Dil İle İlgili Kısa Bir Makale - Dil İle İlgili Makaleler |
09-11-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Dil İle İlgili Kısa Bir Makale - Dil İle İlgili MakalelerDil İle İlgili Kısa Bir Makale - Dil İle İlgili Makaleler Dil İle İlgili Kısa Bir Makale - Dil İle İlgili Makaleler Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir Üstelik bu durum, Türkiye tarihinin görece kısa dönemine özgü değildir Yüzyıllardır dil, seçkinler ve halk bunu ne derece bilinçli yaşıyor olurlarsa olsunlar, bir sorun olarak varoluyor Bu sorun öyle bir aşamaya vardı ki bugün, tartışan taraflarca gösterilen yönlerden herhangi birine doğru biraz daha fazla ilerlemekle içinden çıkılır gibi değil Türklerin Ortadoğu'da İslam uygarlığıyla karşılaşmaları sonucu Türk dilinin de Arap ve Fars etkisine girmesi herhalde kaçınılmazdı Ama sorun yalnızca İslam uygarlığı da değildi: Göçebe bir topluluk, uzun yıllar boyunca "sofistike" bir uygarlık yaratmış, yerleşik toplumlarla yüz yüze geliyor, sonra da iç içe geçiyordu Türkler, kendi yaratmadıkları bir hayat tarzına girerken, bu hayat tarzının kendi yaratmadıkları kelimelerini de almak zorundaydılar Daha sonra birkaç örnekle göstermeye çalışacağım gibi, gündelik hayata ilişkin en basit kavramların bile yabancı dillerden (yalnız Arapça ve Farsça değil, başta Yunanca ve Latince olmak üzere bu yörede konuşulan bütün diller) alınmış olması, bu büyük çaplı uygarlık değişiminin başlı başına bir kanıtıdır Dilbilim, bize bir dilin kendi başına "zengin" veya "yoksul" olmayacağını söyler Dil bir iletişim aracıdır ve her dil, kendisini oluşturan topluluğun iletmek ihtiyacında olduğu anlamları iletmeye yeter Iletilecek yeni anlamlar belirirse, dil de, kendi bünyesi içinde, bu anlamları taşıyacak yeni biçimler bulabilir Bütün diller gelişmeye açıktır Dili konuşan topluluğun ihtiyaçlarına göre, dil alabildiğine zenginleşebilir, incelenebilir Dilbilimcilerin bu yapısal özelliği kanıtlamak için sık sık verdiği bir örnekle, Eskimolarda karın ve buzun çeşitli durumlarını anlatan kelimelerin sayısı başka hiçbir dildekilerle karşılaştırılmayacak kadar çoktur Öte yandan, elbette Eskimoların "otomobil" anlamına gelebilecek bir kelimeleri yoktu Ama bunun olmaması da Eskimo dilinin yoksul olduğunu değil, sadece otomobil gibi bir nesnenin o dili konuşan insanların hayatına girmemiş olmasını gösterir Başka bir söyleyişle, bu nesneyle Eskimolar karşılaşır ve ona kendi dillerinde bir karşılık bulmak isterlerse, dillerinin yapısı buna imkan verecektir Şu halde, "yoksul" dil veya "ilkel" dil diye bir şey olamaz Her dil, hiç değilse potansiyel olarak, en karmaşık ilişkileri anlatmaya yeter Tabii bu arada, "ilkel" diye bilinen bir dilde bir anda anlatılan son derece ince nüansları, "gelişmiş" diye bilinen dillerde ancak uzun cümlelerle anlatabildiğimizi de ekleyebiliriz Diller bu anlamda "eşit"tir, ama kültürler eşit değildir Bunu "ileri" ya da "ilkel", "aşağı" ya da "yukarı" gibi değer yargıları verme anlamında söylemiyorum Eskimo kültürünün otomobili yaratmamış olması benim açımdan Eskimoların ilkelliğini veya "aşağı"lığını göstermiyor Gelgelelim, şu dünyamızda, kültürlerin kendi içsel değerleri ne olursa olsun, otomobili yaratmış bir uygarlıkla yaratmamış olanı karşı karşıya geldiğinde, ikisi arasında önemli bir dengesizlik başgösteriyor ve bu denge sonunda fiziksel bakımdan daha güçlü olanın lehine değişiyor (ya da öyle görünüyor) Burada "fiziksel"i de askeri anlamda kullanmıyorum; ele alınan kültürün dayanma gücünü kastediyorum bununla Biraz fantastik bir varsayım olarak diyelim ki, Eskimolar karşılaştıkları otomobilleri tepelediler Ama otomobilin kendisine muhtaç kaldılarsa, onu yaratan kültüre yenik düştüler demektir Benzer bir biçimde, Orta Asya'dan gelen Türkler de fethettikleri toplumların kültürlerini benimsemek zorunda kalmadılar mı? Karşı karşıya gelen diller, soyut yapılarıyla, ne kadar "eşit" olurlarsa olsunlar, o dilleri konuşan topluluklar aynı şekilde eşit olmadıkları için, aralarındaki alışveriş de eşit olamaz Hele ulusçuluk bilincinin gelişmediği bir dönemde olup bitmiş bir karşılaşmada, X dilini konuşan insanların gördükleri yeni nesnelere kendi dillerinde yeni karşılık türetmektense, Y dilini konuşan insanların bu nesnelere önceden vermiş olduğu adları kullanmaları kadar doğal bir şey olamaz Örneğin, deniz kıyısına inen Türkler burada gördükleri ve ilk olarak tanımaya başladıkları balıklar arasında, bildikleri şeylere çok benzeyenlere kendi dillerinden ad takabilmişlerdir: "kılıç", "kalkan" gibi Ama yüzlerce başka çeşit söz konusu olduğunda, "kefal", "palamut", "melanur", "sinagrit" gibi Rumca adları benimsemişlerdir Gündelik hayatta bu gibi alışverişler olması çok doğal, ama seçkinlerin Türkçe'den çok Arapça'ya ve Farsça'ya yaslanan yepyeni bir dil oluşturmaya giriştikleri, bunu sonucunda ortaya yapay bir dil çıktığı da doğru Ama dünyada karma dili olan tek toplum da biz değiliz Bugün konuşulan Ingilizce'nin yüzde ellisinden fazlası, yerli Anglo-Sakson kaynağından gelmeyen kelimelerden (Norman istilası yoluyla gelen Fransızca, Hıristiyanlık yoluyla gelen Latince, Iskandinav işgali yoluyla gelen Iskandinavca) oluşur Sanırım bu oran bile Türkçe'ye göre, hele şöyle bir elli yıl öncesinin Türkçesine göre, daha olumlu Ama bir dile bakarken, ölçütümüz ne olmalı? Osmanlı toplumundan beri bir sorun olma özelliğini koruyan dil, sonraları daha da büyük bir sorun haline geldiyse, gerekli ölçütlerin bulunamamasının bunda payı olmalı Türkçe, Arapça ve Farsça'dan oluşan karma Osmanlı dilinin ortaya çıkması ve gelişmesi, çağdaş dünyada alıştığımız birçok belirleyici kavramın henüz bilinmediği bir çağda gerçekleşmişti Bu dili oluşturan yönetici sınıf için, Osmanlıca'nın karma olması ya da olmaması fazlaca önemli değildi Gerçi bu dönemlerde de daha sade bir Türkçe'yi savunanlar çıktı: Osmanlı olmayan Karamanlı Mehmet Bey ya da Âşıkpaşazade gibi Ancak, bu türden çıkışları, kendi dünyamızın mantıki çerçevesine oturtarak bunları erken ulusçu tepkiler gibi görmek yanlış olur Bu tepkilerin ardında, etnik sorunlarla iç içe geçmiş durumda sınıfsal sorunlar yatıyordu Örneğin, Âşıkpaşazade, döneminin yeniliği olan "devşirme"liğe karşı çıkıyordu Yani, Osmanlı devletinin ilk kurucuları olan Türkmen beylerinden yanaydı Buna bakarak Âşıkpaşazade'nin milliyetçi olduğunu mu söyleyeceğiz? Hiç değil Onun istediği, Osmanlı'nın merkeziyetçi tutumuna karşı uç beylerine ağırlık tanıyan, daha "feodal" bir yapıydı Padişahın merkeziyetçiliği sağlama almak için kullandığı güç devşirmelerden değil, Türklerden oluşsa da, Âşıkpaşazade kendini yakın bulduğu Türkmen beyleri adına gene itiraz edecekti Yazarken kullandığı dil daha Türkçe'ydi, çünkü bağlı olduğu beylerin dili böyleydi Padişahların kurma yolunda olduğu merkezi devlet ise, kozmopolitleşmek zorunluluğunu duyuyordu; Türk değil, İslam temelini benimsemesi gerekti Bunun, keyfi değil, tarihe de uygun bir seçim olduğu, Osmanlı devletinin birkaç yüzyıl süren başarılarından da bellidir Dolayısıyla Osmanlıca Osmanlıların İslam uygarlığı içinde kurmaya çalıştığı sentezi olduğu gibi yansıtır Osmanlı devletinin kendi uyruklarıyla kurduğu ilişkilerin mantığına uygun bir biçimde, halkın bütününe aşağı yukarı eşit derecelerde uzaktır Kendini toplumdan tamamen ayrı, toplumun tepesinde gören devlet için, bu karma dil son derece uygundur Hattâ, ulusallık bakımından Selçuklular'a göre biraz daha ileri sayılabilir Çünkü orada askerlik dışında yöneticilik görevlerini yerine getiren ulema tamamen Farsça eğitimden geçer ve resmen Farsça kullanırlardı Seçkin Kültürü Halk Kültürü Cumhuriyet ilericiliği, Osmanlı tarihinde bulduğu bütün kusurları saraya yükleyerek halkı da bunlardan "tenzih" etme eğilimindedir Bu ön yargılı bakış yüzünden seçkin kültürle halk kültürü arasında kesin ayrımlar, uçurumlar olduğu varsayılmıştır Böylece halk dili ve saray dili, halk müziği ve saray müziği, halk edebiyatı ve dîvan edebiyatı, aralarında hiçbir benzerlik bulunmayan apayrı yapılar gibi görülür Gerçekten de Osmanlı tarihi, halkla seçkinlerin kültürleri arasında büyük ve çok önemli kopukluklar görülen bir tarihtir Ama iki kültür birbirini bütünüyle dıştalamamış, daha çok birbirine paralel bir biçimde ilerlemiş ve arada pek çok karşılıklı geçiş olmuştur Sözün kısası, seçkinlerin dillerini Arapça ve Farsça ile tıka basa doldurmalarına karşılık halkın ulusçu bir tepkiyle buna tepki gösterdiğini ve dilsel arılığını korumaya çalıştığını düşünmek yanlış olur Halkın konuştuğu dile daha çok yabancı öğe sızmamışsa, bunun nedeni böyle bir tepki falan değil, halkın eğitim aygıtlarından uzak olmasıdır Böyle olduğu halde, yalnız Arapça ve Farsça'dan değil, Anadolu'da yaşayan bütün etnik topluluklardan öğeler halkın konuştuğu dile girmiş ve yüzlerce yıl içinde yerleşmiştir Osmanlıca'nın yapaylığında elbette bir sağlıksızlık potansiyeli vardır, ama halkın dilini konuşması aynı şekilde sağlıksız görülmemeli Seçkinlerin dili, ister bürokratik, ister edebi, ister başka nedenlerle olsun, yapmacıklığa her zaman açıktır Ama halk dilinde iletişimsel bir işlevsellik her zaman için uzun vadede belirleyicidir Işlevsiz olan yaşayamaz Osmanlı devletinin Osmanlı toplumuyla ilişkisi uzun süre değişmediği için varolan dilsel yapı bir sorun çıkarmadı Bunun bir sorun halinde görülmesi, Osmanlı devletinin yeniden uygarlık değiştirme zorunluluğu duymasıyla başlar Tanzimat, geniş kapsamlı dil tartışmalarının başladığı ilk dönemdir Bu dönemde birçok yenilik yapılmakla birlikte, sorunun ele alınışı bir "özleşme" değil, bir "sadeleşme"biçimindedir Değişimin nasıl bir tarihi bağlamda yer aldığı Tanpınar'ın şu özetinde açıkça görülür: "Türk nesrinde değişiklik daha ziyade resmî dilde ve onun bir kolu gibi görünen gazete dilinde başlar Devletin içinde bulunduğu siyasi güçlük, yabancı devletlerle olan münasebetleri artırdığı gibi, hükümet efkârı umumiyeden müzaheret istemeye de sevk ediyordu"[1] Türkiye tarihinde hemen hemen her yenilik konusunda olduğu gibi burada da ilk itki tepeden, "resmî" kanaldan gelmiştir Değişiklik gereğini duyan yazar, edebiyatçı ve düşünürler belki vardı, ama onlar da ancak devletin inisiyatifiyle ortaya çıktılar Tanpınar yukarıdaki kısacık paragrafta iki can alıcı noktaya da değiniyor Ilkin, Osmanlı devleti tarihinde ilk kez olmak üzere, devlet kendi dışında bireyleriyle bir "iletişim kurmak" ihtiyacını duymuştur Kimdir bu kamuoyu? Elbette Anadolu'daki köylüler değil (bugün bile öyle olduğu söylenemez) Istanbul'da ve bir iki büyük merkezde bir avuç adamdır bunlar Eğitimleri -eğitimsiz olsalar zaten gazete okuru olamazlar- Osmanlı mantığı çerçevesinde olmuştur Gene de, devlet resmî dilinden taviz vermedikçe anlaşamamaktadır bu kamuoyu ile Dolayısıyla resmî dil sadeleştirilmekte, bu da doğal olarak genel düzyazı diline yansımaktadır Yeni bir dil oluşturmak söz konusu değildir Sadece, bir zorunluluk yüzünden, devlet, her zamanki alışkanlığından vazgeçerek, "resmen" olanı "fiilen" olana yaklaştırmakta, yani konuşulduğu gibi yazmaktadır (Namık Kemal'in padişaha yazdığı bir mektupla arkadaşına yazdığı bir mektubu karşılaştırırsanız, iki dilin farkını görürsünüz) Batıya Açılma İkinci olay ise Batı'ya açılmadır O zamana kadar zorla kapı dışında tutulan Batı uygarlığını daha fazla bekletme imkanı kalmamıştır artık Ama açılınca da, içeri seller akmak durumundadır Ilk belirleyici karşılaşmalar yine pratik alanlarda olur Örneğin, tıp terimleri, hukuk terimleri gibi sorunlar çıkmıştır Osmanlı devletinin karşısına (Agâh Sırrı Levend bu konuda bilgi veriyor)[2] Uygarlık, hele bilim, "terimsiz" ele alınamaz Bunları almak zorunlu olduğuna göre, ne yapılacaktır? Osmanlı uygarlığı, bu noktada, asıl eksikliğinin bilincine varmalıydı: Kelimelerin yetersizliği, dilin yetersizliği değildi söz konusu olan Birkaç yüzyıldır bu biçimde düşünmemişti Osmanlı uygarlığı Dolayısıyla eksik olan bir kavramın adı, kelimesi değil, kavramın kendisiydi Bu tarihlerde, "kavram" kavramını tartışacak bir kelime bile bulunmadığını hatırlayalım -ya da, Muallim Naci'nin "tenkid" mi demeli, "intikad" mı tartışmasını Ne deneceği o kadar önemli değildi O kavramın kendisi oluşmamıştı henüz (şimdi buna "eleştiri" diyoruz da, "eleştiri" yaparken gerçekte ne yaptığımız hâlâ şüpheli) Bu yeni "ıstılah"lar Arapça'dan mı bulunmalıydı? Yoksa Ali Suavi'nin dediği gibi, Batı dillerinden Türkçe telaffuza uydurularak mı alınmalıydı? Tanzimat döneminde, bu gibi kavramlara Türkçe karşılık aranacağının pek akla gelmediği görülüyor Bu sorun karşısında da, en önemli iş yapan, resmî bir kuruluş, "Terceme Odası" oldu Pek çok Osmanlı aydını bu kurumda yetişip "aydın" olmuştur Türkçe'nin söz konusu durumunda, yabancı dil bilmek aydın olmanın ilk ve zorunlu koşulu haline gelmişti Tanzimat'ta edebiyatçılar da devlet gibi, "kamuoyu" ile karşı karşıya geliyorlardı Dolayısıyla dil konusunda onlar da benzer bir tutum benimsediler Hele tiyatro ve roman gibi, sayısı görece çok alıcılara hitap etmesi gereken türlerde, konuşma dilinin söyleyişini egemen kılmaya çalıştılar Gene de, gerek romanda, gerekse tiyatroda sık sık başvurulan "tirad"larda, dil hemen ağdalanıyor, yapaylaşıyordu ("resmî duygulara" hitap eden "resmî duygu dili") Bu dönemde yapılanlar, daha sonrakilere göre çok küçük çaplı diye küçümsenebilir; ama atılan adımlar önemli ve belirleyiciydi Tarihi doğrultuya uygundu Latin alfabesinin alınıp alınmaması bile bu dönemde tartışıldı (tabii "hezeyan" niteliğinde pek çok şey söylendi) Tarihe ve edebiyata Türkçe'nin özleşmesi perspektifinden bakanlar, bu dönemi izleyen Edebiyat-ı Cedide hakkında olumsuz yargılara varırlar Gerçekten de, bu akımın başlıca temsilcilerinin kimsenin bilmediği sözlüklere dalıp çıkarak ölü kelimeler bulmaları, bunları estetik matahmış gibi şiirlerinin arasına tıkıştırmaları onaylanacak bir şey değildir Ama, uygulamadaki yanlışlarına rağmen teoride doğru bir şeyi savunuyordu Servet-i Fünuncular Özellikle şiirde, kelimenin önemine işaret ediyor, kelimenin çağrışımsal sıcaklığının şiir için vazgeçilmezliğini öne sürüyorlardı (bunun için sözlükten ölü kelime avlamak ne kadar geçerlidir, o da ayrı konu) Bu iddiaları bugün şöyle özetleyebiliriz: Temelde toplumsal bir dava olan dilsel "özleşme" edebiyat anlatımına yatkın olmayan bir dil yaratabilir; yani, dilin anlatım imkanlarını yoksullaştırabilir Gelgelelim, bu edebiyat ve şiir akımının, herhangi bir dışsal zorlamaya aldırmadan dili istediği gibi kullanmasına rağmen ortaya doru dürüst bir estetik nesne çıkaramamış olması da ilginçtir Necib Asım'ın Türkçeciliği, olayın Tanzimat döneminde aldığı boyutları aklı başında bir biçimde özetler: "Yalnız istediğim, Türkçemizin mütemeddin bir kavm lisanı olduğunu ve terakkiyatına himmet olunursa bugünkü Avrupa lisanlarından aşağı kalmayacağını ispattı Hatta safi Türkçe birkaç makale yazmışım da o maksada mebni idi Bunu görenler lisanımızdan, bütün Arabiden, Farısiden, Avrupa dillerinden aldığımız kelimeleri çıkarıp yerine Çağataycadan, Kıpçakçadan, Özbekçeden, Azerbaycandan vesaire kelime koymak istiyorum sandılar Hatta o fikri de beğenerek münasib görenler ve "mektup" yerine "bitik" yazanlar da bulundu Yine tekrar ederim, fikr ü nazarım hiç de öyle değildir Özendiğim şey, bugün Osmanlıların, amma haniya terbiye ve malumatı orta halli olanların hepsine yazdığımızı anlatacak bir lisan kullanmaktır Arabi, Farısiden aldığımız kelimelerin lüzumlularını, taammüm edenlerini çıkarmak lisanı züğürtleştirir Bunlardan, fakat makul bir surette iktibas etmemek öyledir Şimdiye kadar lisanımızda kullandığımız bu kelimeleri ikbaya mecburuz: Bunların da içinde şu son zamanlarda kullanılmaz derecesine kadar gelenler vardır, onları da artık kaale almamak lazım Arabi, Farısi terkiblerden mümkün mertebe sakınılabilir Yahut Iranlılar gibi mutabakat filan kaideleri atılır, Türkçenin hakimiyeti gösterilir Avrupa lisanlarından da kelime almaya mecburuz Bugün posta, telgraf, telefon, fotoğraf, kronometre gibi ulum ü fünuna sanayi ü bedayia ait kelimelere mukabil Arapça veya Farısi'den karşılık arayacağımıza, o suretle kamuslar ferhenkler karıştırarak kıymetli vakitlerimizi geçireceğimize bunları olduğu gibi kabul etmeliyiz"[3] Meşrutiyet Döneminde Meşrutiyet ise, yüzeysel bir bakışla, Tanzimat'ta başlayan sadeleşmenin daha ileri bir aşaması olarak görülebilirse de, aslında bu dönemde yeni bir öğe soruna eklenmiştir Bu, yeni bir biçimde tanımlanan milliyetçilik öğesidir Gerçi Necib Asım da, Türkçe'nin Avrupa dillerinden aşağı kalmayacağını kanıtlamak isterken ulusçu denebilecek bir tavır gösteriyor Ama Necib Asım ulusu ırk temeline göre tanımlamıyor Dildeki yabancı öğelere karşı aldığı "liberal" tavır da buradan kaynaklanıyor Oysa İİ Meşrutiyet ulusçuluğu, artık "ırk" öğesini de içermektedir Dolayısıyla dilin arılığı, dilin yetkinliğini karara bağlamada başvurulacak ana ölçüt olmaya başlamaktadır Aradan geçen zaman içinde toplam ideolojik atmosfer değiştiği için Tevfik Fikret ve Halit Ziya gibi, ağdalı Osmanlıcalarıyla ünlü eski Servet-i Fünuncular bile sözgelişi Mehmet Emin Yurdakul'un şiirlerini övmekte (kullanılan dille şiirsel değer arasında bir ayrım yapmayı da unutarak) ve akımın daha da genişlemesini dilemektedirler Bu yeni ulusçuluğun olumlu bir yanı, Türkçe kökenlerin yeniden canlandırılması gereğini hatırlamış olmasıdır Örneğin, yukarıdaki alıntıda "fotoğraf" gibi kelimeler için Arapça ve Farsça sözlük karıştırmanın gereksizliğine değinen Necib Asım, bu dönemde, "Bize kalırsa gerek kelime gerek ıstılah bulmak içün ibtida Türkçe lehçeleri karıştırmalıyız"[4] Diyor "Sergi" dururken "meşher" demenin anlamsızlığını vurguluyor Öte yandan, bugünkü özleşmecilerin "Osmanlı uzlaşmacılığı" diyeceği ılımlı tutumundan da vazgeçmiyor Örneğin: "() "kongre" sözü cümlenin bildiği bir elimedir Bunun yerine "mü'temer" kelimesini sokuşturmakta bir mana tasavvur edemiyoruz"[5] İrk kavramını o güne kadar görülmemiş bir biçimde vurgulayan yeni milliyetçilik akımı, başlangıçta çok belirgin değildi Daha çok Selanik çevresinde uyarlı bir ideoloji görünümü başlıyordu Ziya Gökalp'le birlikte Ömer Seyfettin de bu anlayışın ilk bilinçli sözcülerindendi Genç kalemler çeşitli alanlarda ve bu arada dil alanında yapılan tartışmalarda bu kimliğini zaman içinde ortaya koydu Bu kimliğin bundan sonraki tartışmalarda ağırlık kazanmasında politik-tarihi gelişmelerin de payı oldu Özellikle Balkan Savaşı, Türklük kökenine bağlı bir milliyetçiliğin Osmanlı ufku içinde daha gerçekçi ve daha sağlam temele dayanan bir ideal gibi görünmesini kolaylaştırmıştı Osmanlı aydınları, dil sorununu, darda kalmış Osmanlı devletinin başka sorunlarından ayıramıyorlardı ve böyle olması herhalde anlaşılır bir şeydi dolayısıyla özellikle Meşrutiyet döneminden sonra Türkçe, Türkiye'yi ilgilendiren çeşitli sorunların, bunların ideolojik yansımaları olan çeşitli "sorunsal"ların bir parçası oldu Uluslaşma, uygarlaşma gibi temel sorunsallar dil konusunda belirli tavırları da zorunlu olarak içermeye başladılar Örneğin Balkan Savaşı öncesinde kurulan Türk Derneği'nin tüzüğünün ikinci maddesi, dil sorunuyla uyanmaya başlayan ulusçuluk bilinci ve ayrıca öteden beri süregelen "uygarlaşma" özlemi arasındaki bağları gösterir: "Cemiyetin maksadı Türk diye anılan bütün kavimlerin mazi ve haldeki âsâr, ef'al, ahvâl ve muhitini öğrenmeğe ve öğretmeğe çalışmak, yani Türklerin âsâr-ı atıkasını, tarihini, lisanlarını, avam ve havas edebiyatını, etnografya ve etnolocyasını, ahval-i ictinmaiyye ve medeniyyat hâzıralarını, Türk memleketlerinin eski ve yeni coğrafyasını araştırup taraştırup ortaya çıkararak bütün dünyaya yayıp dağıtmak ve dilimizin açık, sade, güzel, ilim lisanı olabilecek surette geniş ve medeniyyete elverişli bir dereceye gelmesine çalışmak, imlâsını ona göre tetkik etmektir"[6] O gün yaşayan Osmanlı aydınının dolaysızca gördüğü durum, eski imparatorluğun "elden gidişi"dir Yüzyıllardır yüzü Batı'ya dönük duran Osmanlı devletinin bu konumu ile Batı'ya üstün gelme umudu kalmamıştır Ancak, bu ezikliği duymakta olan bu aydın, aynı zamanda bir vakitlerin güçlü imparatorluğunun gururlu mirasını da varlığında yaşatmaktadır Bu nedenle, Batı karşısında yenilmeye karşılık yeni bir alanda büyümeyi düşlemektedir (Imparatorluk geçmişi olmayan bir başka yoksul ülke, örneğin bir Nijerya ya da Kongo, ezikliğine karşı tepkisini bir imparatorluk kurma özlemiyle dengeleyemezdi) Bu yeni alan belli ki Doğu'dur Yani, ya İslam, ya da Türklük temeline bağlı olarak büyümek ve Batı'nın gücüne karşı böyle bir yeni güç kazanmak, o günün aydınlarına çekici bir hedef gibi görünmeye başlamıştır Dil de, işte bu çok kendine özgü "sorunsal"ın bir parçası haline gelmektedir Doğal olarak, İslamcı büyümeden yana olanlar Osmanlıca'nın bileşiminden şikayetçi değillerdir Türklüğü temel alanlar ise bu dilsel yapıyı uzun vadeli amaçlarına bir engel gibi görme durumundadırlar Tartışmalar ilerledikçe, bütün bu ütopyaların gerçekleşmesinde dilin çok büyük bir payı olacağı inancı da derinleşti Dili bir "iletişim aracı" olmaktan çıkarıp bir büyük sosyo-politik ütopyanın aracı haline getiren Osmanlı aydınları, istedikleri dilsel değişimin gerçekleşmesiyle birlikte hedeflerine çok yaklaşacaklarını sandılar Örneğin bir Izmir Gazetesine yazı gönderen Mehmet Şükrü adlı biri, bu özlemleri net bir şekilde dile getiriyor (daha sonra, Ankara'daki ilk BMM'nde "ikinci grup" üyeleri arasında yer alan Mehmet Şükrü olabilir): "Yeni lisan muarızları bilsinler ki yazıları, fikirleri, Türklük muhitinin bir milimetre ilerisine bile geçemiyor Onun için ıktıza ederdi ki lisanlarında ve duygularında bir asalet; Türklük asaleti bulunsun () Ölü mezarları önünde huzû ve huşu ile eğilen, harbin tehlikeli meydanlarında telaşsız atlar oynatan, en büyük birkaç milleti mahvedecek kadar cesim felaketlere cesur ve mütehammil göğüs gererek büyük Türklüğü şimdiye kadar, kısmen olsun, niçün ifade edemediler? Niçün neslimizin büyük seciyyeleri kalemlerinden bir türlü akmak istemiyor? Tegannisiyle milleti harekete getirecek şarkılar nerede? Cenk meydanlarına, düğüne gider gibi, şen ve beşuş koşan erlere şimdiye kadar hangi türküleri terfik edebildiler? Edemediler; çünki yazıları bizim ruhumuzu, Türklük hissimizi okşamıyor, lisanlarını samimi bulmuyoruz"[7] Bu mantık çizgisi bir hayli ilginç Epey abartılmış gibi görünse de, sözünü ettiğim çeşitli iç içe geçmiş sorunsalların iyi bir özetini veriyor Görüldüğü gibi, yazar, Türklüğe özgü duyguları anlatacak bir dil istiyor Osmanlı yazarları bu duyguları bulamamış ve anlatamamışlar, çünkü ellerindeki dil buna elverişsizmiş Böyle bir düşünce çizgisinin, dilin "özleşmesi"ni nasıl önemli bir hedef gibi göreceği, bu özleşmeden ne kadar büyük toplumsal sonuçlar bekleyeceği bellidir Herhalde yaşasaydı, 1981'de dil adamakıllı özleştiği halde örneğin dünya futbol kupası maçlarının hepsinde yenildiğimizi görseydi, buna inanamayacaktı Çünkü Osmanlı aydınının bütüncü zihniyetinde, dilin özleşmesiyle iyi futbol oynama arasında da bir ilişki olmalıdır Ikinci derecede ilginç bir nokta da yazarın hamasi duygusal retoriği "Düğüne gider gibi savaşa giden erler", "aziz şehitler" vb bilinen klişelerle örülen bu retorik, söylemi kullananı dokunulmaz bir noktaya koyuyor Buradan, kendisi gibi düşünmeyenlere yönelteceği suçlama, "hıyaneti vataniye"den aşağı olamaz Osmanlı aydınını bütüncü zihniyeti, farklılığa bir açıklama bulamadığı için, kendi haklılığına inandığı ölçüde muhalifinin ihanetine de içtenlikle inanır Hoşgörüsüzlüğümüzün temeli de herhalde burada yatmaktadır Bu yüzden tartışmaz savaşırız, eleştirmez kahrederiz Balkan Savaşı ve Türkçecilik Balkan Savaşı'nın Türkçeciliğe hız verdiğine değinmiştim Bu da, daha karmaşık bir gelişmenin içinde bir öğeydi Örneğin bu dönemde Ittihat ve Terakki halkın milliyetçiliğini körükleyecek bir edebiyat yaratılmasını istemiş ve yazarlara bolca para vererek böyle bir edebiyatın kurulmasını sağlamıştı Savaş sırasında görece bağımsız denecek birçok dergi kapanmış, buna karşılık devletin çıkardığı dergilerde devletin istediği edebiyat yapılmıştı Bu durum, Türkiye tarihinde politik yapının genel kültürel yapıya müdahale ve onu belirleme biçimleri göstermesi bakımından ilginçtir Balkan Savaşı'ndan sonra yayımlanmaya başlayan Türk Yurdu ve Türk Sözü gibi dergilerde, oldukça doğal bir gelişmenin sonuçlarıyla karşılaşırız Savaş milliyetçilikle birlikte bir tür popülizm de yaratmıştır -savaşta halk gerekli olduğuna göre, böyle olması doğal Popülizm ise, dilde de sadeleşmeye gitmek zorundadır Nitekim, Türk Yurdu'nun çıkış gerekçesi olarak yazılan yazı, Türk halkının ağzından yazılmıştır ve aydınları suçlamaktadır: "Ibtida bana bir dil, bir edebiyyat lazım () eski yıpranmış âletlerimi atarak yeni makinalar kullanacağım Toprak sürmeyi, hayvan beslemeyi, köy idare etmeyi, yol yapmayı, mekteb açmayı öğreneceğim Gizli duygularımı, şuursuz mefkûrelerimi kalbimden çıkararak ortaya koyacağım Dinimin esaslarını bularak gerçekten Islâm ümmeti olacağım Bu işi yapmak işçin bu gördüğünüz aç, çıplak, sıtmalı oğullarımla, zavallı, yoksul kızlarımla çalışmaya niyyet ettim Siz de benim evlâdlarım değil misiniz? Siz de yapma dilinizi, yalancı bilgilerinizi, boş ve faidesiz gururlarınızı bırakarak bana gelir, benimle beraber çalışır mısınız?"[8] Bu tipik "jakoben" söylemde, aydın, halk adına konuşup halkın ihtiyaçlarını dile getiriyor Halk şu anda "gizli duygular" ve "şuursuz mefkûreler"le dolu Bu sözleri onun ağzından söyleyen aydınlar her nasılsa o mefkûrelerin ne olduğunu biliyorlar Böylece, bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi, o aydınların dediklerinin olmasıyla mümkün Halkın ne istediğini böyle iyi bilen, onu inatla savunan ve sonuçta "halkın iradesine karşı davranıyor" diye rakiplerini temizleyen bu aydınlar ülkemizde hiçbir zaman eksik olmadı Yalnız talihsizliğe bakın ki, onların halkta böylesine "isabetle teşhis ve tespit ettikleri" özlemleri halk kendisi hiçbir zaman anlayamadı Yukarıdaki metinde, bir kez daha, dil sorunu ile genel kalkınma sorununun kesin bir şekilde özdeşlendiğini görüyoruz Dilin sadeleşmesi, ham uygarlaşma, hem ulusallaşma için zorunlu görülmektedir Kapitalizm-öncesi üretim ilişkilerine dayanan, despotik ve bürokratik toplumlarda, halkınkinden ayrı, ağdalı bir seçkin dilin bulunması, sonra da, modernleşme sürecinde bu dilin "anakronik"leşmesi doğaldır Ancak, dili değiştirerek bir toplumu kalkındırma ülküsü, o dönemin Osmanlı aydınına özgü bir şey olmalı Bugün Turgut Özal ihracatı artırmak için bir dil reformuna gerek olduğunu söylese kim bilir ne kadar şaşardık Ama Türk Yurdu'nda yazan aydınlar köylünün makine kullanması ile halkın dilinin değişmesi arasında çok daha dolaysız bir ilişki kurabiliyorlardı Politik Bir Araç Olarak Dil Hüseyin Kâzım Kadri, büyük bir Turan sorunu çerçevesinde Türk diline şöyle bir gelecek tasarlıyor: "Türkistan-ı Çinî'den Avusturya hududlarına kadar uzanan kıtaat-ı vesi'ada mütemekkin akvam-ı Turaniyye arasında münasebet-i siyasiyye husulünü te'min etmek üzere Türk lisanının muhtelif lehçelerini birleştirmek lüzumunu bu gün değilse bile yarın bütün şiddetiyle hissedeceğiz; çünkü her kavm ve millet günün birinde kendi lisanı altında toplanmağa mecburdur () Bu muhtelif lehçeler arasında daha ziyade rikkat ve nezaket kesbeden Osmanlı Türkçesini Türkistan'ın her tarafında umumi bir lisan-ı edebî ve fennî olmak üzere kabul etmek daha muvaffık olur sanırım"[9] Burada da dil, Türk ırkının politik birleşmesinin sağlanması için gerekli bir araç Yazar, biraz da kendinden yana yontup, kendi bildiği Osmanlı Türkçesi'ni böyle bir birleşmenin temeli olarak kabul ettirmek istiyor Türkçe'nin özleşmesinin özleştirilmesinin bugünkü aşamasına vardığımızda, Asya'daki Türklerin dillerinden daha uzaklaşmış durumdayız oysa Aynı dönemde Ikbal gazetesinde çıkan bir yazıda, Türkçe'nin sadeleşmesi konusunda ağırlığın, bir iletişim aracı olarak dil anlayışından, ulusallığın asli öğesi olarak dil anlayışına doğru kaydığı açıkça görülmektedir: "Bir dilin avam tarafından anlaşılup anlaşılmaması meselesi bizce gayet mühim olmakla beraber, ikinci derecededir Birinci derecede "milliyet" hususu gösterilebilir, zannederiz Bu "milliyet" ise "Türklüktür" Madem ki bu millet Türktür Öyle ise anın Türkçe öz dili olmalıdır Bu anın varlığına, namusuna tealluk eden birinci hassadır"[10] |
|