![]() |
Hüsn ü Aşk, 1-50. Bölüm
Hüsn ü Aşk, 1-50. Bölüm Agâz-ı Dâstân-ı Benî Muhabbet / Benî Muhabbet Hikâyesinin başlangıcı 1. «Dil-zinde-i feyz-i Şems-i Tebrîz / Ney-pâre-i hâme-i şeker-rîz» 1. Tebrizli. Şems'in feyziyle gönlü diri olan ve şekerler döken kamış parçası kalem, 2. «Bu resme koyup beyân-ı aşkı / Söyler bana dâstân-ı aşkı» 2. Aşkı anlatışı bu tarza dökerek bana, aşk destanını söyler: 3. «Kim vardı Arab'da bir kabîle / Mustecmi'-i haslet-i cemîle» 3. Araplarda bütün temiz huylara sahip bir kabile vardı. 4. «Ser-levha-i defter-i fütüvvet / Ser-hayl-i Arab Benî Mahabbet» 4. Fütüvvet defterinin başlığı olan, Arap boylarının başı bulunan bu kabile, «Benî muhabet» yani Sevgioğulları kabilesi idi. 5. «Amma ne kabîle kıble-i derd / Bilcümle siyâh-baht u rû-zerd» 5. Ama ne kabîleydi? Dert kıblesi; bütün halkı kara bahtlı, sarı yüzlüydü. 6. «Giydikleri âftâb-ı temmûz / İçtikleri şu-le-i cihân-sûz» 6. Giydikleri temmuz güneşi; içtikleri, cihânı yakıp yandıran alevdi. 7. «Vadîleri rîk ü şîşe-i gam / Kumlar sağışınca hüzn ü matem» 7. Vadileri kumluk ve gam şişelerinin kırıklarıydı; kumlar sayısınca da hüzün ve matem vardı. 8. «Hargehleri dûd-ı âh-ı hırmân / Sohbetleri ney gibi hep efgân» 8. Çadırları, mahrumiyet âhının dumanı; sohbetleri de hep ney gibi feryâd ve figandı. 9. «Her birisi bir nigâra urgun / Şemşîr gibi dehânı pür-hûn» 9. Her biri, bir güzele vurgundu, hepsinin de ağzı kılıç gibi kanlıydı. 10. «Erzâkları belâ-yı nâgâh / Âteş yağar üstlerine her gâh» 10. Rızıkları ansızın gelen belâ idi; üstlerine her an ateş yağardı. 11. «Ekdikleri dâne-i şirâre / Biçdikleri kalb-i pâre pâre» 11. Ektikleri kıvılcım taneleriydi, biçtikleri paramparça kalpti. 12. «Anlar ki kelâma cân verirler / Mecnûn o kabîledendi derler» 12. Söze can verenler, Mecnûn da o kabîledendi derler. 13. «Her kim ki belâya mürtekibdir / Elbet ol ocağa müntesibdir» 13. Kim belâya düşmeyi dilerse, elbette o ocağa mensuptur. 14. «Satdıkları hep metâ'- cândır / Aldıkları sûziş-i nihândır» 14. Sattıktarı hep can malıydı; aldıklarıysa gizlice yanış. Vilâdet-i Hüsn ü Aşk / Hüsn ile Aşkın Doğuşu, 15. «Oldu bu serâya pâ-nihâde / Ol gice iki kibâr-zâde» 15. O gece bu dünyâya iki kibar-zâde ayak bastı. 16. «Fî-l hâl açıldı subh-ı ümmîd / Hem mâh doğdu hem de horşîd» 16. Hemen ümit sabahı ışıdı .açıldı; hem ay doğdu, hem güneş. 17. «Ol hâle sebeb bu iki şehmiş / Her biri süvâr-ı mihr ü mehmiş» 17. Meğer o hâle sebep bu iki :padişahmış; her biri aya, güneşe binmişlerdi. 18. «Ammâ biri duhter-i semen-ber / Biri püser-i Mesîh-peyger» 18. Ama öyle ki biri yasemin bedenli bir kız-, öbürü Mesih bedenli bir oğlandı. 19. «Fehmetti kabîle mâcerâyı / Hep duydu bu iki mübtelâyı» 19. Kabile macerayı anladı; herkes belâlara uğramış bu iki çocuğun doğumunu duydu. 20. «Hüsn eylediler o duhtere ad / Ferzend-i güzîne Aşk-ı nâ-şâd» 20. O kıza Hüsün adını verdiler; o seçkin oğlana da şâd olmayan Aşk adını taktılar Nâmzed şoden-i Hüsn bâ Aşk / Hüsn ile Aşk'ın Nişanlanmaları 21. «Bir bezm-i latîf olup müretteb / Sâdât-ı kabîle geldiler hep» 21. Güzel bir meclis kuruldu; kabîle uluları hep geldi. 22. «Re'y eylediler ki bu iki mâh / Bir birinin ola hâh nâhâh» 22. Bu iki ay, ister istemez birbirinin olsun; diye karar verdiler. 23. «İrzâ edeler babalarını / Böyle edeler duâlarını» 23. Babalarını buna râzı etmeyi, dualarını, dileklerini, bu işe hasretmelerini kararlaştırdılar. 24. «Bu re'yi olup kazâ müessis / Bî-gâile hatmolundu meclis» 24. Kazâ ve kader, bu kararı kurdu; hiç bir gâile çıkmadan da meclis sona erdi. Sabakdâş şoden-i îşân der mekteb-i edeb / Onların Mektep Arkadaşı Oluşu 25. «Bir kışra girüp dü magz-ı bâdâm / Bir mektebe vardılar Edeb nâm» 25. İki iç bâdem bir kabuğa girdiler de Edeb adlı mektebe vardılar. 26. «Bir beyt olup iki tıfl-ı mısra' / Ma'nâ-yı latîfe oldu matla'» 26. İki mısraya benzeyen o iki çocuk, bir beyit oldu ince bir mânâya matla kesildi. 27. «Efsûn okur iki çeşm-i câdû / Pîş-i nigehinde rahle ebrû» 27. İki büyücü göz efsun okuyordu; gözlerinin önündeki rahle de kaşlarıydı, 28. «Hâme gibi dü zebân u yek dil / Bir bahsi olurlar idi nâkıl» 28. Kamış kalem gibi iki dilliydiler, fakat gönülleri birdi; bir bahsi naklederlerdi. 29. «Yek nûr olup iki şem-i kâfûr / Kıldı orasın sarây-ı billûr» 29. İki kâfûr mumu bir ışık vermekteydi; orasını bir billur saray hâline getirmişlerdi. 30. «Mekteb olup arada heyûlâ / Bir sûrete girdi İki ma'nâ» 30. Mektep, arada, sûrete bürünen bir heyûla olmuştu iki mânâ bir surete girmişti. (Heyûlâ : Varlığın her şekle giriş kabiliyeti). 31. «Bir şâhda iki gonce-i gül / Bir birlerine olurdu bülbül» 31. Bir dalda iki gül goncası gibiydiler; birbirlerine bülbül kesilmişlerdi. 32. «Bir yerde olup ikisi câlis / Âyineye girdi aks ü âkis» 32. İkisi bir yerde oturuyordu; sanki aksedenle içine akis düşen bir aynaya girmişti. 33. «Mekteb o harem-serâ-yı vahdet / Cem’ oldular anda hecr ü vuslat» 33. Mektep denen o birlik hareminde ayrılıkla buluşma, bir araya gelmişti. Der vasf-ı behâr / Baharın Vasfı Hakkında 34. «Rıdvân-ı behişt-i âfirîniş / İnsan'ül-ayn-ı ehl-i bîniş» 34. Yaratış cennetinin Rıdvân'ı, görüş ehlinin gözbebeği (Rıdvan: Cennet kapıcısının adı.), 35. «Ya'ni kalem-i siyâh-câme / Bu tarz ile bed-edip kelâma» 35. Yâni kara elbiseli kalem, söz şöyle başlar : 36. «Bir dem ki behâr-ı âlem-efrûz / Bahş etti cihâna câm-ı nevrûz» 36. Âlemi parlatıp aydınlatan bahar, cihana nevruz kadehini sundu. 37. «Ol mülden olup zemâne ser-mest / Neyreng-i tılısmın etti eşkest» 37. Zamâne o şarapla sarhoş olup düzen tılsımını bozdu. 38. «Dünyâ dolu neş'e-i tarabdan / Mahşer yeri nakş-i bül-acebden» 38. Dünya, nağmelerin neşesiyle dolmuş, şaşılacak bezentilerle bir mahşer yerine dönmüştü. 39. «Cennet gibi sebze cûş-ber-cûş / Eyler gül ü lâle nûş-der-nûş» 39. Yeşillik, cennet gibi coştukça coştu; gül ile lâle de içtikçe içmeye koyuldu. 40. «Her kûçede bir behâr-ı firûz / Her goncede bir kabâ-yı nevrûz» 40. Her yanda bir parlak bahar hüküm sürmekte; her goncada bir nevruz elbisesi görülmekteydi. 41. «Bilmem ne şerâb içirdi horşîd / Etfâl-i çemen hep oldu Cemşîd» 41. Güneş, bilmem ne çeşit bir şarap içirdi ki yeşillik çocuklarının hepsi de birer Cemşid kesildiler. (Cemşid, şarabı icad eden kişi). 42. «Bâran yerine yağıp mey-i nâb / Döndü çemenin başına girdâb» 42. Yağmur yerine berrak ve taze şarap yağdı; yeşilliğin başında bir girdaptır, dönmeye başladı. 43. «Ahû gibi ebr-i nev-demîde / Beslendi hevâ-yı sünbülîde» 43. Yeni belirmiş bulut, o sümbüli havada ceylan gibi beslendi. 44. «Bir rütbe hevâ rutûbet-efzâ / Kim oldu nesîm seyle hem-pâ» 44. Hava, bir derecede nemliydi ki rüzgâr, selle ayakdaş olmuştu, birlikte esip koşmaya koyulmuştu. 45. «Feyz aldı sefâlden karanfül / Bûy-ı gül ile sulandı sünbül» 45. Karanfil, buluttan feyz almış, sümbül, gül kokusuyla sulanmıştı. 46. «Cûş eyledi çeşme-i zümürrüd / Akseyledi târem-i zeberced» 46. Zümrüt kaynağı coşmuştu; o akan suya zeberced renkli gökkubbe aksetmişti. 47. «Berk etti o gûne bir şeker-hand / Kim mâh eder oldu ana sevgend» 47. Derken şimşek, öylesine tatlı bir gülüşle güldü ki ay bile onun adına and içmeye başladı. 48. «Meddeyledi cûy-ı şîri mehtâb / Çalkandı gümüş suyuyla sîmâb» 48. Ay ışığı, süt ırmağını çekti, akıtmaya başladı; cıva suyu, gümüş suyuyla çalkanmaya koyuldu. 49. «İnsânı rutûbet etti mahmûr / Oldu müje şehd-i hâba zenbûr» 49. Nemlilik, insanı mahmurlaştırdı; kirpikler uyku balına arı kesildiler. 50. «Bir feyz verip hevâ-yı gül-bîz / Bağ etti şerengi gül-şeker-rîz» 50. Güller sızdıran bahar, öylesine bir feyiz verdi ki bahçe, Ebucehil karpuzunu bile gülbeşeker döker bir hâle getirdi. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.