Prof. Dr. Sinsi
|
Kuş Diline Öykünen - Ayşegül Devecioğlu
Kuş Diline Öykünen
Yazarı: Ayşegül Devecioğlu
Yayınevi: Metis Yayınları
Basım Tarihi: Ocak 2004
Sayfa Sayısı: 224
KİTAP HAKKINDA
Belki de kuş, şu "biliyor musun, duyuyor musun," diye tutturduğu kuş söylüyordu Gülay'a, her şeyi "Üsküdar'a gidelim kuşu" adını takmıştı Yavuz ona; dalga geçmek için  Gülay kuşun mors alfabesine benzeyen sesini, Yavuz'a defalarca dinletmişti Hiçbir şey anlayamamıştı bu sesten Ama, Gülay'ın kara gözlerine bakınca, kendisinden çok daha fazla şeyin farkında olduğunu hissedebiliyordu
Belki de bütün bu olan bitenler, yalnızca sezgiyle anlaşılabilecek şeylerdi; bugüne kadar kitaplarda yazmayan, henüz insan dilinde söylenmeyen şeyler Otuz-kırk sene sonra sosyologlar bu döneme bakın yorumlar yapcak, isimler koyacaklardı "Ölenler," diyeceklerdi, "hepsi genç insanlardı Çok genç insanlardı Öyle gençlerdi ki, o kadar gençlerdi ki   "
KİTAPTAN
s 96
Böyle bir yerde kaç gün geçirebilir  Kaç gün sonra, insan tüm dirençlerinden çözülür  Kaç gün sonra arkadaşlarını ele verirsin  Kaç gün sonra  Evlerinde kaldığın insanları, kaç gün sonra  Çözülmek nerede başlar  Nerede biter  
Eğer bir şeyler koparacaklarını anlarlarsa, daha çok işkence yaparlar; belki de dayanamam Hüseyin'in durumuna düşerim  Tuvalette karşılaştığımızda kan işiyordu "Olmuyor hocam," dedi "Olmuyor Yapamıyorum Senin gibi olamıyorum Yanlış giden bir şeyler var "
Yüzüme bakamıyordu "Sus," dedim
Hüseyin can kardeşim, eski arkadaşım, sus  Birlikte devrimci olduk, yüzümüz ak çıkalım şuradan     
s 127-128
Belki de kuş, şu "biliyor musun, duyuyor musun," diye tutturduğu kuş söylüyordu Gülay'a, her şeyi "Üsküdar'a gidelim kuşu" adını takmıştı Yavuz ona; dalga geçmek için  Gülay, kuşun mors alfabesine benzeyen sesini, Yavuz'a defalarca dinletmişti Hiçbir şey anlayamamıştı bu sesten Ama, Gülay'ın kara gözlerine bakınca, kendisinden çok daha fazla şeyin farkında olduğunu hissedebiliyordu Belki de bütün bu olan bitenler, yalnızca sezgiyle anlaşılabilecek şeylerdi; bugüne kadar kitaplarda yazmayan, henüz insan dilinde söylenmeyen şeyler
Otuz-kırk sene sonra sosyologlar bu döneme bakıp yorumlar yapacak, isimler koyacaklardı "Ölenler," diyeceklerdi "hepsi genç insanlardı Çok genç insanlardı Öyle gençlerdi ki, o kadar gençlerdi ki," diyeceklerdi Belki bakıp, akıl sır erdiremeyeceklerdi "Bu çocuklar kendilerini sudan fırlatan balıklar gibi neden ölümü seçtiler? Bunlar durup dururken ortaya çıkmadı ya canım!" Derneklere, sendikalara, üniversitelere, fabrikalara bakacaklardı; köylere kentlere, taşa, toprağa, göğe,   
İNCELEME
Ayşegül Devecioğlu, 1956 doğumlu 1977 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden öğrenimini tamamlayamadan ayrılmış, 1986 yılından sonra gazete, dergi ve televizyonlarda çalışmış, çok sayıda makale ve deneme yazısı yayınlanmış “Kuş Diline Öykünmek” yazarın ilk romanı
Öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül’ün güçlü bir arka plan teşkil ettiği romanda okuduğumuz hüzünlü, trajik bir aşk hikayesidir; roman kahramanı Gülay, devrimci harekete o coşkulu günlerde bilgisinden ziyade duygularıyla katılmış, darbeyle birlikte yakalanarak işkence görmüş, tecavüze uğramış genç bir kadın Hapisten çıktığı anda karşılaştığı hayata ayak uydurmakta, yaşananlar hiç olmamış gibi davranan evdeki, etrafındaki, iş yerindeki insanlarla iletişim kurmakta güçlük çekiyor Ayşegül Devecioğlu, şiddetin kadınlar üzerindeki ikili etkisini vurgularken iktidarın cinsel kimliğini de sorgulamış Gülay, devlete isyan edip hapse düştüğü için şüpheli bir şahıstır artık, üstelik o süreçte bedenine ve kadınlığına da yabancılaşmış, erkeklerden çekinir bir hale gelmiştir, ama tecavüze uğramışlığının bedelini kendisine ödetmek isteyen toplumsal ahlakın kuşatması çok daha ağırdır
Zamana, aşka ve unutulanlara adanmıştır
Gülay, bütün bunlarla baş edebilecek bir kadın; baş edemediği, zamanın yitikliğidir Zamanla birlikte mekanlar da değişmiştir sanki En temel şiddete, toplumun yüz çevirmesine maruz kalan Gülay ve arkadaşları sanki hiç var olmamış, sanki bu toplum coşku ve umutla geçirdiği o beş yılını hiç yaşamamıştır Duygudaşlık edeceği hiç kimsenin kalmadığı, hikayesini anlatacağı, gerçekten neler yaşayıp neler hissettiğine kulak verecek ve bunların gerçek olduğunu kavrayacak herhangi birinin bulunmadığı, tersine unutmadığı için kınandığı bir dünyada, kendisini dünyadaki son kişi görmenin yarattığı kesif yalnızlıkta, işte tam böyle bir anda, Yavuz’a rastlayacaktır Gülay
Yavuz da aynı hareketin militanı; üniversite öğrencisiyken katıldığı örgütün askeri kanadına seçilmiş, idamlık pek çok eyleme katılmış, darbe nedeniyle örgütsel ilişkileri dağılınca yakalanmamış ama yalnız kalmış bir genç O da Gülay gibi yalnız, o da zamanın ihanetini, toplumun kendilerine yüz çevirme nedenlerini anlamaya çalışıyor “Birkaç yıl öncesinde en ücra köşesine kadar kıpırdanan bu toprağın, yabancı, suskun, lanetli bir taş parçasına dönüşüvermesine akıl sır erdiremiyor” Yavuz; “Birkaç yıl önce, bu denli haklı ve kabul edilebilir olan şey, şimdi nasıl da tüm gerçekliğini, tüm haklılığını, hatta tüm masumiyetini yitirmişti!” sorusuna bir cevap bulamıyor Etrafındaki çemberin daralmasının ve çaldığı bütün kapıların kapanmasının yalnızlığında, işte tam böyle bir anda karşılaşacaktır Gülay’la
85-87 yılları arasına sığan anlatı zamanı içinde bu iki kuşatılmış insanın benliklerini birbirlerinin duygularını paylaşarak onarma çabasını, onların iç dünyalarını tarihsel/toplumsal süreçle etkileşim içerisine çok iyi yansıtmış Devecioğlu Duyguları, düşünceleri ve tenleri her zaman aynı dili konuşmasa, pembe düşler hiç kurgulanmasa, iç sorgulamaları hiç tükenmese, her kapı tıkırtısı yüreklerini hoplatsa, ölümün yanı başında bir sevgi yeşertmek çok zor olsa bile, dar zamana sıkıştıracakları bir aşkları var Gülay ve Yavuz’un; küçük sevinçlere sığınan trajik bir aşk bu Çok sonra Gülay’ın farkına varacağı gibi ikisinin de aradığı anılardır; bugünün geçmişi silerken bıraktığı küçük izler, lekeler, benekler  Belki de en başından beri, aradıkları yalnızca bu izdir işte; “Yavuz kadar kendi için de, oyundan bir aşka gizlenmiş o kayıp geçmişe dair bir işaret  ”
Aşkın ve Yavuz’un kaderi daha baştan yazılmıştır O kader, o dönemin hukuku ve doğalın akışı içerisinde hep vardır Ama öyle olmasın isteriz, belki yazarın sevgi ile yaklaştığı roman kahramanlarına bizim de içimiz ısındığından, belki de onları bir zamanlar tanıdığımız birilerine benzettiğimizden mutlu bir son dileriz Ne var ki, hikaye –tıpkı hayatın kendisi gibi- yavaş yavaş işleyecek ve bütün nedenselliğiyle o trajik sonu getirecek mantıksal çerçeveyi tamamlayacaktır Devecioğlu, trajedinin kaçınılmazlığını romanın kurgusu ile vurgularken, ana hikayeyi yer yer kendisinden bağımsız sisli bir yan hikayecikle kesmiş İtalik karakterlerle verilen bu kısa yan hikayecik sol harekete ilişkin değerlendirmeleriyle, romanda bir görülüp bir kaybolan Leyla ve İbrahim arasındaki aşkla, özellikle de işkencecilerin kimliğini deşifre eden ürpertici anlatılarıyla hem ana hikayedeki açık noktaları kapatıyor, hem de 12 Eylül karanlığını aydınlatabilecek bir derinlik taşıyor
Yavuz’un şiddet ve travma anılarıyla biçimlenmiş kimliğini de netleşiyor bu anlatılar O şiddet günlerinden sağ çıkan Yavuz, Gülay dışında kader ortağı bulamadığı ve hala koruduğu inancını kimselerle paylaşamadığı bir anda etrafını çeviren timlerin üzerine, yani ölümün üzerine elinde silah ağzında “kahrolsun faşizm” çığlığıyla yürüyecektir; inanmayı unutmuş insanlara arkasında hiç değilse inancı ve mucizeyi hatırlatacak bir masal bırakmak için… Gülay’sa bir kez daha yalnız kalmanın hüznünü, bir kez daha yalnız bir kadın olmanın önüne dikeceği sorunları sessizce göğüsleyerek sürdürecektir yürüyüşünü 12 Eylül zihniyetinin toplumun her kesimine sindiği, operasyonun tamamlandığı bir tarihe gelinmiş, geçmiş ancak bir daha geri gelmeyecek nostaljik bir çocukluk anı olarak anlatıldığı takdirde medyanın haber konusu olmuştur Yansıtılan duyguların yas, pişmanlık, hatta intikam olması bile ehemmiyetsizdir artık, yeter ki geçmişin bir daha asla geri gelmeyeceği vurgulanmış olsun…
Edebiyatla siyasetin kesişme noktası
İki türlü okunabilir bir sonla bitirmiş hikayesini Ayşegül Devecioğlu Ben de bir yorum yapmadan aktarmak istiyorum: “Zaman  Zamanı anlamak, diye düşündü Gülay, bu yabancı, bu zalim zamanı anlamak; kaderle baş edebilmenin tek yolu belki Bu düşüncenin üstünde zihni halsizce oyalandı Sonra kalktı, belli belirsiz bir umutla gözlerini parkta dolaştırdı Orada olamayacak olanı yeniden bilinçsizce aradı Yoktu  Biraz ötesinde, kendinden bir-iki yaş küçük bir oğlanla oynayan Çocuğu gördü Devrim! diye seslendi  Birden, ilk kez, bu kadar yüksek sesle çocuğun adını söylediğini aynmsadı İsim, kaçak bir mahkum gibi fırlayıvermişti ağzından Gayri ihtiyari çevresine bakındı Sonra, bir kez daha yeni, değişik, alışılmadık tuhaf bir şey yapıyormuş gibi, söyleyip söyleyemeyeceğinden emin olmadan, bir kez daha bağırdı Kimse ilgilenmiyordu Kimse onlara bakmıyordu Duymamışlardı bile  Gülay bunca zaman ağızlarından çıkmamış bu ismi, meydan okur gibi hastalıklı bir çabayla inatla tekrarladı bu kez Çınarın altında yün ören kadınlar, birbirlerine bir şeyler söyleyip kahkahayla güldüler  Kadınlardan biri çocuğuna seslendi İrili ufaklı kızlar oğlanlar, boyaları dökülmüş kaydıraktan itişe kakışa kaydılar Yanındaki tarha dikilmiş olan kadife çiçekleri, hafif esintinin etkisiyle, iki yana sallandı Uzaktan duyulan bir vapur sesi, bu görüntüyü dondurup, tablo gibi çerçeveleyiverdi Her şey, birkaç dakika öncesindeki gibiydi Sanki bu isim, hiç söylenmemiş gibi  ”(shf 218)
Devecioğlu, tarafları ve tanıkları hala yaşayan 12 Eylül gibi özel bir siyasal, toplumsal tarihi içerden bir bakışla, tarafını ve kuşkuya yer bırakmayan tanıklığını hiç gizlemeden romana aktarırken siyasi dönemlere ilişkin edebiyat yapmanın hatalarından hiç birisine düşmemiş Anlatısının -roman kahramanlarının aidiyeti nedeniyle zorunlu olarak telaffuz edilen- siyasi söylemle kesiştiği anlarda bile edebiyatın dışına çıkmıyor, edebiyatı araçsallaştırmıyor, doğrudan siyasi söze indirgemiyor Hikayede kimlerin gerçek, nelerin belge, hangi olayların yaşanmış olduğunun hiçbir önemi yok; yazar belki de yaşanmışlıktan derlediği malzemesini edebi bir malzemeye dönüştürmüş, edebi bir dille kurgulamış
Toplumsal belleğin nasıl çalıştığını, hatırlananların içeriğinin nasıl değiştirildiğini ya da unutulduğunu çarpıcı hikayesiyle açığa çıkaran “Kuş Diline Öykünmek”, yenilginin nedenlerini, toplumdan kopuşun anı ve yalnızlaşmayı sorguladığı kadar bugüne kadar uzanan iktidara şartlanmış devrimci anlayışa getirdiği eleştirilerle de dikkat çekici Buraya bir not düşmek zorunluluğu var: Olayların, eylemlerin ve örgütün tahlillerini –bir karakterini idealize etmek pahasına- İbrahim’in ağzından dillendirirken bile roman dokusuna sadık kalmış Devecioğlu; kurgusal yapıyı İbrahim’in rolünü öne çıkartmayarak dengede tutmayı bilmiş…
Son birkaç yıldan bu yana solun tarihine, o tarihin acılarıyla yoğrulmuş ve darbe “adaleti”nin travmasını yaşamış solcu insan tiplerine edebiyatı unutmadan eğilen romanlarda bir artış görülüyor “Kuş Diline Öykünmek” de onlardan -o tarihe içerden yapılan yolculukların en iyilerinden- bir tanesi…
A Ömer Türkeş
"Bir İlk Roman", Akşam-lık, 21 Mart 2004
"Pençesini küçük bir kuş ya da kemirgene geçiren bir yırtıcıya yakalanır gibi hayata yakalanan" Gülay'ın kişisel tarihinden ve bütün Türkiye'nin yakın tarihinden, belleğinden silmeye çalıştığı olayları anlatan bir roman Kuş Diline Öykünen Yazarın hiçbir duygu sömürüsüne yer vermeden anlattığı hapishane süreçleri, işkence ve insanların hapisten çıktıktan sonra değişen yaşamları, gerçeğin kendisinden daha yalınbir anlatımla gözler önüne seriliyor romanda Ayşegül Devecioğlu, insanları ve olayları anlatırken çok yalın ama yalınlığını unutturacak kadar derin benzetmeler yapıyor Romandaki benzetmeler üzerinde özellikle durulması gerektiğini düşünüyorum çünkü, bir durum ve nesnenin sıradanlığının anlatımında kullanılan benzetmeler, yazarın anlatımını yoğun bir biçimde destekliyor
Kitap devrimci mücadeleye inanan, kendisine verilen her şeyi yutarcasına okuyan, yoksulluğa ve zulme karşı mücadele eden, yaptığının doğru olduğuna inanan Gülay'ın kişisel hikâyesi gibi görünse de romanda anlatlıan olaylar, insanlıkdışı muamelelere maruz kalmış bir kuşağın hikâyesi aslında Gülay'ın başından geçenler, salt devrimci kimliğinden kaynaklanmaz, onun bütün erkeklerin ilgisini çekecek kadar güzel bir genç kız olması, bir kadın olarak bu süreçte yaşananları daha da dayanılmaz ve onur kırıcı hale getirir
Romanın başında, karşımıza çıkan Gülay, ürkek, cansız, kendi deyişiyle eski bir otobüse benzeyen, tarlalarda biten ayrık otları gibi amaçsız, yaban, güneşin altında kavrulan kabuklu bir deniz hayvanı gibi çaresizdir Uzak tanıdıklardan birinin bürosunda sekreter olarak çalışmaktadır, olup bitenlere, etrafındaki insanlara o kadar uzaktır ki o adeta yaşamıyor gibidir Sokakta yürürken, insanlara bakarken dalıp dalıp gittiği yerler, ona unutmaya çalıştığı kötü şeyleri anımsatır hep Kendisine de yabancılaşmıştır bu süreçte, kendine bakmaktan, dokunmaktan, kendisiyle ilgili tek bir cümle kurmaktan kaçınır
Öğlenleri gittiği parkta "Üsküdar'a gidelim" diyerek öten o kuşu dinler uzun süre Bu kuşun sesini ilk kez küçüklüğünde babası ile gezerken duymuştur, şimdi ise kendisinden başkasının duymadığını bildiği bu kuşun sesiyle avunmaya çaışır Bu parkta bir delikanlı ile karşılaşır; önceleri yok sayar onu ama delikanlı ona bakmakta ve onunla iletişim kurmakta ısrarlıdır Gülay, bütün başına gelenlerden sonra bırakın bir erkekle birlikte olmayı, bir erkekle yürümeyi bile düşünemeyecek kadar uzaklaşmıştı hayattan Parktaki genç adam sonunda Gülay'ın kalbini kazanmıştı Gülay ona hiçbir şey sormamıştı; onun hakkında hiçbir şey bilmiyordu Ve derken Yavuz'un da bir kaçak olduğu ortaya çıkar Yavuz'un saklanma, kaçma, ortadan yok olma zorunluluğu, Gülay'ın bu yaşamda kendini önce insan,sonra da kadın olarak yeniden yaratma serüveni, bütün bunların ardında, büyük bir acıyla okuduğumuz o korkunç olaylar, Türkiye'nin yakın tarihine ayna tutacak bir yapıya sahip Bu ayna gösterdikleriyle canımızı acıtsa da, Devecioğlu'nun kaleminde canlanan insancıl anlatımla derin yaralar açmıyor yüreğimizde Kuş Diline Öykünen, bireysel yaşamdan yola çıkarak önemli bir toplumsal süreci anlatan, bir başka deyişle, Türkiye'nin son yirmi yılını büyük bir açıklıkla ortaya seren sosyal gerçekçi bir roman
Sevengül Sönmez
|