve Boğdan Beyleri Papa’nın teşvikiyle isyan edip Avusturya tarafına geçtiler Tam bu sırada yani 1595 yılında Padişah III Murad vefat eyledi III Murad’ın saltanatının sonuna doğru Osmanlı topraklan yaklaşık 19902191 km2 idi Buna Avrupa’da Polonya, Afrika’da Fas dâhildir III Murad zamanındaki sadrazamlar arasında, yılların sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa, Koca Sinan Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa ve Mesîh Paşa’yı; diğer komutan ve devlet adamlarından Kaptanıderya Kılıç Ali Paşa, Damad İbrahim Paşa, Okçuzâde Mehmed Paşa ve Muallimzâde Nişanı Mahmûd Çelebi’yi; Şeyhülislâmlar arasında Hâmid Efendi, Ma’lûlzâde Mehmed Efendi, Müeyyedzâde Abdülkadir Efendi, Bostanzâde Mehmed Efendi ve Bayramzâde Hacı Zekeriya Efendi’yi zikredebiliriz

Sarı Selim diye de bilinen II Selim’le alakalı kısaca bilgi verir misiniz? Hanımları ve çocukları kimlerdir? Zamanındaki devlet büyükleri ve devletin ulaştığı sınırlar hakkında kısaca açıklama yapar mısınız?

Sarı Sultân Selim diye de bilinen II Selim 1566’da babasının vefatından 23 gün sonra İstanbul’a gelerek Osmanlı tahtına oturmuştur Daha sonra da bizzat Belgrad’a gelerek ordunun huzurunda da cülus merasimini tekrarlamıştır Yeniçeri teşkilâtı cülus bahşişinden dolayı ilk defa bu Padişah’a baş kaldırma belirtileri göstermiştir

II Selim, diğer Osmanlı Sultânlarına benzemeyen ve hem dirayette ve hem ilim irfanda onların seviyesine çıkamayan bir şahsiyete sahiptir Ordunun başında hiç bir sefere çıkmamıştır Daha evvel Karaman Eyâletinin Paşa Sancağı olan Konya’da, Manisa’da ve Kütahya’da sancakbeyliği yapmış ve 42 yaşındayken Padişah olmuştu Sokullu Mehmed Paşa da olmasaydı, devleti bu sekiz sene içerisinde belki aynı huzurla idare edemezdi Ancak Kanuni Sultân Süleyman’ın dirayetli Veziri A’zamı Sokullu Mehmed Paşa, II Selim yerine devleti idare ediyordu

II Selim devrinde patlak veren hadiselerden birincisi Yemen Meselesi idi Kanunî devrinde iki beylerbeyilik haline getirilen Yemen’de zayıflayan Osmanlı idaresine karşı, Zeyd bin Ali neslinden gelen Topal Mutahhar isyan etti ve San’a ile Te’az taraflarına hâkim olan Murâd Paşa’yı mağlûb ederek kati eyledi Bunun üzerine Yemen Eyâleti tek eyâlet haline getirilerek 975 Zilhicce/1568 Haziran tarihinde Haleb Beylerbeyi Özdemiroğlu Osman Paşa Beylerbeyiliğe getirildi ve buradaki isyanı bastırdı Sokullu tarafından Yemen Serdârı olarak gönderilen Sinan Paşa’nın gayretleri de eklenince, Yemen, uzun süre Osmanlı hâkimiyeti altına girdi

Aynı yıl Kurdoğlu Hızır Reis de Endenozya’ya sefer düzenlemişti Bu arada 1569 yılında Astırhan’a ve Ruslara karşı sefer düzenlendiyse de, Kale Ruslardan alınamadı

Bu arada 978/1570 tarihinde Kıbrıs Adası Venediklilerin elinden alındı ve bir Hıristiyan Krallığa da son verilmiş oldu Kıbrıs Müslüman Türklerin eline geçti

II Selim devrinde Osmanlı ordusu ilk defa İnebahtı’da Hıristiyan deniz donanması karşısında mağlûbiyete uğradı 7101571 tarihinde meydana gelen İnebahtı bozgunu, maalesef Avrupalıların gözünde yenilmez ordu diye bilinen Osmanlı Ordusunun bu vasfını bozdu Ancak înebahtı’da kaybedilen Osmanlı Donanması kısa bir zaman içerisinde yeniden inşâ olundu Bu arada Osmanlı ordularının desteğini alan Kırım Hânı Giray Hân’ın 2451571 tarihinde Moskova’yı alacak kadar Rusları perişan ettiklerini burada kaydetmemiz gerekmektedir

II Selim devrinin parlak fetihlerinden biri de 1574 tarihinde Tunus’un kesin olarak Osmanlı topraklarına katılmasıdır Bunun dışında II Selim devri, fetihler ve zaferler devresi olmaktan ziyâde sulh ve mu’âhedeler devresi olmuştur

II Selim, sekiz senelik saltanatından sonra 50 küsur yaşında Saray’da 18 Şaban 982/1574 tarihinde vefat etmiştir

Şunu önemli ifâde edelim ki, Osmanlı Devleti’nin duraklama devresi, Kanunî’nin oğlu Şehzade Mustafa’yı bir kısım müzevvirlerin iftirasıyla idama mahkûm ettirmesiyle başlar ve II Selim devrini aslında bir duraklama devri saymak mümkündür Zira bizzat ordusunun başında mücâhid fî sebîlillah bir Padişah yerine, Sarayından dışarıya çıkmayan ve sadece tenezzüh için Edirne ve benzeri yerlere giden bir Padişah anlayışı hâkim olmaya başlamıştır Nitekim çok sevdiği Edirne’de Selimiye Camiini inşâ ettirmiştir

Onun zamanında hizmet ifa eden Sadrazamlar arasında, devleti asıl yürüten insan diye bilinen Sokullu Mehmed Paşa, Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşa’yı; diğer devlet adamları meyânında Piyale Paşa, Koca Nişancı Celalzâde Mustafa Çelebi ve Feridun Ahmed Bey’i ve ilim adamları arasında ise Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi, Dede Cöngî Efendi, Kınalızâde Ali Efendi ve İmam Muhammed Birgivî’yi zikredebiliriz

ZEVCELERİ:

1- Nurbânû Sultân; III Murad’ın annesi ve İtalyan asıllı bir câriyedir

ÇOCUKLARI:

1- Sultân Murad III

2- İsmihân Sultân

3- Şehzâde Mehmed

4- Şehzâde Ali

5- Şehzâde Süleyman

6- Şehzâde Mustafa

7- Şehzâde Cihangir

8- Şehzâde Abdullah

9- Şehzâde Osman

10- Gevherhân Sultân

11- Şah Sultân

12- Fatma Sultân

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #9
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Sarı Selim’in hayatının diğer Osmanlı Padişahları gibi istikametli olmadığı ve bu yüzden de Osmanlı Devleti’nin duraklama yıllarının bunun zamanında başladığı iddia edilmektedir Bu doğru mudur?

Selim’in, kendisine kadar gelen Osmanlı Padişahları arasında, Osmanlı tahtına oturan en ehliyetsiz insan olduğunda şüphe yoktur Ancak bu, hakkında söylenenlerin tamamının da doğru olduğu manasına alınmamalıdır Meselenin özeti şudur:

A) Şehzade Selim, Manisa’da sancakbeyi olarak görev yaptığı günlerde, gençliğin ve çevresinin tesiriyle, maalesef diğer Osmanlı Padişahları gibi müstakim bir hayat yaşayamamıştır Yaratılışı itibariyle hâlim ve selimdi, mütevekkil bir yapısı vardı Atalarının kâbına ulaşamayan ilk Osmanlı padişahıdır Dahiler halkası onunla kesilmiş ve ancak arada sırada filizler verme dönemi başlamıştır İstanbul’da doğan ve İstanbul’da ölen ilk padişahtır Maalesef, çevresine topladığı Sâmî, Sarı Râmî, Kâsımî ve Nigâr gibi şâir ve ressamlar; Celâl Bey gibi musâhibler; Nihâî, Gülabi Bey ve Durak Çelebi gibi müzisyenler ve Mîrek çelebi ve Adanalı Tanburî Şehzade Mustafa Çelebiler gibi hanendeler ile eğlenceli ve şen şakrak bir hayatı tercih etmiştir Bazı gayrı meşru fiillere teşebbüs ettiği mu’teber tarihçiler tarafından ifade olunmaktadır Ancak hiç bir Osmanlı Padişahı zina fiilini işlememiştir Bu konudaki iddialar yanlış ve iftiradır Babasının zamanında getirilen ve gayri müslimlerce kullanılan hamr ithalat yasağını kaldırmış ve gayri müslimler için de olsa meyhanelerin açılmasına tekrar ruhsat vermiştir Tekrar önemle beyan ediyoruz ki, bütün bunlar gayri müslimler içindir Ancak babası Müslüman gençlerin de kaçamak olarak bu yerlere gittiğini bildiğinden ve duyduğundan böyle bir yasağa gerek duymuştur

B) İşte onun bu özellikleri sebebiyle, Osmanlı Devleti’nin bir duraklama devrine girdiği doğrudur Zira bütün devletleri yıkan istibdat (baskı idaresi), rüşvet, sefahet ve cehalet gibi ana sebepler, II Selim devrinde kendini göstermeye başlamış; ancak Kanuni devrinin ilim adamları cehalet düşmanına; Sokullu Mehmed Paşa gibi dirayetli devlet adamları rüşvet düşmanına; Ebüssuud gibi kazayı elinde tutan büyük hukukçular istibdada kısmen sed teşkil ettiklerinden, bunların acı neticeleri fazlaca görülmemiştir Koçi Bey ve benzeri âlimler, duraklamayı Kanuni devrinin sonlarına doğru başlatmışlardır ki, elhak doğrudur Devletteki kadro yığılmaları ve bazı makamların ehliyetsiz kişilere devri ve benzeri hoş olmayan haller, Kanuni devrinin sonlarına doğru başlar Sadrazam Rüstem Paşa’nın bunların başını çektiği, şehzadeler kavgasındaki rollerinden gayet güzel anlaşılmaktadır Nitekim Koçi Bey şöyle demektedir:

"Ma’lûmı hümâyûnları olduğu üzere, silsilei âliyei Âli Osman Pâdişâhlarından evvelâ vüs’ati memleket ve kesreti hazîne ve şevket cihetinden kemâl bulan merhum ve mağfur Sultân Süleyman Hân olub ve yine ihtilâl—i âleme bâ’is olan ahvâl dahi anların zamanında zuhur edüb, devlet kemâli kuvvette olmağla eseri ol zamanda duyulamayub, bir kaç senedir ki, zahir oldu"

Bütün bunlara rağmen, eski gayretlerin devamı olarak, onun zamanında Kıbrıs fethedilmiş, Moskova teslim alınmış ve Yemen Osmanlı ülkesine ilhak edilmiştir Zatenj devrinde düzenlenen Kanunnâmeler de, yükselme hızının bütün bütün durmadığını i göstermektedir Osmanlı Devleti’nin düşmanı ve devlet adamı bir tarihçi olan Dimitri] Kantemir, hakkında en çok dedikodu bulunan II Selim ile ilgili şunları söylemektedir:

"Âlimlerle konuşup hoş vakit geçirmeyi çok sevdiği gibi, soytarılarla da eğlenmesini bilirdi Fakat bütün bunlara karşın, beş vakit namazını da muntazaman yerine getirirdi Yeni bir şey söylemiş olmak için okurlarına yaranmak isteyen bazı tarihçiler, Selim’in sofuluk bahanesiyle, sırf şarap içmek ve başka dünya zevklerinden yararlanmak için, Saray’ın gizli dairelerine çekildiğini söylerler Gerçek olan şudur ki, Selim görünüşte son derece dindar gözükürdü"

Dünyanın ilk Çevre Nizâmnâmesinin Kanuni zamanında hazırlandığı doğru mudur?

Çevre temizliği ve korumasının hukukî mevzuata konu teşkil edecek kadar önemli olduğunun farkına varılması, tesbitlerimize göre 20 asırdan öteye gitmemektedir Yani fertlerin ve devletlerin bu mes’ele üzerinde önemle durmalarının tarihi yenidir Çevre ile ilgili hukukî düzenlemenin Türkiye’deki tarihi, henüz iki veya üç senedir dersek, mesele daha iyi anlaşılır Çevre temizliği ile alâkalı tedbirlerin tarihini de, bir asırdan öncesine götüremezsiniz

Bu konuda tarihimizin nelere sahip olduğunun bilinmediği de bir hakikattir "Temizlik dinin yarısıdır" düstûrunu hayâtlarının en önemli esası olarak kabul eden ecdadımız, İslâmiyet’e tam ma’nâsıyla sarıldıkları ve kudretli oldukları devirlerde, her konuda olduğu gibi, çevre temizliği ve koruması hususunda da, diğer milletlere örnek olmuşlardır Biraz sonra zikredeceğimiz Nizâmnâme bunun müşahhas bir delilidir

Osmanlı Devletinde, şehir, kaza ve köylerde, şehrin emniyet ve asayişini temin, maddî ve manevî temizliğini muhafaza görevlerini üstlenen hususî memurlar vardır Bunlara subaşı denmektedir Köy ve kasabalardakine il subaşıları, diğer büyük merkezdekilerine ise şehir subaşıları denirdi Bu memurlar, günümüzdeki zabıta, emniyet görevlileri ve kısmen de belediyecilerin vazifelerini ifa ederler ve kadıların emri altında çalışırlardı Osman Bey’in ilk tayin ettiği iki memurdan birinin subaşı olduğunu kaydedersek, Osmanlıların yerleşim merkezlerinin emniyet, âsâyiş, maddî ve manevî temizlik ve huzuruna ne kadar önem verdiklerini daha iyi anlarız

Bizi asıl şaşırtan husus ise, Osmanlı Devleti’nin sadece yerleşim merkezlerinin çevre temizliği ve korumasıyla ilgilenmek üzere hususî bir memur tayin etmekle yetinmemesi, görevli memurun eline de, çevre temizliğini te’min için uygulaması gereken hukukî esasları belirleyen bir Nizâmnâmeyi vermiş olmasıdır Bu özel çevre temizliği görevlisinin adı, çöplük subaşısıdır ve çevre temizliği ile alâkalı Nizâmnâme’nin ilki ise, bundan yaklaşık 460 sene önce yani 1539 yılında hazırlanmıştır Elimizdeki iki çevre Temizliği Nizâmnâmesinden sadece birisini bu yazımızda iktibas edeceğiz

Biraz sonra metnini zikredeceğimiz ve üslûbunun sade olması sebebiyle aynen aktaracağımız Nizâmnâme’nin hükümlerini, elbette ki günümüzdeki çevre temizliği konusuyla alâkalı hukukî düzenlemelerle kıyaslamak doğru değildir Zira zemin ve zaman farklıdır Yine de 450 sene önceki bu Nizâmnâme’de günümüzde dahi tatbik edilebilecek hükümlerin bulunması, gerçekten dikkat çekicidir Meselâ, evlerin ve dükkanların çevrelerinin temiz tutulması (Mdl); görülen pisliklerin o çevre halkına temizlettirilmesi (Md2); hamam ve hanlar gibi umuma ait yerlerin temizliğine dikkat edilmesi (Md34); çevreyi kirleten esnafın artık maddeleri ve pis sularını, tamamen boş yerlere ve şehir dışına taşımaları mecburiyeti (Md67); en önemlisi de, arabacıların yani bugün de oto sahiplerinin arabalarını ev ve dükkanların önüne park etmemeleri ve mutlaka özel park yerlerinde durdurma mecburiyetleri (Md10); bugün de muhtaç olduğumuz ve yürürlükte bulunan esaslardır

Şimdi de Kanunî Sultân Süleyman devrinde Edirne çöplük subaşısına verilmek üzere hazırlanan Çevre Temizliği Yasaknâmesinin metninden bazı hükümler nakledeceğiz

’Edirne’nin Mahalleleri Ve Sokakları Ve Çarşılarının Temiz Etmesi İçün Nişanı Hümayun

1 Çağırdub ve yasak ede; min ba’d hiç ehad evi yörelerin ve dükkânların nâpâk tutmayub mezbele ve anın emsalinden nesne vâki olmaya, olursa gidereler

2 Mezkûr subaşı, bu bâbda kemâli ihtimam üzere olub çarşularda ve mahallelerde dökülen mezbeleleri, kimin evine ve havlusuna yakın olursa anın döktüğü ma’lûm olıcak pâk etdüre "Biz etmedük" derler ise, edeni bulıvereler, anun yasağı ana ola

4 Ve hamamların çirgâbı yolları mezbeleler ile tutulmuş ola, kimin evine ve havlusuna ve haremine yakın olursa, ayırtlatduralar "Biz etmedük" derlerse, edeni bulıvereler, ana pâk etdüre

6 Ve câmeşûyların ve kan alıcıların kanların ve çirgâbların tarîki amma dökmekden men’ edüb hâli ve halvet yerlere iletdüre

7 Ve boyacıların ve aşçıların ve başçıların ve semercilerin otların ve gübrelerin yol üstünde dökmekden tamam men’ ve yasak edüb hâli ve halvet yerlere iletdüre

8 Ve yasak ede ki; arabacılar sığırların na’lband dükkanında aleflemeyüb evvelden kanda alefler ise, gerü anda alet ede Eğer zaruret olursa, na’lband dükkânlarında aleflemelü olursa, anlara pâk etdüre Ve mezbeleden ve sığırları tersinden ne olursa, hâricden ve hâli yerlere iletdüre

Fî Safer sene 946 (1539)"

Mimar Sinan’ın Ermeni olduğu söylenmektedir Mimar Sinan kimdir?

Mimar Sinan veya Koca Sinan, muteber kaynakların anlattığına göre, 895/14891490 yılında Kayseri’nin Ağırnas köyünde dünyaya gelmiştir İbrahim Hakkı Konyalı’ya göre, İbrahim Paşa’nın âzâdlı kölesidir Ancak bu görüş kabul görmemiştir Doğru olan kısa hayat hikâyesi şöyledir:

Abdülmennân oğlu Sinan, Yavuz zamanında devşirme olarak İstanbul’a gelmiştir Kanuni zamanında yeniçeri olan Sinan, 1521’deki Belgrad ve 1522’deki Rodos seferlerine katılmıştır 1538 Kara Boğdan seferinde Prut Nehri üzerinde 13 günde bir köprü inşâ edince Padişah’ın takdirini kazanmış ve 1539 yılında da mimarbaşı seçilmiştir 35 yıl bu vazifede kalan Sinan, Osmanlı Devleti’nin her bölgesinde, şaşılacak bir sür’at ile sayısız eserler meydana getirmiştir Kaynaklar, Mimar Sinan’ın 80 küsur Cami; 80 küsur Mescid; 57 Medrese; 22 Türbe; 7 Dâr’ülKurrâ; 17 İmaret; 3 Dâr’üşŞifâ; 7 Su yolu kemeri; 8 Köprü; 35 Saray; 20 Kervansaray; 6 Mahzen ve 48 hamam inşâ ettiğini, çok az farklarla nakletmektedirler

Mimar Sinan’ın Kayseri’ye bağlı Ağırnas Köyü’nden olması hasebiyle de aslen Ermeni olduğu iddia edilmiştir; ancak bu iddia tamamen yanlıştır Zira Ermeniler, Devşirme Kanunu gereği, XVI Asra kadar Yeniçeri Ocağına alınmaktadırlar; Yavuz zamanında devşirmeden istisna edilmişlerdir Son zamanlarda bazı Ermeni yazarların, Osmanlı döneminde yaşamış meşhur simaları Ermeni diye vasıflandırmaları ideolojiktir Bazı Yahudi asıllı yazarlar, Mimar Sinan’ın Yusuf Sinan olduğunu iddia ederek aslen Yahudi olduğunu ileri sürmüşlerse de, bunu teyit edecek bir delil ve belge de yoktur Babinger ise, Sinan’ın Hristo isminde bir Rum genci olduğunu iddia etmektedir; yine elinde bir belgesi bulunmamaktadır Bir diğer görüş ise, Sinan’ın Hıristiyan bir Türk ailesinden geldiği yönündedir Bu görüşe göre, babasının adı Abdülmennân ve dedesinin adı da Doğan Yusuf’tur

Bize göre doğru olan, Sinan’ın, bir devşirme olduğu ve aslen Hıristiyan bir aileden gelse bile, sonradan hem Türkleşip ve hem de samimi bir Müslüman haline geldiğidir Er-Risâlet’ül-Mi’mâriyye’de Sinanı Kayserî diye anılmaktadır 1585 tarihli Sinan’a ait bir vakfiyede ise, kardeşlerinden birini Kayseri’den getirdiği ve Müslüman yaptığı kayd olunmuştur II Selim’in Karaman ve Kayseri’deki gayri müslimleri Kıbrıs’a nefyetmesi ile alakalı bir fermanı üzerine, Ağırnas Köyü mensuplarının bu karardan istisna edilmeleri için Mimar Sinan Padişah’a müracaat etmiş ve bu dilekçesi kabul edilmiştir

Sinan’ın nesli nereden gelirse gelsin, o kabiliyete sahip çıkarak onu Koca Sinan yapan Osmanlı Devleti’nin ilme ve teknolojiye saygı duyan zihniyetidir

Piri Reis Neden Katledildi?

Büyük Türk denizcisi ve coğrafyacısı Piri Reis’i idama götüren sebepler üzerinde durulurken farklı yorumlar yapılmakta, kimisi onun Hürmüz’de muhasarayı kaldırmak için Portekizlilerden rüşvet aldığını, kimisi devleti adına haraç ve hediye aldığını ve kimisi de bu para işinin imkansız olacağını belirterek stratejik sebeplere bağlı olarak muhasaradan vazgeçtiğini belirtiyorlar Büyük Türk denizcisi üzerindeki spekülasyonları gidererek sağlıklı düşünmek gerekiyor

Meşhur Osmanlı denizcilerinden olan Piri Reis, II Bâyezid devrinde (1494) devlet hizmetine giren Kemal Reis’in yeğenidir Piri Reis amcası Kemal Reis ile birlikte bir çok deniz seferlerinde bulunmuş, en son görev olarak 1547 yılında Kızıldeniz ve Hint sularında faaliyette bulunacak donanmanın amiralliği anlamına gelen Süveyş/Hint kaptanlığına getirilmiştir Bu tayinin sebebi Aden’in Portekizlilerin eline geçmesi idi

Piri Reis’in görevde bulunduğu dönem Portekizlilerin Hint sularında cirit attığı bir döneme rastlar 1543 yılında Süveyş tersanesini işgal ile Türk donanmasını yakmak isteyen Portekizlilerin teşebbüsleri akim kalacaktır Bu hareket esnasında Portekizliler Aden’i kısa bir süre zabtettilerse de Süveyş kaptanı Piri Reis’in bizzat donanması ile tazyiki neticesinde Aden kale ve limanı 1548’de Portekizlilerden geri alınmıştır

Piri Reis 1551’de otuz kadar gemiden oluşan Süveyş donanması ile Hint denizine çıkarak Cidde’de üç gün kalır Sonra Umman sahilini geçerek Arabistan yarımadasının güney doğusundaki Maskat’ı zaptedip Portekizlilerin yetmiş kadırgasıyla savaş ederek galebe çaldıktan sonra Hürmüz adasındaki Hürmüz kalesine kaçan düşmanı orada muhasaraya başladı; ancak bu muhasarayı geri çekti Çünkü Hint sularında bulunan bütün Portekiz filolarının birleşerek üzerine geldiği haberini almıştı Peçevi’ye göre kalenin fethi yakın iken Piri Reis Portekizliler ile muhasaranın kaldırılması üzerinde anlaşma yaparak onlardan devlet adına hediye ve haraç almıştır Hammer, aldığı hediyelere meftun olarak muhasarayı kaldırdığını, Katip Çelebi ise Hürmüz’e Portekiz yardım kuvvetinin gelmekte olduğu söylentisi üzerine Piri Paşa’nın muhasarayı kaldırmak mecburiyetinde olduğunu söyler Hammer, muhasarayı kaldırdıktan sonra Basra’ya geldiğinde Portekiz donanmasının Acem körfezini kapatmak için kendisine doğru ilerlediğini haber aldığını ve bunun üzerine sadece hazineleri yüklü üç kadırgayı yanına alarak ayrıldığını belirtir Muhasarayı kaldırmak için rüşvet aldığı yolundaki rivayete gelince düşmanları, mesela Kubad Paşa ve diğerleri tarafından yapılan asılsız bir itham olarak değerlendirilmektedir Piri Reis bu sıralarda 80 yaşına gelmiş bir ihtiyar ve hayli zengin bir kimse idi Bu bakımdan onun rüşvet aldığı iddiası söz konusu olamaz Ama onun, Osmanlı devleti adına haraç aldığı muhtemeldir

Muhasarayı niçin kaldırdığı sorusuna daha gerçekçi cevap Piri Paşa’nın askeri strateji gereği kaldırdığı söylenebilir Zira, Piri Reis burada bulunduğu sırada Portekizlilerin Basra körfezini kapamak istediklerini duyunca içerde mahsur kalmak istemeyerek donanma gemilerinin hepsini çağırmağa imkan olmadığından acele olarak kendisine tabi üç kadırga ile düşman gemileri gelmeden önce denize açılmıştır Gerek asker gerekse diğer gemiler Basra’dan çıkmamışlardı Bu şekilde yola çıkan Piri Reis bir gemisini de yolda Bahreyn adaları yakınında kaybettikten sonra 960/1553 yılında Süveyş’e ve oradan da Mısır’a geldi Piri Reis’in Basra’da bulunan donanması amiralsiz kalmış idi

Bu durum Piri Reis’in muhaliflerinin eline fırsat verdi Ülkenin menfaatlerini ayaklar altına almak ve Osmanlı donanmasını kaderine bırakıp kaçmakla suçlandı Halbuki Piri Reis seviyesinde tecrübeli bir kaptanın yeterli sebebler olmadan Osmanlı filosunu başka bir limanda bırakması mümkün değildir Piri Reis kendisine emanet edilen filonun hesabını padişaha vermek zorunda olduğunun idraki içindeydi Kuvvetli ihtimale göre Piri Reis kadırgalarını Portekizlilerin elinde bırakmadı Bu gemiler sefer esnasında topladığı ganimet mallarıyla ağızlarına kadar doluydu ve Portekiz donanmasının ani hücumuna maruz kalıp mağlup olduğu takdirde bu servetin ellerine geçmesini istemiyordu

Ancak Piri Reis’in muhalifleri seferin başarısızlıkla geçtiği konusunda Padişahı ikna edeceklerdir Piri Reis’in muhalifi olan Basra valisi Kubad Paşa Mısır valisine bir mektup yazarak kaptanı gammazlayacaktır Kaptan ile vali arasındaki husûmetin öncesi vardır Zira Piri Reis Hürmüz kuşatmasını kaldırdıktan sonra buradan Basra’ya geçerek vali Kubad Paşa’dan yardım istediyse de vali Müslümanlara zulmettiği ve mallarını yağmalattığı iddiasıyla Piri Reis’e yardım etmediği gibi mallarını da almak istemiştir Piri Reis Frenklere yardım ettiklerinden dolayı Hürmüz şehrini yağmalatmış idi

Mısır valisi Piri Reis’i orada alıkoyarak veya hapsederek seferin olumsuz neticesini bir ariza ile sadarete bildirdi Kanuni’nin cevabı Piri Reis’in idamı oldu Hürmüz muhasarasını kaldırması ve diğer gemiler ile askeri Basra’da bırakarak gelmesi vazifede ciddiyetsizlik ve donanmanın felaketine sebep olduğu şeklinde yorumlandı ve suçlu görülerek 1554 yılında Mısır divanında başı kesildi ve mallan müsadere edildi

Hatayı kabul etmeyen bir yönetim anlayışına sahip Osmanlı Devleti’nde Piri Reis gibi dünya çapında bir denizci de olsa affedilmiyor, gereken ceza uygulanıyordu Ancak şu var ki Kubad Paşa’nın Piri Reis’e şahsi düşmanlığının bu kararın verilmesinde önemli rol oynadığını da belirtmek gerekir

Kanuni Sultân Süleyman ve devrini kısaca anlatır mısınız?

Kanunî Sultân Süleyman devrine şarkiyatçı Ortalon’un söylediği şu sözlerle başlamak İstiyoruz: "Sultân Süleyman’ın eserleri bir sıraya konulsa, en alt katta muharebeleri, onun üstünde bıraktığı âbideler ve en üstte ise, kurmuş olduğu ilmî ve hukukî müesseseler gelir”

Yukarıda zikredilen özelliğinden dolayı Osmanlı tarihinde Kanunî; sadece Osmanlı Padişahlarının değil, dünyada görülen hükümdarların en muhteşemlerinden biri olması haysiyetiyle Batı âleminde Le Manifigue (Muhteşem) ve Grand (Büyük); şairlik mahlası olarak Muhibbi; 13 tane büyük gazaya fiilen iştirak etmiş olması hasebiyle Gâzî ve diğer Osmanlı Padişahlarına dendiği gibi bazan da Süleyman Şah denen Kanunî Sultân Süleyman, bir rivayete göre, 900/1494 yılında Hafsa Sultân’dan Trabzon’da dünyaya gelmiştir 926/1520 yılında ve 26 yaşında Osmanlı tahtına geçen Kanunî, 974/1566 tarihine kadar yani 46 sene Padişahlık yapmıştır

Kanuni Sultân Süleyman, evvela başına gaile çıkarmak isteyen, babası zamanında Şam Beylerbeyisi olan ve iktidar değişikliğinden istifâde ederek Melik Eşref unvanıyla hükümdarlığını ilan eden Canberdi Gazâli’yi 1521’de idam ettirdi Bu gaileyi bertaraf eden Kanunî, daha sonra meşhur seferlerinden 1 Seferi Hümâyûn’unu Belgrâd üzerine yaptı

1 Macar seferi veya Engürüs seferi de denen bu sefer neticesinde, sırasıyla Böğürdelen (Şabaç), Zemun ve Salankamin kaleleri fethedilmiş ve nihayet daha sonraları Dâr’ül-Cihâd adını alan Belgrâd, 927/1521’de feth olunmuştur Bu arada Yemen’de fitnelere yol açan İskender adlı şahıs, kendi adamları tarafından öldürülerek, 927/1521 tarihinden itibaren bu beldelerde de Osmanlı Sultânı adına hutbe okunmaya başlanmıştır

2 Seferi hümâyûnunu asırlarca haçlı ordularına karakolluk yapan Rodos ve adalar üzerine düzenlemiş ve 929/1522 yılının sonlarına doğru Bodrum, Tahtalı ve Aydos kaleleriyle birlikte İstanköy, Sömbeki ve Rodos adaları Osmanlı ülkesine katılmıştır Hıristiyanlığın İslâm âlemine karşı bir kalesi sayılan Rodos’un zabtı, Avrupa’da büyük bir hayret ve teessür uyandırmıştır Osmanlı orduları adaları fetihle meşgul iken Anadolu’da problemler çıkaran ve Yavuz tarafından Zülkadriye Eyâleti beylerbeyliğine getirilen Şehsuvaroğlu Ali Bey fitnesi de, Ferhad Paşa kumandasında gönderilen ordu ile 929/1522’de bertaraf olunmuştur Bu arada Mısır’da çıkan cüzi isyanlar da aynı yıl bastırılmış; vefat eden Hayır Bey’in yerine evvela Mustafa Paşa ve sonra da ikinci vezir Ahmed Paşa getirilmiş ve memlekette huzur ve âsâyiş sağlanmıştır 930/1523 yılında Şah İsmail’in Sultânı tebrik için elçi gönderdiğini ve aynı yıl kendisinin vefatı üzerine oğlu Tahmasb’ın yerine şah olduğunu da kaydetmek isteriz

3 Seferi hümâyûn, 2 Engürüs (Macaristan) veya Mohaç seferi olarak da bilinir Belgrat’ın alınmasından sonra Müslüman Türk akınlarına ma’rûz kalan Macaristan, Hırvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya, bu seferle önemli ölçüde Osmanlı topraklarına katılmıştır 932/1526 tarihinde Tuna nehri üzerinde bulunan Petro Varadin (Petervardin) kalesini fetheden Osmanlı orduları, daha sonra da sırasıyla Sirem muhitindeki kaleleri, İyluk ve beraberindeki on küsur kaleyi ve nihayet Drava nehri kenarındaki Ösek (Eszek) kalesini zaptetmişlerdir Kazanılan Mohaç zaferinden sonra, 932/1526 yılının Eylül’ünde Macaristan’ın başşehri olan Budin fethedilmiş ve bunu Segedin, Budin’in tam karşısında yer alan Peşte ve benzeri çevre şehirlerin fetihleri takip eylemiştir İstanbul’a Macaristan fâtihi unvanıyla dönen Kanuni, bu seferiyle Orta Avrupa’da dengeyi değiştirmiş ve artık Osmanlı Devleti’nin sınırları Avusturya ve Çekoslovakya’ya dayanmıştır

Ferdinand’ın tekrar Almanlardan destek alarak Budin’e yürümesi üzerine,

4 Seferi Hümâyûn’unu da Macaristan’a düzenleyen Kanuni, 936/1529 tarihinde Budin’i yeniden Osmanlı hâkimiyetine aldı ve yol üzerindeki Estergon’u ele geçirdikten sonra Ferdinand’ın gizlendiği Viyana’ya doğru yürüdü Netice alınamayan I Viyana Muhasarası, Alman ve Macarları tekrar ümitlendirdi

5 Seferi hümâyûnunu yeniden ümitlenen Alman Şarlken ve Macar Ferdinand üzerine yapmayı planlayan Kanunî, 938/1532 tarihinde başladığı bu seferinde, evvela Siklos (Şikloş), Kanije ve nihayet Viyana yolunu Osmanlı ordularına açan Güns kaleleri başta olmak üzere on beşten fazla kaleyi fethetmeyi başarmıştır Meydandan kaçan Şarlken ve kardeşi Ferdinand’a ağır nâmeier gönderen Kanunî, Budin’i geri aldığı gibi, Papoçe, Şopron, eski başkentlerden Gradcaş, Pojega, Zacisne, Nemçe ve Podgrad kalelerini aldıktan sonra, 939/1532 senesi Kasımında Almanlarla sulh yaparak İstanbul’a dönmüştür

6 Seferi hümâyûn, Irakeyn seferi veya İran seferi diye de meşhurdur Şarlken’den sonra Kanunî’nin ikinci büyük rakibi olan Şah Tahmasb, Bitlis hâkimini kendisine tâbi olması için zorluyor ve Osmanlı Devleti’nin başına doğuda gaileler açıyordu Osmanlı Devleti’ni Olama Hân ve Safevi devletini ise, Bitlis Hâkimi Şeref Hân tutuyordu 940/1533 yılında sefer, Veziri A’zam İbrahim Paşa komutasında başladı ve yol esnasında Adilcevaz, Erciş, Van ve Ahlat alındıktan sonra 941/1534 yılında Tebriz’e girildi Daha sonra aynı yılın Eylül’ünde Padişah da sefere katıldı ve Karahan Derbendi geçildikten sonra Hemedan ve Kasrı Şirin yoluyla Bağdat’a ulaşıldı 941/1534 Aralık ayında Bağdad direnmeden teslim oldu Kerkük ve Hille gibi Irak beldeleri Osmanlı ülkesine katıldığı gibi, Güney Irak, Kuveyt, Lahsâ, Katîf, Necd, Katar ve Bahreyn bölgeleri de Osmanlı Devleti’ne itaat edince bütün bunlar, Basra Eyâleti adı altında Osmanlı’ya bağlandı (2471538) Bu arada Barbaros Hayreddin Paşa, aynı yıl Tunus’u fethederek Osmanlı Devleti’ne bağlamıştı

7 Seferi hümâyûnda Venediklilerin üzerine gidilmiş, Korfu ve Otranto hücuma ma’rûz kalmışsa da, Venediklilerin sulh talebi ve Fransa Kralının da arzusu üzerine 1537 yılında İstanbul’a dönüldü Bu arada Doğu Hırvatistan’da Osiyek yakınlarındaki Vertizo’ya sokulan düşman askerleri yok edildi

8 Seferi hümâyûn Kara Boğdan yani Moldavya üzerine yapıldı 1538 yılında Kanuni Moldavya üzerine yürürken, denizlerde Hadım Süleyman Paşa, Süveyş’ten hareket ederek Yemen ve Aden’i almış ve Hindistan’daki Diu Kalesini kuşatmıştı Yine aynı yıl, Osmanlı Devleti’ne Batı Cezayir’i kazandıran Barbaros Hayreddin Paşa, Batılı donanmalara karşı kazandığı Preveze deniz zaferi ile Akdeniz’i bir Osmanlı Gölü haline getirmişti Kara Boğdan seferi de, her ne kadar sulh ile neticelendi ise de, hem Moldavya bölgesinde ve hem Tuna boyunda Osmanlı sınırları durmadan genişliyordu

9 Seferi hümâyûn, 1541’de yapılan Budin Seferi’dir Macaristan’da Osmanlıların himayesindeki Kral Yanoş Zapolya’nın ölümüyle (1540), Avusturyalı Ferdinand’ın buraları işgal etmek istemesi ve hatta Budin ve Peşte’yi kuşatması, Kanunî’yi tekrar bu bölgelere getirdi 1541 tarihli bu seferle artık Macaristan’ı Budin Eyâleti’nin bir parçası haline getirdi

Kısa bir süre sonra Ferdinand, Almanların desteği ile yine Budin ve Peşte’yi kuşattıysa da, Kanunî Sultân Süleyman 10 seferi hümâyûnu ile hem Ferdinand’ı ve hem de kendisini destekleyen Almanları, 1543 tarihinde geri çekilmeye ve Osmanlı Devleti’nden sulh andlaşması istemeye mecbur etti Bu sefer neticesinde Macaristan’ın dinî merkezi olan Estergon, İstolniBelgrad ile beraber iki mühim sancak merkezi olarak Budin’e bağlandı Peç ve Şikloş, geri alındı Yapılan andlaşmayı bütün Avrupa devletleri kabul etmek durumunda kalırken, Kanunî, tartışmasız "Cihan Padişahı" unvanını bu gaza ile kazandı İmparator sıfatı, sadece Muhteşem Süleyman için kullanılabilecekti

Muhteşem Süleyman, 11 seferi hümâyûnunu, Osmanlı Devleti’ni arkadan vurmayı âdet haline getiren İran’a yaptı Buna 2 İran Seferi de denir 15481549 yıllarında gerçekleştirilen bu sefer ile, Tebriz geri alındı 15531555 yılları arasında da 3 İran seferini ve genelde ise, 12 Seferi hümâyûnunu yaptı Buna Nahcivan Seferi de denmektedir 1554 Temmuz’unda Revan’a gelen Padişah, oradan Nahcivan’a giderek burayı feth eyledi Kuzey Azerbaycan üzerinden Güney Azerbaycan’a geçince, Şah sulh istedi ve ortalarda görünmeyince de Amasya’ya çekildi 1555 yılında Amasya’da imzalanan andlaşma ile Gürcistan paylaşıldı ve Irak’da eski sınırlar muhafaza edildi

Şehzade Mustafa ve Şehzade Bâyezid meseleleriyle yıpranan haşmetli Padişah, son büyük seferini, 1566 yılında Zigetvar’a düzenledi ve burada kuşatma sırasında 72 yaşında iken çadırında vefat etti

Yavuz döneminde 65 milyon km olan Osmanlı Devleti’nin toprakları, Kanunî devrinin sonunda en yüksek seviyesine olmasa da, 15 milyon km2ye yükseldi Osmanlı Devleti’nin sınırları içine, Avrupa’da bugünkü siyasi sınırlarla Eszak hariç Macaristan, Erdel (Romanya’da), Banat (Romanya ve Yugoslavya’da), Belgrad ve Voyvodana, Hırvatistan ve Slovenya ve daha nice yerler; Asya’da Rodos ve on iki ada, Arabistan, Batı Gürcistan, Doğu Anadolu’nun geriye kalan kısmı, himaye bölgeleri olarak, Yemen, Kuveyt, Bahreyn, Hadramut, Katar ve daha nice yerler; Afrika’dan Eritre, Cibuti, Somali, Habeşistan’ın önemli bölgeleri, Libya, Tunus, Çad ve Büyük Sahra’nın bazı kısımları dâhil olmuştu Kısaca "Bir sultânı azîm’üşşan idi ki, her hıttada hutbesi yürür ve bin bir kal’ada nevbeti vurulurdu"

Netice olarak Kanunî Sultân Süleyman devri, hem devletin sınırlarının genişlemesi yani siyâsi ve coğrafi açıdan ve hem de ilim, kültür, hukuk ve maliye gibi konular açısından, Osmanlı Devleti’nin zirvelere yükseldiği bir dönemin kısa adıdır

Kanunî Sultân Süleyman, hem büyük bir asker, hem kudretli bir idareci ve hem de eşine ender rastlanır bir devlet teşkilâtçısı idi Bu dehâsını, Fâtih zamanında hazırlanan teşkilât kanunlarını geliştirerek ve kısmen de değiştirerek gösterdi Denilebilir ki, Osmanlı Devleti’nin siyâsî, kültürel, sosyal, iktisadî, adlî ve kısaca her çeşit yapılanması, Kanunî devrinde zirvesine yükseldiği gibi, devletin merkezî ve taşra teşkilâtı da bu dönemde zirveye yükselmiştir Bunu, hazırlattığı kanunnâmelerde görmek mümkündür

Kanuni devrinin zirveye yükselmesinde katkısı bulunan Sadrazamlar arasında Pîrî Mehmed Paşa, Lütfi Paşa ve Sokullu Mehmed Paşa’yı; Şeyhülislâmlar arasında Zenbilli Ali Efendi, Kemal Paşazâde, Çivizâde ve özellikle de Ebüssuud Efendi’yi; diğer devlet adamları arasında Barbaros Hayreddin Paşa, Koca Nişancı Celâlzâde Mustafa, Şeydi Bey ve Ca’fer Ağa’yı; ilim ve maneviyât erbabı arasında ise, Nakşibendi Tarikatının reislerinden Hâce Mahmûd Bedahşî, Şeyh Bâli Efendi, Hâce Derviş Mehmed Efendi, Molla Abdüllatif Efendi ve Kadizâde Acem Efendi’yi zikredebiliriz Ancak büyük zatlar bunlardan ibaret değildir

ZEVCELERİ:

1- Hürrem Haseki Sultân; Kanunî’nin nikâhına aldığı ve aslen Ukran bir Ortodoks rahibin kızı yahut Fransız veya İtalyan olduğu hususunda iddialar bulunan câriyedir Şehzade Mehmed ve Selim’nin annesi

2- Mahidevran Kadın; Abdullah kızı ve Şehzade Mustafa’nın annesi

3- Gülfem Hâtûn; Cariyelerden ve Şehzade Murad’ın annesi

ÇOCUKLARI:

1- Şehzâde Sultân Mahmûd Hân

2- Şehzâde Sultân Mustafa Hân

3- Şehzâde Murad

4- Şehzâde Sultân Mehmed Hân

5- Şehzâde Abdullah

6- Mihrimah Sultân

7- Şehzâde Sultân Selim Hân II

8- Şehzâde Sultân Bâyezid Hân

9- Fatma Sultân

10- Râziye Sultân

11- Şehzâde Sultân Cihangir

12- Şehzâde Orhan

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #10
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Kanunî Sultân Süleyman’a Kanunî denmesinin sebebi nedir? Bazı kimseler, şer’i şerifi terk ederek Avrupa’dan kanunlar almasından dolayı bu isimle yâd edildiğini söylemektedirler Bu iddianın aslı nedir?

Hem ilim adamlarımızdan ve hem de diğer okuyucularımızdan aldığımız bir önemli soru, üç ciltte toplam 200’e yakın kendi devrinde hazırlanan Kanunnâme neşrettiğimiz Sultân Süleyman’ın "Kanunî" unvanıyla alakalıdır Bir kısım okuyucular, doğrudan bu unvanın verilişinin sebebini sorarken, bir kısmı da, "islâm hukuku yani şer’î hukukun hükümlerini bir tarafa bırakıp kendi iradesiyle kanun yaptığından dolayı mı bu unvanı almıştır?" diye soruyorlar Hatta bir kısım okuyucularımız, büyük İslâm âlimlerinin bu meseleden dolayı, Kanunî’ye diğer Padişahlar gibi sıcak bakmadıklarını ifade ederek Osmanlı Kanunnâmelerinin I Cildinde naklettiğimiz ve uzun uzadıya izahını yaptığımız Zenbilli Ali Efendi’ye ait şu hakikatli fıkrayı dile getirmektedirler:

"Sultân Süleyman Kanunî, kesretli Kırkçeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: Hilâfı şerîat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir pisledin ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse, yüz senede temizleyemez"

Bu suallere kısa da olsa cevap vermek, yerinde olsa gerektir

Evvelâ, şunu belirtelim ki; Sultân Süleyman’a "Kanunî" unvanının verilmesinin asıl ve birinci sebebi, Fâtih, II Bâyezid ve Yavuz zamanında, İslâm Hukukunun ülü’lemre tanıdığı sınırlı yasama yetkisi kullanılarak hazırlanan ve daha evvel neşrettiğimiz Kanunnâmeler tedvîn edilmiş olsa da, İslâm ve dolayısıyla Osmanlı Hukuk tarihinde, sınırlı yasama yetkisini kullanarak en çok ve en muntazam kanunların, Sultân Süleyman zamanında tedvîn olunmasıdır Gerçekten de, en çok ve en derli toplu kanunlar, gelmiş geçmiş Padişahlar içinde, Sultân Süleyman zamanında hazırlanmıştır Nitekim onun devrinde hazırlanan kanunnâmelerin, 12 ciltlik Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizin üç cildini teşkil etmesi ve 200’den fazla muntazam Kanunnâmenin bulunması da, bu dediklerimizi te’yîd eylemektedir

Saniyen, bir kısım büyük İslâm âlimlerinin fevkalâde bir latife üslûbu içinde de olsa, Avrupa’dan bazı kanunları getirdiği için Sultân Süleyman’ı tenkit etmeleri, onun bu unvanının, şer’î kanunlara aykırı ve kendi iradesiyle bazı Avrûpâî kanun vazr etmesinden kaynaklandığı kanaatini, bazı ehli imânda doğurmuş bulunmaktadır Hemen şunu ifade edelim ki, Zenbilli’nin biraz evvel naklettiğimiz sözü, bir lâtifedir; ancak bir hakikati da tazammun etmektedir O hakikat da şu olsa gerektir: Kanunî Sultân Süleyman, açıktan şerîata aykırı kanunlar hazırlatmamıştır; ancak şer’îliği tartışmalı olan bazı meselelerde, Ebüssuud gibi, büyük İslâm hukukçularının fetvalarına dayanarak ve İslâm Hukukunun kendisine tanıdığı sınırlı yasama yetkisini kullanarak, kanun hükümleri ortaya koydurtmuştur İslâm Hukukunda râcih kavil vardır; mercûh kavil vardır Sultân Süleyman, bazı konularda, asrın maslahatlarını da göz önüne alarak, Ebüssuud gibi âlimlerin kanaatiyle, mercûh yani zayıf olan görüşü, râcih yani kuvvetli olan bir görüşe tercih yolunu ihtiyar eylemiştir Şerlliği tartışılan bu meseleler arasında, asrımızda bir kısım insanlarımızın, meselenin aslını bilmeden "Osmanlı Devleti’nde de faiz vardı" demelerine sebep teşkil eden "mıTâmelei şer’îyye" mevzuu; mîrî arazinin ve icâreteynli vakıfların sınırsız süreli kira akdiyle işletmeye verilmesi; bazı esaslarının şerîata açıkça aykırı olmayacak şekilde Avrupa esnaf kaidelerinden alınmış olması mümkün olan gedik müessesesi; kalpazanlar, cinsî sapıklar ve benzeri cemiyet hayatını bozan suçları işlemeye devam edenlerin ta’zir bilkatl yetkisine dayanılarak idam edilmesi ve irsâdî vakıflar da denilen tahsisat kabilinden vakıflar bulunmaktadır Bütün bunlarda, tamamen müftülerin fetvalarına dayanan Sultân Süleyman’ın açıkça şerîata muhalif bir hükmü kanun haline getirttiği söylenemez Ancak zayıf görüşlerin kabulü; zaruret veya âmme maslahatı gibi esâsları bazan bilmeyerek veya ilim adamlarının vasıtasıyla suiistimal ettiği ve dolayısıyla zımnen şer’î hükümlere aykırı davrandığı da muhtemel ve mümkündür; zira Kanunî ma’sûm değildir

Şunu da hatırlatalım ki, tatbikattaki gayrı meşru1 tasarrufları, Osmanlı Hukukuna mal etmek mümkün olamaz

Bütün bunları yaparken de, şerîata karşı muhalefet olmaması için titiz davrandığını; manevî mes’ûliyetten kurtulmak gayesiyle, vefatı anında Ebüssuud’dan aldığı fetvaların kendisiyle beraber defnedilmesini vasiyet eylediğini ve en önemlisi de kendi devrindeki kanunları kendisi değil, zamanındaki Ebüssuud gibi İslâm âlimlerinin hazırladığını da burada hatırlatmak istiyoruz

Şunu da hatırlatalım ki, bu sayıları 200’ü geçen Kanunnâmeler, Osmanlı Hukuk sisteminin tamamı değildir Belki %10’u bile değildir Zira Osmanlı Hukuk sisteminin %90’ı, fıkıh kitaplarında ifadesini bulan şervî hükümler yani şerfattır Kanuni döneminde de durum böyledir

Üçüncü olarak, Kanuni unvanının verilmesine sebep, kanunların hiç bir fark gözetilmeksizin herkese âdil bir şekilde onun zamanında tatbik edilmesindendir Nitekim Kanunnâmesinde yer alan şu madde bu konuda iyi bir delil teşkil eder:

"Cinayetler karşılığında vaz’ olunan cezalar konusunda kaide sabit oldu ki, sipahi, ra’iyyet, şerif, vazî’, denî ve mücrim arasında müşterektir ki, her kim ki bu suçlardan birisi ile mücrim ola, mukabelesinde ta’yin olunan ceza ile cezalandırılır"

Kanuni zamanında ve diğer dönemlerde Osmanlı Devleti’nin resmi hamr adıyla şaraptan vergi aldığını ve hatta bazan meyhane resminin de alındığını görüyoruz Acaba içki caiz mi görülmektedir ki, bu çeşit resimler alınmaktadır? Bazı kimselerin Kanuni’ye isnad ettiği içki içtiği iddiası doğru mudur?

Kanuni, içki içmeyen ve bilakis takva ile hayatını devam ettiren bir devlet adamıdır Bu konu, İslâm hukukundaki hükümler bilinmeden istismar edilen bir konudur Meselenin esası da şudur:

A) İslâm Hukukuna göre sarhoşluk veren bütün içkiler haramdır ve Osmanlı Devleti de bu yasağı şiddetle uygulamıştır Ancak gayri müslim vatandaşların belli kayıt ve şartlar altında kullanmalarına müsaade edilmiştir Bu sebeple, İslâm Hukukunun getirdiği şartlar dahilinde Osmanlı ülkesinde de hamr ve benzeri içkiler satılabilecek ve gayri müslimler tarafından kullanılabilecektir Hatta devletin sınırları içinde, gayri müslimlerin eğlenebilecekleri ve içki içebilecekleri meyhaneler de açılabilecektir Bütün bunların tek şartı, Müslümanlara zarar verir hale gelmemesidir Mesela ancak nüfusunun kahir ekseriyeti gayri müslim olan mahallelerde satılabilmekte ve meyhane açılabilmektedir Osmanlı Devleti’nde Müslümanların ve gayri müslimlerin mahallelerinin ayrı ayrı olmasının bir sırrı da budur

B) Müslümanlar için caiz olmasa da, gayri müslimler için belli şartlarla serbest bırakılan içki ve domuz gibi mallardan (gayri müslimlere göre maldır; Müslümanlara göre mal kabul edilmemektedir), İslâm devleti vergi alabilecektir Özellikle Hanefi hukukçuların içtihadı bu şekildedir İşte Osmanlı Devleti de özellikle İmam Züfer’in içtihadını esas alarak, gayrı müslimlerin ürettikleri şaraplık şireden ve hamr ve benzeri içkilerden şire resmi veya hamr resmi denilen bir vergi almıştır 1591 yılından itibaren içkiden alınan vergiye zecriye resmi denmiştir Nitekim Osmanlı Devleti domuzlardan da resmi hınzır veya canavar adıyla vergi almıştır

C) İçkiden alınan bu vergiler Hamr Emâneti Mukata’atı denilen bir maliye dairesi tarafından tahsil edilmiştir Hatta Kanuni Sultân Süleyman, gayri müslimlerce açılan meyhanelere Müslümanların da gitmesinden ve de bazı Müslümanların yasak olarak içki kullanmaya başlamasından dolayı, Hamr Emâneti Mukata’asını kaldırmış, Osmanlı sınırlarına sokulan içkilere ve bunların üretimine ciddi yasaklar getirmiştir Bu arada içki içildiği ve gayri meşru fiiller yapıldığı gerekçesiyle bütün meyhaneler ve kahvehaneler kapatılmıştır Ancak daha sonra bu yasaklar II Selim zamanında kaldırılmış ve gayri müslimlere müsaade edilmiştir III Selim zamanında yeniden tanzim olunan zecriye resminin tahsili de yeni esaslara bağlanmıştır

D) O halde Osmanlı Devleti’nde hamr ve benzeri içkilerden vergi alınması veya bu vergilerin tahsili için maliye daireleri teşkil olunması yahut da gayri müslimlere meyhane açmaya ve içki ticâreti yapmaya müsaade edilmesi, Müslümanların ve hele hele içkiyi gayri müslimlere bile yasaklayan Kanuni gibi bir devlet adamının içki içmesi manasına gelmez ve böyle bir iddia kesinlikle doğru değildir

Osmanlı Devleti’nin Arapları zorla hâkimiyeti altına aldığı ve onları sömürdüğü iddia edilmektedir Bu iddiaların aslı ve esası var mıdır?

Maalesef bu tür iddialar, ilmî olmaktan ziyade siyasîdir Osmanlı Devleti’nin idaresi altında asırlarca yaşayan topraklar üzerinde iktidarı elinde bulunduran siyasî güçler kendi suiistimallerini örtmek için böyle bir propagandaya baş vurmaktadırlar Osmanlı Devleti, zorla ve zulümle hâkimiyetini mazlum milletlere kabul ettiren bir imparatorluk değildir Belki, Müslümanların ve gayrimüslimlerin, eski tâbirle istimâlet ile yani kendi meyil ve arzularıyla, adaletinden ve huzurundan istifade etmek gayesiyle hâkimiyeti altına girmeyi arzuladıkları ve vardıkları her yere i’lâyı kelimetullah gayesiyle ayak basan bir İslâm devletidir Altı yüz sene yaşayan bir devletin elbette haseneleri de seyyieleri de olacaktır Ancak kaderi ilâhinin bu kadar uzun seneler yaşamasını takdir ettiği bu devletin, hasenatı herhalde seyyiâtına gâlibdir Balkanlardaki bazı Hıristiyan gruplara, kiliselerde yaptıkları âyinlerde papazlar tarafından şöyle duâ ettirildiğini, Amerika’da araştırma yapan bir arkadaşım, kilise kayıt defterinin orijinalinden bir müzede bizzat okumuş ve bize nakletmişti "Ya Rab! Bize de Osmanlı hâkimiyetinin altına girmeyi nasib et ki, dinimizi huzur içinde yaşayalım" O halde Osmanlı Devleti, kılıca dayalı ve sömürgeci bir imparatorluk değil, eşine tarihte ender rastlanacak olan bir İslâm devletidir Burada Muhammed Abduh’un şu sözlerini zikr etmeden geçemeyeceğiz (Padişah Abdulhamid’e yazdığı bir layihada diyor):

"İtikad ediyorum ki, bu zamanda imanın şartlarının birincisi Allah’a imandır İkincisi Peygamber’e imandır Üçüncüsü de, Osmanlı Devleti’nin bekasına imandır Zira bu devlet yıkılırsa, Alemi İslâm perişan olacak ve sahipsiz kalacaktır"

Mesela Kuzey Afrika’da, XVI asrın ilk çeyreğinde Mağrib ülkeleri Hıristiyan istilasına maruz kalmış ve kendi devletleri zayıf düşmüştür Bir tımarlı sipahinin çocukları olan Oruç Reis ve Hızır Reis de, bu bölgeye Fâtih zamanında gelmişler ve yerleşmişlerdir Bahadır kardeşler, kısa zamanda Hıristiyanları durdurma ve iç ihtilafları önlemek üzere gayret göstermişler ve bunda da muvaffak olmuşlardır Avrupalılar’ın Mağrib Müslümanlarını canavar gibi parçalamayı beklediğini çok iyi bilen Cezayirli Müslümanlar ve bunları birliğe davet eden Oruç ve Hızır kardeşler çareyi Osmanlı Sultânı Yavuz Sultân Selim’e mektup yazmakta bulmuşlardır Mektubun gayesini tek cümleyle özetlemek mümkündür;

"Biz Osmanlı Devleti’ne tâbi olmayı ve o devletin bir vilayeti olarak kalmayı istiyoruz Mümkünse Hızır Reis’i de bize Beylerbeyi (vali) olarak tayin ediniz"

Kuzey Afrika veya bir diğer adıyla Mağrib yani Batı Arap Aleminin Yavuz’a ve Kanunî’ye mektuplar göndererek, Osmanlı Devleti’nin şemsiyesi altına girmeyi can ü gönülden istedikleri gibi, Muhammed Harb ve Abdülcelil EtTemîmî’nin konuyla ilgili araştırmaları, Ortadoğu’daki Araplar açısından da durumun aynı olduğunu ortaya koymaktadır:

Evet! Doğudaki Araplar da tıpkı Mağrib’dekiler gibi, Osmanlı Devleti’ni davet etmişler ve onlara merhaba demişlerdir Bu durum, Mısır fethinden kısa zaman öncesinden değil, belki çok daha evvel başlamıştır Özellikle Mısır’daki Müslüman ahali, İslâm’ı tatbik eden kuvvetli bir devlete tabi’ olmayı başından beri istemektedir Ortadoğu’daki Araplar, tıpkı Mağribliler gibi, Osmanlı Devleti’ni, kendilerini Memlüklü devletinin zulmünden kurtaran bir kurtarıcı olarak görmüşlerdir

Abdullah bin Rıdvan "Tarihi Mısır" adlı eserinde, Mısır âlimlerinin, Mısır’a gelen Osmanlı sefiriyle gizliden gizliye görüştüklerini ve ona Sultân Gavri’nin şervi şerife muhalif hareket ettiğini şikâyet ettiklerini ve kendilerinin Osmanlı sultanının Mısır’ı fethetmesini beklediklerini ifâde eylediklerini kaydetmektedir Suriye bölgesi de Mısır’dan farklı değildir Mısır’dan yola çıkarak Şam’a gelen ve oradan da Haleb’e varan Kansu Gavri’nin Haleb girişinde, çocukların "Yüce Allah sana yardım eylesin ey Sultân Selim" sesleriyle şaşkına döndüğünü tarihçiler kaydetmektedir

Burada Halep âlimleri, kadıları ve halkın ileri gelenleri tarafından kaleme alınan ve Yavuz Sultân Selim’e takdim edilen bir arîza yani dilekçeyi de değerlendirmek istiyoruz Muhammed Harb tarafından özeti Arapça’ya tercüme edilen bu belgenin aslı, Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır Gerçekten Yavuz’un seferi öncesinde, Halep’te âlimler, kadılar, a’yânlar, eşraf ve ileri gelenler bir araya gelmişler ve kendi durumlarını aralarında tartışmışlardır Neticede dört mezhebin kadısının ve şehrin ileri gelenlerinin, bütün halka vekâleten bir arîza yazmalarını ve arızada Osmanlı Sultânı Selim’e hitaben istediklerini dile getirmelerini kararlaştırmışlardır Alınan kararlara göre, Suriye halkı Memlûklu zulmünden bıkmıştır Memlûklu idarecileri şervi şerife muhalefet etmektedirler Sultân Selim, Memlûklu saltanatına son vermek isterse, Suriye halkı kendisine hoş geldiniz demeye hazırdır Kendisini karşılamak üzere Anteb’e kadar geleceklerdir Bununla da yetinilmeyerek Yavuz’dan güvenilir bir vezirini kendilerine idareci olarak göndermesi istenecektir Nitekim Şah İsmail’e açıkça destek verdiğinden dolayı, Osmanlı hukukçuları, Memlüklülere harp açılabileceğine dair fetvalar neşretmişlerdir Bu fetvaları Ali’nin Tarihinde görmek mümkündür

Mazide İslâm’ın iki bahadır kahramanı Araplar ve Türkler, elele vererek, Kur’ân’ın sadâsını aktârı âlemde en yüksek gür sadalanyla herkese duyurmaya çalışmışlardır "İnşâallah yine, Araplar, ümitsizliği bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesânüd ve ittifak ile elele verip, Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edeceklerdir"

Yavuz Sultân Selim’in Doğuda bağımsız bazı küçük Kürt Devletlerine müsaade ettiği ve asırlarca bu devletlerin varlığını sürdürdüğü iddia edilmektedir Osmanlı Devleti’nin Doğuda kurduğu idare tarzı nasıldı ve bu iddialar doğru muydu?

Bu iddia, Osmanlı Devlet teşkilâtını bilmemekten ve konu ile ilgili bazı belgeleri yanlış yorumlamaktan kaynaklanmaktadır Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti’nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu Ancak Osmanlı Devleti, bugünün Amerika’sı gibi, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idaresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idare tarzlarına tabi tutuyordu Yani eyalet ve sancakların İstanbul’a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi’nden sonra Doğu Anadolu’da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dahil olmak üzere bütün Doğu Anadolu’da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti Kanunî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van’da ayrı bir eyâlet daha teşkil olundu

Doğu Anadolu’daki sancakları, idare tarzı açısından, her iki eyâlette de, üç ana guruba ayırmak mümkündü Bunları kısaca özetlemekte yarar görüyoruz

Birinci gurup, klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi Yani Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerinde tatbik edilen idare usulü burada da cari idi Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin olunurlardı ve herhangi bir imtiyaza sahip değillerdi Bu sancaklar tımar sistemine dahildi Diyarbekir ve Van eyaletlerindeki bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir Diyarbekir Eyâleti’nde merkez Amid, Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişkezek sancakları ile Van Eyaleti’ndeki Erciş ve Adilcevaz sancakları, bu tür sancakların başlıca örneklerini teşkil ederdi

İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve has şeklinde tevcih edilmiştir Bunlara Ekrâd Sancakları da denir Hatta Kürdistan Eyâleti sancakları da denmektedir Bunlar klasik Osmanlı sancaklarından farklıdırlar Zira sancakların idaresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim olagelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hanedanlara terk edilmiştir Hayat boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğullan veya diğer yakınlarından biri geçmektedir Devlete ihanet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler Seferde Beylerbeyi’nin hizmetine girmekle mükelleftirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir Arazîleri tımar nizâmına tabidir İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaleti’ne bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siirt ve Atak Diyarbekir’e bağlı bu tür sancaklardandırlar Müküs ve Bargiri de Van’a bağlı bu tür sancaklardandırlar

Üçüncü gurup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır Bunların idaresi, fetih esnasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir Sancakbeylerinin tayinine merkezî idare asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnâmeler gereğince, bunlar azl ve nasb edilemezler Arazîsinde tımar nizâmı cari değildir Dahilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hariçte yani askeri ve siyasi alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler Diyarbekir eyâletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmûdi sancakları bu mahiyette Osmanlı Sancaklarıdır Yani bunlar, bağımsız birer devlet tarzında değil, sadece icranın başı olan beyin tayini ile arazinin statüsünün tesbitinde müstakil yetkilerle donatılmışlardır Zaten toprak itibariyle de, Diyarbekir veya Van Eyâletinin içine serpiştirilmişlerdir

Kısaca özetlediğimiz bu sistem, daha ziyade Doğu Anadolu’da uygulana gelmiştir Sebebi bu bölgede daha önce müstakil veya İran’a bağlı beylerin fetih esnasında Osmanlı Devleti’ne sadakat göstermeleri ve en önemlisi de, hem itikadî açıdan ve hem de amelî açıdan, Osmanlı Devleti ile aralarında herhangi bir farkın bulunmamasıdır Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen bu sancakların durumu, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve Tanzîmât dönemine yani 1840’lara kadar bu hal aynen devam etmiştir

Yavuz’un Kürtleri katliama tabi tuttuğu ve hatta onlar hakkında ağza alınmayacak ifadelerle dolu olan bir dörtlüğü olduğu doğru mudur?

Bu iddianın tam tersi doğrudur Yani Yavuz olmasaydı, bugün Doğu Anadolu’daki ehli sünnet olan Kürtler, Şî’a’nın tasallutu altında olurlardı Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu ile alakası, XV yüzyıla kadar uzanır Ancak bölgenin Osmanlı Devleti’ne ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı, 1514’de kazanılan Çaldıran Zaferi’nden sonradır

Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran’da kısa bir zamanda Safevî Devletini kurmuş ve Doğuda hem Osmanlı Devleti için ve hem de âlemi İslâm’ın birlik ve beraberliği için, hem siyasî ve hem de dinî açıdan tehlike arz eder hale gelmiştir Şehzade Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi iken fark etmiş ve babasını İstanbul’da ikaz dahi eylemişti Fakat, II Bâyezid, tedbir alamamanın yanında, Şiilerin tahrikiyle çıkarılan Şah Kulı isyanını da önleyememişti Anadolu’yu Şiîleştirme hedefini güden ve her geçen gün bu hedefine daha da yaklaşan Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu

Nihayet Yavuz Sultân Selim Padişah olunca, şuurlu âlim İbni Kemal’in de yerinde ikazlarıyla, hem İslâm birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti Allah’ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail’in Anadolu üzerindeki siyasî ve dinî emellerine son verildi Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen Sünnî olan ve gazada Yavuz Selim’in yanında yer alan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı Anadolu’nun ve hatta Musul ve Kerkük civarının da Osmanlı Devleti’ne katılması gerekiyordu Bu iş nasıl yapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu mümkün değildi Zira bunlar da hem Müslüman ve hem de ehli sünnet velcemaat idiler Bununla beraber, bu bölgenin kendi başına kalması, hem mahallî halkın güvenliği açısından tehlikeli ve hem de Osmanlı Devleti’nin de Müslüman bir ülke olması; İslâm’ın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasî ve hukukî açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslâm birliğinin teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket edilemeyeceği ortadadır

İşte bu hakikati idrâk eden Kürt ve Türkmen Beyleri, istimâlet ile yani kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlı Devleti’ne itaat etmenin zaruretini anlamışlardır Büyük âlim İdrisi Bitlisi tarafından Padişah’a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişti

Osmanlı Devleti’nin değişmeyen siyâsetinin kaynağı ve dayandığı hukukî temeli, İslâmiyetin getirdiği hükümlerdi Osmanlı Devleti, Kur’ân, sünnet, icmâ’ ve kıyas yoluyla vaz’ edilen hukukî hükümler yanında, İslâm hukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve âdetlerine de hürmet gösteriyordu Bu sebeple, Osmanlı Devleti’ne tâbi’ olan bir Müslüman beylik, dâhilde ve hâriçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu Mesela, Doğudaki Kürt ve Türkmen Aşiretleri, Osmanlı Devleti’ne iltihak etmekle bir şey kaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı İşte Osmanlıya bağlılığın sırrı burada yatıyordu Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı Devleti sahip olduğu topraklar üzerinde, ırka ve maddî sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu Zira topraklarının dahilinde bulunan her yer dâr’ülİslâm sayılıyor ve bütün Müslüman ahali de bu ülkenin aslî vatandaşı kabul ediliyordu Zaten Osmanlıyı Avrupa’dan ayıran en önemli hususiyet de buydu Osmanlı topraklarında yaşayan insanların arasında düşünülebilecek en önemli farklılıklar, bazı örf âdetlere münhasırdı Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün Müslüman Osmanlı ahalisi, yemede, içmede ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tabi’ oldukları için, aralarında ihtilafa vesile olacak ciddî bir şey mevcut değildi Mesela, Müslüman Türklerle Kürtler arasında mevcut olan bazı ufak ve önemsiz farklılıklar dışında, aralarında dinî, ahlakî, kültürel ve coğrafî çok büyük azamî müşterekler vardı Bu sebeple de, Doğu Anadolu’nun siyasî, dinî, kültürel ve idarî bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması çok zordu

Çaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultân Selim, kendisine Doğu Anadolu’nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur âlim ve tarihçi İdrisi Bitlisî’ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti’ne ilhakı için vazife veriyordu Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslâm birliğinin zaruretine inanan başta Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısnı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden II Halil, İmâdiye Hâkimi Sultân Hüseyin olmak üzere 2530 tane Kürt beyi (ümerâyı ekrâd), Osmanlı Devleti’ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdi Şah İsmail’in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdrisi Bitlisî kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hâdiseden önce Şiflerin Diyarbekir’i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultân Selim’e tarihçe müsellem olan tarihî arîzayı, yardım talep etmek ve Osmanlı Devleti’ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiyle göndermişlerdir

"Can ü gönülden İslâm Sultânı’na bî’at eyledik, İlhâdları zahir olan Kızılbaşlar’dan teberri eyledik Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehli sünnet mezhebi ve Şafii mezhebini icra eyledik İslâm Sultânı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahı’nın yollarını bekledik

Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz Sizin inayetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir Sünnetullah bizde böyle câri olmuşdur"

Bu mektûb üzerine Konya Beylerbeyisi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdrisi Bitlisî’nin manevî yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, Şah İsmail’in Diyarbekir’i muhasara altına alan ordularını tarumar eylemiştir XX asrın İdrisi Bitlisî’si olan Bediuzzaman 1910’larda Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor:

"Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz İyi evlâd böyle olur İttifakta kuvvet var, ittihâdda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selâmet var İttihadın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir"

Diyarbekir’in Safevî Devleti’nden alınmasından sonra Kürt Beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük âlim İdrisi Bitlisî, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğudaki Kürt ve Türkmen Beylerinin Osmanlı Devleti’ne itaatlerini temin eylemiştir

İdrisi Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beğierin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti’ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultân Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir Mektubunun başında Diyarbekir Vilâyeti’nin sulh ile ve istimâlet yolu ile fethine vesile olduğu için İdrisi Bitlisî’ye teşekkür eder Sonra da manevi takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddî hediyeleri zikreder Osmanlı Devleti’ne kendi arzularıyla tâbi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların mikdarlarını ve tahrîrî bilgileri hazırlamasını emreder Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa’ya beyaz hükmi şerifler gönderdiğini ve Osmanlı Devleti’ne bundan sonra da tâbi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kâğıtlar kullanılarak onlara berâtlarının yazılmasını emreder Yani bugünün vilâyetleri ve hatta devletleri, kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı Devleti’ne bağlanmaktadır Devlete bağlanan beyler arasında ihtilaf ve ihtilal vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını ve in’âm ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister

Mektubun sonuna doğru, Anadolu’yu şnieştirmek isteyen Şah İsmail’in kendisine elçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icab ettiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir

Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle elde edilemeyecek zaferlere ulaşıldı Şark diye adlandırabileceğimiz ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük’den itibaren Kuzey Irak ve Haleb’i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı Devleti’ne iltihâk eylemiştir Bu iltihâklardan bazılarını beraber görelim:

1) Kürt ve Türkmen beylerinden istimâlet ile kendi meyil ve arzuları ile itaat eden 25’den fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır: Bitlis Hâkimi Emir Şerefüddin; Hizan Meliki Emir Davud; Hısnı Keyfâ Emîri Melik Halid; İmadiye Hâkimi Sultân Hüseyin; Cezire Hâkimi Şah Ali Bey; Çemişgezek Hâkimi Melik Halil; Pertek Hâkimi Kasım Bey Ayrıca Şuran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Garzan, Palu, Siirt, Meyyafarakin, Sason, Sincar, Çermik, Malatya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdeki aşiretler de arka arkaya Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişlerdir

2) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi iradeleriyle Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişlerdir Aralarında İbni Harkuş, İbni Said, Benî İbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz’a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı’nda bulunan şu itâ’at mektubu çok manidardır:

"Bizler, canlarımız, mallarımız, iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz İslâmı tatbik ve adaleti te’sis için sizin hâkimiyetinizi zaruri görüyoruz"

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #11
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Yavuz Sultân Selim’in sol kulağında küpe bulunan bir resmi mevcuttur Bu doğru mudur?

Konuyu bir kaç açıdan ele almakta yarar vardır:

1) İslâm Hukukuna göre kulakların küpe takılmak üzere delinmesi ve küpe takılması, kadınlar için caiz görülmüş; ama erkekler için caiz görülmemiştir Bazı hukukçular, erkek çocukların da kulaklarının delinebileceğini ve bu tür bir olayın Hz Peygamber zamanında yapıldığı halde yasaklanmadığını ileri sürmektedirler Her hal ü kârda ergen erkeklerin kulaklarını deldirmeleri ve küpe takmaları, çoğu hukukçulara göre haram ve bazılarına göre ise mekrûhdur; yani kısaca caiz değildir

İşte bu şerl hükmü bilen Yavuz Sultân Selim’in kulağını deldirip küpe taktığına ihtimal dahi vermiyoruz Zira Yavuz, Mısır Seferi dönüşünde oğlu Süleyman’ın süslü elbiselerini görünce, ’Bre Süleyman, sen böyle giyinirsen, anan ne giysin?’ dediğini biliyor ve onun şahsî hayatında sade ve süsten uzak olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz Yavuz, süs ve ihtişamdan hoşlanmayan bir Padişahtır Doğru olan resimlerinde, pala bıyıklar vardır; ancak küpe yoktur

2) Şu anda Topkapı Sarayı’nın Portreler Bölümünde 17/66 numara ile 70 x 65 cm ebadında bulunan küpeli Yavuz Portresi ile Macar bir ressama ait olduğu söylenen küpeli resme gelince; Evvela, Yavuz’un minyatürlerde ve elimizde bulunan resimlerinde, bunun gibi küpeli olan üçüncü bir resmi bulunmamaktadır Kaldı ki, bu resimler arasında resmî nakkaşlar tarafından yapılanları vardır İkincisi, Yavuz’a isnad olunan, ama tamamen hayalî ve uydurma olan Avrupalı ve İranlı ressamlara ait resimler çokça bulunmaktadır Tarih kaynakları bu noktanın altını çizmektedirler Bu küpeli resmin de, uydurma resimlerden biri olması kuvvetle muhtemeldir Zira Sultânın kulağında küpe, boynunda incili madalyon, sarığında tac bulunmaktadır Osmanlı Padişahlarının kıyafetleri ile bağdaşmayan bu süsler, tablonun yakın tarihlerde yapıldığını göstermektedir Zaten 1926 yılında Dolmabahçe Sarayından getirilmiştir Dolma Bahçe Sarayına ne zaman konulduğu da bilinmemektedir Üçüncüsü, bazı araştırmacılara göre, bu küpeli resim Şah İsmail’e aittir Zira başında Şii Mezhebinin alâmeti olan kızıl börk ve bunun üzerinde İran Şahlarına mahsus taç vardır Ayrıca küpe de Şi’a mezhebinde caiz görülmektedir

3) Küpeli resmin Yavuz’a ait olmadığı ortadadır Ait olsa bile, son zamanların bazı ahlaksız insanlarının bunu, gay’liğe yorumlamaları, en az bu resmin Yavuz’a isnad edilmesi kadar yanlıştır Doğru olsa bile böyle yorumlanmasının mantıksızlığını, iç oğlanı meselesinde uzun uzadıya açıklamış bulunuyoruz Kaldı ki, bazı kölelerin, kölelik alâmeti olarak kulaklarına küpe taktıkları bilinmektedir Tek kulağında olduğu hiç mevzubahis dahi edilmemiştir Bazı yazarlar, Yavuz’un bu küpesini Allah’a kul olma özelliği olarak taktığını ve bununla Cihan hâkimi olmasına rağmen âciz bir kul olduğunu göstermek istediğini anlatmaya çalışmışlardır Bize göre bu yorumlar kısmen zayıf yorumlardır Zira küpeli resim hadisesi doğru görünmemektedir Fakat kölelerin küpe taktıkları doğrudur Bu arada, küpenin bir Türk töresi olduğunu ifade eden yazarlar olduğu gibi, Yavuz’un Şah İsmail’in askerlerine şirin gözükmek için taktığını iddia edenler de bulunmaktadır

Yavuz Sultân Selim’in Alevî katliamı yaptığı söylenmektedir Bu doğru mudur?

Osmanlı Padişahları Müslümandırlar ve kendi idare ettikleri devlette de İslâm Hukukunu tatbik etmişlerdir İslâm Hukukunda ise, kâfirlerle yapılan savaşlarda dahi katliam yani soykırım yapmak haramdır Zira Hz Peygamber, savaş halinde dahi, çocuklar, kadınlar, din adamları ve yaşlılar gibi yedi grup insanı katletmenin caiz olmadığını bütün komutanlarına talimat olarak vermiştir Mü’ey yed min indillah denecek kadar maneviyâtı yüksek olan Yavuz’un dinin yasakladığı katliamı ve hem de Müslümanım diyen bir gruba karşı yapmış olması mümkün değildir Ancak tarihî olayları doğru olarak öğrenmek şarttır Şöyle ki;

Daha önce de açıkladığımız gibi, Erdebil Şeyhlerinden Şeyh Cüneyd şeyhliğine şahlık katmak istemiş ve ancak muvaffak olamayarak 1460 yılında kati edilmiştir Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi devam ettirmiş ve Anadolu’yu Şî’alaştırmak metodunu kullanarak şahlığını pekiştirmek istemiştir Kucaklarında büyüdüğü Akkoyunlu Devletine de hıyanet edince, Yakub Bey tarafından 1488 yılında o da öldürülmüştür Yerine geçen Şah İsmail ise, Erdebil Sofuları veya Halifelerini Anadolu’ya göndererek, hem Anadolu’yu Şî’alaştırmayı ve hem de böylece Anadolu’yu hâkimiyeti altına almayı hayatının gayesi edinmiştir Nitekim temkinli davranmayan Akkoyunlu Devleti, torunları olan Şah İsmail tarafından ortadan kaldırılmıştır

Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran ve hem şeyhliği ve hem de şahlığıyla Anadolu üzerine yürüyen Şah İsmail, halifeleri vasıtasıyla Anadolu’yu tam bir anarşiye sürüklemekte maalesef muvaffak olmuştur 1507 yılında üzerine yürüdüğü Alâüddevle Bey’in mağlubiyeti üzerine Elbistan, Harput ve Diyarbekir’i yakmış ve yıkmıştır Bu arada Erdebil Sofuları da Anadolu’da anarşi çıkarmaya başlamışlardır Şah İsmail’in taraftarları olan askerler, kırmızı çuhadan taçlar giydiklerinden dolayı onun taraftarı olan herkese Sürhser yani Kızılbaş denmiştir Şah İsmail’in halifelerinden olan Rumiyeli Nur Ali Halife başkanlığındaki Erdebil sofu ve müritleri, Tokat’a saldırmışlar ve yüzlerce insanı kılıçtan geçirmişlerdir Maalesef Şehzade Ahmed üzerlerine ordu göndermişse de muvaffak olamamıştır

Bu arada Antalyalı Hasan Halife ve oğlu Şahkulu veya Osmanlı tarihçilerinin ifadesiyle Şeytan Kulu (Şahkulu Baba Tekeli veya Karabıyıkoğlu da denmektedir) eliyle Anadolu’daki Alevileri Osmanlı Devleti aleyhinde teşkilâtlandırmaya başlamıştır Antalya’dan Manisa’ya dönen Şehzade Korkut’un hazinesini vuran Şahkulu, bununla da yetinmeyerek Antalya’yı basmış, baş kâdî ile birlikte çok sayıda insanı katletmiştir Bundan sonra sırasıyla Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu kasabalarını yakıp yıkan Şahkulu Kütahya’ya kadar gelmiştir Anadolu beylerbeyisi Karagöz Ahmed Paşa da öldürülenler arasındadır Amasya’da bir araya gelen 20 bin Erdebil Sofuları çevreye dehşet saçmaya başlamışlardır Bunların yaptığı katliamla Erzurum ve Erzincan 20-30 yıl harabe olarak kalmıştır Çubukova’da 1511 yılında Şahkulu’nun bir okla öldürülmesinden sonra da Şiî’lerin Anadolu’daki tahribatları devam etmiştir Bunların Müslümanları nasıl kırıp geçirdiklerini, Diyarbekir ve çevresindeki Kürt beylerinin mektuplarından da anlıyoruz Şu cümleler bunlardan sadece biridir:

"Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz Sizin inayetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız"

İşte 918/1512 yılında Anadolu’yu Şi’a tehlikesinden kurtarmak üzere Padişah o-lan Yavuz, Şah İsmail’in üzerine gitmeden evvel, yukarıdan beri vesikalar ışığında anlattığımız olayları biliyordu ve Anadolu’daki Şii Türkmenlerin binlerce insanı katlettiklerinin de farkındaydı Bu yaraya parmak basmak için, meseleyi müzâkere etmek gayesiyle bir Divan toplantısı yapmış ve başta İbn-i Kemal olmak üzere büyük âlimlerin de katıldığı bu toplantıda Kızılbaşlarla ilgili neler yapılmasını kararlaştırmıştır İbn-i Kemal gibi bir âlimden de gerekli fetvayı aldıktan sonra, Anadolu’yu kasıp kavuran ve Kızılbaş adı altında her yerde Osmanlı Devleti’ne karşı kıyam eden bu insanların teftiş ve tahkik olunarak, uslanmayanlarının kati edilmelerini ve uslanması muhtemel olanlarının ise haps edilmelerini emr etmiştir Bunların sayıları bazı tarihçilere göre yaklaşık 40000 kişidir ve bunlardan ne kadarının öldürüldüğü de kesin belli değildir Ancak bu isyancı grupların bastırılmaması halinde, Şah İsmail’in üzerine gitmenin tamamen yararsız olduğu da gün gibi ortadadır Olayı inceleyen Uzunçarşılı, Kızılbaşların ne kadar insan öldürdüğüne dair binleri bulan rakamlar verdikten sonra, Yavuz’un başka çaresi yoktu demektedir

Şunu da belirtmeliyiz ki, Osmanlı Devleti, herkesi zorla Sünnî yapmak için zorla-mamıştır Ancak dinî inançlar kullanılarak devletin arkadan vurulması tehlikesi karşısında tedbirler almıştır Hem Şiiler ve hem de Sünnîler için, idarecilerinin yaptıkları hata ve zulümleri tamim etmek çok yanlıştır

Yavuz Sultân Selim’i kısaca bize tanıtabilir misiniz? Ailesi, en önemli devlet adamları ve Osmanlı Devleti’nin onun zamanında ulaştığı sınırlar hakkında kısa bilgiler verebilir misiniz?

Karakterinin sertliğinden dolayı "Yavuz" ve şehzadeliğinden beri "Selim Şah" denen Sultân Selim, 7 Safer 918/Nisan 1512’de Osmanlı padişahı olmuş ve 8 sene, 9 ay bu tahtta oturduktan sonra 8 Şevval 926/ 21 Eylül 1520’de vefat etmiştir: Zulkadiroğlu Alâüddevle’nin kızı Ayşe Hâtun’un oğlu olan Yavuz, şehzadeliğinden beri, istikbalinin parlak olduğunu gösteren bir hayat çizgisi takip etmişti

Anadolu’nun Safevî devletinin işgali tehlikesine karşı, babasının ihmali ve aynı zamanda dedesi olan Alâüddevle’nin aczi karşısında şahlanan ve o dönemde Trabzon Sancakbeyi olan Yavuz, Şia’ya karşı Anadolu’yu müdâfaa hareketine girişti Gürcülerle yaptığı muharebeler sonucunda halkın nazarında manevi destek kazanan Yavuz, merkezin ikazlarına rağmen Şî’a ile olan mücadelesine devam etti ve bu mevzuda ihmalkâr davranan babası II Bayezid’i tahttan indirerek yerine kendisi oturdu Ancak mücâdele sona ermemişti İran meselesini halletmek için Amasya Sancakbeyi ve ağabeyi Şehzade Ahmed ile Manisa Sancakbeyi olan Şehzade Korkut ile anlaşması icab ediyordu Yavuz’a karşı Şah İsmail’den yardım isteyen ve kuvvetli bir ordu ile isyana kalkışan Şehzade Ahmed, 1513’de Bursa Yenişehir’de maslub edildi ve bağy= devlete isyan suçunun had cezası olarak idam olundu Bu hadiseden 38 gün önce de, önceleri Yavuz’la anlaştığı ve kendisine Teke=Antalya, Hamîd = İsparta ve Midilli sancakları verildiği halde sonradan isyan eden diğer ağabeyi Korkut da aynı akıbete uğramıştı

Mevcut manileri bertaraf eden Yavuz, ittihâd-ı İslâm’ın mühim mani’i olan Safevî Devleti’ni ve onun sinsî reisi Şah İsmail’i halletmek üzere maddî ve manevî hazırlıklara başladı İbn-i Kemal gibi allâmelerden bu fitnenin defi için fetva alan Yavuz, 920/1514’de Çaldıran zaferini kazandı ve şarkın kapılarını Osmanlı Devleti’ne açtı Kemah, Bayburt, Erzincan ve Kiğı Osmanlı Devleti’ne 921/1515’de ilhak edildi Bunu, aynı yıl Çaldıran zaferinden dönerken üzerine gidilen Zulkadiroğullarının Osmanlı Devleti’ne ilhakı ta’kip etti Bütün bu gayretlere rağmen, doğu ve güneydoğu bölgeleri Şi’a tehlikesinden kurtulamamıştı İşte bu işi, büyük âlim İdris-i Bitlisi ve Bıyıklı Mehmed Paşa üstlendi Bunların samimi gayretleri sonucu, 1516 ve ta’kip eden yıllarda, başta 26 aşiret olmak üzere, mühim Kürt ve Türkmen beylikleri, istimâlet ile yani kendi arzu ve istekleri ile Osmanlı Devleti’ne iltihâk eylediler Böylece Doğu Anadolu top yekûn Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde kaldı

Herhangi bir harb olmadan Doğu Anadolu’nun Osmanlı Devleti’ne iltihâkı ve Şah İsmail’in mağlûbiyeti Memlüklüleri ve Sultânları Kansu Gavri’yi rahatsız etmişti Bu durumu hisseden ve Memlüklülere İslâm birliğini bozdurmak istemeyen Yavuz, Memlüklülerin üzerine yürüdü ve 922/1516 yılında Mercidabık’da Kansu Gavri karşısında büyük bir zafer kazandı Bu zafer, Malatya, Divriği, Darende, Besni, Gerger, Kâhta, Birecik ve Anteb’in de yeniden ve sağlam bir şekilde fethine yol açtı Aynı yıl (922), Haleb ileri gelenleri, erkân-ı devleti ve ulemâsı ile Yavuz’a itaat ve teslimiyet mektubu gönderdiler Böylece Haleb, Antakya, Hama ve Humus kaleleri de Osmanlı Devleti’ne ilhak olundu ve eyâlet haline getirildikten sonra Haleb Beylerbeyliğine Karaca Ahmed Paşa getirildi Daha sonra ise, Dâr-üs-Selâm Şam’a girildi ve birçok Arab Şeyhi kendi arzuları ile Osmanlı Devleti’ne iltihâk eyledi

922/1516’da Kansu’nun yerine geçen Tomanbay’a bir nâme gönderen ve Mısır’a yürüyeceğini belirten Yavuz Sultân Selim, Safed, Nablus, Kudüs, Aclûn, Gazze ve kısaca Suriye ve Filistin’i de yol üzerinde feth eyledi 923’de Kahire ve Mısır’ı, Ridâniye harbini zaferle kazanarak Osmanlı topraklarına ilhak eden Yavuz, böylece şarkta tam bir ittihâd-ı İslâm kahramanı oldu Böylece Anadolu, Karaman, Rûm ve Rumeli eyâletlerine ilâveten Osmanlı Devleti’ne Diyarbekir, Haleb, Mısır, Şam ve Zülkadriye Eyâletini de ilâve etmiş oldu

Son Abbasî halifesi III Mütevekkil Alellâh’dan Ayasofya’da yapılan bir dinî merasimle halifelik unvanını da kazanan Yavuz, Mekke Şerifi Ebul-Berekât’ın oğlu Şerif Ebu Nümey vasıtasıyla Mekke’nin anahtarlarını kendisine göndermesiyle de hâdim’ül-Haremeyn vasfını elde etmişti Doğuda ittihâd-ı İslâmı tahakkuk ettiren Sultân Selim, Batıdaki İslâm düşmanlarına da dersini vermek üzere 2 Şa’ban 926/1520’de sefere çıktı; ancak 8 Şevval 926’da yakalandığı bir hastalıkla manevi şehid oldu

Netice olarak eyâlet sayısı dört olan Osmanlı Devleti’ni, 8 sene gibi kısa bir zamanda iki katına çıkardı Son zamanlarına doğru te’sis edilen Cezayir Eyâleti de hesaba katılırsa, Osmanlı Devleti’ne, bu dönemde beş eyâlet daha ilave edilmiş oldu Safevilerden de Erbil, Kerkük ve Musul alınmış ve Bağdat Eyâleti’nin temelleri atılmıştır

Merkez teşkilatındaki en önemli değişiklik, Yavuz Sultân Selim’in Şarkî Anadolu ile Maraş, Malatya ve havalisini fethetmesi üzerine, 922/1516’da Arap ve Acem Kazaskerliği unvanıyla Divan’a dâhil olmayan bir kazaskerliğin ihdas edilip Diyarbakır’ın bu kazaskerliğe merkez olması ve bu hizmete de meşhur tarihçi İdris-i Bitlisî’nin getirilmesidir Suriye ve Mısır da Osmanlı Devleti’ne tamamen ilhak edilince, bu üçüncü kazasker de divan-ı hümâyûn hey’etine dâhil edilmiş ve bu hizmete Fenarî-zâde Mehmed Şah Efendi getirilmiştir Daha sonra Pîrî Paşa zamanında bu makam kaldırılmış ve muamelâtı Anadolu Kazaskerliği’ne devredilmiştir

Yavuz dönemindeki devlet adamları arasında Sadrazam Koca Mustafa Paşa, Her-sek-zâde Ahmed Paşa, Pîrî Mehmed Paşa ve nişancı Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi; ilim a-damları arasında Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, Şeyhülislâm Kemal Paşa-zâde, Mü’eyyed-zâde Abdurrahman Efendi ve Kara Muhyiddin Efendi zikredilebilir

ZEVCELERİ: 1- Ayşe Hâtûn; Mengli Giray I’in kızı ve Beyhan ile Şah Sultân’ın annesi 2- Ayşe Hafsa Hâtûn; Kanunî, Hatice, Fatma ve Hafsa Sultânların annesi ÇOCUKLARI: Kanunî Sultân Süleyman Hân, Şehzade Orhan, Şehzade Musa, Şehzade Korkut, Gevher Hân, Hatice, Beyhan, Hafsa, Fatma ve Devlet-Şahî Sultân

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #12
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



II Bâyezid kimdir? Çocuklarını, meşhur devlet adamlarını ve onun zamanında Osmanlı Devleti’nin ulaştığı sınırları kısaca özetler misiniz?

Sultân II Bâyezid, Gülbahar Hâtun’dan 1450 yılında Dimetoka Sarayı’nda dünyaya geldi Babası Sultân Fâtih’in naşı 17 gün saklandı ve Amasya’da Sancak Beyi olan Şehzade Bâyezid İstanbul’a getirilerek tahta çıkarıldı Bazı tarihçilerin, Osmanlı kaynaklarında geçen "îş ü nûşu severdi" şeklindeki ifadelerini, onun gençliğinde eğlence ve içkiyi severdi şeklinde yorumlamaları asla doğru değildir Tam aksine veli lakabını alan nadir Padişahlardan biridir Asrındaki maneviyât erleri ve âlimlere gösterdiği hürmet de bunun şahididir Müstakil bir sorunun cevabında da özetleyeceğimiz gibi, Fâtih’in vefatıyla Hıristiyan alemi istediğine kavuşmuş ve Roma bir İslâm merkezi olmaktan kıl payı kurtulmuştu İşte Şehzade Cem olayı da bunun tuzu biberi oldu Sultân Bâyezid, İtal-ya’daki Gedik Ahmed Paşa komutasındaki orduyu hemen geri çağırdı ve maalesef 1495 yılına kadar, birinci derecede Cem Sultân ve Memlüklülerle meşgul oldu Sultân Bâyezid’in asıl saltanatı 1495 yılından başlatılabilir

Bütün bu sıkıntılara rağmen, Sultân Bâyezid, 1483’de 1 Seferini Morava’ya ve 1484 yılında ikinci seferini de Boğdan’a yaptı Maalesef düşmanlar, 1485 yılından itibaren, dünyanın 1 ve 2 güçlü devletleri olan Memlüklülerle Osmanlıların arasını açmaya muvaffak oldular Osmanlı hacılarının güvenliğini sağlamayan Memlüklülere karşı, Mayıs 1485’de Çukurova’ya asker gönderilerek resmen harp başlatılmış oldu

Memlüklü Sultânı Kayıtbay düşmanlığın devamını istemiyordu; çünkü bundan Endü-lüs’de Müslümanlara zulmeden İspanya ve Portekiz ve ayrıca tüm Hıristiyan blok istifade ediyordu Neticede Ramazan Oğulları Memlüklülerde ve Zülkadir Oğlu Osmanlı’da kalmak üzere, yıllar süren ve genellikle Memlüklü lehine sonuçlanan savaş yılları sona erdi

1495’de Cem Sultân’ın vefatı ve de Memlüklü ile yapılan sulhden sonra yeniden a-sıl saltanat yıllarına başlayan II Bâyezid, evvela Boğdan’a musallat olan Polonya’ya karşı haretekete girişti Bununla da kalmadı; Venedik, Macaristan ve zaten arada düşmanlık bulunan İspanya ile fiilen savaş hali başladı II Bâyezid 4 Ve 5 seferini, sırasıyla 1499 ve 1500 yıllarında Venedik üzerine yaptı 4 yıl süren savaşlar neticesinde, Venedik Balkanlardaki bütün müstemlekelerini, başta Mora ve Yunanistan olmak üzere, Osmanlı Devleti’ne teslim mecburiyetinde kaldı Osmanlı orduları, Macaristan ve Bosna’da yaptıkları savaşlarda da önemli fetihler elde ettiler

Maalesef, bu başarıların ardından, Erdebil’deki Safevî tarikatının şeyhlerinden Şeyh Cüneyd, onun oğlu Şeyh Haydar ve nihayet asırlarca Osmanlı Devleti’ni fetihlerinden uzak tutan Şah İsmail ve onun Şi’i devleti olan Safevîler meselesi ortaya çıktı 1460’da Şeyh Cüneyd katledildi, ama yerine geçen Şeyh Haydar, işi daha da ileriye götürdü Asıl problem, Uzun Hasan’ın da torunu olan Şah İsmail ile başladı Şah İsmail’in desteğiyle Anadolu’dan toplanan Türkmen gençleri, Erdebil’e götürülüyor ve orada ciddi bir Şî’a eğitimi verildikten sonra, birer Şi’î mollası olarak Osmanlı Sofuları adıyla Anadolu’ya gönderiliyordu 1507’de Şah İsmail’in Zülkadir Oğlu Alâüddevle Beyin kızını istemesi ve onun da bir Şi’îye kızını vermek istememesi üzerine, II Bâyezid’in kayınpederi ve Yavuz’un da dedesi olan Zülkadir Oğlu beğliğine saldırdı ve zulme başladı Osmanlı Devleti’nden ve Memlüklülerden tepki görmeyince iyice şımardı Tepki, 1487 yılından beri sancakbeğliğinde bulunduğu Trabzon’dan yani Yavuz’dan geldi ve Şehzade Yavuz hemen Gürcistan Seferine çıktı Bu sefer sonucunda, Yavuz komutasındaki Osmanlı orduları, Şah İsmail’in oğlu İbrahim Mirza’nın komuta ettiği Safevî ordusunu Erzincan yakınlarında perişan etti Halk, Yavuz adına "Yürü Sultân Selim, devrân senindir" türkülerini söylüyor ve babasının pasifliğini bir nevi protesto ediyordu

Zor olan nokta Şah İsmail’in şahlığı ve şeyhliği beraber götürmesiydi Bu sebeple Antalyalı bir Türkmen olan ve Erdebil’e giderek tam bir Şi’i mollası haline gelen Şah Kulu isimli halifesi, çevresine topladığı bazı göçebelerle devletin başına yeniden gaile açmaya hazırlanıyordu Veziriazam Ali Paşa, üzerine yürüdü ve Sivas yakınlarındaki Gökçay mevkiinde 1511 yılında katledildi Bu arada önce Kırım’a geçen ve ardından da Edirne’ye gelerek babasıyla görüşmek isteyen Selim’e, Şehzade Ahmed ve Korkut taraftarları engel olmak istiyorlardı Nitekim Çorlu’da babasının ordusuyla Şehzade Se-lim’in ordusunu karşı karşıya getirdiler Babaya kılıç çekilmez diyerek, Karabulut isimli atıyla kaçtı (1511) Aynı yıl Şehzade Ahmed bu kargaşadan yararlanarak Konya’da sultanlığını ilan etti Meşru veliahdlıktan düştü ve Şehzade Korkut veliahd oldu

Yeniçeri ve bazı devlet erkânının ısrarla Şehzade Selim’i istediğini bilen Sultân Bâyezid, başka çare olmadığını anlamıştı Şehzade Ahmed’in, Şah İsmail’in yakın adamı Nur-ı Ali isimli halifesinin Amasya ve Tokat’da kargaşa çıkarmasına rağmen, karşı gelemeyerek Konya’ya gelmesi, Selim’in işini kolaylaştırıyordu Bu hadiseler üzerine, 24 Nisan 1512 tarihinde Şehzade Selim lehine tahttan feragat eden II Bâyezid, 11 gün Eski Saray’da ikamet ettikten sonra, Dimetoka’ya gitmek üzere yola çıktı Kendisine tahsis edilen ikametgâha ulaşmadan Çorlu yakınlarında yolda vefat etti

ZEVCELERİ:

1- Nigâr Hâtûn; Şehzade Korkut ile Fatma Sultân’ın annesi ve Abdullah Vehbi’nin kızı

2- Şirin Hâtûn; Abdullah kızı ve Şehzade Abdullah’ın annesi

3-Gülruh Hâtûn; Abdülhayy’ın kızı ve Alemşah ile Kamer Sultân’ın annesi

4- Bülbül Hâtûn; Abdullah kızı ve Şehzade Ahmed ile Hundi Sultân’ın annesi

5- Hüsnüşah Hâtûn; Karamanoğlu Nasuh Bey’in kızı

6- Gülbahar Hâtûn; Abdüssamed’in kızı ve bir görüşe göre Yavuz’un annesi

7- Ferâhşâd Hâtûn; Kefe sancak Beği Mehmed’in annesi

8-Ayşe Hâtûn; Zülkadiroğiu Alaaüd-devle Bozkurd Bey’in kızı ve bir görüşe göre Yavuz’un annesi

ÇOCUKLARI:

1-Şehzâde Sultân Abdullah Hân

2- Gevher Mülûk Sultân

3-Şehzade Sultân Korkut Hân

4-Şehzâde Sultân Ahmed Hân

5- Yavuz Sultân Selim Hân

6-Şehzâde Sultân Şehinşâh Hân

7-Şehzâde Sultân Mahmûd Hân

8-Şehzâde Sultân Mehmed Hân

9-Şehzâde Sultân Alem Şah Hân

10- Selçuk Sultân

11- Hatice Sultân,

12- İlaldı Sultân

13- Ayşe Sultân

14- Hundi Sultân

15- Ayn-i Şah Sultân

16- Fatma Sultân

17-Şah Sultân

18- Hüma Sultân

19- Kamer Sultân

II Bâyezid devrinin önemli devlet adamları arasında, Vezir-i A’zamlardan İshak Paşa, Hersek-zâde Ahmed Paşa, Çandarlı İbrahim Paşa ve Koca Mustafa Paşa; Şeyhülislâmlardan Molla Abdülkerim Efendi ve Zenbilli Ali Efendi; ilim ve maneviyât erbabından ise, Molla Lütfi Efendi, Sarı Gürz, Muslihuddin bin Sinan Efendi, İdris-i Bitlisî, kendilerine uzaktan taltiflerde bulunduğu Molla Cami ve Ubeydullah Ahrar Hazretleri ve şairlerden ise, Niyâzî-i Mısrî, Vasfı ve İznikli Celilî misâl olarak zikredilebilir

Gâzî, âlim, şâir, hattat, veli ve müzehhib gibi çok sıfatları bulunan II Bâyezid, babası Fâtih’in fetihlerini çok iyi hazmetmesine rağmen, kendi zamanında sadece 160000 km2/lik genişleme temin edebilmiştir Fetret devrinden sonra Osmanlı Devleti’nin en sıkıntılı dönemlerinden olması, bunun başlıca sebeplerindendir

II Bâyezid’in, oğlu Yavuz tarafından zehirlenerek öldürüldüğü iddia edilmektedir Böyle bir iddianın aslı var mıdır?

Yavuz’un tahta geçmesinin, Osmanlı Devleti’nin içte ve dışta çok sıkıntılı günler yaşadığı ve hatta tedbir alınmazsa ikinci bir fetret devrinin Anadolu’nun Şiîleşmesiyle gerçekleşme ihtimalinin kuvvetli olduğu bir döneme rastladığını çok iyi biliyoruz 1512 yılının 24 Nisanında sultân olan Yavuz, istirahata çekilmek üzere Dimetoka’ya gidecek olan babasını bizzat uğurlamış, elini öpmüş ve atının yanında yaya yürüyerek gereken saygıyı göstermiştir Hatta Kırım Hanı’nın Şehzade Ahmed’e karşı kendisine destek va’d etmesi karşısında, Yavuz’un şu sözleri söylediği kaynaklarda ifade edilmektedir:

"Biz saltanat sevdası için İstanbul’a varmadık Belki babamız yaşlı ve hasta olduğundan, işleri vezirlere havale etti; düşmanlarımız bunu fırsat bilerek halkı isyana teşvik ettiler ve ihtilâller çıkardılar Kardeşlerimde hevâ ve heveslerinde olup, düşmanı def etmeye muktedir değillerdir Gayemiz devleti ve dini korumaktır Ancak bazı devlet adamları babamla aramıza fitne soktular Ne yapalım Kader böyleymiş Yoksa askerimizi alıp babamız üzerine yürümek bize yakışmaz"

Bu sözleri söyleyen bir devlet adamının babasını zehirlettiği iddiasına inanmak çok zordur Ancak bu konudaki fikirler nelerdir?

A) Bazı Osmanlı kaynaklarında, II Bâyezid’in Dimetoka’ya giderken yolda hastalanarak vefat ettiği, bazı kaynaklarda ise, yaşlılık, yaşadığı kederler ve bu arada saltanatla ilgili dedikodu ve fitneler yüzünden alabildiğine zayıf düştüğü ve zaten 67’ye ulaşan yaşıyla bunlara tahammül edemeyerek vefat ettiği kayd edilmektedir

B) Hezarfen Hüseyin Efendi ve Kâtip Çelebi gibi bazı Osmanlı tarihçileri, sadece şahadet şerbetini içtiğini ifade ederek, bu şahadetin sebebini açıklamazlar Bu şahadet, manevî şahadet olarak da düşünülebilir

C) Müneccimbaşı gibi bazı tarihçiler ise, sadece zehirlendiğini ve bu yüzden vefat ettiğini belirtirler; ancak Yavuz’un zehirlediğine dair bir kayıt düşmezler

D) Peçevî ve Şem’dânî-zâde gibi çok az kaynaklarda ise, Yavuz’un tekrar dönüp de tahta geçme ihtimalinden korkarak, babasını zehirlettiği rivayeti kaydedilmektedir Yunan ve Bizans tarihçileri, bu zayıf rivayete hemen sahip çıkmışlar ve Yavuz hakkında akla gelmedik isnadlarda bulunmuşlardır

Bizim kanaatimize göre, en doğru kaynak, Yavuz’un rakibi olan ağabeyi Şehzade Ahmed’in Memlüklü Sultânına sunduğu ve şu anda da Topkapı Sarayında bulunan arîzasıdır ki, bu dilekçesinde, İstanbul’dan çıkarılan babasının Karlıdere’de hastalanarak vefat ettiğini, ancak halk arasında, vefatına kardeşi Selim’in sebep olduğunun yayıldığını açıkça ifade etmektedir Elbette ki böyle siyasi bir ortamda bu tür dedikodular olacaktır ve bazı tarih kaynakları da bu dedikoduları kaynak alarak meseleyi farklı yönlere çekebileceklerdir Uzunçarşılı ve Pakalın’ın da içinde yer aldığı muasır tarihçilerin çoğu, Yavuz’un babasını zehirlettiği iddiasının doğru olmadığını beyan etmişlerdir62

64 Osmanlı Hukukunda afyon, esrar ve kokain yasak mıdır? II Bâyezid’in gençliğinde esrar ve benzeri keyif verici maddeleri kullandığı ve içki içtiği doğru mudur?

Önce şunu ifade etmeliyiz ki, İslâm Hukukunda ve dolayısıyla Osmanlı Hukukunda, afyon, kokain ve esrar gibi uyuşturucu maddeler, haram kabul edilmiş ve böyle uyuşturucuları kullananlara ta’zir cezalarının en şiddetlileri verilmiştir Bu tür uyuşturucular Hz Peygamber’in devrinden sonra ortaya çıktığından, uyuşturucu maddelerin haram olduğu, diğer içkilere kıyasla ve içtihâd yoluyla sabit olmuştur Ancak Hz Peygamber’in konuyla ilgili yasaklayıcı bir hadisi de bulunmaktadır Hemen şunu da ilave etmeliyiz ki, bu tür maddelerin, günümüzde modern usullerle tıp dünyasında kullanılması o zamanlar için söz konusu olmadığından, hastaların ilaç olarak kullanmaları ile keyif ehlininde hevâ ve heveslerinde olup, düşmanı def etmeye muktedir değillerdir Gayemiz devleti ve dini korumaktır Ancak bazı devlet adamları babamla aramıza fitne soktular Ne yapalım Kader böyleymiş Yoksa askerimizi alıp babamız üzerine yürümek bize yakışmaz"

Bu sözleri söyleyen bir devlet adamının babasını zehirlettiği iddiasına inanmak çok zordur Ancak bu konudaki fikirler nelerdir?

A) Bazı Osmanlı kaynaklarında, II Bâyezid’in Dimetoka’ya giderken yolda hastalanarak vefat ettiği, bazı kaynaklarda ise, yaşlılık, yaşadığı kederler ve bu arada saltanatla ilgili dedikodu ve fitneler yüzünden alabildiğine zayıf düştüğü ve zaten 67’ye ulaşan yaşıyla bunlara tahammül edemeyerek vefat ettiği kayd edilmektedir

B) Hezarfen Hüseyin Efendi ve Kâtip Çelebi gibi bazı Osmanlı tarihçileri, sadece şahadet şerbetini içtiğini ifade ederek, bu şahadetin sebebini açıklamazlar Bu şahadet, manevî şahadet olarak da düşünülebilir

C) Müneccimbaşı gibi bazı tarihçiler ise, sadece zehirlendiğini ve bu yüzden vefat ettiğini belirtirler; ancak Yavuz’un zehirlediğine dair bir kayıt düşmezler

D) Peçevî ve Şem’dânî-zâde gibi çok az kaynaklarda ise, Yavuz’un tekrar dönüp de tahta geçme ihtimalinden korkarak, babasını zehirlettiği rivayeti kaydedilmektedir Yunan ve Bizans tarihçileri, bu zayıf rivayete hemen sahip çıkmışlar ve Yavuz hakkında akla gelmedik isnadlarda bulunmuşlardır

Bizim kanaatimize göre, en doğru kaynak, Yavuz’un rakibi olan ağabeyi Şehzade Ahmed’in Memlüklü Sultânına sunduğu ve şu anda da Topkapı Sarayında bulunan arîzasıdır ki, bu dilekçesinde, İstanbul’dan çıkarılan babasının Karlıdere’de hastalanarak vefat ettiğini, ancak halk arasında, vefatına kardeşi Selim’in sebep olduğunun yayıldığını açıkça ifade etmektedir Elbette ki böyle siyasi bir ortamda bu tür dedikodular olacaktır ve bazı tarih kaynakları da bu dedikoduları kaynak alarak meseleyi farklı yönlere çekebileceklerdir Uzunçarşılı ve Pakalın’ın da içinde yer aldığı muasır tarihçilerin çoğu, Yavuz’un babasını zehirlettiği iddiasının doğru olmadığını beyan etmişlerdir

Osmanlı Hukukunda afyon, esrar ve kokain yasak mıdır? II Bâyezid’in gençliğinde esrar ve benzeri keyif verici maddeleri kullandığı ve içki içtiği doğru mudur?

Önce şunu ifade etmeliyiz ki, İslâm Hukukunda ve dolayısıyla Osmanlı Hukukunda, afyon, kokain ve esrar gibi uyuşturucu maddeler, haram kabul edilmiş ve böyle uyuşturucuları kullananlara ta’zir cezalarının en şiddetlileri verilmiştir Bu tür uyuşturucular Hz Peygamber’in devrinden sonra ortaya çıktığından, uyuşturucu maddelerin haram olduğu, diğer içkilere kıyasla ve içtihâd yoluyla sabit olmuştur Ancak Hz Peygamber’in konuyla ilgili yasaklayıcı bir hadisi de bulunmaktadır Hemen şunu da ilave etmeliyiz ki, bu tür maddelerin, günümüzde modern usullerle tıp dünyasında kullanılması o zamanlar için söz konusu olmadığından, hastaların ilaç olarak kullanmaları ile keyif ehlinin sadece keyif için kullanmaları arasındaki sınırı her zaman korumak kolay olmamıştır Ebiissuud Efendi ve benzeri Osmanlı Şeyhülislâmları, çok sayıda fetvalarıyla, bene (haşhaş), berş (afyonlu şurup), afyon, ma’cûn ve esrar adıyla bilinen bütün uyuşturucu maddelerin, açıkça haram olduğuna dair fetvalar vermişlerdir "Berş ve afyon ve ma’cun ki, esrar içinde ola, mertebe-i sekre varmayıcak haram olur mu? El-Cevap: Fâsıklar ve hevâ ehli yeyişi üzerine (hastaların ilaç olarak kullanmaları dışında) hiç bir şekilde helâl değildir"

İşte bu şerl hükmü bilen Osmanlı Padişahları, her çeşit uyuşturucu maddeyi yasakladıkları gibi, dış ve iç düşmanlar tarafından saltanat, ahlâkî zaaflar ve kadın gibi hilelerle, her zaman oyuna getirilmek istenen Osmanlı Hanedan mensuplarını da, böyle ahlaksızların elinden kurtarmak için ellerinden geleni yapmışlardır

Bu kısa girişten sonra şunu ifade edelim ki, II Bâyezid’in padişahlığı döneminde değil, ancak gençlik döneminde ve sancak beği iken, Mü’eyyed Oğlu Abdurrahman ve Hasekisi Hacı Mahmûd Bey isimli iki arkadaşı tarafından, esrar ve benzeri keyif verici maddeleri kullanmak üzere teşvik edildiği bazı Osmanlı kaynaklarında rivayet edilmektedir Ancak bu iddianın doğruluğunda da şüphe bulunmaktadır İçki içtiğine dair açık bir ifade yoktur Nitekim Âli, Osmanlı padişahları ile alakalı yaptığı genel bir değerlendirmede, sadece Yıldırım Bâyezid ve II Selim hakkındaki bazı isnadları nakletmektedir Hakkında kullanılan, "gençliğinde îş ü nûşu severdi, yapılan ikazlar ve özellikle de Ebüssuud’un babası Şeyh Muhyiddin Yevsî’nin irşadı üzerine kendisini tamamen takva ve ibadete verdi" şeklindeki değerlendirmeyi, tamamen içki ve gayr-i meşru eğlence diye yorumlamanın hatalı olacağını daha evvel açıklamıştık Padişahlar arasında, Fâtih’ten sonra en büyük âlimlerden biri olarak bilinen II Bâyezid’in, takva ve ibadetiyle adaşı olan Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri gibi büyük bir veliyyullah olduğu da kaynaklarda ittifakla kaydedilmektedir

Böylesine bir şehzadenin, bir rivayete göre, Mü’eyyed Oğlu Abdurrahman ve Hasekisi Hacı Mahmûd Bey isimli arkadaşları tarafından uyuşturucu kullanmaya zorlandığını ve gayr-i meşru hayata girme tehlikesinin bulunduğunu haber alan Fâtih Sultân Mehmed, 1479 yılında Kastamonu’da sancak Beyi olan oğlunun Lalası Fenârî-zâde Ahmed Bey’e hemen ferman göndermiştir Fermanda oğlunun zikredilen iki kötü insanın teşvikiyle esrar ve benzeri uyuşturucu madde kullandığı ve böylece selim fıtratının bozulduğuna dair bazı dedikoduların kulağına geldiğini, böyle bir şey doğruysa, hemen Lalası olarak duruma müdahale etmesi gerektiğini ve o iki hâinin de, bu kötü âdetlerinden dolayı topluma zarar vereceklerinden hemen cezalandırılmalarını, Bâyezid’in böyle bir rahatsızlığı varsa tedavi yoluna gidilmesini, bütün şiddetiyle emretmektedir Sadece bu fermanı görüp de hüküm vermek doğru değildir Ayrıca böyle bir ferman padişahların çocukları hakkında ne kadar hassas olduklarını göstermektedir Ahmed Bey’in cevabı daha önemlidir Nitekim Ahmed Bey, cevabında, adı zikredilen bedbahtlar hakkındaki ihbarın doğru olduğunu; ancak şehzadenin onlarla Padişah’a arz edildiği kadar beraberlikleri bulunmadığını ve şehzadenin hikmetle terbiye olunması gerektiğini açıkça ifade etmektedir

Aslında özellikle Mü’eyyed-zâde Abdurrahman Efendi’nin ve arkadaşının böyle bir çirkinliği işledikleri de şüphelidir Zira Taşköprü-zâde, büyük bir âlim olan Mü’eyyed-zâde’nin, tamamen bir iftiraya kurban gittiğini, Şehzade Bâyezid’in durumu bildiğinden dolayı, idam fermanı gelmeden onun Kastamonu’dan ayrılmasına yardımcı olduğunu anlatmaktadır Gerçekten de Zemahşerî’nin Mufassal adlı eserini Arap âleminde ders okutacak kadar ilim adamı olan ve sonra da İstanbul kadılığına ve Rumeli Kazaskerliğine kadar yükselen bir zatın, fermanda bahsi geçen rezaleti işlemesi akla uzak görünmektedir Netice olarak, II Bâyezid’in uyuşturucu kullandığı ve içki içtiğine dair olan söylentiler, olaylar tahkik edildiğinde, delilsiz isnâdlar şeklinde kalmaktadır

II Bâyezid döneminde dünyanın ilk Standartlar Kanunu, ilk Belediye Kanunları, ilk Tüketiciyi Koruma Kanunları ve ilk Gıda Nizâmnâmeleri hazırlandığı söylenmektedir Bu kanunlardan bazı örnek maddeler zikrederek anlatabilir misiniz?

Evet doğrudur II Bâyezid devrine ait en mühim kanunlardan birisi şüphesiz ki, Bursa, İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunnâmeleridir Bu kanunnâme, dünyanın en ilk tüketici haklarını koruyan kanun, ilk gıda maddeleri nizâmnâmesi, ilk standartlar kanunu, ilk çevre nizâmnâmesi ve kısaca asrına göre çok hârika bir hukuk kodudur Bu kanun, hem Osmanlı örf âdetlerini ve hem de İslâm hukukunu çok iyi bilen Mevlânâ Yaraluca Muhyiddin tarafından hazırlanmıştır Hazırlanış tarihi 1502 ila 1507 tarihleri arasındadır

Biz, her biri 100 küsur maddeyi bulan bu üç kanunnameden sadece bazı maddelerini, tüketici haklan açısından arz ediyoruz (Maddenin başındaki rakamlar Kanun maddelerine ve harflerden B, Bursa, E Edirne ve İ İstanbul Kanununa işaret etmektedir):

"İ-45 Ve mahkeme kararıyla yiyecek ve içecek ve giyecek ve hububat ki; çarşıda ve pazarda vardır, gözedilüb her meslek sahibi teftiş oluna Eğer terâzûda ve kilede ve arşunda eksük bulunursa, muhtesib (belediye başkanı) haklarından gele

İ-21 Etmekçiler, standart olarak alınan ekmeği narh üzere pâk işleyeler, eksik ve çiğ olmaya Etmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa, tabanına let uralar; eksük olursa tahta külah uralar veyahud para cezası alalar Ve her etmekçinin elinde iki aylık, en az bir aylık un buluna Tâ ki, aniden bazara un gelmeyüb Müslümanlara darlık göstermeyeler Eğer muhalefet edecek olurlarsa, cezalandırıla

İ-4 Eyle olıcak ekmek gayet eyü ve arı olmak gerekdir

E-7 Aşçılar bişürdükleri aşı pâk bişüreler ve çanakların pâk su ile yuyalar ve tezgâhlarında kâfir olmaya Ve iç yağiyle nesne bişürmeyeler Ve bir akçelik eti her ne narh üzerine alurlar ise beş pare olur Bir akçelik aş alanın aşına bir pare koyalar İki pulluk dahi etmek vereler Bir akçelikden artuk alsalar ya eksük alsalar, bu hisâb üzerine vereler Cem? Edirne’nin aşçıları ittifakiyle teftiş olundı

İ-38 Ve kile ve arşun ve dirhem gözlemle; eksüği bulunanın hakkından geleler

İ-5 Un kapanında olan kapan taşlarını, mahkeme kararıyla muhtesib (belediye başkanı) dâim görüb gözede Tâ ki, hile ve telbîs olub un alan ve satan kimesnelere zarar ve ziyan olmaya

B-74 Ve hamallar na’lsuz at istihdam etmeyüb ve dağ yükünün iki yükünden ziyâde götürmeye

E-58 Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin gö-reler Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır Her kangısında eksük bulunursa, sahibine tamam etdüre Eslemeyeni gereği gibi hakkından gele Ve hammâllar ağır yük urmayalar, ma’kul üzerine ola

İ-40 Ve sirke ve yoğurda su koymayalar Su katılmış olub bulunursa, teşhir edeler veyahud tahta külah uralar, gezdireler

İ-29 Kuyumcular, sâde işi dirhemine bir akçe; minekâri işde dirhemine iki akçe ve altun sâde ise miskâline üç akçe; müşebbek işde miskâline beş akçe ve gümüş düğmeler iriyi ve hurdayı gayet eyü hâlis işleyeler, bakır koyub işlemeyeler İşleyenin muhtesib (belediye başkanı) gereği gibi haklarından gele

İ-33 Ve boyacıları dahi gözedeler, kalb boyamayalar; boyarlarsa gereği gibi hakkından geleler

İ-42 Ve iplikçilerin ipliği tire ipliğine beraber ola Ve astar ki, şehirde işlene, sekiz arşun ola, eksük olmaya Olursa hakkından geleler

İ-46 Hammâmcılar, hâmmâmları gözedeler, yunmuş ola, ıssı ve sovuk su ile ârâste ve dellâkleri cest ve çâlâk ola Usturası keskin ola Şöyle ki, usturası altında kimesne zahmet çekmeye ve nazır olan fotaları pâk duta; Müslümana verdüği fotayı kâfire vermeye

İ-66 Ve dahi hekimlere ve attârlara ve cerrahlara, muhtesib (belediye başkanıjin hükmi vardır; görse ve gözetse gerekdir

İ-24 Bakkallar ve attârlar ve bezzazlar ve takyeciler, onun on bire satalar, ziyâdeye satmaya-lar Ziyâdeye satarlarsa, muhtesib (belediye başkanı) dutub te’dîb ede Amma bu bâbda ve gayride mahkeme kararı bile ola

E-194 Berber gözlene; kâfir başın tıraş etdükleri ustura ile Müslüman başın tıraş etmeyeler Kâfir yüzin sildikleri fota ile Müslüman yüzin silmeyeler Usturaları keskün ola

E-195 Tabibler dahi gözlene; bîmârhâne (hastahane) tabiblerine göstereler, imtihan edeler, kabul etmedikleri kimesneleri men’ edeler Cerrahlar dahi gözlene; san’atlarında kâmil oialar

E-196 Değirmenciler gözlene; değirmende tavuk beslemeyeler ki, halkın ununa ve buğdayına zarar etmeye Ve âdetlerinden artuk almayalar ve iri öğütmeyeler ve kesmüklü buğdayı değiştirmeyeler ve illâ muhkem ve müntehî hakkından geleler

E-198 Ve camilerde dilenci taifesin yürütmeyeler

65 Hayvan haklarının 20 yüzyılın başında savunulmaya başlandığı düşünülürse, bu maddenin çok ileri bir hukuk anlayışının mahsulü olduğu daha iyi anlaşılır

İ-70 Ve her san’atı aydan aya kadı ile teftiş ede ve dahi göre ve gözede Her kangısı kim ta’yin o-lunan narhdan eksük sata, muhtesib (belediye başkanı) hakkından gelüb teşhîr ede

İ-73 Fil-cümle bu zikr olunanlardan gayrı her ne kim Allah ü Te’âlâ yaratmışdır, hepsini de muhtesib (belediye başkanı) görüb gözetse gerekdir, hükmi vardır

Şöyle bileler, her kim muhalefet ve inâd ederse, itaba ve ikâba müstahak olur

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #13
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Sultân Cem olayının esası nedir?

Fâtih Sultân Mehmed hayatta iken tanzim edilen meşhur Kanunnâmesinde, şehzadelere yazılacak elkâbla ilgili bölümde Sultân Cem’in ismi zikredilmiş ve Karamanî Mehmed Paşa’nın arzusu da hep bu olmuştur Bu paşanın vefatından sonra, Bursa’ya gelen Cem Sultân’a buranın halkı büyük alaka göstermişti Hatta ağabeyi Sultân Bâyezid’in Ayaş Paşa komutasında gönderdiği kuvvetleri yendi ve 1481’de Bursa’da adına para kestirip hutbe okuttu ve saltanatını ilan etti Daha da ileri giderek, halası Selçuk Sultân başkanlığında ağabeyine gönderdiği heyetin diliyle Osmanlı Devleti’nin ikiye bölünmesini, Anadolu’da kendisinin ve Rumeli’de ise Bâyezid’in sultân olmasını teklif eyledi Bunu duyan Sultân Bâyezid, kuvvetli ordusuyla Cem’i Yenişehir’de mağlûp eyledi ve Cem de evvela Konya’ya ve sonra da Memlüklü Sultânı Sultân Kayıtbay’a sığındı Kahire’de büyük ilgi gören Sultân Cem, buradan bir ilke imza basarak hacca gitti ve 1482 yılında yeniden Adana yoluyla Anadolu’ya döndü Bâyezid’in sulh tekliflerini reddeden Sultân Cem’i Anadolu’da Karamanoğlu Kasım Bey karşıladı Yeniden Mısır’a dönmek istediyse de, anlaştığı Üstâd-ı A’zam Fransız Pierre d’Aubusson sözünde durmadı ve Cem’i Nice’ye götürerek Şövalyelere teslim etti Hedef Osmanlı Devleti’nin başını ağrıtmaktı ve Sultân Cem de bunu biliyordu

II Bâyezid ve Sultân Kayıtbay, adı geçen üstâd-ı azamla Cem’i teslim etmesi için pazarlık yaptılarsa da, muvaffak olamadılar ve maalesef Sultân Cem 1488 yılında Pa-pa’ya teslim edildi Artık Sultân Cem, Hıristiyan dünyasının elinde, Osmanlı Devleti’nin aleyhine kullanılacak bir kozdu ve kendisi de asla bunu arzu etmiyordu 1489 yılında Roma’ya ayak bastı ve ikinci sürgün hayatı başlamış oldu Büyük bir merasimle karşılandığı Roma’da 1495 yılına kadar 6 yıl kaldı Kendisine San Angelo Sarayı tahsis edildi, hem Papa VIII Innocentius ve hem de VI Alessandro Borgia ile görüştü Her iki papa da kendisine dinini değiştirmesi için baskılar yaptılar Buna verdiği cevap şu oldu: "Değil Osmanlı saltanatı, bütün dünyanın sultanlığını da verseniz, dinimi değiştirmem"

1495 yılında Fransa Kralı VIII Charles, Cem’i kendilerine teslimi için Papa’ya baskı yaptı ve Sultân Cem maalesef Krala teslim edilmek üzere yola çıkarıldı Ancak Papa’nın zehirlemesi sebebiyle Napoli’ye giderken yolda vefat etti (2521495) Osmanlı Sultânı vefatı üzerine üç gün yas ilan etti Tabutunu bile Osmanlı Devleti’nin aleyhine kullanmak istediler ve ancak 4 yıl bekletildikten sonra Napoli’den Bursa’ya getirilerek defn olundu (1499) Sultân Cem, Türkçe ve Farsça Divan telif edecek kadar âlim, edîb ve şâir bir insandı

II Bâyezid döneminde, İspanya ve Portekiz’deki Katolik devletler tarafından katliama ve sürgüne maruz bırakılan Yahudilerin Osmanlı topraklarına yerleşmeleri nasıl olmuştur?

Ecdadımızın "şer’-i şerif dediği İslâm hukukuna göre, Müslümanlarla sulh yapan ve İslâm Devleti’nin hâkimiyetini kabul eden gayr-i müslimlere "zimmr adı verilir Renk, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin hepsine aynı şekilde ve "şer’-i şerif" ne diyorsa öyle muamele yapılır Yahudiler de bu hükümlere tabi idi

Bilindiği gibi, XV asırda Avrupa’da kölelik, insanlar arasında ayırım ve nihayet bunların neticesi olarak engizisyon mahkemelerinin zâlim kararları kınla gidiyordu Avrupalılar, kendi aralarında kanlı çatışmalara girdikleri gibi, Hıristiyan olmayan milletlere karşı da tam bir savaş ilan etmişlerdi Katoliklerin Protestanlara ve Protestanların Katoliklere hayat hakkı tanımadığı Hıristiyan Avrupa’da elbette ki Yahudilere de hayat hakkı tanımayacaklar idi Nitekim tanımadılar da

İslâm tarihçilerinin Endülüs ve Avrupalıların da İspanya dedikleri yarım adada Endülüs Emevilerinin kurdukları İslâm Medeniyeti sayesinde tam bir hürriyet içinde ve emân altında yaşayan diğer din mensupları arasında Yahudiler de vardı Yahudiler de zimmî sayılıyor ve İslâm Ülkesi olan Endülüs’te huzur içinde yaşıyorlardı Ne zaman ki, Endülüs’te bulunan Müslüman devlet 1492 tarihinde yıkıldı ve yerine tamamen Roma zihniyetine hâkim Hıristiyan kuvvetler hâkim oldu; o zaman Hıristiyanlık dışındaki din mensupları büyük bir zulme maruz kalmaya başladılar Yahudiler de bu zulümden paylarını aldılar ve hatta vatanları olan İspanya’dan sürülmeye başlandılar Maalesef toplumlar içinde itibarları zayıf olan Yahudiler, kendilerine yeni bir yurt aramalarına rağmen bulamıyorlardı Herkes bunlara sırtlarını dönüyordu Yahudi olsalar da aslında o dönemde mazlum durumuna düşen Yahudilere bir Müslüman devlet olan Osmanlı Devleti kucak açtı Bunu yapan da II Bâyezid idi

Kemal Reis komutasındaki Osmanlı donanması, katliama maruz kalan Yahudi ve Müslümanları, gemilerle taşıyarak daha emin bölgelere ve özellikle de Yahudileri Osmanlı ülkesine getiriyorlardı Çünkü Gırnata 1492 yılında düşünce, hem Müslümanlar ve hem de Yahudiler, büyük zulümlere maruz kalmışlardı

Osmanlı Devleti, Yahudilere neden ve hangi şer’î hükme dayanarak kucak açmıştır? Bu sorunun cevabını, İslâm hukukundaki zimmet andlaşması ile ilgili hükümlerde bulabiliriz Zimmet akdi, İslâm halifesi veya naibi, ehl-i kitâb kabul edilen Yahudi veya Hıristiyanlar!, İslâm ülkesi vatandaşı olmalarını, belli şartlar ve mükellefiyetler karşılığında kabul edebilmesi demektir Bunun ayrıntılarına girmiyoruz

İşte bu şer’î hükme dayanan Osmanlı Padişahlarından II Bâyezid, 1492 senesi ilk baharında İspanya’dan tardedilen Yahudileri, zimmet akdinin hükümlerine uymak şartıyla Osmanlı Ülkesinin belirli yerlerine ve özellikle de şu anda Yunanistan’da bulunan Selanik, Edirne, Ağriboz’a bağlı Livâdiye ve Tırhala çevresine yerleştirmişti

925/1519 tarihinde ve Yavuz Sultân Selim’in emirleriyle tahrir olunan Edirne Tapu Tahrir Defteri bunu açıkça göstermektedir Bu defterin 40 sayfasında "CenuTat-i İspanya" başlığı altında İspanya’dan sürgün edildikten sonra Edirne’ye yerleştirilen Yahudi aile reislerinin adları yazılmaktadır Bu belgede yer alan aile reisi Yahudilerin sayısı 40 küsurdur Yani 40 küsur aile bu bölgeye yerleştirilmiştir

Bilindiği gibi, Cumhuriyet Döneminde ve özellikle resmî mahfillerde, Osmanlı Dev-leti’nin insan haklarına ri’âyet etmediği ve insanların canlarının Padişahın iki dudağı arasında olduğu anlatıla ve yazıla gelmiştir Halbuki 18 Mayıs 1993 tarihinde Dışişleri Bakanlığımızın aldığı bir karar yetmiş seksen yıldır anlatılanları yalanlar mahiyettedir Hepimiz biliyoruz ki, Türkiye Avrupa Konseyi Üyesidir Avrupa Konseyi 1993’de yeni bir İnsan Haklan Binası inşa ettirmiştir Her ülkeden insan hakları konusunda âbide vesika sayılacak dokümanlar istenmiştir Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, en çok tenkit ettiği Osmanlı Dönemine ait ve XV yüzyılda İspanya’dan atılan Yahudilerin Osmanlı topraklarına zimmî olarak kabulüne dair belgeyi, işte bu insan hakları binasında teşhir edilmek üzere hazırlatıp göndermiştir

Yavuz Döneminde ve 927/1520 tarihinde şu anda Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Ağriboz Sancağına bağlı Livâdiye Kazasının Kanunnâmesi hazırlanmıştır Bu Kanunnâmede yer alan şu hüküm, Yahudilerin zimmet akdiyle nasıl Osmanlı ülkesine alındıklarını açıkça ortaya koymaktadır:

"Madde 57- Ve Mağrib’den gelen Yahudiler, harâc ve yirmi beşer akçe ispençe verürler"

Mağrib’den kasıt Endülüs yani İspanya’dır Bilindiği gibi, Yahudiler de diğer gayr-i müslimler gibi, gelirlerine göre oranı tesbit edilen harâc-ı mukâseme ve maktu’ olarak verilen harâc-ı muvazzaf yani maddedeki tabiriyle ispençe vermekle mükellef tutulmuşlardır

Dünyanın ilk tapu kanununun Osmanlı Devleti tarafından Fâtih zamanında hazırlandığı söylenmektedir Bu iddia doğru mudur? Osmanlı Devleti’nde tapu-kadastro işlemleri nasıl yürütülmüştür?

Tapu ve kadastro işlemlerinin, bir milletin devlet idaresi, gelir ve giderlerinin kontrolü, kısaca hukuk ve iktisât sistemi açısından ne kadar büyük bir ehemmiyete haiz olduğunu belirtmekte fayda vardır kanaatindeyiz Ayrıca 60 senedir, güzel yurdumuzun tapu-kadastro işlemlerini bitiremediğimizi ve bu yüzden çok kimselerin haklarının zayi olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğiz Her güzel şeyde olduğu gibi, bu mevzuda da, Müslümanların ve bilhassa da Müslüman Türklerin rehberlik etmiş olduklarını ve dünyada ilk tapu kanununun Fâtih Sultân Mehmed tarafından hazırlandığını, dünya ilim âlemi çok iyi bilmektedir Meseleyi biraz daha açarsak, bizi şaşırtacak hakikatlarla karşı karşıya geleceğiz Şöyle ki;

İslâm devletini bir dünya devleti hâline getiren Hz Ömer, Müslümanların feth ettikleri memleketin gelir ve giderini, nüfusunu ve diğer coğrafi durumunu bilmenin, devletin zaruri görevi olduğunu anlamış, ilk gelir-gider defterleri ve tapu kayıtları demek olan Divan usulünü geliştirmiştir Hatta Osman bin Hanif’i Irak arazisinin tapu kadastrosunu yapmak için görevlendirdiğinde şu talimatı vermiştir: "şen ve ma’mûr olan yerlerin alanlarını ölçünüz; zirâat edilen veya edilebilecek olan araziyi tesbit ediniz Verimsiz ve çorak yerleri; çift sürülmesi kabil olmayan öyükleri, tepeleri; ormanları, bataklıkları ve sazlıkları ve benzeri araziyi vergide esas alınacak arazi arasına katmayınız"

Hz Ömer’in bu tatbikat ve talimatı, diğer bütün Müslüman devletlere örnek teşkil etmiş ve bilhassa Osmanlı Devleti yeni fethedilen arazilerin tapu-tahririni yazma ve defterlerde tesbit etme hususunda zirveye yükselmişlerdir Bu mevzuda ilk ve en ö-nemli yazılı hukukî düzenleme, Fâtih zamanında hazırlanmıştır Topkapı Sarayı Revan Köşkü kitapları arasında 1935 ve 1936 nolu kanun mecmualarında yer alan bu tapu kanunu, sadece Osmanlı Devleti’nin değil, bütün dünya hukuk tarihinin ilk tapu kanunudur 22 madde halinde yayına hazırladığımız bu kanun, Osmanlı Devleti’ndeki tapu işlemlerinin temel esaslarını ihtiva etmektedir Kanunnâmenin orijinal adı "Ka-nunnâme-i Kitâbet-i Vilâyet" şeklindedir Kısaca umûmî esaslarıyla şöyle özetleyebiliriz

Fethedilen bütün arazilerin nüfusu, arazinin durumu ve benzeri hususlar, tescil gayesi ile resmî görevliler tarafından muntazam bir şekilde resmî muhafaza altına alınan defterlere kaydedilir Arazînin bu şekilde yazım işlemine tahrir denilir Tahrir işlerini iki resmi görevli yürütür: Defter Emini ve Vilâyet Kâtibi Defter eminine muharrir-i memâlik, muharrir veya il yazıcı da denir Bunlar görevli oldukları bölgelere giderler, Tahrir neticelerini iki ayrı defterde toplarlar: Birincisi, Mufassal defterlerdir İlgili bulunduğu bölgenin köyleri, mezraları, meraları, ormanları, kışlakları ve diğer araziler ile bunların kime ait olduğu, arazisi tahrir edilen yerlerin re’âyâsı, gelir çeşitleri ve ödeyecekleri vergiler kaydedilen defterlere mufassal defter adı verilir İkincisi, icmal defterleridir ki, bunlarda sadece arazilerin has, tımar ve ze’âmet olduğu ve bunların sahipleri kaydedilir Özellikle mufassal defterlerde ahalinin fertlerine ait bütün vasıflar da zikredilir Topraklı topraksız, evli ve bekar, ihtiyar, sakat, san’at sahibi vesaire benzeri kayıtlar deftere geçirilir

Osmanlı ülkesinin tamamı bu usule göre tahrir edilmiş ve bin küsur defterde Osmanlı topraklarının tapusu çıkarılmıştır Hazırlanan defterler, nişancı denilen yüksek âmir tarafından kontrol edildikten sonra Padişah’a arz edilir Padişahın tasdikinden geçerse Hazine-i Âmire denen devlet arşivinde korumaya alınır Şu anda bunlardan 1100 tanesi Başbakanlık Osmanlı arşivinde, 650 tanesi ise Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü arşivindedir Araya başka defterler karıştığı için sayıları, 1750’yi bulmuştur Bu bin küsur defter, şu anda üzerinde 30 küsur devletin bulunduğu eski Osmanlı topraklarının tapusu hükmündedir Tapu Kanunnâmesini Osmanlı Kanunnâmeleri Ve Hukukî Tahlilleri adlı eserimizin I Cildinde neşretmiş bulunuyoruz

Bütün bu araştırmalar, Müslüman Türkler’in dinlerine ve örf âdetlerine bağlı kaldıkları zamanda her sahada ileri gittiğini göstermektedir Tapu mevzusu da bunlardan sadece birisidir

Böylesine teferruatlı tapu muamelelerinin nasıl yürüdüğüne bir misâl ile bakalım 1516 tarihinde fethedilen ve 1518 yılında tahririne başlanan doğu ve güneydoğu bölgesinin tapu kadastro işlemleri, dört sene sonra yani 1522 yılında tamamlanmıştır Günümüzün teknik imkânlarına rağmen böyle bir işe kalkılırsa en az kırk-elli sene süreceğini günümüzdeki örneklerinden anlıyoruz

Fâtih Sultân Mehmed’in bazı vakıfları iptal ettiği ve ancak oğlu II Bâyezid Sultân olunca babasının bu tasarruflarını iptal yoluna gittiği söylenmektedir Bunun aslı nedir?

Tek nüshası Bursa Şer’iye Sicilleri, A 3/3, sh 303/b’de bulunan ve 885/1480 tarihinde yazılan Fâtih’e ait bir ferman, söz konusu sorunun gündeme gelmesine sebep olmuştur Maalesef bu fermanın hukukî tahlili, başlangıçta hatalı yapıldığı için bütün efkâr-ı âmmede de aynı yanlış kanâat devam etmekte ve "Fütuhat için çok askere ihtiyâcı olan Fâtih’in bir çok vakıfları "mensûh" sayarak tımara çevirdiği ve bunların, oğlu Bâyezid Veli devrinde tekrar vakfa verildiği" ısrarla belirtilmektedir Hâdiseler doğrudur, ancak te’vil ve fermandaki açık izaha rağmen vakıf kelimesinin bütün vakıflara teşmîl edilmesi yanlıştır Konunun ayrıntılı izahını, Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizin 1 cildinde "Osmanlı Kanunnâmelerinde Şer’îliği Tartışmalı Olan Mes’eleler" başlığı altında yaptık Burada sadece özetleyeceğiz

Bilindiği gibi, İslâm hukukunda vakfın bir şartı da, vakfedilen malın mülk olmasıdır Devlete ait bir mal veya menfaatin vakfedilmesi sahih değildir Ancak Eyyubî Devleti zamanında, sorulan bir suâl üzerine İbn-i Ebî Asrûn isimli bir âlim, diğer mezheplerin görüşlerini esas alarak, devlete ait vergi gelirlerinin, beytülmaldan istihkakı bulunan hayır cihetlerine vakıf adıyla tahsis edilebileceğine fetva vermiştir İslâm hukukçuları da, gayr-ı sahih vakıf, irsadî vakıf veya tahsisat kabilinden vakıf dedikleri bu çeşit vakfın, gerçek anlamda bir vakıf olmadığını ve bir kamu tahsisinin adı olarak devamında da sakınca bulunmadığını kabul etmişlerdir Ancak bu çeşit vakıfların da en önemli şartı, tahsis edilen cihetin beytülmaldan istihkakı bulunan bir hayır ciheti olmasıdır Bu şarta riâyet edilmediği takdirde, yapılan tahsisin gayr-ı sahih tahsis olacağı ve bunun iptal edilmesi gerektiği ifâde edilmiştir Nitekim 1382 yılında Sultân Berkuk’un huzurunda toplanan İslâm hukukçuları da, bu tür tahsisatın iptal edilebileceğini kabul etmişlerse de, iptaline cesaret edememişlerdir

İşte Fâtih Sultân Mehmed’in de iptal etmek istediği ve ettiği, sahih vakıflar değil, belki gayr-ı sahih yani tahsisat kabilinden vakıfların da sahih olmayan tahsis kısmıdır Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserde neşrettiğimiz Kanun metni de bunu isbat etmektedir Zira I maddede bağ, bahçe, değirmen ve kısaca müsakkafât yani çatılı mal türünden vakıflara müdâhale edilemeyeceğini hükme bağlamaktadır ki, bunlar aslı mülk mal olduğundan sahih vakıflardır 2 maddede ise, köy ve yer yani arazi ve akar (burada arsa kasdedilmektedir) nev’inden olan tahsisat kabilinden vakıfların mensûh sayılmasını emretmektedir Bilindiği gibi Anadolu Arazîsi tamamen mîrî arazidir Vakıf köy ve yerlerin vakfından kasıt, buralardan elde edilen vergi gelirlerinin vakfı yani gayr-ı sahih yahut tahsisat kabilinden vakıfdır Zaten mülk bir arazinin değil, ancak mîrî arazinin tımara çevrilebileceği de unutulmamalıdır

Bu dediklerimizi teyid eden bir kayıt da, Âşıkpaşa-zâde’nin tesbitleridir Karamam Nişancı Mehmed Paşa’yı anlatırken, Osman Gâzî zamanından beri tahsis edilen yerlerin bunun yaptığı düzenlemeler ile geri alındığını, tekrar mirî arazi olduğundan tapu ile isteyene verildiğini, ancak bu uygulamanın yanlış olduğunu ifade etmektedir Zaten bazı İslâm hukukçularının, vakıf adıyla yapılan tahsislerin asla bozulmaması gerektiğine yönelik fetvaları da Âşıkpaşa-zâde’yi desteklemektedir Fakat önemli olan, Fâtih’in nesh yani iptal ettiği vakıfların, sahih vakıflar değil, irsâdî vakıflar olmasıdır Öteki mesele zaten tartışmalıdır

Bazı yazarların iddia ettikleri gibi, Osmanlı Padişahları gerçekten Türk’e sövmüşler midir? Kanunnâmelerde veya bazı tarih kitaplarında yer alan "Etrâk-ı bî idrâk = İdraksiz Türkler" tabirleri nasıl açıklanabilir?

Önemle ifade edelim ki, yabancı tarihçiler Türk kelimesini Müslüman tabiri ile eş anlamlı olarak kullanmışlardır Osmanlılardan bahsederken Türkler dedikleri gibi, Fâ-tih’den veya Osmanlı Padişahlarından bahsederken de Büyük Türk tabirini kullanmaktadırlar Zamanla Türk ve Müslüman kelimeleri Müslüman dünyada da eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır Nitekim şu anda Arnavutluk gibi Balkan Müslümanları, "Hangi dindensin?" sorusuna, "Elhamdülillah Türk’üm" cevabını vermektedirler Pakistandaki sözlüklerde de, Türk kelimesi açıklanırken, "mahbûb ve müslim" kelimeleriyle açıklanmaktadır

Bu kısa izahdan sonra Osmanlı kaynaklarındaki ve Kanunnâmelerindeki izahlara geçebiliriz

Evvela, özellikle hakkında en çok dedikodu edilen Fâtih devri Kanunnâmelerinde, Türk tabiri, tamamen Müslüman kelimesine eş anlamlı olarak kullanılmaktadır Mesela, Fâtih’in Ceza Kanunnâmesinde, "15 Eğer biregû hamr içse, Türk veya şehirlü olsa, kadı ta’zir ura iki ağaca bir akçe cürm alına" Yani, bir kişi içki içse, Müslüman (Türk Müslüman manasına kullanılmaktadır) ve şehirlü olsa, hadd-i şirb olarak vurulacak olan 80 sopanın yanında para cezası alınması emr olunmaktadır veya sopa cezası uygulanmadığı takdirde para cezası uygulanacaktır Bir diğer misâl, Yeniçeri Kanunnâmesinde bulunmaktadır: 37 Maddede Türk evlâdının acemi oğlanları arasına ve dolayısıyla yeniçeri teşkilâtına alınmasına karşı çıkılırken, buradaki Türk’den kasdın Müslüman olduğunu biliyoruz Zira başlangıçta, Müslüman gençler bu teşkilâta alınmamaktadırlar Nitekim 38 Maddede "kâfir evlâdın cem’ eylemekte fâide odur kim" diye izah getirilmektedir

Burada şunu da belirtmekte fayda vardır ki, kapı kulu ocaklarına Müslümanların alınması baştan beri yasaktır Gerçekten bu kural çiğnenmeye başlanınca, sistem bozulmuş ve bazan paşaların çocukları dahi torpille kapı kulu ocaklarına alınır olmuştur İşte bu konuyu dile getiren Koçi Bey, Türk’ü Müslüman anlamında kullanarak ve hür insanların bu teşkilâta alınmalarını tenkit ederek şöyle demektedir:

"80 Kânun ve zabt ve edeb ahvâllerinden evvelâ iç oğlanları kadîmü’l-eyyâmdan devşirme veyâhûd sahîh kul cinsi pîşkeş ola-gelmişdir Şimdiki hâl ise ekseri İstanbul’un şehir oğlanları ve Türk ve dahi Kürd ve Ermeni ve Arab ve Çingâne ve Yehûd oğlanları olub on oğlandan bir sahîhce devşirme veyâhûd kul cinsi yokdur Bu takdirce ol makûle oğlanlar taşraya çıkub Kul tâ’ifesine zabit olub ağa oldukda veyâhûd bir memlekete vâlî olduklarında ahvâlleri ma’lûm ve ehl-i basîret katında hafî değildir Numuneleri dahi görülmüş ve görülür

İmdi eğer bu makûle eşhâs-ı muhtelife Saray’a kullanmak câ’iz olsa idi, selefde olan sâhib-i ukalâ-i devlet devşirme ve kul cinsini kânun etmezlerdi Hemân İstanbul’dan ve sâ’ir kasabalardan buldukları eşhası alub pîşkeş deyû Saray’a koyarlardı"

Koçibey’in, Kapıkulu ocaklarındaki sistemi bozan sebepleri anlatırken Kapıkuluna yasak olduğu halde son zamanlarda alınan grupların arasında yer alan Türk, Kürd, Arab, Yahudi ve Çingene’yi yan yana zikretmesi, Türk’ü Çingene ve Yahudi ile eş tutması manasına alınamaz Böylesi bir yorum, kapıkulu sistemini bilmemek demektir Yukarıdaki ifadeler çok açık bir şekilde bunu anlattığından dolayı, meselenin üzerinde durmak istemiyoruz

İkinci olarak, Osmanlı Devleti, yeniçeri olmak üzere toplanan gençlerin acemi o-cağında eğitilmesinden evvel, Müslümanlaştırmak ve Türkçe öğretmek üzere, Türk üzerine verilmesini kanun haline getirmiştir Türk üzerine verilmeğe Türk’e vermek

de denir Acemilerin ocağa alınmalarından evvel Anadolu’da Türk çiftçisinin yanına verilerek zirâ’at işlerinde kullanılmaları ve bu arada Türkçe’yi ve İslâm ahlakını öğrenip benimsemeleri gayesiyle Türk ailelere muvakkaten verilmelerine Türk’e vermek denirdi Bu kanun, Türk düşmanı diye ifade edilen Fâtih zamanında kanun hükmü haline getirilmiştir Kanun maddesi şöyledir:

"24 Ve acemi oğlanının cem’ olunub bir uğurdan ikişer akçe ile yeniçeri olmak Sultân Murâd Hân zamanında ref olunub birer akçe ulufe ile acemi oğlanı eyledikleri gibi birer akçe ile bir uğurdan acemi oğlanı olmak dahi ref olunub Türk üzerine verilmek dahi Fâtih-i İslâmbol Sultân Muhammed Hân zamanında olmuşdur"

Şu madde daha da enteresandır ve aslından okumak zaruridir:

"25 Ve olmağa bâ’is oldur kim, ol zaman kim, sa’âdetle İslâmbol’u feth eyledikleri zamanda Eğri Kapu" kurbünde Tekfur-ı makhûrun sarayına konub Ayasofya Câmi"inin çanların yıkub minarelerin bina edüb cum’a namazına azîmet buyurub geri saraylarına döndüklerinde yeniçeri ocağı yoldaşları Padişah-ı cihân-penâh Hazretlerini selâma durduklarında Padişah-ı âlem-penâh Hazretleri sağına ve soluna selâm vericek içlerinden birisi "Aleyküm’üs-selâm Muhammed Beşe53" dedi Pâdişâh dahi Saray’a gelicek ol zamanda Düstur-i a’zamları olan Mahmûd Paşa’yı da’vet edüb "Lala! Bu oğlan benim selâmımı aleyküm selâm Muhammed Beşe deyü almakdan murâd nedir? Ve bu nasıl selâm almakdır?" deyicek, Mahmûd Paşa bunların kâfirden müselmân olub ümmî olduklarını ve bunların yanında "Beşe" demekden azîm ta’zîm olmaduğunı bir bir beyân edicek Padişah Hazretleri dahi etti: "Lala, dediğin gerçekdir Amma kaçan bu denlü Türkçe bilmemek ne âlemi vardır? Bunları bari cem’ eyledikden sonra Türk üzerine verüb Türkçe’yi öğrense ve belâya mu’tâd olub ba’dehû ulufeye yazdırub ve ba’dehû kapuya çıkarsalar, dahi sefer-i zafer-âsâra gönderseler olmaz mı? idi" 1

Üçüncü olarak, bazı tarih ve fıkıh kitaplarında geçen Etrâk-i bî idrâk yani idraksiz Türkler ifadesine gelince, bu tabir daha ziyade göçebe halinde yaşayan ve genellikle avamdan olan bazı Türkmenler ile Anadolu’da Şi’anın tahrikiyle isyan eden Celaliler için kullanılmıştır Nitekim benzeri bir tabir de Ekrâd-ı bî idrâk şeklindedir Bizce asıl ö-nemli olan, bu tabirin, Anadoluda Celâlî isyanlarını çıkartan ve Osmanlı Devleti’nin ayak bağı bulunan Şii Türkmenler için kullanıldığını gayet açık bir şekilde kanunname metinlerinden anlayabilmemizdir İbn-i Kemal başta olmak üzere, bütün muteber Osmanlı tarihçileri, Osmanlı Devleti’nin yıkımına sebep olan isyancı gruplar için ve özellikle de Şi’î grupları kasdederek, Kızılbaş-ı Evbaş, Etrâk-i Nâ-pâk, Etrâk-i bî idrâk, Ekrâd-ı bî akl u din, cemâ’at-ı kallaş, şeytan kulu, müfsid-i fâsid-i’tikâd ve benzeri tabirleri kullanmaktadırlar Bununla Türklerin veya Kürtlerin idrâkli veya idraksiz olanlarının bulunacağını ve isyan eden gruplara bu sıfatın verildiğini hemen anlamak mümkündür Bu sıfatı bütün bir millet için kullandıklarını söylemek mümkün değildir

Burada şunu ifade edelim ki, Türk milletine düşman olan bir devlet, resmî dilini Türkçe eylemez; topladığı Hıristiyan gençleri, ahlakını ve lisanını öğrenmek üzere Türk ailelere vermez; Sultânu Selâtîn’il-Arab ve’l-Acem ve’t-Türk unvanını sahiplenmez; ayrıca kanunnamelerinde Türk kelimesini Müslüman ile eş anlamlı olarak kullanmaz

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #14
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Fâtih Sultân Mehmed’in İstanbul’u kiliç gücüyle aldığı, başta Ayasofya’yı camiye çevirme olmak üzere, Hıristiyanlara ait mabedleri yok ettiği, şehirde katliam yaptığı ve en önemlisi de İstanbul’u yakıp yıktığı söylenmektedir Bunlar doğru mudur?

Hemen şunu ifade edelim ki, bu tür iddiaları, bizzat fethe katılan Bizans tarihçileri bile söylemeye cesaret edememiştir Zira Fâtih Sultân Mehmed, İstanbul’un fethini de ve diğer fetihlerini de, tamamen İslâm Hukukunun hükümleri çerçevesinde yapmıştır İslâm Hukukuna göre, bil-fiil harp halinde bile, İslâm ordularına düşmanın şahıs ve mallarına karşı bazı fiillerin icrası, yasaklanmıştır Ecdadımızı zaferden zafere koşturan en önemli sebeplerden biri, bu esaslara harfiyyen uymalarıdır Zaten zaferler, bu esaslara uymaları ile doğru orantılıdır

Yasak fiilleri kısaca sayalım: Zulüm ve işkence ile öldürmek; muharip sınıfına girmeyen kadınları, küçükleri, sahiplerine hizmet için gelmiş köleleri, sakat ve müzminleri, yaşlıları, hastaları, akıl hastalarını ve dünyadan el etek çekmiş din adamlarını öldürmek yasaktır Ancak bunlardan biri bedeni, fikri ve malı ile savaşa katılırsa, öldürülebilirler İnsan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi (müsle) de yasaktır Verilen söze veya muahedeye aykırı hareket yasaktır Savaş zarureti bulunmadan ziraî mahsuller, orman ve ağaçlar yakılmaz Zina ve gayr-i meşru münasebetler yasaktır Rehineler öldürülemez; ölülerin başı ve uzuvları kesilemez ve katliam yapılamaz Başta baba olmak üzere yakın akraba, savaşla ilgisi olmayan esnaf ve tüccarlar öldürülmez Daha başka yasaklar da bulunmakla beraber, biz bu kadarıyla iktifa ediyoruz

Bu hükümleri, Fâtih’in Kazaskeri olan Molla Hüsrev’in kitabından naklediyoruz Bu hükümleri resmi kanun hükümleri olarak kabul ve tatbik eden bir devlet adamına, İstanbul’u ve içindekileri yaktı yıktı gibi isnâdlarda bulunmak, sadece delilsiz konuşmanın kötü örneklerini teşkil eder

Gelelim İstanbul’un fethinin hangi yolla olduğuna ve Ayasofya meselesine; İslâm devletler hukukunun hükümlerine göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan ehl-i kitaba ait ma’bedlere asla dokunulmaz; ancak yenilerinin inşasına da müsaade edilmez Eskiden beri var olanlar tamir edilebilir Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, durum tam tersinedir Yani İslâm hükümdarı, isterse, başka dinlere ait bütün ma’bedleri yok eder ve gayr-i müslimleri de sürgün edebilir İşte İstanbul, tamamen savaş yoluyla feth olunmuştur Ayasofya’nın ve benzeri bazı kiliselerin camiye çevrilişinin meşruiyet sebebi zikredilen hükümdür Bu hüküm, İstanbul çapında tatbik edilseydi, İstanbul’daki bütün kilise ve havraların yıkılması gerekirdi İstanbul’u Allah’ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fetheden Fâtih Sultân Mehmed, Ayasofya’yı cami haline getirdikten sonra, papaz ve hahamlardan oluşan bir heyeti huzurunda kabul eder Papaz ve hahamlar heyeti, İstanbul’u savaşla fethettiğini, dilerse İstanbul’da hiçbir kilise ve havra bırakmayacağını bu durumun devletler hukukundan doğan bir hakkı olduğunu Fâtih’e ifade ederler; ancak kendisine, kendilerine ve ma’bedlerine karşı İstanbul’un sulh yolu ile fethetmiş gibi kabul etmesini ve geç de olsa toplu halde huzuruna gelişlerini bu mânâya vesile saymasını ısrarla talep etmişlerdir

Çevresindeki din âlimlerine danışan Fâtih Sultân Mehmed, bu isteklerini geri çevirmemiş ve camiye çevrilenlerin dışında kalan kilise ve havralara, hakkı olduğu halde müdahale etmemiştir Günümüze kadar yaşayan kilise ve havraların gerçek sırrının, Fâtih’in din ve vicdan hürriyeti anlayışı oluğunu, Osmanlı Devleti’nin şanlı Şeyhülislâmı Ebüssuud Efendi, verdiği bir fetvada vuzuha kavuşturmaktadır Bu fetvanın aslı aynen şöyledir:

"Merhum Sultân Muhammed Hân hazretleri, Mahmiye-i İstanbul’u ve etrafındaki karyeleri unveten feth eylemiş midir? El-Cevab: Ma’ruf olan unveten (cebr ile) fetihdir Amma kenais-i kadime (eski kiliseler) sulhen fethe delâlet eder 945 tarihinde bu husus teftiş olunmuştur 130 yaşında bir kimesne ve 110 yaşında bir kimesne bulunup Yehud ve Nasara taifesi el altından Sultân Muhammed Hân ile ittifak edüb Tekfur’a nusret etmeyecek olub Sultân Muhammed dahi anları seby etmeyüb (esir almayub) halleri üzere mukarrer edecek olub bu veçhile feth olundu deyu şahadet edüb bu şahadet ile kenâis-i kadîme hali üzere kalmıştır Ketebehu Ebüssuud"

Bu anlattıklarımızı, tarihçilerin verdiği bilgi de doğrulamaktadır Fâtih Sultân Mehmed, 23 Mayıs’da İsfendiyar oğlu Damad Kasım Bey’i elçi olarak Bizans’a göndermiş ve kendisine şu haberleri yollamıştır: İlk umumi hücumda şehir düşecektir Bu gerçeği tam bir asker olan İmparator da kabul etmelidir Eğer sulh yolu ile teslim olurlarsa, İslâm Hukukunun kuralları gereği, can ve mala asla zarar verilmeyeceğini; cebr ile fethedilirse, hem kan döküleceğini ve hem de sorumluluk kabul etmeyeceğini bilmelidir Maalesef bu habere rağmen sulhu kabul etmeyince cebr ile feth olunmuş ve buna rağmen yine de anlattığımız gibi muamele yapılmıştır Ayasofya’daki mozaikleri tamamen tahrip etmemesi ve İstanbul surlarını yıkmaması, Fâtih’in bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır

Görülüyor ki, Fâtih Sultân Mehmed’in Sırbistan’da tatbik edeceğini va’d ettiği "Her caminin yanında birer kilise inşasına müsaade" durumu, İstanbul’da da tatbik olunmuştur Fener’de Abdi Subaşı Mahallesindeki Caminin bitişiğinde Rum Patrikhanesi ile kilisenin mevcudiyeti, Osmanlı Devleti’nin gerçek mânâda din ve vicdan hürriyetini göstermiyor mu? Edirnekapı Caddesinin son kısmında yer alan Mihrimah Sultân Camii’-nin hemen karşısında bir Rum kilisesinin inşasına müsaade etmek, bu hürriyetin maddî delillerinden değil midir?

İstanbul’un harap edilmesi iddiası da doğru değildir Buna ayrıntılı cevap vermek yerine, İstanbul’un fethini geçen bin yılın en önemli yüz olayı arasında zikreden CNN, Time ve benzeri kuruluşların yaptıkları tesbitden bir cümle nakledelim: İstanbul, Fâtih tarafından fethedilmeden evvel, tam bir harabe ve ölü şehir idi Fetihden sonra, hem Avrupa’nın ve hem de Müslüman memleketlerin ticâret merkezi ve mamur bir dünya şehri haline geldi Nitekim Rus tarihçi Ouspensky bile "Türkler 1453’te, Haçlıların 1204’te yaptıklarından çok daha insanca ve hoşgörüyle davrandılar" diyebilmektedir

Osmanlı Devlet teşkilatındaki iç oğlan müessesesini kısaca anlatır mısınız?

Evvelâ, iç oğlan kelimesini tarif etmek gerekmektedir İçoğlanı, Enderun denilen İç Saray’da çalışan özenle ve dikkatle seçilmiş saray görevlilerine denmektedir Osmanlı tarihinde, Topkapı, Galata, İbrahim Paşa ve Edirne Saraylarında yetiştirilen ve zamanla muhtelif devlet hizmetlerine çıkan devşirmeler olarak tarif edilmektedir Bunlara Saray Acemi Oğlanları veya Celeb de denmektedir Bir de Yeniçeri Ocağının acemileri vardır; aslında bunlara iç oğlanı dense de, bunları Saraydakilerden ayırmak için Sadi adı verilmektedir

O halde iç oğlanı, bir terimdir Oğlan kelimesi, illa da kötü niyetle seçilmiş genç çocuk manasına gelmez Belki Enderun denilen İç Saray’da istihdam edilmek üzere seçilen devşirmelere de denmektedir İç oğlan denmesi, İç Saray’da istihdam edilmelerinden kaynaklanmaktadır Ayrıca burada istihdam edilecek devşirmeler, Enderun Mektebinde yetişmektedirler Yani Enderun aynı zamanda devlet adamı yetiştiren bir fakülte durumundadır Nitekim buradan yetişen devlet adamları arasından pek çok beylerbeyiler ve sancakbeğleri çıkmıştır

İkinci olarak, bazı yabancı seyyahların ve bir kısım İslâm düşmanı tarihçilerin anlattıkları gibi, Enderun yani İç Saray’da çalışmak üzere yetiştirilen İç Oğlanlarının yakışıklı olması, Padişahların gayr-i meşru arzularını tatmin için değildir Belki İç Saray yani Osmanlı Devleti’nin en geniş sınırlara ulaştığı dönemlerde toprak alanı 24 milyon km2yi bulan bu muhteşem devletin Devlet Başkanlığı sarayı demek olan bu mahalde çalışacak personel dikkatle seçilmeliydi Bugün bile başbakanlık ile cumhurbaşkanlığı Köşkünde çalışan personel ile normal bir devlet dairesinde çalışan personelin aynı özelliklere sahip olmadığını, aslında bu iftiraları kitaplarına alanlar da bilirler Gerçekten İç Saray’da çalışacak personel, sır tutmalı, eli ayağı düzgün olmalı, yalancı ve hâin insanlar olmamalıydı İşte bütün bu özelliklere sahip devşirmeleri iç oğlanı adıyla tesbit edebilmek için bugün Kriminoloji veya benzeri ilimlerin yerine Osmanlı döneminde de İlm-i Sîmâ veya İlm-i Kıyafet denilen bir ilim dalı vardı Elinin, ayağının, gözünün ve kulağının özelliklerine göre, bir insanın ahlaki yapısı az çok tesbit edilmekteydi İşte Enderun denilen İç Saray’da çalışacak iç oğlan denilen personel, bu konuda uzman olan kişilerce seçilmekteydi Gılmân veya İç oğlan denilmesinin bir sebebi de, burada bugünkü gibi kadın personel çalıştırılmamasındandır Bunu, Osmanlı’da Harem isimli eserimizde ayrıntılı olarak anlattık

Üçüncü Olarak, İç Saray’da çalışan iç oğlanları yakışıklı gençlerden oluşması sebebiyle, Padişah açısından değil, kendi aralarında muhtemel bir gayr-i meşru durumdan sakınmak için çok dikkat çekenlerin yüzlerine peçe örtmesinin emredilmesi doğru olabilir Ancak bu Padişahın onları başkalarından kıskanmalarından dolayı değil, bu konudaki şer’î bir hükmün tatbikinden ileri gelmektedir Gerçekten İslâm hukukunda bir hüküm vardır: "Genç bir hoca veya terbiyeci, genç ve bıyığı bitmemiş çocuklarla, fazla yalnız kalmasın; zira nefis insanı kötülüklere sevkedebilir Hatta bu tür gençler, yüzlerine peçe bile örtebilirler Bu tür gençlere şâbb-ı emred denilir" Fevkalade bir edeb kaidesi olan bu hükme, bazı Osmanlı Padişahları uymuşlar ve bir kısım İç saray görevlisi iç oğlanlarına yüzlerini peçe ile örtmelerini emretmişlerdir Şimdi soruyoruz, Kur’ân’ın emrine uymak için gösterilen bu hassasiyet nerede? Bunu Hammer gibi bir Hıristiyan tarihçinin iftirasına uyarak tamamen edeb dışı yorumlara gitmek nerede?

Dördüncü olarak bir hususa daha dikkat çekmek istiyoruz: iç oğlanlar, değişik hizmetleri görmektedirler Bu hizmetlerden biri de Has Oda’nın hizmetlerini görmektir Has Oda, Padişahın iç oğlanlar ile beraber olduğu ve gayr-i meşru hayat yaşadığı bir mekân değildir Biraz sonra Has Oda’nın mahiyetini öğrenince böyle bir iddiadan titrememek mümkün değildir

Gerçek Has Oda, Enderun odalarının birincisi ve en itibarlısı olup Fâtih tarafından personel mevcudu otuz kişi olmak üzere kurulmuştur Daha sonra diğer Padişahlar tarafından genişletilmiştir Harem’de değil Enderun’da yer almaktadır Has Oda’da Hır-ka-ı Sa’âdet ve diğer mukaddes emânetler bulunmaktadır Has Odalıların asıl vazifeleri de Hırka-ı Sa’âdet Dâiresini süpürmek, tozunu almak, mübarek gecelerde güzel kokularla donatmak ve gül suyu serpmek, Kur’ân-ı Kerim okumak, Padişaha ait hizmetleri görmek yani Saray içinde Padişahın hususî personeli olmaktır

Özellikle Fâtih Sultân Mehmed ile alakalı olarak Notaras’ın ve Franzes’in oğlu ve Erico’nun kızı ile ilgili isnatlar ise, Bizans tarihçilerinden bazılarının, İstanbul’u fethetmesinden dolayı duydukları kızgınlığın yalancı bir sonucu olmaktan öteye gitmemektedir ve hiç bir delile dayanmamaktadır

Bütün bu bilimsel açıklamalara rağmen, hâlâ İslamcı Gay’ler diye haber yapanların durumunu ilimden anlayanlar daha iyi takdir edebileceklerdir Bunlar, Gelibolulu Mustafa Âlî’nin tıpkı Kâbusnâme’de olduğu gibi, erkek ve kadın hizmetkârlar ve cariyelerle ilgili verdiği bilgileri ve özellikle de genç kız ve erkek manasında kullanılan gulâm ve bunun çoğulu olan gılmân kelimesini dillerine dolayarak, Osmanlı devlet adamlarını ve hatta Şeyhülislâm ve kazaskerlerini bile, gay’likle itham etmektedirler Halbuki aynı yazar, tıpkı Kabusnâmenin yaptığı gibi, hizmetkârlar hakkında bilgi verdikten sonra, toplumdaki ahlaksızlar hakkında da bazı açıklamalarda bulunmaktadır Zaten, Osmanlı toplumunda tümüyle bu ahlaksızlıklar yok idi denilemez Karşı çıkılan, bu ahlaksızlıkların Padişahlara ve âlimlere de isnad edilmesidir Büyük Osmanlı Tarihçisi Âlî, bu rezillere ayırdığı kısa bahiste, gay tabir edilen cinsî sapıkların dinimize göre suçlular olduğunu, haram helal demeden kadınlarla beraber olanların ise, nefislerine mağlup olan reziller grubunu teşkil ettiğini; lezbiyenlerin ve homoseksüellerin de bunlar gibi reziller grubunda yer aldığını, toplumdaki grupları sayarken gayet açık beyan eylemektedir Aynı eserde, meyhanelere ayrılan bir bölüm de vardır Acaba böyle bir bölümde gayr-i müslimlerin meyhaneleri anlatıldığı ortada olduğu halde, bu başlığı okudukdan sonra, Osmanlı Devleti’nde herkes meyhaneye giderdi mi diyeceğiz?

İç oğlan kavramı kullanılarak bazı Osmanlı Padişahlarının cinsî sapık ve oğlancı oldukları iddia edilmektedir Hatta Fâtih Sultân Mehmed’in bile bu konuda namuslu davranmadığı ileri sürülmektedir Bazı Rum tarihçilerinin de bu manada bir kısım isnadları bulunmaktadır Bu meselenin aslı ve esası nedir?

Batılı bir kısım tarihçiler ve günümüzdeki bazı kitap yazarları, bir kısım Osmanlı Padişahlarının gayr-ı meşru’ ilişkiler içine girdiklerini iddia etmişler ve Osmanlı Tarihçileri tarafından uzun uzadıya incelenen iç oğlan meselesini dillerine dolamışlardır İçoğlan, Topkapı sarayını teşkil eden üç kısımdan birisi olan Enderun’da yani İç Saray’da çalışan devşirme görevlilere, enderûn personeline veya diğer bir ifadeyle Devlet başkanlığı personeline denmektedir Ayrıca Yeniçeri Ocağında da bir gurup için bu tabir kullanılır Merak edenler, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Kapu Kulu Ocakları Kitabını inceleyebilirler

İç oğlan kelimesini rezil hallere yorumlayanlara, burada kısaca cevap vermek ve çarpıtmalara örnek olarak okuyucuların da nazarlarına takdim etmek icabedecektir

Bir kısım yazarlar, Padişahların Enderun denilen İç Saray’da kendileriyle gayr-i meşru münâsebette bulundukları iç oğlanları denilen genç ve güzel delikanlıları bulundurduklarını ve hatta bunları başkalarından kıskandıklarından dolayı bazılarının yüzlerini dahi örttürdüklerini; bazı Osmanlı Padişahlarının ise tamamen erkek düşkünü olduklarını utanmadan kaleme almaktadırlar Ayrıca Kâbûsnâme ile ilgili iddialar da bunun gibi saçmadır

Şimdi iddia sahiplerinin delil olmak üzere Kâbusnâme’den ve Yavuz Sultân Se-lim’in kızı Fatma Sultân’a ait kocası Mustafa Paşa’d an yakındığı bir mektuptan nakledilen cümleleri ve bunları nasıl çarpıttıklarını gözler önüne sererek, diğer çarpıtmaların da bunlar gibi olduğunu okuyucuya anlatmak istiyoruz:

- İddia sahiplerine göre, Osmanlı Hareminde bütün çarpık ilişkilerin yanında Padişahların ve Enderûn halkının erkeklerle ve hem de iç oğlan denilen Saray Hizmetlisi olan erkeklerle çarpık ilişkileri vardı IV Murad bunlardan biriydi "Bâtılı tasvir, safi zihinleri iyice tadlîl edeceğinden yani sapıtacağından", biz tasvir yerine bunların iddiasına cevap vermek istiyoruz İddialarını isbat için getirdikleri önemli bir delil şu:

Ziyar Oğullarından Emîr Keykavus tarafından 475/1082 tarihinde oğlu için Nasihat-nâme tarzında telif edilen Kâbûs-nâme adlı bir kitabdan alınan bir iftiradır İddiaya göre, Osmanlı Padişahları tarafından da benimsenen bu Kitap’taki öğütlerden kadınlarla cinsî münâsebetle ilgili olanlarından birisi şudur: "ve yaz olunca avretlere meylet, kışın oğlanlara ki, sağlık ve esenlik içinde olasın Çünkü oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir araya gelirse sağlığa zarar verir Ve avret teni soğuktur, kışın iki soğuk bir araya gelirse teni kurutur" İddiacılara göre, başta IV Murad olmak üzere, bazı Osmanlı Padişahlarının yazları kadınlarla ve kışları da erkeklerle beraber oldukları nakledilmektedir Kâbûsnâme’nin XIV yüzyıl yani Fâtih’in babası II Murad zamanında Mercimek Ahmed tarafından yapılan tercüme olduğunu ve o zamanki ifadeler kullanıldığını kendileri de kabul etmektedirler

Daha da ileri giderek, bu işin Osmanlı damadlarına kadar uzandığını ve hatta Yavuz’un kızı Fatma Sultân’ın bu yüzden ilk kocası Antalya Sancak Beği Mustafa Paşa’dan şikâyet ettiğini iddia etmektedirler Fatma Sultân’ın bir mektubundan aldıkları şu cümleyle iddialarını isbât etmeye kalkışırlar Cümle şudur: "Benim Devietlü Sultân Babam, Dirliğim yoktur Bir kişiye düştüm ki, beni bir kelb (köpek) hesabına saymaz Elin oğlanların zulüm ile atasından ve anasından alur; hemen işi gücü oğlanlar derdinedir" İddiacılara göre, bu Cümleler, Osmanlı beylerinin erkekler ile ilişki kurduklarını isbat etmektedir Ancak bu mektubun XV yüzyıla ait olduğunu kendileri de kabul etmektedirler O asırda oğlan kelimenin manasının genç kız ve erkek demek olduğunu ise, lügatlerden anlıyoruz

Bu arada şunu da ifade edelim ki, konuyla ilgili çarpıtmaların başına bir yazarın "Çünkü siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşmaktasınız" mealindeki ayeti koyması ve dipnotta da 80-84 âyetleri vermesi çok manidardır

Şimdi gelelim meselenin izahına:

Önce bir konunun izahı gerekiyor: Kur’ân’dan nakledilen âyet, Hz Lut’un livâta günahını işleyen kendi milletine söylediği bir sözün parçasıdır Tamamı şöyledir: "siz, sizden evvelki insanların işlemediği bir fuhşu ve büyük günahı mı işliyeceksiniz? Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşmaktasınız Gerçekten de siz aşırılıklar ve günahlar içine giren bir milletsiniz" Kur’ân, Hz Lut’un bu sözlerinden sonra kavminin kendisini memleketten çıkarmak üzere harekete geçtiklerini ve ancak Yüce Allah’ın böylesine aşırılığa giderek livâta suçunu işleyen Lut Kavmini şiddetli bir azapla azaplandırdığını beyân buyurmaktadır Nakledilen âyet meali ile konunun hiç bir münâsebet ve alakası olmadığı açıkça görülmektedir

Gelelim ikinci hususa; Bilindiği gibi, her zamanın bir lehçesi ve konuşma ağzı vardır Yani kelimeler farklı zamanlarda farklı manalarda kullanılmaktadır Erzurumlular, "Misafiri yola vurmak" tabirini kullanırlar; herhalde bundan, misafiri kaldırıp yola çarpmak değil, uğurlamak manası anlaşılmalıdır Azeriler, "Kulluğun edeyim" demektedirler; bunun manası da senin kölen olayım değil; sana nasıl yardımcı olabilirim manasına olduğu açıktır

İşte hem Kâbusname’de ve hem de Fatma Sultân’ın Mektubunda geçen oğlan kelimesinin de manası çarpıtılmaktadır Zira XIV ve XV asır Türkçe metinlerde oğlan kelimesinin manası, bugün kullanılan manadan önemli derecede farklıdır Temel kaynaklardan anladığımıza göre, bu asırlarda "oğlan" kelimesinin iki temel manası vardır: "oğlan" kelimesinin birinci manası, cins ayırt etmeksizin "çocuk", ikinci manası ise, yine erkek olsun kız olsun "genç" demektir Bu kelimenin sırf erkek cinsini karşılamaya başlaması, bundan sonraki devirlerde söz konusudur

Buna delil çok ise de, en güzel delil, Erzurum’lu Mustafa Darir’in XIV yüzyılda yani Kâbusnâme’nin Türkçe’ye tercüme edildiği asırda kaleme alınan Yüz Hadis Tercüme-sindeki şu ifadedir: "Bu kez Resul Hazreti cevâb verdi, buyurdı kim, "Evienün şunun bigi avretler ile kim, erden kaçmaz ola, oğlan doğurgan ola, ümmetim çok ola kim, ben ümmetimin çokluğu ile fahrlanurum yarın kıyamet gününde" Yani "çocuk doğuran ve erkeğinden kaçmayan hanımlarla evlenin"

Tesbitlerimizi teyid eden bir husus da, Kâbus-nâme’yi tercüme eden mütercim ile Yüz Hadis Tercümesini yapan mütercimin aynı asırda yani Fâtih Sultân Mehmed’in babası II Murad zamanında yaşamış olmalarıdır Zaten Tarama Sözlüğü başta olmak üzere, filolojik kaynaklar da bu dediklerimizi doğrulamaktadır Ancak kelime oyunlarıyla tarihi ve İslâmiyeti kötülemek istiyenlere, elbette ki diyebileceğimiz fazla bir şey yine de bulunmamaktadır Bizi asıl üzen husus ise, Uluçay gibi bir araştırmacının da aynı dedikodulara önem vermesidir ve hatta Harem II Kitabında yalanladığını Harem Hayatının İç Yüzü adlı eserde doğrulama veya sadece nakilde bulunma yoluna girmesidir

Ayrıca şu cümle de bu konuda açıktır: "Eğer oğlan kızsa, kız doğurmuş avrat südün emzireler; eğer er ise er oğlan doğurmuş avrat südün emzireler" O halde XIV ve XV asırlarda oğlan tabiri genç kız ve erkekler için ve avrat tabiri ise yaşlı kadınlar için kullanılmaktadır Nitekim Kâbusnâme’nin asıl dili olan Farsça’daki oğlan kelimesinin karşılığı bulunan gulam kelimesinin de manası böyle zikredilmiştir: "Gulâm; Çocuk ve genç demektir Doğuştan gençlik dönemine kadarki safha"

Bu girişten sonra Kâbûsnâme’deki ve Fatma Sultân mektubundaki ifadeler daha iyi anlaşılmaktadır:

Kâbus-nâme, biraz evvel de belirttiğimiz gibi, bir Nasihat-nâme mahiyetindedir Her konuda âyet ve hadislerle veya eski devlet büyüklerinin ahlakî esaslarıyla süsleyerek evladına nasihatta bulunan bir devlet adamının nasihatları durumundadır İşte Kâbusnâme’nin 15 Kitabı, ahlakî bir konu olan Karı-Koca Münâsebeti (Cimâ’ın İyisi ve Kötüsü) hakkındaki tavsiyeleri ihtiva eylemektedir Buradaki tavsiyelerden biri de, birden fazla hanımı bulunan ve cariyeleri de var olan oğluna yaptığı şu tavsiyedir: "ve yaz olıcak avretlere meylet ve kışın oğlanlara; ta ki, ten-dürüst olasın Zira ki, oğlan teni ıssıdur, yazın iki ıssı bir yere gelse teni azıdur ve avret teni sovuktur, kışın iki sovuk bir yere gelse teni kurudur Vesselam"

Yani birden fazla kadınların olması halinde, yazın kısmen yaşlı kadınlarla ve kışın da genç kadınlarla beraber ol ki, sağlık ve esenlik içinde olasın Çünkü genç kadının teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir araya gelirse sağlığa zarar verir Ve genç olmayan kadının teni soğuktur, kışın iki soğuk bir araya gelirse teni kurutur Şimdi bu manayı çarpıtarak, erkeklerle beraber olmayı tavsiye manasını çıkarmak, ilimden ve dilden haberdar olmamak demektir

Fatma Sultân da, kocasının, genç cariyelerle beraber olup kendisine iltifat etmediğini yazmaktadır "Benim Devletlü Sultân Babam, Dirliğim yoktur Bir kişiye düştüm ki, beni bir kelb (Köpek) hesabına saymaz Elin oğlanların zulüm ile atasından ve anasından alur; hemen işi gücü oğlanlar derdinedir" Bu cümlelerle kendisini bir köpek yerine bile koymadığını, anasından babasından zorla câriye diye aldığı genç kadınlarla beraber olduğunu babası olan Osmanlı Padişahına şikâyet etmektedir Genç cariyeler ile beraber olmak demek olan "işi gücü oğlanlar derdinde olmak" manası nerede? Erkeklerle beraber olmak manası nerede?

Bu iddiaları ileri süren yazarlar da biliyor ki, bırakınız bir Osmanlı damadının çarpık ilişki kurmasını, Sultânlar ile evli iken başka kadınlar ile evlenmeleri dahi fiilen yasaklanmıştır Konuyu Sultânların evlenmeleri bahsinde ele alacağız Ancak söz konusu mektubun manasını anlamıyanlar, bir kısım ifadeleri kendilerine göre yorumlamaya kalkışmışlardır

İstanbul’un fethi sırasında gemilerin karadan yürütüldüğünün doğru olmadığını söyleyenler var Bu iddialar hakkında kaynaklar ne söylemektedir?

İstanbul’un fethi sırasında gemilerin karadan yürütülmesi hadisesi, hemen hemen yerli ve yabancı kaynakların ittifakı ile sabit bir olaydır Hatta Bizans askerleri, sabahleyin Osmanlı gemilerini Haliç’te görünce, herhalde zincirleri kırıp geçtiler diye zincirleri kontrol etmişler ve gördükleri manzara karşısında hayrete düşmüşlerdir Ancak sabaha karşı yapılan bir harp planı olması hasebiyle ve de gemilerin geçirildiği bölgenin o günlerde ormanlık olması sebebiyle, güzergâhı ve karadan yürütülen gemilerin sayılarında farklı görüşler bulunmaktadır

İstanbul’un fethedilmesi için bazı gemilerin Halic’e indirilmesinin zaruret olduğu görüldü Zira Halic’e gerilen zincir Hasköy ile Ayvansaray’da bulunan iki ordunun buluşmasına mani teşkil ediyordu Önce gemilerin karadan çekileceği yer tesbit edildi Burası Tophane önündeki sahilden başlayarak Boğazkesen’den geçiyor ve buradan güney batıya dönüp sırtları aşarak Löbon Pastahanesi tarafına çıkıyor ve tepeyi aşarak Perapalas yanından Kasımpaşa’ya yani Haliç sahiline çekiliyordu Yapılan ölçümlerde, Tophane’den dört yol ağzına 980 adım ve buradan Tepebaşı’na kadar 240 ve Kasımpaşa’ya kadar da 906 adım ki, toplam 2156 adımdır ve bu da yaklaşık 3 mil kadar tutmaktadır Hazırlıklar tamamlandı Tophane’den ayrılan 50 ila 70 adet arasındaki gemi, 21-22 Nisan gecesinde Kasımpaşa’ya kadar indirildi Bu olayın doğruluğunu, hem savaşta hazır olan Bizans tarihçileri ve hem de Osmanlı tarihçileri ittifakla açıklamaktadırlar

Ulubatlı Hasan olayı bir efsane midir?

Hayır değildir Bunun efsane olduğunu söyleyenler, bizzat Bizans ve batı tarihçileri Dukas, Françis ve Got’un beyanlarını da inkâr edememektedirler Akşemseddin ve Molla Gürani gibi maneviyat erlerinin fethi müjdelemeleri ve Fâtih’i teşvik etmeleri üzerine, Osmanlı ordusu 29 Mayıs Salı günü sabaha karşı Edirnekapı ile Topkapı arasında umumi bir hücum başlatmışlardır Savunmanın temel direği olan Venedikli General Giustiniani’nin yaralanıp cepheyi terketmesi, Müslüman askerleri heyecana getirmesi ve Fatih’den dördüncü saf Osmanlı askerinin de Topkapı surlarına tırmanması emrini almasıyla birlikte Ulubatlı Hasan isimli küçük rütbeli ve genç bir asker veya subay, maiyyetindeki 30 askerle beraber, Osmanlı bayrağını surlara dikmişlerdir

Buarada önemli olan, olayın yani bir Müslüman askerin sancağı surlara dikmesidir ve bu konuda dost düşman bütün tarihçiler ittifak halindedirler Tarihçi Françes bu konuda ayrıntılı bilgi verdiği gibi, Dukas da olayı doğrulamaktadır İsmini tam vermemeleri veya yanlış vermeleri önemli değildir Önemli olan böyle bir olayın yaşanmasıdır Nitekim beraberindeki 30 kişiden, atılan ok ve ateşlerle, 18’inin şehid olduğu gelen nakiller arasındadır

Fâtih Sultân Mehmed’in Çandark Halil Paşa’yı idam ettirmesi doğru mudur ve sebebi nedir? Türk asıllı bir aileden gelmesi katlinde bir sebep olabilir mi?

Çandarlı ailesi, ilk Çandarlı olan Halil Hayreddin Paşa’dan beri Osmanlı Devleti’nin hizmetinde bulunan şerefli bir ailedir Çandarlı Ali Paşa dışında, hepsinin de mazbut ve müstakim kimseler olduğunda tarihçiler müttefiktirler Ali Paşa’nın devlet adamlığında şüphe yok ise de, istikameti konusunda bazı dedikodular mevcuttur Çandarlı ailesinden biri de Fâtih zamanında Vezir-i A’zam olan torun Halil Paşa’dır 1453’de İstanbul feth edildikten sonra önce zindana konulmuş ve 40 gün kadar sonra da idam edilmiştir Sebeplerini şöylece sıralamak mümkündür:

1) Bilindiği gibi, II Murad’ın iki defa saltanattan çekilip oğlu II Mehmed’i tahta geçirmesinden sonra tekrar Padişah olmasında rol oynayan devlet adamlarının başında Çandarlı Halil Paşa gelmektedir II Murad, Halil Paşa’nın teşvikiyle II defa Edirne’ye gelerek tekrar tahta geçmiştir Bu yüzden Fâtih Sultân Mehmed’in haklı olarak ona gücenmiş olması kuvvetle muhtemeldir

2) İstanbul’un fethi meşveretinde Akşemseddin, Molla Güranî ve vezir Zağanos Paşa ısrarla feth-i mübinin nasib olacağı ümidiyle İstanbul’un muhasara ve fethini teşvik ederken, Halil Paşa, geçmişteki üç haçlı seferini bilen bir devlet adamı olarak ısrarla fethe karşı çıkmış ve muhasaranın kaldırılmaması halinde bütün Avrupa’nın asırlar boyunca Osmanlı düşmanı olacağını iddia etmiştir Hatta bizim bir türlü inana-madığımız, ama yerli ve yabancı tarihçilerden bazısının ifade ettikleri gibi, muhasaranın kalkması yolunda Bizans devlet adamlarıyla işbirliğine dahi gitmiştir ve hatta Âşıkpaşa-zâde gibi bazı tarihçilere göre rüşvet bile almıştır

İşte bütün bu sebepler bir araya gelince, İstanbul’un fethinden sonra, Halil Paşa’nın Rumlara taraftar olduğu ve rüşvet aldığı şeklindeki iddialar da, sevmeyenleri tarafından abartılmış ve Fâtih Sultân tarafından 1453’de idam edilmesine yol açmıştır

Önemle ifade edelim ki, Halil Paşa’nın Türk bir aileden gelmesinin veya benzeri iftiraların idamında rolü yoktur Ancak Zağanos Paşa gibi Halil Paşa’nın muhalifi olan devlet adamlarının devşirme olması ve Fâtih devrinden sonra devşirme devlet adamlarının Osmanlı Devleti’ne hâkim olması böyle bir dedikodunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur Böyle olsaydı, idamından sonra, Süleyman Çelebi adındaki oğlu Kazaskerliğe ve bir diğer oğlu İbrahim Çelebi de Fâtih zamanında Edirne kadılığına ve II Bâyezid zamanında da Vezir-i A’zamlığa kadar yükselemezlerdi Çandarlı ailesinin hem ilmiyeden gelmeleri ve hem de öz be öz Türk olmaları, gerçekten de kendilerinden sonra gelenlerin ulaşamayacağı önemli özelliklerdi Bazı tarihçiler, bu idamı Fâtih’in bir hatası olarak kabul ederler

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #15
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Fâtih Sultân Mehmed zehirlendi mi? Onu zehirleyen Yakub Paşa’nın Yahudi olduğu söyleniyor Bu doğru mu?

Fâtih Sultân Mehmed’in vefatı ile alakalı iki rivayet vardır:

Birincisi; Fâtih Sultân Mehmed, 27 Nisan 1481 tarihinde Kapıkulu askerleriyle sefere gitmek üzere Üsküdar’a çıktı Ancak sefere çıktığında hasta idi Bir kaç gün Üsküdar karargâhında oturdu Gebze yakınlarındaki Tekirçayırı veya Hünkârçayırı denilen yere geldiğinde, hastalığı şiddetlendi Ayağından rahatsızlığı vardı Bazıları nıkris illeti demektedirler Hekimler konsültasyon yaptılar İlacın dozunu arttırdılar Acı artınca şarâb-ı fariğ (acıyı gideren şerbet) verdiler ve Fâtih Sultân Mehmed bunun üzerine rahmete gitti Neşrî, Lütfi Paşa, Âli, Solakzâde, Âşıkpaşa-zâde gibi Osmanlı tarihçileri, Fâtih’in zehirlendiğine dair herhangi bir kayıt düşmezler

İkincisi ise, Fâtih’in zehirlendiğine dair rivayetdir Bazı tarihçiler, Hekim Yakub Paşa’nın Fâtih’i tedaviye devam ederken, onun vezir olmasından rahatsız olan Karamanî Mehmed Paşa’nın kasıtlı olarak Hekim Larî Acemî’yi devreye soktuğunu, verilen ilaçlar neticesinde fenalaşıp kurtulma ihtimali olmayınca Hekim Yakub Paşa’nın da müdahale etmediğini ve Karamanî Mehmed Paşa ile Hekim Lari Acemî’nin kasden Fâtih’in vefatına sebep olduklarını ifade etmektedirler Bunlara göre Hekim Yakub Paşa’nın öldürme kasdı mevcut değildir Tam aksine diğer ikilinin tam bir planı vardır Hekim Yakub Paşa, başlangıçta Sultânın hekimi olarak göreve başlayınca, Yahudidir ve bir süre Müslüman olmamıştır Ancak sonradan Müslüman olmuş ve vezirlikle taltif olunmuştur

Buna karşılık, bazı tarihçiler de, Hekim Yakub Paşa’nın bir Yahudi dönmesi olduğunu ve Fâtih’in İtalya’ya kadar uzanmasından ve İtalyanların veya Venediklilerin ajanı olmasından dolayı, Avrupa’nın böyle bir plan hazırladığını ifade etmektedirler Bu iki ihtimalde de Fâtih, zehirlenmiş olmaktadır

Hekim Yakub Paşa’nın II Bâyezid’in zamanında da aynı görevi devam ettirmesi, hakkındaki ithamların doğruluğunu şüpheye düşürmektedir Babinger, Hekim Ya’kub’un Venedik’e satılmış bir casus olduğunu iddia ediyorsa da, kaynaklardan hareket ederek böyle bir sonuca ulaşmak zor görünüyor Gaybı kesin olarak Allah bileceğinden ve elimizde de kesin bir belge olmadığından, sadece Âşıkpaşa-zâde’nin şu tesbitlerini ve iki beytini aktararak bu bahsi kapatıyoruz: ’Hekim Ya’kub kim, vezir oldu, ne kadar Yahudi’nin açı ve devletsizi varsa, Padişahın işine karıştılar" Bu söz, şahsî bir rekabetten de söylenmiş olabilir

Tabibler şerbeti kim, verdi Han’a -- O Hân içdi şarâbı kana kana

Ciğerin doğradı şerbet o Hân’ın — Hemîn dem zârî etdi yana yana

Dedi niçün bana kıydı tabibler — Boyadılar ciğeri canı kana

Âli’nin şu tesbitleri, bizi belli bir sonuca götürecek mahiyettedir:

"Karamam Mehmed Paşa vezir-i a’zam olunca Ya’kub ona hased eyledi Tam bu sırada Padişah dermansız bir derde tutuldu ve Hekim Ya’kub tedavisini yaparken, Mehmed Paşa Hekîm Lârî’yi tavsiye eyledi O da tedaviye başladı Şüphesiz iki ilaç birbirine karşı menfi etki yaptı Çok zaman geçmeden Sultân Mehmed vefat eyledi Hekim Ya’kub asrının Sokrat’ı idi"

Fâtih Sultân Mehmed’in annesi kimdir? Hıristiyan mıdır? Fâtih’e de Hıristiyanlığı aşıladığı bazı yazarlarca söylenmektedir Meselenin esası nedir?

Önce şunu belirtmek gerekir ki, bir Müslümanın annesi aslen ehl-i kitabtan olabilir; yani Hıristiyan veya Yahudi asıllı olabilir; hatta dininde devam da edebilir Anne veya babasının hali, kendisinin iyi bir Müslüman ve hatta veli bir insan olmasına mani değildir Ebu Cehil’in oğlu İkrime gibi Ancak Fâtih’in durumunda böyle bir şey de söz konusu değildir Mesele tamamen çarpıtılmaktadır Şöyle ki;

A) Fâtih’in üvey annesi Mara ile öz annesi Hiima Hâtûn bazılarınca yanlışlıkla ve bazılarınca da kasden birbirine karıştırılmaktadır Bunlardan birincisi, Fâtih’in üvey annesidir ve Sırp Kralı George Bronkoviç’in kızıdır Çocuksuzdur ve ömrünün sonuna kadar Ortodoks olarak yaşamıştır II Murad vefat edince, başkasıyla evlenmeyi kabul etmeyip Sırbistan’a dönmüştür Sonra 1457’de İstanbul’a kaçmış ve Fâtih de üvey annesine her türlü yardımı yapmıştır Nitekim temliknâmeleri vardır ve bu belgelerde edeb gereği validem de demiş olabilir Sonra da Serez’deki bir Manastır’a çekilmiş ve 1487 yılında II Bâyezid devrinde vefat edince Kornea Manastırına gömülmüştür Selanik’teki Manastır’ın üvey annesine tahsisini ifade eden fermanı, Fâtih’in Hıristiyan olduğuna delil göstermek (bazıları da fetihden sonra gayr-i müslimlere tanıdığı hakları sebep olarak zikretmektedir), tarihi çarpıtmaktan başka bir şey değildir

Fâtih’in öz annesi olan Hüma Hâtûn ise, Babinger gibi bazı yabancı araştırmacıların farklı yorumlarına rağmen, aslı nereden gelirse gelsin, Müslüman bir kadındır ve son yapılan araştırmalar, belgelerin ışığında türbesinin Muradiye Camisinin doğusunda Hâtuniye Türbesi diye adıyla anılan yerde olduğunu ortaya koymaktadır Türbenin bulunduğu mahalle de, bugüne kadar Hüma Hâtûn Mahallesi diye bilinmektedir Bazı tarihçiler, Hüma Hâtun’un İsfendiyaroğlu İbrahim Bey’in kızı Hatice Hâlime Hâtûn Olduğunu ifade etmişlerdir Hatta Kantemir, "832/1428’de II Murad İsfendiyar Bey’in kızıyla evlenir Bu evlilikten 6 yıl sonra, Bizans Tarihi ve Hıristiyanlığın belası kesilen Büyük Mehmed dünyaya gelir" demektedir Fâtih tarafından İshak Paşa ile evlendirilen bu hanımın Fâtih’in öz annesi değil, üvey annesi olması daha doğrudur Zira Fâtih’in tuğrasını taşıyan ve kazaskerlerinin kaleme aldığı vakfiye, Bursa Şer’iye Sicillerindeki kayıtlar ve arşiv kaynakları, Fâtih’in annesinin Abdullah isminde birinin kızı olduğunu ifade etmektedir Peçevî’nin ifade ettiği gibi, bu hanım, Fransız asıllı bir mühtedi de olabilir Yani devşirmeden birinin kızı olması da muhtemeldir Mühim olan annesinin Mara değil, Müslüman olmuş olan Hüma Hâtûn olmasıdır

Netice olarak, Fâtih’in annesinin Hıristiyan olduğu iddiası doğru değildir ve üvey annesine validem demesi de onun annesi olduğunu göstermez

Fâtih Sultân Mehmed’in kendi Kanunnâmesinin ilgili maddesini uygulayarak küçük yaştaki kardeşi Ahmed’i katlettiği söylenmektedir Bunu nasıl izah ediyorsunuz?

Burada meseleye değişik yönlerden bakmak gerekir:

Evvela; Bu hadisenin meydana geldiği şüphelidir Zira Kantemir gibi yabancı tarihçiler dahi, II Murad vefat ettiğinde Şehzade Mehmed dışındaki bütün evlâdının vefat ettiğini ve bu arada Şehzade Ahmed’in de Amasya’da vali bulunduğu sırada öldüğünü yazmaktadır ki, bu ihtimalin doğru olması halinde, henüz bebek iken öldürülme iddiaları da ortadan kalkar Namık Kemal de, şehzade Ahmed’in kati edildiği iddiasını sadece bir iftiradan ibaret görmektedir Böyle bir zulme, Fâtih Sultân Mehmed’in razı olamayacağını ısrarla savunmaktadır Bazı kaynaklar da, olayı doğrulamakla beraber, Şehzade Ahmed’i haksız olarak katleden Evrenos-zâde Ali Bey olduğunu ve bu sebeple Fâtih tarafından idam ettirildiğini kaydetmektedirler Şayet vâki ise, yukarıda anlatılan hükümler, Fâtih için de geçerlidir Ancak hangi gruba girmektedir? Bunun tesbit edilmesi gerekir

İkinci olarak, Osmanlı kaynaklarının bir kısmında Sultân Murâd’ın İsfendiyar Bey torunu Hatice Hâlime Hatun’dan doğma Ahmed isimli bir şehzadesi olduğu ve yaşı küçük olan bu şehzadenin II Mehmed’in tahta çıkmasından kısa bir zaman sonra kati olunduğu kaydedilmektedir Ancak diğer şehzade katilleri gibi, ayrıntılı bilgiler, kaynaklarda mevcut değildir Ayrıca Babinger’in altı ya da sekiz aylık olduğu konusundaki beyanı dışında, yaşının ne kadar olduğu da kesin değildir

Üçüncü olarak, II Mehmed, babası II Murâd’ın vefatından sonra, çok büyük sıkıntılar içinde tahta geçmiştir Bizans’ın şehzadeleri kullanarak Osmanlı Devleti’ni yıkma planları herkesçe bilinmektedir ve fetret devri de canlı şahitlerle doludur Nitekim Fâtih’in Padişah olması üzerine, Bizans İmparatorunun elinde tutsak olarak tuttuğu Süleyman Çelebi’nin oğlu olması kuvvetle muhtemel bulunan Şehzade Orhan’a aynen şöyle söylediği kaynaklarca ifade edilmektedir:

"Haydi göreyim seni, bu taht benimdür deyü dava eyle Ben Âl-i Osman nesliyim, ben var i-ken bu taht sana neden müstehakdır deyü dava edince, cümle beğler ve paşalar sana dönüb ve tahtı sana teslim ederler Tahta çıktığında, kulağın bende olsun Ben sana ne talimat verirsem, öyle hareket eyle Göreyim seni, nice padişah olursun"

İşte böylesine bir dönemde, yaşının ne kadar olduğu belli olmayan ve ama küçük yaşta bulunduğu kesin olan Şehzade Ahmed’i, devlete isyan suçuna teşebbüs etmeden, nizâm-ı âlem için diyerek katletmiş olabilir Bu tamamen üçüncü guruba girmektedir Eğer bir kusur işlenmiş ise, bunu savunmanın manası yoktur Ancak bu ayrıntıları tam bilinmeyen olaydan dolayı, Fâtih gibi Hz Peygamber’in medhine layık olmuş bir padişahı hunharlıkla suçlamak ve hele bu konuda Bizans İmparatorları ile birlikte hareket eden Bizans tarihçilerini onaylamak mümkün değildir Hammer ve benzeri tarihçiler, sanki şehzadelerin Osmanlı Devleti’nin yıkılması için kullanıldığını bilmiyormuş gibi, bunu vesile ederek Fâtih Sultân Mehmed’e hücum etmişlerdir

Özetleyecek olursak, Fâtih Sultân Mehmed, kendi koyduğu kanunun nizâm-ı âlem için fesada sa’y ihtimalinin bulunması sebebiyle siyâseten kati müessesesini ilk defa kendisi tatbik etmiş ve küçük kardeşi Ahmed’i kati ettirmişti Bu, isyan tahakkuk etmediğinden, bir had cezası değildir Belki nizâm-ı âlem için siyâseten kati müessesesine girmektedir Burada aranan fesadın şer’ ile tahakkuku şartının, ne derece gerçekleştiğini bilmiyoruz Ancak tekrar ediyoruz ki, Hz Peygamber’in senasına mazhar olmuş bir Padişah’ın, şartlan tahakkuk etmeyen bir cezayı tatbik edeceğine de ihtimal vermiyoruz Önemle ifade edelim ki, 11 aylık bir bebenin öldürülmesini Fâtih’in idam ettirdiğine inanmak istemiyoruz Zaten Evrenos-zâde Ali Bey isimli bir zatın Padişah’ın haberi olmadan böyle bir cinayeti işlediğini bazı kaynaklar haber vermektedirler

Osmanlı Devleti’nde kardeş katli, bazı tarihçiler tarafından vahşet ve saltanat uğruna insan katliamı olarak anlatılmaktadır Kardeş katli meselesinin Kanunnâmedeki dayanağı olan madde nasıldır?

Kanunnâmenin ihtilâfa yol açan ve farklı fikirlerin doğmasına sebep olan asıl maddesi, kardeş katli meselesi ile alâkalı şu maddedir: "ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içiin katletmek münâsibdir Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir Anınla âmil olalar"

Acaba bu maddenin mânâ ve mefhumunun İslâm hukukundaki izahı nasıldır? Şayet bu madde sahih ve İslâm Hukukuna uygun ise, Osmanlı tatbikatındaki örnekler, bu kanuna ne derece uygundur? Şer’î hükümlere ters düşen, Osmanlı tatbikatı mıdır yoksa bu kanun maddesi midir? Bütün bu ve benzeri suallerin doğru cevabı nedir? Bütün bu konuları, önemine binâen, ayrı ayrı sorularım cevaplarında tartışalım

37 Kardeş katli meselesinin şer’î dayanağı var mıdır?

Bu sorunun cevabı, ilgili maddenin de izahı demektir Önce İslâm hukukundaki suç ve cezaları görelim: Bilindiği gibi İslâm Hukukunda, üç çeşit suç ve ceza vardır:

a) Had suç ve cezalarıdır Hırsızlık (hadd-i sirkat), içki içmek (hadd-i şirb), yol kesmek (kat’-ı tarik), zina (hadd-i zina), dinden dönmek (irtidâd) ve devlete isyan (bağy) suçlarından ibaret olan bu suçların, unsurları teşekkül ettiği takdirde, tatbik edilecek cezaları Allah ve Resulü tarafından tesbit edilmiştir Bunlarda mühim olan, unsurların teşekkülüdür Unsurlardan birisi eksik olursa had cezası tatbik edilmez; ancak ülü’l-emr tarafından tesbit edilecek ta’zîr cezaları uygulanır Meselâ, dört şahidle zina yaptığı isbat edilemeyen suçluya, zina haddi tatbik edilmeyecektir Ancak üç şahitle zina yaptığı isbat edilen suçlu, bütün bütün cezasız da bırakılmayacaktır İşte unsurları teşekkül etmeyen bu suçlara tatbik edilecek cezalara ta’zîr cezaları denir

b) Şahsa karşı işlenen cinayet suçlarıdır ki, cezaları kısas veya diyettir Bunların da çoğu cezaları, Allah ve Resulü tarafından tesbit edilmiştir

c) Tazir suç ve cezalarıdır ki, biraz önce zikredilen had veya cinayet gruplarına girmeyen (esrar içmek gibi) yahut girdiği halde o cezaların tatbiki için gerekli unsurlara sahip olmayan (üç şahitle isbat edilen zina suçu gibi) suç ve cezalardır İşte bu bölümde ülü’l-emrin tesbit ettiği veya kadı tarafından takdir edilen cezalar tatbik edilecektir

Bu kısa mukaddimeden sonra, kardeş katli ve bunu emreden kanun maddesinin tahlilini, yapabiliriz: Her hukuk sisteminde, Osmanlı Hukukunda nizâm-ı âlem yani âlemin nizâmı, günümüzdeki ifadesiyle kamu düzeni ve kamu yararı için vaz’edilen idam cezaları vardır Biraz sonra açıklayacağımız veçhile, Türk Ceza kanunun 125 ile 163 maddeleri arasındaki bütün hükümleri, devlete yani âlemin nizâmına karşı işlenen suçları tanzim etmekte ve daha birinci maddesinde devletin toprağı ve bağımsızlığını dağıtmaya ve bölmeye ma’tuf bütün hareketleri, idam cezası ile cezalandırmaktadır Dünyadaki bütün ceza hukuku sistemlerinde de, devlete isyan suçları, benzeri hükümlerle önlenmeye çalışılmıştır

Şimdi bu tür hükümlerin, İslâm hukukunda nasıl yer aldığını ve bu hükümlerin Fâtih’in kanunnâmesindeki hükümle nasıl bağdaştırılabildiğini açıklamaya çalışalım

A) Bağy (Devlete İsyan) Suçunun Tatbiki Sonucu Kardeşlerin Katledilme Meselesi: Kardeş katli meselesinin birinci şer’î dayanağı, her hukuk nizâmında bulunan devlete isyan suçudur Biraz önce açıkladığımız gibi, devlete isyan suçu, İslâm hukukunda, had suç ve cezaları arasında yer alan bağy adı altında düzenlenmiş ve unsurları tahakkuk ettiği takdirde idam cezası ile cezalandırılmıştır Bağy suçunun unsurları, devlete (imama, sultana) karşı ayaklanmak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeyi amaçlamak (muğâlebe) ve açık bir isyan kasdı içinde bulunmaktır Bağy suçunun cezaları, unsurlarının tahakkukuna göre değişir: Sultândan farklı düşündüğü halde bir isyan grubu teşkil etmeyen ve bir yerde toplanarak baş kaldırmayanlara dokunulma-malıdır Propaganda yaparlarsa ikaz edilirler, ileri giderlerse ta’zîr cezaları ile cezalandırılırlar Devlete isyan ettikleri an, savaşla yola getirilirler ve cezaları idamdır Yalnız bunlar Müslüman oldukları için, çoluk-çocukları esir edilmez ve malları ganimet sayılmaz Bunlara verilen ölüm cezası bir had cezasıdır ve hikmeti de devleti yani nizâm-ı âlemi korumaktır

İşte Osmanlı hukukçuları, padişahın meşru emirlerine yapılan her çeşit itaatsizliği, umumi rahatı ve nizâm-ı âlemi ihlal edecek olan her türlü isyanı ve memlekette anarşi çıkarma hareketlerini (fesâd bis-sa’y), bağy suçu kabul etmiş ve buna sebep olanları da bâği olarak vasıflandırmışlardır Bu isyan suçunun cezasının da idam cezası olduğunu, fetvalarında açıklamışlardır İsyan eden Padişahın kardeşi de olsa, şer’î hüküm değişmeyecektir Meselâ Yavuz Sultân Selim’in, birisi Şi’îlerle ve bir diğeri de eşkiya ile ittifak ederek Devlete isyan eden ve bağy suçunda aranan şartlara uygun bir şekilde bu suçu işleyen kardeşlerine karşı olan tutumu, tamamen şer’îdir Fâtih’in kanun maddesindeki kardeş katlinin birinci grubunu, bu tip hâdiseler teşkil etmektedir Ancak nazariyat bu olmakla beraber ve söz konusu madde bu şekilde tefsir edilebilmekle birlikte, tatbikat, her zaman nazariyatı takip etmemiş, kanuna rağmen, şartlar teşekkül etmeden idamlar verilmiştir Beşikteki bir bebeğin öldürülmesini, elbette ki müdafaa etmek yahut buna uyuyor demek de mümkün değildir Ancak Fâtih, kanunnâmesinde böyle bir durumu da emretmemektedir

Osmanlı tarihindeki kardeş katilleri ve idamların yarıya yakınının, bir had cezası olan bağy suçuna sokulduğunu verilen fetvalardan anlıyoruz Ancak şunu da hatırlatmak istiyoruz ki, bazen bağy denilen had suçunun şartları teşekkül etmediği halde, araya giren jurnalcilerin ve yalancı şahitlerin beyanıyla, Şeyhülislâmlardan bağy suçu imiş gibi fetva alındığı da görülmüştür Kanunî’nin oğlu Şehzade Mustafa hakkındaki fetvalar buna misâl teşkil etmektedir Bu konuda Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan şu belgenin izahları enteresandır:

"Buğat yani âsiler ise, Mülteka ve benzen fıkıh kitaplarına göre, mevcut hükümete ve Padişaha karşı Müslümanlardan bir veya bir kaç kişi isyan etmeleri ve hükümetin emirlerine itaat etmemelerinden ibarettir Müslümanlar, bağy ve isyanda ısrar ederlerse, idam olunurlar Ancak fitneyi teskin için idamdan hafif cezalar yeterli ise, bunlar tatbik olunmalıdır Şurası dikkat çekicidir ki, Mülteka’yı şerheden âlimler, bağilerin cinayetleri hakkında, çok geniş mânâlar vermişlerdir Meselâ Padişah’ın meşru emirlerine karşı her nevi itaatsizliği ve umumi rahatı (nizâm-ı âlemi) ihlal edecek her çeşit kıyam, hareket, fitne, fesad, insanları kati, malları gasp ve devlet işlerini engelleme gibi halleri, bağy saymışlardır"

Netice olarak bağy suçunu işleyen Padişahın kardeşi de olsa, eğer suçun unsurları tahakkuk etmişse, gereken cezayı vermek, elbette ki şer’îdir Ancak İslâm hukukunun hükümlerine aykırı olarak, şunun-bunun tahrikiyle unsurları tam teşekkül etmeden insanları dünyevî saltanat uğruna idam etmek, elbette ki şer’î değildir Aksini kim iddia edebilir ki?

Osmanlı Devletinde devlete isyan suçunun cezası olarak ortaya çıkan öldürme vak’alarından bazıları şunlardır:

Osman Bey’in Amcası Dündar Bey (Hâdise kesin değildir); I Murad’ın oğlu Savcı Bey; I Murad’ın kardeşleri Halil Ve İbrahim; II Murad’ın kardeşi Mustafa; II Murad’ın amcası Düzme Mustafa; Yavuz Sultân Selim’in kardeşleri Korkut ve Ahmed; Kanunî Sultân Süleyman’ın oğlu Bâyezid ve bunun beş oğlu

B) Siyâseten Katl=Ta’zîr Bil-Katl: Bu konunun girişinde açıkladığımız gibi, bağy suçunun unsurları tahakkuk etmediği takdirde, saltanat aleyhinde olanları, bâği olarak kabul edip idam ettirmek mümkün değildir Yani had cezası olarak idam cezası tatbik edilmez Ancak unsurları tam teşekkül etmese de, kamu düzenini (maslahat-ı âmme ve nizâm-ı âlem) bozan bazı hareket ve fiiller, ulûl-emr tarafından ta’zîr yoluyla ve idam cezasıyla cezalandırılamaz mı? Hanefi ve Hanbelî hukukçularının çoğunluğu, maslahat-ı âmme ve nizâm-ı âlem gerektirdiği takdirde, ta’zîr yoluyla idam cezasının verilebileceğini kabul etmişlerdir ki, buna siyâseten kati denmektedir Meselâ, livâta suçu, Hanefi hukukçulara göre, had cezasını gerektiren bir zina suçu değildir Ancak bu, hiç suç değildir anlamına alınmamalıdır Bu suçun cezası, ulûl-emr tarafından tesbit edilir Böylesine bir çirkef işi âdet haline getiren insanın, genel ahlâk, âdâb ve kamu düzeni icabı ta’zir yoluyla idam edilebileceğini İslâm hukukçuları kabul etmişlerdir Aynı şekilde fiilen isyan etmese bile isyana hazırlandığı her halinden belli olan bir insanın, âmme maslahatı ve âlemin nizâmı düşünülerek, ta’zîr yoluyla idam edilebileceğini, Hanefi hukukçuların çoğunluğu kabul etmektedir İşte Fâtih Sultân Mehmed’in "ekseri ulema tecviz etmişlerdir" diyerek ifade ettiği durum budur Ancak bunun için de, fesadın tahakkuku hususunda kesin delillerin bulunması icabeder Eğer bir fâsık, fıkıh kitaplarında aranan fesadın kuvvetle muhtemel olması yani nizâm-ı âlem şartına uymadan, sırf keyfî ve menfaati için böyle bir yola baş vuruyorsa, bu, kanunun ve fıkıhçıların vaz’ettiği siyâseten kati prensibinin hatası değil, belki şer’i bir hükmün suiistimalidir ve işlenen bir günahdır Osmanlı Hukukunda nizâm-ı âlem, fesada sa’y edenleri men’ ve maslahat-i âmme tabirleriyle ifade edilen durum, bugün devletin birlik ve beraberliği olarak ifade olunmakta ve bunun aleyhinde harekette bulunanlar, idam cezası ile mahkûm edilmektedir (TCK, md 125 vd) Şimdi bu hüküm, Türk Ceza kanununda bulununca adalet oluyor da, Osmanlı Kanunnâmelerinde bulununca, Padişahın keyfî adam öldürmesi mi oluyor? Böyle bir iddia çifte standartlılık olur Ancak bugün aynı madde suiistimal edilerek bazen masumların canları yakıldığı gibi, Osmanlı tarihi boyunca da, fıkıh kitaplarında aranan şartlar gerçekleşmeden infaz edilen idam kararları maalesef olmuştur Bu suiistimal, elbette ki kötüdür ve yapanlar da manen mes’uldürler Fâtih’in Kanunnâmesindeki hüküm ise, fıkıh kitaplarındaki ifadelere uygundur

Üzülerek ifade edeyim ki, konuyla alakalı fıkhî malumatı, Dede Efendi’nin Siyâsetname’sînden naklettiğimizden, bazı safdillerin, bu görüşün Dede Efendi’ye ait olduğu ve onun da böyle bir fetvaya yetkili olmadığı, olsa bile onun fetvasının ne değer ifade edeceği şeklindeki yorumlarına şahit olduk ve üzüldük Halbuki Dede Efendi, o meselede sadece fukahanın görüşlerini nakletmektedir Bu sebeple konuyu biraz daha derinlemesine tahkik etmek ve uygulama örneklerinden bazılarını takdim etmek istiyoruz

Önce Hanefi fıkıhçılarının son zamandaki en meşhurlarından olan İbn-i Abidin’in izahlarını özetleyerek zikredelim "Ta’zir Yoluyla Kati" başlığı altında bakınız ne güzel bir özetleme yapıyor:

"Ta’zir, kati ile de olabilir İbn-i Teymiyye’nin Es-Sârim’ül-Meslûl adlı eserinde gördüm ki, diyor: Hanefi hukukçularına göre, livâta, âlet-i câriha dışında adam öldürme ve benzeri suçlar tekerrür ettiğinde, imâm yani ülü’l-emr suçluyu katledebilir Âmme maslahatı gerektirdiği takdirde, ta’zir yoluyla idam cezası verme esasını, Hz Peygamber ve ashabının tatbikatına hamleden Hanefî hukukçular, bu uygulamaya siyâseten kati demektedirler Soyguncular, yol kesenler, dükkân soyanlar, cemiyetin nizâmını bozarak fesad çıkaranlar, zâlimler ve fesad çıkaranlara yardımcı olanlar, kısaca idam edilmesinde âmme maslahatı bulunanlar için de aynı hükümler geçerlidir"

Delilsiz ve mesnedsiz bazı iddiaların aksine, bütün bu cezalar, ancak mahkeme kararı ve yargılamadan sonra mümkün olduğunu da, hem bütün fıkıh kitapları ve hem de Osmanlı kanunnameleri kaydetmektedirler

İbn-i Abidin’in şu fetvası da bu meseleyi gayet açık bir şekilde vuzuha kavuşturmaktadır:

"Soruldu: Fesad çıkaran, jurnalcilik yapan, yeryüzünde fesad için koşuşturan, insanlar arasında şer ve fitne uyandıran, bâtıl yollarla insanların mallarını zabtetmeye gayret eden insanların canlarına kıyan ve hülasa eliyle ve diliyle Müslümanları her zaman rahatsız edip de bu huyundan da idam dışında hiç bir ceza ile vazgeçmeyen bir adamın hükmü nedir?

Cevap: Böyle olduğu kesin ise ve yalan söylemeleri mümkün olmayacak kadar çok Müslüman da bunu tasdik ediyorsa, katledilir ve şerrini Allah’ın kullarından def ettiği için vesile olana sevap ve mükâfat verilir"

İşte bu ve benzeri fıkıh kitaplarındaki şer’î hükümleri nakleden ve kaynaklarını da teker teker gösteren Dede Efendi’nin Siyâsetnâme tercümesinden bazı parçalar şöyledir:

"Nizâm-ı memleketin bozulmasına sebep olan, fitne ve fesada teşvik edenler, bu şenî’ fiilleri bizzat işlemedikleri vakitlerde dahi, kati edilebileceklerine fetva verilmiştir Ayrıca ülü’l-emre tanınan bu siyâset hakkının tatbiki için bil-fiil fesadın tahakkuku ve sebeb-i âdî olan şahsın fil-hakika şerîr ve müttehem olması da şart değildir Zira vukuundan evvel def’-i fesâd, vukuundan sonra ref’inden daha kolay olduğu müsellemdir Bir bld’atçının bid’atının yayılacağından korkan dindar Padişahın kulları ondan korumak ve nizâm-ı âlem için, o mübtedi’i kati ve idam etmesi caizdir"

"Nizâm-ı âlem için şer ve fesadını defetmek üzere, ehl-i fesadı darb, te’dîb, nefy, tağrîb, hapis ve hatta kati ve idam tarzında ta’zir yoluyla cezalandırmak meşru ise de, tek kişinin veya yalancıların jurnali ile bu yola girmek caiz değildir Fesada gayret ettiği ve sebep olduğu şer’an sabit olmalıdır Osmanlı Şeyhülislâmlarının fetvalarından anlaşılan da budur"

Dede Efendi’nin çok zayıf fetvaları da esas alarak, kardeş katlinin sınırlarını genişlettiğinin biz de farkındayız Zaten bazı kardeş katli olaylarının şartları gerçekleşmeden yapıldığını biz de kabul ediyoruz Ancak meselenin hukukî yönünü ortaya koymak için bunları da nakletmek durumundayız

Şimdi de aynı mes’eleyi fıkıh kitaplarındaki şartlara göre tanzim eden, Osmanlı Şeyhülislâmlarına ait fetvalardan sadece birini kaydededlim: "Bu mes’ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne veçhiledir ki;

Zeyd’in âdet-i müstemirresi sâ’î bil-fesâd olduğu şer’an sabit olub ve ibadullaha mazarratı icabeder mevâdd-ı münkerâtın dahi kendüden sudun tevâtüren isbât olundukda, Zeyd-i müfsid-i merkumun vech-i arzdan izâlesiyçün katli meşru’ mudur? Beyân buyurula

El-Cevâb: Meşrû’dur; emr-i veliyyül-emr munzam ise

Harrereh’ul-Fakîr Hacı Muhammed El-Müfti Bi Harpud-Ufiye Anhu

Kaynak teşkil eden ibarelerin tercümesi:

"Kim bunu âdet haline getirirse, idam edilir Zira o yeryüzünde fesad için sa’y etmektedir Kati ile şerri def edilir Dürer ve Gurer"

"Gayr-i meşru İşlerin kati ve idam cezası ile define, imam (sultan) ve hulefâsı daha evlâdır Zira onlar siyâseti daha iyi bilirler Vecîhüddin’in Meşârık’ul-Envâr şerhinden"

Bunlara benzer arşivlerimizde çok sayıda fetva vardır Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, siyaseten katlin de belli şartları ve şer’î hükümleri mevcuttur Bütün yazılanlara ve nakledilenlere rağmen, Osmanlı tatbikatının hep şer’î hükümlere uygun cereyan ettiğini söylemek safdillik olur Ne acıdır ki, bir çok idam hadiselerinde bu esaslara ri’âyet edilmemiş ve jurnalcilerin tahriki ile nice zulümlere sebep olunmuştur Ancak ister Padişahların kardeşlerini, isterse de sadrazamlarını katletmede, keyfe mâyeşâ hareket edemediklerini; Osmanlı Devleti’nde mahkemeden ilâm ve Şeyhülislâmdan fetva alınmadan idam cezasının uygulanmadığını arşivlerden öğreniyoruz

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.