Nazım Hikmet Ran |
06-21-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Nazım Hikmet RanNAZIM HİKMET RAN ŞİİRLER : SEN YOKTUN Kar kesti yolu sen yoktun Oturdum karşına diz üstü seyrettim yüzünü gözlerim kapalı Gemiler geçmiyor uçaklar uçmuyor sen yoktun Karşında duvara dayanmıştım konuştum konuştum konustum ağzımı açmadım Sen yoktun, ellerimle dokundum sana ellerim yüzümdeydi BİR DAKİKA Deniz, durgun göl gibi gitgide genişliyor Sular kayalıklarda nur'dan izler işliyor, Engine sarkan gökler, baştan başa yıldızlı Şimdi göğsümde kalbim, çarpıyor hızlı hızlı Göklerden bir yıldızın gölgesi düşmüş suya Dalmış suyun koynunda bir gecelik uykuya Bazen uzunlaşıyor, bazen da kıvranıyor, Durgun suyun altında bir mum gibi yanıyor Yakın olayım diye bu gökten gelen ize Öyle eğilmişim ki, kayalardan denize Alnımdan düşen saçlar yorulmuş suya değdi Baktım geniş ufuklar başımın üstündeydi Bilemem nasıl oldu, geldi ki öyle bir an Yenilmez bir haz duyup denize atılmaktan Kurtulmak ne kolaymış faniliğimden dedim Doğruldum atılırken bir dakika titredim Bir dakika sonsuzluk doldu, taştı gönlümden Bir dakika, bir ömrü kurtarmıştı ölümden BUGÜN PAZAR Bugün pazar Bugün, beni ilk defa Güneşe çıkardılar Ve ben, ömrümde ilk defa Gökyüzünün Bu kadar benden uzak, Bu kadar mavi, Bu kadar geniş olduğuna şaşarak, Kımıldamadan durdum Sonra, saygıyla toprağa oturdum, Dayadım sırtımı duvara Bu anda; Ne düşmek dalgalara, Bu anda; Ne kavga, ne hürriyet, ne karim Toprak, Güneş ve Ben Bahtiyarım… SEVGİLİM Sevgilim, Yalan söylersem sana, Kopsun ve mahrum kalsın dilim “Seni Seviyorum” Demek bahtiyarlığından Sevgilim, Yalan yazarsam sana, Kurusun ve mahrum kalsın elim Okşayabilmek saadetinden seni Sevgilim, Yalan söylersem sana, Gözlerim iki nadim gözyaşı gibi Avuçlarıma aksınlar Ve Görmesinler seni bir daha CEVİZ AĞACI Başım kopuk kopuk bulut, içim dışım deniz, ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, Yapraklarım suda balık gibi kıvıl Yapraklarım ipek mendil gibi tiril koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil Yapraklarım ellerimdir tam yüz bin elim var, Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a Yapraklarım gözlerimdir Şaşarak bakarım Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında DAVET Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan Bu memleket bizim! Bilekler kan içinde, dişler kenetli ayaklar çıplak Ve ipek bir halıya benzeyen toprak Bu cehennem, bu cennet bizim! Kapansın el kapıları bir daha açılmasın Yok edin insanın insana kulluğunu Bu davet bizim! Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür Ve bir orman gibi kardeşçesine Bu hasret bizim! HASRET Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli belini sarmayalı gözünün içinde durmayalı aklının aydınlığına sorular sormayalı dokunmayalı sıcaklığına karnının yüz yıldır bekler beni bir şehirde bir kadın aynı daldaydık aynı daldaydık aynı daldan düşüp ayrıldık aramızda yüz yıllık zaman yol yüz yıllık yüz yıldır alaca karanlıkta koşuyorum ardından ASYA AFRİKA YAZARLARINA Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma ben Asyalıyım bakmayın mavi gözlü olduğuma ben Afrikalıyım ağaçlar kendi dibinde gölge vermez benim orda sizin oradakiler gibi tıpkı benim orda arslanın ağzındadır ekmek ejderler yatar başında çeşmelerin ve olunur benim orda ellisine basılmadan sizin oradaki gibi tıpkı bakmayın sarı saçlı olduğuma ben Asyalıyım bakmayın mavi gözlü olduğuma ben Afrikalıyım okuyup yazma bilmez yüzde sekseni benimkilerin şiirler gezer ağızdan ağıza türküleşerek şiirler bayraklaşabilir benim orda sizin ordaki gibi kardeşlerim sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz toprağı sürebilmeli pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli dizlerine kadar bütün soruları sorabilmeli bütün ışıkları derebilmeli yol başlarında durabilmeli kilometre taşları gibi şiirlerimiz yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli çengelde tamtamlara vurabilmeli ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli büyük hürriyete şiirlerimiz SON ŞİİRLERİ 7 senden önce ölmek isterim Gidenin arkasından gelen gideni bulacak mı zannediyorsun? Ben zannetmiyorum bunu İyisi mi,beni yaktırırsın, odanda ocağın üstüne korsun içinde bir kavanozun Kavanoz camdan olsun, şeffaf, beyaz camdan olsun ki içinde beni görebilesin Fedakarlığımı anlıyorsun vazgeçtim toprak olmaktan, vazgeçtim çiçek olmaktan senin yanında kalabilmek için Ve toz oluyorum yaşıyorum yanında senin Sonra, sende ölünce kavanozuma gelirsin Ve orada beraber yaşarız kulumun içinde kulun ta ki bir savruk gelin yahut vefasız bir torun bizi ordan atana kadar Ama biz o zamana kadar o kadar karışacağız ki birbirimize, atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz yan yana düşecek Toprağa beraber dalacağız Ve bir gün yabani bir çiçek bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse sapında muhakkak iki çiçek açacak biri sen biri de ben Ben daha ölümü düşünmüyorum Ben daha bir çocuk doğuracağım Hayat taşıyor içimden Kaynıyor kanım Yaşayacağım, ama çok, pek çok, ama sen de beraber Ama olum de korkutmuyor beni Yalnız pek sevimsiz buluyorum bizim cenaze şeklini Ben ölünceye kadar da Bu düzelir herhalde Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde? İçimden bir şey belki diyor 24 EYLÜL 1945 En güzel deniz henüz gidilmemiş olanıdır En güzel çocuk henüz büyümedi En güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız Ve sana söylemek istediğim en güzel söz henüz söylememiş olduğum sözdür 25 EYLÜL 1945 Meydan yerinde kampana vurdu Nerdeyse koğuşların kapıları kapanır Bu sefer hapislik uzun surdu biraz 8 yıl Yaşamak ümitli bir iştir, sevgilim Yaşamak seni sevmek gibi ciddi bir iştir YAŞAMAYA DAİR 1 Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yani ağır bastığından 1947 2 Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, yani, beyaz masadan, bir daha kalkmamak ihtimali de var Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz en son ajans haberlerini Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için, diyelim ki, cephedeyiz Daha orda ilk hücumda, daha o gün yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu Diyelim ki hapisteyiz, yasımız da elliye yakın, daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla yani, duvarın ardındaki dışarıyla Yani, nasıl ve nerede olursak olalım hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak 1948 3 Bu dünya soğuyacak, yıldızların arasında bir yıldız, hem de en ufacıklarından, mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, yani bu koskocaman dünyamız Bu dünya soğuyacak günün birinde, hatta bir buz yığını yahut ölü bir bulut gibi de değil, boş bir ceviz gibi yuvarlanacak zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız Şimdiden çekilecek acısı bunun, duyulacak mahzunluğu şimdiden Böylesine sevilecek bu dünya "Yaşadım" diyebilmen için ÇANKIRI HAPİSHANESİNDEN MEKTUPLAR saat dört yoksun Saat beş yok Altı, yedi, ertesi gün, daha ertesi ve belki kim bilir Hapishane avlusunda bir bahçemiz vardı Sıcak bir duvar dibinde on beş adım kadardı Gelirdin, yan yana otururduk, kırmızı ve kocaman muşamba torban dizlerinde Kelleci Memedi hatırlıyor musun? Sübyan koğuşundan Başı dört köşe, bacakları kısa ve kalın ve elleri ayaklarından büyük kovanından bal çaldığı adamın taşla ezmiş kafasını <hanım abla> derdi sana Bizim bahçemizden küçük bir bahçesi vardı, tepemizde, yukarda, güneşe yakın, bir konserve kutusunun içinde Bir cumartesi gününü, hapishane çeşmesiyle ıslanan bir ikindi vaktini hatırlıyor musun? Bir türkü söylediydi kalaycı Saban Usta, aklında mı <Beypazarı meskenimiz,ilimiz, <kim bilir nerede kalır ölümüz?> O kadar resmini yaptım senin bana birini bırakmadın Bende yalnız bir fotoğrafın var bir başka bahçede çok rahat çok bahtiyar yem verip tavuklara gülüyorsun Hapishane bahçesinde tavuklar yoktu, fakat pek ala gülebildik ve bahtiyar olmadık değil Nasıl haber aldık en güzel hürriyete dair, nasıl dinledik ayak seslerini yaklaşan müjdelerin, ne güzel şeyler konuştuk hapishane bahçesinde ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ Biz ki İstanbul şehriyiz, iste, arz ederiz halimizi Türk halkının yüce katına Mevsim yazdır, 919'dur Ve teşrinlerinde geçen yılın dört düvele teslim ettiler bizi, gözü kanlı dört düvele anadan doğma çırılçıplak Ve kurumuştu ve kan içindeydi memelerimiz Biz ki İstanbul şehriyiz, Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan bir de Yunan, bir de zavallı Afrika zencileri yer bitirir bizi bir yandan, bir yandan da kendi köpek döllerimiz Vahdettin Sultan, ve Damat Ferit ve İngiliz muhipleri ve Mandacılar, Biz ki İstanbul şehriyiz, yüce Türk Halkı, malumun olsun çektiğimiz acılar Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre orda, mazlum milletlerden bahsedildi bütün mazlum milletlerden ve emperyalizme karşı dövüşenlerinden onların Orda, bir Şurayı Milli'den bahsedildi, İrade-i Milliyeye müstenit bir Şurayı Milli'den Buna rağmen <<Asi gelmeyelim>> diyenler vardı, <<makamı hilafet ve saltanata>> Hatta casuslar vardı içerde Buna rağmen <<Bütün akşamı vatan bir kuldur>> denildi <<Kabul olunmaz,>> denildi, <<Manda ve Himaye>> Buna rağmen İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar, Türk halkından kesmişlerdi umudu Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a <<Amerikan mandası altına girelim,>> diye <<İstiklal, diyorlardı, şayanı arzu ve tercihtir, amma bugün bu, diyorlardı, mümkün değil, birkaç vilayet, diyorlardı, kalacak elde, şu halde, diyorlardı, şu halde, Memaliki Osmaniye'nin cümlesine şamil Amerikan mandaterliğini talep etmeği memleketimiz için en nafi bir şekli hal kabul ediyoruz>> FAKAT BU ŞEKLİ HAKLI KABUL ETMEDİ ERZURUMLU ERZURUM'UN KIŞI ZORLUDUR, BALAM, BUZ TUTAR YİĞİTLERİN BIYIĞI ERZURUM'DA KASKATI, DİMDİK OLUR ADAM, KABULLENMEZ YILGINLIĞI İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar, tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler, çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri ve biçare telgraf telleri devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere <<Bizi bir başımıza bıraksalar, tarafgirlik, cehalet ve çok konuşmaktan başka müspet bir hayat kuramayız İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika Ne olacak, Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz, sonra Yeni Dünya'nın sayesinde İstiklali kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiye vücuda geliverir Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına nasıl bir idare kurduğunu Avrupa'ya göstermek ister Hem artık işi uzatmağa gelmez Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz Sergüzeşt ve cidal devri geçmiştir Türkiye'yi geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir>> Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat Sivas, mandayı kabul etmedi fakat, <<Hey gidi deli gönlüm,>> dedi, <<Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm, ya İSTİKLAL, ya ölüm!>> dedi HOŞ GELDİN! Hoş geldin! Kesilmiş bir kol gibi omuz başımızdaydı boşluğun Hoş geldin! Ayrılık uzun sürdü Özledik Gözledik Hoş geldin! Biz bıraktığın gibiyiz Ustalaştık biraz daha taşı kırmakta, dostu düşmandan ayırmakta Hoş geldin Yerin hazır Hoş geldin Dinleyip diyecek çok Fakat uzun söze vaktimiz yok YÜRÜYELİM OTOBİYOGRAFİ 1902'de doğdum doğduğum şehre dönmedim bir daha geriye dönmeyi sevmem üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin hapislerde de yattım büyük otellerde de açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir otuzumda asılmamı istediler kırk sekizimde Barış Madalyasının bana verilmesini verdiler de otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag'dan Havana'ya Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de 961'de ziyaret ettiğim anıtkabiri kitaplarıdır partimden koparmağa yeltendiler beni sökmedi yıkılan putların altında da ezilmedim 951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün 52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım şu kadarcık haset etmedim Sarlo'ya bile aldattım kadınlarımı konuşmadım arkasından dostlarımın içtim ama akşamcı olmadım hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana başkasının hesabına utandım yalan söyledim yalan söyledim başkasını üzmemek için ama durup dururken de yalan söyledim bindim tirene uçağa otomobile çoğunluk binemiyor operaya gittim çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye ama kahve falıma baktırdığım oldu yazılarım otuz kırk dilde basılır Türkiye'mde Türkçe'mle yasak kansere yakalanmadım daha yakalanmam da şart değil başbakan filan olacağım yok meraklısı da değilim bu işin bir de harbe girmedim sığınaklara da inmedim gece yarıları yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında ama sevdalandım altmışıma yakın sözün kısası yoldaşlar bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da insanca yaşadım diyebilirim ve daha ne kadar yaşarım başımdan neler geçer daha kim bilir İSTİKLAL Bu zırhları, bu orduları tanırım, benim de sularım girdiler, benim de toprağıma asker çıkardılar geceleyin Kanıma susamıştılar Çalmak istiyorlardı gözlerimin nurunu, hünerini ellerimin Doktuk denize onları 1922'ydi yıllardan Mısırlı kardeşim; şarkılarımız kardeştir, isimlerimiz kardeş, yoksulluğumuz kardeştir, yorgunluğumuz kardeş Şehirlerimde güzel, ulu, canlı ne varsa insan, cadde, çınar, savaşında senin yanındalar Köylerimde Kelam-i Kadim okunuyor senin dilinle, senin zaferin için Mısırlı kardeşim, biliyorum, biliyorum, istiklal otobüs değil ki birini kaçırdın mı, öbürüne binesin İstiklal sevgilimiz gibidir aldattın mı bir kere zor döner bir daha Mısırlı kardeşim, kanalın sularına karıştı kanın İnsanın yurdu bir kat daha kendinin olur toprağına, suyuna karıştıkça kanı Yaşanmış sayılmaz zaten yurdu için ölmesini bilmeyen millet ONLAR Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, cahil hakim ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destanımızda yalnız onların maceraları vardır Onlar ki uyup hainin igvasına sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice murtede hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden ki onlardır, destanımızda yalnız onların maceraları vardır Demir, kömür ve şeker ve kırmızı bakir ve mensucat ve sevda ve zulüm ve hayat ve bilicimle sanayi kollarının ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir sabah vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman En bilgin aynalara en renkli şekilleri aksettiren onlardır Asırda onlar yendi, onlar yenildi Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi İYİMSERLİK Şiirler yazarım basılmaz basacaklar ama Bir mektup beklerim müjdeli belki de öldüğüm gün gelir mutlaka gelir ama Ne devlet ne para insanın emrinde dünya belki yüz yıl sonra olsun mutlaka bu böyle olacak ama BÜYÜK TAARRUZ Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birden bire beş adım sağında onu gördü Paşalar onun arkasındaydılar O, saati sordu Paşalar `üç' dediler Sarışın bir kurda benziyordu Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı Yürüdü uçurumun kenarına kadar, eğildi durdu Bıraksalar ince uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı KADINLAR Ve kadınlar, bizim kadınlarımız korkunç ve mübarek elleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yarimiz ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve karasabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız MASALLARIN MASALI Su başında durmuşuz, çınarla ben Suda suretimiz çıkıyor, çınarla benim Suyun şavkı vuruyor bize, çınarla bana Su başında durmuşuz, çınarla ben, bir de kedi Suda suretimiz çıkıyor, çınarla benim, bir de kedinin Suyun şavkı vuruyor bize, çınarla bana, bir de kediye Su başında durmuşuz, çınar, ben, kedi, bir de güneş Suda suretimiz çıkıyor, çınarın, benim, kedinin, bir de günesin Suyun şavkı vuruyor bize, çınara, bana, kediye, bir de güneşe Su başında durmuşuz, çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz Suda suretimiz çıkıyor, çınarın, benim, kedinin, günesin, bir de ömrümüzün Suyun şavkı vuruyor bize, çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze Su başında durmuşuz Önce kedi gidecek, kaybolacak suda sureti Sonra ben gideceğim, kaybolacak suda suretim Sonra çınar gidecek, kaybolacak suda sureti Sonra su gidecek güneş kalacak; sonra o da gidecek Su başında durmuşuz Su serin, Çınar ulu, Ben şiir yazıyorum Kedi uyukluyor Güneş sıcak Çok şükür yaşıyoruz Suyun şavkı vuruyor bize Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze MAVİ LİMAN Çok yorgunum, beni bekleme kaptan Seyir defterini başkası yazsın Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman Beni o limana çıkaramazsın MEMED'E SON MEKTUBUMDUR Bir yandan cellatlar girdi araya, Bir yandan, oyun etti bana bu mendebur yürek, Nasip olmayacak Memed'im yavrum, seni bir daha görmek Biliyorum, buğday başağı gibi delikanlı olacaksın, ben de öyleydim gençliğimde, kumral, ince, uzun; gözlerin ananınkiler gibi kocaman, bazen de bir parça bir tuhaf mahzun; alnın alabildiğine aydınlık; herhalde sesin de olacak - berbattı benimkisi - türküler döktüreceksin yanık mı yanık Konuşmasını mı bileceksin - ben de becerirdim o isi sinirlenmediğim zamanlar - bal damlayacak dilinden Vay, Memet, kızların çekeceği var senin elinden Müşküldür babasız büyütmek erkek evladı Ananı üzme oğlum, ben güldürmedim yüzünü, sen güldür Anan, ipek gibi kuvvetli, ipek gibi yumuşak; anan, nineliğinde bile güzel olacak onu ilk gördüğüm günkü gibi, Boğaziçi'nde, on yedisinde ay ışığı, gün ışığı, can eriği, dünya güzeli Anan, ayrıldık bir sabah, buluşmak üzre, buluşamadık Anan, anaların en iyisi en akillisi, yüz yıl yaşar inşallah Ölmekten, oğlum korkmuyorum, ama ne de olsa iş arasında bazen irkilip ansızın, yahut yalnızlığında uyku öncesinin günleri saymak biraz zor Dünyada doymak olmuyor, Memet, doymak olmuyor Dünyada kiracı gibi değil, yazlığa gelmiş gibi de değil, yaşa dünyada babanın eviymiş gibi Tohuma, toprağa, denize inan İnsana hepsinden önce Bulutu, makineyi, kitabı sev, insanı hepsinden önce Kuruyan dalın sönen yıldızın sakat hayvanin duy kederini, hepsinden önce de insanın Sevindirsin seni cümlesi nimetlerin sevindirsin seni karanlık ve aydınlık, sevindirsin seni dört mevsim ama hepsinden önce insan sevindirsin seni Memet, memleketler içinde bir şirin memlekettir Türkiye, bizim memleket, insanı da, su katılmamışı, çalışkandır, ağırbaşlı, yiğittir, ama dehşetli fakir Memet, ben dilimden, türkülerimden, tuzumdan, ekmeğimden uzakta, anana hasret, sana hasret, yoldaşlarıma, halkıma hasret öleceğim, ama sürgünde değil, gurbet ellerde değil, öleceğim rüyalarımın memleketinde, beyaz şehrinde en güzel günlerimin M E M E T Yürek değil be Çarıkmış bu manda gönlünden Teper hababam teper Paralanmaz Teper taşlı yolları Teper hababam teper Teper taşlı yolları Bir vapur geçer Varna önünden Uyy Karadeniz'in gümüş telleri Bir vapur geçer Boğaz'a doğru Nazım usulcacık okşar vapuru Yanar elleri Yanar elleri Karşı yalı memleket Sesleniyorum Varna'dan İşitiyor musun Memet Memet Karadeniz akıyor durmadan durmadan Deli hasret Deli hasret Oğlum, sana sesleniyorum İşitiyor musun Memet Memet Bir vapur geçer Varna önünden Uyy Karadeniz'in gümüş telleri Bir vapur geçer Boğaz'a doğru Nazım usulcacık okşar vapuru Yanar elleri Yanar elleri MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI'NDAN Vagonlar geliyorlar sallanarak "-Usta!" Alaeddin döndü kömürcü İsmail'e "-Ne var İsmail?" "-Usta ne olacak bu harbin sonu?" "-İyi olacak" "-Nasıl yani?" "-Yemekli vagonda rakı içeceğiz" "-Biz mi?" "-Biz" "-Kömürü kim atacak? Kim sürecek makineyi?" "-Onu da biz" "-Alayı bırak usta, Kim Kazanacak?" "-Biz" İsmail hiçbir şey anlamadıysa da üstelemedi Çok siyah ve çok kalın kaşlarıyla oynadı biraz sonra "-Ustam" dedi, "Bir sualim daha var Şu gördüğün raylar dolanır mı bütün dünya yüzünü?" "-Dolanır" "-Demek ki harp olmasa, ama yalnız harp değil, hudutlarda sorgu sual sorulmasa, rayların üzerine saldık mı makineyi dünyanın bir ucundan obur ucuna varır" "-Deniz dedi mi durur" "-Gemilere binersin" "-Tayyare daha iyi" İsmail güldü Kırıktı ön dişlerinden biri "-Ben tayyareye binemem usta, anamın vasiyeti var" "-Tayyareye binme, diye mi?" "-Hayır karıncayı bile incitme, diye" Alaeddin kocaman elini vurdu çıplak uzun ensesine İsmail'in "-Sen ne hafız oğlusun! Zararı yok ulan, yine de bineriz tayyareye, adam öldürmek için değil gökyüzünde püfür safa sürmek için Şimdi sen hele ateşi bir süngüle" Vagonlar geliyorlar sallanarak MEMLEKETİMİ SEVİYORUM Memleketimi seviyorum Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı memleketimin şarkıları ve tutunu gibi Memleketim Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya, kursun kubbeler ve fabrika bacaları benim o kendi kendimden bile gizleyerek sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir Memleketim Memleketim ne kadar geniş dolaşmakla bitmez tükenmez gibi geliyor insana Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum ve güneye pamuk işleyenlere gitmek için Toroslardan bir kere olsun geçemedim diye utanıyorum Memleketim develer, tiren, Ford arabaları ve hasta eşekler, kavak , söğüt ve kırmızı toprak Memleketim Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven alabalık ve onun yarim kiloluğu pulsuz gümüş derisinde kızıltılarla Bolu'nun Abant gölünde yüzer Memleketim Ankara ovasında keçiler kumral, ipekli, uzun kürklerin parıldaması Yağlı, ağır fındığı Giresun'un Al yanakları mis gibi kokan Amasya Elması, zeytin, incir, kavun ve renk renk salkım salkım üzümler ve sonra kara saban ve sonra kara sığır ve sonra ileri, güzel, iyi her şeyi hayran bir çocuk sevinci ile kabule hazır çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım yarı aç, yarı tok yarı esir NEREDEN GELİP NEREYE GİDİYORUZ BAŞLANGIÇ Nereden gelip nereye gidiyoruz? Belimizi doğrultup kalktığımızdan beri iki ayak üstüne, kolumuzu bir sopa boyu uzattığımızdan beri, taşı yonttuğumuzdan beri yıkan da yaratan da biziz yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada Nereden gelip nereye gidiyoruz? Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı, arkamızda kalan yollarda ulu uyumları ellerimizin, aklımızın, yüreğimizin, toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve plastikte Nereden gelip nereye gidiyoruz? Kanlı ayak izlerimiz midir önümüzdeki yollarda duran? Bir cehennem çıkmazında mi sona erecek önümüzdeki yollar? Nereden gelip nereye gidiyoruz? Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler, günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların çocukların avuçlarında yeşerecekler Çocuklar ölebilir yarın, hem de ne sıtmadan ne kuşpalazından, düşerek de değil kuyulara filan; çocuklar ölebilir yarın, çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında, ne bir santim kemik, ne bir damla kan, çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında, arkalarında bir avuç kul bile değil arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan Negatif resimcikler boşluğun karanlığında Krematoryum, krematoryum, krematoryum Bir deniz görüyorum ölü balıklarla örtülü bir deniz Negatif resimcikler boşluğun karanlığında; yaşanmamış günlerimiz çocukların avuçlarıyla birlikte yok olan Bir şehir vardı Yeller eser yerinde, Beş şehir vardı, Yeller eser yerinde, Yüz şehir vardı, Yeller eser yerinde, Şiirler yazılmayacak yok olan şehirlere, Şiir kalmayacak ki Pencerende bir sokak bulvarlı, Odan sıcak, Ak yastıkta üzüm karası, saçlar, Adamlar paltolu, ağaçlar karlı, Penceren kalmayacak, ne bulvarlı sokak, ne ak yastıkta üzüm karası saçlar, ne paltolu adamlar, ne karlı ağaçlar Ölülere ağlanmayacak, ölülere ağlayacak gözler kalmayacak ki Eller kalmayacak Negatif resimcikler dalların altındaki yok olmuş olan dalların altındaki Yok olmuş olan dalların üstünden o bulutlardır geçen Güneye götürmeyin beni, ölmek istemiyorum Ölmek istemiyorum, kuzeye götürmeyin beni Doğuya götürmeyin beni, ölmek istemiyorum Ölmek istemiyorum batıya götürmeyin beni Beni burda bırakmayın, götürün bir yerlere Ölmek istemiyorum, ölmek istemiyorum O bulutlardır geçen yok olmuş dalların üstünden Tahta, beton, teneke, toprak damlarımızla iki milyardan artığız kadın, erkek, çoluk, çocuk Ekmek hepimize yetmiyor, kitap ta yetmiyor, ama keder dilediğin kadar, yorgunla da göz alabildiğine Hürriyet hepimize yetmiyor Hürriyet hepimize yetebilir ve sevda kederi, hastalık kederi, ayrılık kederi, kocalmak kederinden gayrisi almayabilir eşiğimizi Kitap hepimize yetebilir Ormanlarınki kadar uzun olabilir ömrümüz Yeter ki bırakmayalım yaşanmamış günlerimiz yok olmasın çocukların avuçlarıyla birlikte, boşluğun karanlığına çıkmasın negatif resimcikler, yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için yaşayabilelim NİKBİNLİK Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı mavilikler süreceğiz Açtık mıydı hele bir son vitesi, adedi devir Motorun sesi Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir ne harikuladedir 160 kilometre giderken öpüşmesi Hani şimdi bize cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır, yalnız cumaları yalnız pazarları Hani şimdi biz bir peri masalı dinler gibi seyrederiz ışıklı caddelerde mağazaları, hani bunlar 77 katli yekpare camdan mağazalardır Hani şimdi biz haykırırız Cevap açılır kara kaplı kitap zindan kayış kapar kolumuzu kırılan kemik kan Hani şimdi bizim soframıza haftada bir et gelir Ve çocuklarımız işten eve sapsarı iskelet gelir Hani şimdi biz İnanın güzel günler göreceğiz çocuklar güneşli günler göreceğiz Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar ışıklı maviliklere süreceğiz TÜRK KÖYLÜSÜ O, topraktan öğrenip kitapsız bilendir Hoca Nasreddin gibi ağlayan Bayburtlu Zihni gibi gülendir Ferhat'tır, Keremdir ve Keloğlandır Yol görünür onun garip serine, analar, babalar umudu keser, Kahpe felek ona eder oyunu Çarşambayı sel alır, Bir yar sever, el alır, kanadı kırılır çöllerde kalır, ölmeden mezara koyarlar onu O " Yunus-u biçaredir Baştan ayağa yaredir", Ağu içer su yerine Fakat bir kere dert anlayan düşmeye görsün önlerine ve bir kere vakit erişip " Gayri yeter!" demesinler Bunu dediler mi, " İsrafil surunu ürür, mahlukat yerinde durur ", toprağın nabzı başlar onun nabızlarında atmağa, Ne kendi nefsini korur ne düşmanı kayırır, " Dağları yırtıp ayırır, kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmağa " VERA'YA Gelsene dedi bana Kalsana dedi bana Gülsene dedi bana Ölsene dedi bana Geldim Kaldım Güldüm Öldüm YAŞAMAK KASİDELERİ Dağıldı birdenbire alnına düsen saçlar Birdenbire toprakta bir şeyler kımıldadı Bir şeyler konuşuyor karanlıkta ağaçlar Çıplak kolların üşüyecek Uzaklarda göremediğimiz bir yerde ay doğuyor demek O daha yapraklardan inip senin omuzunu aydınlatarak gelmedi bize kadar Rüzgar çıkar ay doğarken Ağaçlar konuşuyor Kolların üşüyecek Yukardan karanlıkta kaybolan dallardan bir şey düştü ayağının dibine Sokuldun bana Çıplak etin tüylü bir yemiş kabuğu gibi elimin altında Ne bir yürek türküsü, ne <<aklı selim>>, ağaçların, kuşların, böceklerin önünde, karımın eti üstünde düşünüyor elim Bu gece elimin okuyup yazması yok Ne sevgisiz, ne sevgili Su başında bir parsın dili bir asma yaprağı bir kurt pençesi gibi o Kımıldamak, nefes almak, yemek, içmek Toprağın altında çatlayan bir çekirdek gibi elim Ne bir yürek türküsü, ne <<aklı selim>>, ne sevgisiz, ne sevgili Karimin eti üstünde düşünen ilk insanın eli Toprakta suyu bulan bir kok gibi o diyor ki bana <<Yemek, içmek, soğuk, sıcak, kavga, koku, renk, ölmek için yaşamak değil, yaşamak için ölmek>> Ve şimdi ben yüzümde dolaşırken dişi kırmızı saçlar, toprakta bir şeyler kımıldanır bir şeyler konuşurken karanlıkta ağaçlar ve uzaklarda göremediğimiz bir yerde ay doğarken, elim, karımın eti üstünde, ağaçların, kuşların, böceklerin önünde, yaşamak denen şeyin, su başındaki parsın, çatlayan çekirdeğin, ilk insanın hakkını istiyorum GÜNEŞTE Denizin sonunda mavi bir duman gibi gözümde tütüyorsun Yeşil bir erik dalı yüreğim sen altın tüylü bir yemiş sallanıyorsun Fakat ben seni böyle bir yemiş ve bir duman gibi görmenin yerine sahiden görmek istiyorum çıplak ayaklarını sahiden dokunmak istiyorum uzun parmaklı ellerine YİNE MEMLEKETİM ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR Memleketim, memleketim, memleketim, ne kasketim kaldı senin ora işi ne yollarını taşımış ayakkabım, son mintanın da sırtımda paralandı çoktan, şile bezindendi Sen simdi yalnız saçımın akında, enfarktında yüreğimin, alnımın çizgilerindesin memleketim, memleketim, memleketim seni düşünmek güzel şey seni düşünmek ümitli şey dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey fakat artık ümit yetmiyor bana ben artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum seni düşünmek güzel şey Ve sevda ve zulüm ve hayat Ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından Onlar ki ağır ve naşirli ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman" Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim, akar suyun, meyve cağında ağacın, serpilip gelişen hayatın düşmanı Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına - çürüyen diş, dökülen et-, bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler Ve elbette ki, sevgilim, elbet, dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle isçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet Bursa'da havlucu Recebe, Karabük fabrikasında tesviyeci Hasan'a düşman, fakir-köylü Hatçe kadına, ırgat Süleyman'a düşman, sana düşman, bana düşman, düşünen insana düşman, vatan ki bu insanların evidir, sevgilim, onlar vatana düşman ŞEYH BEDREDDİN DESTANI 4 Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş Aydın elinde Karaburun'da Bedreddin'in kelamını söylemiş köylünün huzurunda Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup piri pak olsun diye, on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti, ağalar topyekün kılıçtan geçirilip verilmiş ortaya hünkar beylerinin tımarı zeameti» Duyduk ki Bu itler duyulur da durmak olur mu? Bir sabah erken, Haymana ovasında bir garip kuş öterken, sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik «Varalım, dedik Görelim dedik Yapışıp sapanın sapına şol kardeş toprağını biz de bir yol sürelim, dedik» Düştük dağlara dağlara, aştık dağları dağları Dostlar, ben yolculuk etmem bir başıma Bir ikindi vakti can yoldaşıma dedim ki geldik Dedim ki bak başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe bir adım geride ağlayan toprak Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir, kütükler zor taşıyor kehribar salkımları Saz sepetlerde oynayan balıkları gör ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır ve körpe kuzu eti gibi aktır yumuşaktır etleri Dedim ki bak, burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi bereketli, Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak 5 Arkamızda hünkarın ve hünkar beylerinin tımar ve zeametli topraklarını bırakıp Börklüce'nin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpare ak libaslıydılar Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı Vaktiyle Musa'nın dinindenmiş Şimdi Börklüce yiğitlerinden İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü Sakızlı Rum bir gemicisiymiş O da Börklüce müritlerinden Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu Şimdi düşünüyorum da, onu, yol paracılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyleyen Hüseyin'e benzetiyorum Yalnız Hüseyin Erzurumluydu Bu Aydınlıymış İlk sözü söyleyen Aydınlı oldu - Dost musunuz düşman mı? dedi Dost iseniz hoş geldiniz Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir - Dostuz, dedik Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sisman'ın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkar beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburun'un dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir Yine, o yal paracılar koğuşunda yatan Hüseyin'e benzeyeni dedi ki - Buradan ta Karaburun'un dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır Müjde büyüktü Rehberim - Öyleyse tez dönelim Haberi Bedreddin'e iletelim, dedi Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastas'ı da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar Al Osman oğullarının karanlığına daldık 9 Sıcaktı Sıcak Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı sıcak Sıcaktı Bulutlar doluydular, bulutlar boşanacak boşanacaktı O, kımıldanmadan baktı, kayalardan iki gözü iki kartal gibi indi ovaya Orda en yumuşak, en sert en tutumlu, en cömert, en seven en büyük, en güzel kadın TOPRAK nerdeyse doğuracak doğuracaktı Sıcaktı Baktı Karaburun dağlarından O baktı bu toprağın sonundaki ufka çatarak kaşlarını Kırlarda çocuk başlarını Kanlı gelincikler gibi koparıp çırılçıplak çığlıkları sürükleyip pekinde beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp Bu gelen Şehzade Murat'tı Hükmü hümayun sadır olmuştu ki şehzade Murad'ın ismine Aydın eline varıp Bedreddin halifesi mülhid Mustafa'nın başına ine Sıcaktı Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı, baktı köylü Mustafa Baktı korkmadan kızmadan gülmeden Baktı dimdik dosdoğru Baktı O En yumuşak, en sert en tutumlu, en cömert, en seven en büyük, en güzel kadın TOPRAK nerdeyse doğuracak doğuracaktı Baktı Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla Oysa ki onlar bu toprağı, bu kayalardan bakanlar, onu, üzümü, inciri, narı, tüyleri baldan sarı, sütleri baldan koyu davarları, ince belli, aslan yeleli atlarıyla duvarsız ve sınırsız bir kardeş sofrası gibi açmıştılar Sıcaktı Baktı Bedreddin yiğitleri baktılar ufka En yumuşak, en sert en tutumlu, en cömert, en seven en büyük, en güzel kadın TOPRAK nerdeyse doğuracak doğuracaktı Sıcaktı Bulutlar doluydular Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere Birden - - bire kayalardan dökülür gökten yağar yerden biter gibi, bu toprağın verdiği en son eser gibi Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar Dikişsiz ak libaslı baş açık yalınayak ve yalın kılıçtılar Mübalağa cenk olundu Aydın'ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafları, on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa'nın düşman ormanına on bin balta gibi daldı Bayrakları al, yeşil, kalkanları kakma, tolgası tunç saflar pare pare edildi ama, boşanan yağmur içinde gün inerken akşama on binler iki bin kaldı Hep bir ağızdan türkü söyleyip hep beraber sulardan çekmek ağı, demiri oya gibi itleyip hep beraber, hep beraber sürebilmek toprağı, ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, yarin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber! diyebilmek için on binler verdi sekiz binini Yenildiler Yenenler, yenilenlerin dikişsiz, ak gömleğinde sildiler kılıçlarının kanını Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi hep beraber kardeş elleriyle itlenen toprak Edirne sarayında damızlanmış atların eşildi nallarıyla Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu! deme, bilirim! O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim Ama bu yürek o, bu dilden anlamaz pek O, «hey gidi kambur felek, hey gidi kahpe devran hey», der Ve teker teker, bir an içinde, omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri, yüzleri kan içinde geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları |
Konu Araçları | Bu Konuda Ara |
Görünüm Modları |
|