ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Edebiyat / Dil Bilgisi (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=658)
-   -   Nazım Hikmet Ran (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=132528)

Prof. Dr. Sinsi 06-21-2012 01:10 PM

Nazım Hikmet Ran
 
NAZIM HİKMET RAN

ŞİİRLER :


SEN YOKTUN...



Kar kesti yolu

sen yoktun.

Oturdum karşına diz üstü

seyrettim yüzünü

gözlerim kapalı.



Gemiler geçmiyor uçaklar uçmuyor

sen yoktun.

Karşında duvara dayanmıştım

konuştum konuştum konustum

ağzımı açmadım.



Sen yoktun,

ellerimle dokundum sana

ellerim yüzümdeydi.



BİR DAKİKA



Deniz, durgun göl gibi gitgide genişliyor

Sular kayalıklarda nur'dan izler işliyor,

Engine sarkan gökler, baştan başa yıldızlı.

Şimdi göğsümde kalbim, çarpıyor hızlı hızlı.



Göklerden bir yıldızın gölgesi düşmüş suya

Dalmış suyun koynunda bir gecelik uykuya.

Bazen uzunlaşıyor, bazen da kıvranıyor,

Durgun suyun altında bir mum gibi yanıyor.



Yakın olayım diye bu gökten gelen ize

Öyle eğilmişim ki, kayalardan denize

Alnımdan düşen saçlar yorulmuş suya değdi

Baktım geniş ufuklar başımın üstündeydi.



Bilemem nasıl oldu, geldi ki öyle bir an

Yenilmez bir haz duyup denize atılmaktan

Kurtulmak ne kolaymış faniliğimden dedim

Doğruldum atılırken bir dakika titredim.



Bir dakika sonsuzluk doldu, taştı gönlümden

Bir dakika, bir ömrü kurtarmıştı ölümden.



BUGÜN PAZAR



Bugün pazar...

Bugün, beni ilk defa

Güneşe çıkardılar.

Ve ben, ömrümde ilk defa

Gökyüzünün

Bu kadar benden uzak,

Bu kadar mavi,

Bu kadar geniş olduğuna şaşarak,

Kımıldamadan durdum

Sonra, saygıyla toprağa oturdum,

Dayadım sırtımı duvara.

Bu anda;

Ne düşmek dalgalara,

Bu anda;

Ne kavga, ne hürriyet, ne karim.

Toprak,

Güneş ve

Ben...

Bahtiyarım…



SEVGİLİM



Sevgilim,

Yalan söylersem sana,

Kopsun ve mahrum kalsın dilim

“Seni Seviyorum”

Demek bahtiyarlığından...



Sevgilim,

Yalan yazarsam sana,

Kurusun ve mahrum kalsın elim

Okşayabilmek saadetinden seni.



Sevgilim,

Yalan söylersem sana,

Gözlerim iki nadim gözyaşı gibi

Avuçlarıma aksınlar

Ve...

Görmesinler seni bir daha...



CEVİZ AĞACI



Başım kopuk kopuk bulut, içim dışım deniz,

ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,

budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz.

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.



Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,

Yapraklarım suda balık gibi kıvıl.

Yapraklarım ipek mendil gibi tiril.

koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil

Yapraklarım ellerimdir tam yüz bin elim var,

Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.

Yapraklarım gözlerimdir. Şaşarak bakarım.

Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.

Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.



Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.



DAVET



Dörtnala gelip Uzak Asya'dan

Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan

Bu memleket bizim!

Bilekler kan içinde, dişler kenetli

ayaklar çıplak

Ve ipek bir halıya benzeyen toprak

Bu cehennem, bu cennet bizim!

Kapansın el kapıları bir daha açılmasın

Yok edin insanın insana kulluğunu

Bu davet bizim!

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeşçesine

Bu hasret bizim!



HASRET



Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli

belini sarmayalı

gözünün içinde durmayalı

aklının aydınlığına sorular sormayalı

dokunmayalı sıcaklığına karnının.

yüz yıldır bekler beni

bir şehirde bir kadın.

aynı daldaydık aynı daldaydık

aynı daldan düşüp ayrıldık

aramızda yüz yıllık zaman

yol yüz yıllık.

yüz yıldır alaca karanlıkta

koşuyorum ardından.



ASYA AFRİKA YAZARLARINA



Kardeşlerim

bakmayın sarı saçlı olduğuma

ben Asyalıyım

bakmayın mavi gözlü olduğuma

ben Afrikalıyım

ağaçlar kendi dibinde gölge vermez benim orda

sizin oradakiler gibi tıpkı

benim orda arslanın ağzındadır ekmek

ejderler yatar başında çeşmelerin

ve olunur benim orda ellisine basılmadan

sizin oradaki gibi tıpkı

bakmayın sarı saçlı olduğuma

ben Asyalıyım

bakmayın mavi gözlü olduğuma

ben Afrikalıyım

okuyup yazma bilmez yüzde sekseni benimkilerin

şiirler gezer ağızdan ağıza türküleşerek

şiirler bayraklaşabilir benim orda

sizin ordaki gibi

kardeşlerim

sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz

toprağı sürebilmeli

pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli

dizlerine kadar

bütün soruları sorabilmeli

bütün ışıkları derebilmeli

yol başlarında durabilmeli

kilometre taşları gibi şiirlerimiz

yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli

çengelde tamtamlara vurabilmeli

ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan

gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar

malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli

büyük hürriyete şiirlerimiz



SON ŞİİRLERİ 7



senden önce ölmek isterim.

Gidenin arkasından gelen

gideni bulacak mı zannediyorsun?

Ben zannetmiyorum bunu.

İyisi mi,beni yaktırırsın,

odanda ocağın üstüne korsun

içinde bir kavanozun.

Kavanoz camdan olsun,

şeffaf, beyaz camdan olsun

ki içinde beni görebilesin

Fedakarlığımı anlıyorsun

vazgeçtim toprak olmaktan,

vazgeçtim çiçek olmaktan

senin yanında kalabilmek için.

Ve toz oluyorum

yaşıyorum yanında senin.

Sonra, sende ölünce

kavanozuma gelirsin.

Ve orada beraber yaşarız

kulumun içinde kulun

ta ki bir savruk gelin

yahut vefasız bir torun

bizi ordan atana kadar...

Ama biz

o zamana kadar

o kadar

karışacağız

ki birbirimize,

atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz

yan yana düşecek.

Toprağa beraber dalacağız.

Ve bir gün yabani bir çiçek

bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse

sapında muhakkak

iki çiçek açacak

biri sen

biri de ben.

Ben

daha ölümü düşünmüyorum.

Ben daha bir çocuk doğuracağım

Hayat taşıyor içimden.

Kaynıyor kanım.

Yaşayacağım, ama çok, pek çok,

ama sen de beraber.

Ama olum de korkutmuyor beni.

Yalnız pek sevimsiz buluyorum

bizim cenaze şeklini.

Ben ölünceye kadar da

Bu düzelir herhalde.

Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?

İçimden bir şey

belki diyor.



24 EYLÜL 1945



En güzel deniz

henüz gidilmemiş olanıdır...

En güzel çocuk

henüz büyümedi.

En güzel günlerimiz

henüz yaşamadıklarımız.

Ve sana söylemek istediğim en güzel söz

henüz söylememiş olduğum sözdür...



25 EYLÜL 1945



Meydan yerinde kampana vurdu.

Nerdeyse koğuşların kapıları kapanır.

Bu sefer hapislik uzun surdu biraz

8 yıl...

Yaşamak ümitli bir iştir, sevgilim.

Yaşamak

seni sevmek gibi ciddi bir iştir.



YAŞAMAYA DAİR



1



Yaşamak şakaya gelmez,

büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

bir sincap gibi mesela,

yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,

yani bütün işin gücün yaşamak olacak.



Yaşamayı ciddiye alacaksın,

yani o derecede, öylesine ki,

mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

yahut kocaman gözlüklerin,

beyaz gömleğinle bir laboratuarda

insanlar için ölebileceksin,

hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

hem de en güzel en gerçek şeyin

yaşamak olduğunu bildiğin halde.



Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

yaşamak yani ağır bastığından.



1947



2



Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,

yani, beyaz masadan,

bir daha kalkmamak ihtimali de var.

Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini

biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,

hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,

yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz

en son ajans haberlerini.



Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,

diyelim ki, cephedeyiz.

Daha orda ilk hücumda, daha o gün

yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.

Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,

fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz

belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.



Diyelim ki hapisteyiz,

yasımız da elliye yakın,

daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.

Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,

insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla

yani, duvarın ardındaki dışarıyla.



Yani, nasıl ve nerede olursak olalım

hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...



1948



3



Bu dünya soğuyacak,

yıldızların arasında bir yıldız,

hem de en ufacıklarından,

mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,

yani bu koskocaman dünyamız.



Bu dünya soğuyacak günün birinde,

hatta bir buz yığını

yahut ölü bir bulut gibi de değil,

boş bir ceviz gibi yuvarlanacak

zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.



Şimdiden çekilecek acısı bunun,

duyulacak mahzunluğu şimdiden.

Böylesine sevilecek bu dünya

"Yaşadım" diyebilmen için...



ÇANKIRI HAPİSHANESİNDEN MEKTUPLAR



saat dört

yoksun

Saat beş

yok

Altı, yedi,

ertesi gün,

daha ertesi

ve belki

kim bilir...

Hapishane avlusunda

bir bahçemiz vardı.

Sıcak bir duvar dibinde

on beş adım kadardı.

Gelirdin,

yan yana otururduk,

kırmızı ve kocaman

muşamba torban

dizlerinde...

Kelleci Memedi hatırlıyor musun?

Sübyan koğuşundan.

Başı dört köşe,

bacakları kısa ve kalın

ve elleri ayaklarından büyük.

kovanından bal çaldığı adamın

taşla ezmiş kafasını.

<hanım abla> derdi sana.

Bizim bahçemizden küçük bir bahçesi vardı,

tepemizde, yukarda,

güneşe yakın,

bir konserve kutusunun içinde...

Bir cumartesi gününü,

hapishane çeşmesiyle ıslanan

bir ikindi vaktini hatırlıyor musun?

Bir türkü söylediydi kalaycı Saban Usta,

aklında mı

<Beypazarı meskenimiz,ilimiz,

<kim bilir nerede kalır ölümüz...?>

O kadar resmini yaptım senin

bana birini bırakmadın.

Bende yalnız bir fotoğrafın var

bir başka bahçede

çok rahat

çok bahtiyar

yem verip tavuklara

gülüyorsun.

Hapishane bahçesinde tavuklar yoktu,

fakat pek ala gülebildik

ve bahtiyar olmadık değil.

Nasıl haber aldık

en güzel hürriyete dair,

nasıl dinledik ayak seslerini

yaklaşan müjdelerin,

ne güzel şeyler konuştuk

hapishane bahçesinde...



ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ



Biz ki İstanbul şehriyiz,

iste, arz ederiz halimizi

Türk halkının yüce katına.

Mevsim yazdır,

919'dur.

Ve teşrinlerinde geçen yılın

dört düvele teslim ettiler bizi,

gözü kanlı dört düvele

anadan doğma çırılçıplak.

Ve kurumuştu

ve kan içindeydi memelerimiz.



Biz ki İstanbul şehriyiz,

Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan

bir de Yunan,

bir de zavallı Afrika zencileri

yer bitirir bizi bir yandan,

bir yandan da kendi köpek döllerimiz

Vahdettin Sultan,

ve Damat Ferit

ve İngiliz muhipleri

ve Mandacılar,

Biz ki İstanbul şehriyiz,

yüce Türk Halkı,

malumun olsun çektiğimiz acılar...



Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre

orda, mazlum milletlerden bahsedildi

bütün mazlum milletlerden

ve emperyalizme karşı dövüşenlerinden onların.



Orda, bir Şurayı Milli'den bahsedildi,

İrade-i Milliyeye müstenit bir Şurayı Milli'den.

Buna rağmen

<<Asi gelmeyelim>> diyenler vardı,

<<makamı hilafet ve saltanata.>>

Hatta casuslar vardı içerde.

Buna rağmen

<<Bütün akşamı vatan bir kuldur>> denildi.

<<Kabul olunmaz,>> denildi,

<<Manda ve Himaye...>>

Buna rağmen

İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,

Türk halkından kesmişlerdi umudu.

Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a

<<Amerikan mandası altına girelim,>> diye.

<<İstiklal, diyorlardı, şayanı arzu ve tercihtir, amma

bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,

birkaç vilayet, diyorlardı, kalacak elde,

şu halde, diyorlardı, şu halde,

Memaliki Osmaniye'nin cümlesine şamil

Amerikan mandaterliğini talep etmeği

memleketimiz için en nafi

bir şekli hal kabul ediyoruz.>>

FAKAT BU ŞEKLİ HAKLI KABUL ETMEDİ ERZURUMLU.

ERZURUM'UN KIŞI ZORLUDUR, BALAM,

BUZ TUTAR YİĞİTLERİN BIYIĞI.

ERZURUM'DA KASKATI, DİMDİK OLUR ADAM,

KABULLENMEZ YILGINLIĞI...



İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,

tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,

çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri

ve biçare telgraf telleri

devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu

şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere

<<Bizi bir başımıza bıraksalar,

tarafgirlik, cehalet

ve çok konuşmaktan başka müspet

bir hayat kuramayız.

İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.

Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.

Ne olacak,

Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,

sonra Yeni Dünya'nın sayesinde

İstiklali kafasında ve cebinde taşıyan

bir Türkiye vücuda geliverir.

Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına

nasıl bir idare kurduğunu

Avrupa'ya göstermek ister.

Hem artık işi uzatmağa gelmez.

Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.

Sergüzeşt ve cidal devri geçmiştir

Türkiye'yi geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.>>



Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat.

Sivas, mandayı kabul etmedi fakat,

<<Hey gidi deli gönlüm,>>

dedi,

<<Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,

ya İSTİKLAL, ya ölüm!>>

dedi.

HOŞ GELDİN!



Hoş geldin!

Kesilmiş bir kol gibi

omuz başımızdaydı boşluğun...



Hoş geldin!

Ayrılık uzun sürdü.

Özledik.

Gözledik...



Hoş geldin!

Biz

bıraktığın gibiyiz.

Ustalaştık biraz daha

taşı kırmakta,

dostu düşmandan ayırmakta...



Hoş geldin.

Yerin hazır.



Hoş geldin.

Dinleyip diyecek çok.

Fakat uzun söze vaktimiz yok.

YÜRÜYELİM...



OTOBİYOGRAFİ



1902'de doğdum

doğduğum şehre dönmedim bir daha

geriye dönmeyi sevmem

üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim

on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği

kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu

ve on dördümden beri şairlik ederim



kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir

ben ayrılıkların

kimi insan ezbere sayar yıldızların adını

ben hasretlerin



hapislerde de yattım büyük otellerde de

açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir



otuzumda asılmamı istediler

kırk sekizimde Barış Madalyasının bana verilmesini

verdiler de

otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu

elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag'dan Havana'ya



Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de

961'de ziyaret ettiğim anıtkabiri kitaplarıdır



partimden koparmağa yeltendiler beni

sökmedi

yıkılan putların altında da ezilmedim

951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün

52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü



sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım

şu kadarcık haset etmedim Sarlo'ya bile

aldattım kadınlarımı

konuşmadım arkasından dostlarımın



içtim ama akşamcı olmadım

hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim

yalan söyledim başkasını üzmemek için

ama durup dururken de yalan söyledim



bindim tirene uçağa otomobile

çoğunluk binemiyor

operaya gittim

çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın

çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri

camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye

ama kahve falıma baktırdığım oldu



yazılarım otuz kırk dilde basılır

Türkiye'mde Türkçe'mle yasak



kansere yakalanmadım daha

yakalanmam da şart değil

başbakan filan olacağım yok

meraklısı da değilim bu işin

bir de harbe girmedim

sığınaklara da inmedim gece yarıları

yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında

ama sevdalandım altmışıma yakın

sözün kısası yoldaşlar

bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da

insanca yaşadım diyebilirim

ve daha ne kadar yaşarım

başımdan neler geçer daha

kim bilir



İSTİKLAL



Bu zırhları, bu orduları tanırım,

benim de sularım girdiler,

benim de toprağıma asker çıkardılar geceleyin.

Kanıma susamıştılar.

Çalmak istiyorlardı gözlerimin nurunu,

hünerini ellerimin.

Doktuk denize onları

1922'ydi yıllardan...



Mısırlı kardeşim;

şarkılarımız kardeştir,

isimlerimiz kardeş,

yoksulluğumuz kardeştir,

yorgunluğumuz kardeş.



Şehirlerimde güzel, ulu, canlı ne varsa

insan, cadde, çınar,

savaşında senin yanındalar.

Köylerimde Kelam-i Kadim okunuyor

senin dilinle,

senin zaferin için...



Mısırlı kardeşim,

biliyorum, biliyorum,

istiklal otobüs değil ki

birini kaçırdın mı, öbürüne binesin...

İstiklal sevgilimiz gibidir

aldattın mı bir kere

zor döner bir daha.



Mısırlı kardeşim,

kanalın sularına karıştı kanın.

İnsanın yurdu bir kat daha kendinin olur

toprağına, suyuna karıştıkça kanı.

Yaşanmış sayılmaz zaten

yurdu için ölmesini bilmeyen millet...



ONLAR



Onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar

çokturlar;



korkak,

cesur,

cahil

hakim

ve çocukturlar



ve kahreden

yaratan ki onlardır,

destanımızda yalnız onların maceraları vardır.



Onlar ki uyup hainin igvasına

sancaklarını elden yere düşürürler

ve düşmanı meydanda koyup

kaçarlar evlerine

ve onlar ki bir nice murtede hançer üşürürler

ve yeşil bir ağaç gibi gülen

ve merasimsiz ağlayan

ve ana avrat küfreden ki onlardır,

destanımızda yalnız onların maceraları vardır.



Demir,

kömür

ve şeker

ve kırmızı bakir

ve mensucat

ve sevda ve zulüm ve hayat

ve bilicimle sanayi kollarının

ve gökyüzü

ve sahra

ve mavi okyanus

ve kederli nehir yollarının,

sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı

bir sabah vakti değişmiş olur,

bir şafak vakti karanlığın kenarından

onlar ağır ellerini toprağa basıp

doğruldukları zaman.



En bilgin aynalara

en renkli şekilleri aksettiren onlardır.

Asırda onlar yendi, onlar yenildi.

Çok sözler edildi onlara dair

ve onlar için

zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,

denildi.



İYİMSERLİK



Şiirler yazarım

basılmaz

basacaklar ama



Bir mektup beklerim müjdeli

belki de öldüğüm gün gelir

mutlaka gelir ama



Ne devlet ne para

insanın emrinde dünya

belki yüz yıl sonra

olsun

mutlaka bu böyle olacak ama



BÜYÜK TAARRUZ



Dağlarda tek

tek

ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki

şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden

güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

birden bire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu.

Paşalar `üç' dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun kenarına kadar,

eğildi durdu.

Bıraksalar

ince uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı.



KADINLAR



Ve kadınlar,

bizim kadınlarımız

korkunç ve mübarek elleri,

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız, avradımız, yarimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri

öküzümüzden sonra gelen

ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız

ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki

ve karasabana koşulan

ve ağıllarda

ışıltısında yere saplı bıçakların

oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan

kadınlar,

bizim kadınlarımız



MASALLARIN MASALI



Su başında durmuşuz,

çınarla ben.

Suda suretimiz çıkıyor,

çınarla benim.

Suyun şavkı vuruyor bize,

çınarla bana.



Su başında durmuşuz,

çınarla ben, bir de kedi.

Suda suretimiz çıkıyor,

çınarla benim, bir de kedinin.

Suyun şavkı vuruyor bize,

çınarla bana, bir de kediye.



Su başında durmuşuz,

çınar, ben, kedi, bir de güneş.

Suda suretimiz çıkıyor,

çınarın, benim, kedinin, bir de günesin.

Suyun şavkı vuruyor bize,

çınara, bana, kediye, bir de güneşe.



Su başında durmuşuz,

çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.

Suda suretimiz çıkıyor,

çınarın, benim, kedinin, günesin, bir de ömrümüzün.

Suyun şavkı vuruyor bize,

çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze .



Su başında durmuşuz.

Önce kedi gidecek,

kaybolacak suda sureti.

Sonra ben gideceğim,

kaybolacak suda suretim.

Sonra çınar gidecek,

kaybolacak suda sureti.

Sonra su gidecek

güneş kalacak;

sonra o da gidecek...



Su başında durmuşuz.

Su serin,

Çınar ulu,

Ben şiir yazıyorum.

Kedi uyukluyor

Güneş sıcak.

Çok şükür yaşıyoruz.

Suyun şavkı vuruyor bize

Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze..



MAVİ LİMAN



Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.

Seyir defterini başkası yazsın.

Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.

Beni o limana çıkaramazsın...



MEMED'E SON MEKTUBUMDUR



Bir yandan cellatlar girdi araya,

Bir yandan, oyun etti bana

bu mendebur yürek,



Nasip olmayacak Memed'im yavrum,

seni bir daha görmek.



Biliyorum,



buğday başağı gibi delikanlı olacaksın,

ben de öyleydim gençliğimde,

kumral, ince, uzun;



gözlerin ananınkiler gibi kocaman,

bazen de bir parça bir tuhaf mahzun;

alnın alabildiğine aydınlık;

herhalde sesin de olacak

- berbattı benimkisi -



türküler döktüreceksin yanık mı yanık...

Konuşmasını mı bileceksin

- ben de becerirdim o isi

sinirlenmediğim zamanlar -



bal damlayacak dilinden.

Vay, Memet, kızların çekeceği var

senin elinden.



Müşküldür

babasız büyütmek erkek evladı.



Ananı üzme oğlum,

ben güldürmedim yüzünü,

sen güldür.



Anan,

ipek gibi kuvvetli, ipek gibi yumuşak;

anan,

nineliğinde bile güzel olacak

onu ilk gördüğüm günkü gibi,

Boğaziçi'nde,

on yedisinde

ay ışığı, gün ışığı, can eriği,

dünya güzeli.



Anan,

ayrıldık bir sabah,

buluşmak üzre,

buluşamadık.



Anan,

anaların en iyisi en akillisi,

yüz yıl yaşar inşallah...



Ölmekten, oğlum korkmuyorum,

ama ne de olsa

iş arasında bazen

irkilip ansızın,



yahut yalnızlığında uyku öncesinin

günleri saymak biraz zor.



Dünyada doymak olmuyor, Memet,

doymak olmuyor...



Dünyada kiracı gibi değil,

yazlığa gelmiş gibi de değil,

yaşa dünyada babanın eviymiş gibi...

Tohuma, toprağa, denize inan.

İnsana hepsinden önce.



Bulutu, makineyi, kitabı sev,

insanı hepsinden önce.



Kuruyan dalın

sönen yıldızın

sakat hayvanin

duy kederini,

hepsinden önce de insanın.



Sevindirsin seni cümlesi nimetlerin

sevindirsin seni karanlık ve aydınlık,

sevindirsin seni dört mevsim.

ama hepsinden önce insan sevindirsin seni.

Memet,

memleketler içinde bir şirin memlekettir

Türkiye,

bizim memleket,

insanı da,

su katılmamışı,

çalışkandır, ağırbaşlı, yiğittir,

ama dehşetli fakir.



Memet,

ben dilimden, türkülerimden,

tuzumdan, ekmeğimden uzakta,

anana hasret, sana hasret,

yoldaşlarıma, halkıma hasret öleceğim,

ama sürgünde değil,

gurbet ellerde değil,



öleceğim rüyalarımın memleketinde,

beyaz şehrinde en güzel günlerimin.



M E M E T



Yürek değil be

Çarıkmış bu manda gönlünden

Teper hababam teper

Paralanmaz

Teper taşlı yolları

Teper hababam teper

Teper taşlı yolları

Bir vapur geçer Varna önünden

Uyy Karadeniz'in gümüş telleri

Bir vapur geçer Boğaz'a doğru

Nazım usulcacık okşar vapuru

Yanar elleri

Yanar elleri

Karşı yalı memleket

Sesleniyorum Varna'dan

İşitiyor musun Memet

Memet...

Karadeniz akıyor durmadan

durmadan

Deli hasret

Deli hasret

Oğlum, sana sesleniyorum

İşitiyor musun Memet

Memet...

Bir vapur geçer Varna önünden

Uyy Karadeniz'in gümüş telleri

Bir vapur geçer Boğaz'a doğru

Nazım usulcacık okşar vapuru

Yanar elleri

Yanar elleri



MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI'NDAN



Vagonlar geliyorlar sallanarak.

"-Usta!.."

Alaeddin döndü kömürcü İsmail'e

"-Ne var İsmail?"

"-Usta ne olacak bu harbin sonu?"

"-İyi olacak."

"-Nasıl yani?"

"-Yemekli vagonda rakı içeceğiz."

"-Biz mi?"

"-Biz."

"-Kömürü kim atacak?

Kim sürecek makineyi?"

"-Onu da biz."

"-Alayı bırak usta,

Kim Kazanacak?"

"-Biz."

İsmail hiçbir şey anlamadıysa da

üstelemedi.

Çok siyah ve çok kalın kaşlarıyla oynadı biraz

sonra "-Ustam" dedi,

"Bir sualim daha var.

Şu gördüğün raylar

dolanır mı bütün dünya yüzünü?"

"-Dolanır."

"-Demek ki harp olmasa,

ama yalnız harp değil,

hudutlarda sorgu sual sorulmasa,

rayların üzerine saldık mı makineyi

dünyanın bir ucundan obur ucuna varır."

"-Deniz dedi mi durur."

"-Gemilere binersin."

"-Tayyare daha iyi."

İsmail güldü.

Kırıktı ön dişlerinden biri.

"-Ben tayyareye binemem usta,

anamın vasiyeti var."

"-Tayyareye binme, diye mi?"

"-Hayır

karıncayı bile incitme, diye."

Alaeddin kocaman elini vurdu

çıplak uzun ensesine İsmail'in

"-Sen ne hafız oğlusun!

Zararı yok ulan,

yine de bineriz tayyareye,

adam öldürmek için değil

gökyüzünde püfür

safa sürmek için...

Şimdi sen hele

ateşi bir süngüle."

Vagonlar geliyorlar sallanarak.



MEMLEKETİMİ SEVİYORUM



Memleketimi seviyorum

Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım.

Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı

memleketimin şarkıları ve tutunu gibi.



Memleketim

Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,

kursun kubbeler ve fabrika bacaları

benim o kendi kendimden bile gizleyerek

sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.



Memleketim

Memleketim ne kadar geniş

dolaşmakla bitmez tükenmez gibi geliyor insana.

Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.

Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum

ve güneye

pamuk işleyenlere gitmek için

Toroslardan bir kere olsun geçemedim diye

utanıyorum.



Memleketim

develer, tiren, Ford arabaları ve hasta eşekler,

kavak , söğüt ve kırmızı toprak.



Memleketim.

Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven alabalık

ve onun yarim kiloluğu

pulsuz gümüş derisinde kızıltılarla

Bolu'nun Abant gölünde yüzer.



Memleketim

Ankara ovasında keçiler

kumral, ipekli, uzun kürklerin parıldaması.

Yağlı, ağır fındığı Giresun'un

Al yanakları mis gibi kokan Amasya Elması,

zeytin, incir, kavun ve renk renk salkım salkım üzümler

ve sonra kara saban

ve sonra kara sığır

ve sonra ileri, güzel, iyi

her şeyi

hayran bir çocuk sevinci ile kabule hazır

çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım

yarı aç, yarı tok

yarı esir...



NEREDEN GELİP NEREYE GİDİYORUZ



BAŞLANGIÇ



Nereden gelip nereye gidiyoruz?

Belimizi doğrultup kalktığımızdan beri iki ayak üstüne,

kolumuzu bir sopa boyu uzattığımızdan beri,

taşı yonttuğumuzdan beri yıkan da yaratan da biziz

yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada.

Nereden gelip nereye gidiyoruz?

Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı,

arkamızda kalan yollarda ulu uyumları ellerimizin, aklımızın,

yüreğimizin,

toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve plastikte.

Nereden gelip nereye gidiyoruz?

Kanlı ayak izlerimiz midir önümüzdeki yollarda duran?

Bir cehennem çıkmazında mi sona erecek önümüzdeki yollar?

Nereden gelip nereye gidiyoruz?

Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,

günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların.

çocukların avuçlarında yeşerecekler.

Çocuklar ölebilir yarın,

hem de ne sıtmadan ne kuşpalazından,

düşerek de değil kuyulara filan;

çocuklar ölebilir yarın,

çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında,

ne bir santim kemik, ne bir damla kan,

çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında,

arkalarında bir avuç kul bile değil

arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan.

Negatif resimcikler boşluğun karanlığında

Krematoryum, krematoryum, krematoryum.

Bir deniz görüyorum

ölü balıklarla örtülü bir deniz.

Negatif resimcikler boşluğun karanlığında;

yaşanmamış günlerimiz

çocukların avuçlarıyla birlikte yok olan.



Bir şehir vardı.

Yeller eser yerinde,

Beş şehir vardı,

Yeller eser yerinde,

Yüz şehir vardı,

Yeller eser yerinde,

Şiirler yazılmayacak yok olan şehirlere,

Şiir kalmayacak ki.



Pencerende bir sokak bulvarlı,

Odan sıcak,

Ak yastıkta üzüm karası, saçlar,

Adamlar paltolu, ağaçlar karlı,

Penceren kalmayacak,

ne bulvarlı sokak,

ne ak yastıkta üzüm karası saçlar,

ne paltolu adamlar, ne karlı ağaçlar.

Ölülere ağlanmayacak,

ölülere ağlayacak gözler kalmayacak ki.

Eller kalmayacak.



Negatif resimcikler dalların altındaki

yok olmuş olan dalların altındaki.

Yok olmuş olan dalların üstünden

o bulutlardır geçen.

Güneye götürmeyin beni,

ölmek istemiyorum.

Ölmek istemiyorum,

kuzeye götürmeyin beni.

Doğuya götürmeyin beni,

ölmek istemiyorum.

Ölmek istemiyorum.

batıya götürmeyin beni.

Beni burda bırakmayın,

götürün bir yerlere.

Ölmek istemiyorum,

ölmek istemiyorum.

O bulutlardır geçen

yok olmuş dalların üstünden.

Tahta, beton, teneke, toprak damlarımızla iki milyardan

artığız

kadın, erkek, çoluk, çocuk.

Ekmek hepimize yetmiyor,

kitap ta yetmiyor,

ama keder

dilediğin kadar,

yorgunla da göz alabildiğine.

Hürriyet hepimize yetmiyor.

Hürriyet hepimize yetebilir

ve sevda kederi,

hastalık kederi,

ayrılık kederi,

kocalmak kederinden gayrisi almayabilir eşiğimizi.

Kitap hepimize yetebilir.

Ormanlarınki kadar uzun olabilir ömrümüz.

Yeter ki bırakmayalım

yaşanmamış günlerimiz yok olmasın çocukların

avuçlarıyla birlikte,

boşluğun karanlığına çıkmasın negatif resimcikler,

yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için

yaşayabilelim.



NİKBİNLİK



Güzel günler göreceğiz çocuklar,

güneşli günler

göreceğiz...

Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,

ışıklı mavilikler

süreceğiz...

Açtık mıydı hele bir

son vitesi,

adedi devir.

Motorun sesi.

Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir

ne harikuladedir

160 kilometre giderken öpüşmesi...



Hani şimdi bize

cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,

yalnız cumaları

yalnız pazarları..

Hani şimdi biz

bir peri masalı dinler gibi seyrederiz

ışıklı caddelerde mağazaları,

hani bunlar

77 katli yekpare camdan mağazalardır.

Hani şimdi biz haykırırız

Cevap

açılır kara kaplı kitap

zindan..

kayış kapar kolumuzu

kırılan kemik kan.

Hani şimdi bizim soframıza

haftada bir et gelir.

Ve

çocuklarımız işten eve

sapsarı iskelet gelir..

Hani şimdi biz...

İnanın

güzel günler göreceğiz çocuklar

güneşli günler

göreceğiz.

Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar

ışıklı maviliklere

süreceğiz.....



TÜRK KÖYLÜSÜ



O, topraktan öğrenip

kitapsız bilendir.

Hoca Nasreddin gibi ağlayan

Bayburtlu Zihni gibi gülendir.

Ferhat'tır,

Keremdir

ve Keloğlandır...

Yol görünür onun garip serine,

analar, babalar umudu keser,

Kahpe felek ona eder oyunu

Çarşambayı sel alır,

Bir yar sever,

el alır,

kanadı kırılır

çöllerde kalır,

ölmeden mezara koyarlar onu.

O " Yunus-u biçaredir

Baştan ayağa yaredir",

Ağu içer su yerine.

Fakat bir kere dert anlayan düşmeye görsün önlerine

ve bir kere vakit erişip

" Gayri yeter!..."

demesinler.

Bunu dediler mi,

" İsrafil surunu ürür,

mahlukat yerinde durur ",

toprağın nabzı başlar

onun nabızlarında atmağa,

Ne kendi nefsini korur

ne düşmanı kayırır,

" Dağları yırtıp ayırır,

kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmağa... "



VERA'YA



Gelsene dedi bana

Kalsana dedi bana

Gülsene dedi bana

Ölsene dedi bana



Geldim

Kaldım

Güldüm

Öldüm



YAŞAMAK KASİDELERİ



Dağıldı birdenbire

alnına düsen saçlar.

Birdenbire toprakta bir şeyler kımıldadı.

Bir şeyler konuşuyor

karanlıkta ağaçlar.

Çıplak kolların üşüyecek.



Uzaklarda

göremediğimiz bir yerde

ay doğuyor demek.

O daha yapraklardan inip

senin omuzunu aydınlatarak

gelmedi bize kadar.



Rüzgar çıkar ay doğarken.

Ağaçlar konuşuyor.

Kolların üşüyecek.



Yukardan

karanlıkta kaybolan dallardan

bir şey düştü ayağının dibine.

Sokuldun bana.

Çıplak etin tüylü bir yemiş kabuğu gibi elimin altında.

Ne bir yürek türküsü, ne <<aklı selim>>,

ağaçların, kuşların, böceklerin önünde,

karımın eti üstünde

düşünüyor elim.

Bu gece elimin

okuyup yazması yok.

Ne sevgisiz, ne sevgili...

Su başında bir parsın dili

bir asma yaprağı

bir kurt pençesi gibi o.

Kımıldamak, nefes almak, yemek, içmek.

Toprağın altında çatlayan bir çekirdek

gibi elim.

Ne bir yürek türküsü, ne <<aklı selim>>,

ne sevgisiz, ne sevgili.

Karimin eti üstünde düşünen

ilk insanın eli.

Toprakta suyu bulan bir kok gibi o

diyor ki bana

<<Yemek, içmek, soğuk, sıcak, kavga, koku,

renk,

ölmek için yaşamak değil,

yaşamak için ölmek...>>



Ve şimdi ben

yüzümde dolaşırken dişi kırmızı saçlar,

toprakta bir şeyler kımıldanır

bir şeyler konuşurken karanlıkta ağaçlar

ve uzaklarda

göremediğimiz bir yerde ay doğarken,

elim, karımın eti üstünde,

ağaçların, kuşların, böceklerin önünde,

yaşamak denen şeyin,

su başındaki parsın, çatlayan çekirdeğin,

ilk insanın hakkını istiyorum.



GÜNEŞTE



Denizin sonunda mavi bir duman gibi

gözümde tütüyorsun.

Yeşil bir erik dalı yüreğim

sen altın tüylü bir yemiş

sallanıyorsun.

Fakat ben seni böyle bir yemiş ve bir duman gibi görmenin yerine

sahiden görmek istiyorum çıplak ayaklarını

sahiden dokunmak istiyorum uzun parmaklı ellerine



YİNE MEMLEKETİM ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR



Memleketim, memleketim, memleketim,

ne kasketim kaldı senin ora işi

ne yollarını taşımış ayakkabım,

son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,

şile bezindendi.

Sen simdi yalnız saçımın akında,

enfarktında yüreğimin,

alnımın çizgilerindesin memleketim,

memleketim,

memleketim...



seni düşünmek güzel şey

seni düşünmek ümitli şey

dünyanın en güzel sesinden

en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey

fakat artık ümit yetmiyor bana

ben artık şarkı dinlemek değil

şarkı söylemek istiyorum

seni düşünmek güzel şey



..Ve sevda

ve zulüm

ve hayat



Ve gökyüzü

ve sahra

ve mavi okyanus



ve kederli nehir yollarının

sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı

bir şafak vakti değişmiş olur,



bir şafak vakti karanlığın kenarından

Onlar ki ağır ve naşirli ellerini toprağa basıp

doğruldukları zaman.."



Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,

akar suyun,

meyve cağında ağacın,

serpilip gelişen hayatın düşmanı.

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına

- çürüyen diş, dökülen et-,

bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler.

Ve elbette ki, sevgilim, elbet,

dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,

dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle isçi tulumuyla

bu güzelim memlekette hürriyet....



Bursa'da havlucu Recebe,

Karabük fabrikasında tesviyeci Hasan'a düşman,

fakir-köylü Hatçe kadına,

ırgat Süleyman'a düşman,

sana düşman, bana düşman,

düşünen insana düşman,

vatan ki bu insanların evidir,

sevgilim, onlar vatana düşman...



ŞEYH BEDREDDİN DESTANI

4.



Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş

Aydın elinde Karaburun'da.

Bedreddin'in kelamını söylemiş

köylünün huzurunda.



Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup

piri pak olsun diye,

on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti,

ağalar topyekün kılıçtan geçirilip

verilmiş ortaya hünkar beylerinin tımarı zeameti.»



Duyduk ki...

Bu itler duyulur da durmak olur mu?

Bir sabah erken,

Haymana ovasında bir garip kuş öterken,

sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.

«Varalım,

dedik.

Görelim

dedik.

Yapışıp

sapanın

sapına

şol kardeş toprağını biz de bir yol

sürelim, dedik.»

Düştük dağlara dağlara,

aştık dağları dağları...



Dostlar,

ben yolculuk etmem bir başıma.

Bir ikindi vakti can yoldaşıma

dedim ki geldik.

Dedim ki bak

başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe

bir adım geride ağlayan toprak.

Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,

kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.

Saz sepetlerde oynayan balıkları gör

ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır

ve körpe kuzu eti gibi aktır

yumuşaktır etleri.

Dedim ki bak,

burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi

bereketli,

Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..



5.



Arkamızda hünkarın ve hünkar beylerinin tımar ve zeametli topraklarını bırakıp Börklüce'nin diyarına girdiğimizde bizi ilk

karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpare ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir

sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musa'nın dinindenmiş. Şimdi Börklüce

yiğitlerinden.

İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir gemicisiymiş. O da Börklüce müritlerinden.

Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi düşünüyorum da, onu, yol paracılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyleyen

Hüseyin'e benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu. Bu Aydınlıymış.

İlk sözü söyleyen Aydınlı oldu

- Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoş geldiniz. Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir.

- Dostuz, dedik.

Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sisman'ın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkar beylerine vermek isteyenleri,

bizimkiler Karaburun'un dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.

Yine, o yal paracılar koğuşunda yatan Hüseyin'e benzeyeni dedi ki

- Buradan ta Karaburun'un dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler ballı, başaklar böyle ağır ve

zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır.

Müjde büyüktü. Rehberim

- Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddin'e iletelim, dedi.

Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastas'ı da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar Al Osman

oğullarının karanlığına daldık.



9.



Sıcaktı.

Sıcak.

Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı

sıcak.



Sıcaktı.

Bulutlar doluydular,

bulutlar boşanacak

boşanacaktı.

O, kımıldanmadan baktı,

kayalardan

iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.



Orda en yumuşak, en sert

en tutumlu, en cömert,

en

seven

en büyük, en güzel kadın

TOPRAK

nerdeyse doğuracak

doğuracaktı.



Sıcaktı.

Baktı Karaburun dağlarından O

baktı bu toprağın sonundaki ufka

çatarak kaşlarını

Kırlarda çocuk başlarını

Kanlı gelincikler gibi koparıp

çırılçıplak çığlıkları sürükleyip pekinde

beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.

Bu gelen

Şehzade Murat'tı.

Hükmü hümayun sadır olmuştu ki şehzade Murad'ın

ismine

Aydın eline varıp

Bedreddin halifesi mülhid Mustafa'nın başına ine.



Sıcaktı.

Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,

baktı köylü Mustafa.

Baktı korkmadan

kızmadan

gülmeden.

Baktı dimdik

dosdoğru.

Baktı O.



En yumuşak, en sert

en tutumlu, en cömert,

en

seven

en büyük, en güzel kadın

TOPRAK

nerdeyse doğuracak

doğuracaktı.



Baktı.

Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.

Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu

fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.

Oysa ki onlar bu toprağı,

bu kayalardan bakanlar, onu,

üzümü, inciri, narı,

tüyleri baldan sarı,

sütleri baldan koyu davarları,

ince belli, aslan yeleli atlarıyla

duvarsız ve sınırsız

bir kardeş sofrası gibi açmıştılar



Sıcaktı.

Baktı.

Bedreddin yiğitleri baktılar ufka..



En yumuşak, en sert

en tutumlu, en cömert,

en

seven

en büyük, en güzel kadın

TOPRAK

nerdeyse doğuracak

doğuracaktı.



Sıcaktı.

Bulutlar doluydular.

Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.

Birden -

- bire

kayalardan dökülür

gökten yağar

yerden biter gibi,

bu toprağın verdiği en son eser gibi

Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına

çıktılar.

Dikişsiz ak libaslı

baş açık

yalınayak ve yalın kılıçtılar.



Mübalağa cenk olundu.



Aydın'ın Türk köylüleri,

Sakızlı Rum gemiciler,

Yahudi esnafları,

on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa'nın

düşman ormanına on bin balta gibi daldı.

Bayrakları al, yeşil,

kalkanları kakma, tolgası tunç

saflar

pare pare edildi ama,

boşanan yağmur içinde gün inerken akşama

on binler iki bin kaldı.



Hep bir ağızdan türkü söyleyip

hep beraber sulardan çekmek ağı,

demiri oya gibi itleyip hep beraber,

hep beraber sürebilmek toprağı,

ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

yarin yanağından gayrı her şeyde

her yerde

hep beraber!

diyebilmek

için

on binler verdi sekiz binini...



Yenildiler.



Yenenler, yenilenlerin

dikişsiz, ak gömleğinde sildiler

kılıçlarının kanını.

Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi

hep beraber kardeş elleriyle itlenen toprak

Edirne sarayında damızlanmış atların

eşildi nallarıyla.

Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların

zaruri neticesi bu!

deme, bilirim!

O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.

Ama bu yürek

o, bu dilden anlamaz pek.

O, «hey gidi kambur felek,

hey gidi kahpe devran hey»,

der.

Ve teker teker,

bir an içinde,

omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,

yüzleri kan içinde

geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak

geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.