Yalnız Mesajı Göster

İslam Ansiklöpedisi (F)

Eski 11-04-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (F)



İslam Ansiklöpedisi

Fal-falcilik

Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yollar Baht, uğur ve talihi anlamak için birtakım garip yollara başvurma, atılan boncuk ve baklaya, tesadüfen açılan bir kitabın bir satırına, koyunun kürek kemiğine kahve fincanına vb şeylere bakıp bunlardan anlam çıkarma işi Gelecekte olacak şeyleri anlamak maksadıyla yapılan eylemler hakkında kullanılan bir tabir "Kamûs-u Osmanî'de: "Kısa fikirlilerin ümid ettikleri bir maddeyi çıkarmak maksadiyle; kitap açmak ve kitaba, baklaya bakmak gibi değişik yöntemlerle yapılan teşebbüsü ve bu teşebbüsün gösterdiği netice" olarak tarif edilmiştir

Kur'an'da, "fal" kelimesi geçmemekle birlikte, Peygamber (sas)'in bazı hadislerinde, şekil olarak buna benzer fakat mana yönünden bizim anladığımız fal'dan daha değişik bir mana arzeden "fe'l" sözü geçmektedir Şöyle ki; "adva (hastalığın Allah'ın takdiri olmaksızın bulaşması) yoktur, tıyara (bir şeyi uğursuz sayma) da yoktur Ben hayırlı "fe'l"i (bir şeyi hayra yorma) severim" (Buhari, Tıb, 43; İbn Mâce, Tıb, 43), hadisinde geçen "fe'l" kelimesinin bildiğimiz falla aynı anlama gelmediği açıktır

Ebû Hureyre'nin, Peygamberimiz (sas)'den naklettiği başka bir hadiste; ''Tıyara yoktur, daha hayırlı olan fe'l vardır" buyurdular Ebu Hüreyre; "Fe'l nedir ey Allah'ın Resulu? diye sorunca 'Sizden birinizin işittiği salih sözdür' dedi" (Buhâri, Tıb, 44)

Hasta olan bir kimsenin; "ya sâlim" ! diye bağıran birinin sesini duyması veya yitiğini arayan birinin; "ya vâcid! " diye seslenen birinin sesini duyunca, "bununla tefe'ül ediyorum" deyip, hastalıktan kurtulmayı umması ve yitiğini bulacağını ümid etmesidir Yani bu sesleri hayra yorarak, neticenin bu şekilde olmasını beklemesidir

(İbnu'l-Manzûr, "Lisanü'l-Arab " XI V; İmam Ebi Bekir er-Râzı, "Muhtaru's-Si hah" Fe'l maddesi)

Cahiliye Arapları, bir sefere, bir savaşa, bir ticarete, bir nikâha yahut herhangi bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı Bu zarların (veya okların) birinde, "Rabbim emretti" yahut "yap" diye emir; diğerinde, "Rabbim nehyetti" yahut, "yapma" diye nehy kelimeleri yazılı olurdu, biri de boş bulunurdu Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi Kur'an bunu şu ayetle yasaklamıştır: ''Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir, bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" (el-Mâide, 5/90)

Câhiliyede, bir de kuş uçurma âdeti vardı ki, bir yere gidecekleri zaman bir kuş uçururlar, sağa giderse teyemmüm (uğurlu sayma), sola giderse teşe'üm ederler (uğursuzluk sayarlar)dı Peygamberimizin, "tıyara yoktur" hadisi ile bunun da yasaklandığını biliyoruz

Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyenin itibar ettiği yıldız falıdır Gökteki burçlardan istidlâl ile yapılan bu falcılığın aslı Sâbiîlere dayanır Sâbiîler, İdris (as)'ın, mucizesi iddiasıyla sema'yı oniki burca taksim etmişler ve eflâktan yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezeğenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek of ayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümler yazmışlardı Onların bu inançları günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır (Elmalılı MHYazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", VII 5208)

Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermedir Halbuki, Kur'an-ı Kerîm; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemiyeceğini, peygamberlerle melekler dahi, kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir:

"De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur" (en-Neml, 27/65) ve "De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum" (el-En'âm, 6/50), "Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım" (el-A 'râf, 7/188) âyetleri buna yeterli delildir

Kendilerine "arrâf" yahut "kâhin" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamber (sas) ağır bir dille kınamış hatta kâfirlikle nitelemiştir "Her kim bir arrafa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz" (Müslim, Selâm, 125) buyurmuştur Ebû Dâvûd'da geçen bir hadis ise şöyledir: "Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur" (Ebû Dâvûd, Tıb, hadis no: 3904)

Halid ERBOĞA

FÂNÎ

Varlığı sonlu, ölümlü olan Kur'an'a göre, "Allah'tan başka her şey yok olacaktır" (el-Kasas, 28/88), "Yer üzerinde bulunan her şey fânîdir" (er-Rahman, 55/26)

Kelâm bilginlerine göre varlığının sonu olmamak (bekâ), Allah'ın sıfatıdır Allah tarafından yaratılmış (hadîs) şeyler ezeli olmadıkları gibi ebedi de olamazlar Bu nedenle Allah dışındaki varlıkların temel niteliği, sonluluk, ölümlülüktür Kâinat'ın fânı oluşu, aklen, onun yaratılmış, hâdis (sonradan olma) oluşunun tabii bir neticesidir Kâinat'ın bu durumu ayrıca Allah'ın varlığının da önemli bir kanıtıdır Hudûs delili denilen bu kanıta göre âlem hâdistir (sonradan meydana getirilmiştir); her hâdisin (sonradan meydana gelen varlığın) bir muhdisi (ihdâs edicisi, meydana getiricisi) vardır; âlemin muhdisi hâdis olmayan Allah'tır

Fenâ ve fânî olma kavramları tasavvuf düşünce ve hayatında önemli bir yer tutar İlk mutasavvıflar insanın fânı olmasını tasavvufun başlıca amacı olan ilâhı ahlâk ve vasıflarla donanmanın temel şartı saymışlardır Çeşitli biçimlerde izah edilen bu fânî olma, yok olma olayı kimilerine göre kulun nefsânî zevk ve isteklerinden fânî olmasını; kimilerine göre Allah'a muhalefetten, günâh işlemekten fânı olmayı dile getirir Fenâyı Allah'a saygı için diğer varlıklara saygı göstermekten fânı olmak; bütün beşerı sıfatlardan fânı olmak; bütün varlıklardan fânı olmak biçimlerinde tanımlayanlar da olmuştur

Fânı olma düşüncesi sonraki mutasavvıflar tarafından daha sistemli bir hâle getirildi Buna göre mutasavvıfın son amacı tevhîddir ve tevhîd ancak Allah dışındaki varlıklardan (mâsivâ) geçmek anlamında fânî olmakla gerçekleşir Bu fenânın üç aşaması vardır: Birinci aşamada mutasavvıf Allah dışındaki varlıkları istemekten geçerek Allah'ın irâdesinde fânî olur Bu aşamada mutasavvıfın biricik amacı Allah'tır ve yalnız Allah'ın irâde ettiğini taleb eder İkinci aşamada mutasavvıf Allah dışındaki varlıkları görmekten fânî olur; yalnız Allah'ı görür Mutasavvıf üçüncü aşamada bütün varlıklardan fânî olur Gözünde Allah'ın varlığından başka varlık kalmaz Fenânın bu üç aşaması fenâ fi'l-kusûd, fenâ fi'ş-şuhûd, fenâ fi'l vücûd olarak adlandırılır Bu üç aşamanın her birinde ulaşılan tevhîd de, "lâ maksûde illâllah" ya da "lâ matlûbe illâllah", ve "lâ meşhûde illâllah" cümleleriyle dile getirilir (Ayrıca bk Fenâ fillâh)

Ahmet ÖZALP

FARİZA

Yapılması zorunlu olan şey, mutlaka yerine getirilmesi gerekli olan emir Çoğulu "Ferâiz"dir Kelimenin aslı; farz kıldı, meşrû kıldı takdir etti, tahsis etti anlamındadır

"Ey Muhammed, Kur'an'a uymayı sana farz kılan Allah, seni döneceğin yere döndürecektir" (el-Kasas 28/85);

"Allah'ın Peygamber'e farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur" (el-Ahzâb, 33/38, 50);

"Allah şüphesiz size, yeminlerinizi geri almanızı meşrû kılmıştır" (et-Tahrim, 66/2);

'' Eğer onlara mehir takdir eder de el sürmeden onları boşarsanız, takdir ettiğinizin yarısını verin"(el-Bakara, 2/237)

Ölünün malından varisleri için takdir edilen payları bildiren ilme de "Ferâiz ilmi" adı verilir

İslâmî Istılahta farz, yapılması Allah tarafından emrolunduğu katî delil ile sâbit olan herhangi bir vazifedir Farziyeti sabit ve müslümanlar tarafından yapılması mutlaka gerekli olan farz emirlerin yerine getirilmemesi ise haramdır Farz'ın yerine getirilmesinde mükâfat sözkonusu olduğu gibi, yerine getirilmemekle işlenen haram karşılığında da ceza sözkonusudur

Farz olan hükümlerin, öncelikle farz olduğuna iman edilmesi mümin olmanın şartıdır Şer'i nasslarla sâbit olan farzların inkâr edilmesi, hafife alınması, alay edilmesi, aksinin meşrû ve helâl kabul edilmesi mutlak küfürdür

Genel tema olarak İslâm'ın ortaya koyduğu ve yapılmasını farz, terkini haram kıldığı (ya da bunun aksi) hükümler; inanan ve inanmadığı halde İslâm Devleti'nin zimmetinde bulunan kişilerin akıl, mal, can, nesil ve dinlerini ilahı koruma altına almaya yöneliktir Tarih boyunca İslâm'ın dışında hiçbir sistem, mensuplarının bu özelliklerini insan şahsiyetine uygun ölçüde koruma altına alamamıştır

İslâm, aklı korumak için sarhoşluk veren her türlü içkiyi, malı korumak için fâiz, rüşvet, hırsızlık vb haram yollardan elde edilen kazançları; canı korumak için adam öldürmeyi (kısas ve savaş hâli müstesnâ); nesli korumak için zinâ ve zinâya götüren tüm yolları; dini korumak için de müslüman olmamış kişilere İslâm'ı zorla kabul ettirmeyi yasak kılmıştır Kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olan bu yasaklara uymak farz, uymamak ise haramdır

Bir kısım farzlar vardır ki bunları her akıllı ve ergenlik çağına girmiş mükellef müslümanın şahsen yapması gereklidir Bu tür farza "farz-ı ayn" denir İslâm'ı, iman esaslarını kabul etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hayatı İslâm'ın hükümlerine göre düzenlemek bu tür farzlardandır ki İslâm olmanın gereği budur Diğer bir kısım farzlar ise bir ya da birkaç kişinin yapmasıyla diğer müslümanların üzerinden gerekliliği kalkar; ancak hiç kimsenin yapmaması hâlinde, sorumluluğu bütün müslümanlara âit olur Cenaze namazı kılmak, İslâm devletinin mevcut olduğu ve düşmana saldırmadığı dönemlerde cihad etmek, insanları Allah'ın dinine dâvet etmek gibi Bunlara da "farz-ı kifâye" denir

Farz olan hükümlerin kaynağı kitap (Kur'an), sünnet, icma' ve kıyas olmak üzere dörttür

Aşağıda belirtilen ayetler İslâm'ın farz kıldığı hükümlerden bir kısmına örnek teşkil eder: İslâm'ın emrettiği şeyleri yapmak farz olduğu gibi yasakladığı şeyleri yapmamak da farzdır

"Ey inananlar, Allah'a, Peygamber'ine, Peygamber'ine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanmakta sebat gösterin Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür" (en- Nisâ 4/136)

"Namazı kılın, zekâtı verin; kendiniz için önden gönderdiğiniz her hayrı Allah katında bulacaksınız'' (el-Bakara, 2/110)

"Ey inananlar, oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allah'a karşı gelmekten sakınasınız diye, size (de) sayılı günlerde farz kılındı" (el-Bakara, 2/183)

"Ey inananlar, cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun, alım-satımı bırakın" (el-Cum'a, 62/9)

"Yoksa Allah içinizden cihâd edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?" (Âlu İmrân, 3/142)

"Allah uğrunda gereği gibi cihâd edin" (el-Hacc, 22/78)

"Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin Sakın zinâya yaklaşmayın Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın Yetimin malına -ergin çağa ulaşana kadar- en güzel şekil dışında yaklaşmayın Ahdi de yerine getirin Birşeyi ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun, doğru terazi ile tartın Yeryüzünde böbürlenerek yürüme" (el-İsrâ, 17/31, 32, 33, 34, 35, 36, 37)

"Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar Bu, onların, "zaten alış-veriş de fâiz gibidir" demelerindendir" (el-Bakara, 2/275)

"Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin" (el-Bakara, 2/ 188)

"Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dînî ortada kalana kadar onlarla savaşın" (el-Bakara, 2/193)

" oraya yol bulabilen insana, Allah için Kâbe yi haccetmesi gereklidir" (Âl-i İmrân, 3/97)

"Îffetli kadınlara zina isnat edip de, sonra dört şahit getiremeyenlere ****en değnek vurun" (en-Nûr,14/4)

"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/3)

"Ey inananlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir" (el-Mâide, 5/90)

Yukarıda belirtilen ayetler, Allah'ın, yapılmasını ve yapılmamasını emrettiği hükümlerden ancak bir kısımlarıdır Bu hükümlere uyulması farz, uyulmaması ise haramdır, inkârı küfürdür

Cengiz YAĞCl

FARZ

Dinî sorumluluk, yapılması dinen gerekli olma, bean etme, kesme, hisseye ayırma anlamlarını ifade eder Kur'an-ı Kerîm'de onsekiz yerde geçen kelime değişik anlamlarıyla kullanılmıştır

"Allah'ın peygambere mikdarını belirlediği (farz), mübah kıldığı şeyde bir vebâl yoktur" (el-Ahzab, 33/38) "Hac vakti bilinen aylardır Her kim o aylarda haccı kendine gerekli (farz) bilip bu ibâdete başlarsa, artık kadına yaklaşması, günâh işlemesi ve kavga etmesi helâl değildir" (el-Bakara, 2/197) "Sadakalar (zekâtlar) ancak şunlar içindir: Allah tarafından böyle beyan (farz) edildi" (et-Tevbe, 3/60) " Eğer onları kendilerine el sürmeden boşar da mehir kesmiş (farz) olursanız ' (el-Bakara, 2/236) "Allah onu lânetledi O da Şöyle dedi: Andolsun kullarından belirli (mefrûz) bir pay edineceğim"(en-Nisâ, 4/118)

Kur'an'da geçen farz kelimesi alâ harf-i cerri ile kullanıldığında vücûb gereklilik; lâm harf-i cerri ile kullanıldığında bazan gereklilik bazan da beyan anlamını ifade eder (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 5109)

Farz, Peygamber (sas)'in hadislerinde farklı anlamlarda kullanıldığı gibi vacib anlamında da kullanılmıştır "Ramazan ayı geldi Allah bu ayda oruç tutmanızı size farz kılmıştır" (Nesâî, Sıyâm, 5)

Bir fıkıh terimi olarak farz: Şâri' tarafından emrolunduğu kat'î delil ile sâbit olan; özürsüz, mutlak surette terkedildiğinde ceza gereken amellerdir Özürden maksat, dinin meşrû gördüğü özürdür; meselâ yolcunun orucu terk etmesi gibi Mutlak terketmekten maksat; bir engelden dolayı geciktirmek anlamındadır Namazın vaktin başında kılınmaması gibi Tariften de anlaşılacağı gibi zannî delil ile sâbit olan hükümleri Hanefî hukukçuları farzın kapsamına almamıştır Farz, kat'i deliller ile sâbit olduğu için inkâr edildiğinde küfrü gerektirir Şayet yorumlanarak inkâr edilirse, inkâr eden fâsık olur

Hanefîler zannî delil ile sâbit olan hükümleri vacib olarak niteler İmâm Şâfiî farz ile vâcibin arasını amel bakımından ayırmaz ise de itikâdı açıdan, Hanefi hukukçuları gibi değerlendirir Bu da Hanefiler ile Şâfiiler arasındaki farz ve vâcib ayrılığının mâna, öz itibarıyla olmadığını, lafzı olduğunu gösterir Farz; kat'ı ve ictihâdı olmak üzere ikiye ayrılır Kat'î farz; delillerle yapılması kesin olarak bildirilen amellerdir Buna amelî ve ilmî farz da denilir İctihâdı farz ise müçtehid imamların ictihadıyla belirlenen, terk edildiğinde o ameli farz olmaktan çıkaran farzlardır Meselâ; başa mesh miktarı, abdestin farzları, namazda Fâtihâ'nın okunması gibi mevzular mezhepler arasında farklı mütalaa edilir İnkârı küfrü gerektiren farz, ilmî ve kat'ı farz çeşididir Farziyyeti nass ile belirlenmiş kat'ı olan namaz, oruç gibi farzların inkârı küfrü gerektirir (Tehânevî, Keşşâf, II, 1126, Meydânı, Lübâb, I, 6)

Farz, mükellef açısından ikiye ayrılır:

1- Farz-ı ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir

2-Farz-ı kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile diğerlerinden sâkit olan vazifedir (Ömer Nasuhi, Istılahatı Fıkhıyye Kâmusu, 1, 33)

Farz-ı ayn, kifâye olan farzdan fazilet ve sevab bakımından daha üstündür Çünkü, bir şey genelleşirse yükü, meşâkkati azalır Hususileştiğinde ise daha meşakkatli olur Kifâye farzlar umumen terkedildiğinde ise bütün insanlar bundan sorumlu olur (İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr, I, 42)

İA

FÂSIK

Allah'ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimse

Arapça "Fe-Se-Ka" kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalıbındandır

Lügatta, çıkmak manasına gelir Daha özel bir anlam ile "olgun hurmanın kabuğundan dışarı çıkmasına" denir Istılahta ise, Allâh'a itâati terkedip O'na isyâna dalmaktır Yani kısaca ilâhı emirlerin dışına çıkmaktır

Biraz daha geniş anlamıyla büyük günâh işleyerek veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, II, 91; Râgıb el-İsfahânı, el-Müfredât, 572; Elmalılı Hamid Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282) Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de Kehf sûresinin 50 âyetinde Allah'ın emrinden çıkarak O'na secde etmeyen şeytan için "Feseka an emri Rabbih: Şeytan Rabbinin emrinden çıktı" buyrulmaktadır Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:

a Günâhı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh işlemek

b Yapılan bir günâhı ısrarla yapmak

c Günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur (Elmalılı, age, I, 282)

Kur'an'da fısk genellikle küfür ile eşanlamda kullanılmıştır Ancak bazı ayetlerde fısk mutlak anlamıyla zikredilmektedir Meselâ hacc'da yapılan fısk (el-Bakara 2/197) veya Allah'ın adı anılmaksızın boğazlanan hayvanları yemek (el-En 'âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düştükleri fısk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmediği müddetçe sadece günâh işlenmiş kabul edilir Ama bu durumlarda işlenen fısk ve yapılan iş helâl kabul edilirse küfrü gerektirir

Bunların dışında genellikle Kur'an-ı Kerîm'de geçen fısk ve fâsıklar tâbiri küfür ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır:

"Andolsun ki biz sana apaçık ayetler indirdik Bunları fâsıklardan başkası inkâr etmez" (el-Bakara, 2/99); "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler" (el-Mâide, 5/47); "İşte Rab olmaya en lâyık olan Rabbinin şu sözü (azâbı) küfür ve inat içinde olan o fâsıklar için öyle sâbit olmuştur Gerçekten onlar iman etmezler" (Yûnus, 10/33);

"Eğer Allah'a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları (kâfir ve müşrikleri) veli edinmezlerdi Fakat onlardan birçoğu fâsık (Allah'ın emrinden ve imandan çıkmış) kimselerdir'' (el-Mâide, 5/81)

Mu'tezile'ye göre fâsık, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arası bir durumdadır Onların bu anlayışı aynı zamanda beş prensiplerinden birisini teşkil eder ve bu prensip "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" olarak bilinir Bunlara göre fâsık eğer tövbe ederse imana döner, yok eğer tövbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır Burada şu hususa dikkat çekmek gerekir: Mu'tezilece ifade edilen bu "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" anlayışı bu dünya içindir, yani o kişinin iman açısından bu dünyadaki durumunu ifade eder, yoksa bu anlayış ahirete atfedilerek o kişilerin cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacakları anlamında değildir Hâriciler ve ameli imanın esasından bir şart olarak görenlere göre ise, fâsıkın yukarıda sayılan her üç derecesi de küfür noktasındadır ve ebedî cehennemde kalacaklardır Fısk ve fâsıklık bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak durmaktır Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde ısrar edilmemelidir Zira sözü geçtiği üzere küçük günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir

Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk isnadıyla bir söz söylememek gerekir Bu hususta Hz Peygamber (sas)'in, "Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnadıyla 'ya fâsık ' diye söz atamaz, atmaya hakkı yoktur Yine böyle küfür de isnad edemez Şayet atar da attığı kimse atılan fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur'' (Sahîh-i Buhâri Muhtasar Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, XII, 137) Bu hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâkı prensibi ortaya koymaktadır Zira kişiyi ayıplamak, onun ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de tehlikeye düşüren bir durumdur

Abdurrahim GÜZEL

Alıntı Yaparak Cevapla