Yalnız Mesajı Göster

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #16
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Fâtih Kanunnâmesi’nin sahte olduğu ve düşmanları tarafından ona isnad edildiği söylenmektedir Bu iddia doğru mudur?

Osmanlı Devleti’nde kardeş katli meselesi ve bu meseleyi gündeme getiren Fâtih’e ait bir kanunnâmenin sıhhat durumu, Osmanlı Devleti ve Osmanlı Kanunnâmelerinden bahis açılan her mecliste, akla gelen ve dermeyan edilen en büyük meseledir Bununen önemli sebebi, meselenin hususan Cumhuriyet döneminde hep keyfî yorumlara tabi tutulması ve İslâm hukukunun hükümlerine göre meselenin değerlendirilemeyişidir Burada önemle şu hususu belirtmekte yarar görüyoruz: "Osmanlı Kanunnâmeleri" adlı kitabımızın I Cildinde, Fâtih devrinde hazırlanmış 75 kanunnâmeyi neşretmiş bulunuyoruz Bu 75 kanunnameden 74’ünün Fâtih’e ait olduğunda, ne bir şüphe ve ne de bir tartışma söz konusu değildir Bazı muhterem insanların, bütün Fâtih Kanunnâmelerinin sıhhatinde şüphe bulunduğu şeklindeki izah ve beyanları, ne ilmî ve ne de mantıkî hiç bir müstenedâta dayanmamaktadır Hakkında farklı fikirler ileri sürülen ve tartışmalı olan kanunnâme, sadece I Ciltte 1 numara olarak neşrettiğimiz teşkilât kanunnâmesi-dir

Kanunnâmenin sahte olduğunu ileri süren başta Ali Himmet Berki olmak üzere, bir çok ilim adamları, Fâtih Sultân Mehmed’e böyle bir zulmü yakıştıramadıklarından ve bu kanun hükmünü İslâm Hukukuna göre yorumlayamadıklarından böyle bir yolu tutmuşlardır ve çoğu da iyi niyetli insanlardır Ancak bu maddenin bulunduğu nüsha, Viyana Kraliyet Kütüphanesinde bulunsa ve bu nüshayı ilk neşreden yabancı bir tarihçi olsa da, aynı Kütüphanede ikinci bir nüshanın daha bulunması ve en önemlisi de bu hükmün tatbik edildiğine dair Osmanlı Tarihçilerinin muteber kaynaklarında açıkça bilgiler yer alması, böyle bir kanun hükmünü inkâr etmek yerine, hukukî tahlilini yapmanın daha makul ve ilmî olacağını ortaya koymaktadır Biz de bu yolu tercih etmek istiyoruz Yani kanun hükmü İslâm Hukukuna aykırı olmayabilir; ancak uygulamada İslâm Hukukuna da kanun hükmüne de aykırı olaylar bulunabilir demek istiyoruz Yoksa inkâr etmekle mesele çözülmüş olmamaktadır

Söz konusu ihtilaflı maddenin bulunduğu ve Fâtih tarafından Osmanlı idarî teşkilâtını tanzim etmek üzere hazırlanan bu kanunnâmenin sıhhati tartışmalıdır Sıhhati konusundaki fikirleri, üç gruba ayırmak mümkündür:

Birincisi, değerli hukukçu Ali Himmet Berki tarafından ortaya atılan ve hamiyetli bir şekilde, kardeş katli meselesini kötüye yorumlayanlara kesin cevap verebilmek için müdafaa edilen, bu kanunnamenin tamamının uydurma olduğu görüşüdür Bu iddia sahipleri gayet iyi niyet sahibidirler ve kardeş katli maddesinin tamamen İslâm hukukuna aykırı olduğu varsayımından hareket ederek, Kanunnâmenin tamamının inkârı yoluna gitmektedirler Bunların en büyük delili, kendi zamanlarında kanunnâmeye ait tek nüsha olan Viyana Kütüphâne-i Kralîsi No 554 AFdeki nüshada görülen şüphelerdir Bunlara göre, bu nüsha uydurmadır ve Osmanlı düşmanı batılılar tarafından uydurulmuştur Ali Himmet Berki hoca, imanından ve Osmanlıya olan muhabbetinden gelen bir aşk ile, hem sadece bir nüshasının bulunmasını ve hem de kanunnâmenin üslubunu nazara alarak, Kanunnâmenin tamamını reddetmektedir

Bu iddia, Fâtih’i ve Osmanlı Devleti’ni müdafaada yeterli olamayacaktır Zira, tek nüsha olan kanunnâmenin üçüncü görüşün izahında görüleceği üzere, sonradan üç nüshası daha bulunmuştur Üslûbuna ve Türkçesine yapılan itirazlar ise, tamamen yersizdir Zira bu nüshaların hepsi de, Kanunnâmenin aslı ve orijinali değil, sadece ve sadece suretidir Yani istinsah edilmiş şeklidir Kâtibin hatalarını, orijinalini göremediğimiz kanunnâmeye hamletmek doğru değildir Bu arada muhtevasının tamamen Bizans’tan alındığı şeklindeki itiraz da, hiç bir ilmî değere hâiz değildir Zira, kardeş katli dışında Kanunnâmenin diğer bütün hükümleri, daha sonraki bütün Osmanlı Teşkilat Kanunnâmelerinde tekrar edilegelmiştir Ayrıca bu Kanunnâmedeki teşkilât hükümlerinin esasları, tamamen Selçuklu ve Abbasî devletleri vasıtasıyla, İslâm hukukundaki ’ Siyâset-i Şer’iye kitaplarından alınmıştır Her müessesenin, hangi şer’î hükme dayandığını, mezkûr eserin I cildinin idare hukuku ile alakalı hükümlerinin şer’i tahlilinde izah edilmiştir Bütün bunları biraz sonra tafsilatıyla izah edeceğiz

Ancak şunu ifade edelim ki, Kanunnâmenin elimizde orijinal ve Hizâne-i Âmire’de muhafaza edilen aslı bulunmadığından, hükümlerin izahında ve kelimelerin tanziminde, her zaman kesin konuşmak da doğru değildir Burada şunu da ifade edelim ki, kanunnâmenin nüshaları arasında 242 nüsha farkının bulunması, sıhhatine engel teşkil etmez Zira Allah’ın Kitabından başka her kitabın, birden fazla nüshası bulunduğu takdirde, aralarında yüzlerce ve belki binlerce, ancak kelime yahut harf seviyesinde nüsha farkları bulunacağını, tenkidli basım işini bilenler çok iyi takdir edeceklerdir Kur’ân’dan sonra en sahih kitap olan Buhari’de dahi nüsha farkları bulunması, haşa, onun sıhhatine en küçük bir şüphe irad etmez Kanaatimize göre, bu görüşün esasını, kardeş katli meselesinin şer’î izahını yapamama teşkil etmektedir Fakat metni inkâr ederek bir yere varılacağı da şüphelidir

İkincisi, Müsteşrik Konrad Dilger’e ait bulunan ve Kanunnâmenin bir kısmının sonradan yazılıp Fâtih’e izafe edildiği şeklinde özetlenebilecek olan görüştür Hem bazı üslûb ve ifadelerin Fâtih devrine izafe edilemeyecek şekilde olması ve hem de bazı müesseselerin, henüz Fâtih devrinde bulunmayışı iddiası, bu görüşün en nirengi noktasını teşkil etmektedir

Konuyla alâkalı araştırma yapan Abdülkadir Özcan, Aydın Taneri ve Ahmed Mumcu gibi ilim adamları, bir kısım iddialarına hak vererek ve bir kısım iddialarını da reddederek bu görüşü cevaplandırdıklarından ve bu ilim adamı Kanunnâmenin aslını inkâr etmediğinden, meselenin üzerinde ayrıntılı olarak durmuyoruz Zaten Konrad’ın inkâr ettiği maddeler arasında, kardeş katli ile alâkalı madde de yoktur

Üçüncüsü ise, Fâtih’e isnad edilen Kanunâme’nin sıhhatini kabul eden ve metnin inkârı yerine maddedeki meselelerin şer’i tahlilinin yapılmasına taraf olan görüştür Çoğu araştırmacılar bu kanaattedirler ve bazılarının ileri sürdüğü hilâf-ı hakikat beyanların aksine, konuyla alâkalı çok ciddî bir araştırma yapan değerli tarihçi Abdülkadir Özcan da bunların içindedir Bu durum hem konuyla alâkalı ilmî makalesinden ve hem de bir günlük gazetede aksi iddiaları yalanlayan beyanlarından anlaşılmaktadır Bu görüşün gerekçeleri şunlardır:

A) Kanunnâmeyi inkâr etmekle mesele halledilmemektedir Mühim olan meselenin şer’î izahını yapmaktır Kanunnâmedeki metin, ileride yapılacak şer’î tahlillerden anlaşılacağı üzere, bazı Osmanlı düşmanlarının iddia ettiği gibi, şer’î hükümlere ve hukukun yüce düsturlarına aykırı değildir Tatbikatla madde metnini karıştırmamak icabeder

B) Kanunnâmeyi inkâr eden Ali Himmet Berki zamanında Kanunnâmenin tek nüshası biliniyordu Şimdi ise üç nüshası elimizde mevcuttur:

Birincisi, Viyana Kütüphanesi, No: 554 AF’de bulunan ve hem Mehmed Arif Bey tarafından neşir ve istinsah edilen nüshadır Bu nüshanın istinsah tarihi, 1029/1620’dir

İkincisi ise, Osmanlı Reisülküttâblarından Bosnalı Koca Müverrih Hüseyin Efendi tarafından Bedâyi’ül-Vakâyi’ adlı tarih kitabında dere edilen nüshadır Müellif bu nüshayı, 1022 yani birinci nüshadan 5 sene önce, Padişaha has divandaki özel ve asıl nüshadan çıkararak istinsah ettiğini bizzat ifade etmektedir Bizim, Osmanlı Kanunnâmeleri I Cildde esas aldığımız nüsha da budur

Üçüncüsü ise, Hezarfen Hüseyin Efendi’nin bazılarının iddia ettiği gibi tarih kitabına değil, Osmanlı Kanunlarını derlediği Telhîs’ül Beyân Fî Kavanin-i Al-i Osman

adlı eserine dere ettiği nüshadır 1083/1672 tarihli nüshanın diğerlerinden farkı, kardeş katli meselesinin burada bulunmayışıdır İtiraz edenler sadece kardeş katli meselesine değil, bütün kanunnâmeye itiraz ettiklerine göre, bu üç nüshanın da aynı zamanda ve aynı şekillerde, kimin tarafından ve nasıl aynı yazılarla uydurulduğunu isbat etmeleri gerekmez mi? Eğer isbat ederlerse, bizim de memnun ve mütehassis olacağımızı şimdiden ifade ediyoruz Nüshalar arasındaki farkların çokluğunu, sahteliğe delil göstermek ise, çok meşhur kitapların dahi inkâr edilmesi sonucunu doğurur ve tenkidli basımın ne demek olduğunu bilmemenin alameti olarak kabul edilir Ayrıca yukarda da belirttiğimiz gibi, bu üç nüsha, kanunnâmenin aslı değillerdir, istinsah edilmiş suretleridirler Elbette ki bozuk ifadeler ve nüsha farklılıkları bulunacaktır

c) Kanunnâme, tamamen olmasa da, kısmen, hülasa olarak yahut tamamına yakın şekilde, diğer Osmanlı tarihlerinde ve kütüphanelerimizdeki kitaplarda da mevcuttur Bunlardan bazılarını zikretmek faydalı olacaktır:

-Yavuz devrinin büyük tarihçisi İdris-i Bitlisî, Heşt Bihişt adlı tarih kitabında kanunnâmeyi, neredeyse tam olarak geniş bir özetlemeyle vermiş ve Fâtih’e isnad etmiştir Ayrıca, yine aynı müellifin Kanun-ı Şehinşahî adlı eseri de, Fâtih Kanunnâmesinin bir nevi tekrarı ve genişletilmiş şeklidir

-Gelibolulu Ali Mustafa Efendi’nin, Ebül-Feth Kanunu adıyla Kanunnâmeyi Künh’ül-Ahbâr adlı eserinde aynen nakletmesi de bu meselenin mühim delillerindendir Ayrıca kardeş katli ile alakalı her yerde Kanun-ı Osmânî üzere diyerek meseleyi izah ve teyid etmektedir

Bütün bu zikredilenler gösteriyor ki, kaynakları görmeden veya görenlerin araştırmalarını incelemeden, bizim kütüphanelerimizdeki kaynaklarda, bu kanunnâmeden bahsedilmiyor demek, ilmî olmaktan da öte gülünçtür

Netice olarak, eldeki belgeler, Fâtih’e ait bu kanunnâmenin sıhhati lehindeki görüşleri teyid etmektedir O halde, kanunnâmenin varlığını inkâr etmek yerine, onun dayandığı şer’î esas ve hükümleri izah etmek, bizlere düşen en büyük vazife olacaktır Burada muhtevası ile alâkalı düşülen büyük bir hatayı da belirttikten sonra, kardeş katli meselesi üzerinde durmak istiyoruz

Fâtih Kanunnâmesinin muhtevasını, Bizans müesseselerinin gerçek bir restorasyonu olarak değerlendirmek büyük bir hatadır Biz, kanunnâmedeki her müessesenin, ya Siyâset-i Şer’iye kitaplarındaki şer’î hükümlere dayanan Abbasî Devleti başta olmak üzere Müslüman devletlerden veyahut İslâm’a muhalif olmamak şartıyla eski Türk Devlet geleneklerinden etkilendiğini, başka yerde uzun uzadıya izah ettik Bu sebeple ayrıntıya tekrar girmiyoruz Ancak şu soruları sormak istiyoruz: Abbasîlerdeki Divan’üs-Saltanat ve Divan-ı Mezâlim’in daha da geliştirilmiş şekli olan Divan-ı Hümâyûn mu Bizans’tan alınmıştır? Yoksa tamamen İslâmî bir gelenek olan elkâb bölümü veya kadıların dereceleri mi Bizans’tan alınmıştır? Bütün bunlar, kuru iddialardır Osmanlı devlet teşkilâtının temelinde, Abbasî Devleti gibi sadece Müslüman ve Selçuklu Devleti gibi hem Türk ve hem de Müslüman olan devletlerin devlet anlayışı ve siyâset-i şer’iye kitaplarının izi vardır

Fâtih Sultân Mehmed’i bize kısaca tanıtır mısınız? Çocuklarını ve o-nun zamanında Osmanlı Devleti’nin ulaştığı sınırlan özetler misiniz?

Fâtih Sultân Mehmed, 30 Mart 1432 tarihinde Edirne Sarayında Hüma Hâtun’dan dünyaya geldi Annesi onun gerçek saltanatını görmeden 1449 yılında vefat eyledi Bir görüşe göre 19 ve bir diğerine göre 21 yaşında babasının vefatı üzerine üçüncü defa saltanat koltuğuna oturdu ve sınırları Tuna’dan Kızılırmak’a kadar genişleyen Devletinin başşehri olarak İstanbul’u almak ve Hz Peygamber’in övgüsüne mazhar olmak en büyük ideali idi

İstanbul’u almak için Boğaz’a hâkim olmanın şart olduğunu bilen Sultân Mehmed, 1452’de Boğazkesen Hisarı dediği Rumelihisârını inşa ettirdi Karşısında Yıldırım’ın inşa ettirdiği Anadoluhisârı yükseliyordu ve artık Osmanlının izni olmadan boğazı geçmek mümkün değildi 1 Eylül 1452’de Edirne’ye dönen Sultân Mehmed, hemen kendisinin planlarını çizdiği topların dökümüne başladı Deneyler yapıldı ve dünyanın harp aletleri alanında harikaları vücuda getirildi

Planı sezen İmparator zor durumdaydı; zira Bizans ikiye ayrılmıştı Avrupa, yardım için Katolik olmalarını istiyor ve Ortodokslar ise hayır diyordu 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da Katolik ayini yapılması, Sultân’ın işlerini kolaylaştırıyor ve Bizans Başbakanı Notaras, "Bizans’ta Latin şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim" diyordu Bizanslılar parlayan ateşlerine ve Hz Meryem’e güveniyorlardı Ancak 1453 Şubatında Edirne’den yola çıkan toplar 5 Nisanda İstanbul önlerine geldi 6 Nisan’da muhasara başladı 53 gün süren muhasara sırasında Fâtih’in ordusu, tarihe geçen kahramanlıklar yazdı Bizans’ın Galata ile Saraybumu arasına gerdiği zincirler, Osmanlı donanmasının karadan yürütülerek Halic’e girmesiyle parçalanmıştı Muhasaranın 53 Günü Hz Peygamber’in müjdelediği fetih 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti ve Osmanlı ordusu tekbir sesleriyle Topkapı ve Eğrikapı yönlerinden İstanbul’a girdi Ayasofya’ya sığınan on binlerce insanın burnu bile kanamadı ve İslâm Hukukunun bu konudaki hükümleri aynen uygulandı ve herkese temel hak ve hürriyetleri tanındı

Fâtih’in fetihten sonra yaptığı ilk iş, İstanbul’un maddi ve manevi imar edilmesidir Bu işi tamamladıktan sonra Belgrad hariç bütün Balkanları Osmanlı Devleti’ne ilhak eyledi Batıyı emniyete aldıktan sonra, kendisine pürüz çıkaran Karamanoğulları ve İsfendiyaroğulları Beyliklerini tamamen ortadan kaldırdı Bu arada Bizans’ın artığı olan Trabzon’daki Pontus İmparatorluğu da 1461 yılında tamamen tasfiye edilmiş oldu Komutanlarından Gedik Ahmed Paşa, Kırım’ı aldı

Bütün bu fetihler, başta Abbasî Halifesi olmak üzere herkes tarafından takdir edilirken, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Fâtih’e kafa tutuyordu Bunun üzerine Erzincan civarındaki Otlukbeli denilen yerde 1473 tarihinde bu sıkıntı da bertaraf edildi ve artık Osmanlı devleti Toroslara kadar genişledi Fâtih Sultân Mehmed, yeni bir harbin hazırlığında iken, 1481 yılında 51 yaşında Gebze’de vefat etti 28 yıllık padişahlığı süresince 2 İmparatorluk, 14 devlet ve 200 şehir fethederek Fâtih unvanını Hz Peygam-ber’den alan Sultân Mehmed, devletin sınırlarını 2214000 krm2’ye genişletmişti ki, bu 3 Türkiye Cumhuriyeti eder demektir Balistikteki keşifleri, Matematik ilmindeki dehası, dinî ilimlerde büyük bir âlim olması, Arapça, Farsça, Yunanca, Sırpça, İtalyanca ve benzeri önemli dünya dillerinden dokuzuna vâkıf olması, onu Osmanlı tarihinin en büyük askeri, devlet adamı ve âlimi olduğunu, düşmana ve dosta söyletmiştir

Ona bu büyük fetihte yardımcı olan devlet adamları arasında, Çandarlı Halil Paşa, Mahmûd Paşa, Rum Mehmed Paşa, İshak Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Zağanos Mehmed Paşa, Balaban Bey, Bali Bey ve benzeri çok sayıda devlet adamı ve komutanları saymak mümkün olduğu gibi, manevi komutanlar arasında ise, asrının büyük âlimlerinden ve maneviyât erenlerinden, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Hızır Bey, Hocazâde Efendi, Molla Vildân ve Molla Şeyh Vefa ve benzeri zatları zikretmek icabeder

ZEVCELERİ:

1- Gülbahar Hâtûn; II Bâyezid ile Gevher Sultân’ın annesi

2-Gülşah Hâtûn; Karaman Oğullarından İbrahim Beğ’in kızıdır

3- Sitti Mükrime Hâtûn; Dülkadiroğlu Süleyman Bey’in kızıdır

4- Çiçek Hâtûn; Türkmen Beyi kızıdır

5- Helene Hâtûn; Mora Despotu Demetrus’un kızıdır

6- Anna Hâtûn; Trabzon İmparatorunun kızıdır; evlilikleri kısa sürmüştür

7- Alexias Hâtûn; Bizans Prenseslerindendir

ÇOCUKLARI:

1- Şehzade Sultân Mustafa Hân

2- Gevher Sultân

3- Şehzade Cem Hân

4- Şehzade Bâyezid Hân

5- İsmi bilinmeyen iki kızı

Osmanlı Devleti’nin yükseliş sebepleri nelerdir?

Osmanlı Devleti’nin yükseliş sebeplerini aynı zamanda fetih politikası ve hızlı bir şekilde cihan devleti olmasının sebeplerinde aramak gerektir Bu sebeple, Osmanlı Devleti’nin fetih politikası ve küçük bir beyliği kısa zamanda cihan devleti yapan sebepler, aynı zamanda yükseliş sebepleri olarak zikredilebilir Ancak yine de konuyu, ayrı olarak ele almakta yarar vardır Osmanlı Devleti’nin yükseliş sebeplerini şöylece özetlemek mümkündür:

1) En önemli sebep, manevî değerlerine ve İslama olan bağlılıklarıdır Bunu i’lây-ı kelimetüllah ruhu diye de ifade edebilirsiniz Bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başına bir millettir Bir ferdin himmeti milleti olabilmesi için, o ferdi milletine bağlayan kuvvetli bağlar ve şahsî hayatını milletin hayatına tercih ettiren önemli sebepler bulunmalıdır Bu önemli sebepler ve kuvvetli bağlar, manevi değerlerden başkası olamaz O halde manevî değerleri ile ordusunu teçhiz etmeyen bir millet, gelecekte her an tehlikelere maruz kalır ve varlığını sürdüremez Bu mânâyı târihe bakarak, daha da müşahhas hale getirebiliriz Osmanlı Devleti’nin bir zamanlar, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve varlığını devam ettiren, şu devletin ordusundaki Kur’ândan alınan şu fikirdir: "Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim" Gerçekten Kosova meydan muharebesine çıkan Murad Hüdavendigar "Yarab beni din yolunda şehid, ahirette said et" demiş ve istediği olmuştur Bu ruh ile şahlanan şanlı ecdadımız, şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek bakmış; daima Avrupa’yı titretmiştir Size de soruyorum; şu dünyada basit fikirli ve saf kalpli olan genç askerlerin ruhunda öyle ulvi fedakarlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi duygu bu manevî değerlerin yerlerine ikame edilebilir? Allah ve ahiret inancından başka hangi şey, hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?

Tarih bize gösteriyor ki, biz Müslüman Türkler, ne derece mânevi değerlerimize bağlanmış isek ilerlemişiz Ne vakit manevî değerlerimizden uzak kalmışsak, gerilemi-şizdir O zaman düşmanlar bizi can damarımızdan vurmuşlardır Bilesiniz ki, düşman bizi hiç bir zaman açık savaşta yenememiştir Daima tehlikeyi, kurtuluş reçetesi olarak göstererek bizi içimizden hançerlemişdir Bir milletin maddî bataryaları ne kadar modern silahlarla mücehhez olursa olsun ve o millet isterse imparatorluk seviyesine yükselsin, manevî bataryaları boş olduğu müddetçe yıkılmaya mahkumdur

Vatana ihanet suçuyla 1821 yılında Patrikhanenin orta kapısı önünde asılmış bulunan İstanbul’daki Fener Patnki Gregorios tarafından Rus Çarı Aleksandr’a yazılan mektupta aynen şu ifadeler yer almaktadır:

"Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir Çünkü Türkler, sabırlı, mukavemetli, mağrur ve izzet-i nefisli insanlardır Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, anânelerinin kuvvetinden ve âmirlerine itaat duygusundan ileri gelmektedir Bu sebeple, Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve manevî bağları koparmak, dinî metanetlerini zaafa uğratmak gerekir Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri zaferlere götüren asıl kudretlerinden sıyıracak ve onları maddi kuvvetlerle yenmek mümkün olacaktır Osmanlı Devletin’i tasfiye için mücerret olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir Yapılacak olan, Türkler’e bir şey hissettirmeden bu tahribi tamamlamaktır"

Sultân Aziz devrinde, İstanbul Rus Elçisi olan General İgnatyef, bu mektubu zikrettikten sonra şunu ilave eder: "Ben vazifedeyken bu teşhisler isabetle tecelli etti" Evet maalesef bu oyunlara gelen Tanzimat gençliği, Rus elçisinin dediği gibi, "millî ananelerin düşmanı ve atalarının papuçları olamayacak bir hale gelmişlerdi’ İbn-i Kemal de, Osmanlı Devleti’nin Gazneliler, Selçuklular ve Harzemîler gibi, Müslüman devletlerle mücadele ederek ve kendi mevlâlarına isyan ederek yükselmediğini, belki tamamen yukarıda anlatılan gaza ruhuyla ve yüksek bir himmetle yükseldiğini misâller vererek açıklamaktadır Osmanlı Tarihlerinin mukaddimelerinde zikrettikleri bazı menkıbeler de, bu ruhu açıklamak için zikredilmişlerdir

2) Osmanlı Devleti’ni yükselten sebeplerin ikincisi, Osmanlı Devleti’nin özellikle yükselme dönemlerinde tam bir hukuk devleti olması yani şer’-i şerif ve kanun-ı münifin esas kabul edilmesidir Gerçekten de, içinde 763 Kanunnâmeyi neşrettiğimiz Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizi inceleyenler göreceklerdir ki, Osmanlı Devleti’nin yükseliş, duraklama, gerileme ve yıkılışını, kanunnamelere bakarak grafikle göstermek mümkündür Osmanlı Kanunnâmeleri, Fâtih’den itibaren zirvededir Kanuni devrine kadar, kanun yapma ve kanunu uygulama görevleri ehil ellerdedir II Selim’den itibaren durgunluk başlamıştır III Murad zamanında durmuştur Daha sonra ise, önce gerilemiş; sonra da Adâletnâmeler’le örtülemeyecek kadar gedikler açılmıştır 1700-1800 yılları arası Osmanlı Devleti’nin hukuk devleti olmaktan çıkma tehlikeleri yaşadığı dönemdir Osmanlı vatandaşı, yükselme döneminde Müslüman olsun gayr-i müslim olsun, tam bir hukuk devleti olduğuna ve ayırım yapılmaksızın adaletin icra edildiğine inanmaktadır İşte vatandaşı böyle bir inanca sahip devletin yükselmesi mukadderdir Padişah fermanıyla kira bedellerinin olduğu gibi bırakılması olmaz Zira Padişahın emriyle nâ-meşrû’ olan şey meşru’ olmaz; haram olan nesne helâl olmak yokdur Bu hususlarda emr-i şer’-i şerif budur Bir türlü dahi değildir Şer’i hükümlere vâkıf iken onları ketmetmek, Kur’ân’daki bir âyetin tehdidine maruz kalmaktır" diyen EbÜSSUud’lar; "Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar âyinlerince Amma çan ve nâkus çalmayalar Ve kiliselerin alub mescid etmeyem" diyen Fâtihler ve nihayet "Madem ki, onlar ra’iyyetliği kabul etmişler Dinimiz gereği, onların can, mal ve ırzlarını kendi can, mal ve ırzlarımız gibi korumakla mükellefiz Bu yolda onlara cebretmek, dînimize muhâiifdir" diyerek, hem gayr-ı müslimlerin şahsî hak ve hürriyetlerine gösterdiğimiz hürmeti ve hem de meşru1 sınırlar içinde kalmak şartıyla din ve vicdan hürriyetine gösterdiğimiz saygıyı anlatan Zenbilli Ali Efendiler, bu izaha çalıştığımız hukuk ve adalet devletinin sacayakları olmuşlardır

3) Devletin devam ve bekasına sebep olan para ve askerin mükemmel oluşudur Osmanlı Devleti’nin yükselmesine sebep olan para, halktan zorla toplanan para değil, memleketin mamur olmasından ortaya çıkan paradır Bu dönemde, Osmanlı parasının kaynakları tamamen şerT vergiler ve meşru gelir kaynaklarıdır; tekâlîf-i örfiyye neredeyse yok gibidir Yıldırım Bâyezid, kadıların davacı ve davalılardan aldıkları harçları rüşvet sayarak buna vesile olan kadıları idam etmeye kalkışacak kadar hassastır Asker ise, ehliyetli ve vasıflıdır Çünkü tam bir gaza aşkıyla eğitimli askerler yetişmektedir Kanuni devrine kadar, yeniçerinin adedi en fazla 10-12 bin kadardır Ama her yerden zafer haberleri gelmektedir Viyana bozgununda bu sayı 50 binlere ulaşmıştır Ancak mal toplamaktan başka kayguları yoktur Bu dediklerimize Yeniçeri Kanunnâmesi en canlı şahittir En önemlisi de, yükselme döneminde asker siyâsetin ve idarenin içinde değildir

4) Günümüzde bazı araştırmacıların tenkit ettiği gılmân sistemi yani kapıkulu sistemi de, devletin yükseliş sebeplerinin başında gelmektedir Zira tarihde çoğu büyük devletler, kendilerine tabi olan aristokrat beylerin isyanlarıyla yıkılmışlardır Abbasî Devleti kendi elleriyle büyüttükleri aristokrat aileler eliyle; Büyük Selçuklu Devleti mevâlî- olan Harzemiler eliyle yıkılmışlardır Günümüzde de devletin hanedanlarla sıkıntıda olduğu ortadadır İşte Osmanlı Devleti, bu sıkıntılardan kurtulmak için, ailesi ve yakın çevresi bulunmayan devşirme ve köle asıllı insanları Enderun denilen özel mektepte bir devlet adamı gibi yetiştirerek onları devletin yükselmesinde istihdam etmiş ve başlangıçta muvaffak da olmuştur

5) Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemlerinde tam manasıyla hür bir ilmin de ö-nemli etkisi olduğunu ifade etmekte yarar vardır Memleket ve vatan bir vücuda benzer; aklı ve ruhu ilim ve ma’rifettir; cesedi ve bedeni de siyâset ve idaredir Bu iki unsur arasında muvâzenenin te’min edildiği dönemlerde, dâima medeniyet, terakki ve refah görülmüştür Abbasî Devleti’nin ilk halifeleri, Endülüs Emevilerinin başlangıçtaki idarecileri ve ilk Osmanlı Padişahları, bu muvâzeneyi temin eden en müşahhas misâllerdir Fâtih Sultân Mehmed’in vezirlik ve kazaskerlik teklifini reddeden, diğer taraftan Fâtih’i tekyesine de kabul etmeyen Molla Güranî; Fâtih sarayında ve kendisi de tekye ve medresesinde kaldığı müddetçe, bu dengenin korunabileceğinin çok iyi idrâki içindedir Bir Osmanlı Kanunnâmesinde bu önemli muvazene düsturu şu şekilde ifade edilmektedir: "Kadılar, şer’î hükümleri icra edeceklerdir Ancak memleketin nizâmı, korunması ve vatandaşın idaresi ile alâkalı hususları hükkâm-ı seyf ve siyâset olan vükelâ-yı devlete havale edeceklerdir" Bu sebebledir ki, eskiler, devlet adamlarına erbâb-ı seyf, ilim adamlarına ise erbâb-ı kalem demişlerdir Zikredilen bu muvâzeneyi sağlamada en önemli vazife, ilim adamlarına düşmektedir İlim adamları bilmelidirler ki, dünyada en yüksek rütbe ve şeref, ilmin rütbesi ve şerefidir Hakk’a ve hakikata âşık bir ilim adamı, hakk’dan başkasına tâbi olmaz Zira hakk’ı tanıyan, hakk’ın hatırını hiçbir hatıra feda etmez Hakk’ın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmemek icabeder Ebüssuud’un biraz önce zikrettiğimiz ŞU cümleleri bunu aksettirmektedir: "El-Cevab; Olmaz Padişah’ın emri ile nâmeşru1 olan şey meşru’ olmaz Haram olan nesne helâl olmak yoktur’*!

6) Osmanlı Devleti’ni yükselten sebeplerden birisi de vazifelerin, ister ilmiyede, ister seyfiyede ve isterse de kalemiyede olsun, ehil olanlara verilmesidir Medeniyetlerin kurulmasında ve yıkılmasında maharet ile salâhatın önemi inkâr edilemez Tarihe bakıldığında görülecektir ki, bu iki vasfı kendinde birleştiren milletler nice medeniyetler kurmuşlar ve daima payidar olmuşlardır Yıkılan bütün medeniyet ve devletlerin altında ise, aranırsa mutlaka bu iki vasıftan birinin veya ikisinin yokluğunun yattığı esefle müşahede olunur Maharet, kişinin kendi mesleğinde ehil, uzman ve kabiliyetli olmasıdır Salâhat ise, kişinin din ve ahlâkça yüksek bir seviyeye ulaşmasıdır Şunu önemle belirtelim ki, salâhat ve maharet birbirinden ayrıdır Hamiyet, vatanperverlik, sadâkat ve adalet gibi ulvî duygular, salâhatın meyvesidir ve o bahçede yetişir İş, san’at, kabiliyet ve benzeri hususlar ise, maharet bahçesinden derlenebilen meyvelerdir Kalb ve vicdanı manevî duygularla bezenmeyen bir insandan hakikî mânâda hamiyet, sadakat ve adalet beklenilemez Ancak, iş, san’at ve kabiliyet başka şeyler olduğu için, sâlih olmayan bir adam güzel çobanlık yapabilir; ayyaş bir adam ayık olduğu zamanlarda iyi saat tamir edebilir Yani bu noktada salâhat ayrıdır, maharet ayrı

Elbette ki, vazifelere yapılan tayinlerde, hem sâlih, hem de mahir olanlar, yânı hamiyetle fazileti birleştiren, kalbi ve fikri münevver olanlar tercih edilecektir Bu vasıfları beraberce bulunduran insanlar yeterli sayıda değilse, bu takdirde ya maharet ya da salâhat esas alınacaktır İslâm’a göre ikisini birleştiren bir eleman yoksa, san’at’ta ve işde maharet tercih sebebidir

Bir kısım İslâm hukukçuları ve tefsirciler tarafından, özellikle idarî yetkiye sahip devlet ricaline hitaben nazil olduğu söylenen Kur’ân’ın şu âyeti, bu konuda çok manidardır:

"Haberiniz olsun ki, Allah sizlere muhakkak şunları emrediyor: Biri emânetleri ehline vermeniz, biri de insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hareket etmenizdir Allah size ne güzel öğüt veriyor (Her halde bu emirleri tutmalısınız) Zira şüphesiz ki, Allah verdiğiniz kararları işitir ve emânetler hakkında yaptıklarınızı görür"

Hz Rasûlullah’in (SAV) "Emaneti ehline ver ve sana hainlik edene hıyanetle mukabele etme" hadisi de, bu mânâyı teyid etmektedir

Osmanlı Devleti’nin yükselme devrini tetkik edenler, neden kısa bir zamanda dünya devleti haline geldiğini ve salâhat ile maharete ne derece riâyet ettiklerini çok iyi bilirler Rumeli’deki Sırp, Macar ve muhtelif kavimlerin kendi arzuları ile neden Osmanlı hâkimiyetini tercih ettiklerinin sebebini, hakperest ve cesur padişah Yavuz kadar Zenbilli Ali Efendi’de ve Muhteşem Süleyman kadar Osmanlı hukuk âbidesi Ebûssuud’da da aramak icab eder Devleti haricî münâsebetlerde temsil eden nişancıların, diplomatik ve diplomasi ilminin mütehassısları ve kazaskerlerden titizlikle seçildiğini müşahede edince; Kanuni’nin sadrazamının dilinden bir sadrazamın nasıl olması gerektiğini yine onun kaleme aldığı "Asâfnâme"den ibretle okuyunca ve bakanlar kurulu demek olan Divan-ı Hümâyun’un "hâcegân-ı divan" olmadan toplanmadığını kanunnâmelerden öğrenince, Osmanlı Padişahlarının neden ve nasıl zaferden zafere at koşturduğunu daha iyi anlıyoruz

Osmanlı Devleti’nin duraklamasında ve gerilemesinde, ehil olmayan insanların göreve getirilişinin yattığını çok iyi idrâk eden Osmanlı Padişahı, vezir-i a’zamına bu hakikati, bir tayin fermanı münâsebetiyle şöyle ifade ediyor:

"Benim Vezirim, Tezkireciiik görevi için, ehliyetli bir kaç adayı düşünerek seçip, bana arzet Önce kendi devlet adamlarımızı terbiye etmeyip, her birinde türlü türlü uygunsuz tavırlar varken, başkalarını terbiye etmeye yüzümüz kalmıyor Ben senin kimseye iltimas yapmayacağını biliyorum Gerek bu çeşit fiillere ve gerek tamah ve rüşvete cesaret edenleri, niçin tarafıma ifade etmezsin? Hep "benden olmasın" diye diye devletimiz bu hale geldi Bundan sonra vâkıf olduğun kötü hareket her kimden zuhur ederse, tarafıma bildiresin İşte sana tenbih ediyorum"

7) Bütün bu sebeplerin etkisiyle, yükseliş dönemindeki Osmanlı idaresinde suiistimal, sefâhet, israf ve gayr-i meşru masraflar, vatandaşa zulüm ve benzeri kötülüklerin olmayışı, Osmanlı Devleti’ni kısa zamanda yükseltmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla