Yalnız Mesajı Göster

İslam Felsefesi Tarihi Hakkında Bilgi

Eski 10-21-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Felsefesi Tarihi Hakkında Bilgi




İslam Felsefesi Tarihi Hakkında Bilgi



Aslında İslâm dünyasında “hicret”ten hemen sonraki yüzyıllarda başlayan, Abbasilerin ve İslâm’ın “Altın Çağ”ı olarak kabul edilen IX, X, XI ve XII yüzyıllarda da en dinamik, üretken ve renkli dönemini yaşayan Yunan tarzı felsefe hareketi (felâsife) ancak üç-dört yüzyıl gibi felsefe için çok uzun olmayan bir ömre sahiptir Eski Yunanlıların MÖ VII yüzyıl ile MS III yüzyıllar arasındaki 1000 yıla yaklaşan felsefe hareketi göz önüne alınırsa bu süre gerçekten de oldukça kısadır Genellikle İbn Rüşd’ün ölümünden (1198) sonra İslâm’da felsefenin bittiği kabul edilir Bu tarihten yaklaşık iki yüzyıl sonra İbn Haldun tarih felsefesi alanında oldukça özgün, hatta modern görüşler ortaya koymuşsa da onun konumu bir istisna olarak görülür Kelâm ve tasavvufun felsefileşmesi gerçeği ise hiç hesaba katılmaz Şu halde, İslâm’da felsefi düşünce hareketi “çöküntü” anlamında birden ve bütün olarak silinmemiş; önce XIII yüzyılda dinamikliğini kaybederek gerilemeye başlamış; ardından giderek artan bir hızla donuklaşmış, silikleşmiş ve zamanla gündemden kalkmıştır denebilir Tıpkı oluşum sürecinde olduğu gibi bu gerileme sürecinin de oldukça karmaşık, çok bileşenli nedenlerini belirlenimci bir yaklaşımla ortaya koymak pek mümkün değildir

Yunan tarzında yapılan felsefenin İslâm’da ayrıcalıklı ve geleneksel bir yer kazanamaması tarihsel bir olgudur Bu noktada “Oku” emrinin “anlam”ının, İslâm medeniyetinde genellikle kabul gören, kültüre içselleştirilen ortak bir nitelik kazanamadığı ileri sürülebilir Bu durum, Islâm tarihinde birer tarihsel olgu olarak karşımıza çıkan, daha Halife Mütevekkil döneminde (847-861) dinin akılcı yorumunu temsil eden Mu’tezile’nin takibe uğrayarak görüşlerinin “bid’at” ilân edilmesi; Kindi’nin kitaplarının gasp edilmesi; yine aynı zamanlarda Bağdat’taki bütün profesyonel müstensihlerin felsefe kitaplarını kopya etmeyeceklerine dair yemin etmeye zorlanmaları; Halife Nasır döneminde (1180-1225) halifenin emriyle içinde İhvan-üs-safâ Risaleleri’nin de bulunduğu “ev ilimleri”ne ait büyük bir kitap koleksiyonunun yakılması; Gazâli’nin, Fârâbi ve İbn Sina’nın temsil ettiği Meşşaii felsefenin bazı görüşlerini “bid’at” ya da “küfür” olarak nitelemesi; Şehristâni’nin irade hürriyetini savunan Kaderiyye öğretisini “Yunan filozoflarının eserlerinden aktarılan diyalektik unsurlar içerdiğini” ileri sürerek “sapkınlık”la itham etmesi; Selefiyye’ nin kelâmcıları “zındıklık”la damgalamaları gibi felsefi düşünce ile ilgili yaklaşımların din karşıtı görülerek reddiyeci, engelleyici ve hatta yasaklayıcı tutumlarla karşılaşmalarının inkârı mümkün olmayan varlığıyla desteklenebilir Hatta “asıl anlamda felsefenin İslâm’da her zaman için ancak eğreti bir varlığa sahip olmuş olduğu”, İbn Sina gibi salt filozofların, Gazzâli gibi kelamcı düşünürlerin “ilimlere veya mistisizme ya da her ikisine dönmek üzere felsefeden uzaklaşmış oldukları” bile ileri sürülmektedir

Öte yandan Kuran’daki mesajın anlamı, felsefenin niçin İslam’da kalıcı bir yer tutamadığının ve yukarıda hatırlatılan bir dizi olumsuz tarihsel olgunun önemli bir açıklamasını da vermektedir Vahyedilmiş Kitabın ilk emri olan “Oku!”nun anlamı, hemen ardından gerek Kuran ayetlerini gerekse kozmik ayetleri kapsayan “Allah’ın adıyla oku!” emrinde Yaratıcı’ya yapılan vurguyla açılır Aklı, bilgiyi ve araştırmayı böylesine inancın hizmetine veren faydacı ve pratik bir yaklaşıma dayanılarak, her zaman için bazı bilgiler, felsefeler ve bilimler pek boş, faydasız ve hatta zararlı görülebilirler Nitekim Gazali, Aristoteles’ten Fârâbi ve Ibn Sinâ’ya geçen felsefeyi din açısından küfrü gerektiren kısımlar, bid’ati gerektiren kısımlar ve esasında inkârı gerektirmeyen kısımlar olarak üçe ayırırken, yine bilimler sınıflamasında bazı bilimleri “mezmûm” bilimler olarak nitelerken, aslında bilimin “ebedi saadet”i temin olarak bilinen İslâmi anlamına uygun değerlendirmelerde bulunmuştur

İslam dünyasında yapılan bilimler sınıflamasında bilimlerin “akli ilimler” ile “nakli ilimler” olarak ayrılmasında da beşeri olan akli ilimlerle vahye dayanan nakli ilimler arasındaki epistemolojik (bilgikuramsal) farkı ısrarla vurgulayan, din yönünden faydayı temele alan bir bilim anlayışı oldukça baskındır En geniş anlamıyla bilimin teleolojik (erekbilgisel) ve teist (tanrımerkezli) yorumunun etkisindeki ortaçağ İslam dünyası gibi dinin insan düşünce ve davranışlarına çok büyük ölçüde hâkim olduğu, çeşitli değer yargılarının gelişmesinde belirleyici rol oynadığı bir toplumda, felsefe gibi bir düşünsel etkinliğin belirgin ya da kalıcı bir yer kazanamamasını anlamak çok zor değildir

Doğubilimci Edward Sachau, bu hususta MS X yüzyılın İslâm dünyasında hüküm süren zihniyetin tarihsel bakımdan bir dönüm noktası oluşturduğunu ileri sürer Sachau, Eş’ari ve Gazâli bu zihniyete yeni bir yön vermeselerdi Arapların Galileileri, Keplerleri, Newtonları yetiştirmiş bir millet olabileceklerini belirterek oldukça dikkat çekici bir yorumda bulunur Gazali’nin bu olumsuz etkisi, daha çok Tehâfüt-ül Felâsife (Filozofların Tutarsızlıkları) adlı eseriyle İslâm filozofları olarak bilinen Fârâbi ve İbn Sina’nın felsefelerine yaptığı eleştirilere bağlanmaktadır Gerçekten de Gazâli’nin söz konusu eserinde filozofların görüşlerini yirmi meselede eleştirmekle kalmayıp, bunlardan üçünde onları küfürle itham etmesinin, kendisinden sonraki felsefenin İslâm dünyasında gerilemesinde önemli bir rolü olduğu genellikle kabul edilmektedir Ne var ki Gazâli’nin bu olumsuz rolü çok önemli olmakla birlikte, bir süreç içinde gelişen düşünsel geleneğin bir kişinin eleştirileriyle kesin bir hat çizercesine ortadan kalkmış olabileceğini düşünmek “çok nedenli” düşünme yaklaşımına uygun değildir Gazâli bu noktadaki etkisi, da ha çok karmaşık değişkenlerin kesişimin de ortaya çıkan tarihsel bir ortamın uygun şartları içinde sonraki olumsuz yorumlara yol açması açısından düşünülmelidir

Aslında Gazali’nin filozofların görüşlerine getirdiği eleştiriler din-felsefe ilişkisi konusuyla doğrudan ilgilidir Gazâli kendisinden önceki Fârabi ve Ibn Sinâ gibi filozofların Aristoteles felsefesi ekseninde vahiy ile aklı uzlaştırma girişimlerinin mantıksal ve felsefi olarak tutarlı olmadığını ileri sürerken, bu girişimlerin dini dogmalara aykırılığını da dikkate almıştır Hatta o, öncelikle filozofların görüşlerini din açısından reddedebilmek amacıyla oldukça sıkı bir okuma ve düşünme faaliyetine girişmiştir Gazâli, bu felsefi faaliyeti sonucunda filozoflara getirdiği eleştirilerinde nazari (kuramsal) aklın yetersizliğini ortaya koyduğu için akla dayanan felsefi bilginin de yakini (kesin) bilgiyi temin edemeyeceğini söyleyerek felsefeye cephe almıştır Onun belli bir felsefe anlayışına karşı sergilediği bu yaklaşım, daha sonra İslâm’da bir disiplin olarak felsefenin reddedilmesine yol açacak yorumların yapılmasına oldukça uygun bin zemin hazırlamış ve Gazâli’nin bu konuda kendisine dayanılacak kuvvetli bir fikri otorite olarak algılanmasına imkân vermiştir Öyle ki kelâmın yeni bir döneme girmesinde önemli rol oynayan Gazzâli felsefenin okunarak reddedilmesi “kelamın konusu” ve “kelâmın görevi” haline getirmiştir Bu bakımdan İslâm dünyasında Gazzâli’den sonraki felsefe-din ilişkisi meselesinde felsefi düşüncenin zararına olarak dini düşüncenin ağırlık kazanmasında Gazzâli etkisini kabul etmemek mümkün görünmemektedir Gazâli, Fârâbi gibi filozofların kurmak için büyük çaba harcadığı felsefe-din ilişkisinin kopmasında önemli bir rol oynamıştır Kaldı ki onun bu eleştirilerinin izleyen dönemlerde vahyin mesajının akli düşünceye zıt olarak algılanmasında da rolü vardır Bu açıdan bakıldığında, mesajın anlamının yorumlanmasında Sachau’nun değindiği “zihniyet kırılması”na yol açması açısından Gazâli oldukça önemlidir

Öte yandan felsefe-din ilişkisi meselesinde, Gazali’nin din ile felsefeyi birbirinden ayırırken İslâm inancı açısından hangi türden bir felsefenin uygun olmayacağını da göstermesine ve yeni bir felsefe modeli aramaya gidecek yolu açmış olmasına karşılık, Tehafüt’te olduğu gibi felsefi bir yöntem izleyerek böyle bir felsefe modelini arama ve ortaya koyma yoluna gitmemesi; aksine kelâmı hor gören, aritmetik ve geometri gibi matematik bilimlerle fazla meşgul olmayı men eden, filozofları tekfir etmeye varan “inancı” (fideist) tutumu, sonuçta kendisinin sahip olduğu eleştirici zihniyetin İslâm toplumunda niçin devam etmediğini açıklar Bu itibarla Gazali’nin Aristotelesçi Farabi ve İbn Sina felsefelerine yaptığı eleştirilerin, yani bir tür felsefeye karşı takındığı eleştirel tavrın, kendisinden sonra bir disiplin olarak felsefenin İslam toplumunda reddedilmesi şeklinde yanlış anlaşıldığı ve bundan dolayı da Islâmi felsefı düşüncenin gerilemesinde Gazali’nin şahsen sorumlu tutulamayacağına işaret eden görüşler pek makül görünmemektedir Onun eleştirel tavrı ve dolayısıyla felsefeye karşı tutumu, felsefi değil ideolojiktir Gerçekten de Gazali’ de eleştirel felsefi tavır bir yöntemdir; bu yöntem inancı (fideist) bir İslâm yorumunu haklılaştırmak için baştan belirlenmiştir; amaç herhangi bir felsefe ortaya koymak değildir



Alıntı Yaparak Cevapla