Yalnız Mesajı Göster

Siyaset Ve Yabancılaşma

Eski 10-09-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Siyaset Ve Yabancılaşma



Bağımsız: Siyaset felsefesinde başka bir ülkenin veya ülkelerin yönetimi veya denetimi altında olmayan ülke; işlerini başka bir devlet organına bağlı kalmadan yürüten devlet organını niteler
Hukuk, Adalet: Bir toplumda, değerlerin, ilkelerin, ideallerin, erdemlerin cisimleşmiş, somutlaşmış, hayata geçirilmiş olması durumu Herkesin hak ettiği ödül ya da cezayla karşılaşması hali
Adalet en yüce, nesnel ve mutlak bir değerin anlatımı olarak, insanın davranışını ahlâki açıdan inceleyen ve eleştiren bir düşünce, hakka ve doğruluğa saygıyı temele alan ahlâk ilkesi, doğruluk, dürüstlük, tarafsızlık, uygun ve doğru muamele biçiminde karşımıza çıkar Bu çerçeve içinde, adalet bir kimsenin haklarıyla başkalarının (toplumun, halkın, hükümetin ya da bireylerin) hakları arasında bir uyumun bulunması hali, hak ve hukuka uygun olma durumu, devletin farklı, hatta karşıt çıkarları olan insanlar arasında hakka uygun bir denge oluşturması durumu olarak anlaşılır
Adalet kavramı, hem 1 bireysel ve hem de 2 toplumsal bir düzlemde ele alınabilir Buna göre, birinci anlamda adalet, bireylerin bir özelliği olarak adil olma veya adil davranmayı ifade eder Bu bağlamda adalet, insanların vicdanlarında yer etmiş bulunan, ondan kaynaklanan nesnel bir değer olmak durumundadır İster toplumsal, ister ekonomik olsun, nesnel bir durumun değil de, bireysel bir eylemin özelliği olarak ortaya çıkan adalet, usulî adalet veya kural adaleti olarak bilinir
Burada adalet, bir toplumun veya durumun özelliği olarak görülmediği için, yalnızca bireylerin eylemleri adil eylemler olarak görülebilir Buna göre, bir eylem, başkalarının haklarını etkilediği durumlarda, ancak ve ancak bu haklara saygı göstermek suretiyle gerçekleştirildiği takdirde, adildir Başka bir deyişle, eylemler mülkiyet haklarını koruyan ve sözleşmelerin yapılmasında sahtekarlık ve güç kullanımını yasaklayan genel kurallarla uyumlu iseler, adildirler
Nitekim, görüşleri bu yaklaşım içine dahil edilebilecek olan çağdaş düşünürlerden F A Hayek’e göre, bireysel eylemlere uygulanabilecek bir terim olan adalet, somut sonuçlarla değil de, eylemlere rehberlik eden kurallarla ilişkilidir Bir eylemin adil olup olmadığı, o eylemin etkilediği taraflara sağladığı somut sonuçlara değil de, eylemin belirli kurallara uyarak yapılıp yapılmadığına bakmak suretiyle belirlenir Hayek’in söz konusu davranış kurallarına verdiği ad, adil davranış kurallarıdır Bu kurallar soyut ve genel olup, belirli kişilere karşı baştan olumlu veya olumsuz bir tavır takınmaz Adil davranış kurallarının belli başlıları ise, özel mülkiyete saygı, mülkiyetin rıza ile el değiştirmesi, sözleşmelere uyulması, hile ve zora başvurulmaması gibi olumsuz kurallardır İşte bu kurallara riayet eden eylemler, Hayek’e göre, kim için ve nasıl bir sonuç doğurursa doğursun, adil olmak durumundadır
Buna karşın ikinci anlamda adalet, toplumsal bir düzlemde, ve bireylerin eylemlerinin değil de, toplumsal bir durumun özelliği olarak ortaya çıkar Bu çerçeve içinde adalet, kendisini iki şekilde gösterir Bunlardan birincisi olan ve kuralların uygulanmasındaki tarafsızlık ve yeknesaklığı ifade eden adalete, formel adalet adı verilir Buna karşın, bir toplumun, belli bir adalet ölçütüne uygun olduğu, yani toplumdaki kaynaklar ve malların dağılımı önceden saptanmış bir ahlâki ölçüt ya da ilkeye uygun düştüğü takdirde adil olduğunu söyleyen adalet anlayışına sosyal adalet veya dağıtıcı adalet adı verilir Söz konusu adaletin temel ilkeleri ise, sırasıyla a) herkese ihtiyacına göre, b) herkese değerine göre, c) herkese hak ettiğine göre, d) herkese yaptığı anlaşmaya göre ilkeleridir
Yasa: 1- Şeyleri belirlediği kabul edilen ilke; doğal olayları birbiri etme bağlayan zorunlu ilişkiyi ortaya koyan genel prensip Doğadaki olaylar arasında hüküm süren sürekli ilişki 2- Bir bütünü meydana getiren öğelerin işleyişini yöneten zorunlu ve sürekli bağıntı
3- Toplumsal yaşamı ve insan eylemlerini düzenleyen normlar, kurallar; belli bir otoriteye dayanılarak konan ve birtakım yaptırımlarla desteklenen ilkeler bütünü
Bu bağlamda, Tanrı tarafından konan ve vahiy yoluyla insanlara bildirilen, insanların birbirleriyle ve yaratıcılarıyla olan ilişkilerini düzenleyen yasaya tanrısal yasa denmektedir Buna karşın, insan iradesinin insana tüm insanlar için geçerli olacak şekilde buyurduğu evrensel ahlâk kuralları bütününe ahlâk yasası, bir toplumda yasama organı tarafından çıkarılan, toplumsal yaşamı ve insan etkinliklerini düzenlemeyi, denetlemeyi amaçlayan bağlayıcı kurallara hukuk yasa, doğal olaylar arasındaki sürekli ve düzenli ilişkilere doğa yasası, doğa bilimlerinin konu aldığı sürekli düzenliliklere de bilimsel yasa adı verilmektedir
Bu bağlamda, en iyi bilinen ve en çok kullanılan açıklama türü olarak, açıklanma ihtiyacı duyan nesne ya da olgunun bir yasaya uyduğunu göstermekten oluşan açıklama türüne yasayla açıklama adı verilir Bu anlayışa göre, örneğin, bir parçası suya batırılmış olan bir sopa Snellin kırılma yasası temele alınarak, bir gezegenin konumu Kepler’in birinci ya da ikinci yasasına göre açıklanabilir
Meşruiyet: Siyaset biliminde, politik bir sisteme, devlete veya hükümete itaat edilip edilmemek, bir teoriyi benimseyip benimsememek gerektiğini belirleyen durum Siyasi iktidarın sadece kurumsallaşmasına değil, fakat aynı zamanda ahlâki bakımdan temellendirilmesine imkan veren süreç
Politik sistemlerle ilgili sınıflamaların çeşitli siyasi meşruiyet türlerine bağlı tipolojilere dayandığı dikkate alınırsa, tek tek her politik sistemi kurumsallaştıran ve temellendiren birtakım ilke veya süreçlerin olması anlaşılır bir şeydir Ya da başka türlü ifade edildiğinde, bir teori ya da politik sistemin meşruiyetinden söz etmek, ona- otorite kazandıran, şeyden konuşmak anlamına gelir Örneğin Marksizm, toplumun bir parçasının diğer parçası üzerinde hakimiyet kurmasına göz yuman ideolojilerin tam tersine, kendisini bilimsel ilkelere dayanan bilimsel bir teori olarak görür Aynı şekilde, Batı liberal demokrasisi gücünü belirli devredilemez temel hakların sahibi olarak münferit bir bireysel İnsan varlığı anlayışından alır; Batı toplumunun politik sistemi onun bu hakları korumasıyla meşrulaştırılır
Bu bağlamda, politik otoritenin desteğini yitirmesi, kendisini ahlâken temellendirememesi, haklı kılamaması ve birtakım sorunları çözmek isterken bir bunalıma yol açması durumuna meşruiyet bunalımı adı verilir Meşruiyet krizi üzerinde çokça çalışmış olan Frankfurt Okulu teorisyeni Habernas, kapitalist toplumda meşruiyet bunalımına esas ekonomik bunalımın yol açtığını iddia etmiştir Buna göre, kapitalist toplum ekonomik problemlerle başa çıkmak amacıyla, istikrarsız ve değişken bir pazar ekonomisi üzerine istikrarlı bir sosyal düzen inşa etmenin imkansızlığının sonucu olan bir şey olarak, rasyonalite bunalımına yol açar Rasyonalite krizi ise, devletin çatışan talepleri ve karşıtlaşan çıkarları uzlaştıramadığı için meşruiyetini yitirmesini ifade eden bir meşruiyet krizine neden olur Bununla birlikte, devlet farklı çıkarları uzlaştırmada başarıya ulaşırsa, bu kez iş ahlâki ve rekabet dürtüsü, toplumsal bütünlüğü tehlikeye sokan bir güdülenme bunalımına yol açacak şekilde zayıflar
Otokrasi: Anayasal sınırlamaları olmayan Monarşik yönetim tarzı, Stalinist otokrasi örneğinde olduğu gibi, iktidarın sadece tek bir bireyde toplandığı rejim biçimiDemokrasi: Halkın yönetimi, halkın kendi kendisini yönetmesi anlamına gelen siyasi yönetim biçimi Genel olarak, temsil, çoğunluğun yönetimi, partiler arası karşıtlık ve yarışma, alternatif hükümet şansı, kontrol, azınlık haklarına saygı gibi temel kavram ve düşüncelerle belirlenen politik sistem
Genel ifadesini, yöneticilerin yönetilenler tarafından seçilmesi düşüncesinde, yönetimle halk arasındaki ilişkilerin niteliğinde, yurttaşlar arasında ekonomik bakımdan büyük farklılıkların olmaması gerektiği görüşünde bulan, bireylerin doğuştan getirilen, sonradan sağlanan, ırk ya da mezhebe dayalı ayrıcalıkları olmaması gerektiğini savunan, kısacası bir eşitlik fikri, yani toplumdaki iktidar sisteminin, insanlar arasındaki farklılıklara göre değil de, benzerliklere dayanması gerektiği tezi üzerine yükselen yönetim tarzı Eşitli ilkesine dayalı yaşam biçimi
Doğrudan demokrasi olarak bilinen ve siyasal karar alma hakkının, çoğunluk yönetimi usulleri çerçevesinde hareket eden bütün yurttaşlar topluluğu tarafından kullanıldığı yönetim tarzı ya da modeli olarak demokrasi, antik Yunan’da, Atina’da doğmuştur Bununla birlikte, nüfus artışının bir sonucu olarak ve bilgideki uzmanlaşmadan dolayı, doğrudan demokrasiyi belirleyen koşulları ve yurttaşların siyasi karar sürecine katılımı, modern devletlerin siyasal yapılarında gerçekleştirilemez olmuştur
Bundan dolayı, modern demokrasi temsili demokrasi olarak bilinen ve yurttaşların aynı hakkı kişisel olarak değil, seçtikleri, yurttaşlara karşı sorumlu olan temsilciler aracılığıyla kullandıkları yönetim tarzı ya da biçimi, veya liberal ya da anayasal demokrasi olarak bilinen, bütün yurttaşların ifade ve dini inanç özgürlüğü gibi bazı bireysel ve toplu haklarını güvence altına almak üzere, çoğunluk iktidarının belirli anayasal kısıtlamalar çerçevesi içinde uygulandığı yönetim modeli olarak gelişmiştir Bu bağlamda, tüm yurttaşların önemli kararlara etkin bir biçimde katılması anlamında doğrudan olan verilir
Demokrasi paradoksu: Tarihte ilk kez olarak ünlü Fransız düşünürü Jean Jacques Rousseau tarafından ifade edilmiş olan ve hemen herkes tarafından kabul edilen öncüllerden çelişik bir sonuç çıkarsayan paradoks
Rousseau tarafından dile getirilen paradoks, şu adımlardan oluşmaktadır: 1- Demokratik tercihlerin meşruluğuna inanıyor-sam eğer, çoğunluk tarafından seçilen bir politikanın uygulanması gerekir 2- A ve B gibi iki bağdaşmaz politika söz konusudur 3- A politikasının uygulanması, buna karşın B politikasının uygulanmaması gerektiğine inanıyorum ve dolayısıyla oyumu A politikasının lehinde kullanıyorum Fakat, 4- Çoğunluk B’nin lehinde oy kullanıyor Bu alternatiflerden 1 ve 4’e göre, B politikasının uygulanması, 2 ve 3’e göre ise, B politikasının uygulanmaması gerektiğine inanıyorum Bu çelişik sonuç, paradoksa göre, yalnızca, demokratik değerlere bağlılığımın, beni çelişik inançları savunmak durumunda bıraktığı anlamına gelir
Aynı paradoks, yirminci yüzyılda, kendi toplum görüşünü ifade ederken, ünlü bilim ve siyaset felsefecisi Popper tarafından somutlaştırılarak yeniden ifade edilmiştir Buna göre, Popper, demokrasiden yalnızca hükümetlerin yönetilenlerin çoğunluğu tarafından seçilmelerini anlamamak gerektiğini savunur, çünkü demokrasiden yalnızca bu anlaşılırsa eğer, ortaya demokrasi paradoksu çıkar Zira, Popper’a göre, burada, çoğunluğun, özgür kurumlara inanmayan ve iş başına gelince bu türden kurumları çoğunluk yıkan faşist bir partiye ya da Komünist Partisine oy verme olasılığı her zaman söz konusudur
Kendisini çoğunluk oyuyla hükümet alternatifine bağlamış olan bir kimse böyle bir durumda, çözümsüz bir paradoksa düşer Faşist partinin ya da Komunist partisinin başa geçmesini engellemek ilkelerine aykırı hareket etmek anlamına gelir, ama onlar iktidara gelince de, demokrasiye son vereceklerdir
Demokratik sosyalizm: Sosyalizmi hedeflemekle birlikte, ihtilalci komünizmden, meşru yönetim sürecini sadakatle takip etmek ve liberal kapitalizmden sosyalizme barış içinde geçişi amaçlarken, bireyin özgürlüğünü her şeyin üzerinde tutmak bakımından farklılık gösteren antikapitalist felsefe ve hareket
Evrimci bir düşünce ve anlayışı cisimleştiren demokratik ya da liberal sosyalizm, en iyi bir biçimde ihtilalci ya da Marksist komünizmle olan farklılıklarına işaret etmek suretiyle açıklanabilir Buna göre, ihtilalci komünizmin kapitalizmi ihtilalci bir yolla devirmeyi, proletarya diktatörlüğünün hakimiyetini kapitalist ideolojiden en küçük bir iz kalmayıncaya kadar sürdürülmesini amaçladığı yerde, demokratik sosyalizm meşru yönetim sürecini takip eder; kurşun yerine oy pusulası ile sağlanan iktidara talip, iktidarının kaderini halkın hür seçimlerle verilmiş kararına bırakır Yine, ihtilalci komünizmin kişisel tüketim mallarının mülkiyet biçimleri dışında kalan her şeyin kamu mülkiyetinde olması ilkesine dogmatik bir bağlılık sergilediği 9erde, demokratik sosyalizm kamu mülkiyetinin özel mülkiyete üstün olduğu dogmasına pek önem vermez Komünistin, iletişim araçları, eğitim ve propaganda kapitalist statükonun tarafını tuttuğu için, yurttaşları kapitalist sistemin işe yaramaz bir burjuva diktatörlüğü olduğu konusunda ikna etmenin beyhude olduğunu savunduğu yerde, demokratik sosyalist, yurttaşları kapitalizmin işe yaramaz ve adaletsiz bir sistem olduğuna ikna etmeyi bekleyecek sabırlı bir kişidir Zira demokratik sosyalistlere göre, bireylerin özgürlüğü ekonominin sosyalizasyonundan daha önemlidir
Buradan da anlaşılacağı üzere, demokrasinin üstün değerinin, mülkiyetten ziyade özgürlükte yattığını gören demokratik sosyalizm ihtilalci komünizmden farklı olarak otorite karşıtıdır Komünistin gözünde, ister demokratik ya da ister faşist, bütün kapitalist sistemler bir burjuva diktatörlüğünden başka bir şey değildir; komünistler bundan dolayı demokratik sosyalizmin bakış açısıyla kurumlarını diktatörlük gerçeğini gizlemeyen yapmacık oluşumlar ve ikiyüzlülük olarak görürler Bu bakış açısından kapitalizm bir kez diktatörlükle özdeşleştirildiği zaman, değişmenin tek aracının ihtilal, komünizan bir şiddet olduğu mantıksal bir sonuç olarak ortaya çıkar Oysa demokratik sosyalizm, diktatöryal ve demokratik kapitalizm arasında bir ayırım yapar Ona göre, diktatöryal kapitalizm içinden barışçı yolla değiştirilemezse de, bunu demokratik kapitalizmde yapmak mümkündür Dolayısıyla, demokratik sosyalist büyük ağırlıkla kapitalist karakterde işleyen kapitalist ekonomiden sosyalist nitelikteki bir ekonomiye barışçı yolla geçişi amaçlar
Buna göre, komünizm kapitalizm, ihtilal ve komünist diktatörlük gibi üç mutlakla düşünürken, demokratik sosyalizm üç göre kavrama dayanır: Çıkış noktası olarak ağırlığı kapitalist olan bir ekonomi, aşamalı bir geçiş dönemi olarak uzun bir reform süreci ve muhtemel bir hedef olarak da ağırlıkla sosyalistleşmiş bir ekonomi
Demokritos: Sokrates öncesi doğa felsefesinde, atomcu okulun Leukippos’la birlikte kurucusu olan ünlü filozof
Metafiziği: O da Yunan felsefesini meşgul etmiş olan, birlik ile çokluk arasındaki ilişkinin neden meydana geldiği, ve dolayısıyla «neyin gerçekten varolduğu problemi üzerinde yoğunlaşmıştır Ona göre, çokluk, yani doğada varolan tüm nesneler bir şeyden, maddeden meydana gelmişlerdir Demokritos, sözü edilen bu birliği, maddenin, kendilerinin ataman adını vermiş olduğu küçük ve bölünemez parçacıkları olarak tanımlar Onun görüşüne göre, çokluk bir olanın meydana getirdiği farklı ve değişik birleşim ya da düzenlemelerden başka hiçbir şey değildir Doğadaki her şey, maddenin bölünemez parçacıkları olan bu bileşensel öğelere indirgenebilir Bundan dolayı, doğada her ne kadar sayılamayacak kadar çok sayıda şey varolsa bile, bunların hepsi de, son çözümlemede tek bir şey türüne, yani atomlara ya da maddeye indirgenebilir Öyleyse, gerçekten var olan atomlar ya da madde olup, dış dünyadaki çokluk görünüşten başka bir şey değildir
Onun söz konusu materyalist görüşünde, öyleyse, gerçekten varolan atomlar olup, atomların varoluşu kendilerinin içinde hareket edecekleri, onlardan daha az gerçek olmayan boşluğun ya da varolmayanın varoluşunu gerektirir Bu nedenle, çokluk ya da varolanlar, gerçekten varolan atomların boşluk içinde değişik şekillerde bir araya gelişleriyle açıklanmak durumundadır
Atomlar, ezeli ve ebedi olan gerçekliklerdir, yani evrenin yapıtaşları olan, her şeyin kendilerinden meydana geldiği atomlar için oluştan, varlığa geliş ve yok oluştan söz edilemez Dahası atomlar katı olup, bundan dolayı değişmeye de tabi değildirler Demokritos’un atomları yine kavramsal, mantıksal ve fiziki olarak bölünemezdir Onun atomları, modern atom görüşünde olduğu gibi, bir güç merkezi, matematiksel bir nokta olmayıp, yer kaplayan bir parçacıktırYani, atom matematiksel olarak değil de, fiziken bölünemez olan bir birimdir Onların fiziki bakımdan bölünememelerinin nedeni ise, katılıkları ve dolayısıyla, kendi içlerinde boşluk ihtiva etmemeleridir Atomlar, yine sonsuz sayıda olup, kendi içlerinde bir birlik meydana getirirler Onun atomculuğunda, nitelik bakımdan birbirlerinin aynı olan atomlar, birbirlerinden niceliksel bakımdan farklılık gösterirler Diğer bir deyişle, varlığa gelmemiş, başka bir gerçeklikten türememiş, yok edilemez, değişmez ve ezeli-ebedi olan bu atomlar, birbirlerinden şekil ve büyüklük bakımından ayrılırlar Atomların bazıları yuvarlak, bazıları düz, bazıları küre, bazıları küp şeklinde, bazıları gözenekli, diğer bazıları da çengellidir
Birbirlerinden aralarındaki boşlukla ayrılan atomlar, tıpkı harflerin sözcükleri, tümceleri ve bir bütün olarak yazıyı meydana getirmesi gibi, gerçekliğin temel yapı taşları olarak ortaya çıkarlar Gerçekliği meydana getiren tüm cisimler, atomlardan oluşur Onların bir araya gelişleri ve birbirlerinden ayrılışları sonucunda, bileşik cisimler meydana gelir Onları birleştiren ve ayıran, Demokritos’a göre, atomlara dışarıdan bir fail güç tarafından aktarılan hareket değil de, onların özünde varolan harekettir Buna göre, boş mekan içine yayılmış olan atomlar sürekli bir hareket hali içinde olup, onların hareketleri birtakım çarpışmalara yol açar Bu çarpışmalar iki yönlü bir sonuç doğurur: Birbirlerine hiçbir şekilde uymayan atomlar çarpışınca birbirlerinden uzaklaşırlar veya birbirlerine uyan, şekilleri birbirlerine denk düşen atomlar, çarpışma sonucunda birleşip bileşik cisimleri meydana getirirler Bu şekilde oluşan bileşik cisimler, renk, koku, tat, sıcaklık gibi, duyusal niteliklere sahip olurken, atomların kendileri töz bakımından aynı kalır
Dünyamız da, Demokritos’a göre, bu şekilde meydana gelmiştir Atomların ağırlığı olup, onlar boşlukta aşağıya doğru düşerler Daha ağır olanlar daha hızlı düşer, daha hafif olanlar ise, yukarıda kalır Atomların bu hareketi bir çevrintiye yol açar Bu hareketin sonucunda aynı büyüklük, ve ağırlıkta olan benzer atomlar birleşir Ağır atomlar merkeze yığılırken, daha hafif atomlar çevreye doğru fırlar; ağır atomlar merkezde, önce havayı, sonra suyu ve daha sonra da toprağı meydana getirirken, çevreye doğru fırlayan atomlar eteri meydana getirir
Bilgi Görüşü: Demokritos’a göre, ruh da atomlardan oluşur Şu farkla ki, başka türden iki atom arasına bir ruh atomu gelecek şekilde bütün bir bedene yayılan ruh atomları, daha ince, düz, ve yuvarlaktırlar
Bilgi de, doğal olaylar gibi, atomlar arasındaki vurma ve çarpışma olaylarının özel bir türünden başka bir şey değildir Buna göre, algılanabilen cisimlerden çıkan birtakım akıntılar daha sonra duyu organlarına gelerek, onlara çarpar ve orada bir suret, imge meydana getirirler Bununla birlikte, Demokritos, tüm materyalizmine karşın, algının bilgi vermediğini, bizi yalnızca görünüşlere, varolanların ikincil niteliklerine götürdüğünü savunmuştu Bilginin iki yolunu birbirinden ayıran Demokritos’a göre, algısal bilgi, görünüşlerin, gerçekte varolmayan ikincil niteliklerin bilgisini verdiği için, aşağı türden bir bilgi olmak durumundadır Bizim farklı cisimlere yüklediğimiz renk, ses, koku ve tat gibi duyusal nitelikler, cisimlerin bizzat kendilerinde olmayıp, yalnızca atomların çeşitli birleşimlerinin duyu organlarımız üzerindeki etkileridir Atomların katılık, büyüklük, şekil gibi birincil niteliklerinin dışında, başka hiçbir nitelikleri yoktur Bize yalnızca görünüşü veren, varolanların birincil niteliklerine hiçbir şekilde ulaşamayan duyu algısı, şeylere ilişkin gerçek bir bilgi sağlayamaz
Demokritos bizim atomları, gerçekte oldukları şekliyle algılayamadığımızı öne sürer; bununla birlikte, biz onları düşünebiliriz Algıların, görünüşlerin bittiği yerde başlayan düşünce ya da entellektüel sezgi, varlığın bizzat kendisine, atoma ulaşır O da, kendisinden önceki tüm diğer Yunan filozofları gibi, bir rasyonalisttir
Demokrasi: Halkın yönetimi, halkın kendi kendisini yönetmesi anlamına gelen siyasi yönetim biçimi Genel olarak, temsil, çoğunluğun yönetimi, partiler arası karşıtlık ve yarışma, alternatif hükümet şansı, kontrol, azınlık haklarına saygı gibi temel kavram ve düşüncelerle belirlenen politik sistem
Genel ifadesini, yöneticilerin yönetilenler tarafından seçilmesi düşüncesinde, yönetimle halk arasındaki ilişkilerin niteliğinde, yurttaşlar arasında ekonomik bakımdan büyük farklılıkların olmaması gerektiği görüşünde bulan, bireylerin doğuştan getirilen, sonradan sağlanan, ırk ya da mezhebe dayalı ayrıcalıkları olmaması gerektiğini savunan, kısacası bir eşitlik fikri, yani toplumdaki iktidar sisteminin, insanlar arasındaki farklılıklara göre değil de, benzerliklere dayanması gerektiği tezi üzerine yükselen yönetim tarzı Eşitli ilkesine dayalı yaşam biçimi
Doğrudan demokrasi olarak bilinen ve siyasal karar alma hakkının, çoğunluk yönetimi usulleri çerçevesinde hareket eden bütün yurttaşlar topluluğu tarafından kullanıldığı yönetim tarzı ya da modeli olarak demokrasi, antik Yunan’da, Atina’da doğmuştur Bununla birlikte, nüfus artışının bir sonucu olarak ve bilgideki uzmanlaşmadan dolayı, doğrudan demokrasiyi belirleyen koşulları ve yurttaşların siyasi karar sürecine katılımı, modern devletlerin siyasal yapılarında gerçekleştirilemez olmuştur
Bundan dolayı, modern demokrasi temsili demokrasi olarak bilinen ve yurttaşların aynı hakkı kişisel olarak değil, seçtikleri, yurttaşlara karşı sorumlu olan temsilciler aracılığıyla kullandıkları yönetim tarzı ya da biçimi, veya liberal ya da anayasal demokrasi olarak bilinen, bütün yurttaşların ifade ve dini inanç özgürlüğü gibi bazı bireysel ve toplu haklarını güvence altına almak üzere, çoğunluk iktidarının belirli anayasal kısıtlamalar çerçevesi içinde uygulandığı yönetim modeli olarak gelişmiştir Bu bağlamda, tüm yurttaşların önemli kararlara etkin bir biçimde katılması anlamında doğrudan olan verilir
Demokrasi paradoksu: Tarihte ilk kez olarak ünlü Fransız düşünürü Jean Jacques Rousseau tarafından ifade edilmiş olan ve hemen herkes tarafından kabul edilen öncüllerden çelişik bir sonuç çıkarsayan paradoks
Rousseau tarafından dile getirilen paradoks, şu adımlardan oluşmaktadır: 1- Demokratik tercihlerin meşruluğuna inanıyor-sam eğer, çoğunluk tarafından seçilen bir politikanın uygulanması gerekir 2- A ve B gibi iki bağdaşmaz politika söz konusudur 3- A politikasının uygulanması, buna karşın B politikasının uygulanmaması gerektiğine inanıyorum ve dolayısıyla oyumu A politikasının lehinde kullanıyorum Fakat, 4- Çoğunluk B’nin lehinde oy kullanıyor Bu alternatiflerden 1 ve 4’e göre, B politikasının uygulanması, 2 ve 3’e göre ise, B politikasının uygulanmaması gerektiğine inanıyorum Bu çelişik sonuç, paradoksa göre, yalnızca, demokratik değerlere bağlılığımın, beni çelişik inançları savunmak durumunda bıraktığı anlamına gelir
Aynı paradoks, yirminci yüzyılda, kendi toplum görüşünü ifade ederken, ünlü bilim ve siyaset felsefecisi Popper tarafından somutlaştırılarak yeniden ifade edilmiştir Buna göre, Popper, demokrasiden yalnızca hükümetlerin yönetilenlerin çoğunluğu tarafından seçilmelerini anlamamak gerektiğini savunur, çünkü demokrasiden yalnızca bu anlaşılırsa eğer, ortaya demokrasi paradoksu çıkar Zira, Popper’a göre, burada, çoğunluğun, özgür kurumlara inanmayan ve iş başına gelince bu türden kurumları çoğunluk yıkan faşist bir partiye ya da Komünist Partisine oy verme olasılığı her zaman söz konusudur
Kendisini çoğunluk oyuyla hükümet alternatifine bağlamış olan bir kimse böyle bir durumda, çözümsüz bir paradoksa düşer Faşist partinin ya da Komunist partisinin başa geçmesini engellemek ilkelerine aykırı hareket etmek anlamına gelir, ama onlar iktidara gelince de, demokrasiye son vereceklerdir
Demokratik sosyalizm: Sosyalizmi hedeflemekle birlikte, ihtilalci komünizmden, meşru yönetim sürecini sadakatle takip etmek ve liberal kapitalizmden sosyalizme barış içinde geçişi amaçlarken, bireyin özgürlüğünü her şeyin üzerinde tutmak bakımından farklılık gösteren antikapitalist felsefe ve hareket
Evrimci bir düşünce ve anlayışı cisimleştiren demokratik ya da liberal sosyalizm, en iyi bir biçimde ihtilalci ya da Marksist komünizmle olan farklılıklarına işaret etmek suretiyle açıklanabilir Buna göre, ihtilalci komünizmin kapitalizmi ihtilalci bir yolla devirmeyi, proletarya diktatörlüğünün hakimiyetini kapitalist ideolojiden en küçük bir iz kalmayıncaya kadar sürdürülmesini amaçladığı yerde, demokratik sosyalizm meşru yönetim sürecini takip eder; kurşun yerine oy pusulası ile sağlanan iktidara talip, iktidarının kaderini halkın hür seçimlerle verilmiş kararına bırakır Yine, ihtilalci komünizmin kişisel tüketim mallarının mülkiyet biçimleri dışında kalan her şeyin kamu mülkiyetinde olması ilkesine dogmatik bir bağlılık sergilediği 9erde, demokratik sosyalizm kamu mülkiyetinin özel mülkiyete üstün olduğu dogmasına pek önem vermez Komünistin, iletişim araçları, eğitim ve propaganda kapitalist statükonun tarafını tuttuğu için, yurttaşları kapitalist sistemin işe yaramaz bir burjuva diktatörlüğü olduğu konusunda ikna etmenin beyhude olduğunu savunduğu yerde, demokratik sosyalist, yurttaşları kapitalizmin işe yaramaz ve adaletsiz bir sistem olduğuna ikna etmeyi bekleyecek sabırlı bir kişidir Zira demokratik sosyalistlere göre, bireylerin özgürlüğü ekonominin sosyalizasyonundan daha önemlidir
Buradan da anlaşılacağı üzere, demokrasinin üstün değerinin, mülkiyetten ziyade özgürlükte yattığını gören demokratik sosyalizm ihtilalci komünizmden farklı olarak otorite karşıtıdır Komünistin gözünde, ister demokratik ya da ister faşist, bütün kapitalist sistemler bir burjuva diktatörlüğünden başka bir şey değildir; komünistler bundan dolayı demokratik sosyalizmin bakış açısıyla kurumlarını diktatörlük gerçeğini gizlemeyen yapmacık oluşumlar ve ikiyüzlülük olarak görürler Bu bakış açısından kapitalizm bir kez diktatörlükle özdeşleştirildiği zaman, değişmenin tek aracının ihtilal, komünizan bir şiddet olduğu mantıksal bir sonuç olarak ortaya çıkar Oysa demokratik sosyalizm, diktatöryal ve demokratik kapitalizm arasında bir ayırım yapar Ona göre, diktatöryal kapitalizm içinden barışçı yolla değiştirilemezse de, bunu demokratik kapitalizmde yapmak mümkündür Dolayısıyla, demokratik sosyalist büyük ağırlıkla kapitalist karakterde işleyen kapitalist ekonomiden sosyalist nitelikteki bir ekonomiye barışçı yolla geçişi amaçlar
Buna göre, komünizm kapitalizm, ihtilal ve komünist diktatörlük gibi üç mutlakla düşünürken, demokratik sosyalizm üç göre kavrama dayanır: Çıkış noktası olarak ağırlığı kapitalist olan bir ekonomi, aşamalı bir geçiş dönemi olarak uzun bir reform süreci ve muhtemel bir hedef olarak da ağırlıkla sosyalistleşmiş bir ekonomi
Demokritos: Sokrates öncesi doğa felsefesinde, atomcu okulun Leukippos’la birlikte kurucusu olan ünlü filozof
Metafiziği: O da Yunan felsefesini meşgul etmiş olan, birlik ile çokluk arasındaki ilişkinin neden meydana geldiği, ve dolayısıyla «neyin gerçekten varolduğu problemi üzerinde yoğunlaşmıştır Ona göre, çokluk, yani doğada varolan tüm nesneler bir şeyden, maddeden meydana gelmişlerdir Demokritos, sözü edilen bu birliği, maddenin, kendilerinin ataman adını vermiş olduğu küçük ve bölünemez parçacıkları olarak tanımlar Onun görüşüne göre, çokluk bir olanın meydana getirdiği farklı ve değişik birleşim ya da düzenlemelerden başka hiçbir şey değildir Doğadaki her şey, maddenin bölünemez parçacıkları olan bu bileşensel öğelere indirgenebilir Bundan dolayı, doğada her ne kadar sayılamayacak kadar çok sayıda şey varolsa bile, bunların hepsi de, son çözümlemede tek bir şey türüne, yani atomlara ya da maddeye indirgenebilir Öyleyse, gerçekten var olan atomlar ya da madde olup, dış dünyadaki çokluk görünüşten başka bir şey değildir
Onun söz konusu materyalist görüşünde, öyleyse, gerçekten varolan atomlar olup, atomların varoluşu kendilerinin içinde hareket edecekleri, onlardan daha az gerçek olmayan boşluğun ya da varolmayanın varoluşunu gerektirir Bu nedenle, çokluk ya da varolanlar, gerçekten varolan atomların boşluk içinde değişik şekillerde bir araya gelişleriyle açıklanmak durumundadır
Atomlar, ezeli ve ebedi olan gerçekliklerdir, yani evrenin yapıtaşları olan, her şeyin kendilerinden meydana geldiği atomlar için oluştan, varlığa geliş ve yok oluştan söz edilemez Dahası atomlar katı olup, bundan dolayı değişmeye de tabi değildirler Demokritos’un atomları yine kavramsal, mantıksal ve fiziki olarak bölünemezdir Onun atomları, modern atom görüşünde olduğu gibi, bir güç merkezi, matematiksel bir nokta olmayıp, yer kaplayan bir parçacıktırYani, atom matematiksel olarak değil de, fiziken bölünemez olan bir birimdir Onların fiziki bakımdan bölünememelerinin nedeni ise, katılıkları ve dolayısıyla, kendi içlerinde boşluk ihtiva etmemeleridir Atomlar, yine sonsuz sayıda olup, kendi içlerinde bir birlik meydana getirirler Onun atomculuğunda, nitelik bakımdan birbirlerinin aynı olan atomlar, birbirlerinden niceliksel bakımdan farklılık gösterirler Diğer bir deyişle, varlığa gelmemiş, başka bir gerçeklikten türememiş, yok edilemez, değişmez ve ezeli-ebedi olan bu atomlar, birbirlerinden şekil ve büyüklük bakımından ayrılırlar Atomların bazıları yuvarlak, bazıları düz, bazıları küre, bazıları küp şeklinde, bazıları gözenekli, diğer bazıları da çengellidir
Birbirlerinden aralarındaki boşlukla ayrılan atomlar, tıpkı harflerin sözcükleri, tümceleri ve bir bütün olarak yazıyı meydana getirmesi gibi, gerçekliğin temel yapı taşları olarak ortaya çıkarlar Gerçekliği meydana getiren tüm cisimler, atomlardan oluşur Onların bir araya gelişleri ve birbirlerinden ayrılışları sonucunda, bileşik cisimler meydana gelir Onları birleştiren ve ayıran, Demokritos’a göre, atomlara dışarıdan bir fail güç tarafından aktarılan hareket değil de, onların özünde varolan harekettir Buna göre, boş mekan içine yayılmış olan atomlar sürekli bir hareket hali içinde olup, onların hareketleri birtakım çarpışmalara yol açar Bu çarpışmalar iki yönlü bir sonuç doğurur: Birbirlerine hiçbir şekilde uymayan atomlar çarpışınca birbirlerinden uzaklaşırlar veya birbirlerine uyan, şekilleri birbirlerine denk düşen atomlar, çarpışma sonucunda birleşip bileşik cisimleri meydana getirirler Bu şekilde oluşan bileşik cisimler, renk, koku, tat, sıcaklık gibi, duyusal niteliklere sahip olurken, atomların kendileri töz bakımından aynı kalır
Dünyamız da, Demokritos’a göre, bu şekilde meydana gelmiştir Atomların ağırlığı olup, onlar boşlukta aşağıya doğru düşerler Daha ağır olanlar daha hızlı düşer, daha hafif olanlar ise, yukarıda kalır Atomların bu hareketi bir çevrintiye yol açar Bu hareketin sonucunda aynı büyüklük, ve ağırlıkta olan benzer atomlar birleşir Ağır atomlar merkeze yığılırken, daha hafif atomlar çevreye doğru fırlar; ağır atomlar merkezde, önce havayı, sonra suyu ve daha sonra da toprağı meydana getirirken, çevreye doğru fırlayan atomlar eteri meydana getirir
Bilgi Görüşü: Demokritos’a göre, ruh da atomlardan oluşur Şu farkla ki, başka türden iki atom arasına bir ruh atomu gelecek şekilde bütün bir bedene yayılan ruh atomları, daha ince, düz, ve yuvarlaktırlar
Bilgi de, doğal olaylar gibi, atomlar arasındaki vurma ve çarpışma olaylarının özel bir türünden başka bir şey değildir Buna göre, algılanabilen cisimlerden çıkan birtakım akıntılar daha sonra duyu organlarına gelerek, onlara çarpar ve orada bir suret, imge meydana getirirler Bununla birlikte, Demokritos, tüm materyalizmine karşın, algının bilgi vermediğini, bizi yalnızca görünüşlere, varolanların ikincil niteliklerine götürdüğünü savunmuştu Bilginin iki yolunu birbirinden ayıran Demokritos’a göre, algısal bilgi, görünüşlerin, gerçekte varolmayan ikincil niteliklerin bilgisini verdiği için, aşağı türden bir bilgi olmak durumundadır Bizim farklı cisimlere yüklediğimiz renk, ses, koku ve tat gibi duyusal nitelikler, cisimlerin bizzat kendilerinde olmayıp, yalnızca atomların çeşitli birleşimlerinin duyu organlarımız üzerindeki etkileridir Atomların katılık, büyüklük, şekil gibi birincil niteliklerinin dışında, başka hiçbir nitelikleri yoktur Bize yalnızca görünüşü veren, varolanların birincil niteliklerine hiçbir şekilde ulaşamayan duyu algısı, şeylere ilişkin gerçek bir bilgi sağlayamaz
Demokritos bizim atomları, gerçekte oldukları şekliyle algılayamadığımızı öne sürer; bununla birlikte, biz onları düşünebiliriz Algıların, görünüşlerin bittiği yerde başlayan düşünce ya da entellektüel sezgi, varlığın bizzat kendisine, atoma ulaşır O da, kendisinden önceki tüm diğer Yunan filozofları gibi, bir rasyonalisttir
Yönetim: Gerek belirli bir birim ya da düzeyde, örneğin ulusal, bölgesel ya da yerel düzlemde, otoriteye sahip olan bütün veya yapıyı, gerekse bütün bir anayasal sistemi tanımlamak için kullanılan terim
Demokrasi, otokrasi ve diktatörlük gibi farklı yönetim biçimleri vardır
İktidar: 1- Genel olarak, eylemde bulunma, bir şeyler yapabilme doğal gücü ya da yeteneği 2- Etkide ya da eylemde bulunma imkanı veren hukuki, siyasi ya da ahlâki güç Formel olarak, A’nın B’yi, B’nin yapmayı tercih etmediği bir şeyi yapmaya zorlama gücü ya da kudreti 3- Devlet yönetimini elinde bulunduranların, bir toplumu yönetenlerin siyasi, hukuki ve fiili gücü 4- Yönetenlerin, yönetme yetkisini elinde bulunduranların kendileri, hükümet
Bir toplumun varolduğu her yerde, yönetici bir gücün, siyasi bir iktidarın varoluşu doğal ve anlaşılır bir şeydir İnsanlık bu durumu ya da olayı, siyasi meşruiyet veya egemenlik teorileri yoluyla her zaman haklılandırmaya ve doğal halinden toplum sözleşmesi yoluyla toplum haline geçişle açıklamaya çalışmış veya Marksizmin yaptığı gibi, bunu bir sınıfın iktisadi egemenliğinin bir yansıması olarak değerlendirmiştir
Öte yandan, iktidarın tarih içinde çok büyük bir dönem boyunca monarşik bir yapı arz ettiği, tek elde toplanmış olduğu bilinir Modern dönemde, mutlakiyetçiliğe karşı verilen uzun süreli mücadelelerin ardından, iktidarın çok çeşitli işlevleri, onun kötüye kullanılmasını önlemek maksadıyla, birbirinden ayrılmıştır Kuvvetler ayrılığı olarak bilinen bu ilkeye göre, yasama kuvveti yasaları yapar, yürütme organı (hükümet) yasaları uygular, yargı da yasaların uygulanmasından kaynaklanan anlaşmazlıkları çözer
Siyasi düşüncenin tarihi, bugün iktidar gerçeğinin birbirlerini tamamlayan iki farklı düzeyde ele alınabileceğini ortaya koymaktadır Bunlardan birincisi, farklı sosyal güçler arasında göreli bir denge sağlayan önlemlerin tümü, yetkilerin kullanımıyla ilgilidir Bu bağlamda, klasik iktidar analizi toplumsal yaşamın özelliklerine karar vermenin kim tarafından ve hangi amaçlarla saptanabileceğini saptamak amacıyla ilkeler düzeyinde gelişmiş ve iktidarın meşruiyeti problemi ele alınırken, sorun çıkar sorunu olarak vazedilmiştir Bu durumda iktidar, genel çıkarı sağlamak için siyasi olarak kurulan organları tanımlar Söz konusu yaklaşım, hukuki, siyasi ve temsille ilgilenen bir yaklaşım olup, iktidarı yasaklar ve çıkarlar çerçevesinde ele alırken, iktidarın bastırıcı fonksiyonunu öne çıkarır
Buna karşın, ikinci düzey analizini iktidarın fonksiyonel niteliği üzerinde yoğunlaştırır, bir sosyo-ekonomik yapıda bireyleri toplumla bütünleştirmeye ve programlamaya yarayan iktidar uygulama yöntemleri üzerinde yoğunlaşır Söz konusu düzey, yaklaşım ya da analiz türü iktidarın çoğulcu görünümüne ağırlık verirken, iktidarı belirli kurumlarla sınırlanmış bir şey olarak değil de, aile, okul, ordu, vb, sosyal birimleri meydana getiren hiyerarşik ilişkilerin her aşamasında uygulanan yaygın bir şey olarak görür Hal böyle olunca da, iktidarı çıkar, yasak ve baskı çerçevesi içinde kavramak yerine, onu iktidar mekanizmalarını yaratabilecekleri olumlu etkiler dizisi içine yerleştirmek suretiyle anlamak gerekir Bu ikinci yaklaşımın günümüzdeki en önemli temsilcisi ünlü Fransız düşünürü Michel Fucault ‘dur
İktidar seçkinleri: Ünlü Amerikalı sosyolog Wright Mills’in modern Amerikan toplumunda iktidarı elinde bulunduran, siyasi liderler, endüstri patronları ve askeri liderleri tanımlamak için kullandığı terim Bu üçlü küme, iktidarlarının temeli saisadi olmadığı için, yönetici sınıf olmaktan ziyade, bir iktidar seçkinleri kümesi oluşturur
Devlet: Toplumu yöneten kurallar ve yasalar yaratma otoritesine sahip bir ayrı bir kurumlar kümesi Demokrasilerde hükümetlerin gelip gittikleri dikkate alınırsa, salt hükümete eşdeğer olmadığı gibi, iktisat, okullar, toplum örgütleri benzeri örgütlü ve sürekli kurum ve davranış pratiklerinin bütün bir alanı olarak sivil topluma da karşıt olan bütünsel politik sistem
Devletin varlığı için zorunlu olan öğeler, sırasıyla insan topluluğu, ülke ya da toprak bütünlüğü ve egemenliktir İnsan öğesi, belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve devleti kuran insan topluluğudur Söz konusu insan topluluğunun üzerinde yaşadığı toprak parçasına ise ülke denir Bu toprak parçası doğal ya da yapay (bir anlaşma ile çizilmiş) sınırlarla, komşulardan ayrılır Buna karşın, egemenlik, devletin hukuki düzenini belirleyen en yüksek otorite ve üstün iradedir
Bu bağlamda, başka hiçbir devlet ile bağımlılık ilişkisi içinde olmayan devlete egemen devlet, çoğunluk zorla kabul ettirilen bir bağımlılık ilişkisi nedeniyle başka bir devletin buyruğu altındaki devlete yarı egemen devlet, hukukun üstünlüğü ilkesine her koşul altında bağlı kalan devlete hukuk devleti; kendini hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağlamayan devlete polis devleti; salt güvenlik, savunma ve adalet gibi klasik görevlerini yerine getirmekle yetinip, iktisadi ve toplumsal yaşamda etkin bir rol oynamayan devlete jandarma devleti; klasik işlevlerinin ötesinde, toplumsal eşitsizlikleri azaltmak amacıyla, iktisadi ve sosyal hayata etkin bir biçimde katılan devlete sosyal devlet, belli bir ideoloji adına bireysel ve toplumsal faaliyet alanları üzerinde mutlak ve bütünsel bir denetim ve baskı uygulayan devlete totaliter devlet, iktisadi ve siyasi liberalizmin bütün ilke ve unsurlarına riayet eden devlete ise liberal devlet adı verilmektedir Nihayet, dini bir hareket ya da otoriteyle hiçbir bağı olmayan devlete ise, laik devlet denir
Modern devlet düşüncesine baktığımızda, onun Avrupa’da on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda görülen mutlakiyetçi devletlerin ardından ortaya çıktığını görüyoruz Başka bir deyişle, modern devlet düşüncesi, mutlakiyetçi devletlere ilişkin deneyimler üzerinde düşünmenin ve bu devletlerin otoritesine karşı verilen mücadelenin bir sonucu olmak durumundadır Modern devlet düşüncesi, işte bu bağlamda Batı’da kiliseyle devlet ve devletle halk arasında yaşanan büyük kavga ve mücadelelerden sonra doğabilmiştir Buna göre, modern devlet hem bağımsız ve hem de laik olan kamusal bir güçtür Modern devlet, öncelikle tüm diğer toplumsal güçlerden ve kral ya da devlet memurlarından bağımsız olmak durumundadır Sarayla özdeşleştirilmek ve kralın mülkiyetinde olan bir şey olarak görülmek yerine, modern devlet kraldan bağımsızdır Devlet, ikinci olarak otorite veya işlevinin Tanrı’dan türetilememesi veya yüksek bir amaçtan çıkarsanamaması anlamında laiktir Bu modern devletin eylemlerinin dini ilkeler yoluyla tasdik edilip haklılandırılamayacağı anlamına gelir Şu halde, modern devlet insan tarafından salt insani amaçlarla yaratılmış olup, onun varlığı yine aynı amaçlarla devam ettirilir
Bu bağlamda, modern devletin iki temel ideye dayandığını söyleyebiliriz: O, her şeyden önce, belli bir toprak parçasındaki tüm diğer güç ya da iktidar odaklarının güç kullanımını engelleyen merkezileşmiş bir güçtür Onun iktidarı, bürokrasi, yargı ve askeriye gibi kalıcı ve sürekli kurumlar yoluyla hayata geçirilir Modern devlet, ikincileyin, bir anlaşma ya da sözleşmeye, onu yönetenlerle onun tarafından yönetilenler arasındaki belli bir ilişkiye dayanır
Bu açıdan bakıldığında, modern devlet teorisine, bireyin devletle olan ilişkisiyle ilgilenen egemenlik konusundan başka, devletin gücünün sivil toplumla nasıl bir ilişki içinde olması gerektiği probleminin oluşturduğu genel bağlam içinde yaklaşabileceğimizi söylenebilir Egemenlik söz konusu olduğunda, iki ayrı yaklaşımın ortaya çıktığını görüyoruz 1- Bunlardan birinci yaklaşım, on altıncı yüzyılda Bodin ve on yedinci yüzyılda da Hobbes tarafından sergilenmiş olan mutlak egemenlik görüşünde ifadesini bulur Örneğin, İngiliz düşünürü Thomas Hobbes’a göre, devletin egemenliğinin ilke olarak sınırı olamaz ve devlet kendisinin dışında bir şeyle haklı kılınamaz 2- Buna karşın, ikinci yaklaşım, Locke, Montesquieu, Spinoza ve Kant tarafından benimsenen ve devletin egemenliğine bir sınır koyan yaklaşımdır Bu anlayış, bağımsız bir kamusal güç olarak modern devletin statüsünü veya onun en yüksek otorite olma iddiasını sorgulamaz Fakat devletin, sivil toplum içindeki kurumlardan yalnızca biri olduğunu ve dolayısıyla, devletin bireyler üzerinde tahakküm kuramayacağını ifade eder Her bireyin, kökeni toplumsallık öncesinde bulunan birtakım doğal hakları olduğunu ve bu haklara, bireylerin yaptığı sözleşme sonucunda oluşan devlet tarafından zarar verilemeyeceğini dile getiren bu ikinci yaklaşım, daha çok devletin iktidarına nasıl sınır çekilebileceği konusu üzerinde yoğunlaşır
Öte yandan, devletin gücünün sivil toplumla olan ilişkisi söz konusu olduğu zaman da, iki temel tavır ortaya çıkar Liberalizm içindeki farklı görüşleri ifade eden bu tavırlardan birincisi, devletin sivil topluma tabi olması gerektiğini dile getiren tavır ya da yaklaşımdır Buna karşın, ikincisi devleti, sivil toplumu içermekle birlikte, onu aşan ve onun zararlı etkileriyle mücadele eden bir alan olarak değerlendirir
Devletçilik: Devleti tüm toplumsal görevlerin düzenleyicisi olarak gören, özellikle de ekonomide devletin ekonomiye müdahalesini ve piyasa mal ve hizmetlerini doğrudan bir biçimde üretmesini öngören anlayış özel çıkarları merkezi olarak örgütlemenin üretimi arttıracağı inancına dayalı olarak, devletin görevlerinin yaygınlaştırılmasını ve ekonomi alanına müdahalesini öngören görüş
Sanayi ve ticaret kuruluşlarının, eğitim, kültür, sağlık faaliyetlerinin devletin elinde toplanmasını öğütleyen ve devletin haklarıyla, yetki ve sorumluluklarını, bireyin haklarının aleyhine olacak şekilde genişleten öğreti
Devlet dini: Devleti dünyadaki ilahi düşünce, Tanrı’nın bu dünyadaki yürüyüşü kabul ederken, insanın bütün tinsel gerçekliğini devletten aldığını savunan ünlü 19 yüzyıl Alman filozofu Hegel’in din anlayışı
Devleti özgürlüğün gerçekleşmesi olarak tanımlayan Hegel’e göre, birey hiçbir şey, devlet her şeydir Devletin apaçık, mevcut vakıa olduğunu ve etik hayatı gerçekleştirdiğini, insanoğlunun sahip bulunduğu değere haiz her şeyin Devlet aracılığıyla sahip olunan şeyler olduğunu öne süren Hegel için, devlet dünyada varolan ilahi düşünceden başka hiçbir şey değildir Bu bağlamda, Hegel, her insan varlığında, siyasi otoritenin müdahalesinden bağışık olan bir vicdan alanı bulunduğunu ve devletin insan bireyinin nihai ve en yüksek kaynaklarıyla nefsini tamamen emmemesi gerektiği şeklindeki Musevi ve Hıristiyan tektanrıcılığının temel felsefi ilkesini reddeder Devletin gerçekleşmiş akıl ve ruh, yeryüzündeki ilahi düşünce olması nedeniyle, Hegel’e göre, devletin yasası nesnel ruhun dışavurumudur ve yalnızca yasaya itaat eden kişi özgürdür İnsanın gerçek özgürlüğü devletin ve yasanın rasyonelliğine boyun eğmekten ve kendisini onunla özdeşleştirmekten ibarettir
Devlet felsefesi: Siyaset felsefesinin bir dalını meydana getiren ve toplumsal yaşamla devletin doğuşunu, doğasını ve anlamını araştıran, insanlarla insanların içinde yer aldıkları siyasi örgütlenmeler arasındaki ilişkileri inceleyen felsefe dalı
Devlet felsefesi tarihinde, devlet şu şekillerde anlaşılmıştır: 1- Doğal bir kurum veya organizma olarak Bu yaklaşımın klasik temsilcisi Platon’dur O, devleti büyük ölçekli bir insan ya da organizma, bireyin bir devamı olarak görür ve bu durumun bir sonucu olarak da, sırasıyla akıl, can ve iştihadan oluşan üç parçalı ruh anlayışını aynen devlete yansıtır Buna göre, o devletin temelini insan doğasında bulmaktadır
2- Devletin, yönetimde bulunanlardan ayrı olan, fakat yöneticilerin karar ve ehliyetleriyle gelişmesine katkıda bulundukları bir kurumlar ve hizmetler sistemi olduğunu dile getiren Aristotelesçi devlet anlayışı Bu çerçeve içinde, Aristoteles’te, devletin asıl amacı, yurttaşların maddi bakımdan refaha ulaşmaları, ama daha çok ahlâki bakımdan gelişmeleri ve olgunlaşmalarıdır Devlet, bu amaç için vardır Yani, ona göre, devlet yönetimleri kendi başlarına iyi ya da kötü değildir, ancak söz konusu amacı gerçekleştirebilmesine göre, iyi ya da kötü devlet vardır
3- Yapma bir varlık ve araç olarak devlet Klasik temsilciğini Rousseau, Hobbes ve Locke’un yaptığı bu anlayışa göre, insan mutlak bir özgürlük durumu içinde varolamaz Mutlak bir özgürlük durumunda, insanı dışarıdan belirleyen ve sınırlayan hiçbir güç olamayacağından, her insan neyin iyi olduğuna kendisi karar verir ve kendi çıkarlarını hayata geçirmeye çalışır Bu ise, tam bir çıkar çatışmasına, hatta insanlar arasında bir savaşa yol açar Fakat böyle bir durum, tüm insanlara zarar vereceğinden, insanlar bir araya gelerek, aralarında bir sözleşme yaparlar İnsanlar toplum sözleşmesi adı verilen bir uzlaşma ve anlaşmaya dayanarak, ortak iradelerini temsil edecek bir gücü, kendileri için hakem ve yönetici olarak tayin ederler Buradan da anlaşılacağı gibi, söz konusu anlayışta devletin doğal bir temeli yoktur Bu yaklaşımda devlet, insanları birbirlerine karşı koruyacak ve kendilerini geliştirmelerine imkan verecek bir araç olarak ortaya çıkar
4- Devleti, kendi irade, ehliyet, yeteneği, ve amaçları olup, bir üniversiteye benzetilebilecek cisimleşmiş bir kişi, dünyadaki ilahi düşünce, milli bir ruh olarak gören Hegelci devlet anlayışı Devletin içeriğini milli ruhun meydana getirdiğini öne süren Hegel ‘e göre, milli ruh, din, hukuk, bilim, sanat, sanayi gibi türlü özel alanlara ayrılır
5- Devletin, devleti kontrol edenlerin, gücü elinde bulunduranların çıkar ve tercihlerinden hareketle politikalar üreten bir tür yönetim makinesi olduğunu, toplumdaki egemen sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini dile getiren Marksist devlet görüşü Söz konusu anlayışa göre, devlet sınıflara bölünmüş olan topluma sıkı sıkıya bağlıdır Bu çerçeve içinde devlet, sosyal mücadeleyi, sınıf savaşını yavaşlatan, ona engel olan, ekonomik bakımdan üstün durumda olan, üretim araçlarına sahip bulunan sınıfın baskı aracıdır
Devletin ideolojik aygıtları: Marksist Fransız düşünürü Louis Althusser ‘in eğitim, kilise, kitle iletişim araçları, sendikalar ve hukuk gibi, normalde devlet denetimimin dışında kalıp, özel alana dahil olmakla birlikte, devletin değerlerini aktarma, onun iktidarını pekiştirme ve böylelikle de düzeni koruyarak, kapitalist üretim ilişkilerini sürdürme işlevi gören kurumları tanımlamak için kullandığı deyim
Althusser’e göre, bir devletin, biri baskıcı, diğeri de ideolojik olmak üzere, iki tür aygıtı vardır Bunlardan baskıcı devlet aygıtı bir tane olup, kendisini şiddet yoluyla hayata geçirirken, ideolojik aygıtların bir çoğulluğu söz konusudur ve bunlar ideoloji yoluyla fonksiyon gösterirler Bu, Althusser’e göre kamusal alanla özel alan arasındaki ayırım gerçek bir ayırım olmadığı için, böyledir Nitekim, bu ayırım gerçek ve mutlak bir ayırım olmayıp, burjuva hukukuna özgü içsel ve göstermelik bir ayırım olduğu içindir ki, özel alana aitmiş gibi görünen eğitim, basın, hukuk, sendika, kilise gibi kurumlar, açık ya da örtük, doğrudan ya da dolayımlı bir biçimde, devlet kurumları olarak iş görürler Ve hakim sınıfın, yani burjuvazinin (veya proletaryanın) egemenliğini sürdürmesini güvence altına alarak, kapitalist üretim ilişkilerinin ve devlet iktidarının pekişmesine hizmet ederler Althusser buradan yalnızca, tek bir sonucun çıktığını öne sürmüştür: Ya burjuvazi ya da proletarya diktatörlüğü
Tüketim toplumu: Modern ya da çağdaş toplumlar için kullanılan ve bu toplumların giderek artan ölçüler içinde tüketim olgusu etrafında örgütlendiğini ya da düzenlendiğini dile getiren deyim
Hemen tümüyle Batı toplumlarını karakterize eden bir terim olarak tüketim toplumu deyimi şu özelliklerin varlığına işaret eder: 1- Tüketim toplumunun üyeleri, tüketim amacıyla, tatillerde ve boş zamanlarını değerlendirmek üzere daha çok para harcamak durumundadırlar 2- Çalışma saatleri yüzyılın başından beri sürekli olarak düşmektedir Bu da, tüketim toplumunun üyelerinin daha fazla boş zamana sahip oldukları anlamına gelir 3- İnsanlar kimliklerini, ürettikleri şeyden ya da işlerinden çok, boş zamanlarındaki faaliyetleriyle, tüketici etkinliklerinden kazanmaktadırlar Gündelik yaşamın estetizasyonundan dolayı, bir yaşam tarzı yaratma, belli bir imge sunma olağanüstü büyük bir önem kazanmıştır ki, bunlardan her ikisi de tüketimle doğrudan ilgilidir


Alıntı Yaparak Cevapla