Prof. Dr. Sinsi
|
Lozan Barış Antlaşmasında Halledilemeyen Meseleler Nelerdir?
1 BÖLÜM
TÜRK DIŞ POLİTİKASI (1914-1950)
A 1914 – 1945 ARASI DIŞ POLİTİKA
1 Milli Mücadele Dönemi
I Dünya savaşı genel hatları ile 1914 yılına kadar gelen Avrupa siyasi haritası ve güçler dengesini yıktı Savaş sonunda; Almanya, Avusturya –Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu parçalanarak,yerlerine küçük ve yeni bir çok devlet kuruldu Yani dünyada yeni bir statü oluşturuldu Dünyanın yeniden şekillendiği bu dönemde büyük kuvvet olarak sadece Fransa ve İngiltere kalmıştı Yapılan antlaşmalar ile yeni bir statü kurulmak istendi Bunların sonucu olarak da yıkılan üç imparatorluğun bıraktığı boşluk , başta İngiltere olmak üzere Fransa, İtalya ve Japonya gibi devletler tarafından doldurulmak istendi Fakat bu antlaşmalar yenik devletlere çok ağır koşullar getirdiğinden, galip devletlerin de çıkarları ile çatıştığı için şimdiden müstakbel bir savaşın habercisi durumundaydı
Osmanlı İmparatorluğu I Dünya savaşından yenik ayrılmıştı Savaşın neticesinde 30 Ekim 1918’de İtilaf devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında Mondros Mütarekesi imzalanmıştır Bu ateşkes antlaşmasından sonra Osmanlı toprakları 1 Dünya savaşında galip gelen devletler tarafından paylaşılarak işgale başlandı
19 Mayıs 1919’da M Kemal ‘in Samsun’a çıkması ve işgallere karşı direnişlerin örgütlenmesiyle milli mücadele dönemi başladı Milli kurtuluş mücadelesinin dış politikasının temel ilkesi “milletin dahilî ve hârici istiklâlini tanıtması         hakkımızın bilâkayd-ü şart tanınması” olmuştur Milli mücadele hareketinin amaçları ve ilkeleri önce Erzurum’da ,sonra da Sivas’ta toplanan kongrelerde tespit edilmiştir Bu kararlar, - “Vatanın parçalanmasını önleme ve yabancı işgaline karşı olma, milletin bütün olarak saldırarak savaşıp karşı koyması, manda ve himayenin kabul edilemeyeceği”- Milli mücadele sırasında dış ilişkilerde sürekli göz önünde bulundurulacak esaslar olmuştur Misâk-ı Milî’nin temel ilkesi Türk unsurunun çoğunlukta bulunduğu ülkeler üzerinde millî bir Türk Devleti kurmaktı Buna göre bir bakıma Osmanlı İmparatorluğu vârisi olan yeni Türkiye Devleti , imparatorluğun idaresi altında kalmış bulunan Arap Ülkeleri üzerindeki iddialarından vazgeçmiş oluyordu
2 Lozan’dan Sonra Türkiye (1923 – 1930)
M Kemal önderliğinde Türk Ulusu dört yıllık ağır bir mücadele sonucunda kesin bir zafer kazandı Bu kesin başarı üzerine yeni Türk Devleti ile I Dünya Savaşının galip devletleri arasında 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalandı Bu antlaşma ile birlikte Türk Devleti’nin varlığı diğer dünya devletleri tarafından resmen tanındı
Bununla beraber Lozan Antlaşmasında bütün meseleler halledilemedi Bu meselelerin en büyükleri İngiltere ile Musul Antlaşması ,Fransa ile Osmanlı borçları meselesi ve Yunanistan ile ahalî değişimi meseleleridir
Lozan’dan sonra Mustafa Kemal dış politikada maceradan uzak hedefler çizmiştir Lozan Barış Antlaşması sonrası Türkiye Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesine dayalı bir dış politika takip etmiştir Atatürk Türkiyesi’nin dış politika özelliklerinden biri barışçı oluşudur Böyle bir politikanın kararlı ve gerçekçi bir biçimde uygulanması Türkiye’ye olumlu bir uluslararası ortam temin etmiştir Lozan- da belirlenen Türkiye sınırları içinde bağımsızlığını devam ettirmesi temel hedef olmuştur Mümkün olduğu kadar maceradan uzak milli bir dış politika bu dönemde kendine yer bulmuştur
Türkiye Devleti Lozan antlaşmasından 1930’lara kadar dış politika alanında hem antlaşmanın doğurduğu problemlerin halli hem de yeni devlet olmanın getirdiği meseleleri çözümlemek için uğraşmış ve istikrar aramıştır Türkiye bu dönemde Batıya karşı temkinli davranırken Sovyetler Birliği ile başlayan ilişkileri daha da gelişmiştir
1921 yılından 1930’lu yılların ortalarına kadar Atatürk ülkenin güvenliği için tek desteği Sovyetler Birliği’nden görmüştü Dostça ilişkileri kuran 1921 Moskova Antlaşması 1925 Saldırmazlık Paktı bunu izlemiştir 1929’da bu pakta eklenen bir protokol ile iki komşu devlet birbirine danışmadan bölgelerinde başka devletlerle siyasal antlaşma yapmayacaklarını yükümlenmişlerdi Bu ,Türkiye’nin dış politikasında Moskova Antlaşması’nın vazgeçilmez ağırlığını koyacaktı Yani bu dönemde Avrupa devletleri ile ilişkiler sınırlı kalmış, dış politikada Sovyetler Birliği’ne yaklaşılmıştır
Bu dönemde Türkiye’nin Orta Doğu Arap devletleriyle münasebetlerinde fazla bir gelişme olmamıştır Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu memleketler manda rejimi ve Batı sömürgesi altında oldukları için resmî münasebetler, Türkiye’nin Batılı devletlerle olan ilişkilerinin etkisinde kalmıştır Ayrıca Hilâfetin Türkiye’de kaldırılmasıyla din adına yapılan reformlar Arap Ülkeleri’nin Türkiye’ye karşı cephe almasına neden olmuştur “Milli Mücadeleden sonra Türkiye ile Arap devletleri arasındaki münasebetler uzun müddet dînî meselelerde olan kıskançlığın ve yanlış anlamaların etkisi altında kalmıştır ”
Türkiye Devleti’nin 1930’lara kadar olan dış politikası Lozan’da halledemediği meseleler üzerinde kuruldu Ancak bu meseleler çözüldükten sonra uluslararası arenada bunalımlı bir döneme giriliyordu Özellikle I Dünya savaşından sonra kurulan statükodan rahatsız olan devletler bu statükonun değişmesine yönelik bir dış politika izlemeye başladılar
Türkiye artık Avrupa’da ülkesel “statüquo’nun” ve barışın korunması yanlısı bir devlet olarak ,savaşın yasaklanmasıyla ilgili 1928 Briand-Kelloss Paktı’nın ve bunun Doğu Avrupa uzantısı olan “Litvanov Protokolü’ne” katılmıştır Yani Türkiye’nin yaklaşımı Avrupa’da statükonun sürmesinden yanaydı
3 II Dünya Savaşı Öncesi Türk Dış Politikası (1930 – 1939)
Türkiye’nin milletler arası işbirliğine katılmasındaki en önemli gelişme 1932 yılında Milletler Cemiyetine üye oluşudur Türkiye daha önce kuşkuyla baktığı için Milletler Cemiyetiyle ilgilenmemiştir Cemiyet I Dünya Savaşı galipleri tarafından kurulmuştu ve İngiltere’nin etkisi altında idi Türkiye Atatürk’ün direktifi üzerine, Milletler Cemiyeti’ne kendi başvurmasıyla değil örgüt tarafından davet edilerek girmek istiyordu Ve Türkiye 18 Temmuz 1932’de Milletler Cemiyetine girdi (43 üyenin oybirliği ile ) Sovyetler Birliği ise buna pek iyi bakmadı Bu yüzden Türkiye Sovyetler Birliği’ne bir garanti vererek cemiyete dahil oldu
1930’lardan itibaren Avrupa statüko karşıtları tarafından bir savaşın içine doğru çekiliyordu İtalya,Akdeniz’de genişlemek istemekte, Almanya ise Versailles Antlaşması hükümlerini teker teker kaldırmaktaydı Sovyetler Birliği olaya kuşkuyla bakmakta ,Türkiye ise biraz daha İngiltere ve Fransa’ya yaklaşmakta idi
Avrupa’daki bu gerginlik İtalya’nın Habeşistan’ı işgali ile daha da artmıştır Bunu Japonya’nın Mançurya’ya saldırısı takip etmiştir Almanya Ren bölgesine saldırırken ,Avusturya da mecburi askerliği getirmiştir
Boğazlarda Türkiye’nin tek hakim olmaması ve dünyadaki gerginliğin artması sonucu Türkiye 11 Nisan 1936’da Lozan Konferansı’na katılan ülkelere birer nota vererek bu meselenin çözümlenmesini istemiştir Konferans sonucu Türkiye istediğini almıştı Konferans sonunda Boğazlar üzerinde Türkiye’nin tam egemenliğini sağlayan Montreux Antlaşması 10 Temmuz 1936’da imzalanmıştır
Montreux Sözleşmesi Türkiye-İngiltere ve Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerinde bir dönüm noktası teşkil eder Çünkü İngiltere’nin rızası ve anlayışı olmasa idi anlaşma bu kadar Türkiye’nin lehine olmayacaktı İngiltere bunu Doğu Akdeniz’de- ki İtalyan tehlikesini gördüğü için yapmıştır Sovyetler Birliği ise boğazlar konusundaki emellerinden ve Türkiye’nin Batıya yaklaşmasından dolayı bu antlaşmadan hoşnut olmamıştır
İtalya’nın mütecaviz tutumları Türkiye’yi yalnız Batı komşuları ile değil Doğu komşularıyla da işbirliğine sevk etmiştir Özellikle İtalya’nın Habeşistan’a saldırması üzerine ,Ortadoğu’da antlaşma yapılarak tehlikelere karşı birlikte hareket etmek üzere ; Türkiye , İran ,Irak ,Afganistan arasında Tahran’da Sadabat Sarayı’nda 8 Temmuz 1937 ‘de “Sadabat Paktı” adını alan “Saldırmazlık Protokolü”imzalanmıştı Türkiye böylece her iki bölgede dengeli bir siyaset izleyip sınırlarını kontrol altına alıyordu
1930’lardan sonra İtalya’nın saldırgan tavırları ve özellikle Almanya’nın, Nazi Partisinin iktidara gelmesinden sonraki tutumları diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de endişeye sebebiyet verdi 15 Mart 1939’da Almanya’nın Çekoslovakya’yı işgal edip,arkasından Polonya’ya yönelmesi ve İtalya’nın Avusturya’yı işgali Türkiye’de tedirginlik yaratmıştır İngiltere ve Fransa 13 Nisan’da Yunanistan ve Romanya’ya bu iki ülkenin saldırgan tutumlarına karşı garanti vermiştir Bu garantinin aynı zamanda Türkiye’ye de verileceği belirtilmiştir
Türk-İngiliz görüşmeleri 12 Mayıs 1939’da yayınlanan bir deklare ile sonuçlanmıştır Buna göre iki devlet, Akdeniz Bölgesi’nde savaşa yol açabilecek bir saldırı halinde etkili bir şekilde işbirliği yapacak ve birbirlerine her türlü yardımda bulunmaya hazır olacaklardı Fransa ile Hatay sorununun halledilmesinden sonra 23 Haziran’da aynı nitelikte bir deklare imzalandı
Sovyetler Birliği Türkiye ile İngiltere, Fransa arasındaki bu yakınlaşmaya soğuk bakarken Almanya tenkitle karşılamıştır Almanya ile Sovyetler Birliği arasında somut bir yakınlaşma söz konusu değildi ve olası bir savaş durumunda kurulacak olan ittifâkta Sovyetler Birliği’nin İngiltere’nin yanında yer alacağını düşünülüyordu Ancak Sovyetler Birliği Almanya ile 23 Ağustos 1939’da bir saldırmazlık antlaşması imzalayarak mevcut beklentileri boşa çıkarttı Sovyetler Birliği’nin bu yaklaşımı Almanya için çok önemli bir fırsattı Çünkü kendisine kuvvetli bir destek bulmuştu Bu durum Türkiye’yi zor durumda bıraktı Çünkü Türkiye, Batılı Devletler ile Sovyetler Birliği’nin ittifak edeceği düşüncesi ile Avrupa devletlerine yaklaşmıştı
İki blok da, Türkiye’yi kendi tarafına çekme planları yapıyordu Türkiye, Moskova’da aradığı desteği bulamayınca 19 Ekim 1939’da Türkiye-İngiltere-Fransa ittifakını imzalamıştır Böylece Türkiye olası bir tehlike durumunda hangi tarafa daha yakın olacağını belirlemiş oluyordu
Almanya’nın 1 Eylül 1939 sabahı Polonya’ya saldırması ve 3 Eylül’de İngiltere’nin Almanya’ya savaş açmasıyla II Dünya Savaşı başlamış oluyordu
4 II Dünya Savaşı’nın Sonu Ve Sovyet Tehdidi
II Dünya savaşı döneminde Türkiye’de “Milli Şef” İsmet İnönü devri başlamıştır Türkiye ,II Dünya savaşı başladığında , savaşın dışında ve tarafsız kalarak toprak bütünlüğünü koruması amaç edinen bir dış politika izlemeyi esas almış bulunuyordu Ancak Türkiye’nin jeopolitik konumu böyle bir durum için izin vermiyordu Hem müttefikler hem de mihver devletler Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için ellerinden geleni yapıyorlardı Ancak Türkiye savaş sonlarına kadar tarafsız kalmayı başardı Bununla beraber dengeyi korumak maksadıyla her iki taraf ile de çeşitli diplomatik münasebetler kurmaktan da geri kalmadı İnönü gerçekten savaş sırasında büyük sıkıntılar çekse de bu zorlukların üstesinden gelmeyi başardı
II Dünya Savaşı sonunda güçler dengesini iki ülke elinde bulunduruyordu Bunlar ABD ve Sovyet Birliği idi Artık dünyada bloklar arası sıcak savaş sona eriyor ve yeni bir dönem başlıyordu “Soğuk Savaş” denen bu dönem etkisini 21 yy’a kadar sürdürürken ,iki büyük devletin mücadelesi diğer devletler üzerinde etki kurmak için gösterdikleri çabalar olarak nitelendirilebilir
Sovyetler Birliği savaş sırasında kendi işgali altına giren Doğu ve Orta Avrupa Ülkeleri üzerindeki etkisini artırırken ;diğer yandan Türkiye,Yunanistan ve İran üzerindeki etkisini de geliştirmek için baskı ve isteklerde bulunmaya başladı Savaş sonunda Sovyetler Birliği’nin “yayılma siyasetinin”sadece Avrupa ve Akdeniz’le sınırlı olmayıp dünyada genel bir yayılma staretijisi içinde olduğu anlaşılmıştır Böylece Batı Avrupa devletlerinin yanısıra Amerika da endişeye düşerek Sovyetler Birliği’ne karşı harekete geçmiştir
II Dünya Savaşına kadar Türkiye’ye en yakın müttefik konumunda olan Sovyetler Birliği,savaştan sonra Türkiye’nin karşısına ciddi bir tehlike olarak çıkacaktır Savaştan güçlü bir devlet olarak çıkan Sovyetler Birliği Postdam Konferansı’nda Türkiye’den açık taleplerde bulunmuştur Bu tehdit, bu devletin Boğazlarda üs istemesi ve Kars , Ardahan bölgelerinin kendine terkinini ileri sürmesi ile ağır bir nitelik kazanmıştır
Sovyetler Birliği’nin bu istekleri Türkiye ile arasındaki gerginliği daha da artırmıştır Fakat bu istekler ABD ve İngiltere’nin işine gelmediği için geçerlilik kazanmamıştır Ön şartlarda mesele kapatılmıştır Ayrıca Boğazlar konusundaki baskısını artırmak için Kars-Ardahan bölgesinin Rusya’ya geri verilmesi gerektiğini “Gürcü ve Ermeni İstemleri” kisvesi altında yarı resmi bir biçimde ileri sürmüştür
B ORTADOĞU ÜLKELERİ İLE YAKIN İLİŞKİLER DÖNEMİ
1 Genel
Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerine geniş bir perspektiften bakıldığı zaman 1945-1947 arası ilişkilerin önceki ve sonraki dönemlere oranla daha yakın olduğu göze çarpmaktadır Bundan önceki dönemde Cumhuriyetin dış politikası gereği bu bölge ile fazla ilgilenilmemişti Zaten kurulan ilişkiler de burada hakim olan Fransa ve İngiltere ile olmuştu Bununla beraber manda sistemi altındaki bu milletlere fazla yardımcı olma girişiminde de bulunulmamıştı
1947’den sonraki dönemde de Türkiye’nin artan Sovyet tehdidi nedeniyle batı ittifakına girme çabalarına paralel olarak da Ortadoğu Devletleriyle daha az ilgilendiği görülmüştür
Bu dönemdeki batıya yakınlığın nedeni olan “Türkiye’nin,Ortadoğu Arap Ülkelerine karşı politikasını etkileyen başlıca faktörü olan batı etkeninin bu dönemdeki etkisi sonraki devrelere göre en sınırlı oranda olmuştur ” Aslında Türkiye II Dünya savaşının sonlarından itibaren Batı ile ittifak yolları aramaya başlamış hatta bu yolda çok partili hayata bile geçmişti Ancak Batı ile henüz somut bir bağlantı kurulmuş değildi Bunun tabii sonucu olarak da Arap Ülkeleri ile bir yakınlık içine girilmişti 
a Yakınlaşma Çabaları
Bu ortamda Irak Kralı Naibi Abdülillah ,15 Eylül 1945’de Türkiye’ye gelmiş ve ziyaretine Türkiye’de büyük önem verilmiştir 28 Şubat 1946’da Türkiye’ye gelen bir Irak heyeti ,Türkiye ile işbirliği konusunda görüşmeler yapmış ve bu temaslar sonucunda ,29 Mart 1946 tarihinde Türkiye ile Irak arasında bir “Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması” imzalanmıştır Bu arada Türkiye 6 Mart 1946’da Suriye ve Lübnan’ın bağımsızlığını tanımıştır 20 Haziran 1946’da Lübnan Cumhurbaşkanı Beşare El-Huri,resmi bir ziyaret için Türkiye’ye gelmiştir Bu ziyaretleri, Ürdün Kralı Abdullah’ın 8 Ocak 1947’de Türkiye’ye gelişi izlemiştir Bu ziyaret sırasında Türkiye ile Ürdün arasında bir de “Dostluk Antlaşması” imzalanmıştır Kral Abdullah’ın ziyareti dostluk antlaşmasının imzalanması,Türkiye’nin ;Arap ülkelerinin her biriyle ilişkilerini geliştirmek suretiyle Arap halklarına yakınlaşma isteğinin bir belirtisi olarak yorumlanmıştır
b Suriye’nin Tutumu
Türkiye’nin Arap ülkelerine yakınlaşmasında güçlük çıkarabilecek tek konu, Türkiye’nin 1939 yılında ,Fransa ile anlaşarak Hatay’ı ilhâkını Suriye’nin tanımamasından doğuyordu Fakat Irak, Başbakan Nuri Sait Paşanın arabuluculuğuyla, 1946 yılında iki ülke arasında bir uzlaşmaya varılmış ve Türkiye,Hatay’ı ilhâkının Suriye tarafından resmen tanınması için ısrar etmemeği; Suriye de ,bu sorunu resmen ileri sürmemeği kabul etmişlerdir
Diğer taraftan Ürdün Kralı Abdullah Türkiye’yi ziyaret ettiği ve Kralın Türkiye’ye ziyaretine çatan Suriye basını , “Eğer hakikaten Türkler Arap Alemi’ne yakınlaşmak istiyorlarsa herhalde bu emellerine Amman’dan geçerek nail olamayacaklardır ”diyordu
Suriye basınının diğer bir iddiası ise Türkiye’nin Avrupa devletlerinin maşası olduğu ve doğu bloğu kurmak düşüncesinde olduğunu,bu şekilde Ortadoğu’da İngiliz nüfûzunun devamına yardım etmek ve bölgedeki Arap ülkelerinin bağımsızlığının önüne engeller dikmek istediğini öne sürüyordu
Ürdün İngiltere’nin denetiminde olan bir ülke idi Ürdün Kralı’nın Türkiye’yi ziyareti ise Suriye tarafından Türkiye-İngiltere-Ürdün ittifakı olarak algılanıyordu Oysa ki bu tarihte henüz böyle bir proje yoktu İngiltere bölgesel bir pakt peşindeydi ama bu tarihte henüz somut bir girişimde bulunmamıştı
Bununla beraber belirli bir zamanın manda altında geçiren Suriye’nin belki de bu tür ziyaretlere bile şüpheyle bakmasını da normal karşılamak gerekir Aslında İngiltere’nin Ortadoğu’da Arap Milletleriyle mücadelesinin yanında Ürdün ve Türkiye’ye yakın olması belki de bu şüphe için yeterli olabilir
2 Filistin Sorunu
a Sorunun Ortaya Çıkması
Filistin meselesi en az yüzyıldan beri devam eden, sadece 20 yy’ın değil , çağımızın “Bitmemiş Senfonisini” oluşturur Çünkü 19 yüzyılın sonlarında “Siyonizm hareketiyle dinamizm kazanmış olan Filistin Meselesi, İsrail devletinin kuruluşu ile sona ermemiş, aksine 21 yüzyıla taşacağı anlaşılan yeni bir dinamizmi harekete geçirmiştir
Evet Filistin sorunu Siyonist Yahudilerle Filistin Arapları arasındaki vatan mücadelesinin bir tezahürüdür Tarihte eşine az rastlanacak bir mücadeledir Meselenin iyi anlaşılabilmesi için sorunun tarihine kısaca bir göz atmak gerekmektedir
I Dünya savaşı sonuna kadar Filistin Osmanlı denetiminde kalmış ve bu zaman diliminde böyle bir sorun ortaya çıkmamıştır I Dünya savaşı sonucunda bölge İngiltere’nin eline geçti Savaş sonucunda ise bölge “Sykes-Picot Antlaşması” ile Fransa ile İngiltere arasında paylaştırılmıştır İngiltere’nin bölgeye girmesinden itibaren güçlü Yahudi lobisinin etkisiyle Yahudi taraftarı bir politika izledi Bunun en açık örneğini ise “Balfour Deklarasyonu”oluşturur Bu bildiri ile İngiltere Filistin’de Yahudi Halkı için milli bir yurt kurulmasını olumlu karşılıyordu İngiltere,Temmuz 1920’den itibaren Filistin’de (San Remo Konferansı) sivil bir manda oluşturdu ve Balfour vaatlerini yerine getirmeye başladı
Bu tarihten itibaren Filistin’de Araplar ve Yahudiler arasında çatışmalar başlamıştır Yahudilerin Filistin’e giderek artan göçleri yerli Arap halkı tedirgin etmiş ve bundan dolayı manda yönetimi yıllarında ,1920,1921,1929,1936,1939 yıllarında ciddi çatışmalar çıkmış ve bunları manda yönetimi her defasında basit çözümlerle yatıştırmaya çalışmıştır
İngiltere’nin çözümleri Filistin’e huzur getirmemiş ve özellikle 1933’te Almanya’da Nazilerin iktidara gelmeleriyle birlikte uyguladıkları Yahudi politikası Filistin’e göçü artırmıştır
İngiliz yönetimi şiddetli çatışmaları önlemek için birçok beyaz kitap yayınlamış ancak iki tarafı da memnun edememiştir Bu çatışmalar sırasında Müslüman Filistinlilerin en büyük dezavantajı birbirleriyle mücadele halinde ve örgütsüz olmalarıdır Siyonistler ise bunu aksine oldukça örgütlü ve büyük devletlerin desteğiyle mücadele ediyorlardı
II Dünya savaşı yıllarında Arapların kendi aralarında kuvvetli birlikten yoksun olmaları Yahudilerin bölgede egemenliklerini daha da artırmalarına neden oldu İngiltere kendisi için kanser haline gelen Filistin meselesini artık çözümlemek istiyordu Ancak savaş sonunda bile kesin çözüm bulunabilmiş değildi
Ayrıca 1942’den itibaren ABD' nin desteğini alan Siyonistlerin bağımsızlık talepleri daha da artmıştır Avrupa’da dağınık halde yaşayan binlerce Yahudi vardı Bu sırada Avrupa’daki Yahudi mültecilerin sayısı 200-250 bin civarıydı Amerika’daki Yahudi Lobisinin yoğun çalışmaları netice vermiş ve“Avrupa’da ki Mülteci Meselesi” Başkan Truman’ı Filistin sorunun da giderek Siyonistlere yakınlaştırmıştır ABD’nin bu tavrına İngiltere’de taraf olmuştur
İki ülkenin ortak komisyon araştırmaları sonucu İngiltere bağımsız bir Filistin Devletinin kurulmasını prensip itibarıyla reddetti Bunun ardından yapılan « Londra Konferansı’nda » ( 10 Ocak 1947) sonuç çıkmadı Bunun üzerine İngiliz kabinesi 18 Şubat 1947’de “hiçbir teklif yapmaksızın”Filistin meselesini BM’lere götürme kararı aldı
b Sorun Birleşmiş Milletlerde
İngiltere’nin başvurması üzerine 29 Nisan- 15 Mayıs tarihlerinde toplanan BM Genel Kurulu Büyük devletlerin dahil olmadığı bir soruşturma komisyonu kurulmasına ve komisyonun Filistin’e bizzat giderek bir rapor hazırlamasına kararı verdi Tabi ki görüşme sırasında her iki topluluk da kendilerine bağımsızlık istiyorlardı Siyonizm’in lideri Weizmann ise doğrudan doğruya Filistin’in taksimini istemiştir
Komisyon araştırmaları sonucu “Çoğunluk ve Azınlık” planı olmak üzere iki teklif ortaya çıktı Komitede Kanada,Çekoslovakya,Guatemala,Hollanda,Peru,İsve ç ve Uruguay tarafından verilen Çoğunluk Planına göre ; Filistin Arap Devleti ,Yahudi Devleti ve Kudüs Bölgesi olmak üzere üçe taksim edilmekteydi Arap ve Yahudi Devletleri 1 Eylül 1947 tarihinden itibaren iki yıllık bir geçiş sürecinden sonra bağımsız olacaklardı Ayrıca bu iki devlet arasında bir ekonomik birlik mevcut olacaktı Komite, Arap ve Yahudi Devletlerine verilecek toprakların sınırları ile Kudüs Bölgesinin sınırlarını da çizmişti Kudüs şehri Birleşmiş Milletlerin vesayeti altına konuyordu Hindistan,İran ve Yugoslavya tarafından teklif edilen Azınlık planına göre Filistin Araplar ile Yahudiler arasında taksim etmekle beraber Kudüs başşehir olmak üzere Arap ve Yahudi Devletlerinden meydana gelen bağımsız bir Filistin Federal Devleti kurulmasını öngörmekteydi Çoğunluk teklifi bazı değişiklik yapılarak kabul edildi (2 Kasım1947; 25 leh ,13 aleyh, 17 çekimser) Kısacası ABD bu taksimi desteklemiştir Bu surette BM Filistin’i Araplarla Yahudiler arasında bölüşülmesine karar vermiş oluyordu Ayrıca bunun üzerine İngiltere kuvvetlerini Filistin’den tamamen çekeceğini açıkladı
c Türkiye’nin Tutumu
Türkiye Filistin meselesi Birleşmiş Milletlere geldiği zaman Arap ülkelerinin yanında yer almıştır Yani Arap ülkelerinin teklif ettiği gibi Filistin’e bağımsızlık verme fikrini desteklemiştir Bu karar Türkiye’nin bu dönemdeki yani 1945-47 yılları arasında ki yakınlaşma politikasının bir gereğidir
Yine Filistin Konusunu incelemek üzere Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bir soruşturma komisyonu kurmasıyla ilgili oylamalarda Türkiye, Arap ülkeleri ile birlikte hareket eden ülkelerden biri olmuştur Filistin Komitesinin raporları üzerinde yapılan görüşmelerde Türkiye Arap ülkelerini desteklemiş ve nihayet Genel Kurulun 30 Kasım’da ki taksim kararına Arap ülkeleriyle birlikte aleyhe oy kullanmıştır
Türkiye Arap ülkelerinin tezini savunan ender ülkelerden biri olmuştur Bu dönemde Rusya dahi değişik nedenlerden dolayı Arapları desteklemiştir Büyük kuvvetlerin karşıda olması Türkiye’nin verdiği oyun ehemmiyetini daha da artırmıştır Özellikle Arap basınında Türkiye’ye övgüler yağdırmıştır
|