ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Edebiyat / Dil Bilgisi (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=658)
-   -   Deyimler'in Açıklaması (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=886022)

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:13 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
<< A >>

Acemi çaylak : Toy, tecrübesiz, beceriksiz kimse.
Acemilik çekmek : -1. Bir işte bilgisiz ve deneyimsiz olduğu içjn sıkıntı çekmek. -2. Bir yerin yabancısı olduğu için bocalamak.
Acem kılıcı gibi İki tarafı (taraflı) kesmek: Yandaşlarına da, karşıtları­na da zarar vermek, her iki yanı da kırmak.
Acentadan çıkma : Yeni, gıcır gıcır (araba).
Acı çekmek (duymak) : -1. Vücutta herhangi, bir yara, ezik vb. nede­niyle aa duymak. -2. Yaptığı bir işin kötü sonuçlanmasından ötürü üzülmek.
Acı gelmek (bir şey, birine) : Bir söz, durum, davranış ona dokun­mak, onu üzmek.
Acından ölmek : -1. Çok acıkmış olmak. -2. Açlıktan ötmek.
Acı kuvvet: Zorlayıcı, ezici güç.
Acısı çıkmak : Bir güçlüğün daha sonra olumsuz, kötü sonuçlarını gör­mek, yaşamak.
Acısı içine (yüreğine) çökmek (işlemek) : Üzüntü yaratan bir olay belleğinde, gönlünde derin iz bırakmak.
Acısını almak : -1. Act tadını gidermek. -2. Sızısını, üzüntüsünü gider­mek.
Acısını çekmek (bir şeyin) : Yapılan yanlış bir işin üzücü sonuçlarını görmek.
Acısını çıkarmak (bir şeyin) (bir kimseden) : -1. Uğradığı maddi ve manevi kayıpları gidermek . -2. Zamanında gereği gibi yapılamayan
bir-şeyi fırsatı düşünce fazlasıyla yapmak; telafi etmek, gidermek. -3.
Yapılan bir kötülüğe kötülükle karşılık verip öç almak; intikam almak.
Acı soğuk : Çok üşüten, sert soğuk.
Acı söylemek: Yanlış yolda olan bir kimseyi çekinmeden uyarmak, sert dille eleştirmek.
Acı tatlı: Hem hoş hem üzüntü verici olan.
Aciz bırakmak (birini) : Birini çaresiz, güçsüz duruma getirmek.
Aciz kalmak : -1. Hiç bir şey yapamayacak duruma gelmek. -2. Bütün çabalarına karşın o işi yapamamak ; çaresiz kalmak.
Acze düşmek : Güçsüz kalmak, beceriksiz olmak.
Aç açına : Aç olarak, hiçbir şey yemeden.
Aç bülaç : Perişan, yoksul, bakımsız bir durumda.
Aç gözlü : Azla yetinmeyen, doymak bilmeyen (kimse) ; haris; gözü aç.
Aç gözünü, açarlar gözünü : Çok dikkatli ol, yoksa çok şeyler kaybe­dersin, act olaylarla karşılaşırsın.” anlamında.
Açığa almak (birini) : Onu tam yetki ve sorumlulukla yaptığı, görevden
almak.
Açığa çıkarmak (birini) (bir şeyi): -1. O kimsenin görevine son ver­mek ; onu kadrodışı bırakmak. -2. Bir durumu fark ederek aydınlatmak. -3. O şeyi kimyasal bir işlemle başka şeylerden ayırmak.
Açığa çıkmak: Bir durum başkalarınca anlaşılmak.
Açığa vurmak (bir şeyi) : -1. Gizli kalması gereken bir şeyi açıkla­mak, belli etmek. -2. Bir davranış her şeyin belirtisi olmalı.
Açığı çıkmak : Onun sorumluluğundaki mal ya da para tutarında, tuttu­ğu hesapta, eksiği olduğu anlaşılmak.
Açığını bulmak (birinin): -1. Bir hesaplamada eksiğini ortaya koy­mak. -2. Birini alt etmek için, bilinmeyen, gizli kalmış bir kusurunu, hatasını öğrenmek.
Açığını kapatmak (birinin) (bir şeyin) : -1. Birinin eksik bıraktığı işleri tamamlamak. -2. Birini hesap açığını ödemek.
Açığını yakalamak (birinin) : Onun hesap hilesini, yalanını, hatalı bir işini fark etmek, bulmak.
Açık açık : Hiçbir gizli yön bırakmadan ; içtenlikle.
Açık ağızlı: Aptal görünüşlü, salak, sersem kimse için söylenir.
Açık alınla : Şerefle, şerefli bir biçimde, övünçle.
Açık bono (çek, kart) vermek (birine) : Bir kimseye bir konuda sınır­sız yetki vermek, tanımak
Açık elli: Cömert kimse için söylenir, eli açık.
Açık etmek (bir şeyi): Beili etmek (Kars. İpucu vermek.)
Açık fikirli: Yeniliklere İlgi duyan, ayak uydurabilen ya da hoşgörülü bir tavır takınan (kimse).
Açıkgöz: -1. Durumları, fırsatları en iyi değerlendirebilen, becerikli, uyanık (kimse). -2. Kurnaz, işini bilen, kendi çıkarını gözeten (kimse).
Açık gözlük etmek : -1. Uyanık davranmak. -2. Fırsatlardan yararlan­masını bilmek.
Açık hava : Bir binanın dışındaki yer.
Açık hava oteli: Geceyi sokakta geçirenler için sokak.
Açık kalpli: Gizlisi saklısı olmayan, düşündüklerini olduğu gibi söyle­yen, samimi (kimse); açık yürekli.
Açık kapı bırakmak : Bir konuda kesin yargıya varmamak, o konuyu yeniden ele alabilme olanağını bırakmak
Açık kapı bırakmamak : Bir konuda her türlü önlemi almış olmak
Açık konuşmak: Gerçeği korkuya, çekinme duygusuna kapılmadan, gizlemeye gerek duymadan söylemek
Açıklık getirmek (İzahetme) : Konuyu daha anlatılır kılmak.
Açık mektup : Herhangi bir kimseye, kuruma hitaben yazılan ve kamu­oyunu etkilemek amacıyla basın organlarında yayımlanan mektup.
Açık olmak: Hiçbir şeyi gizlememek saklamamak; içten, samimi, art
Açık oynamak: Hiçbir art düşüncesi, gizli niyeti olmamak.
Açık saçık : Yasa ve toplum kurallarına göre ayıp ve suç sayılacak öl­çüde (giyim, söz; konuşmak)
Açık seçik: Çok belirgin (biçimde), açık ve anlaşılır biçimde.
Açık söylemek : -1. Kolay anlaşılır bir biçimde söylemek. -2. Çekinme­den söylemek.
Açık sözlü : Düşüncelerini açıkça belirten, İçten kimse için söylenir.
Açık şehir: Bir savaşta, savunmasız olduğu önceden ilan edilen şehir.
Açıkta bırakmak (birini) : -1. Ona herhangi bir iş ya da görev verme­mek. -2. Onu evsiz barksız bırakmak. -3. Onu çeşitli kişilere sağla­nan hizmetten yoksun bırakmak.
Açıkta kalmak: -1. Herhangi bir işe ya da kuruluşa girememek. -2. Ev­siz barksız kalmak. -3. Çeşitli kişilere sağlanan hizmetten yoksun kal­mak yararlanamamak.
Açıktan açığa: Herkesin gözü önüride, gizleyip saklamadan. (Kars.
Göz göre göre.)
Açık teşekkür : Basın organları yoluyla, ilgili kimse ya da kuruluşa İle­tilen teşekkür türü.
Açık vermek: -1. Hesabı tutturamamak, gelir ile gider arasında denge kuramamak. -2. Borçlu duruma düşmek. -3. Kendini ele verecek söz söylemek ya da davranışta bulunmak. -4. Gizlenmesi gereken bir şe­yi farkında olmadan belli edivermek. Açık yürekli: İçi dışı bir, dürüst kimse; Açık kalpli Açık yüreklilikle (yürekle): Hiçbir şeyi gizlemeden, samimi olarak.
Açılıp saçılmak : -1. (Kadın) Oldukça açık saçık giyinmeye başlamak.
-2. (Kadın) Oldukça serbest ve pervasız davranmaya başlamak.
Aç karnına : Boş mideyle, henüz bir şeyler yiyip içmeden.
Aç kurt (kurtlar) gibi: Aşın bir istekle.
Açlıktan gözü (gözleri) kararmak : Çok Acıkmak.
Açlıktan İmanı gevremek : Çok acıkmış olmak.
Açlıktan nefesi kokmak : Yoksul duruma düşmek.
Açlıktan ölmek: Dayanılamayacak ölçüde acıkmış olmak.
Açmaza düşmek: İçinden çıkılması zor bir durumla karşılaşmak.
Açmaza getirmek (düşürmek, sokmak) (birini) : Onu içinden zor çı­kılır bir durumla karşı karşıya bırakmak.
Açtı ağzını, yumdu gözünü : “Kızgınlık, Öfke nedeniyle onur kına söz­ler söyledi.” anlamında kullanılır. (Kars. Ağzına geleni söylemek.)
Ad almak : Kendisine ad verilmek.
Adama dönmek (benzemek) : Giyimi ve tavırlarıyla herkesçe beğeni­lir duruma gelmek, derlenip toparlanmak.
Adam almamak (bir yer); Orası çok kalabalık olmak.
Adam başına : Her bir kimseye.
Adam etmek (birini) (bir şeyi) : -1. O kimseyi topluma yararlı bir du­ruma getirmek, yetiştirmek. -2. O şeyi onarıp yarayışlı duruma getirmek.
Adamına düşmek(adamını bulmak): -1. Bir iş gerçek sahibine veril­mek; bir işi en iyi, en kolay yapan kimseyi bulmak. -2. (Alay yollu) Karakterine güvenilmeyen kimseyle bir arada olmak, iş yapmak, kar­şılaşmak. ,
Adam içine çıkamaz olmak (çıkamamak): Sıkılganlık, utangaçlık, yoksulluk, yüz kızartıcı bir davranış vb. yüzünden İnsanların arasına karışamamak. ^
Adam olmak : -1. Bir kimse, kendisini yetiştirip toplama yararlı bir du­ruma gelmek. -2. Bir şey onarılıp işe yarar duruma gelmek.
Adam oluncaya kadar dokuz fırın ekmek İster : “Söz konusu kimse­nin yetişip topluma yararlı olması için daha çok uzun zaman çalışması gerekir.” anlamında.
Adam sen de : “Aldırma, önem verme!” anlamında.
Adam yerine koymak (birini) : Ona hak etmediği değeri vermek.
A’dan z”ye kadar: Başından sonuna kadar, bütünüyle, baştan aşağı.
Âdet görmek : Kadının ayda bir dölyatağından kan gelmek; aybaşı ol­mak.
Âdet yerini bulsun diye : “Gerekli görüldüğü için değil, herkes öyle yaptığı, alışıldığı İçin.” anlamında.
Adı çıkmak (birinin): Kötü bir adla anılır olmak.
Adı (bir şeye) çıkmak: Gerçekte öyle olmadığı halde, öyteymiş gibi tanınmak; ismi (bir şeye) çıkmak.
Adı duyulmak : Ünlenmeye başlamak; ismi duyulmak.
Adı geçmek: -1. Söz konusu edilmek. -2. Adı yazılmak; ismi geçmek.
Adı kalmak : öldükten sonra da adı anılmak; ismi kalmak.
Adı karışmak (bir işe, olaya) : Söz konusu iş ya da olayda kendisinin de İlgili olduğunu söylenmek; ismi karışmak.
Adım adım yer edeyim, gör sana neler edeyim : “Senin bulunduğun yere sezdirmeden bir yerleşeyim, bak sana ne oyunlar oynayacağım.” anlamında.
Adım atmak : Bir işe başlamak, girişmek.
Adım atmamak (bir yere ) : Oraya hiç gitmemek, uğramamak.
Adım başı(na) : Birbirine yakın yerlerde.
Adımım denk (tek) almak : Bir işte dikkati davranmak
Adını ağzına aptestte almak : Onu saygıyla anmak.
Adını koymak : Bir malın fiyatını, bir işin paraca karşılığını belirlemek.
Adı (bite) okunmamak: Ona hiç değer, önem verilmemek; iemi (bi­le) okunmamak.
Adını (bir şeye) çıkarmak : Kendini o şey gibi tanıtmak.
Adını (defterden) silmek : Onunla İlişkisini kesmek.
Adı sanı belirsiz: Kim olduğu, kimin nesi olduğu bilinmiyen.
Adı üstünde ; Apaçık belli, adından da anlaşılacağı gibi.
Adıyla sanıyla : Herkesçe bilinen adı ve ünüyle; ismiyle cismiyle.
Ad takmak (birine) : Ona niteliklerine uygun bir ad vermek; isim tak­mak.
Afakanlar basmak : bk. Hafakanlar basmak.
Afişte kalmak : Bir oyun pekçok kez sahnelenmek, gösterimi sürmek.
Aforoz etmek (birini) : Kızılan, sevilmeyen bir kimse ya da kuruluşla bütün ilişkileri kesmek, onu dışlamak.
Afyonu başına vurmak: Öfkesinden ne yaptığını bilmeyecek duruma gelmek.
Afyonu patlamak : Kendine gelmek.
Afyonunu patlatmak: -1. Bir kimsenin keyfini bozup sinirlenmesine yol açacak davranışlarda bulunmak. -2. Uyku sersemliğini gidermeye çalışmak.
Ağaç olmak : Birini ayakta uzun süre beklemek.
Ağına düşmek : Birinin tuzağına düşmek. Ağır aksak : Pek yavaş, aralıklı olarak.
Ağır basmak : -1. Ağırlığı fazla gelmek. -2. Bir yön, bir taraf daha üs­tün gelmek.
Ağır başlı : Ciddi, tutarlı (kimse).
Ağır canlı: Çok yavaş davranan (kimse).
Ağırdan almak : Bir işi yapmak konusunda gönülsüz davranmak
Ağır duymak (işitmek) : Kulakları iyi duymamak.
Ağır elli : -1. İşlerini çabuk yapamayan (kimse);
Ağır gelmek : -1. Ağırlığı fazla gelmek. -2. Yapılması, tahammül edil­mesi güç gelmek. -3. Gücüne gitmek, kırmak, incitmek.
Ağır gitmek : Bir iş normal temposundan daha yavaş yürümek.
Ağır hastalık: Tehlikeli, Ölümle sonuçlanan hastalık.
Ağırına (ağrına) gitmek: Bir davranış İncinmesine, gücenmesine yol açmak, onurunu kırmak (Kars. Gücüne gitmek, zoruna gitmek.)
Ağır İşitmek : bk. Ağır duymak.
Ağır kanlı: Davranışları yavaş olan tembel, uyuşuk (kimse).
Ağırlığım koymak (Bir şeye, bir şeyden yana): Etkisini, gücünü, onu desteklemede kullanmak.
Ağırlık basmak (çökmek) (birine) : Üzerine bir gevşeklik gelmek, uyuyacak duruma gelmek.
Ağırlık merkezi: Bir İşin en önemli kısmı.
Ağırlık vermek (olmak) (birine) (bir şeye) : -1. Bir kimseye sıkıntı vermek. (Kars. Yük olmak) -2. Bir şeye önem vermek, öncelik tanımak.
Ağır olmak : Sabırlı, ciddi, soğuk kanlı olmak.
Ağır söz: Kalp kıran, onuru zedeleyen söz.
Ağır top : Bir toplulukta sözü gecen, yönlendirme gücü olan kimse.
Ağır uyku : Derin uyku. (Kars. Deliksiz uyku).
Ağız birliği etmek : Bir konuda aynı şeyler söylemeyi ya da yapmayı kararlaştırmak . (Kars. Aynı ağzı kullanmak.)
Ağız dalaşı (dalaşması): Sözle yapılan kavga.
Ağızdan ağıza : Biri ötekine, ötekisi de başkalarına söyleyerek.
Ağız değiştirmek: Daha önce söylediğinden çok farklı şeyler anlat­mak.
Ağız dolusu (küfür, laf etmek) : Bol ve ağır (küfür, laf etmek).
Ağız eğmek (birine) : Bir şeyi ondan yalvarırcasına istemek
Ağız kalabalığına getirmek (birini): Konudışı sözlerle karşısındakini şaşırtıp amacına ulaşmak
Ağız kokusu : Bir kimsenin dayanılması güç davranışları, sözleri, istek­leri.
Ağız tadı: Bir toplulukta, dirlik düzenlik. .
Ağız yapmak : Bir kimseyi sözle, davranışlarıyla oyalamaya, aldatma­ya çalışmak
Ağlama duvarına dönmek : Herkesin derdini döküp sızlandığı biri hali­ne gelmek.
Ağlamaklı olmak : Ağlayacak gibi olmak.
Ağrısı tutmak: -1. Gebe kadının doğum şanoları başlamak. -2. Her­hangi bir ağrı varlığını duyurmaya başlamak.
Ağza alınmayacak (alınmaz) : Kaba, söylenmesi ayıp sayılan (söz).
Ağzı (bir karış) açık kalmak: Bir olay ya da söz karşısında şaşırıp kalmak, donup kalmak.
Ağzı bozuk : Küfürlü konuşmayı huy edinen, küfürbaz (kimse).
Ağzı burnu yerinde :Olduça güzel, yakışıklı (kimse).
Ağzı çelik (teneke kaplı): Çok sıcak yiyecek ve içecekleri rahatlıkla yiyip içebilen kimse.
Ağzı dili kurumak : Bir şeyi bıkacak derecede çok tekrarlamak.
Ağzı dili varmamak : bk Dili varmamak.
Ağzı var dili yok: Pek konuşmayan, hakkını aramasını bilmeyen (kimse).
Ağzı gevşek: Sır saklamasını beceremeyen, geveze (kimse).
Ağzı havada : Neler olup bittiğinden haberi olmayan, şaşkın, alık.
Ağzı kalabalık : Yerli yersiz çok konuşan (kimse).
Ağzı kara: -1. Kötü haberler veren (kimse). -2. Fitneci, çamur atan (kimse).
Ağzı kulaklarına varmak : Bir olay, durum karşısında çok sevinmek.
Ağzı laf yapmak : Etkileyici, inandırıcı biçimde konuşmak.
Ağzına bir parmak bal çalmak: Bir kimseyi tatlı vaatlerle, önemsiz şeylerle oyalamak, avutmak.
Ağzına bir şey (çöp) koymamak : Hiçbir şey yememiş olmak.
Ağzına burnuna bulaştırmak (bir işi): Bir işi becerememek, berbat etmek, bozmak. (Kars. Yüzüne gözüne bulaştırmak.)
Ağzına geleni söylemek: Kızgınlık, öfke, vb. etkisiyle kına ve kaba sözler söylemek. (Kars. Açtı ağzını yumdu gözünü.)
Ağzına kadar: Boş yer kalmamak üzere.
Ağzına (ağzınıza) sağlık: Yerinde, en uygun zamanında söz söyle­yenlere iltifat olarak söylenir.
Ağzına sakız etmek (bir şeyi) : 0 şeyi devamlı konuşur olmak.
Ağzına sakız olmak: Bir kimsenin devamlı konuştuğu bir konu duru­muna gelmek, dedikodu konusu olmak.
Ağzına sürmemek (koymamak) (bir şeyden): Söz konusu bir yiye­cek, içecekse ondan hiç yememek, içmemek.
Ağzına tükürmek :Sıkıntı, aa veren bir şeye lanet okumak.
Ağzına vur, lokmasını al: Çok yumuşak başlı, sessiz, âciz (kimse).
Ağzına yakışmamak : Ayıp sayılan ya da hayrete düşüren sözler söy­lemek.
Ağzında bakla ıslanmamak : Hiçbir sim saMayamamak, sır tutama-mak
Ağzında büyümek : Bir yiyeceği sevmediği, karnı doyduğu, iştahsız ol­duğu için bir türlü yutamamak
Ağzında gevelemek (bir şeyi): Onu açıkça söylememek
Ağzından baklayı çıkarmak : Sabrı tükenip bildiklerini, düşündüklerini söyleyi vermek
Ağzından bal akmak : Tatlı, etkileyici biçimde konuşmak
Ağzından burnundan gelmek : bk. Burnundan gelmek.
Ağzından burnundan getirmek : bk. Burnundan getirmek.
Ağzından çıkanı (çıkan sözü) kulağı işitmemek (duymamak) : Kız­gınlık, öfke vb. yüzünden çok ağır sözler söylediğinin farkında olmamak
Ağzından düşürmemek (bir şeyi, birini, adını) : Her yerde, her za­man onun sözünü etmek
Ağzından girip burnundan çıkmak : Çeşitli yollar deneyerek kandır­mak, bir şeye razı etmek
Ağzından kaçırmak : Söylemek istemediği bir şeyi boş bulunup söyle­yi vermek
Ağzından kapmak: Bir kimsenin konuşmasından yarım yamalak bir şeyler öğrenmek
Ağzından konuşmak (birinin): Başkası adına ya da başkasını taklit ederek konuşmak
Ağzından laf almak (kapmak) : Bir kimseden çeşitli yolları deneyerek gizli tutulan şeylerle İlgili bilgiler edinmek
Ağzından laf çalmak (çekmek): Bir kimseden birtakım mantık oyunla­rıyla bilgi sızdırmak
Ağzından lokmasını almak : Hakkı olan şeyi onun elinden almak
Ağzından yel alsın : “Söylediğin kötü olayın gerçekleşmemesini dile­rim.” anlamında.
Ağzında yaş kalmamak : Bir düşüncesini bir kimseye birçok kez söy­lemiş olmak (Kars. Dilinde tüy bitmek)
Ağzını açmak: -1. Konuşmak -2. Kına sözler söylemek, azarlamak, paylamak.
Ağzını aramak (yoklamak) (birinin) : Bir kimsenin belli bir konuda ne­ler düşündüğünü öğrenmeye çalışmak
Ağzını bıçak açmamak : Üzüntüsünden ya da başka bir nedenle ko­nuşacak durumda olmamak
Ağzını bozmak : Küfür ve hakaret dolu sözler söylemek, küfretmek
Ağzını burnunu dağıtmak : .Yumrukla feci şekilde dövmek, adamakıllı hırpalamak
Ağzını havaya (poyraza, yele) açmak: Eline geçen fırsatı kaçırdıktan sonra, boş yere bir şeyler beklemek, ummak.
Ağzını hayra açmak : Hep kötü olasılıklardan söz etmek.
Ağzını kapamak (kapatmak) (biri) (birinin) : -1. Susmayı tercih et­mek. -2. Küçük bir çıkar karşılığında bir kimsenin konuşmamasını sağlamak.
Ağzını mühürlemek: Hiç konuşmamak, hep susmak. :
Ağzının içine bakmak : -1, Bir kimsenin sözlerini zevkle, dikkatle dinle­mek. -2. Onun sözlerini yerine getirmeye hazır olmak.
Ağzının içine girmek : Bir kimseye çok yaklaşmak.
Ağzının kokusunu çekmek : Bir kimsenin yerli yersiz İstek ve davranış­larına katlanmak.
Ağzının payını almak:Bir söz ya da davranışından ötürü hak ettiği karşılığı görmek; paylanmak, azarlanmak.
Ağzının payını vermek (birine): Bir kimseyi bir söz ya da davranışın­dan ötürü paylamak (Kars. Haddini bildirmek).
Ağzının suyu akmak : Çok beğendiği, imrendiği bir şeyi elde etmek is­temek, imrenmek.
Ağzının tadı bozulmak (kaçmak) : Kurulu düzeni, rahatı bozulmak, huzuru kaçmak.
Ağzının tadını bilmek : >1. Damak zevki olmak. -2. Her şeyin güzelini seçmede usta olmak,
Ağzını öpeyim (seveyim) : “Ne güzel anlattın, ne güzel haber verdin,
sağ olasın” anlamında.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:13 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
Ağzını sıkı (pek) tutmak : Sır vermemek, boşboğazlık etmemek.
Ağzını sulandırmak: İmrendirmek.
Ağzını topla : “Konuşmana dikkat et, terbiyeli konuş!” anlamında.
Ağzını (çenesini) tutmak : İleri geri konuşmamak, sır saklamak.
Ağzını yoklamak : Ağzını aramak.
Ağzı pek (sıkı): Sır saklamayı bilen (kimse).
Ağzı pis : Sövmeyi, açık saçık konuşmayı huy edinmiş .(kimse).
Ağzı sulanmak : Bir şeyi yeme, ya da elde etmek isteği duymak, ona imrenmek. (Kars. Canı çekmek.)
Ağzı süt kokmak : Çok genç, toy, tecrübesiz olmak.
Ağzı teneke kaplı: bk. Ağzı çelikli.
Ağzı var dili yok: Sessiz sedasız, uysal, yumuşak huylu (kimse).
Ağzı yanmak (bir şeyden): O şeyden (ötürü) zarar görmek, olumsuz yönde etkilenmek.
Ağzıyla kuş tutsa : “Ne yaparsa yapsın, en güç işleri bile yapsa da…” anlamında.
Aha gelmek (ah almak, antm almak): Kötülük ettiği bir kimsenin bed­duasına uğramak.
Ahbap çavuşlar : İyi anlaşan, her zaman butikte görülen arkadaşlar. (Kars. ÇHfte kumrater.)
Ah çekmek: Üzüntü, özlem vb. duygulan bffHrfrnek k>n içten gelen bir sesle “ah” demek.
Aheste beste : Yavaş, yavaş, nazlı nazlı.
Ahfeş’in keçisi gibi baş (başm) sanamak : Söylenen her şeyi anla­madan, dinlemeden doğrulamak; onaylamak.
Ahi çıkmak (ahi yvrde kalmamak) : Zulüm gören kimsenin bedduası etkisini göstermek.
Ahım şahım : Beğenilecek, olağanüstü bir yönü olmayan.
Ahini almak : bk. Aha gelmek.
Ahı tutmak (birinin) : Bedduası, kötülük yapan kimseye etki etmek.
Ahi yerde katmamak : bk. Ahi çıkmak.
Ahkâm çıkarmak : Kendi kuruntularına dayanarak birtakım yersiz yar­gılara varmak, sonuçlar çıkarmak.
Ahkâm kesmek : feir konuda yetkili olmadığı halde kesin yargılar ileri sürmek.
Ahkâm savurmak (yürütmek): Kendine göre sonuçlar çıkarmak, yet­kisi dışında hükümler vermek.
Ahmak ıslatan : İnce ince yağan yağmur.
Ahireti boylamak: Ölmek.
Ahiret, suali: Yanıtlaması güç, gereksiz ve bıktırıcı soru; kabir suali.
Ahirette on parmağı (iki eli) yakasında olmak : Haksızlık yapan kim­seden öbür dünyada davacı olmak.
Akıbetine uğramak (birinin): Aynı kötü duruma düşmek.
Akıl almak (danışmak, sormak) (birinden) : Ondan herhangi bir ko­nuda bilgi, görüş, öğüt istemek.
Akılda katmak: Unutulmamak, hatırlanmak.
Akıldan çıkmak: Unutulmak;
Akıl danışmak (birine): bk. Akıl almak
Akıl ermemek (erdirememek) (bir şeye): Onun ne olduğunu anlaya­mamak.
Akıl etmek (bir şeyi) : -1. Akıllıca bir iş yapmak -2. Önlem almak. -3. Hatırlamak.
Akıl hocası: Birine yol gösteren kimse.
Akıl (âkil) kârı olmamak: Söz konusu iş akıllı bir kimsenin yapacağı türden bîr iş olmamak.*
Akıl küpü (kutusu, kumkuması) : Çok akıllı kimse, özellikle çocuk için şaka yollu söylenir.
Akıllara durgunluk vermek : Bir şey İnanılması guç, şaşırtıcı bir nitelik­te olmak.
Akıllı uslu ; Ağır başlı, terbiyeli, dengeli (Kimse).
Akıl öğretmek (vermek) (bir kimseye) : Oha ne yapacağını, nasıl
davranacağını söylemek.
Akıl sır ermemek (birşeye): Bir şeyin niteliğini, gizli yönlerini hiç kimse anlayamamak.
Akıl sormak (birinden): bk Akıl almak.
Akıl tersletti: Dengesiz, hoppa, delişmen (kimse).
Akıl var, yalan (izan) var ; ‘Fazla kafa yormana gerek yok, doğrusu iş­te meydanda.’ anlamında.
Akıl vermek (birine): bk. Akıl öğretmek.
Akıl yormak: Bir konuda çok düşünmek.
Akıl yürütmek : Aklını kultanmaK düşünme yeteneğini harekete geçir­mek.
Akıntıya bırakmak (bir şeyi) : Olayların gelişmesini engellemeye ça­lışmadan sonucu kabullenmek. (Kars. İşi oluruna bırakmak.)
Akıntıya kürek çekmek: Olmayacak bir iş için boşuna çaba harca­mak.
Akla (hayale) gelmemek : Düşünülmemek, tasarlanmamak, hatırlan­mamak.
Akla karayı seçmek: Bir işt başanncaya kadar çok zahmet çekmek
Akla yakın : Herkesçe kabul edilebilir nitelikte olan.
Aklı almamak (bir şeyi): -1. Onu anlayamamak, kavrayamamak. -2. Bir şeyin olabileceğine inanmamak, gerçekleşebileceğini düşüneme­me
Aklı başına gelmek : -1. Kendine gelmek, ayılmak. -2. Doğruyu yanlış* tan ayırabilecek duruma gelmek; gerçeğin farkına varmak, doğru yo­lu bulmak, uslanmak, (Kars. Ayağı suya ermek)
Aklı başında : Akıllıca davranışlarda bulunan (kimse).
Aklı başından bir karış yukarı (yukarda) : Aklına esenleri düşünme­den yapan (kimse).
Aklı başından gitmek: -1. Bayılmak, kendini kaybetmek. -2. Sevinç ya da korkudan ne yapacağını şaşırmak. -3. Sağlıklı düşünebilecek durumda olmamak.
Aklı başka yerde olmak: Bir iş yaparken başka şeyi düşünmek.
Aklı bîr karış havada : Dikkatsiz, dağınık, dalgın (kimse, genç).
Aklı çıkmak: Korkmak, ne yapacağını bilememek.
Aklı dağılmak : Sağlıklı düşünememek, dikkatini bîr konu üzerine vere­memek.
Aklı durmak : Şaşırmak, düşünemeyecek duruma gelmek.
Aklı ermek (yetmek) (bir şeye): Çevresinde olup bitenleri, doğruyu yanlışı anlamaya başlamak; anlayacak düzeyde, durumda olmak.
Aklı fikri: Bütün düşüncesi, düşündüğü.
Aklı gitmek : -1. Çok korkmak. -2. Çok beğenmek.
Aklı kalmak (bir şeyde, birinde) : Sevdiği, beğendiği bir şeyi düşün­mekten kendini alamamak.
Aklı karışmak : Ne yapacağını bilememek, sağlıklı düşüneme mek.
Aklı kesmek : bk Aklı yatmak.
Aklına esmek: Hiç düşünmediği halde birdenbire bir şeyi yapmaya karar vermek.
Aklma gelmek: -1. Kafasında bir düşünce doğmak, tasarlamak. -2. Hatırlamak.
Aklma getirmek : -1. Anımsatmak, hatırlatmak. -2. Düşünmek, tasarla­mak.
Aklına koymak (bir şeyi),(bir şeyi birinin): -1. Bir şeyi yapmaya ke­sin karar vermek. -2. Başkasına akıl öğretmek.
Aklına sığmamak : Olabileceğine (olabildiğine) inanmamak.
Aklına şaşayım (şaşarım) : “Böyle akılsızca davranması, işler yapma­sı beni şaşırttı.” anlamında.
Aklına takılmak: Bir şey sürekli olarak kafasını meşgul etmek.
Aklına turp sıkayım : “Böyle düşünmen ya da yapman budalaca bir iş olur.” anlamında.
Aklına uymak : Bir kimsenin düşüncesi doğrultusunda iş yapmak.
Aklında kalmak : Unutmamak, hatırlamak.
Aklından çıkmak : Unutmak, hatırlamamak
Aklından çıkarmak (bir şeyi, birini) : Unutmamak
Aklından geçirmek (bir şeyi, birini) : Onu hatırlamak, bir şeyi düşün­müş olmak.
Aklından geçmek : Bir kimseyi ya da şeyi düşünmek.
Aklından zoru olmak: Ancak bir delinin yapacağı türden işler yap­mak, davranışlarda bulunmak.
Aklında tutmak (bir şeyi): -1. Onu unutmamak. -2. İyice Öğrenmek, bellemek.
Aklını (başından) almak (bir şey, bir kimse) : -.1. Birinin güzelliği kar­şısında büyülenmek. -2. Birinin, ani bir davranışta bulunarak korkut­mak.
Aklını başına almak (devşirmek, toplamak) : Delice, çılgınca davra­nışları bir yana bırakıp akıllı uslu olmaya çatışmak.
Aklını başından almak : bk.Aklını (başından) almak.
Aklını bir şeyle bozmak : Bir şey üzerine düşünerek, hep onunla uğra­şıp durmak.
Aklını çelmek: -1. Niyetinden, karanndan caydırmak. -2. Ayartmak, kandırmak. (Kars. Baştan çıkarmak.)
Aklını kaybetmek (kaçırmak, oynatmak) : -1. Deli gibi olmak. -2. De­lirmek, çıldırmak.
Aklının çivisi (tahtası) eksik : Dengesiz, aptal (kimse).
Aklının ucundan (köşesinden) bile geçmemek : Onu daha önce hiç düşünmemiş olmak.
Aklını peynir ekmekle yemek : Delice, aptalca işler yapmak.
Aklını şaşırmak : Akılsızca işler yapmaya başlamak.
Aklı sıra : Aklınca, düşündüğüne göre, sözde.
Aklı sonradan gelmek : Hatasını anlayıp düzeltmeye çalışmak.
Aklı takılmak (bir şeye, birine) : Hep o şey, kimse üzerinde durup dü­şünmek.
Aklı yatmak (kesmek) (bir şeye) : O şeyin olabileceğine, onu yapıla­bileceğine İnanmak.
Ak pak : -1. Tertemiz. -2. Saçı sakalı ağarmış. -3. Beyaz tenli.
Aksi gibi: Yazık ki, maalesef.
Aksi gitmek (bir iş ) (bir kimseye) : -1. Bir iş olumlu, istenilen biçim­de yürümemek. -2. Birisine ters davranmak, onunla uzlaşmaya ya­naşmamak.
Aksi şeytan (hay): İşler yolunda gitmediği, bir engel çıktığı zaman bu­nu vurgulamak için kullanılır.
Aksi tesadüf: Şanssızlık, aksilik.
Akşama sabaha : Kısa bir zaman sonra , pek yakında, yakın zaman­da.
Akşamdan kalmak : Henüz geceki sarhoşluğun etkisinden kurtu I ma­rn amış olmak.
Akşamdan sonra merhaba (sabahlar hayrolsun) : İş işten geçtikten sonra gösterilen ilgi, çaba hiçbir işe yaramaz.’ anlamında.
Akşam üstü (üzeri): Güneşin batacağı sırada.
Alaca bulaca : Çok karışık renkli.
Alaca karanlık : Yan karanlık.
Alaka beslemek (duymak) (bir kimseye) : Ona ilgi duymak; ilgi bes­lemek.
Alaka çekmek (uyandırmak) (bir şey, kimse) : İlgi çekmek, ilgi uyan­dırmak.
Alaka görmek : bk. İlgi görmek.
Alaka göstermek (bir şeye, kimseye) : bk. İlgi göstermek.
Alakayı kesmek (bir şeyle, kimseyle): Onunla her türlü ilişkiye son vermek.
Alan razı, satan razı; “Bu ikisi anlaşmış, hiç kimsenin karışmaması gerekir.” anlamında.
Al aptestin! ver pabucumu : ‘Senden gördüğüm yardım, uğradığım zarara değmedi, yardımdan vazgeçtim, yeterki zarar görmeyeyim.” anlamında.
Alaşağı etmek (birini): -1. Onu hızla yere vurmak. -2. Onu bulundu­ğu yerden (ya da görevden) indirmek, almak; devirmek.
Alavere dalavere : Hile, düzen, yalan dolan.
Alavere dalavere, Kürt Mehmet nöbete: Birtakım hilelerle bir işin bü­tün ağırlığını az bilgili, saf ve arkası olmayanlara yükleme.
Alaya almak (birini) : Onunla alay etmek, eğlenmek; onu küçümse­mek, aşağılamak; makaraya a|mak, sarakaya almak.
Alay etmek (geçmek) (biriyle) : -1. Bir kimseyle gülünç yönlerini söz konusu edip eğlenmek. -2. Şaka etmek. -3. Küçümsemek, aşağfla-m ak.
Al birini vur Öbürüne : ‘Hepsi birbirinden beter.” anlamında.
Aldığı aptest ürküttüğü kurbağaya değmemek: Bir işten elde edi­*** kâr, bu işte uğranılan zararı karşılayamamak.
Aldırmazlıktan (aldırmamazlıktan) gelmek : Önem vermemek; kayıt­sız kalmak.
Aldı yürüdü : “Kısa zamanda büyük gelişme gösterdi.” anlamında.
Âlemi var mı? : Beğenilmeyen bir durum karşısında “Uygun mu? Ye­rinde mi?” anlamında söylenir; ne âlemi var?
Alet etmek (birini) : Onu bilerek kötü binişte kullanmak; kötü işlerinin görülmesinde onu da ortak etmek.
Alet olmak (bir şeye): Bilerek ya da bilmeyerek kötü bir şeyde aracı­lık etmek.
Alev almak : -1. Tutuşmak, yanmaya başlamak. -2. Coşmak, heyecan­lanmak. -3. Öfkelenmek.
Alev saçağı sarmak: Olay önlenemeyecek aşamaya gelmek.
Aleyhinde bulunmak (söylemek) : Onu çekiştirmek, kötülemek.
Aleyhine dönmek: -1. Bir kişiye karşı olumsuz tavır takınmak. -2. Bir durum o kişi İçin tehlikeli olmaya başlamak. /
Aleyhine olmak (bir şey, bir kimsenin) : Bir iş bir kimsenin zararına yol açmak.
Al gülüm ver gülüm : Yapılan bir İşin hemen karşılığını bekleme.
Alı al moru mor: Koşmaktan, heyecandan, telaştan yüzü kıpkırmızı (bir şekilde).
Alıcı gözüyle bakmak (bir şeye, birine): Ona çok dikkatli bakmak, onu dikkatlice gözden geçirmek.
Alın teri: Emek, çalışma.
Alın teri dökmek : Bir iş için büyük emek harcamak.
Alıp verememek (biriyle, bir şeyle) : Onunla arasında bir sorun ol­mak, anlaşamamak, geçinememek.
Alicengiz oyunu : Kurnazca, haince düzenlenen oyun.
Aİikıran başkesen : Bir çevrenin en zorba, kötü kişisi.
Alkış almak : Alkışlanmak, beğenilmek.
Alkış tutmak (birine) : -1. El çırparak alkışlamak. -2. Bir kimseyi hem
- alkışlamak hem de “yaşa, var ol” gibi sözlerle ululamak; övmek.
Alfa ha bir can borcu olmak : Allah’a vereceği canından başka hiç kimseye borcu olmamak.
Allah acısını unutturmasın : ‘Allah’a bu acıyı unutturacak daha büyük bir felaket vermesin.” anlamında.
Allah’a ısmarladık: Bir yerden ayrılırken orada kalanlara “Esen kal! Tanrı seni korusun” anlamında söylenen iyi dilek sözü.
Allah akıl fikir (akıllar) versin (birine): “Yaptıkları akıl ve mantığa sığ­mıyor, inşallah bundan sonra akıllanır.” anlamında.
Allah Allah : “Ne garip, ne olacak şimdi?” anlamında.
Allah aratmasın : “Bir şeyin Allah eksikliğini göstermesin.” anlamında şükür söızü.
Allah aşkına : -1. “Doğru mu söylüyorsun?” anlamında. -2. “Allahını se­versen” anlamında şaşkınlık, usanç, ısrar, rica, yalvarma, bildirir.
Allah bağışlasın : Tanrı sevdiklerini kötülüklerden korusun.’ anlamın­da.
Allah bana, ben de sana : “Borcumu ancak elime para geçtiğinde ödeyebilirim.” anlamında.
Allah bilir; -1. “Belli değil.” -2. “Bana öyle geliyor ki.” anlamında.
Allah bir yastıkta kocatsın : Yeni evlilere “Evliliğiniz ömür boyu ol­sun.” anlamında söylenen İyi dilek sözü.
Allah dört gözden ayırmasın : “Allah çocuğu anansız babasız bırak­masın.” anlamında.
Allah düşmanına vermesin : ‘O kadar büyük felaket ki.” anlamında.
Allah ecil sabır versin : “Emeklerin boşa gitmesin.” anlamında.
Allah etmesin : “Böyle bir şey olmamasını dilerim.” anlamında.
Allah geçinden versin : “ölüm geç gelsin.” anlamında.
Allah’ın günü : Her gün; her Allanın günü; Tann’nın günü.
Allah’ını seven tutmasın: “öyle öfkele/ıdi ki, kimse önüne geçmeye kalkmasfn.” anlamında.
Allah için : Doğrusu, gerçekten.
Allah kuru iftiradan saklasın : “Allah iftiraya uğratmasın.” anlamında.
Allah manda şifası versin (birine): Çok yiyenlere takılmak, onlan yer­mek amacıyla söylenir.
Allah ne verdiyse : -1. “Evde yiyecek olarak ne(ler) varsa.” -2. “Elimi­ze ne geçerse.” anlamında.
Allah selamet versin : -1. Yolculuğa çıkanlara “Yolunuz açık olsun’ an­lamında. -2. Güçlük içinde olanları anarken kullanılır. -3. Uzaktaki ta­nıdıkları ya da pek beğenilip tutulmayan kimseleri anarken kullanılır.
Allah taksimi: Eşitlik gözetilmeden yapılan paylaştırma. (Kars. Kul tak­simi.)
Allah utandırmasın : “İnşallah bu iş de başarıyla bitirilir.” anlamında.
Allah var (Allah’ı var) : ‘Doğrusunu söylemek gerekirse.” anlamında.
Allah vere de : “İnşallah, temenni ederiz ki,” anlamında.
Allah vergisi: Doğuştan gelen özellik, yetenek.
Allah versin: -1. Dilenciyle konuşurken ‘Sana sadaka veremeyece­ğim” anlamında -2. “İşinin yolunda olmasına ben de seviniyorum.”an­lamında. -3. Kimi vakit durumu iyi olan kimselere şaka ve takılmak için söylenir.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:14 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
Allah yarattı dememek: Acımasızca dövmek, hırpalamak, cezalandır­mak.
Allah “Yürü ya kulum” demiş : “Kısa sürede her giriştiği işten para ka­zandı.” anlamında.
Allak bullak etmek (bir şeyi) (birini) : -1. Onu karıştırmak, bozmak, darmadağınık etmek. -2. Onu sağlıklı düşünemeyecek duruma getir­mek. (Kars. Altüst etmek, karmakarışık etmek.)
Allak bullak olmak : -1. Düzeni bozulmak. -2. Sağlıklı düşünemez du­ruma gelmek. (Kars. Altüst olmak, karmakarışık olmak.)
Allayıp pullamak (bir şeyi, kimseyi) : Onu süslemek, İlgi çeksin diye kötü yönlerini çarpıcı şeylerle donatmak.
Allem (etmek) kallem etmek : Amacına ulaşmak için her yola başvur­mak.
Allı pullu : Süslü, gösterişli.
Alnı açık, yüzü ak : Dürüst, namuslu (insan).
Alnından öpmek (bir kimseyi) : Onu çok beğenmek, kutlamak, takdir etmek.
Alnını karışlamak: Zor bir İşi yapacak olanın gücünü küçümsemek. (Kars. Meydan okumak.)
Alnının akıyla : Emeğiyle, namusuyla, şerefiyle.
Alnının damarı çatlamak : Bir İş başarmak için çok çalışmak, çok yo­rulmak.
Al takke ver külah : -1. Büyük çekişmelerden sonra. -2. Çok samimi, senli benli.
AK etmek (birini) : Onu yenmek.
Altı kaval üstü şeşhane : Hiçbir parçası birbiriyle uyumlu olmayan.
Altında kalmamak (bir şeyin) : Gördüğü iyiliği ya da kötülüğü karşılık­sız bırakmamak.
Altından çapanoğlu çıkmak : Bir işte birtakım pürüzlerle, beklenmedik durumlarla karşılaşmak.
Altından girip üstünden çıkmak : Parayı ya da malı savurganca har­cayıp bitirmek, kısa sürede tüketmek.
Artından kalkmak : Zor bir işi yapmak, güç bir sorunu çözmek, başar­mak.
Altını çizmek: Bir sözün, yargının, durumun önemini vurgulamak.
Altını üstüne getirmek: -1. Karmakarışık duruma getirmek. -2. Bir şey bulmak için her yanı karıştırmak.
Altı okka etmek (birini): -1. Bir kimseyi kollarından ve bacaklarından tutup yukarı kaldırmak, aşağt indirmek. -2. Ona büyük değer vermek.
Altlı üstlü : -1. Etek ve ceket gibi iki parça (giysi). -2. Alt ve üst katta ol­mak üzere.
Altta kalanın canı çıksın : “Bu güç koşullarla baş edemeyen yok olup gitsin.” anlamında.
Alttan almak : Soğukkanlı ve yumuşak davranmak (Kars. Aşağıdan ol­mak.)
Alttan atta : Gizlice, kimseye belli etmeden (Kars. El artından, gizliden gizliye.)
Alt tarafı : -1. Geriye kalanı. -2. Olup olacağı. -3. “Değeri nedir ki.” an­lamında.
Alt üst etmek (bir şeyi) (birini) : -1. Onu karmakarışık etmek. -2. Ara­madık yer bırakmamak. -3. Büyük zarar vermek. -4. Ruhsal bunalım yaratmak.
Alt üst olmak : -1. Düzeni bozulmak, karmakarışık olmak. -2. Rahatsız­lanmak. -3. Üzülmek, tedirgin olmak.
Aman aman bir şey olmamak: Herkesin beğeneceği bir şey olmamak.
Aman dilemek: Carimin bağışlanmasını dilemek,
Aman vermemek (birine, bir şeye) : -1. Onu rahat bırakmamak, -2. Ona acımamak, merhamet etmemek.
Aman zaman demeye (fırsat) kalmadan : Çok çabuk, ne olduğunu anlamadan.
Amiyane tabiriyle : Halkın deyişiyle, halk ağzıyla, kaba bir söyleyişle.
Ana avrat dümdüz gitmek : Çok ağır küfretmek.
Ana baba günü : Çok kalabalık, karışık, telaşlı durum.
Anadan doğma : -1. Çınlçtplak. -2. Doğuştan, sonradan değil.
Ana kuzusu (anasının körpe kuzusu) : Sıkıntı ve güçlüklere alışma­mış nazlı kimse.
Anan güzel mi? : Yerine getirilmesi güç istekler karşısında “Nerede o
bolluk?” anlamında.
Ananın ak sütü gibi helal etmek (bir şeyi) : Onu karşılıksız olarak ba­ğışlamak.
Ananız (analar) taş yesin, yarımşardan (yarım yarım) beş yesin : “Sizin için fedakârlıkta bulunuyor görünüyorum, ama sizden daha kâr­lı çıkacağım.” anlamında.
Anan yahşi baban yahşi demek : Bir kimseyi pohpohlayarak istediği­ni yaptırmak ya da elde etmek.
Anası ağlamak : Çok sıkıntı çekmek, eziyet çekmek.
Anası (onu) kadîr gecesi doğurmuş : Çok şanslı (kimse); kadir ge­cesi doğmuş.
Anasından doğduğuna pişman : -1. Çok tembel. -2. Çok bezgin, bit­kin.
Anasından doğduğuna pişman etmek (birini) : Eziyet ederek onu ca­nından bezdirmek.
Anasından emdiği süt burnundan (fitil fitil) gelmek : Bir işi yaparken çok sıkıntı ve güçlük çekmek.
Anasını ağlatmak : -1. Ona çok eziyet etmek, onu sıkıntıya sokmak. -2. Bir şeyi hor kullanmak.
Anasının gözü : Çıkara, düzenbaz, uyanık (kimse) (Kars.Hin oğlu hin.)
Anasının körpe kuzusu : bk. Ana kuzusu.
Anasının nikâhını istemek: Satılacak bir şeye değerinin çok üstünde fiyat biçmek, para istemek.
Anasını satayım : “Her ne olursa olsun, aldırdığım yok.” anlamında.
Anca beraber kanca beraber: Bir işte iki ya da daha çok kimsenin, o iş kötü bile gitse birbirinden ayrılmamaları gerektiğini anlatır.
Anladımsa Arap olayım : ‘Anlatılanlardan hiçbir şey anlamadım.’ anla­mında.
Anlamazlıktan (anlama mazltktan) gelmek (anlamazlığa vurmak) ; Bir şeyi anladığı halde anlamamış, farkına varmamtş gibi davran­mak.
Anlam çıkarmak : Ne anlama geldiğini anlamak; mana çıkarmak.
Anlam vermek : Yorumlamak, değerlendirmek; mana vermek.
Anlamına gelmek : Belirtildiği biçimde anlaşılmak; manasına gelmek.
Anlarsın ya : Herkesin bilmemesi gereken bir konuyu ima etmek için kullanılır.
Anlayıp dinlemeden : Yeterli bilgi edinmeden, iç yüzünü anlamadan.
Anlayış göstermek (birine) : -1. Onun yaptıklarını hoşgörüşle karşıla­mak. -2. Ona istenen kolaylığı göstermek.
Ant içmek (etmek) : Bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya kutsal bir şeyi tanık gösterip söz vermek. (Kars. Yemin etmek.)
Ant vermek (birine) : “Allah aşkına”, “Çocuklarının başı İçin” gibi söz­lerle birisini bir şey yapmaya ya da yapmamaya mecbur etmek; ye­min vermek.
Apar topar : -1. Aceleyle, çarçabuk. -2. Zorla ; yaka parça.
Aptal kutusu: Televizyon.
Aptesi gelmek : Büyük ya da küçük aptes yapma gereksinimi duymak
Aptesi kaçmak : Aptest bozmak gereksinimi ortadan kalkmak.
Aptest almak: Din kurallarına göre yıkanmak.
Aptest bozmak: Büyük ya da küçük aptes yapma gereksinimi duy­mak.
Aptesti kaçmak : Yeniden aptest alması gerekmek.
Ara (aralarını) bozmak (açmak) : Kişiler arasındaki dostluğu, iyi ilişki­leri bozmak.
Ara (aralarını) bulmak : Kişiler arasındaki sorunları, uyuşmazlıkları çö-zümleyip tarafları uzlaştırmak.
Arada bir: Seyrek olarak, nadiren.
Arada çıkarmak: Öteki işler arasında başka bir işi de yapıp bitiriver-mek.
Arada dağlar kadar fark olmak : Birbirinden çok farklı olmak.
Arada kalmak : Uyuşmazlıkları çözümlemek üzere girişimde bulunur­ken güç durumda kalmak, her iki yanı da hoşnut edememek.
Arada kaynamak: Karışıklık nedeniyle gereken ilgiyi, önemi görme­mek.
Aradan çıkarmak : Daha büyük işlere ağırlık verebilmek için bir işi ön­celikle bitirmek.
Aradan çıkmak : -1. İlgisini kesmek. -2. Başka işler yapılırken o iş de bitirilmek.
Araları açılmak (bozulmak) : İlişkileri bozulmak.
Aralarından kara kedi geçmek : İki dostun arasına dargınlık, soğuk­luk girmek, gücenmek, küsmek.
Aralarından su sızmamak : İki kişi arasında çok iyi dostluk ilişkileri ol­mak.
Aralarını açmak : bk. Ara bozmak.
Aralarını bulmak : bk. Ara bulmak.
Arap saçı: Çözülmesi güç, karışık durum, iş.
Ara sıra : Seyrek olarak, nadiren, bazen.
Ara vermek (bir şeye) : Dinlenmek için o şeyi (işi) bir süre bırakmak; duraklamak, kesmek.
Araya girmek : -1. Araları bozuk olan iki kişiyi uzlaştırmaya çalışmak. -2. Bir iş yapılırken başka bir durum ortaya çıkıp o işi geciktirmek.
Araya koymak (birin) : Bir işin çözümü için sözü geçen birinin aracı­lık yapmasını sağlamak.
Araya soğukluk girmek : Dostluk ilişkileri zedelenmek.
Arayı açmak : -1. Bir şeyle kimseyle arasındaki mesafeyi artırmak. -2. Bir kimseyi ziyarette gecikmek.
Arayıp sormak (birini) : -1. Bir kimse ile ilgili bilgi toplamak, haber sormak. -2. Bir kimseyi ziyaret etmek, onunla İlgilendiğini göstermek.
Arayı soğutmak: -1. Bir olayın üzerinden zaman geçmesini bekle­mek. -2. Eski dostluğu sürdürmemek.
Arayı uzatmak : Bir kimseyi ziyarette, arayıp sormada gecikmek.
Arayı yapmak: -1. Dargın olanları barıştırmak. -2. İki kişi arasında dostluk ilişkisi kurmak.
Ar damarı çatlamak : Utanma duygusunu yitirmek, artık utanmaz ol­mak.
Ardı arkası kesilmemek: Birbiri ardınca gelmek, hiç ara vermeden sürüp gitmek.
Ardına düşmek (birinin, bir şeyin): -1. Herhangi bir amaçla onun ar­kasından gitmek, peşini hiç bırakmamak. -2. ,Bir işi sonuçlandırmak için sürekli uğraşmak.
Ardından atlı kovalamak : bk. Arkasından atlı kovalamak.
Ardı sıra : Arkasından, peşinden.
Arı kovanı gibi işlemek (bir yer) : Bir yerin gidip geleni, gireni çıkanı çok olmak.
Arına dokunmak : Bir şeyden alınmak, incinmek, utanmak
Arı kovanına (yuvasına) çöp dürtmek (çomak sokmak) : Belayı üze­rine çekmek, bela aramak; başına bela getirecek söz söylemek, dav­ranışta bulunmak.
Arif olan anlasın (anlar) : “Çok açık söylenmiştir, anlayan anlar.” anla­mında.
Arka arkaya vermek : Dayanışma içinde olmak, işbirliği yapmak; sırt
sırta vermek.
Arka bulmak (birinden) : Bir iş için onun desteğini sağlamak.
Arka çevirmek (birine) : Ona eski yakınlığını göstermemek; sırt çevir­mek.
Arka çıkmak (birine) : Bir kimsenin koruyuculuğunu üstlenmek, hakla­rını savunmak.
Arkada kalmak : -1. Geriden gelmek, birlikte yürürken geride kalmak. -2. Herhangi bir konuda ilerleyememek, ileri gidememek
Arkadan arkaya : Gizlice, belli etmeden; sinsice. (Karşjçten İçe.)
Arkadan (arkasından) söylemek (konuşmak) : Birisini o kişi yokken bir başkasına çekiştirmek; onun hakkında dedikodu yapmak; aleyhin­de konuşmak.
Arkadan vurmak (birini) : Güvenilen bir kimse, beklenmedik bir anda kötülük etmek; ihanet etmek.
Arkadaş canlısı: Arkadaşı, arkadaşlığı çok seven.
Arka kapıdan çıkmak: Okuldan hiçbir şey öğrenmeden ya da başarı­sız olduğu için ayrılmak.
Arka planda : Geride, önemsiz.
Arkası alınmak : Sona erdirilmek, kesin olarak bitirilmek.
Arkası gelmek : Sürmek, devam etmek, kesilmemek.
Arkası kesilmek: Sona ermek, son bulmak.
Arkasına düşmek: -1. Bir kimsenin arkasından gitmek. -2. Bir işi so­nuçlandırmak İçin sıkı ve aralıksız bir şekilde çalışmak.
Arkasından (ardından) atlı kovalamak : Bir işi gereksiz bir çabukluk­la ve telaşla yapmak
Arkasından söylemek : bk Arkadan söylemek.
Arkasından teneke çalmak: Yuhalamak, kovmak
Arkasında yumurta küfesi yok : Verdiği sözden vazgeçen, sık sık dü­şünce ve tavır değiştiren, bunda da sakınca görmeyen kimse ve onun durumu için söylenir; sırtında yumurta küfesi yok.
Arkasını almak (bir işin) : O İşi sona erdirmek, bitirmek
Arkasını bırakmak: Vazgeçmek; artık ilgilenmez, uğraşmaz olmak; peşini bırakmak.
Arkasını çevirmek (birine, bir şeye) : Onunla ilgilenmez olmak, ona önem vermemek
Arkasını dayamak (birine, bir şeye) : Güçlü bir kimsenin koruyuculu­ğunda olmak; sırtını dayamak.
Arkasını getirmek (getirememek) : Bir işi sürdürüp sonuçlandırmak (sonuçlandıramamak).
Arkasını sığvamak (sıvamak, sıvazlamak) : Okşamak, övmek, iltifat et­mek
Arkasını (birine, bir şeye) vermek : Bir kimsenin koruyuculuğundan güç almak ona dayanmak yaslanmak.
Arkası pek : Bir kişi ya da şeyin koruyucuğuna güvenen (kimse); sırtı pek.
Arkası sıra : Arkasından, peşinden, ardından: peşi sera.
Arkası yere gelmemek : Başarısızlığa uğramamak, durumu sarsılma­mak; sırtı yere gelmemek.
Arkası yufka : -1. ‘Güvendiği kimse pek güçlü değil.” -2. Sevilen bir yemeğin ardından başka bir yemeğin’bulunmadığını belirtmek için söylenir. -3. Soğuğa karşı gereği gibi giyinmemiş olma durumu; sırtı yufka.
Arka üstü : bk. Sırt üstü.
Armudun sapı, üzümün çöpü var demek : Her şeyde bir kusur but-mak, hiçbir şeyi beğenmemek.
Armut piş ağzıma düş : “Çalışmadan her şey ayağıma gelsin.” diyen kişinin bu durumu için alay ve sitem yollu söylenir.
Ar namus tertemiz : Utanma, namus gibi niteliklerini yitirmiş (kimse).
Arpa boyu kadar gitmek (bir işte) : Çok az önemsiz denecek ölçüde ilerlemiş olmak.
Arpacı (arpağcı) kumrusu gibi düşünmek : Çaresizlikler içinde, umutsuzca derin derin düşünmek. (Karş. Kara kara düşünmek.)
Arpalık yapmak (bir yeri) : 0 yeri sürekli çıkar kaynağı yaparak sö­mürmek.
Art düşünce (niyet) : Bir davranış ya da düşüncenin arkasına gizle­nen kötü düşünce (niyet).
Asabı bozulmak (gerilmek) : Sinirlenmek.
Asabına dokunmak (asabını bozmak) (biri, bir şey) : O kimse, şey sinirlenmesine yol açmak.
Asık surat: Küskün, üzgün, öfkeli insanın somurtkan yüzü.
Asıp kesmek : Keyfi ve zorbaca davranmak.
Askıda bırakmak (bir şeyi): Bir sorunu çözüme kavuşturmamak; te­reddütte bırakmak, sonuçlandırmamak.
Askıda kalmak: -1. Bir iş, birtakım engeller çıkıp bitirilememek. -2.
Resmi bir belge belli bir süre belli bir yerde ilan edilmek.
Askıya almak (bir şeyi) : -1. Bir yapıyı birtakım dayanaklarla yıkılmak­tan kurtarmak. -2. Bir işin, birtakım nedenlerle gerçekleşmesini bir sü­re ertelemek. (Karş. Buzdolabına koymak)
Askıya çıkarmak: Evlenecek kimselerin durumlarını bildiren belgeyi belli bir süre herkesin İncelemesine sunmak.
Aslanrpayı: Bir paylaşmada, en büyük pay.
Aslan sütü : “Rakı” için şaka yollu söylenir.
Aslan yürekli: Cesur, yiğit (kimse).
Aslı astarı (faslı) olmamak: Yatan olmak, asılsız olduğu anlaşılmak.
Aslı çıkmak : Doğru, gerçek olduğu anlaşılmak.
Aslına bakmak : Bir şeyin esasını, gerçeğini araştırmak.
Astarı yüzünden pahalı olmak (gelmek): Bir, işin ikinci derecede önemli kısmına harcanan para ash için ödenen parayı aşmak.
Astığı astık, kestiği kestik : Zalim, acımasız, zorba (kimse).
Aşağıdan almak : Sert çıkış yapmamak,.yumuşak davranmak. (Karş.
Alttan almak.)
Aşağı görmek (saymak) (birini, bir şeyi) : Onu beğenmemek, kü­çümsemek. (Karş. Hor görmek.)
Aşağı kalır yeri yok : “Nitelikleri bakımından başkalarından ya da ben­zerlerinden farkı yök.” anlamında.
Aşağı kalmamak (birinden): Özellikleri ya da davranışları yönünden benzerlerinden geri kalmamak; aynı nitelikte, durumda olmak. (Karş. Geri. durmamak.)
Aşağı kurtarmaz: -1. “Daha ucuza satılamaz, çünkü zarar edilir.” -2. “Değerce daha aşağısını kendisine layık görmez.” anlamlarında.
Aşağılık duygusu (kompleksi) : Kendisini herkesten küçük görme duygusu.
Aşağı tabaka : Halkın “avam” denilen, nitelikleri beğenilmeyen, kültür-süz-eğitimsiz sayılan kesimi.
Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık : İki karşıt güç, durum ya da konuda karar verme zorluğu.
Aşağı yukarı: Yaklaşık olarak (Kar. Hemen hemen)
Aşığı cuk (bek, bey, çift) oturmak: Her işi yoluna girmek, herşey is­tediği gibi gerçekleşmez.
Aşık atmak (biriyle): Bir kimseyle çeşitli konularda yarışa girmek; on­dan aşağt kalmamak.
Açıklısı olmak (bir çeyln): O şeyin meraklısı, tutkunu, düşkünü ol­mak.
Aşırı gitmek (aşırıya kaçmak) : -1. Sının aşmak, ölçüyü kaçırmak. -2. Usandırmak, bıktırmak.
Aşırı uç : Bir görüşün en ateşli, en yıkıcı kanadı.
Aşırılığa kaçmak: Bir konuda aşırı davranmak, alışılagelenin dışına çıkmak.
Aşka gelmek : O şeyi yapmak için büyük istek duymak; coşmak.
Aşk etmek : Hızla (tokat) vurmak.
Aşna fişna : Gizli dost, flört, oynaş.
Aşna fişna etmek : Gizli dostluk kurmak, oynaşmak, flört etmek.
Aş yermek: Gebe kadın kimi yiyeceklere aşın istek duymak, kimi yiye­ceklerden tiksinmek; aşermek.
At başı (gitmek) : Beraber, bir hizada (gitmek).
Ateh getirmek esk) Bunamak.
Ateş açmak (birine, bir şeye) : Ona silahla ateş etmek
Ateş almak: -1. Tutuşmak, -2. (Silah İçin) Patlamak. -3. Birdenbire öf­kelenmek
Ateş almaya mı geldin? : “Niye acele ediyorsun; ne acelen var?” anla­mında.
Ateş bacayı (saçağı) sarmak: Bir iş çok tehlikeli, önüne geçilemeye­cek bir duruma gelmek. (Kars. İş işten geçmek.)’
Ateş basmak: Bir sıkıntı nedeniyle bunalmak, vücut ateşi artmak.
Ateşe atmak (kendini, birini): Çok tehlikeli bir işe girişmek ya.da biri­ni çok tehlikeli bir işe sokmak.
Ateş etmek (birine, bir şeye) : Ona silahla mermi atmak.
Ateşe tutmak (bir şeyi) (bir yeri, kimseyi) : -1. Onu biraz ısıtmak. -2. Ona ateşli silahla saldırmak.
Ateşe-vermek (bir yeri) : -1. Bir yeri kundaklamak, ateşle yakıp kül et­mek. -2. Çok telaşlandırmak.
Ateşi başına vurmak : Çok öfkelenmek, sinirlenmek.
Ateşi düşmek: (Hasta için) Vücut ısısı azalmak.
Ateş kesmek : Karşılıklı olarak ateş etmeyi bırakmak.
Ateşle oynamak: Tehlikeli bir işe girişmek.
Ateş olsa cirmi kadar yer yakar : “Onu o kadar önemseme, ondan gelebilecek tehlikeyi göze aldık.” anlamında.
Ateş pahası (pahasına) : Çok pahalı, fiyatı çok yüksek.
Ateş parçası: -1. Çok canlı, hareketli (kimse). -2. Yaramaz çocuk, ele avuca sığmayan (çocuk).
Ateş püskürmek (saçmak) : Öfkelenip ileri geri konuşmak, ağır söz­ler söylemek.
Ateşten gömlek : Sıkıntılı, bunaltıa durum.
Ateş yağdırmak :Ateşli silahlarla sürekli atış yapmak.
At gözlüğü ile bakmak : Olayları dar açıdan görüp değerlendirmek.
Atı alan Üsküdar’ı geçti: “Fırsat elden kaçtı, artık yapılacak bir şey yok.” anlamında.
Atıp tutmak: -1. Biri hakkında ileri geri konuşmak. -2. Büyük işler yap­tığını söylemek.
At oynatmak: -1. Üstünlük sağlamak. -2. Yarışmak. -3. Bildiği ve iste­diği gibi davramak.
At pazarında eşek osurtmuyoruz: “Beni dinle, boş şeyler söylemiyo­rum.” anlamında.
Attan inip eşeğe binmek: Bulunduğu durumdan daha aşağı bir duru­ma düşmek.
Attığı taş ürküttüğü kurbağaya değmemek: Bir işin sonucu, kazana o iş için harcanan emeği, parayı karşılamamak.
Attığı tırnak bile olamamak: Söz konusu kimseye göre çok değersiz olmak; tırnağı (bile) olamamak.
Avara kasnak işlemek : Boş yere çalışmak.
Avucunun içi gibi bilmek (bir yeri): Bir yeri çok iyi bilmek.
Avucunun içine almak (birini): Onu kendi etkisi, söz geçerliği altona almak, dilediği gibi yönlendirmek.
Avucunu yalamak: Umduğunu bulamamak.
Avuç açmak: Dilenmek, muhtaç duruma düşmek; el açmak.
Avuç dolusu : Pekçok; çok miktarda.
Avuç içi kadar (yer): Çok küçük (yer).
Ayağa düşmek: Bir işe olur olmaz kimseler de karışır olmak.
Ayağa fırlamak: Bulunduğu yerden hızlıca kalkmak.
Ayağa kaldırmak (birini, herkesi): -1. Onlart telaşa, heyecana sürük­lemek. -2. Onlart kışkırtmak, isyan ettirmek.
Ayağa kalkmak: -1. (Hasta için) İyileşmek. -2. Saygı gereği oturma durumundan ayakta durumuna geçmek.
Ayağı alışmak (bir yere) : Bir yere gidip gelmeyi, bir yerden alışveriş yapmayı alışkanlık haline getirmek.
Ayağı (ayakları) (birbirine) dolaşmak: Telaş, utanma, heyecan vb. etkisiyle düzgün yürüyememek; ne yapacağını şaşırmak; yanlış bir davranışta bulunmak.
Ayağı çarıklı: Kurnaz, akıllı (kimse).
Ayağı ile gelmek: Kendi isteğiyle çelmek.
Ayağı kaymak : Kötü yola düşmek.
Ayağına bağ olmak : İşine engel olmak.
Ayağına çabuk: Hızlı yürüyen, çabuk gidip gelen.
Ayağına çağırmak : Yanına gelmesini söylemek.
Ayağına dolaşmak (dolanmak) : -1. İş yapan birinin çevresinde dola­şıp iş yapmasına engel olmak. -2. Yaptığı kötülüklerin karşılığını gör­mek
Ayağına geçirmek (bir şeyi): Pantolon, pijama vb’yi giymek.
Ayağına gelmek: -1. Yanına gelmek. -2. Emeksizce elde etmek.
Ayağına gitmek (birinin) : Saygı gösterip, alçak gönüllü davranıp yanı­na gitmek.
Ayağına (ayaklarına) kara su İnmek: Uzun süre ayakta kalıp yorul­mak.
Ayağına sıcak su mu (şerbet mi) dökelim? : ‘Uzun süredir bize gel-miyordun; nasıl teşekkür edeceğimizi bilemiyoruz.” anlamında sitem yollu söylenir.
Ayağını alamamak: -1. Alıştığı yere gitmekten kendini men edeme­mek. -2. Ayağını oynatamayacak duruma gelmek.
Ayağını çekmek (bîr yerden): Sık gittiği yere artık gitmez olmak.
Ayağını denk almak : Birtakım tehditlere, tehlikeli durumlara karşı dik­katli, uyanık davranmak.
Ayağını kaydırmak (ayağının altına karpuz kabuğu koymak) : Bir kimseyi birtakım bahanelerle, uydurma gerekçelerle işinden, görevin­den uzaklaştırmak.
Ayağını kesmek: -1. Devamlı gittiği yere artık gitmez olmak. -2. Bir kimsenin bir yere devamlı gidip gelmesinin önüne geçmek.
Ayağının (ayaklarının) altına almak (birini) : Onu feci şekilde döv­mek, hırpalamak.
Ayağının altında olmak (bir yer birinin) : Bulunduğu yerden geniş bir alanı görür durumda dmak.
Ayağının attına karpuz kabuğu koymak : bk. Ayağını kaydırmak.
Ayağının pabucu olamamak (biri başkasının) : Değerce ondan aşa­ğı olmak.
Ayağının tozuyla : Yoldan gelir gelmez, henüz dinlenmeden.
Ayağını sürümek : -1. Ardından başkalarının gelmesine yol açmak. -2. Ölmek üzere olmak. -3. Bir işi ağırdan almak. -4. Bir yerden uzaklaş­mayı geciktirmek.
Ayağını vurmak : Ayakkabı ayağını sıkmak, yara etmek.
Ayağını yorganına göre uzatmak : Giderini gelirine göre ayarlamak.
Ayağı (ayaklan) suyu ermek (değmek) : Gerçekler umduğu gibi çık­madığı için düş kırıklığına uğramak (Kars Aklı başına gelmek.)
Ayağı uğurlu : Geldiği yere uğur getirdiğine inanılan (kimse).
Ayağı (ayakları) yere değmemek : Sevinçten yerinde duramamak.
Ayak altında dolaşmak : Bir işe yaramadığı halde herkesin işine en­gel olacak biçimde ortalıkta dolaşmak.
Ayak bağı: İş yapmaya engel olan şey.
Ayak basmak (bir yere) : -1. Bir yere inmek, varmak. -2. Bir şeye baş­lamak, girmek.
Ayak diremek : Kendi görüş ve tutumunda ısrar etmek, onu ısrarla sa­vunmak.
Ayakkabı vurmak (sıkmak) : Ayakkabı ayağı rahatsız etmek.
Ayaklar attına almak (bir şeyi) : Önemli, kutsal, değerli şeyleri çiğne­mek, hiçe saymak.
Ayakları dolaşmak : bk. Ayağı dolaşmak.
Ayakları geri geri gitmek : Bir yere isteksizce gitmek, oraya gitmek is­tememek.
Ayakları yere basmak : Gerçekçi, sağduyulu olmak.
Ayaklı canavar : Yaramaz çocuk.
Ayaklı kütüphane : Genel kültürü zengin olan kimse.
Ayak takımı: Bilgisiz, görgüsüz kimseler için kullanılan aşağılama sö­zü.
Ayakta tutmak (bir şeyi) (birini) : -1. Ortadan kalkmasının, çökmesi­nin önüne geçmek, sürekliliğini sağlamak. -2. Sağlıklı olmasını, iş ya­pabilmesini sağlamak.
Ayakta uyumak : Olup bitenlerin farkına varamayacak kadar dalgın ve şaşkın durumda bulunmak
Ayak uydurmak (birina, bir şeye): -1. Yürüyüşte adımları başkaları­nın adımlarına uydurmak . -2. Bir başkasının davranışlarına uygun davranmak; bir değişikliğe uyum sağlamak.
Ayak üstü : Ayakta durarak, ayakta olarak.
Ayak yapmak : Birisini kandırmaya çalışmak.
Ayasofya’da dilenip Sultanahmet’te sadaka (zekât) vermek : Geçi­mini sağlayabilmek için başkalanndan yardım almasına rağmen ken­disi elindekini başkalarına vermek.
Ayaza çekmek : Hava çok soğuk olmak.
Ayaz paşa kol geziyor (kola çıktı): ‘Hava çok soğuk.” anlamında.
Aybaşı olmak: Âdet kanaması başlamak; âdet görmek.
Ayda yılda bir : Çok seyrek olarak, nadiren; arada bir.
Ayda yılda bir namaz, onu da şeytan kömaz : “Çok seyrek olarak iyi bir iş yapmaya kalkar, fakat bir bahane bularak ondan da cayar.” an­lamında.
Ay dede : Çocuk dilinde ay.
Ayıbını yüzüne vurmak : Bir kimsenin hatasının yüzüne* karşı söyle­mek.
Ayıkla pirincin taşını: “İşler öyle karmakarışık oldu ki, gel de işin için­den çık!” anlamında.
Ayıptır söylemesi: -1. “Öğünmek gibi olmasın.” -2. “Bunları söylemek ayıptır; ama beni bağışlayın söylemek zorundayım.” anlamında.
Aykırı düşmek : Uygun gelmemek, çelişmek (Kars. Ters düşmek.)
Ayna tutmak (bir şeye) : Onu yansıtmak, göstermek.
Aynı ağzı kullanmak: Aynı şeyleri söylemek, («arş. Ağız birliği et­mek.)
Aynı kapıya çıkmak : Aynı sonuca varmak, sonuç olarak hiç değişme­mek; bir kapıya çıkmak.
Aynı telden çalmak : Hemen hemen aynı şeyleri söylemek.
Aynı yolun yolcusu : Yazgıları aynı olanlardan her biri.
Ay parçası: Çok gürel (kız).
Ayran gönüllü : Bir şeyden kısa sürede bıkan (kimse).
Ayranı kabarmak : -1. Öfkelenmek. -2. Aşırı cinsel istek uyanmak.
Ayrısı gayrisi olmamak: Dost olanlar birbirlerinden hiçbir şeylerini esirgememek, yakın dost olmak.
Ayrı tutmak : Farklı davranmak.
Ayvayı yemek : Çok kötü, tehlikeli bir duruma düşmek, zarara uğra­mak.
Ayyuka çıkmak : Ses çok yükselmek, fazlalaşmak.
Aza çoğa bakmamak: Bir şeyin niceliğine değil, eline geçtiğine önem vermek.
Azar işitmek : Söylediği bir söz ya da yaptığı bir davranıştan ötürü laf işitmek, azarlanmak, paylanmak.
Az buçuk (az çok} : Biraz, bir parça, şöyle böyle.
Az buz (bir şey) olmamak : Bir şey azı m sanacak kadar olmamak.
Az çok ; Bir parça; oldukça.
Az daha : bk. Az kalsın.
Az değil: “Göründüğü gibi değil.” anlamında.
Az gelmek : Yetmemek, yeterli olmamak.
Azınlıkta kalmak : -1. Bir oylamada bir görüşe olumlu ya da olumsuz oy verenlerin sayısı az çıkmak. -2. Sayıca az oldukları için varlık gös­terememek; ekalliyette kalmak.
Azizlik etmek : -1. Muziplik etmek, şaka yapmak. -2. Beklenmedik, şa­şırtıcı bir durumla karşı karşıya bırakmak.
Az kalsın (kaldı) (az daha) : “Bir iş olmak üzereydi, hemen hemen olacaktı.” anlamında.
Azrail’e bir can borcu kalmak (olmak) : -1. Bütün borçlarını ödemek. -2. Eninde sonunda Öleceğini kabul etmek.
Azrail’in elinden kurtulmak: Ölümden kurtulmak, ölüm tehlikesini at­latmak.
Azrail’le burun buruna gelmek : Ölümle karşı karşıya gelmek
Az ye de, (kendine) uşak tut: “Ben senin uşağın mıyım ki ikide bir bana iş buyuruyorsun?” anlamında hafif yollu azarlama sözü.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:14 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
<< B >>

Baba adam : Yaşlı, hoşgörülü, yardımsever adam.
Babaları tutmak (üstünde olmak): Sinir ve öfkeden bağırıp çağır­mak, çok öfkelenmek.
Babamın adı Hıdır, elimden gelen budur : “Yeteneğim, gücüm ancak bu kadarını yapmama elveriyor.” anlamında.
Babasının hayrına : “Hiçbir çıkar elde etmeden, sadece İyilik olsun di­ye” anlamında.
Bacak kadar: Ufak tefek; kısa boylu (kimse) (Karş.EI kadar.)
Badire(yi) atlatmak : Tehlikeli durumu geçiştirmek.
Bağ bozmak : Mevsim sonunda bağdaki üzümleri toplamak.
Bağdaş kurmak: Sol ayağını sağ bacağın, sağ ayağını da sol baca­ğın altına alıp oturmak.
Bağlandığı yerde otlamak : Yerinde saymak, hiçbir ilerleme göster­memek.
Bağrına basmak (birini): Sevgi gösterip onu koruyuculuğuna almak.
Bağrı yanık : Çok dertli, acılı (kimse).
Bahar başına vurmak (birinin) : -1. Havalar iyice ısınmadan İnce gi­yinmek. -2. Coşkun, taşkın, aşırı davranışlarda bulunmak.
Bahis açmak (bir şeyden, kimseden) : Onun hakkında konuşmaya başlamak, ondan söz etmek.
Bahse girmek (biriyle): Onunla herrjangi bir konuda kendi görüşü­nün doğru olduğuna ilişkin iddiaya girmek.
Bahse tutuşmak (biriyle): Karşılıklı bahse girmek; iddialaşmak.
Bahtı açık: İşleri yolunda giden; talihi açık, şansı açık, kısmeti açık.
Bahtı bağlı olmak: -1. İşleri İstediği gibi yürümemek. -2. Evlenecek çağa gelmiş kıza kısmet çıkmamak; kısmeti bağlı olmak.
Bahtı kara : Talihi kötü olan.
Bahtına küsmek : İşlerin ters gitmesi yüzünden karamsar olmak; şan­sına küsmek, talihine küsmek.
Bakış açısı: Bir olayı, durumu belirli bir açıdan, yönden inceleme; gö­rüş açısı.
Bakkal çakkal: Bakkal, kasap, manav gibi esnaf için küçümseme yol­lu kullanılır.
Bakkal defteri: Düzensiz, karalanmış, yıpranrmş defter.
Baklayı ağzından çıkarmak: Gizli tuttuğu şeyleri açıklamak, söyleye­mediği şeyleri sabrı tükenince söylemek.
Baldın çıplak: -1. İşsiz güçsüz (kimse). -2. Serseri.
Bal gibi: Pekâlâ, adamakıllı, çok iyi, gereği gibi.
Balık eti, balık etinde : Şişman değil, ama dolgunca. (Karş.Etine dol­gun.)
Balık istifi: Çok sıkışık , üst üste, kalabalık olarak.
Balık kavağa (kurbağa ağaca) çıkınca : “Olmayacak şeyler olursa” anlamında kullanılır.
Balon uçurmak : Asılsızca haber yaymak.
Batta olmak (birine): Birisinden ısrarla, bıkkınlık verdirecek ölçüde bir şeyler istemek; ona asılmak.
Baltayı taşa vurmak : Farkında olmadan karşısındakini rahatsız ede­cek, kızdıracak söz söylemek. (Kars. Çam devirmek, gaf yapmak, pot kırmak.)
Bam teline basmak (dokunmak) (birinin) : Bir kimseyi duyarlı oldu­ğu bir konuda kızdıracak söz söylemek, davranışta bulunmak.
Bana (sana, ona) göre hava hoş : “Öyle ya da böyle olması benim (senin, onun) için fark etmez.” anlamında.
Bana mısın dememek : Zorlu bir işe, etkene vb’ye dayanmak, bunlar­dan hiç etkilenmemek.
Bardağı taşıran son damla : Sonunda insanın sabrını tüketen, olum­suz tepki yaçatan söz, davranış vb.
Bardaktan boşanırcasına : (Yağmur için) Çok miktarda, şiddetli.
Barut fıçısı gibi: -1. Her an bir çatışmanın çıkabileceği olasılığı bulu­nan (yer). -2. Çok kızgın, öfkeli, sert (kimse).
Barut kokusu gelmek (burnuna) : Savaş ya da tehlikeli bir şey otaca-ğını sezmek.
Basamak yapmak (bir şeyi, birini) : Bir kimseden ya da durumdan, daha yüksek bir yere gelebilmek için yararlanmak.
Basıp geçmek: -1. Önündekini geçmek. -2. Ona uğramamak. -3. Ona Önem vermemek.
Basıp gitmek : Bir yerden çabucak ayrılmak, uzaklaşmak.
Basireti bağlanmak : Olabilecekleri sezdiği halde uygun biçimde dav-ranamamak.
Baskına uğramak : -1. Düşmanın anı ve beklenmedik saldırısına uğra­mak. -2. Suçüstü yakalanmak. -3. Bir doğa afetinden büyük ölçüde et­kilenmek.
Baskın çıkmak (birinden, bir şeyden): Ondan üstün olmak, onu geri­de bırakmak.
Baskın yapmak : -1. Bir kimseyi suçüstü yakalamak İçin bulunduğu yere ansızın girmek. -2. Düşmana beklemediği bir anda saldırı dü­zenlemek. -3. Haber vermeden konuk gitmek, ziyarete gitmek.
Bastığı yerde ot bitmemek: Gittiği yere uğursuzluk götürmek; çok şanssız olmak.
Bastığı yeri bilmemek: Sevinç, heyecan, vb. etkisiyle davranışlarını denetleyememek, şaşırmak, ne yaptığını bilememek.
Baston yutmuş gibi (yürümek): Sallanmadan, dimdik (yürümek).
Başa baş : Eşit, denk, aynt.
Başa çıkarmak (bir işi) (birini) : -1. Bir işi sona erdirmek. -2. Onu çok şımartmak.
Başa çıkmak (biriyle); Ona gücünü kanıtlamak, istediğini yaptırabil­mek. (Kars. Yola getirmek.)
Başa geçmek: -1. Yönetici mevkiine geçmek, yönetimde en üst yeri almak. -2. önem bakımından ilk sıraya geçmek.
Başa (bir şey) gelmek : Kötü bir durumla karşılaşmak.
Başa güreşmek: -1. Yağlı güreşte; güreşçiler, başpehlivanlık sanını kazanmak için yarışmak. -2. En üstün dereceyi almak için mücadele etmek.
Baş ağrıtmak : Çok konuşarak dinleyenlere bıkkınlık vermek.
Baş alamamak : bk Başını alamamak
Baş aşağı: -1. Başı yere yönelik biçimde. -2. Başından aşağıya (yere) doğru.
Baş aşağı gelmek : -1. Tepesi üstü düşmek. -2. Bütün işleri alt üst ol­mak.
Baş aşağı gitmek: Durumu gittikçe kötüleşmek, sürekli kötüye git­mek.
Baş baş : Küçük çocukların “Allaha ısmarladık” anlamında ellerini baş­larına götürmelerini sağlamak için söylenen söz.
Baş başa : Birlikte, beraberce; kafa kafaya.
Baş başa vermek : Görüş alışverişinde bulunmak amacıyla bir araya gelmek, bir iş için güçlerini birleştirmek; kafa kafaya vermek.
Baş belası: Sürekli rahatsız eden ve bir türlü kurtulunamayan (kimse,
. şey); başının derdi. (Kars. Tatlı bela)
Baş döndürücü : -1. (Hız ve sürat için) Olağanüstü. -2. Baygınlık veri­ci. -3. Korku verici, korkutucu. -4. Sarhoş edici. -5. Çok büyük, büyük hayranlık uyandıran.
Baş edememek (bir şeyle, biriyle) : -1. O işi basaramamak; o işin üstesinden gelememek. -2. O kimsenin sö* ve davranışlarını düzelte-memek.
Baş eğmek (birine) : Güçlü, sözü geçer bir kimsenin buyruğuna uy­mayı kabul etmek. (Kars. Boyun eğmek.)
Baş etmek (bir şeyle) (bir kimseyle) : Onu yenmeye gücü yetmek, o konuda başarı kazanmak.
Baş göstermek : -1. Ortaya çıkmak, belirmek, gözükmek. -2. (Güneş için) Doğmak.
Baş göz etmek (birini) : Onu evlendimek, evermek.
Baş göz olmak : Evlenmek, evlendirilmek.
Başı ağrımak : Bir işi, kararı vb. nedeniyle sorumlu olmak; bu konular­daki olumsuzluklardan etkilenmek, üzülmek.
Başı altından çıkmak (birinin) : Kötü bir durum onun tasarım ve girişi­miyle meydana gelmek; kafasının atfından çıkmak.
Başı belada olmak : Büyük bir felaketle, sıkıntılı bir durumla karşı kar­şıya olmak.
Başı belaya girmek : Üzücü, tehlikeli bir durumla karşılaşmak. Başı boş bırakmak (birini) (bir şeyi) : Onu de netle meyi p kendi hali­ne bırakmak.
Başı boş kalmak : Denetim altında bulunmamak, karışanı görüşeni ol­mamak.
Başı (baş) çekmek: -1. Bir işte ön ayak olmak, bir işin yapılmasında Öncü olmak. -2. Halayın başında bulunup oyunu yönetmek.
Başı dara düşmek (başı daralmak) : -1. Sıkıntılı bir durum içinde’ ol­mak. -2. Paraca darlığa düşmek.
Başı darda (kalmak, olmak) : Sıkıntı içinde (olmak).
Başı derde girmek (düşmek) : Üzücü, sıkıntı verici bir durumla karşı­laşmak.
Başı dik (dimdik, alnı açık) ; Onurlu; onurlu biçimde.
Başı dertte (olmak) : Sıkıntılı, tehlikeli bir durum içinde (olmak).
Başı dinç (olmak): Herhangi bir kaygısı/sorunu olmayan (olmamak),
huzur içinde yaşayan (yaşamak).
Başı dönmek: -1. Dengesini yitirip düşecek gibi olmak. -2. Kötü bjr «şey karşısında karşısında bunalmak, sıkılmak. -3. Görkemli, ilk kez -
görülen bir şey karşısında şaşırıp kalmak. -4. Ulaştığı zenginlik ya da
mevki nedeniyle şımarıkça davranışlarda bulunmak.
Başı dumanlı: -1. (Dağ için) Tepesini, doruğunu sis bürümüş. -2. İçki­den sarhoş olan ya da sevgi nedeniyle kendinden geçen (kimse); ka­fası dumanlı. -3. Açık seçik düşünebilecek, karar verebilecek, durum­da olmayan (kimse).
Başı eğik (olmak, kalmak): Söz söyleyemez, direnemez, mahcup du­rumda (olmak); kafası eğik.
Başı göğe ermek (değmek) : Beklenmedik bir anda büyük bir mutlu­luğa kavuşmak; bundan ötürü çok böbürlenmek. (Kimi zaman alay’ yolu kullanılır.)
Başı hoş olmamak (bîr şeyle), (biriyle) : -1. Ondan hoşlanmamak. -2. O kimseyle arası bozuk olmak; kafası hoş olmamak.
Başı için (birinin) : Değer verilen kişinin hayatı sözkonusu edilerek kullanılan ant ya da yalvarma sözü.
Başı kabak: -1. Saçları dökülmüş. -2. Başında şapka, başörtüsü vb. olmayan.
Başı kalabalık olmak: Yanında iş, konuşma vb. nedenlerle birçok kimse bulunmak.
Başı kazan gibi olmak : -1. Gürüjtü, vb’den çok rahatsız olmak. -2. Ça­lışmak vb’den dolayı zihinsel yorgunluk duymak; kafası kazan gibi olmak.
Başımla beraber : Memnuniyetle, seve seve, hiç rahatsız olmaksızın.
Başına bela etmek (birini, bir şeyi) : Onu kendisine sıkıntı verecek bir durumu getirmek; o şeyin kendisini tedirgin edecek duruma gel­mesine neden olmak.
Başına bela kesilmek : Bir kimse ya da şey, sıkıntı verecek, dert ola­cak duruma gelmek.
Başına bela olmak : Bir şey ya da kimse sıkıntı verir duruma gelmek.
Başına bela sarmak : Birisine bir şeyi musallat etmek, o şeyin onu ra­hatsız etmesine yol açmak.
Başına belayı satın almak : Rahatsız edici, üzücü olduğu sonradan anlaşılan bir işe kendi isteğiyle girişmiş olmak.
Başına bir şey (bela, bokluk, hal, İş, kaza vb) gelmek : Kötü bir du­ruma düşmek, istenmeyen bir durumla karşılaşmak.
Başına bitmek (birinin) : İstemediği halde yanına gelip bir türlü ordan ayrılmamak, ısrarlı isteklerde bulunmak.
Başına buyruk : -1. Hiç kimseden izin almak gereğini duymadan, İste­diği gibi davranan. -2. özgür, bağımsız (bir biçimde).
Başına çalmak (bir şeyi) : -1. Bir şeyle vurmak. -2. Bir şeyi öfkeyle geri vermek ; kafasına çalmak.
Başına çıkarmak (birinin) : Onu çok şımartmak; tepesine çıkarmak.
Başına çıkmak: Birinin hoşgörüsünü, yakınlığını fırsat bilip şımarıkça davranmak; tepesine çıkmak.
Başına çorap örmek : Birini kötü duruma düşürmek için gizli plan ha­zırlamak; çorap örmek.
Başına dikilmek : Başucunda durmak, rahatsız etmek; tepesine dikil­mek.
Başına iş açmak : Zor, zorunlu bir işe kendi İsteğiyle girişmek. Başına kakmak : Yaptığı iyiliği, iyilik yaptığı kimsenin yüzüne karşı
söyleyerek onu incitmek; kafasına kakmak. Başına kalmak : Bir işin yapılması, bir kimsenin bakımı, ağırlanması
onun görevi olmak.
Başına vur, ağzından lokmasını al: Uysal, boyun eğen (kimse). (Kars. Yumuşak baştı.)
Başından aşağı kaynar sular dökülmek : bk. Başından kaynar su dökülmek.
Başından atmak (defetmek) (birini) (bir şeyi) : -1. Rahatsızlık veren, artık sıkıa olan bir kimseyle olan ilişkiye son vermek. -2. Yapılması güç olan ya da çok zaman alacak olan bir işi bırakmak.
Başından büyük işlere girişmek (kalkışmak) : Bilgi, beceri ve yetkisi­ni aşan işleri yapmak istemek, bunlara yeltenmek.
Başından geçmek: Söz konusu olayı (olayları) yaşamış olmak; söz konusu durumla daha önce karşılaşmış olmak.
Başından (aşağı) kaynar su (sular) dökülmek : Üzücü, utandırıcı bir olay, durum karşısında büyük bir sıkıntı duymak; vücudunu sıcak bir ter basmak; kafasından kaynar su dökülmek.
Başından savmak (bir şeyi, bir kimseyi) : Onu herhangi bir bahane ile uzaklaştırmak.
Başında olmak (bir durum birinin) : Aynı sıkıntılı durumu yaşamakta olmak.
Başında paralansın (parçalansın) : Yapılan bir iyilik çok söylendiğin­de ya da pek bir işe yaramadığında, o iyiliğin artık istenmediğini be­lirten iîenç sözü; kafasında paralansın.
Başını ağrıtmak : -1. Gereksiz, yersiz sözlerle bunaltmak. -2. Tedirgin etmek, uğraştırmak, can sıkmak; kafasını ağırtmak.
Başını (baş) alamamak (bir şeyden): O şeyden kendisini bir türlü kurtaramam ak.
Başını alıp gitmek (kaçmak, savuşmak): -1. Hiç kimseye danışma­dan, haber de vermeden bulunduğu yerden uzaklaşmak. -2. (Fiyat, ücret, faiz vb) Gittikçe artmak, yükselmek.
Başını (başında) beklemek: Bir kimseyi, şeyi korumak, gözetlemek
Başını belaya (derde) sokmak (salmak) : Hiç gereği yokken bir kim­seyi sorumlu kılan, başını ağrıtan bir duruma itmek..
Başını boş bırakmak: Bir şeyi ya da kimseyi kendi haline bırakmak; denetim altına tutmamak.
Başını dinlemek : Kalabalıktan, gürültüden uzak, sessiz sakin bir yer­de dinlenmek; kafasını dinlemek.
Başını döndürmek : -1 .(Korku, içki, tütün vb) Baygınlık vermek, bayıla­cak duruma getirmek. -2. Çok beğenmek, büyük bir ilgi duymak.
Başını ezmek: Birisini bir daha kötülük yapamayacak duruma getir­mek, yok etmek; kafasını ezmek.
Başını gözünü yarmak : Bir işi istenildiği gibi yapmamak; o işi kusur­lu, eksik bir biçimde yapmak; kafasını gözünü yarmak.
Başını (bir şeyden) kaldırmamak (kaldıramamak) : -1. Bir işi yapar­ken hiç ara vermemek, o işin gidişini bozacak başka bir iş yapma­mak; kafasını kaldırmamak. -2. Hasta bir türlü iyileşip ayağa kalka-mamak; kafasını kaldırmamak.
Başını kaşımaya vakti olmamak (başını kaşıyacak durumda olma­mak) : İşleri çok ve sıkışık durumda* olmak; kafasını kaşımaya vakti olmamamak.
Başının artından çıkmak (bir şey, birinin): Kötü bir şey birinin, kur­nazca hazırladığı bir plana göre yapılmak; kafasının altından çık­mak.
Başının çaresine bakmak: İçinde bulunduğu güç durumdan kendi olanaklarıyla kurtuluş yolu aramak.
Başının derdi: (özellikle çocuklar için sitem yollu söylenir) Çok rahat­sızlık veren, eziyet eden; baş belası.
Başının etini yemek : Birisinden ısrarla, bıkkınlık verecek ölçüde bir şeyler istemek; kafasının etini yemek.
Başını şişirmek : Çok konuşmak ya da gürültü vb ederek başının ağrı­masına yol açmak; kafasını şişirmek.
Başını taşa (taştan taşa) vurmak : Bir fırsatı kaçırınca ya da başarısız­lığa uğrayınca çok üzülmek, kafasının taştan taşa vurmak.
Başını yakmak (birinin) : Onu tehlikeli bir duruma sokmak, zarar sokmak
Başını yemek (birinin): -1. Bir kimsenin tehlikeli, güç bir duruma düş­mesine yol açmak. -2. Öldürmek, ölümüne yol açmak. -3. bk. Başı­nın etini yemek.
Başın (başınız) sağ olsun: Bir yakını ölmüş kimseye söylenen teseli sözü.
Başı önünde: -1. Terbiyeli, uslu (kimse). -2. Utangaç, mahcup (kim­se).
Başı sıkışmak (sıkılmak) : Herhangi bir güçlükle karşılaşmak. Başı sonu belli değil: Çok düzensiz, karmakarışık. Başı (başı beyni) şişmek: Gürültü, yorgunluk vb’den çok rahatsız ol­mak; kafası şişmek.
Başı tutmak: Gürültü, fazla konuşma, üzüntü ya da başka bir nedenle başı ağrımaya başlamak; kafası tutmak.
Başı yerine gelmek : Kafası dinlenmiş, yorgunluğu gitmiş olmak; ka­fasın yerine gelmek.
Başı yukarda : Onurlu, kibirli, kendini beğenmiş (kimse). (Kars. Burnu havada)
Baş kaldırmak (bir şeye, birine) : Ayaklanmak, İsyan etmek, karşı gelmek.
Baş kıç belli değil: “Burada, bu toplulukta tam bir kargaşa, düzensiz­lik hâkim: Kim yönetici; kimler yönetiliyor belli değil.” anlamında..
Baş koymak (bîr şeye): Bir ülkü, amaç uğruna ölümü bile göze alıp uğraşmak.
Baş tacı etmek (bîrin): Ona büyük saygı göstermek, değer vermek. Başta gelmek: En ön sırada olmak, üstün durumda bulunmak; önde gelmek.
Başta gitmek : En ileri, en üstün, durumda bulunmak.
Baştan aşağı (asağa) (Baştan ayağa); Başından sonuna kadar; bü­tünüyle; tepeden tırnağa.
Baştan başa : Bütünüyle, her yönüyle, iyice,.bir uçtan Öbür uca kadar. (Kars. Tepeden tırnağa)
Baştan çıkarmak (birini) : Onu etkileyerek kötü yola sürüklemek, doğ­ru yoldan saptırmak; ayartmak.
Baştan çıkmak: Yasadışı, ahlakdışı yollara sapmak;, kotu insan ol­mak.
Baştan savma (iş): Özen göstermeden, gelişigüzel bir biçimde yapı­*** (iş).
Baştan savmak: bk. Başından savmak.
Belasını aramak : Kendisi için tehlikeli bir durum yaratmak. (Kars. Ca­nına susamak, eceline susamak, kanına susamak.)
Belasını bulmak : Yaptığı kötülüklerin karşılığını bulmak, cezasını çek­mek.
Belaya çatmak : Tedirgin edici bir durumla ya da kavgacı biriyle karşı­laşmak.
Bel bağlamak (birine, bir şeye): Ona güvenmek, inanmak.
Bel bel bakmak : Şaşkın şaşkın bakmak.
Belge almak : İki yıl aynı sınıfta üst üste kalan öğrenci, okuldan uzak­laştırılmak.
Beli bükülmek : Yaşlılık nedeniyle bir iş yapamaz duruma gelmek.
Beli gelmek : Cinsel İlişki sırasında boşalmak. Belini bükmek (bir şey, bir kimse birinin): O, söz konusu kimsenin
çaresizlik içinde kıvranmasına yol açmak.
Belini doğrultmak: İşlerini düzene koymak (Kars. (İşi) yoluna koy­mak.)
Belini kırmak: -1. Fena halde dövmek. -2. Hırpalamak, bir şey yapa­maz duruma getirmek. -3. Bir işin en güç kısmını yapıp bitirmek, ko­laylaştırmak
Belirli belirsiz: Çok az belli olan, zorlukla seçilebilen. Belli başlı: -1. En önemli, başlıca. -2. Belirli. Belli belirsiz: Çok az belli olan, kolayca sezilemeyen.
Bel vermek: -1. (Duvar için) Ortası kamburlaşmak. -2. (Tavan için)
Aşağı doğru sarkmak.
Benden günah gitti (Benden söylemesi) : “Ben görevimi yaptım, ge­rekeni söyledim; bundan sonrası için sorumluluk kabul etmem.’ anla-, mında.
Benden sonra tufan : Kendinden sonrakileri, sonra olacakları düşün­meyen kimsenin tutumunun yanlışlığını belirtmek için söylenir. Benden uzak olsun da, Mısır’a sultan olsun : “Söz konusu kimse, ne­rede, hangi mevkide olursa olsun, yeterki benden uzakta bulunsun.” anlamında.
Bende (sende, onda) o göz var mı? : “Bunlara inanacak kadar saf
mıyım? (saf mısın?) , (saf mı?).” anlamında.
Ben derim bayram haftası, o anlar mangal tahtası: “Benim söyledik­lerimden bambaşka şeyler anlıyor, anlamlar çıkarıyor.” anlamında. Ben diyorum hadımım, o diyor (soruyor) oğul uşaktan neyin var (çoluk çocuktan ne haber?) : “Ben gücüm olmadığını, bu işi yapama­yacağımı söylüyorum; o hâlâ benden yardım istiyor, birtakım işler yapmamı umuyor.” anlamında.
Benim diyen : Kendine çok güvenen (insan).
Benim oğlum bina olur, döner döner yine okur: Hiçbir sonuca var­madan aynı şeyleri yineleyip duran kimse için alay yollu söylenir.
Benzi atmak (uçmak) : Korkudan ya da heyecandan yüzü sararmak; beti benzi atmak.
Benzi kül gibi olmak : Korkudan yüzünden kan çekilmek, yüzü sapsa­rı olmak.
Benzine kan gelmek : İyileşmek, canlanmak.
Berabere kalmak: Bir oyunda her iki tarafın da aldığı sayılar eşit ol­mak, yenişememek.
Bereket versin (bereket ki, bereket versin ki) : -1. “Tanrıya şükür ki.” anlamında yaşanılan kötü bir durum için söylenir. -2. “Tanrı size bol para versin.” anlamında iyi dilek sözü.
Besledik büyüttük danayı, (şimdi) tanımaz oldu anayı: “0 kimseyi biz yetiştirdik, bu hale getirdik, şimdi yüzümüze bile bakmıyor.” anla­mında.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:14 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
Beş aşağı beş yukarı: Yaklaşık olarak; üç aşağı beş yukarı.
Beş beter: Çok kötü.
Beşik kertme nişanlı (beşik kertiği) : Daha beşikte iken ailesi tarafın­dan nişanlanmış.
Beşinci kol: Düşmanla iş birliği yaparak ülkeyi içten çökertmeye çalı­şan örgüt.
Beş kardeş (yemek): Tokat (yemek).
Beşlik simit gibi kurulmak: Önemli bir kişiymiş gibi kasılarak otur­mak.
Beş para etmez : “Hiçbir değeri yoktur.” anlamında.
Beş paralık etmek (birini) : Ayıplarını söyleyip onu küçük düşürmek.
Beş paralık olmak: Ayıpları ortaya döküldüğü için küçük düşmek.
Beş parasız : Yoksul, parasız.
Bet bet bakmak: Kötü bir şey yapacakmış gibi bakmak.
Beterin beteri: En kötü sanılandan daha kötü olan şey İçin söylenir.
Beti benzi kalmamak (atmak, uçmak, kireç kesilmek): Korku, üzün­tü vb. nedeniyle yüzünden kan çekilmek; benzi atmak.
Beti bereketi olmamak (kaçmak) : -1. Yiyecek çabuk tükenir olmak. -2. Paranın satın alma gücü düşmek.
Beyaz kömür: Elektrik enerjisi.
Beyaz oy : Kabul oyu.
Beyaz perde : Sinema, sinema sanatı.
Beyaz zehir : Eroin, uyuşturucu madde.
Bey devesi (danası) gibi yan gelip geviş getirmek : Hiçbir işe el sürmeden keyfince yiyip içmek, yaşamak.
Bey gibi yaşamak: Bolluk içinde yaşamak.
Beyhude yere : Boş yere, gereği yokken, boşu boşuna; yok yere.
Beyin göçü: Özellikle azgelişmiş bir ülkenin yetişmiş, nitelikli bilim adamlarının çalışmak üzere gelişmiş ülkelere gitmesi olgusu.
Beyin yıkamak : Çeşitli yöntemler uygulayarak birisini belirli bir düşün­ceyi benimsemeye zorlamak.
Beyin yormak : Bir konu üzerinde çok düşünmek; kafa yormak.
Beylik söz: Herkesçe kullanılan, basamakalıp söz.
Beyni atmak: Çok kızmak; tepesi atmak.
Beyni bulanmak (uyuşmak): Sersemlemek, sağlıklı düşünemez duru­ma gelmek.
Beyninden vurulmuşa dönmek : Kötü bir haber alıp, hiçbir şey düşün­meyecek duruma gelmek.
Beyni sulanmak : Bunamak, sağlıklı düşünebilme gücünü yitirmek.
Bezginlik gelmek (birine bir şeyden) : 0 şeyden yorulmak, bıkmak, usanmak.
Bıçak kemiğe dayanmak : Sıkıntı, 2ahmet, artık dayahılamayacak bir duruma gelmek.
Bıçak sırtı: -1. Çok az (fark, zaman), -2. Çok yakın (aralık). (Kars. Kıl payı.)
Bıkkınlık gelmek (birine) : Ondan bıkmak, usanmak, bunalmak.
Bıkkınlık vermek (birşey birine) : Bir şeyi tekrarlaya tekrar I aya karşı­sındakini usandırmak.
Bıyığı (bıyıkları) terlemek : Bıyığı yeni çıkmaya başlamak.
Bıyık altında gülmek : Birinin içinde bulunduğu duruma alay ederek, belli etmeden gülmek.
Bıyık bırakmak : Bıyıklarını kesmeyip uzatmak.
Biçilmiş kaftan : Bir işe, kimseye en uygun , en elverişli olan.
Bildiğinden şaşmamak: Hiçbir şeyden etkilenmeyip, doğru saydığı davranışını sürdürmek. (Kars. Gürültüye pabuç bırakmamak.)
Bildiğini okumak (yapmak): Başkalarının sözüne kulak asmadan is­tediği gibi davranmak.
Bile bile : Bilerek, isteyerek; kasıtlı olarak, kasten.
Bile bile lades : Aldandığını bildiği halele hiç itiraz etmeme, bunu ka­bul etmiş görünme.
Bileğine güvenmek : Kendi gücün, bilgisine, yeteneğine güvenmek,
Bileğinin hakkıyla : Kendi çalışması ve gücüyle.
Bilincine varmak (bir şeyin) : O şeyi iyice anlamak, kavramak; ger­çekliğini görmek.
Bilir bilmez: Yarım yamalak bilerek; eksik bilgi ile.
Bilmezlikten (bitmemezlikten) gelmek: Bilmiyor görünmek.
Bilmiyorsun (bilmediğin) bu boku, git mektebinde oku : “Mademki bu şeyi bilmiyorsun, niçin uğraşıp duruyorsun? Bari öğren, sonra gel, uğraş.” anlamında.
Binde bir: Çok seyrek olarak; nadiren.
Bin dereden su getirmek : Birini kandırmak için bir yığın gerekçe ileri sürmek, aldatıcı sözler söylemek; kırk dereden su getirmek.
Bindiği dalı kesmek: Yarar sağladığı bir şeyi ortadan kaldırmak, ken­disi için zararlı duruma getirmek.
Bini aşmak : Çok fazla olmak.
Bini bir paraya : Pekçok, bol.
Binin yarısı beş yüz (o da bizde yok) : “Tasalanmana gerek yok.” an­lamında avutma sözü.
Bin kat: Başka şeyle karşılaştırılamayacak ölçüde çok.
Bin pişman olmak: Yaptığı şeyden çok pişman olmak.
Bin tarakta bezi olmak : Çok şeyle uğraşmak.
Bin yaşa : Çok yaşa anlamında.
Bir abam var atarım nerede olsa yatarım : “Yalnız yaşayan bir kim­seyim, basit bir yaşama tarzım vardır, her yerde kalabilirim.” anlamın­da.
Bir ağızdan : Hep birlikte, beraberce.
Bir âlem : Kendine özgü şaşırtıcı nitelikleri olan.
Bir allahın kulu : Herhangi bir kimse.
Bir an : Çok kısa bir süre.
Bir an önce (evvel) : Olabildiğince çabuk.
Bir anlamda : Anlamlarından birine göre.
Bir anlık: Pek kısa bir süre içinde olan.
Bir ara (aralık) : -1. Bir süreç içindeki kısa bir süre; -2. Eskiden, eski bir zamanda.
Bir araba laf: Bir yığın gereksiz, yersiz söz.
Bir araya gelmek : Toplanmak; buluşmak.
Bir araya getirmek: -1. Derlemek, toplamak. -2. Birleştirmek.
Bir arpa boyu yol gitmek : Önemsiz denecek kadar az ilerleme sağ­lamak.
Bir aşağı bir yukarı (dolaşmak, yürümek) : Amaçsızca, bir yerde ora­dan oraya (dolaşmak, yürümek vb.)
Bir atımlık (atım) borutu olmak (kalmak) : Bir konuda yapabileceği pekaz şey kalmak; gücü, olanakları tükenmeye başlamak.
Bir ayağı çukurda (olmak) : Çok yaşlanmış (olmak); ölüme epeyce yakın (olmak).
Bir bakıma : Değişik bir görüşe göre, başka bir yönden bakılırsa.
Bir baltaya sap olmak : Belirli bir iş tutmak, bir meslek sahibi olmak.
Bir bardak suda fırtına koparmak : Önemsiz denecek kadar küçük bir sorunu büyütüp, kavga konusu yapmak.
Bir başına : Yalnız olarak, yanında hiç kimse bulunmadan.
Bir baştan (uçtan) bir başa (uca) : Bir yerin bir sınırından öbür sınırı­na kadar.
Bir ben bilirim, bir de Allah : “Çektiğim sıkıntı ve üzüntüleri ben ve Tanrı’dan başka kimse bilmez.” anlamında.
Bir bildiği olmak : Kendine göre bir düşüncesi olmak.
Bir bir: Teker teker, ayrı ayrı.
Birbirine düşmek : Aralarında anlaşmazlık çıkmak.
Birbirine girmek: -1. Kavga etmek. -2. Heyecanla oraya buraya koşuş­mak.
Birbirinin gözünü oymak : Aralarındaki geçimsizlik nedeniyle kavga etmek.
Birbirini yemek : Sürekli kavga etmek, anlaşmazlık içinde olmak.
Bir bu eksikti: “Dertler, sorunlar yetmiyormuş gibi şimdi bir de bu çık­tı.” anlamında.
Bir çırpıda : Çabucak, çok kolay biçimde.
Bir çift söz : Birkaç söz.
Bir çuval inciri berbat (murdar) etmek : Yolunda giden bir işi, yanlış bir hareketle ya da sözle bozmak. •
Bir daha:-1.Bir kez daha, ikinci kez.-2.Artık,ondan sonra, hiçbir zaman.
Bir dediği bir dediğini tutmamak : Söyledikleri birbirine uymamak, tu­tarsız konuşmak.
Bir dediğini (söylediğini) iki etmemek (ikiletmemek): Onun her iste­diğini yerine getirmek.
Bir dediği iki olmamak (edilmemek): Her isteği yerine getirilmek
Bir defa (kere) : -1. Olup biten bir durumu anlatan cümlelerde, artık o şeyin geçmiş olduğunu, geri dönülemeyeceğini anlatır. -2. Her şey­den önce, ilkönce, hele. -3. Asıl önemlisi, her şeyden önemli olarak.
Bir dereceye kadar: Makul bir ölçüye kadrar, belli bir noktaya kadar; nispeten.
Bir deri bir kemik (kalmak) : Vücutça çok zayıf (düşmek), zayıflamış (olmak).
Bir dirhem bal için bir keçiboynuzu çiğnemek : Faydası az zahmeti çok bir işle uğraşmak.
Bir dizi: Birçok, bir yığın.
Bir dokun bin ah işit (dinle) (kase-i fağfurdan ): “İnsanların dertlerini biraz deşmeye gör; hemen her türlü şikâyetlerini dile getirirler.” anla­mında.
Bir don bir gömlek (kalmak, bırakmak) : Yarı çıplak, yoksul bir du­rumda (kalmak, bırakmak).
Bir dostluk kaldı: Satıcıların malları azaldığı zaman kullandıkları özendirme sözü.
Bir düziye : Sürekli olarak, aralıksız; bidüziye, biteviye.
Bire bir (gelmek): (İlaç için) Kesin ve etkili (olmak).
Bir elin beş parmağı gibi: Birbirinden hiç ayrılmayan; aralarında her­hangi bir ayırım gözetilmeyen (kimseler).
Bir eli yağda bir eli balda (olmak) : Zenginlik, bolluk içinde (olmak).
Bire (beş, on, yüz…) vermek : (Buğday, arpa, nohut, fasulye gibi ürün­ler için) Toprak atılan tohumun belli bir katı kadar ürün vermek.
Bir günden bir güne : Hiçbir zaman.
Bir güzel: Çok iyi, iyice, güzel bir biçimde.
Bir hal olmak : -1. Bir şeyi çok yapmaktan usanmak, bıkmak; fenalık gelmek. -2. Davranışlar, huyu değişmek. -3. Bir.kazaya uğramak, öl­mek.
Bir hayli: Oldukça çok, epeyce.
Bir hiç uğruna : Amaçsızca, boşu boşuna.
Bir hoş : -1. Tatlı bir hoşluk içinde olan. -2. Garip, yadırgatıcı, tuhaf.
Bir İçim su : Çok güzel (kadın, kız).
Bir iğne bir iplik kalmak : Bir üzüntü, hastalık vb. nedeniyle çok zayıf­lamak.
Bir iki demeden (derken) : Karşısındakine vakit bırakmadan, hiçbir şekilde duraksamadan.’
Bir kalemde : Toptan, bir işlemde.
Bir kapıya çıkmak : Hepsi aynı sonuca varmak, aynı anlama gelmek; aynı kapıya çıkmak.
Bir kaşık suda boğmak (birini) : Bir kimseye çok kızmak; kin duy­mak.
Bir kenara bırakmak (bir şeyi): Orta Önem vermemek, onu dikkate almamak.
Bir kenara çekilmek : İlgisini kesmek; sorumluluk almamak.
Bir kere : Aslında, gerçekte.
Bir kıyamettir gitmek (kopmak): Çok fazla gürültü, patırtı, telaş ol­mak.
Bir kol çengi: Espirili söz ve davranışlarıyla çevresine neşe saçan kimseler için söylenir.
Bir kofluğa iki karpuz sığdırmak : Aynı zaman içinde iki işi birden ya­par durumda olmak.
Bir köroğlu bir ayvaz: Kan kocanın çocuklarının olmadığını, yalnız ya­şadıklarını belirtmek için söylenir.
Bir köşeye ayırmak (atmak, koymak) (bir şeyi): Bir şeyi gerektiğin­de kullanmak üzere bîr yere koymak, biriktirmek, saklamak.
Bir köşeye çekilmek: Etkin görevi bırakmak. (Kars. İnzivaya çekil­mek.)
Bir kulağından girip öteki (öbür) (bir) kulağından çıkmak : Söyleni­lenlere önöm vermemek, hiç uymamak, onları dikkate almamak. (Kars. Kulak asmamak.)
Bir lokma bir hırka : Azla yetinmeyi, dervişçe yaşamayı anlatan haya) görüşü.
Bir nalına bir mıhına : bk. Hem nalına, hem mıhma.
Bir paralık etmek (birini): Onu utanılacak bir duruma düşürmek, re­zil etmek; beş (on) paralık etmek.
Bir paralık olmak : Değersiz, onursuz, kötü duruma gelmek; beş (on) paralık olmak.
Bir pire için yorgan yakmak: Küçük bir zarardan kurtulmak için çok büyük bir zararı göze almak.
Bir punduna getirmek : Bir iş için en uygun durum ve zamanı yokla­mak; punduna getirmek.
Bir saati bir saatine uymamak: Tutum ve davranışları sürekli değiş­mek, tutarsız olmak; saati saatine uymamak.
Bir sıkımlık canı olmak : Kısa boylu, cılız ve güçsüz olmak.
Bir sürü : Çok sayıda, pekçok, birçok.
Bir şeyciği kalmamak: İyileşmek, iyi olmak.
Bir şeye benzememek : İşe yarar, beğenilir ve istenir durumda olma­mak.
Bir şeyler (şey) olmak : -1. Huy ve davranışları değişmek. -2. Fenalık gelmek, bayılacak gibi olmak. -3. Herhangi bir kötü durum başından geçmek.
Bir tahtası eksik : Pek akıllı olmayan, delice İşler yapan (kimse); tah­tası eksik.
Bir taşla iki kuş vurmak : Bir davranışla, yararlı iki sonuç elde etmek.
Bîr tek atmak : Bir kadeh içki içmek.
Bir temiz : Adamakıllı, iyice, güzelce.
Bir toh : Çok, çok miktarda.
Bir tuhaf,: Garip, alışılmadık, yadırgatıcı (biçimde).
Bir tuhaf olmak : Üzülmek, yadırgamak, ne yapacağını bilememek.
Bir tuhaflığı olmak: Kendini iyi hissetmemek, rahatsızlığı olduğunu anlamak.
Bir tutmak (görmek) : Aynı derecede görmek, farksız olduğunu kabul etmek, eşit saymak.
Bir türlü : -1. Ne yapıp yapıp; hiçbir biçimde. -2. (Yinelemeli biçimde) Bir eylemin yapılması ile yapılmamasının aynı derecede tedirginlik verici olduğunu belirtir. -3. Bir başka çeşitten.
Bir vakitler (bir vakit) : Vaktiyle, eskiden, geçmiş zamanda; bir za­manlar.
(Biri, bir şey) bir yana, dünya bir yana : Bir kimseye ya da şeye aşı­rı ölçüde değer verildiği zaman kullanılır.
Bir yastığa baş koymak : (Bir erkek bir kadın) Evlj olmak, hayatını ev­li olarak sürdürmek.
Bir yaşına daha girmek : Şaşılacak yepyeni bir durumla karşılaşmak.
Bir yerde : Belli bir aşamada, belli bir noktada, bir bakıma.
Bir yığın : Birçok, pekçok, çok miktarda.
Bir yolunu bulmak : Amaca ulaştıracak çareyi, fırsatı, İmkânı bulmak.
Bir zamanlar (zaman) : Vaktiyle, eskiden, geçmiş zamanda.
Bitkin düşmek : Çok yorulmak ; halsiz düşmek.
Boca etmek (bir şeyi) : Onu birdenbire ters çevirip içindekileri boşalt­mak.
Boğaz boğaza gelmek : Kavga etmek; gırtlak gırtlağa gelmek.
Boğazı kurumak :Çok konuştuğu için su içmek gereksinmesini duy­mak; damağı kurumak.
Boğazına basmak : Birini bir işi yapması için zorlamak; gırtlağına basmak.
Boğazına dizilmek (boğazından geçmemek) : İştahsızlık vb. neden­lerle yemeğin tadına varamamak.
Boğazına düğümlenmek ; Heyecan, korku, vb. yüzünden söyleyecek­lerini söylememek.
Boğazına düşkün : Yemeği ve içmeyi çok seven (kimse); gırtlağına düşkün.
Boğazına kadar borca girmek: Çok borçlanmak ; gırtlağına kadar borca girmek.
Boğazına sarılmak : Kavgaya girişmek, peşini bırakmamak; gırtlağı­na sarılmak.
Boğazından kesmek: Para arttırmak için yiyeceğinden kısıntı yap­mak; gırtlağından kesmek.
Boğaz kavgası: Geçimini sağlamak için uğraşma.
Boğaz tokluğuna (çalışmak) : Sadece karnını doyurma karşılığında (çalışmak).
Boğuntuya gelmek : Aldatılmak, kandırılmak
Boğuntuya getirmek : Şaşırtma yoluyla birisine yüksek fiyatla mal sat­mak ya da düşünmesine fırsat vermeden bir şeyi kabul ettirmek.
Bohçasını koltuğuna vermek : Kovmak, defetmek, işine son vermek.
Bol keseden atmak : Yerine getirilmesi güç vaatler bulunmak.
Bombardıman etmek (birini) : Bir kimseye ağır sözler söylemek. Borca batmak: Borcu çok olmak. Borca girmek ;* Borçlanmak.
Borç bilmek (bir şeyi): Bir şeyi yapmayı, kendisi için zorunlu bir gö­rev olarak kabul etmek.
Borç bini aşmak (borç gırtlağa çıkmak): Borç, ödemesi güç bir du­ruma gelmek.
Borç harç : Borçlanarak, borca girerek.
Borçsuz harçsız : Hiç borca girmeden.
Boru mu (bu)? (boru değil) : “Küçümsenecek, önem verilmeyecek şey değil.” anlamında.
Borusunu çalmak (birinin): Çıkar sağlanan kimsenin hoşuna gide­cek, düşüncelerine uygun düşecek davranışlarda bulunmak.
Borusu ötmek: Nüfuzu olmak, sözü dinlenmek, sözü geçmek.
Bostan korkuluğu : Görevini yapmayan, etrafına sözünü geçiremeyen kimse.
Boşa çıkmak : Gerçekleşememek, sonuç vermemek; boş çıkmak.
Boşa gitmek: Hiçbir işe yaramadan yok olmak; havaya gitmek.
Boşa koysam dolmaz, doluya koysam almaz: ‘Hiç bir çözüm yolu bulamıyorum.” anlamında.
Boş atıp dolu tutmak (vurmak): -1. Umutsuz gibi görünen bir işten olumlu sonuç almak. -2. Doğruluğuna inanmadan söylenilen söz ger­çek çıkmak.
Boş bulunmak : Dikkatsiz ve dalgın bir durumda bulunmak.
Boş çıkmak : (Umut edilen şey) Gerçekleşememek; boşa çıkmak.
Boş gezenin boş kalfası: İşsiz güçsüz dolaşan kimse için kullanılır.
Boşta kalmak (boşta gezmek); İşsiz güçsüz kalmak.
Boşu boşuna : Hiç gereği yokken, hiçbir kazanç sağlamadan; boş ye­re.
Boş vermek (bir şeye, birine) : Ona önem vermemek, aldırmamak.
Boş yere : Boşuna, gereksiz yere; boşu boşuna.
Boyacı küpü değil ki (hemen daldırıp çıkarasın) : “Bu iş o kadar ko-x lay ve çabuk yapılamaz, belli bir emek ve zamana ihtiyaa vardır.” an­lamında.
Boy atmak (boya çekmek): (Çocuk, için) Boyu uzamak, boylanmak.
Boy göstermek : Gösteriş olsun diye ortalıkta görünmek.
Boy bos (pos) : İnsanın boy açısından görünümü.
Boylu boslu (poslu): Boyu uzun, gösterişti; yakışıklı (kimse).
Boylu boyunca : Bütün boyu ile, boyu uzunluğunca.
Boynu bükük : -1. Acınacak, zavallı kimse İçin söylenir. -2. Acınacak, yardım bekler bir durumda.
Boynu eğri: Bir kimsenin İstediğini yerine getirmek durumunda olan, bu isteği borç bilen.
Boynu kopsun (boynu altında kalsın) : “Ölsün, gebersin” anlamında beddua.
Boynum kıldan ince : “Haksız olduğum anlaşılırsa, verilecek her ceza­ya boyun eğeceğim.” anlamında.
Boynunu bükmek : Kendisine aandirıa davranışta bulunmak.,
Boynunun borcu : Bir kişinin yapmak zorunda olduğu iş.
Boynuz isterken kulaktan olmak : Daha iyi bir şey elde etmek ister­ken elindekini de yitirmek.
Boynuz takmak (dikmek) (birine) : Kadın başka bir erkekle ilişki kura­rak kocasını aldatmak.
Boy Ölçüşmek (biriyle) (bir şeyle) : Yeterliğini,, üstünlüğünü göster­mek için onunla yarışmak.
Boy pos : bk. Boy bos.
Boyu boyuna, huyu huyuna uymak : Birbiriyle denk, uyumlu olmak.
Boyu (boyu boşu) devrilsin : “ölsün.” anlamında beddua.
Boyundan büyük işlere karışmak: Başaramayacağı işlere kalkışmak.
Boyunduruk aftına girmek: Başkasının (başka bir devletin) baskı ve buyruğu altında yaşamak.
Boyun eğmek: Güçlü birinin isteğini zorla ya da istemeyerek kabul et­mek.
Boyunun ölçüsünü olmak : Giriştiği bir işte başarısızlığa uğrayıp bece­riksizliğini ya da yetersizliğini anlamak.
Boy vermek: -1. {İnsan İçin) Suyun derinliğini boyu ile ölçmek. -2. (Bitki için) Gelişmek, uzamak.
Bozguna uğramak (bozgun vermek, bozgun yemek) : Bir karşılaş­mada, savaşta yenilip perişan bir duruma düşmek.
Bozuk çalmak: Sinirli, canı sıkkın olduğunu davranışlarıyla göstermek.
Bozuk para gibi harcamak (birini): Bir kimsenin değerini sıfıra indir­mek, onu başkalarının yanında küçük düşürmek.
Bozum olmak : Utanacak duruma düşmek (Kars. Küçük düşmek.)
Bozuntuya vermemek : Olup bitenleri anlamamış, görmemiş, söyle­nenleri duymamış gibi davranmak, durumu İdare etmek.
Böylesine can kurban : “Benzerlerine oranla daha iyi, daha güzel olanlar için her türlü fedakârlığa katlanır.” anlamında.
Bu aptestle çok namaz kılınır: “Küçümsenen bu tutumla, inanışla ya da araçla işler daha çok yürütülür.” anlamında.
Bucak bucak aramak (birini) : Onu her yerde aramak.
Bucak bucak kaçmak (saklanmak) (birinden, bir şeyden): Onunla
karşılaşmaktan sakınmak.
Bu gidişle : Bu biçimle, bu tempoyla.
Bu gözle : Bu anlayışla.
Bugünden tezi yok : Hemen şimdi, ilk fırsatta.
Bugüne bugün : Bugünkü ölçülere, değerlendirmelere göre.
Bugünlük yarınlık : Pek yakında olması beklenen şeyler için kullanılır.
Bugün yarın : Bir iki gün İçinde.
Bulanık suda balık avlamak: Karışık bir durumdan yararlanıp çıkar sağlamaya bakmak.
Bulantı vermek (bir şey birine) : O şey onu kusacak duruma getir­mek, midesini bulandırmak.
Buldukça bunamak: Bulduğuna şükretmemek, daha çoğunu İste­mek.
Buldumcuk olmak: Eline geçen bir şeyden ötürü fazlaca sevinmek.
Bulunmaz Hint (Bursa) kumaşı! mı? : ‘Az bulunur, çok değerli bir şey ya da kimse değil ya!” anlamında alay yollu söylenir.
Bulup buluşturmak: Ne yapıp yapıp bulmak, büyük bir çaba sonucu sağlamak.
Bulut gibi: -1. (Sinek vb için) Yoğun. -2. Aşın ölçüde (sarhoş).
Buluttan nem kapmak : En küçük bir, şeyden bile alınmak, çok alın­gan olmak.
Bundan böyle : Bundan sonra.
Bundan iyisi can sağlığı: “Bundan daha iyisi olamaz.1 anlamında.
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu : “Sözleri ve davranışları birbirini tutmuyor.” anlamında.
Bununla birlikte (beraber): -1. Buna bağlı olarak. -2. Şu da var ki, ay­rıca.
Burnu bile kanamamak : Büyük bir kazayı herhangi bir yara bere al­madan atlatmak.
Burnu büyümek : Kendini büyük biri olarak görmeye başlamak; baş­kalarını beğenmemek.
Burnu havada (burnu büyük, burnu Kaf dağında): Kibirli, herkese yukarıdan bakan kimse için söylenir.
Burnuna barut kokusu gelmek : bk. Barut kokusu gelmek.
Burnundan (fitil fitil) gelmek : Elde ettiği güzel bir şey, sonradan olan tatsızlıklar nedeniyle kendisine zehir olmak; ağzından burnundan gelmek.
Burnundan getirmek: Birini bir şeyi yaptığına yapacağına pişman et­mek; ağzından burnundan getirmek.
Burnundan kıl aldırmamak: Kendisine hiçbir söz söyletmemek, huy­suz ve gururlu olmak, eleştiriye tahammülü olmamak.
Burnundan solumak : Çok öfkelenmek, sinirlenmek.
Burnunda tütmek (bir şey, yer, kimse) : Onu çok özlemek, istemek, aramak; gözünde tütmek.
Burnunu kırmak : Kİrbirii bir kimseyi güç duruma sokup, artık büyükle-nemez duruma getirmek.
Burnunun dikine (doğrusuna) gitmek : Başkalarının öğütlerine kulak asmayıp kendi bildiği gibi davranmak.
Burnunun direği kırılmak : Pis koku yüzünden rahatsız olmak
Burnunun direği sızlamak: Çok üzülmek.
Burnunun ucunu görmemek : Sarhoşluk, dalgınlık nedeniyle basaca­ğı yeri görememek.
Burnunu sokmak (bir şeye) : Kendisini ilgilendirmeyen işe karışmak.
Burnu sürtülmek : Zorunlu, yorucu olaylar yaşamak, zorunluklan öğ­renmek bunlardan ders almak.
Burnu yere düşse almaz: Kendini beğenmiş, kibirli kimse için söyle­nir.
Burun buruna gelmek (biriyle, bir şeyle) : Onunla beklenmedik bir anda karşılaşmak (Kars. Yüz yüze gelmek.)
Burun kıvırmak (bir şeye): Onu beğenmemek, küçümsemek.
Bu yakınlarda : Oldukça yakın bir zamanda, bir yerde.
Buyur etmek (birini) : Konuğu “buyurun” diyerek içeri almak ya da sofraya çağırmak.
Buyurun cenaze namazına : “Bir terslik oldu, artık yapılacak bir şey yok.” anlımanda.
Buzdolabına koymak (bir şeyi): Bir sorunun çözümünü ileri ki bir tari­he bırakmak. (Kars. Askıya almak.)
Buz kesilmek : Üzücü bir olay karşısında donup kalmak.
Buz kesmek: -1. Çok üşümek. -2. Hava çok soğumak.
Buz üstüne yazı yazmak : Süresi ve etkisi pek az olan bir iş yapmak, sözleri etkisiz kalmak.
Bülbül gibi konuşmak (okumak) : Kolaylıkla konuşmak (okumak).
Bülbül gibi söylemek (bir şeyi): Hiçbir şeyi saklamadan, herşeyi soy lemek.
Bütün bütüne : Büsbütün, tamamıyla, tamamen.
Büyük apdest : İnsan dışkısı, kaka.
Büyük aptesi gelmek : Kaka (dışkı) yapmak gereksinmesi duymak.
Büyük görmek (birini, kendini) : Birini ya da kendini yüceltmek, oldu­ğundan üstün tutmak.
Büyük oynamak : -1. Büyük para ile kumar oynamak. -2. Bir işe riskle­rini, zararlarını göze alarak girişmek.
Büyük (laf, söz) söylemek : Yapıp yapamıyacağı belli olmayan bir iş konusunda kesin konuşarak övünmek.
Büyümüş de küçülmüş : Konuşmaları, davranışları büyüklere benze­yen çocuk için söylenir.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:14 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
<< C >>

Cadı kazanı: Alabildiğine dedikodu yapılan, fesat kurulan yer, ortam. Caka satmak : Gösteriş yapmak, büyüktük taslamak ; çalım satmak.
Cami yıkılmış ama mihrabı yerinde : Yaşlanmış ama eski güzelliğini
pek yıtirmemiş kadın İçin söylenir.
Can acısı: Vücudun herhangi bir yerinde duyulan şiddetli acı, ağrı.
Can afacak (can alıcı) (yer, nokta) : Bir konunun ya da şeyin en
önemli noktası (yeri).
Can almak : Ölüme yol açmak, öldürmek.
Can atmak (bir şeye, bir şey yapmaya) : Onu elde etmeyi, herhangi
bir duruma kavuşmayı çok istemek.
Cana can katmak : İnsanın dinçliğini, neşesini artırmak, yaşamayı da­ha çekici duruma getirmek. Cana kastetmek : bk. Canına kastetmek.
Cana yakın : -1. Sevimli, içten, sokulgan kimse. -2. Şirin, gönül okşayı­cı şeyler için kullanılır.
Can benim, çıksın elin canı: “Ben sağlığıma, sahip olduğum şeylere düşkünüm, bunun için ben üzülmeyeyim de, başkalarına ne olursa olsun.” anlamında.
Can beslemek : Hiç kaygı duymadan, yalnızca yiyip içip rahatına bak­mak.
Can borcu : İnsana yaşama olanağı veren Tanrı’ya ya da kendisini ölüm tehlikesinden kurtaran bir kimseye olan manevi borç.
Can borcunu ödemek : Ölmek, vefat etmek.
Canciğer kuzu sarması: Birbirlerinden hiç ayrılmayan, birbirini çok seven, içli dışlı, candan {iki dost). (Kars. Ahbap çavuşlar, İki ahbap çavuş.)
Can çekişmek : -1. (Canlı için) Ölmek üzere bulunmak, son nefesini vermek üzere olmak. -2. Sona ermek, yıkılmak üzere olmak. -3. (Gü­neş) Batmak üzere olmak.
Can damarı: -1. Bir İnsanın kendisi için en gerekli saydığı şey. -2. Bir şeyin en önemli, en duyarlı yönü.
Can damarına basmak : -1. Bir kimsenin en önemli, en duygulu yönü­nü açığa vurmak. -2. Bir İşin en Önemli noktası üzerinde durmak.
Candan (canından) geçmek : Bir şey uğrunda canını bile verebilecek ölçüde bir özveri içinde olmak; o şey için ölümü göze almak.
Can dayanmamak (bir şeye): -1. Kötü, aa bir durum karşısında da­yanıklılığını yitirmek. -2. Sevinçli bir durumdan hoşnut olmak.
Can derdine düşmek: Kendi canını korumak, kurtarmak için çaba göstermek, kendini kurtarmaya bakmak.
Can dostu : Pek içten dost, çok sevilen dost.
Can düşmanı: Aşırı düşmanlık gösteren kimse, şey.
Can evi: -1. Kalp, yürek, gönül. -2. Bir şeyin en duyarlı noktası.
Can evinden (evine) vurmak (yıkmak) (birini) : En duyarlı yerinden saldırmak, en hayati noktasından yaralamak.
Can feda (kurban) : Uğrunda ölüm bile göze alınabilecek kadar gü­zel, iyi olan kimse, şey için söylenir.
Can (canı) gelmek : Güç kazanmak, canlanmak.
Can havli ile : Canını kurtarmaktan, ölüm korkusundan kaynaklanan güçtü tepkiyle..
Can havline düşmek : Canını kurtarmak kaygısı içinde olmak.
Canı acımak: Vücudun herhangi bir yerinde acı duymak ; canı yan­mak.
Canı (yüreği) ağzına gelmek : -1. Çok heyecanlanmak. -2. Çok kork­mak.
Canı burnuna gelmek : Bir şey yapılırken çok zorluk çekmek; bunal­mak.
Canı burnunda : Yorgun, bezgin; olup bitenlere kazanamayacak du­rumda olan.
Canı cehenneme : Sevilmeyen bir kimse ya da şey İçin duyulan nefre­ti, öfkeyi ya da umursamazlığı anlatmak için söylenir.
Canı çekilmek : Vücudun bir organı için, gücünü canlılığını yitirmek.
Canı çekmek (bir şeyi) : Onu istemek, arzulamak, ona imrenmek. (Kars. Ağzı sulanmak, gönlü çekmek.)
Cam çıkmak: -1. Zor bir İş görüp pek bitkin bir duruma düşmek. -2. Çok örselenip yıpranmak. -3. Ölmek.
Canı geçmek : Uyumak, dalmak.
Canı gelmek: bk. Can gelmek.
Canı gitmek (bir şeye) : Özen gösterilen, üzerine titrenen bir şeye za­rar gelecek diye çok kaygılanmak.
Canı gönülden (yürekten) : İçtenlikte, samimi olarak, İsteyerek.
Canı ile oynamak : Tehlikeli işlerle uğraşmak.
Canı ile uğraşmak : Eski sağlıklı durumuna kavuşmaya çalışmak, öt­memek için çaba harcamak.
Canı istemek (bir şeyi): -1. Bir şeyi yapmaya ilgi, heves duymak. -2. Bir şeye karşı içinde istek uyanmak.
Canı isterse : Olumsuz bir yanıt karşısında, “Kabul etmezse etmesin” anlamında umursamazlık bildirir.
Canımın içi: Canım kadar çok sevdiğim kimse.
Canımı sokakta bulmadım : ‘Bu sıkıntıya katlanmaya, bu tehlikeye atıl­maya hiç niyetim yok.” anlamında.
Canım yanmaz: Üzülmeye konu olan şey ile yol açtığı kötü durum arasında denklik olmadığı durumlarda kullanılan yazıklanma sözü.
Canına acımamak: Kendini tehlikelerden korumayı düşünmemek,, kendini yıpratmak, sağlığını düşünmemek.
Canına değmek : Hoşlandığı bir şey olduğu, bir şeyi yaptığı için keyif­lenmek.
Canına değsin : “Yapılan iyilikler o ölmüş kimseye ulaşsın, onun ruhu’ şad olsun.” anlamında.
Canına düşkün : Kendine iyi bakan, her şeyine Özen gösteren, rahatı­na düşkün (kimse).
Canına (cana) kastetmek : öldürmeye niyet etmek.
Canına (cana) kıymak: -1. Bir kimseyi, canlıyı öldürmek, katletmek. -2. Kendini öldürmek, intihar etmek. -3. Gücünü aşan işleri yaparak kendine eziyet etmek.
Canına minnet: Herhangi bir durumu, başka durumlarla karşılaştırdı­ğında daha iyi bulan kimse için söylenir.
Canına okumak : -1. Bir kimseye, hayvana, şeye büyük zarar vermek. -2. İyi bir şeyi, yolunda giden bir işi berbat etmek.
Canına susamak :Belayı üzerine çekecek, kendisinin ölümüne yol aça­cak davranışlarda bulunmak. (Kars. Belasını aramak, eceline susa­mak.)
Canına tak demek (etmek): Bir sıkıntı, olumsuzluk, artık katlanılmaz duruma gelmek. (Kars. Bıçak kemiğe dayanmak)
Canına yandığım (yandığımın) : Öfke, hayranlık, sevgi gibi duyguları belli ezgilemelerle anlatır. .
Canına yetmek: -1. Artık dayanamayacak duruma gelmek, bezmek, bıkmak. -2. Bıktırmak, bezdirmek.
Canından bezmek (bıkmak, usanmak) : Yaşama isteği yok olacak ka­dar sıkıntı içinde olmak.
Canından geçmek : bk. Candan geçmek.
Canından etmek (birini) : Onun ölümüne yol açmak, onu öldürmek.
Canından olmak: ölmek.
Canını acıtmak : Bir yerinin acımasına yol açmak.
Canını almak: -1. Öldürmek. -2. Çok sevindirmek, canını verdirecek kadar memnun etmek.
Canını bağışlamak: Öldürmekten vazgeçmek.
Canını cehenneme göndermek : öldürmek.
Canını çıkarmak : -1. Öldürmek. -2. Çok yormak, hırpalamak. -3. Boz­mak, yıpratmak, eskitmek.
Canını dar atmak (bir yere): Tehlikeli durumdan güçlükle kurtularak bir yere sığınmak.
Canını dişine takmak (almak) : Bir işe her türlü tehlikeyi göze alarak, bütün gücüyle girişmek.
Canının derdine düşmek : Tehlikeli bir durumda kendinden başkasını düşünmemek.
Canını sıkmak: Neşesini kaçırmak, keyfini bozmak, üzmek.
Canını sokakta (pazarda) bulmamak : Bedeni olur olmaz şeylerle yıpratmamak, sağlığın değerini bilmek.
Canını vermek : Değerli bir şey uğruna her türlü fedakârlığı yapmak, hatta ölümü bile göze almak.
Canını yakmak : -1. Bir yerini acıtmak, act vermek. -2. Sıkıntı ve zara­ra uğratmak.
Canı pahasına : Ölümü göze alarak, hayatını tehlikeye atarak.
Canı sağ olsun: Çeşitli kayıplar karşısında “Kendisi sağ ya, önemli olan bu” anlamında teselli sözü.
Canı sıkılmak: -1. Yapacak bir işi, oyalanacak bir şey olmadığı için bir sıkıntı duymak. -2. Bir olaydan, durumdan büyük üzüntü duymak; neşesi kaçmak. -3. Bir kimse için yan üzülmek, yan öfkelenmek.
Canı tatlı: Zorluklara katlanmayı göze almayan (kimse).
Canı tez: Bir işin çabucak yapılmasını isteyen, sabırsız (kimse). (Kars. İçi tez.)
Canı yanmak : -1. Vücudun herhangi bir yerinde aa duymak; canı acı­mak. -2. Aa bir deneme geçirmek, bir İşte büyük zarara uğramak.
Canı yok mu? : -1. “O, bu sıkıntıya nasıl dayanıyorsa sen de dayanma­lısın.” -2. “Ona bu kadar zor bir işi yaptırmak insafsızlıktır.” -3. “O da o şeyden istiyor.” anlamlannda.
Can kalmamak : Gücü tükenmek, bitkin duruma gelmek.
Can kaybı: Tehlikeli bir durumda meydana gelen ölüm; ölüCan kaygısı (korkusu) : -2. Öleceğini sanmaktan doğan korku. -3. Bu korkuyla ölmemek İçin çabalama.
Can kaygısına düşmek : Hayatını’ kurtarmaktan başka bir şey düşün­memek.
Can kulağı ile dinlemek (birini, bir şeyi): Anlatılanları iyice kavrama­ya çalışarak, dikkatlice dinlemek.
Can kuşu: Ruh.
Canla başla : Her türlü fedakârlığı göstererek, var gücüyle.
Canlı cenaze : Çok zayıf, çelimsiz (kimse).
Can sağlığı: -1. İhsanın sağ ve sağlıklı olması. -2. İçinde bulunulan iyi durumla yetinmek, daha iyisini beklememek gerektiğini belirtmek için söylenir.
Can sıkıcı: Üzüntü ve tedirginlik veren, üzücü, sıkıntılı.
Can sıkıntısı: Yapacak bir iş ya da oyalanacak bir şey bulamayan kimsenin duyduğu ruhsal tedirginlik, bunalım.
Can sıkmak: Usanç vermek, bıktırmak.
Can vermek : -1. Ölmek. -2. Kutsal sayılan şeyler için hayatını feda et­mek. -3. Diriltmek, canlandırmak.
Can yakmak: -1. Acıtmak, eziyet etmek, zulmetmek. -2. Bîr kimseyi büyük zarara uğratmak.
Can yoldaşı: Yalnızlıktan kurtulmak için birlikte yaşanılan kimse, hay­van, şey.
Cartayı çekmek : -1. Ölmek. -2. Yellenmek, osurmak.
Cart curt etmek : “Şöyle yaparım, böyle yaparım” diye yüksekten ko­nuşmak, korkutmaya çalışmak.
Cart kaba kâğıt: “Senin yüksekten atmana, korkutmana hiç kimse al­dırmıyor.” anlamında.
Cavlağı çekmek: Ölüp gitmek.
Cebi delik: Parasız, züğürt (kimse).
Cebinde akrep olmak: Cimri olmak, para harcama konusunda çok is­teksiz davranmak. (Kars. Elî cebine varmamak.)
Cebinden çıkarmak (birini) : Zekâ, bilgi, beceri vb. bakımlardan söz konusu kimseden üstün olmak.
Cebine indirmek (atmak) (bir şeyi) : Hakkı olmayan bir şeyi kendine mal etmek.
Cebini doldurmak: Fırsatlardan yararlanıp bol para kazanmak.
Cebi para görmek: Artık para kazanmaya başlamak; eli para gör­mek.
Cehennem azabı: Dayanılmaz, çok büyük üzüntü, eziyet.
Cehenneme kadar yolu var: “Hiç buralarda görünmesin, defolup git­sin, cehenneme gitsin.” anlamında kızgınlık sözü.
Cehennem gibi: Çok aşırı ölçüde sıcak.
Cehennemin dibi (bucağı) : Çok uzak, varılması pek güç yer.
Cehennemin dibine gitmek, cehennem olmak : Defolup gitmek.
Cemaziyelevvelîni bilmek (birinin): Onun herkesçe bilinmeyen, geç­mişteki kötü bir durumunu bilmek.
Cephe almak (birine) : Ona karşı düşmanca tavır takınmak; bir düşün­ceye karşı olmak, direnmek.
Cepheden hücuma geçmek : Doğrudan, açıkça karşı çıkmak.
Cesaret almak (bulmak) : Bir kimseye, şeye güvenerek gücü artmak.
Cesaret etmek (bir şeye): Tehlikeli bir işe korkmadan girişmek, güç-
füğü ya da tehlikeyi göze almak.
Cesaret gelmek : Yılgınlığı gitmek, yüreklenmek.
Cesaret göstermek : Yürekli davranmak.
Cesaretini kırmak : Cesaretini yok etmek, yürekliliğini sarsmak, umut­suzluğa düşürmek.
Cesaret vermek (birine) : Birinin yılgınlığını gidermek, birini yüreklen­dirmek; ona moral vermek.
Cevabı yapıştırmak (dayamak): Karşısındakine hiç de beklemediği ters ve kesin bir yanıt vermek.
Cevahir (cevher) yumurtlamak : Saçma sapan konuşmak.
Cevap vermek (bir şeye) : Bir gereksinimini karşılamak.
Cevher yumurtlamak : bk. Cevahir yumurtlamak.
Ceza almak: -1. (Öğrenci için) Cezalandırmak. -2. (Suçlu İçin) Para ödeme zorunda bırakılmak.
Ceza çekmek: İşlediği suçtan ötürü hapiste yatmak; cezasını çek­mek.
Ceza kesmek (bîrine) : Bir görevli, yasadışı bir davranışı nedeniyle suçluya para cezası yazmak.
Cezasını çekmek: -1. bk. Ceza çekmek. -2. Yaptığı yanlış bir işin, davranışın zararını görmek.
Cezaya çarptırmak (birini) : Onu cezalandırmak.
Ceza yemek : Cezalandırılmak. (Kars. Hüküm giymek.)
Cıcığı çıkmak : Çok hırpalanmak.
Cici bici: Güzel, İyi, yeni, sevimli, renkli ve süslü eşyalar için söylenir.
Cicim ayı: Evliliğin ilk zamanları, balayı.
Ciğeri beş para etmez: Çok değersiz, aşağılık, İşe yaramaz kimse için söyfenir.
Ciğerini okumak : Bir kimsenin ne düşündüğünü pek iyi bilir durumda olmak.
Ciğeri sızlamak (parçalanmak) : Çok acı duymak, üzülmek (Kars. İçi burkulmak, sızlamak, parçalanmak.)
Cim karnında bir nokta : Hiçbir şey bilmeyen, kara cahil kimse için söylenir.
Cin çarpmak: Boş inançlara göre cinlerin saldırısına uğrayıp hastalan­mak, sakatlanmak, aklını yitirmek.
Cin çarpmışa dönmek : Neye uğradığını anlayamayacağı kötü bir du­ruma düşmek.
Cin fikirli: Çok akıllı, çok zeki, çok kurnaz (kimse).
Cin gibi: Pek anlayışlı ve çok zeki (kimse).
Cin ifrit olmak (kesilmek) : Son derece kızmak, aşırı öfkelenmek.
Cinler cirit (top) oynamak : Bir yerde hiç kimse bulunmamak; bir yer tenha ve ıssız olmak.
Cirit atmak (bir hayvan, bir kimse) : Zararlı yaratıklar yada insanlar meydanı boş bulup istediği gibi davranmak.
Cuk oturmak: -1. bk. Aşığı cuk oturmak. -2. Uygun olmak, uygun düşmek.
Cümbür cemaat: Topluca, hep birlikte.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:14 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
<< Ç >>

Çakılıp kalmak: Bulunduğu yerde uzun süre kımıldamadan kalmak, hareketsiz durmak.
Çalımına getirmek: Tasarlanan bir İş için uygun zamanı ya da duru­mu bulmak.
Çalımından geçilmemek : Kurumundan, büyülenmesinden yanına yaklaşılmaz olmak.
Çalım satmak: Yapay davranışlarla büyüklük taslamak. (Kars. Hava atmak.)
Çalıp çırpmak : Az çok demeden, eline ne geçerse çalmak.
Çalmadan oynamak : Çok neşeli, keyifli bir dyrumda olmak.
Çam devirmek : -1. Karşısındakini gücendirecek söz söylemek. -2. Bil­gisizliğini ele verecek sözler söylemek. (Kars. Pot kırmak, gaf yap­mak.)
Çamur atmak (sıçratmak) (birine) : Birini kötü bir işe bulaşmış göste­rip lekelemeye çalışmak, İftira etmek. (Kars. Kara çalmak, leke sür­mek.)
Çamura yatmak: Borcunu ödememek, verdiği sözü yerine getirme­mek.
Çam yarması gibi: İhyan, iri gövdeli kimse için kullanılır.
Çanak tutmak (açmak) (bir şeye) : Davranışlarıyla ya da sözleriyle kendisine kötü bir söz söylenmesine, kötü davranışlarda bulunulması­na yol açmak. ‘
Çanak yalamak : Dalkavukluk etmek, yaltaklanmak.
Çanak yalayıcı: Yaltaklanan kimse, dalkavuk.
Çan çan etmek (Ötmek) : Durmadan yüksek sesle gevezelik etmek.
Çanına ot tıkamak : Birini sesini çıkaramayacak, zarar veremeyecek bîr duruma getirmek.
Çantada (torbada) keklik : Elde edilmiş sayılan, elde edileceğine ke­sin gözüyle bakılan (şey).
Çapraza getirmek (birini) : Onu tuzağa düşürmek.
Çapraza sarmak : İçinden çıkılması güç duruma gelmek. (Kars. Çar­şafa dolanmak.)
Çaptan düşmek : -1. Çalışma düzenini bozmuş olmak. -2. Değerin­den bir şeyler yitirmek.
Çarçur etmek (bir şeyi) : Elindeki parayı vb’yi gereksiz yerlere harca­yıp tüketmek.
Çarçur olmak : Yararsız yere harcanıp ziyan olmak.
Çaresine bakmak : Bir işin, sorunun çözüm yolunu bulmak.
Çarığı ters giydirmek (birine) : bk. Pabucu ters giydirmek.
Çarıklı erkânıharp : Okuması yazması olmadığı halde kurnaz ya da uyanık davranan kimseler için şaka yollu kullandır.
Çark etmek: Verdiği sözden ya da yapacağı İşten dönmek. (Kars. Yüz geri etmek.)
Çarpık çurpuk : Çok çarpık; eğri büğrü. (Kars. Eciş bücüş.)
Çarşafa dolanmak : İçinden çıkılmaz duruma gelmek. (Kars. Çapraza sarmak.)
Çarşambadır çarşamba (demek): Bir konuda gereksiz yere inat (et­mek).
Çatal kazık : -1. Bir konuda değişik tutumları yüzünden işin yürümesi­ni engelleyen yetkili kimseler. -2. Çok karışık durum.
Çatık yüz (çehre, surat) : Öfkeli yüz.
Çatır çatır çatlamak : Çok kıskanmak.
Çat kapı: Beklenmedik bir anda.
Çatlak ses : Uyumu bozan, istenmeyen söz ya da davranış.
Çatlasa da patlasa da ; “Her türlü çareye başvursa da, ne kadar karşı çıkarsa çıksın.” anlamında.
Çat pat: -1. Her yerde hazır ve nazır bulunan. -2. Biraz, yarım yama­lak.
Çaydan (denizden) geçip darede boğulmak : Bir işin yapılması sıra­sında büyük engelleri aşıp tam sonuca ulaşılacağı anda önemsiz bir-neden yüzünden başarısız olmak.
Çayı görmeden paçaları sıvamak : bk. Dereyi görmeden paçaları sı­vamak.
Çek arabanı: ‘Yıkıl, git, defol.” anlamında hakaret sözü.
Çekeceği olmak (birinden, bir şeyden) : Karşılaşacağı kötü durumlar olmak.
Çekidüzen vermek (üstüne başına, bir yere) : Dağınık bir yeri, üstü­nü başını düzgün duruma getirmek, düzeltmek.
Çekip çevirmek (bir yeri) (birini) : -1 .Bir yeri, kuruluşu düzene koy­mak, iyi biçimde yönetmek. -2. Birini tutumlu, düzgün yaşayabilir du­ruma getirmek.
Çekip gitmek : Uzaklaşmak, sıvışmak, kaybolmak.
Çekirdekten yetişme : Bir meslekte küçük yaştan itibaren görgü ve deneyimini arttırarak ustalaşan kimse için kullanılır.
Çek (çekiver) kuyruğunu: “Artık ondan hiçbir şey bekleme!”
Çelişkiye düşmek : Sözleri ya da davranışları; sözleri ile davranışları birbirini tutmamak, birbiriyle çelişmek; tenakuza düşmek.
Çelme atmak (takmak) (birine) (bir işe) : -1. Çelme ile onu düşür­meye çalışmak. -2. İşin başarı ile sonuçlanmasını engellemek.
Çene çalmak : Oradan buradan konuşmak, gevezelik etmek.
Çenen tutulsun : “Konuşamaz ot” anlamına İlenme sözü.
Çenesi açılmak : Durmaksızın konuşmak, gevezelik etmek.
Çenesi durmamak (düşmek) : Durmadan konuşmak, gevezelik et­mek.
Çenesi düşük : Sürekti ve dayanılmayacak kadar çok konuşan, geve­ze kimse için söylenir.
Çenesi kuvvetli: Kolay ve etkili konuşan kimse için kullanılır.
Çenesini açtırmak: Konuşması için uygun ortam hazırlamak, fırsat vermek.
Çenesini (bıçak) açmamak : Herhangi bir nedenle, hiç konuşmamak.
Çenesini kapamak (kesmek) : -1. Artık konuşturmamak. -2. Susmak.
Çenesini tutmak : Konuşmamak, sır saklamak; ağzını tutmak*
Çene yarıştırmak : Gevezelik etmek.
Çeneye tutmak (birini) : Aralıksız konuşarak ve konuşturarak onu oyalamak.
Çene yormak : Boşuna konuşmak.
Çetin ceviz: -1. Yola getirilmesi, kendisine bir durum ya da düşünce­nin benimsetilmesi zor olan kimse için söylenir. -’2. Başarılması ol­dukça güç olan iş için söylenir.
Çevir kazı yanmasın : Kırdığı potun farkına varınca sözünü çevirmeye kalkışanlara alay ya da şaka yollu söylenir.
Çevre yapmak : Girişkeniigiyle pekçpk dost edinmek; muhit yapmak.
Çıban başı: -1. Kurcalanırsa sonucu kötüye varma olasılığı bulunan sorun. -2. Varlığı, düşünceleri, eylemleri sûrun yaratan kimse.
Çığır açmak : Bir alanda eski görüş, anlayış, biçim ya da yöntem yeri­ne yenisini getirmek, başlatmak.
Çığırından çıkmak: -1. Doğru yoldan ayrılmak. -2. Düzeltilmesi güç bir duruma girmek.
Çığlık atmak (koparmak) (çığlığı basmak) : Kulakları tırmalayacak korkunç sesler çıkararak acı acı bağırmak.
Çığlık çığlığa : Çığılık ata ata, bağırıp çağırarak.
Çıkar yol: İnsanı güç durumlardan kurtaran davranış, başarıya ulaştı­ran seçenek, çare; çözüm yolu.
Çıkış yapmak: Bir tartışmada, karşıt görüşte olanları susturmak ama­cıyla sert davranışta bulunmak.
Çıkmaza girmek: Bir iş içinden çıkılamayacak bir duruma gelmek, (Kars. Batağa saplanmak.)
Çıkmaz ayın son çarşambası: “Bilinmeyen ve bilinmeyecek olan bir zamanda, hiçbir zaman.’ anlamında şaka yollu söylenir.
Çıldırmak işten (bile) değil: “Söz konusu ters, aykırı bir durum karşı­sında insan delirebilir.” anlamında söylenir.
Çıngar çıkarmak : Gürültü ve kavgaya yol açmak.
Çırasını yakmak: Olumsuz ilişkisi ya da kötü davranışı yüzünden biri’ ni büyük bir zarar uğratmak.
Çıt çıkarmamak: En küçük bir ses bile çıkarmamak.
Çıt çıkmamak : En hafif bir ses bile çıkmamak.
Çıtı çıkmamak : Sessiz durmak, uslu oturmak, yaramazlık etmemek.
Çiçeği burnunda (çiçeği burnunda, çamuru karnında) : -1. Taze, he­nüz çıkmış şey için söylenir. -2. Yeni oluşmuş, yeni yapılmış, şey için söylenir. -3. Bir konuda yeni olan kimse için söylenir.
Çiçek gibi olmak: Temizlenip paklanmak, göze hoş görünen duruma gelmek.
Çift çubuk : Tarım yapabilmek için gerekli üretim araç ve gereçleri.
Çift dikiş : Aynı sınıfta iki yıl okuyan öğrenci.
Çifte kumrular: Birbirlerinden hiç ayrılmayan, birbirlerini çok seven kimseler. (Kars. Ahbap çavuşlar, iki ahbap çavuşlar.)
Çiğ çiğ yemek(birinî): Öldürecek derecede Öfkelenmek.
Çiğlik etmek : Uygunsuz, yersiz davranışta bulunmak.
Çiğneyip geçmek : Gereken ilgi ve saygıyı göstermemek.
Çiğ yemedim ki karnım ağrısın : “Suç işlemedim, neden korkayım?” anlamında.
Çile çekmek : Sıkıntı içinde bulunmak, sıkıntı çekmek.
Çileden çıkarmak (birini): Birini densiz söz ve davranışlarıyla çok kız­dırmak. (Kars. İfrit etmek.)
Çileden çıkmak: Sabır ve dayanma gücünü yitirip taşkınlık göster­mek; kendini kaybetmek. (Kars. İfrit olmak.)
Çile doldurmak (çıkarmak): Sürekli sıkıntı ve eziyet içinde bulunma­nın sona ermesini beklemek.
Çilingir sofrası: Hafif mezelerle donatılmış içki sofrası.
Çil yavrusu gibi dağılmak: Kotu bir durum karşısında, perişanca her biri bir yana dağılmak; kaçışmak.
Çimdik atmak (basmak) (birine): Onu çimdiMemek.
Çirkefe bulaşmak: Kötü sonuçlar doğurabilecek bir işe ya da şirret bi­rine sataşmak.
Çirkefe taş atmak (çirkefi üzerine sıçratmak); Kötülüğü dokunabile­cek birinin saldırısına yol açacak bir davranışta bulunmak, söz söyle­mek.
Çivi gibi: -1. Sağlam yapılı, çevik (insan). -2. (Su için) Çok soğuk.
Çivi kesmek : Çok üşümek.
Çizmeden yukarı çıkmak : Olanaklarının elvermeyeceği bir işe karış­mak, aşın gitmek
Çocuk işi: Kolay ya da önemsiz iş.
Çocuk oyuncağı :-1. Pek Önemli sayılmayan. -2. Kolay yapılabilecek iş için kullanılır.
Çoğu gitti azı kaldı (keli gitti, dazı kaldı): “Ele alınmış olan işin bü­yük bölümü, en zor, en önemli yanı tamamlandı, geriye önemsiz bir bölümü kaldı.” anlamında.
Çok bilmiş: -1. Zeki, akıllı (kimse). -2. Sinsi, kurnaz, çıkarını gözeten (kimse).
Çok gelmek: -1. Gereğinden fazla olmak. -2. Katlanılmaz, çekilmez ol­mak.
Çok görmek (bir şeyi birine): -1. Bir şeyi bir kimseden esirgemek, o şeyi ona değer bulmamak. -2. Birinin bir davranışını yadırgamak.
Çok olmak : Davranışları sınmnı aşarak dayanılmaz, çekilmez duruma gelmek, usandırmak.
Çoluk çocuk: -1. Bir kimsenin çocukları. -2. Bir kimsenin ailesi; eşi ve çocuklan. -3. Yaşça küçük ve deneyimsiz kimseler için alay yolu söy­lenir.
Çorap örmek: bk. Başına çorap örmek.
Çorap söküğü gibi gitmek (gelmek): Bir kez başlayınca arkası çok kolay, kendiliğinden gelmek.
Çorbada tuzu bulunmak: Yapılan işte ya da bir hizmette küçük de ol­sa bir katkısı katkısı olmak, ona emeği geçmek.
Çöp atlamamak: Çok titiz ve dikkatli olmak, gözünden hiçbir şey kaç­mamak.
Çöpe dönmek : Çok zayıflamak; çok güçsüz olmak.
Çöp gibi (çöpten çelebi}: Çok zayıf, güçsüz (kimse).
Çöpsüz üzüm : -1. Sorun çıkaracak pürüzleri olmayan, kârlı İş. -2. Bak­mak zorunda olduğu çok yakın akrabası olmayan eş.
Çubuğunu tüttürmek: Sorunsuz ve sıkıntısız bir hayat sürmek.
Çukurunu kazmak: Birinin felaketine yol açacak girişimlerde bulun­mak. (Kars. Tuzak kurmak.)
Çulu düzeltmek (düzmek): -1. Giyimini yenilemek. -2. Paraca iyi du­ruma gelmek.
Çürük tahtaya basmak: İncelemeden, önlem almadan tehlikeli bir işe girişmek; aldatılmak.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:14 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
<< D >>

Dağa çıkmak : Hükümete başkaldırıp dağda, kırsal yörelerde eşkıyalık yapmak.
Dağa kaldırmak (birini) : İstediğini elde etmek için birini dağa kaçır­mak.
Dağ başı: -1. Kent dışı, ıssız yer. -2. Yasaların geçmediği, herkesin dilediğini yapabileceği yer.
Dağdan gelip bağdakini kovmak : Sonradan geldiği halde oraya ken­dinden önce gelip yerleşmiş olanların hakkını çiğnemek, onları be­ğenmez olmak.
Dağ (doğ ura doğ ura bir) fare doğurmuş (doğurdu) : “Büyük sonuç vermesi beklenen şey küçük bir verim sağladı.” anlamında.
Dağ (dağlar) gibi: -1. Pek iri, çok güçlü (kimse). -2. Göz korkutacak ölçüde çok olan (şey).
Dağlar dayanmaz : “Bu aa felaketin üzüntüsü dayanılacak gibi değil. anlamında.
Dağ taş : Her yan, her taraf.
Daha iyisi can sağlığı: Elde edilen bir şeyle ya da karşılaştırılan bir durumla yetinilmesi gerektiğinde söylenir.
Daha (daha da) neler: -1. “Öyle şey olur mu?” -2. “Amma yaptın ha!” anlamında.
Dalavere çevirmek (döndürmek) : Gizli bir iş çevirmek, yasadışı yol­lardan iş becermek.
Dalavere dönmek : Gizliden gizliye bir aldatmaca hazırlanmak.
Dal budak salmak: -1. Bir konudaki haber ya da söylenti, her yana yayılıp genişlemek. -2. Gelişip büyümeye başlamak.
Daldan dala konmak (atlamak) : Sık sık iş, konu ya da düşünce değiştirmek.
Dalgacı Mahmut: Yapılması gereken bir işi benimsemeyen, kaytana kimse için şaka ya da alay yollu söylenir.
Dalga geçmek : -1. Yapması gereken işle uğraşmayıp zihni başka yer­de olmak. (Kars. Tünel geçmek.) -2. Biriyle alay etmek, belli etme­den eğlenmek; matrak geçmek. (Kars. Maytaba atmak.) -3. Biriyle geçici gönül ilişkisi kurmak.
Dal gibi: Çok ince, çok zayıf (kimse).
Dalına basmak (birinin) : Hoşlanmadığı bir davranışta bulunup onu kızdırmak.
Dalına binmek (birinin) : Onu tedirgin edici, kızdırıcı davranışta bulun­mak.
Dallanıp budaklanmak: Bir iş ya da bir sorun genişleyerek karmaşık bir durum almak, çözümü güç bir duruma gelmek.
Dallı budaklı: Çok ayrıntılı, karmaşık, çapraşık, anlatılması ya da çözü­mü güç olan.
Dama çıkmak : Cinsel dürtüsü azmak, bunu dışa vurmak.
Damağı kurumak : Çok susamak; boğazı kurumak.
Damak zevki: Yiyeceklerden tat alma, yemekten haz duyma.
Damarına basmak; Duyarlı olduğu bir konuya değinerek onu kızdır­mak.
Damarı tutmak : Huysuzluğu üzerinde olmak, aksiliği tutmak.
Dama taş; gibi oynatmak (birini) : Bir kimsenin yerini keyfi olarak sık sık değiştirmek; onu bir yerden bir yere göndermek ya da atamak.
Damdan düşer gibi: Birdenbire ve yersiz olarak söz söylemeyi, ya da söylenen sözü anlatmak için kullanılır.
Damgasını taşımak (bir şey, bîr şeyin) : Bir şey söz konusu şeyin özelliğini taşımak.
Damgasını vurmak (birine, bir şey): O kimse için kötü bir yargıya varmak; onu kötü bir adla adlandırmak.
Damgasına vurmak (biri, bir şeye kendi): O şeye kendisiyle ilgisi olduğunu ya da kendi yapıtı olduğunu belli edecek nitelikler vermek.
Damga vurmak (birine) : Onun hakkında kötü bir yargı vermek.
Damga yemek ; Hakkında kötü bir yargı yerilmiş olmak.
Damoktesira (Demoktes’in) kılıcı (gibi): Oiumsuz durumlarda gerçek­leşme olasılığı bulunduğunu hissettiren tehdit.
Dam üstünü saksağan, vur beline kazmaytı : Hiç ilgisi yokken ve birdenbire söylenen söz ya da söz söyleme için alay yollu kullanılır.
Dananın kuyruğu kopmak : Beklenen ya da korkutan durum gerçek­leşmek.
Danışıklı dövüş : Başkalarını aldatmak ya da atlatmak amacıyla Önceden yapılmış gizli bir anlaşmaya dayanan tutum, davranış.
Dara düşmek : Para sıkıntısı çekmek.
Dara gelmek: -1. Aceleye gelmek. -2. Zorunda kalmak, mecbur olmak.
Dara getirmek (bir şeyi, birini): Onu aceleye getirmek, onun sıkışık durumundan yararlanmak.
Dar boğaz : Sıkıntılı, bunalımlı durum, dönem.
Darda kalmak : -1. Paraca sıkıntıya düşmek. -2. Zor duruma düşmek
Dar gelirli: Geliri, gereksinmelerini tam olarak karşılayamayan (kim­se). (Kars. Orta direk.)
Darısı (dostlar) başına : “İyi, mutlu bir olayın benzerlerini dostların da görmesini dilerim.” anlamında.
Dar kaçmak (bir yerden, bîr şeyden): Kendisi için tehlikeli olabile­cek bir yerden, bir şeyden güçlükle kurtulmak.
Dar kafalı: -1. Anlama yeteneği sınırlı olan, anlayışsız (kimse). -2. Tu­tucu (kimse).
Davulu biz çaldık, parsayı başkası (el) topladı: “İşi biz yaptık, karşılı­ğını başkası aldı.” anlamında.
Dayak arsızı: Dayak yemeğe alışmış (kimse, özellikle çocuk).
Dayak atmak (birine): Onu dövmek; kötek atmak.
Dayak düşkünü (düşmanı) : Dövülmesine yol açacak hareketlerde bulunmayı alışkanlık haline getirmiş (kimse).
Dayak kaçkını: Dayak hak etmiş (kimse).
Dayak yemek: Dövülmek; kötek yemek.
Dediği dedik (çaldığı düdük): Kendi bildiğinden dönmeyen, sözün­de ısrar eden (kimse).
Dediğine gelmek : Birinin önceden kabul etmediği düşüncesini sonra­dan uygun bulmak
Defibela kabilinden : (esk.) Başından savmak için istemeye istemeye:
Defihacet etmek :fesk.) Büyük aptesini yapmak (Kars. Aptest boz­mak.)
Defterden silmek (birini) : Onun adını anmaz olmak, onunla ilişkiyi kesmek, yakınlığa son vermek
Defteri dürülmek : Öldürülmek -2. İşten uzaklaştırılmak
Defteri kabarmak : Borcu çoğaldıkça çoğalmak.
Defteri kapamak: Sözü edilen işi artık yapmaz olmak, o işten bun­dan böyle hiç söz etmemek.
Defterini dürmek (birinin) : -1. Onu öldürmek ortadan kaldırmak. -2. Onu perişan edecek bir düzen kurmak.
Değer biçmek (bir şeye) : O şeyin paraca _ karşılığını saptamak, fiyatı­nı belirlemek, kıymet biçmek.
Değer vermek : Özel İlgi ve saygı göstermek; k.yms-t w#nm-.k.
Değil mi ki: Madem, mademki.
Değirmenin suyu nereden geliyor? : “Söz konusu İşin yapılmasını karşılayacak para nasıl sağlanıyor?” anlamında.
Değiştokuş etmek : Değerce eşit olan şeyleri karşılıklı alıp vermek, ta­kas etmek
Değme keyfine : “O durumdan çok hoşnut, memnun.” anlamında.
Deli çıkmak : Aklım kaç r m ak.
Deli divane olmak: Bir şeye, kimseye aşırı derecede tutkun olmak; onu çıldırasıya sevmek
Deli dolu : Kabına sığmayan, taşkın ruhlu (kimse).
Delik deşik etmek (bir şeyi, birini*): -1. Bir şeyin her yanında delikler açmak -2. Yaralayıcı bir aletle bir canlının vücudunda birçok yara aç m ak.
Deliksiz uyku : Hiç ara vermeden uyunulan ve uzun süren uyku.
(Kars. Ağır uyku.)
Deli olmak (bîr şeye) : -1. Ona kendinden geçercesine bağlanmak onu çok sevmek -2. O şeyden ötürü çok sinirlenmek
Deli pösteki sayar gibi: Çok karışık, çok parçalı ve iç sı ki a bir işle uğ­raşır tarzda.
Deli saçması: Çok saçma ve anlamsız söz.
Deme gitsin (değme gitsin): “Anlatılması çok güç.” anlamında.
Demeye getirmek: Düşüncesini dolaylı yoldan söylemek; dediği gibi olmasını, yapılmasını ima etmek
Demir atmak: Bir yerde uzun süre kalmak
Demir gibi: -1. Pek sağlam, katı, sert (şey). -2. Çok kuvvetli (kimse).
Demir leblebi: -1. Başarılması çok zor olan iş. -2. Alt edilmesi güç, ödün vermeyen, inatçı (kimse).
Dem vurmak (bir şeyden) : Bir konudan söz etmek
Demokles’in kılıcı (gibi): bk Damokles’in kılıcı (gibi).
Deneme tahtası: Üzerinde bilgisizce tedavi, onarım gibi iş yapılan kimse ya da nesne.
Dengi dengine : Herkes, eşit olduğu, kendine uygun olan kimseyle.
Denizden geçip derede boğulmak : bk Çaydan geçip derede bo­ğulmak.
Denk gelmek: -1. (Biçim yönünden) Uygun düşmek uygun gelmek -2. (Zaman yönünden) İyi rastlamak, uygun gelmek.
Derdi günü : -1. Baş düşüncesi . -2. Asıl uğraşısı.
Derdine düşmek (bir şeyin) : -1. Yersiz bir hevese kapılmak. -2. Ya­pılması gereken bir şeyi gerçekleştirmenin yollarını aramak
Derdini dökmek : Derdini, sıkıntılarını ayrıntılarıyla anlatmak.
Derdini Marko Paşa’ya anlat : “Derdini giderecek, seni dinleyecek
kimse yok.” anlamında.
Dereden tepeden (konuşmak) : Şundan bundan, bir konudan diğeri­ne geçerek (konuşmak).
Dereyi görmeden paçaları sıvamak: Ortada hiçbir neden yokken ha­zırlanmaya başlamak.
Derinden derine : -1. İyice uzaklardan, anlaşılmayan yerlerden. -2. Ol­dukça gizli, hiç kimseye duyurmadan.
Derin derin düşmek : -1. Üzüntülü düşüncelere dalmak. -2. Uzun sü­re düşünceye dalmak.
Derisini yüzmek : -1. Birinin varını yoğunu zorla elinden afmak. -2. İş­kence ederek öldürmek.
Derli toplu : Düzeni seven, tertipli (kimse). -2. Düzgün, düzenli (şey).
Derme çatma : -1. Gelişigüzel nesnelerden yapılan (ev vb.). -2. Ora­dan buradan devşirilen (düşünce vb.).
Ders almak (bir şeyden) : Genellikle kötü bir olaydan yararlı sonuç çı­karmak; ibret almak.
Ders olmak (bir şey, birine): O şey bir kimse için öğretici bir örnek oluşturmak; ibret olmak.
Ders (dersini) vermek (birine) : -1. Sert bir karşılıkla onu yola getir­mek, sert davranmak, azarlamak. -2. Oyunda yenmek.
Dert ortağa: İnsanın kötü günlerinde dertlerini dinleyen, çözümlemeye Çalışan dostu, arkadaşı.
Dertsiz başını derde sokmak : Hiç gerekmediği halde, kendisi için tehlikeli ya da can sıkıcı olacak bir işe girişmek.
Dert yanmak (bir şeyden, birinden) : O şeyler, kimseyle ilgili şikâyet­te bulunmak.
Desteksiz atmak : Bir şeyden abartarak söz etmek, bir temele dayan­madan konuşmak.
Dev adımlarıyla ilerlemek : Kısa sürede pek büyük bir gelişme göster­mek.
Devede kulak : Karşılaştırılan şeye göre daha önemsiz, küçük1 olan (şey).
Deve gibi: Uzun boylu ve hantal (kimse).
Deve kini: Unutulmayan, kolay kolay geçmeyen kin.
Devekuşu gibi başını kuma gömmek, (sokmak) : -1. Bir tehlike anın­da hiç yaran olmayacağı halde kendisini korumaya çalışmak. -2. Baş­kalarını aldattığını sanıp aslında kendisini aldatmak.
Deveyi havutuyla (hamutuyla) yutmak: Haksız çıkar sağlamak, hır­sızlık etmek.
Devlet kapısı: Devlet dairesi, devlet işlerinin görüldüğü resmi daire.
Devlet kuşu : İyi talih.
Devlet sırrı (gibi): Son elerce gizli tutulan şey.
Devreye girmek: Çözüm getirmek amacıyla ilgilenmek, kanşmak, araya girmek.
Dırıltı çıkarmak : Kavga, tatsızlık çıkmasına neden olmak.
Dışarı uğramak: Kendini bir anda dışarı atı vermek.
Dışa vurmak (bir şeyi): -1. Onu belli etmek, tutum ve davranışların­dan, bir şeyin etkisinde olduğu belli olmak. -2. Duygularını saklama­yı p belli etmek. .
Dışı eli yakar, içi beni: Başkalarına iyi ve elverişli görünen, asıl ilgili kişiye gerçekte kötülük getiren şey, durum ya da kimse için kullanılır.
Dibi kırmızı balmumuyla çağırmak (birini): Onu özel bir önem vere­rek çağırmak.
Dibine darı ekmek (bir şeyin): Ona şeyi tümüyle tüketmek, hiçbir şey bırakmamak.
Dibi tutmak: Kaynamakta olan bir tencerenin içindeki yemeğin dipte kalanı tencereye yapışmak.
Didik didik etmek (bir şeyi, yeri) : Onu, orayı en küçük ayrıntısına ka­dar incelemek, aramak.
Dik âlâsı (bir şeyin): Hoş olmayan bir durum ya da hoş karşılanma­yan bir davranışın son kertesi.
Dik başlı (kafalı): Boyun eğmez, asi karakterli, inatçı (kimse).
Dik dik bakmak (birine, yüzüne) : O kimseye sert, kızgın, öfkeli bir ifa­deyle bakmak.
Diken üstünde gibi (olmak) : Tedirgin, rahatsız (ot m ak).
Diken üstünde oturmak (durmak) : -1. Eğreti bir biçimde oturmak. -2. Tedirgin bir durumda olmak. -3. Bulunduğu yerden her art gidecek, aynlacakmış gibi olduğunu düşünmek.
Dikili ağacı olmamak : Hiç malı mülkü olmamak.
Dikine gitmek (birinin): O kimsenin sözünü dinlemeyip kendi bildiği­ni yapmak.
Dikiş tuturamamak : Çeşitli nedenlerle bir iş yerinde tutunamamak.
Dikiz etmek (birini, bir yeri, şeyi): Onu gözetlemek, ona gizlice bak­mak.
Dik kafalı: bk. Dik başlı.
Dikte etmek (bir şeyi, birine): İsteklerini ona zorla kabul ettirmek
Dikkate almak (bir şeyi): Onu da gözönünde bulundurmak. (Kars. Göz önüne almak, hesaba katmak, kaale almak.
Dil çıkarmak (birine): Onunla alay etmek, eğlenmek.
Dilden dile dolaşmak: Bir haber, herkesin ağzında söylenir olmak, herkesçe konuşulmak
Dil (diller) dökmek (birine): Kandırmak, inandırmak ya da yaranmak İçin onun hoşuna gidecek sözler söylemek, yalvarmak yakarmak.
Dile (dillere) düşmek : Yaptıkları hakkında dedikodu çıkmak; dile gel­mek.
Dile gelmek: -1. bk. Dile düşmek -2. Konuşma yeteneği yokken ya da herhangi bir nedenle bu yeteneğini kaybetmişken konuşmaya başlamak.
Dile getirmek (bir şeyi, birini) : -1. Onu açıklamak, anlatmak. -2. Onu konuşturmak.
Dile kolay : “Anlatması kolay gibi görünür ama öyfe zor, öyle güç ki!” anlamında.
Dili açılmak (çözülmek): Herhangi bir nedenle konuşmazken konuş­maya başlamak.
Dili ağırlaşmak : Hastalığı yüzünden güçlükle konuşmak
Dili bir karış : Büyüklerine karşı konuşurken saygısızlık eden kimse için söylenir.
Dili bir karış dışarı çıkmak : Çok yürümekten ya da konuşmaktan do­layı aşırı yorulmak.
Dili çalmak : Konuşması, söyleyişi bir başka dili andırmak.
Dili çözülmek : bk. Dili açılmak.
Dili damağı kurumak : Çok konuşmaktan, heyecandan, susuzluktan ağzı kurumak, çok susamak; boğazı, damağı kurumak.
Dili damağına yapışmak : Uzun süre su içmediğinden ağzı kurumak
Dili dolaşmak: Korkudan, hastalıktan ya da sarhoşluktan söyleyeceği şeyi bir türlü anlatamamak
Dili döndüğü kadar: Anlatım gücü elverdiği ölçüde.
Dili dönmemek : Anlatmak istediğini tam söyleyememek
Dilimin ucunda : Bir adın, sözün, çok iyi bilindiği halde bir türlü anım-sanamaması durumunda söylenir.
Dilinden anlamak (birinin, bir şeyin) : -1. Onun ne demek istediğini kavramak. -2. Söz konusu şeyin özelliğini, o şey üzerinde ne yapıl­ması ^gerektiğini bilmek

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:15 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
Dilinden düşürmemek (bir şeyi, birini) : Hep aynı kişiyi ya da şeyi anlatmak, hep ondan söz etmek.
Dilinden kurt ula mamak : Eleştirilerinden, siteminden, iğnelemelerin­den, sataşmalarından kurtulamamak.
Dilinde tüy bitmek: Nasihat etmekten, yol göstermekten bıkıp usan­mak.
Diline dolamak (bir şeyi, birini) : -1. Aynı şeyi sık sık her yerde söyle­mek. -2. Bir kimseyi her yerde kötüleyip durmak.
Dilini eşek arası soksun : “Bundan böyle hoşa gitmeyecek söz söyle­yemez ol (olsun)” anlamında ilenç sözü.
Dilinin altında bir şey olmak : Söz ve davranışlarından bir şeyler sak­ladığı belli olmak.
Dilinin ucuna gelmek (bîr şey) : O şeyi, söyleyecek durumdayken herhangi bir düşünceyle söylemekten vazgeçmek.
Dilinin ucunda olmak : Çok iyi bildiği bir şeyi o anda hatırlayanıamak.
Dilini tutmak: Sonunu düşünerek rastgele söz söylemekten sakın­mak.
Dili tutulmak : Korku, heyecan yüzünden konuşamaz duruma gelmek.
Dili uzamak : Haddini bilmeden konuşmaya başlamak.
Dili varmamak (bir şeye, söylemeye) : Kötü bir şey söylemeye niyet­lenmişken söylememek, kendini tutmak; ağzı dili varmamak.
Dillere destan olmak : Herkes tarafından uzun uzun kendisinden söz edilir olmak.
Dil uzatmak (bir şeye, birine): Saygı duyulan bir kimse ya da kutsal bir yer, şey hakkında yakışık almayacak, aşağılayıcı sözler söytemek.
Dil yarası: Acı sözün yarattığı gönül kırgınlığı.
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak : Daha iyi şeyler elde etmeye çalışırken elindekini de yitirmek.
Dinden imandan çıkmak : Çok öfkelenmek.
Dini bütün : Dinine çok bağlı, inana sağlam olan, dindar (kimse).
Dini imanı para : Paraya tapar gibi düşkün olan, paradan başka hiçbir şey düşünmeyen (kimse).
Dip bucak : -1. Göze çarpmayan yer. -2. Kıyı köşe.
Dirlik düzenlik : Birlikte yaşayan, çalışan kimseler arasındaki iyi geçin­me duruma.
Dirlik yüzü görmemek : Yaşamı boyunca huzur ve rahata kavuşma­mak.
Dirsek çevirmek (birine) : Daha önce işbirliği yaptığı kişiye, çıkar iliş­kisi son bulunca olumsuz tavır takınmak. (Kars. Yüz çevirmek.)
Dirsek çürütmek: Bilgisini arttırmak İçin uzun süre masa başı çalış­ması (öğrenim) yapmış olmak.
Diskur geçmek (çekmek) (birine): Onunla yaptıktan, yapması gere­kenler konusunda uzun bir konuşma yapmak; nutuk çekmek.
Diş bilemek (birine): Kızdığı birine kötülük yapmak için fırsat kolla­mak.
Dişe dokunur : İşe yarar, belirtilmeye değer, önemli.
Diş geçirememek (birine): O kimseye istediğini yaptırmaya gücü yet­memek.
Dişinden tırnağından artırmak : Yiyeceğinden, giyeceğinden keserek para biriktirmek.
Dişinin kovuğuna (oyuğuna) bile gitmemek: Yediği yiyecek ya da el­de ettiği, payına düşen şey kendisine pek az gelmek.
Dişini sıkmak : Güçlük ve sıkıntılara katlanmak, dayanmak.
Dişini tırnağına takmak: Çok büyük güçlüklere, sıkıntılara, katlanmak; bütün gücünü kullanmak.
Diyeceği olmamak: Bir itirazı, söyleyecek herhangi bir sözü bulunma­mak.
Dize gelmek: -1. Baş eğmek, boyun eğmek. -2. Yenilip teslim olmak.
Dize getirmek (birini) : -1: Kendisine direneni alt ederek buyruğuna uyacak duruma getirmek. -2. Yenip teslim almak.
Dizini dövmek : Çok pişman olmak.
Dizinin dibi: Yanı başı.
Dizleri kesilmek: Dizlerinde derman, güç kalmamak.
Dizlerinin bağı çözülmek : Korku, aşırı yorulma gibiTar nedenle ayak­ta duramayacak duruma gelmek.
Dobra dobra (söylemek, konuşmak): Hiç çekinmeden, sakınmadan, gerçeği, düşündüklerini olduğu gibi (söylemek).
Doğru bulmak (bir şeyi) : Onu uygun görmek, onaylamak.
Doğru çıkmak : Gerçek olduğu gibi anlaşılmak.
Doğrudan doğruya: Hiçbir aracı kullanmadan, araya başka bir şey girmeden.
Doğru doğru dosdoğru : “En doğrusu şu ki.” anlamında.
Doğru durmak : Uslu.durmak, yaramazlık yapmamak.
Doğru dürüst: -1. Kusuru, yanlışı, eksiği olmayan kimse ya da şey için söylenir. -2, Kusursuz, yanlışsız, eksiksiz biçimde, tam olarak.
Doğru oturmak : Uslu durmak.
Doksan kapının ipini çekmek: Her yere uğramak; kırk kapının ipini çekmek.
Dokuz canlı: Ölümle sonuçlanabilecek birçok tehlikeyi atlatıp sağ ka­labilen (kimse ya da canlı).
Dokuz doğurmak : Merakla, heyecanla, korkuyla beklemek.
Dokuz yorgan eskitmek (parçalamak): Çok uzun yaşamak.
Dolap beygiri gibi dönüp durmak : Dar bir çevrede aynı işi sürekli olarak yapıp durmak.
Dolap çevirmek (döndürmek) : Hile ile, yalan dolan ile iş görmek, dü­zen kurmak.
Dolu dizgin gitmek : -1. Son hızla koşmak. -2. Önüne geçilemeyecek biçimde olmak.
Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı: “Hangi yolu dene­di yse m olmadı, çözüm yolu bulamadım.” anlamında.
Domuzdan (bir) kıl çekmek (koparmak): Sevilmeyen ya da eli sıkı olan birinden az da olsa bir şey elde etmek. ‘
Dona, çekmek (hava): Hava sulan donduracak ölçüde soğumak.
Don çözülmek : Hava ısınmaya başlayarak buzlar çözülmek.
Don gömlek : Üzerinde sadece iç çamaşırı olmak üzere.
Don tutmak : Donmak, buz tutmak.
Dost düşman : Herkes.
Dosta düşmana karşı: Dosttan üzmemek, düşmanları sevindirmemek için.
Dostlar alışverişte görsün (diye) : “Sın” gösteriş olsun, iş görüyor den­sin (diye).” anlamında.
Dostlar başından (dostlardan) ırak: “Dostlar böyle kötü durumlarla karşılaşmasınlar.” anlamında.
Doyum olmamak (bir şeye): O şeyden hiçbir şekilde bıkmamak, tadı­na doyulmamak.
Dozunu ayarlamak : Ölçülü olmak; ölçülü davranmak.
Dozunu kaçırmak : Aşırı gitmek, ölçüyü aşmak.
Dönüm noktası: Bir olayın ulaştığı yeni bir aşama.
Dört ayak üstüne düşmek: Ummadığı bir şeyi, fazla emek harca­madan edinivermek.-2.Tehlikeli bir durumu kazasız belasız atlatmak.
Dört başı mamur (bayındır): Her bakımdan istenildiği gibi olan, ku­sursuz, mükemmel, yetkin.
Dört bir tarat: Her yer, her taraf.
Dört dönmek : Bir iş için telaşla oraya buraya koşmak, koşuşturup dur­mak.
Dört dörtlük : Her yönüyle tam, kusursuz, mükemmel olan.
Dört duvar arasında (kalmak) : Evde, kapalı bir yerde (kalmak),
Dört elle sarılmak (yapışmak) (bir şeye) (birine) : -1. O şeyi İyice benimseyerek ve özenle yapmak için ele almak. -2. Destek ya da yardım umulan kimseyle sıkı bağlar kurmak.
Dört gözle bakmak : Dikkatlice bakmak.
Dört gözle beklemek : Çok isteyerek, özlemle,-sabırsızlıkla beklemek.
Dört köşe olmak; Çok keyiflenmek, büyük zevk duymak, çok sevin­mek.
Dört yanı deniz kesilmek : Her yönden çaresizlik, umutsuzluk içinde kalmak.
Dudak bükmek: Bir şeyi beğenmediğini belirten davranışta bulun­mak, umursamamak.
Dudak ısırmak : -1. Biçimsiz, ayıp bir duruma şaşmak. -2. Hayran kal­mak.
Dudakları titremek : Ağlayacak duruma gelmek.
Dudak sarkıtmak : Hoşnutsuzluğunu, üzüntüsünü yüz ifadesiyle belli etmek; surat asmak, somurtmak.
Dudak tiryakisi: Sigarayı dumanını içine çekmeden dışarı üfleyerek içen tiryaki.
Duman almak (bir yeri) (bir şeyden) : -1. Orayı sis bürümek, sis kap­lamak. -2. Sigaradan ya da sigara gibi sarılmış uyuşturucudan içine çekmek.
Duman altı olmak: Esrar içilen bir yerin havasından etkilenmek.
Duman attırmak : Birini üstünlüğünü göstererek korkutmak, sindirmek.
Duman etmek (birini, bir şeyi): -1. Onu yok etmek, dağıtıp bozmak. -2. Başarı göstermek, yenmek.
Dumanı üstünde : Çok yeni, çok taze olan.
Duman olmak : İşi, durumu bozulup, çok kötü duruma düşmek.
Dumura uğramak : Körelmek, canlılığını yitirmek, işlevini yapamaz ol­mak.
Dur dinlen yok (dur otur yok, dur durak yok) : Durup dinlenme bil­meden, hiç ara vermeden sürekli çalışmayı anlatır.
Dur kendime yer edeyim, bak sana neler edeyim : “Bana neler ne-ler yaptığını biliyorum, hele bir buraya yerleşeyim, sonra gör, sana neler yapacağım.” anlamında tehdit sözü.
Durdu durdu, turnayı gözünden vurdu : “Bıkmadı, sabretti, ama so­nunda olumlu bjr sonuç, güzel bir şey ya da büyük bir kazanç elde etti.” anlamında gıpta sözü.
Durduğu (durduk) yerde : -1. Hiçbir emek harcamadan. -2. Gereği ol­madığı halde, hiç gereği yokken; durup dururken. -3. Hatası ya da suçu olmadığı halde.
Durmuş oturmuş : -1. Davranışları ve düşünceleri tutarlı olan, olgun (kimse). -2. Büyük sorunları kalmamış, uzun süredir rahat bir yaşa­ma biçimine girmiş (yer)..
Durumu bozulmak: -1. Parasal gücü azalmak, giderleri karşılayamaz olmak. -2. Eriştiği güzel durum kötüye gitmek.
Durumu düzelmek: -1. Parasal gücü iyileşmek. -2. önceki iyi durumu­na kavuşmak.
Durup dinlenmeden : Aralıksız, arka arkaya, sürekli olarak. *
Durup dururken : -1. Birdenbire, ansızın, -2. Hiçbir neden yokken, hiç gereği olmadığı halde, hiç gereği yokken, durduğu yerde.
Dut gibi olmak: -1. Çok içip sarhoş almak. -2. Utanmak, bozum ol­mak, mahcup olmak.
Dut yemiş bülbüle dönmek : Önceleri neşeli ve konuşkan iken» hiç sesi çıkmaz olmak.
Duymazlıktan (duymamazlıktan) gelmek : Duymamış gibi davran­mak.
Düdük gibi: (Pantolon için) Kısalmış, dar, sıkı.
Düdük makarnası: Anlayışsız, sersem (kimse).
Düğüm noktası: Bir işin sonuçlandın İm ası için öncelikle çözüme ka­vuşturulması gereken en zor yanı.
Düğümü çözmek : Anlaşılması güç bir şeyi açıklığa kavuşturmak.
Düğüm üstüne düğüm atmak : Hiç para harcamayıp birikim yapmak.
Düğün bayram etmek : Çok sevinmek.
Düğün değil bayram değil, eniştem beni niye öptü : “Ortada bir ne­den yokken, niçin bu kadar yakınlık gösteriyor.” anlamında.
Dümdüz etmek (bir şeyi, yeri) : Onu yıkmak, kırıp dökmek, ezmek, yerle bir etmek.
Dümdüz olmak : Ezilmek, yıkılmak, kırılıp dökülmek, yerie bir olmak.
Dümen çevirmek : Hileye başvurarak iş görmek.
Dümen suyunda gitmek (birinin) : Bir kimseye her yönden bağımli ol­mak, onun izinden yürümek.
Dümen yapmak : Dalavereyle, hüeyie başkasını aldatmaya çalışmak.
Dümenine bakmak : Çıkarından başka işle uğraşmamak, yasadışi yol-iarla da olsa çıkarına çalışmak.
Dün bir bugün iki: “Daha çok. fazla zaman geçmiş değil.” anlamında bir şeyin erken olduğunu anlatır.
Dün gibi: Çok yakın zamanda olmuş, yaşanmış gibi.
Dünden bugüne : Çabucak, az zamanda.
Dünden razı (hazır): “Bir öneriyi hemen seve seve kabul eden kimse için söylenir.
Dünkü çocuk : Genç, acemi, deneyimsiz (kimse).
Dünya ahret kardeşim olsun : “Karşı cinsten bir kimseye kardeşlik duygusundan başka bir duygu beslemem, kardeşim gözüyle baka­rım, ona kötü gözle bakmam.” anlamında.
Dünya âlem : Herkes, tüm insanlar.
Dünya başına yıkılmak : Dayanamayacağı kadar büyük bir yıkıma uğ­rayıp tüm umutlarını yitirmek, dirliği ve düzeni karmakarışık olmak.
Dünya bir araya gelse : “Tüm insanlar birlikte davranarak karşı olsa, engel olmaya çalışanlar çıksa bile, vız gelir.” anlamında.
Dünyadan elini eteğini çekmek : Çevresiyle, çevresinde olan bitenler­le ilgisini kesmek, dünya işleriyle ilgilenmez olmak. (Kars. Bir köşe­ye çekilmek, inzivaya çekilmek.)
Dünyadan geçmek (el çekmek, vazgeçmek) : Bir köşeye çekilip, top­lum yaşamından uzak durmak, kendi halinde yaşamak.
Dünyadan haberi olmamak : Çevresinde neler olup bittiğinin farkında olmamak.
Dünyada olmaz (gelmez vb): Kesinlikle olmayacak yapılmayacak bir şey için söylenir; hayatta olmaz.
Dünya durdukça : Sonsuzluğa dek, ebediyen.
Dünya evine girmek : Evlenmek, yuva kurmak.
Dünya (gözüne, ona) zindan olmak (kesilmek) : Umutlarını yitirmek, karamsarlığa düşmek.
Dünya gözüyle (görmek}: Sağ iken, ölmeden Önce, sağlrğında (gör­mek).
Dünya kadar : İstemediğin kadar, çok bol.
Dünya kazan ben kepçe : “Çok arandı, aranmadık yer bırakılmadı, her yer gezildi.” anlamında.
Dünyalar onun olmak: Çok sevinmek.
Dünyalığı(m) doğrultmak : Yaşadığı sürece yetecek kadar para kazan­mak ya da gelir sağlamak.
Dünyanın kaç bucak (köşe) olduğunu anlamak: Yaşamın zorluğu­nu, insanın çetin engellerle karşılaşabileceğini öğrenmek; Hanyayı Konya’yı öğrenmek.
Dünyanın kaç bucak (köşe) olduğunu göstermek (birine) : Onu yap­tığına pişman etmek, ona hak ettiği cezayı vermek.
Dünyanın öbür (bir) ucu : Çok uzak yer.
Dünyası yıkılmak : Yaşama umudu yıkılmak, güzel hayalleri son bul­mak.
Dünya varmış : “Oh! bunaltıcı, üzücü, sıkıntılı bu durumdan kurtul­dum.” anlamında.
Dünyaya gelmek: Doğmak.
Dünyaya getirmek: Doğurmak.
Dünyaya gözlerini kapamak (yummak): Ömrü bitip Ölmek.
Dünyaya kazık kakmak : Çok yaşamak, uzun ömürlü olmak.
Dünyayı gözü görmemek: Sıkıntı, üzüntü, öfke, karamsarlık, hınç ya da çok mutlu olma gibi durumlarda başka bir şey düşünmemek.
Dünyayı haram etmek (birine) ; Ona hayatı yaşanılmaz duruma getir­mek.
Dünyayı toz pembe görmek : En kötü, en acıklı durumlarda bile iyim­ser olabilmek, durumun iyi yönleri bile olduğunu düşünmek.
Dünyayı tutmak : Her yerde duyulmak, ünü yayılmak.
Dünya yıkılsa umurunda değil: Sorum M uk duygusu gelişmemiş, hiç­bir şeyle ilgilenmez, kaygısız, tasasız, gamsız kimse için söylenir.
Dünyayı zindan etmek (birine) : Onu çok sıkıntılı bir duruma sokmak.
Dünya zindan olmak (birine) : Umutlarını yitirmek, İyice karamsar ol­mak.
Dürbünün tersiyle bakmak (bîr şeye) : Söz konusu şeyi çok küçüm­semek, olduğundan daha az değerli, önemli görmek.
Düş görmek : Uyurken zihinde olay ve düşünceler belirmek; rüya gör­mek.
Düş gücü : Bir şeyi zihinde canlandırma, yaratma, düşünme yeteneği; hayal gücü.
Düş kırıklığı: Çok istenilen, beklenilen ya da umulan bir şeyin gerçek­leşmemesi halinde beliren duygusal durum; hayal kırıklığı.
Düş kurmak : Olmamış bir şeyi, olması olanaksız ya da gelecekte ola­bilecek bir şayi hayalinde canlandırmak; hayal kurmak.
Düşe kalka : Güçlüklerle karşılaşarak, zor bela; iyi kötü.
Düşüncesini açmak (birine) : Herhangi bir konudaki görüşünü, endi­şesini bildirmek.
Düşüncesini almak : Herhangi bir konuda görüşünü öğrenmek.
Düşüncesini okumak : Birinin ne düşündüğünü anlamak.
Düşünceye dalmak : Dalgın bir durumda derin derin düşünmek.
Düşünceye varmak: Bir kanıya ulaşmak, çözümü bulmak.
Düşün düşün, boktur işin : Durumu kötü olan, hiçbir çıkar yol bulama­yan kimsenin kendi kendine söylediği söz.
Düşünüp taşınmak : Bir konuyu her yönüyle iyice düşünmek, buna gö­re karar vermek.
Düşüp kalkmak (biriyle): -1. Biriyle yasa ve törelerin uygun görmedi­ği biçimde, birlikte yaşamak. -2. O kimseyle yakın ilişki içinde bulun­mak, yakın arkadaşlık etmek.
Düttürü Leyla: Çok dar ve kısa giyinmiş kadın için söylenir.
Düzene koymak (sokmak) (bir şeyi): -1. Yolunda gitmesini sağla­mak, uygun biçimde çalışır duruma getirmek. -2. Dağınıklıktan kurta­rıp derli toplu duruma getirmek.
Düzen kurmak: -1. Gerekli araç ve gereçleri kullanıma sokarak, onla­ra işlerlik kazandırmak. -2. Hileye başvurmak, dolap çevirmek.
Düzlüğe çıkmak : Engelleri aşmak, işini,yoluna koymak.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:15 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
<< E >>

Eceli gelmek : -1. İnsanın yaşamı doğal olarak sona ermek, eceli ile ölmek. -2. Doğal olmayan bir nedenle ölmek ya da öldürülmek.
Eceline susamak : Ölümüyle sonuçlanabilecek tehlikeli davranışlarda bulunmak. (Kars. Belasını aramak, ölümüne susamak.)
Ecel şerbeti içmek : Ölmek.
Ecel teri dökmek : Tehlikeli bir durum karşısında büyük korku ve kay­gı duymak; kendini ölecekmiş gibi hissetmek.
Eciş bücüş : Çirkin görünüşlü. (Kars. Çarpık çurpuk, eğri büğrü.)
Edebiyat yapmak: Bir konuda süslü, yapmacıklı boş sözler söyle­mek.
Efkâr dağıtmak : Kaygıyı, üzüntüyü, tasayı neşelenerek, eğlenerek gi­dermeye çalışmak.
Efradını cami, ağyarını mani: (esk.) “Gerekli her tür şeyi içeren, ge­reksizleri konu dışı bırakan” tanım için söylenir.
Eğri büğrü : Eğilmiş, bükülmüş; çarpık çurpuk. (Kars. Eciş bücüş.)
Ekalliyette kalmak : bk. Azınlıkta kalmak.
Ekin iti: Başını yukarı kaldırıp herkese yüksekten bakan kimse için kul­lanılır.
Ekmeğinden etmek (birini) : Onu işinden çıkarmak, atmak.
Ekmeğinden olmak (biri) : Geçimini sağlayan işinden zorunlu olarak ayrılmak.
Ekmeğine yağ sürmek (bir şey, birinin) : İstemeden, düşüncesizce yaptığı bir iş, karşı tarafın işine yaramak.
Ekmeğini çıkarmak : Geçimine yetecek kadar kazanç sağlamak.
Ekmeğini eline almak: Geçimini kendi sağlayacak duruma gelmek, (Kars. İş tutmak).
Ekmeğini taştan çıkarmak : Geçimini sağlama konusunda pek bece­rikli, yetenekli olmak.
Ekmeğini yemek (birinin): -1. Birisinin işinde çalışarak kendi geçimini sağlamak. -2. Geçim yönünden birisinin yardımından yararlanmak.
Ekmeğiyle oynamak (birinin) : Bir kimse kendisinin ya da başkasının işini kaybetmesine neden olmak.
Ekmek aslanın ağzında : “Geçimini sağlayacak bir iş bulmak ve para kazanmak çok zor.’ anlamında.
Ekmek elden su gölden : Çalışmayıp başkasının kesesinden bol bol yiyip içme.
Ekmek kapısı : Bir kimsenin geçimini sağladığı yer ya da iş; geçim kapısı.
Ekmek kavgası: Geçimini sağlama çabası.
Eksik çıkmak : Olması gerekenden daha az olduğu anlaşılmak.
Eksik etek: Kadın, eş için aşağılama sözü.
Eksik etmemek (bir şeyi) : -1. O şeyi her zaman bulundurmak. -2. Ona devam etmek, onu sürekli yapmak.
Eksik gedik : Gerekli olan ufak tefek şeyler.
Eksik gelmek : Gerekli olandan daha az olmak, yetmemek.
Eksikliğini duymak (bir şeyin, birinin): O şeyin eksik, yarım, noksan olduğunun bilincine ermek; o kimseyi arar olmak.
Eksik olma : “Sağ ol, var ol” antamında teşekkür sözü.
Eksik olmasın : “Sağ olsun, var olsun” anlamında iyi dilek sözü.
Eksik olsun : -1. “İstemem, gereği yok.” anlamında öfkeyle söylenir. -2. Kızılan bir kimse için “ölsün!” anlamında kullanılır.
El açmak : Dilenmek, başkasından para ve yardım ister duruma düş­mek; avuç açmak.
El alışkanlığı (yatkınlığı) : Bir işin birçok kez yapılması sonucu kazanı­*** beceri, ustalık.
El atmak (birinden) : -1. Tarikatlarda bir mürit, mürşidinden başkaları­na yol gösterme iznini almak. -2. Bir sanat öğrenen çırak, ustasından kendi başına iş yapabilme iznini almak. -3. İskambil oyunlarında kar­şı taraftan daha kuvvetli kâğıdı oynayarak üstünlük sağlamak.
El altından : İstenildiği zaman kolayca alınabilecek, bulunabilecek yer­de, hazırda.
El altında : Gizlice, kimsenin haberi olmadan. (Kars. Alttan alta, gizli­den gizliye.)
El atmak (bir şeye) : -1. Yeni bir işe başlamak. -2. Birisinin işine karış­mak; müdahale etmek. -3. Birine sarkıntılık etmek.
El ayak çekilmek : Ortalıkta kimse kalmamak, ortalık sessizleşip ıssız­laşmak.
El basmak (bir şeye) : Ekmek ya da kutsal kitaplardan biri üzerine el koyarak ant içmek, yemin etmek.
El bebek, gül bebek :Çok sevilen ve nazlı büyütülen, şımarık çocuk İçin söylenir.
El beğenmezse yel (yer) beğensin : “İnsanı beğenecek kişiler olmaz­sa, şerefsiz yaşayacağına ölmesi daha iyidir.’ anlamında.
El çabukluğu: -1. Bir işi çabuk biçimde yapma ustalığı. -2. Bir şeyi sezdirmeden yapma.
El çabukluğuna getirmek (bîr şeyi) : Bir işi, hilesini sezdirmeden çabucak yapmak
El çekmek (bir şeyden) : O şeyden vazgeçmek, artık onu yapma­mak.
El çektirmek (birisine, işten): Onu görevinden, İşinden uzaklaştırmak.
Elde avuçta bir şey bırakmamak: Para, mal mülk, vb’yi savurganca harcayıp tüketmek.
Elde avuçta bir şey kalmamak: Para, mat, mülk vb. harcanarak bit­mek, tükenmek.
Elde avuçta ne varsa : Elindeki bütün mal, mülk , para.
Elde etmek (bir şey) (birini) : -1. Bir şeye sahip olmak, onu edin­mek. -2. Bir şey meydana getirmek, üretmek. -3. Bir kimseyi kendi yanına çekmek. -4. Bir kimseyi kendi hizmetine almak.
El değiştirmek: Bir şeyin sahipliği ya da kullanımı birinden bir başka­sına geçmek.
El değmemiş : -1. Hiç kullanılmamış, hiç dokunulmamış. -2. Saflığı bo­zulmamış.
Elde (elinde) kalmak: -1. Bir mal satılamadığı için olduğu gibi sahi­binde durmak. -2. Harcamanın sonunda artmış olarak durmak.
Elden ayaktan düşmek (kesilmek) : Hastalık ya da yaşlılık sonucu yü­rüyemez, iş yapamaz duruma gelmek.
Elden çıkarmak (bir şeyi) : O şeyi satmak, başkasına devretmek.
Elden çıkmak (bir şey): O şey satılmak, başkasına devredilmek.
Elden düşme : Az kullanılmış ya da sahibinden ucuza alınmış (mal).
Elden (elinden) düşürmemek (bir şeyi) : O şeyle uzun süre yakın­dan ilgilenmek.
Elden ele : Bir kişiden ötekine.
Elden ele dolaşmak : -1. Birçok kimsece alınıp bakılmak. -2. Birçok sa­hip değiştirmek.
Elden geçirmek (bir şeyi) : -1. Onu incelemek, kontrol etmek. -2. Onu onarmak, düzeltmek.
Elden gel: -1. “Seni kutlarım.” -2. “Parayı hemen ver.” anlamında.
Elden gelmemek : Bir şey yapamamak, dayanamamak.
Elden (elinden) geldiği kadar: Yapabildiği, mümkün olduğu kadar.
Elden gitmek (bir şey, biri) : Onu yitirmek, ondan mahrum kalmak.
Elden ne gelir: “Ne yapılabilir?” anlamında çaresizlik bildirir.
Elden (elinden) kaçırmak (bir şeyi) : Onu elde etmek fırsatını yitir­mek.
Elde (elinde) tutmak (bir şeyi): Bir duruma ya da işe hâkim olmak.
Ele almak (bir şeyi) : -1. Bir şey üzerinde çalışmaya başlamak. -2. Bir şeyi inceleyip araştırmak, eleştirmek.
Ele avuca sığmamak: Söz dinlememek, şımarık ve taşkın davranışlar­da bulunmak.
Ele geçirmek (birini, bir şeyi) : -1. Onu yakalamak. -2. Onu elde et­mek, edinmek, ona sahip olmak.
Ele geçmek: -1. Yakalanmak. -2. Elde edilmek.
Ele gelmek : -1. Bir şey ele tutulabilir duruma gelmek. -2. Bebek kuca­ğa alınacak kadar büyümek.
Ele güne karşı: Herkese karşt, herkesin Önünde.
El elde baş başta : “Hiçbir şey kalmadı, her şey tükendi.” anlamında.
Et ele vermek (biriyle) : Onunla işbirliği yapmak, güçlerini birleştir-rnek.
El emeği: -1. Elde yapılan iş, ürün. -2. Elle yapılan çalışmanın karşılı­ğı, ücreti.
El etek çekmek (bir şeyden) : -1. Artık o şeyle uğraşmaz olmak. -2. Kendini bütünüyle ibadete vermek.
El etek öpmek : -1. İşini yaptırmak için çok yalvarmak. -2. Yaltaklan­mak, hoş görünmeye çalışmak, dalkavukluk etmek.
El etmek (birine) : Ona “gel” anlamında el sallamak.
Ele verir talkını, kendi yutar salkımı : (ele verir öğüdü, kendi keser
söğüdü) : “Başkasına verdiği öğüdü kendisi tutmaz, dahası tersini ya­par.” anlamında.
Ele vermek (birini) : -1. Suçlu bir kişiyi güvenlik kuvvetlerine haber ve­rip yakalatmak. -2. Aynı suçu işlemiş bir kişinin suç arkadaşlarını, kendisi yakalanınca baskı ya da çözülme sonucu güvenlik kuvvetleri­ne yakalatmak.
El gün : Herkes, el âlem.
Eli açık : Cömert, para harcamaktan çekinmeyen (kimse).
Eli ağır: -1. Yavaş iş yapan (kimse). -2. Eliyle vurduğunda acıtan kim­se; ağır elli.
Eli ağzında kalmak : Çok şaşırmak, şaşırıp kalmak.
Eli alışmak (bir şeye) : -1. Bir işte ustalık kazanmak. -2. Herhangi bir davranışı alışkanlık haline getirmek.
Eli altında otmak : Aradığı, istediği zaman bulabileceği yerde olmak.
Eli armut mu devrişiyor? (eli armut devşirmiyor ya?) : “Bir kimse bir iş yapıyorsa, öteki de boş durmaz, aynı işi yapabilir.” anlamında.
Eli ayağı (kolu) bağlı kalmak : -1. Bir şey yapamayacak durumda ol­mak. -2. Yardıma olması, çözüm bulması gereken bir konuda, hiçbir şey yapamamak.
Eli ayağı buz kesilmek: Aldığı üzücü bir haber yüzünden İş yapamaz
duruma gelmek.
Eli ayağı düzgün olmak : Bedence, görünüşçe kusursuz olmak, iyi gö­rünmek.
Eli ayağı(na) dolaşmak: Telaştan, heyecandan ne yapacağını şaşır­mak, saçma sapan işler yapmak.
Eli ayağı titremek :” Korkur sinir, vb. yüzünden heyecanlanmak. Eli ayağı tutmak : İş yapabilecek durumda olmak.
Eli bol: -1. İş yapabilecek parası olan (kimse). -2. İş için gerekli araçla­rı esirgemeyen (kimse).
Eli bollaşmak : Para yönünden rahatlamak.
Eli boş : O sırada yaptığı bir işi olmayan (kimse).
Eli boş dönmek (bir yerden): İstediğini elde edemeden dönmek.
Eli (elleri) boş gelmek (gitmek) (bir yere) : O yere armağansız gel­mek (gitmek).
Eli böğründe (koynunda) kalmak : Başarısızlığa uğramak, bir iş yapa­maz duruma düşmek; umutsuz, çaresiz duruma düşmek.
Eli cebine varmamak (gitmemek) :* Para harcama konusunda cimri davranmak, para harcamaya yanaşmamak. (Kars. Cebinde .akrep ol­mak.)
Eli (eline ) çabuk : Çabuk iş yapan (kimse).
Eli darda : Para sıkıntısı içinde.
Eli değmek (değmemek) ermek (ermemek) (bir şeye) : Söz konu­su işi yapacak vakit ve fırsatı bulmak (bulamamak).
Eli ekmek tutmak: Geçimini sağlayacak duruma gelmek. (Kars. Ek­meğini eline almak.)
Eli ermek (ermemek) (bir şeye, bir şeyi yapmaya) : Onu yapmaya
vakti olmak (olmamak).
Elifi görse mertek (direk) sanır : Bilgisizliğine rağmen bilgiçlik tasla­yan, okuması yazması olmayan bir kimse için alay yollu söylenir.
Eli geniş : Para sıkıntısı çekmeyen; cömert (kimse).
Eli genişlemek : Eli bol para geçmek, harcama olanağı olmak.
Eli gitmek (bîr şeye) : Onu tutmak, yakalamak istemek.
Eli hafif : Acıtmadan iş gören (dişçi, iğneci).
Eli İşe yatmak : Bir işi yapabilecek el becerisi olmak.
Eli işte (aşta), gözü oynaşta : İş yapar görünen, fakat aklı başka şey­lerde olan, (kimse).
Eli kalem tutmak: -1. Yazı yazmayı bilmek. -2. Bir konu hakkında ba­şarılı bir biçimde yazı yazma yeteneğine sahip olmak.
Eli kırılmak : Eli bir işe yatkın duruma gelmek.
Eli kolu bağlı olmak (durmak, kalmak) : Üzerine düşen ya da üzeri­ne aldığı bir görevi çeşitli nedenlerle yapamayacak durumda olmak.
Eli kulağında : Olması ya da gerçekleşmesi çok yakın.
Eli kurusun : “Elin tutmaz, bir iş görmez olsun.” anlamında ilenç.
Eli mahkûm : “Bu işi yapmak zorunda.” anlamında.
Eli maşalı: Şirret, edepsiz, kavgacı (kadın).
Elinden almak (bir şeyi, birisi) : Birini sahip olduğu bir şeyden, bir kimseden yoksun kılmak.
Elinden bir İş gelmemek: Hiçbir iş yapamamak.
Elinden bir kaza (sakattık) çıkmak : İstemeyerek birisini yaralamak ya da Öldürmek.
Elinden bir şey gelmemek : Olanaksızlık, çaresizlik ya da beceriksiz­lik yüzünden yardıma olamamak.
Elinden çekmek: -1. Bir kimse yüzünden sıkıntıya düşmek. -2. Bir kim­seyi öç almak için sıkıntıya sokmak.
Elinden düşürmemek (bir şeyi) : Sürekli onunla İlgilenmek.
Elinden geleni ardına koymamak : Elinden gelen her türlü kötülüğü yapmak.
Elinden geleni yapmak: Bir işi bilgisinin ve gücünün yettiği kadarıyla yapmak.
Elinden gelmek : Söz konusu şeyi yapma becerisi olmak.
Elinden hiçbir şey kurtulmamak : Her şeyi becerebilecek yetenekte olmak.
Elinden İş çıkmamak: Elindeki İşi zamanımda bitirememek; elindeki işi sürüncemede bırakmak.
Elinden tutmak (birinin): -1. Ona yardım etmek. -2. İlerlemesine yar­dıma olmak, kayırmak.
Elinde olmak {bir şey) : O şeyi yapabilecek durumda olmak, o şey onun yetkisi, becerisi içinde olmak.
Eline ağır: Elinden çabuk iş çıkmayan (kimse).
Eline ayağına düşmek (kapanmak, sarılmak) : Bir isteğini yaptırabil­mek için bir kimsenin ayaklarına kapanıp yalvarmak.
Eline ayağına üşenmemek : İşini severek yapmak.
Eline bakmak (birinin) : Bir kimsenin yardımıyla geçinebilir durumda otmak.
Eline düşmek (bir şey birinin) (biri birinin) : -1. O şey (yer vb) onun egemenliği, buyruğu altına girmek. -2. Ona yakalanmak. -3. Kendisi­ne hıncı bulunan bir kimseye muhtaç duruma gelmek. -
Eline, eteğine sarılmak: Birine bir iş için çok yalvarmak.
Eline geçmek (bir şey) (birisi) : -1. Kazanmak, elde etmek. -2. Bul­mak. -3. Yakalamak.
Eline kalmak (birinin): Kendisine yardım edecek ya da bakacak on­dan başka kimsesi kait ak.
Eline (elinize, ellerinize, ellerine) sağlık: “Yaptığın iş iyi olmuş, teşek­kür ederim.” anlamında.
Eline su dökemez : “Bu kimse, adı geçen kimsenin çırağı bile olamaz, onunla aynı değerde değildir.” anlamında.
Eline vur, ekmeğini (ağzından) al: Sessiz, pısırık (kimse).
Elini ayağını çekmek (biri, bir yerden) : Oraya uğramaz olmak, artık oraya gitmemek.
Elini ayağını kesmek (birinin, bir yerden) : Onun oraya uğramasını engellemek.
Elini ayağını öpeyim : “Çok yalvarıyorum.” anlamında bir şeyin yapıl­masını isterken söylenir.
Elini cebine atmak : Cebinden pars çıkarmak için davranmak.
Elini çabuk tutmak : Bir işi çabuk yapmaya çalışmak.
Elini eteğini çekmek (bir şeyden) : O şeyle ilgisini tümüyle kesmek.
Elini kana bulamak : Bir kimseyi yaralamak ya da öldürmek.
Elini kolunu bağlamak (bir şey, birinin) : O şey onu hiçbir iş yapama­yacak duruma getirmek.
Elini kolunu sallaya sallaya dolaşmak (gezmek) : Pervasızca, ser­bestçe, çekinmeden dolaşmak.
Elini kolunu sallaya sallaya gelmek: Bir yere eli boş olarak, hiçbir ar­mağan almadan gitmek.
Elinin altında : Her zaman kolayca yararlanabileceği yerde ve yakınlık­ta.
Elinin körü: “Sorduğun sorular yeter artık, kötü sözler söyleyeceğim şimdi!” anlamında paylama sözü.
Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak: Evde hiçbir işe el sürme­mek, çok nazlı olmak.
Elini sürmek (bir şeye, birine) : -1. bk. elini sürmemek. -2. Birine her­hangi bir kötülük yapmak; dövmek, tecavüz etmek.
Elini sürmemek (bir şeye) : -1, O şeyi eline almamak, o işi yapma­mak. -2. Tenezzül etmemek.
Elini uzatmak (birine) : Ona yardım etmek, destek olmak.
Elini veren kolunu alamaz: ‘Çıkara bir kimsedir. Senin cömert, yar­dımsever biri olduğunu anlarsa, elinden zor kurtulursun.” anlamında.
Elini vicdanına (kalbine) koyarak (söylemek) : Doğru, hakça (söyle­mek); gerçekleri, doğruları gizlemeden (söylemek).
Eli olmak (bir şeyde) : -1. Bir işe herhangi bir biçimde katkıda bulun­mak. -2. Bir işle gizli bir ilişkisi olmak.
Eli para görmek : Para kazanmak, cebi para görmek.
Eli sıkı: Cimri, kolay para harcamayan (kimse).
Eli silah tutmak: Silah kullanıp savaşabilecek durumda olmak.
Eli sopalı: Zorba, sert, baskıcı (kimse, yönetim).
Eli şakağında : Düşünceli, tasalı, kaygılı.
Eli uzun : Fırsatını bulunca eline geçirdiklerini aşıran, hırsız.
Eli varmamak (gitmemek) (bir şeye): Bir işi yapmaya gönlü razı olmamak; o işi yapmak için içinde bir istek duymamak.
Eli yatkın (bir işe) : O işe alışkın, becerikli (kimse).
Eli yatmak (bir işe): Bir işi yapabilecek el becerisi edinmiş olmak.
Eliyle koymuş gibi (bulmak) (bir şeyi, birini): Aradığını hemen, kolayca (bulmak).
Eli yüzü düzgün : Yüzüne bakılabilir olan, güzelce (kimse).
El kadar: Çok küçük (Kars. Bacak kadar.)
El kaldırmak : -1. Söz istemek ya da oy verdiğini belirtmek için elini havaya kaldırmak. -2. Kendisinden büyüğe vuracakmış gibi davra-mak.
El kapısı: -1. Yabancıların evi, yurdu. -2. Bir kızın gelin gittiği ev. -3. Ki­şinin geçimini sağladığı işyeri.
El kiri: Hiçbir değeri olmayan, geçici (özellikle para için söylenir).
El koymak (bir şeye) : -1. Bir şeyi, kendi buyruğu altına almak; bir ye­rin yönetimini kendi yetki sınırlan içine almak. -2. Bir yolsuzluğu orta­ya çıkarmak için incelemesine girişmek.
Ellerin dert görmesin : “Allah razı olsun.” anlamında iyi dilek sözü.
Eller yukarı: “Ellerini yukarı kaldır ve teslim ol!” anlamında uyarı sözü.
Elle tutulacak tarafı kalmamak : -1. Sağlam tarafı kalmamak. -2. Kendisine güvenilmemek.
Elle tutulacak tarafı olmamak : Değerli, güvenilir bir yönü bulunma­mak.
Elle tutulur gözle görülür : Çok belirgin, çok açık olan.
El sıkışmak : İki arkadaş karşılaştıklarında sevgi ve saygı gereği birbirlerinin ellerini tutup, hafifçe sıkmak.
El sıkmak: Selamlaşmak için iki kişi birbirlerinin ellerini tutmak.
El sürmemek (bir şeye, birine) : -1. Onu ellememek, ona bir zararı dokunmamak. -2. Bir işi yapmaya başlamamak. -3. İlgilenip eline al­mamak.
El tutmak : Bir iş vakit almak, uzun sürmek.
El uzatmak (birine) (bir şeye) : -1. O kimseye yardım etmek. -2. Başkasınıın İşine, çıkarına dokunmak, kendisine ait olmayan bir şey üze­rinde Ihak iddia etmek.
El uzluğu : El alışkanlığı, ustalık, maharet.
El üstünde tutmak (birini) : Ona çok değer vermek, aşırı saygı ve sev­gi göstermek.
El vermek (birine) : -1. Ona yardım etmek. -2. Mürit mürşide başkalarına yol gösterme izni vermek. -3. Birine bir konuda yetki vermek. -4. İskambil oyunlarında karşı tarafa oyun üstünlüğü tanımak.
El yatkınlığı: -1. İşe alışmış olma durumu. -2. El işlerini yapmakta yet­kin olma.
El yordımıyla : Görmeden, elle yoklayarak.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:15 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
Emeği geçmek: Bir işin yapılmasında özenle, çok çalışmış olmak.
Emek çekmek: Bir işin yapılmasında çok çalışmak.
Emek vermek (bir şeye) (birine) : -1. Bir şeyin meydana gelmesi için özen göstererek Çok çalışmak. -2. Bir kimsenin yetişmesi için büyük çaba harcamak.
Emir büyük yerden : İtiraz edilemeyecek buyruklar İçin söylenir.
Emniyet etmek (birine) : Ona güvenmek, emanet etmek.
Emniyet vermek (birine) : Ona güven duygusu vermek.
Endazeye vurmak (bir şeyi) : Onu hesaplamak, ölçmek.
Endişe duymak (bir şeyden) : O şey için kaygılanmak, tasalanmak.
Engel çıkarmak (birine) ; Bir işin yapılmasını zorlaştırmak.
Eninde sonunda (önünde sonunda): Ne zaman olsa, en sonunda, kaçınılmaz olarak.
Enine boyuna : -1. Her yönüyle, eksiksizce. -2. İriyarı, gösterişli (kim­se).
Eni konu : Eksiksizce, her yönüyle. (Kars. İyiden iyiye.)
Ensesi kalın : Maddi durumu yerinde olan (kimse).
Ensesinde boza pişirmek : Bir işi yapması, bitirmesi İçin sürekli uyar­mak, tedirgin etmek.
Ensesine binmek : Baskı altında tutmak, bir işi yapmaya zorlamak.
Ensesine yapışmak: Bir konuda sıkıştırmak. (Kars. Yakasına yapış­mak.)
Ense yapmak: Hiçbir işle uğraşmadan, keyfinoe yaşamak.
Entrika çevirmek : Hile düzenlemek.
Er geç : Ne vakit olsa, erken ya da geç.
Eriyip bitmek: -1. Çok zayıflamak, incelmek. -2. Çok aa çekmiş ol­mak.
Eriyip gitmek : Yok olmak.
Erkek Fatma (Ayşe) : Erkekler gibi davranan kızlar için kullanılır.
Esamisi okunmamak: Hiç önem ve değer verilmemek, adı geçme­mek.
Es geçmek (bir şeyi, birini) : Üzerinde durmamak, aldırış etmemek, boş vermek, önemsememek.
Eski çamlar bardak oldu : “Zaman değişti, eski durumların önemi ve değeri kalmadı.” anlamında.
Eski defterleri karıştırmak : Geçmişteki olayları bir yarar umarak ya da başka bir amaçla yeniden ele almak, anımsatmak.
Eski göz ağrısı: Birinin çok eskiden sevgilisi durumunda olan kimse (özellikle kız, kadın); İlk göz ağrısı.
Eski kafalı: Geçerliğini az ya da çok yitirmiş düşünceleri savunan, es­ki yaşam biçimine bağlı (kimse) (Kars. Geri kafalı.)
Eski köye yeni âdet: Geleneklerine, eski yaşam biçimine bağlı bir topluluğa yadırganan bir yenilik getirmek.
Eski kurt : Mesleğin inceliklerini bilen, aldatılması olanaksız kimse.
Eski tas eski hamam : “Değişen hiçbir şey yok, eski durum devam ediyor.” anlamında.
Eski toprak : Yaşlandığı halde dinç kalmış (kimse).
Eski tüfek: Herhangi bir alanda en kıdemli olan, bilgi, deneyim yö­nünden en zengin olan (kimse).
Esrar kumkuması (kutusu, küpü) : Neyin nesi olduğu, ne ile uğraştı­ğı bilinmeyen kimse için söylenir.
Esrar perdesi: Bir olayın gerçek yüzünün anlaşılmasını güçleştiren özelliklerin tümü.
Eş dost: Tanıdıklar, bildikler, ahbaplar.
Eşek başı mısın? : “Yetkini kullanmayıp neden gevşek davranıyor­sun?” anlamında.
Eşek cenneti: Öbür dünya.
Eşek kadar olmak : Büyüdüğü halde akıllanmamak.
Eşek sudan gelinceye kadar dövmek (birini): Onu uzun bir süre İyi­ce dövmek.
Eşek şakası: Ağır el şakası.
Eşref saati gelmek : Uygun, elverişli zamanı gelmek.
Etekleri tutuşmak : Çok telaşlanmak, kaygıya düşmek.
Etekleri zil çalmak : Çok sevinmek.
Etek öpmek : Dalkavukluk etmek, yaltaklanmak; el etek öpmek.
Eti budu yerinde, (etine buduna dolgun) : Semiz, tombul (özellikle kadın, kız).
Eti ne, budu ne? : Bir kimsenin küçük, cılız veya olanaklarının sınırlı, parasını az olduğunu anlatmak için söylenir.
Etine dolgun : Tombul (kimse). (Kars. Balık etinde.)
Eti senin kemiği benim : Eskiden velilerin çocuklarını eğitimciye, usta­ya teslim ederken söyledikleri söz.
Et kafalı: Anlayışsız, kalın kafalı (kimse).
Etle tırnak gibi: Birbirlerine candan bağlı dostlar için söylenir.
Etliye sütlüye karışmamak: -1. Kendini ilgilendirmeyen işlere karış­mamak. -2. Kendi halinde yaşamak.
Etmediğini bırakmamak (komamak): Elinden gelen her türlü kötülü­ğü yapmak.
Etrafında dört dönmek : İstediğini elde etmek ya da korumak için biri­nin yanından ayrılmamak.
Ettiği (yaptığı) hayır ürküttüğü kurbağaya değmemek : Bir İşte ver­diği zarar yaptığı iyilikten büyük olmak.
Ettiğini bulmak : Yaptığı kötülüğün karşılığını bulmak.
Ettiğini yanına bırakmamak: Yaptığı kötülüğe kötülükte karşılık ver­mek, ondan öcünü almak.
Ettiği yanına (kâr) kalmak : Yaptığı kötülük karşılıksız kalmak, yaptığı kötülüğün cezasını görmemek,
Ettiğiyle kalmak: Düşündüğü kötülüğü yapamadığı için üzüntü ve utanç içinde kalmak.
Ev açmak : Ayrı bir eve yerleşmek, evlenmek.
Ev bark : -1. Ev. -2. Çoluk çocuk, ev halkı.
Evde kalmak ; Kız, yaşı ilerlemesine karşın evlenememiş olmak.
Evdeki hesap çarşıya uymamak : Tasarlanan bir şey başka biçimde gerçekleşmek, sonuçlanmak.
Evin direği: -1. Kadın için koca, eş. -2.Evİn geçimini sağlayan kimse.
Evirmek çevirmek (bir şeyi),: O şeyin her >a>ını iyice gözden geçir­mek.
Evlerden uzak (ırak) : ‘Kimsenin başına bu tür felaketlerin gelmeme­sini dilerim.” anlamında.
Evvel Allah : “Allah’ın yardımıyla” anlamında pekiştirme sözü.
Evvel âr idi, şimdi kâr oldu : “Önce ayıp sayılırken şimdi beğenilen bir davranış oldu.” anlamında.
Ev yıkmak : -1. Karı ile koca arasına fitne sokup, ayrılmalarına yol aç­mak. -2. Bir ailenin geçim yollarını ortadan kaldırıp perişan olmaları­na yol açmak.
Eyvallah demek (bir şeye) (birine) : -LRazı olmak, kabul etmek. -2. Aliaha ısmarladık demek.
Eyvallah etmemek (birine) : Birinin minneti altına girmemek, birine boyun eğmemek.
Eyvallahı olmamak (birine, hiç kimseye) : Ona, onlara minneti, gö-. nül borcu olmamak.
Ezbere iş görmek : İncelemeden, gelişigüzel iş görmek.
Ezbere konuşmak : Aslını arayıp sormadan, bilmeden konuşmak.
Ezilip büzülmek : -1. Konuşurken sıkılmak, çekinmek, güç duruma düşmek. -2. Utangaç ya da kibarca davranışlarda bulunmak.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:15 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
<< F >>

Faka basmak: Tuzağa düşmek, aldatılmak; tongaya basmak.
Fal açmak (fala bakmak) : Suya bakarak, kitap, iskambil kâğıdı aça­rak gelecekten haber vermek.
Falakaya çekmek (yatırmak) (birini): Ayaklarını falakaya bağlayarak tabanlarını kalın bir sopa ile dövmek.
Fareler cirit atmak (oynamak) (bir yerde) : O yerde hiç kimse bulun­mamak, o yer bomboş, ıpıssız olmak.
Fark atmak: -1. Fazla sayı yapmak. -2. Benzerlerinden çok farklı ot-mak, onları geçmek.
Fark etmez: -1. “Hiçbir önemi, etkisi yoktur.” -2. “Hiçbir değişiklik yap­maz.” anlamında.
Fark gözetmek : Ayrım yapmak, birini Ötekinden ayrı, üstün tutmak.
Farkına varmak : -1. Bir şeyin var olduğunu anlamak, sezmek. -2. Ara­larında fark bulunduğunu anlamak.
Farkında olmamak (olmak): Ne olup bittiğini anlamamak (anlamak).
Fark yapmak : Oyunlarda yenmek.
Fasit daire : bk. Kısır döngü.
Fasulye gibi kendini nimetten saymak : Kendine aşırı bir değer ver­mek.
Fatiha okumak (bir şeye, ruhuna) : O şeyden umudunu kesmek.
Fazla gelmek : Gereğinden, alışılmıştan fazla olmak.
Fazia kaçırmak : -1. Her zamankinden fazla yemek, İçmek. -2. Bir şe­yi normalinden fazla yapmak.
Fazia olmak : Başkalarını rahatsız edecek davranışlarda bulunmak.
Felce uğramak : İşlemez, yürümez, çalışmaz duruma gelmek.
Feleğin çemberinden geçmiş : Başından pekçok iyi kötü olay geçmiş olan (kimse). (Kars. Görmüş geçirmiş.)
Feleğini şaşırmak: Ne yapacağını bilemez duruma gelmek.
Feleğin sillesini yemek: Büyük bir yıkıma uğramak.
Felekten bir gün çalmak: Neşeli, eğlenceli bir gün geçirmek.
Fellik fellik (fellek fellek) aramak (birini, bir şeyi): Onu her yerde te­laşla, heyecanla aramak.
Felsefe yapmak: Bir olayın nedenleri ve sonuçları hakkında değişik görüşler ileri sürmek.
Fena olmak : -1. Bozulmak. -2. Çok üzülmek. -3. Hasta gibi olmak.
Fenasına gitmek : Üzülmek, sinirlenmek, üzerinde kötü bir etki bırak­mak.
Fenaya çekmek (bir şeyi) : O şeye kötü bir anlam vermek.
Fena yapmak (birini) : Onu kötü bir duruma düşürmek.
Fener alayı: -1. Şenlik gecelerinde bir topluluğun ellerinde fenerler ya da meşalelerle kenti dolaşarak yaptıkları gösteri. -2. Bu gösteriyi ya­pan topluluk.
Feneri nerede söndürdün? : “Nerede kaldın? Çok geciktin” anlamın­da şaka yollu söylenir.
Ferah tutmak (gönlünü, içini, kalbini) : Sevinçli olmak, tasalanma­mak, sıkılmamak.
Ferman çıkmak : Yetkili bir kimse tarafından bir işin yapılması konu­sunda buyruk verilmek.
Ferman dinlememek : Hiçbir kural, yasa, buyruk tanımamak.
Feryadı basmak : Tehlikeli, korku verici bir durumla karşılaşınca bağı­rıp çağırmaya başlamak.
Fesat karıştırmak (çıkarmak, kaynatmak) : İnsanların arasını boza­cak işler yapmak.
Fırsat düşmek (çıkmak) ; Uygun bir ortam ortaya çıkmak.
Fırsatı ganimet bilmek: Önüne çıkan fırsatlardan hemen yararlan­mak.
Fırsatı kaçırmak: Yarar sağlayacağı uygun durum ve zamanı değer-. lendirememek.
Fırsatını düşürmek : Uygun, kolay bir yol bulmak.
Fırsat kollamak : Bir iş için elverişli zaman ve durumu kollamak.
Ftrsat vermek (tanımak) (bir şeye, birine) : Bir işi gerçekleştirmek İçin uygun durum hazırlamak; zaman vermek.
Fısıltı gazetesi: Toplumu ilgilendiren bir olayın dedikodu biçiminde kulaktan kulağa yayılması.
Frtık etmek (birini) : Onu çok kızdırmak ; sinirlendirmek.
Fıtık olmak (birine) : Ona çok kızmak, sinir olmak
Fikir almak (birinden, bir şeyden): -1. Bir konuda yetkili bir kimse­den bilgi almak, o kişinin düşüncesini sormak. -2. O konuda bilgi sa­hibi olmak.
Fikir vermek (birine) (bir şey) : -I.Bir konuda yol gösterici nitelikteki düşüncesini bildirmek. -2. İnsanı bir düşünceye, inanca ulaştırmak.
Fikir yürütmek : Herhangi bir konuda kendi düşüncesini söylemek.
Filan feşmekan (filan falan) : Adının belirtilmesine gerek olmayan kimse ya da şeylerin yerine kullanılır.
Filinta gibi: Genç, ince uzun boylu, çevik, yakışıklı (kimse).
Fincancı katırlarını ürkütmek: Zarar verebilecek bir kimseyi kızdıracak bir davranışta bulunmak.
Fink atmak : Keyfince, gönlünce gezip dolaşmak.
Fire vermek : -1. Miktarı azalmak. -2. Kötü durumu görülmek.
Fi tarihinde : Çok eski bir zamanda.
Fitil etmek (birini) : Onu çok kızdırmak.
Fitil gibi olmak : Çok sarhoş olmak.
Fitili almak : Birdenbire öfkelenmek.
Fitil olmak (birine) : Ona çok kızmak; öfkelenmek.
Fitil vermek (Birine): Onu kızdırmak, kışkırtmak.
Fitne fücur: Çok fitneci, kışkırtıcı, arabozucu (kimse).
Fitne sokmak: Asılsız söz ve haberlerle, insanların arasında geçimsiz­lik yaratmak.
Fit olmak : -1. Birinin bir davranışına denk düşen bir davranışta bulu­narak ödeşmek. -2. Razı olmak, uygun bulmak.
Fit sokmak (vermek) : Birini bir başkasına karşı kışkırtmak, aralarını açmak.
Fiyaka satmak : Gösteriş yapmak; çalım satmak.
Fiyat biçmek: Fiyatını belirlemek; değer biçmek.
Fiyatı (fiyatları) dondurmak : Bir malın, hizmetin fiyatının yükselmesi­ni önleyici önlemler almak.
Fiyat kırmak : Rekabet vb amaçlarla bir malın fiyatını indirmek.
Fiyat vermek : Bir malın, hizmetin para olarak karşılığını bildirmek.
Fol yok yumurta yok : “Ortada konuyla ilgili belli bir neden yok.” anla­mında.
Fos çıkmak: -1. (Birinin) Bir işe yaramadığı anlaşılmak. -2. Bir iş, bek­lenen sonucu vermemek.
Foyası meydana çıkmak: Bir kimsenin kötü bir yönü bir vesileyle bir süre sonra anlaşılmak.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:15 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
<< G >>

Gafil avlamak (birini): Onu habersiz ve hazırlıksız olduğu bir sırada bastırmak, güç duruma düşürmek.
Gaf yapmak: Farkında olmadan yersiz bir davranışta bulunmak ya da bir kimseyi incitecek söz söylemek (Kars. Baltayı taşa vurmak, çam devirmek, pot kırmak.)
Gaipten haber vermek : Gelecekte neler olacağını söylemek, bilinme­yen âlemden haber vermek
Galebe çalmak: Üstünlük sağlamak, yenmek
Galeyana gelmek : Bir şeyden çok etkilenmek, heyecanlanıp coşmak
Galeyana getirmek (birini, bir topluluğu) ; Onu, o topluluğu etkileyip coşturmak.
Galip gelmek (çıkmak): Yenmek; üstün gelmek.
Garaz bağlamak (birine) :Ona karşı düşmanca duygular beslemek; kin beslemek (bağlamak).
Gargaraya getirmek : Gürültüye getirerek bir sözün, bir eylemin öne­mini, etkisini hafifletmek, dikkatten kaçırmak
Garibine gitmek: Garip bulmak, yadırgamak; acayibine gitmek, tuha­fına gitmek.
Garip gelmek: Garipsemek, yadırgamak; acayip gelmek, tuhaf gel­mek.
Gâvur etmek (bir şeyi): Onu işe yaramayacak duruma getirmek, zi­yan etmek.
Gâvur eziyeti: Acımasız, zalimce davranış, güç; zahmetli iş.
Gâvur inadı: Önüne geçilemeyen inat; keçi inadı.
Gâvurluğu tutmak (gâvurluk etmek) : -1. İnsafsızca davranmaya baş­lamak -2. İnatlaşmak, inat etmek.
Gâvur olmak :Boş yere harcanmak, heder olmak.
Gâvur ölüsü gibi: Çok ağır ve hantal olan (şey).
Gayret dayıya düştü : “Söz konusu iş onu başarabilecek olana kaldı.” anlamında.
Gayya kuyusu : İşlerin karmakarışık, içinden çıkılmaz olduğu durum, ortam.
Gaza basmak: -1. Taşıtın hızını artırmak için gaz pedalına basmak. -2. Savuşmak, kaçmak; defolmak
Gazaba gelmek : Çok öfkelenmek
Gazaba uğramak: Bir kimsenin öfkesini üzerine çekmek.
Gebe bırakmak (birini): Onu borçlu duruma getirmek.
Gebe kalmak (birine) : Ona borçlu durumda olmak.
Gece gündüz : Her zaman, hiç ara vermeden, sürekli olarak.
Gece gündüz dememek : Vaktin uygun olup olmadığına bakmadan sürekli çalışmak.
Gece kuşu : Gece vakti gezmesini, iş görmesini seven, geceleri uyu­mayan (kimse).
Geceli gündüzlü : Gece gündüz, hiç ara vermeden, sürekli olarak.
Gece silahlı gündüz külahlı: Kendini iyi insan gibi gösteren, fakat sez­dirmeden kötü işler yapan (kimse).
Geceyi gündüze katmak : Gece gündüz durmaksızın çalışmak.
Geçer akçe : Herkesçe beğenilen şey için kullanılır.
Geçer not almak : Uygun bulunmak, beğenilmek.
Geçim dünyası: -1. Herkesle iyi geçinmek gerektiğini anlatmak için kullanılır. -2. “Herkes için en önemli konu geçimini sağlayacak yolu bulmasıdır.” anlamında kullanılır.
Geçim kapısı: Kazanan sağlandığı işyeri; ekmek kapısı.
Geçim yolu : Yaşamak İçin kazanç bulma yolları, çareleri.
Geçinip gitmek : -1. Yaşamını iyi kötü sağlayabilecek bir geliri olmak. -2. Başkalarıyla ilişkileri önemli sorun yaratmayacak düzeyde olmak.
Geçmiş ola : -1. “Geçmiş olsun.” -2. “Bu fırsatı bir daha ele geçiremez­sin. Yazık olur (oldu).” anlamında.
Geçmiş olsun : “Hastalığınız, geçirdiğiniz kaza ya da felaketin geçmiş olmasını, bir daha böyle üzüntülerle karşılaşmamanızı dilerim.” anla­mında.
Geçti Bor’un pazarı (sür eşeğini Niğde’ye): ‘Bu fırsatı kaçırdın, yeni bir fırsat aramaya koyul.” anlamında.
Geleceği varsa göreceği de var: “Yiğittik taslayıp kötülük yapmak için gelmeye niyeti varsa, buyursun gelsin, ona haddini bildiririz.” an­lamında tehdit yollu söylenir.
Gelen ağam, giden paşam : “Başa kim gelirse gelsin benim İçin fark etmez, ben kendi işime bakarım.” anlamında.
Gel gelelim : “Ne çare ki.” anlamında.
Gel keyfim gel: -1. “Genel olarak durumumdan oldukça memnu­num.” anlamında. -2. Durumu iyi olanlara gıpta yollu da söylenir.
Gel zaman git zaman : Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra.
Gemi aslanı: Gösterişli olan, fakat hiçbir İşe yaramayan (kimse).
Gemi azıya almak : Hiçbir şekilde söz dinlemez olmak, kural tanımamak.
Gem vurmak (birine) (duygularına) : -1. Onun taşkın, aşırı .davranış­larını önlemek, önleyecek girişimde bulunmak. -2. Duygularına ha­kim olmak.
Geri çevirmek (bir şeyi, birini): -1. Onu kabul etmemek. -2. Onu gel­diği yere göndermek.
Geriden geriye : -1. Uzaktan. -2. Gizlice.
Geri durmamak (bir şeyden) : O şeyi yapmaktan kaçınmamak. (Kars. Aşağı kalmamak.)
Geri hizmet: Kolay, yorucu olmayan görev.
Geri kafalı : Tutucu, gerici; yenilikler karşı çıkan, düşünce ve davranış­larıyla eskiye bağlı olan (kimse). (Kars. Eski kafalı.) , .
Geri kalmak : -1. Nitelik ve zaman yönünden geride bulunmak. -2. Benzerliklerinden daha az gelişmiş olmak.
Geri tepmek : Yapılan bir davranış benzer bir davranışla karşılanmak, ters etki göstermek.
Geyik muhabbeti: Yararsız anlamsız uzun konuşma, gevezelik.
Gezip tozmak : Gönlünün İsteğince gezmek.
Gıcık almak (kapmak) (bir şeyden, birinden) : Onun söz ve davra­nışlarından, kimi özelliklerinden hoşlanmamak; dahası sinirlenmek.
Gıcık olmak (birine, bir şeye) : Bir davranışa ya da bir kimseye sürek­li olarak sinirlenmek.
Gıcık tutmak : Boğazı gıcıklanmak.
Gıcık vermek : Birini kıskandıracak davranışlarda bulunmak.
Gıkı (bile) çıkmamak (gıkını bile çıkarmamak) : -1. Çok sessiz uslu durmak. -2. Baskı karşısında tek söz söylememek.
Gına gelmek (getirmek) (birine, bir şeyden): O şeyden bıkmak, usanmak.
Gırgır geçmek (biriyle) : -1. Onunla alay etmek. -2. Gevezelik etmek.
Gırgırında olmak (İşin) : O şeye gereken önemi vermemek, onu dik­kate almamak; eğlenmek, dalga geçmek.
Gırla gitmek : -1. Uzun sürmek. -2. Bol bol harcamak.
Gırtlağına basmak : Bir kimseye bir işi yaptırmak için baskı yapmak; boğazına basmak.
Gırtlağına kadar borcu olmak : Çok miktarda borcu olmak; boğazına kadar borca girmek.
Gırtlağına sarılmak : Kavga etmek, peşini bırakmamak; boğazına sarılmak.
Gırtlağından kesmek: Para biriktirmek için yiyeceğinden kısıntı yapmak; boğazından kesmek.
Gırtlak derdi: Geçim kavgası.
Gırtlak gırtlağa gelmek (biriyle) : Onunla kavgaya tutuşmak; boğaz boğaza gelmek.
Gibi gelmek (gibisine gelmek) : Sanısını uyandırmak, sanmak, (…) gi­bi görünmek.
Gidiş o gidiş : “Sözü edilen kimse gitti ve bir daha geri dönmedi.” an­lamında.
Girdisi çıktısı: -1. Birinin yakın ilgisi. -2. Bir şeyin ayrıntıları. -3. Gelir ve gideri.
Gitti gider: “Artık ele geçmemek üzere gitti.” anlamında.
Gizliden gizliye: Gizli olarak, çaktırmadan. (Kars. Alttan atta, el altın­dan, arkadan arkaya, içten içe.)
Gizli din taşımak: Din, inanç, görüş yönünden göründüğü gibi olma­mak.
Gizli kapaklı: Başkalarından saklanan, kimseye haber verilmeden ya-pttan (iş, konuşma).
Gizlisi kapaklısı olmamak : Başkalarından gizlenecek herhangi bir şe­yi olmamak.
Gizli tutmak (bir şeyi): Bir olayı, bir haberi hiç kimseye duyurma­mak, açıklamamak.
Göbeği beraber kesilmiş ; “Her’zaman onunla birliktedir, ondan hiç ayrılmaz.” anlamında.
Göbeği çatlamak: Bir işi başarmak için çok zorlanmak, uğraşmak.
Göbek adı : Çocuğun göbeğini keserken ebenin koyması âdet dan ad.
Göbek atmak : -1. Oynarken karnını yukarı doğru hareket ettirmek. -2.
Çok sevinmek.
Göbek bağlamak (salmak) : Göbeği sarkacak ölçüde şişmanlamak,göbeklenrnek.
Göğsü kabarmak (bir şeyden) : Ondan büyük övünç duymak, kıvan­mak.
Göğsünü gere gere : Övünerek, kendine güvenerek, kıvanç duyarak.
Göğüs geçirmek: Üzüntü nedeniyle derin derin nefes alıp vermek. (Kars. İçini çekmek.}
Göğüs germek (bir şeye) : Her türlü güçlüğe dayanmak, bilinçlice karşı koymak, direnmek.
Gök gözlü: -1. Göz rengi maviye çalan (kimse). -2. Gözleri bu renk olanların hainliğini belirtmek için kullanılır.
Göklere çıkarmak (birini) : Onun yaptıklarını, niteliklerini abartarak öv­mek, onu yüceltmek. (Kars. Övgüler düzmek.)
Gökte ararken yerde bulmak (bir şeyi, birini) : Ele geçirilmesi güç
sanılan bir şeyi, birini kolayca bulmak.
Gökten zembille mi indi? : “O kimsenin ne ayrıcalığı var ki başkaları­na tanınmayan haklar ona tanınıyor?” anlamında.
Gölgede bırakmak (bir şey, bir şeyi) (biri, birini) : -1. Bir şey nitelik yönünden daha üstünolmak. -2. Bir kimseden daha başarılı olup de­ğerce ondan üst düzeyde olmak.
Gölge düşürmek (bir şeye) : Bir şeyin bilerek ya da bilmeyerek değe­rini azaltmak.
Gölge etmek : Rahatsız etmek, engel olmak. Gölgesinden korkmak : Kuruntulu olmak, tehlikesiz işlere girişmekten bile korkmak.
Gönlü bol: Cömert, eli açık (kimse).
Gönlü çekmek (bir şeyi) : Ona imrenmek, onu canı istemek. (Kars.
Ağzı sulanmak, canı çekmek, içi çekmek.)
Gönlü gani (gönlü gözü gani): Cömert, eli açık, gözü tok (kimse).
Gönlünden geçirmek (birini, bir şeyi) : Onu şöyle bir düşünmek, iste­mek; içinden geçirmek.
Gönlünden kopmak: Bir kimseye, o an içinden geçtiği kadar iyilikte
bulunmak.
Gönlüne doğmak: Bir şeyin olacağını önceden sezgi yoluyla bilmek;
içine doğmak.
Gönlünü almak: Kırgın, küskün birini güzel sözlerle ya da bir arma­ğanla sevindirmek, memnun etmek. ( Kars. Hatırını hoş etmek.)
Gönlünü çelmek : -1. Bir kimsenin sevgisini kazanmak. -2. Birisini ken­dine âşık etmek.
Gönlünü etmek (yapmak) : Onu razı etmek, hoşnut etmek.
Gönlünü hoş etmek: Bir kimseyi istediğini yerine getirerek sevindir­mek.
Gönlünü kaptırmak (birine) : Ona âşık olmak.
Gönlünü kırmak : Bir kimseyi kaba söz ve davranışlarla üzmek, küstür­mek; kalbini kırmak.
Gönlü olmak : Razı olmak, hoşnut olmak.
Gönlü tok : Yetinmesini bilen kimse; gözü gönlü tok. Gönül almak: Bir kimseyi uygun bir davranışla ya da armağanla se­vindirmek.
Gönül bağı: Duygusal ilişki, sevgi-bağı.
Gönül borcu: Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu hissetme; min­net, şükran.
Gönül hoşluğuyla (rızasıyla) : İsteyerek, severek.
Gönül kırmak : Birini incitmek, gücendirmek; kalp kırmak.
Gönül vermek (birine) (bir şeye): -1. Ona âşık olmak. -2. Ona sevT giyle bağlanmak.
Göreyim seni: -1. “Senden başarılı olmanı bekliyorum.” -2. “Dediğimi yap, karşılığını görürsün.” anlamında.
Görmezlikten (görmemeztikten) gelmek : Görmemiş gibi davran­mak.
Görmüş geçirmiş : Yaşam deneyimi zengin olan, tecrübeli (kimse). (Kars. Feleğin çemberinden geçmiş, kaçın kurası.)
Görülecek hesabı olmak (biriyle) : Onunla aralarında çözümlenecek bir sorunu olmak.
Görünüşü kurtarmak : Küçük düşürücü herhangi bir olayı geçiştirmek, örtbas etmek.
Görüp göreceği rahmet bu : “Göreceği tek yardım, tek iyilik budur.” anlamında.
Görüş açısı: Bir şeyi değerlendirme biçimi; bakış açısı.
Görüşeni karışanı olmamak : Hiç kimse o kişinin işine karışmamak.
Gösteriş yapmak : İlgi çekmek, kıskandırmak gibi amaçlarla göze çarpan davranışlarda bulunmak.
Gözaltına almak (gözattı etmek) (birini) : Onu belli bir yerde oturmak zorunda bırakıp hareketlerini denetlemek, onu gözetim altında tut­mak.
Göz açamamak: İşlerin çokluğu yüzünden başka hiçbir şeyle ilgilenememek.
Göz açıp kapayıncaya kadar: Çok kısa bir süre içinde.
Göz açtırmamak (birine) : Ona herhangi bir şey yapma fırsatı vermemek.
Göz .alabildiğine : Gözün görebildiği en uzak yerlere kadar.
Göz alıcı: Güzelliği ilgi çeken.
Göz ardı etmek (bir şeyi) : Onu görmezlikten gelmek, ona gereken il­giyi, önemi göstermek.
Göz atmak (bir şeye, yere) : Ona, üzerinde pek durmadan şöyle bir bakmak.
Göz aydına gitmek: Birinin sevindirici bir durumunu kutlamaya git­mek.
Göz banyosu : -1. Göz hastalıklarının iyileştirilmesi İçin yapılan banyo. -2. Kadınlara hoşlanarak bakma.
Göz boyamak : Kötü bir şeyi iyi olarak gösterip aldatmak.
Gözdağı vermek (birine) : Onu tehdit etmek, istediğini yaptırmak, ka­bul ettirmek için baskı yapmak. (Kars. Kafa tutmak, posta koymak.)
Göz değmek (birine, bir şeye) : Uğursuzluk ya da kötülük getirdiğine inanılan kıskanç ya da hayran’ bakışlar nedeniyle kötü bir duruma düşmek; göze gelmek.
Gözden çıkarmak (bir şeyi) : Bir şeyin elden gitmesine isteyerek ya da istemeyerek razı olmak, onu feda etmeye karar vermek.
Gözden düşmek : Başkalarının sevgi, saygı ve güvenini söylediği söz­ler ya da yaptığı davranışlar nedeniyle yitirmek.
Gözden geçirmek (bir şeyi) : -1. Ne olduğunu anlamak için ona iyice bakmak, incelemek. -2. Onu okumak.
Gözden kaçmak : Farkına varılmamak, görülmemek.
Gözden kaybolmak: Görülmez olmak, yok olmak.
Gözden uzaklaşmak: Ayrılıp görülmeyecek yere gitmek.
Göz dikmek (bir şeye, birine) : Onu ne pahasına olursa olsun ele ge­çirmek istemek.
Göz doldurmak: -1. Bir şey görünüşüyle umulan etkiyi yapmak. -2. Bir kimse bir becerisi, başarısı vb’den ötürü beğenilmek.
Göze almak (bir şeyi): Bir işi gerçekleştirmek için ortaya çıkabilecek bütün engelleri, tehlikeleri kabullenmek.
Göze batmak: -1. Durumu, davranışları çevredekileri tedirgin etmek. -2. Görünüşüyle dikkati çekmek: -3. Başkalarını kıskandıran bir mevki-ye yükselmek.
Göze çarpmak: -1. Görünüşüyle dikkatleri üzerinde toplamak. -2. Gö­rülmek, fark edilmek.
Göze gelmek: -1, bk. Göz değmek. -2. Görünüşüyle başkalarının dik­katini çekmek.
Göze girmek : Yaptıktarıyla çevresindekilerin sevgi ve güvenini kazan­mak.
Göze görünmek: -1. Belli, açık olmak. -2. Var olmadığı halde varmış gibi görünmek.
Göze görünmemek: Ortalıkta dolaşmamak, saklanmak.
Göze göz, dişe diş : Kötülüğe kötülükle karşılık verme yöntemi. (Kars. Kısasa kısas.)
Göz etmek (birine): Ona göz ve kaşını oynatarak ne demek istediği­ni anlatmak; kaş göz etmek.
Göz gezdirmek (bir şeye): Ona üstünkörü bakmak, şöyle bir bak­mak, onu yüzeysel olarak okumak, incelemek.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:15 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
Göz göre göre : -1. Herkesin gözü önünde. -2. Çok açık olduğu hal­de.
Göz göze gelmek : Bakışları karşılaşmak.
Göz gözü görmemek: Sis, toz, duman gibi engeller yüzünden hiçbir şey görülmez olmak.
Göz hakkı : İmrenilecek bir şeyden görenlere verilen pay.
Göz kamaştırmak : -1. Görmeyi bulanıklaştırmak. -2. Güzel bir şey bü­yük hayranlık uyandırmak.
Göz kırpmak (birine) : -1. Gözkapağını bilinçli ya da bilinçsizce açıp kapamak. -2. Bir kimsenin halini hatırını gözünü açıp kapayarak sor­mak. -3. Söylediği sözün doğru olup olmadığını yanındakine işaretle anlatmak için gözünü açıp kapamak. -4. Bir erkok bir kadınla dostluk kurmak için gözünü açıp kapayarak işaret etmek.
Göz koymak (bîr şeye, birine) : Onu elde etmeyi amaçlamak.
Göz kulak olmak (bir şeye, birine) : -1. Onu korumak amacıyla gözet­lemek. -2. Ne olup bittiği hakkında görerek, duyarak bilgi toplayarak.
Gözleri açılmak : -1. Uyanmak. ~2. Bilinçlenmek; gerçeklerin, olup bi­tenlerin farkına varmak.
Gözleri bayılmak : Uyku, istek gibi bir durum gözlerinden anlaşılmak.
Gözleri dolmak (dolu dolu olmak) : Sevinçten ya da üzüntüden ağla­yacak kadar duygulanmak.
Gözleri (gözü) dönmek: -1. Hastalık nedeniyle gözlerin renkli bölü­mü görünmez olmak. -2. Aşırı istek ya da öfkeden ötürü saldıracak duruma gelmek.
Gözleri fattaşı gibi açılmak : Hayretten, şaşkınlıktan dolayı gözleri nor­malden çok açılmak.
Gözleri fıldır fıldır (oynamak): Zekice, meraklıca, çapkınca (bakmak).
Gözleri kamaşmak: -1. Çok ışık nedeniyle çevreye bakamaycak duru­ma gelmek. -2. Hayran olmak, büyülenmek.
Gözleri kan çanağına dönmek : Uykusuzluktan ya da çok ağlamaktan ötürü gözleri çok kızarmak.
Gözleri (gözü) kapanmak : -1. Ölmek. -2. İyice uykusu gelmek.
Gözlerinden okumak (bir şeyi): Düşünce ve niyetlerinin ne olduğu­nu bakışlarından anlamak.
Gözlerine inanamamak : Gördükleri karşısında şaşkına dönmek, gör­düklerine inanamamak.
Gözlerini açmak (biri) (birinin) : -1. Uyanmak. -2. Birisinin bilinçlen­mesine çalışmak.
Gözlerini alamamak (bir şeyden, birinden): Duyduğu hayranlık ne­deniyle bakışlarını onun üzerinden ayıramamak.
Gözlerini faKaşı gibi açmak : Şaşkınlıkla, hayretle bakmak
Gözlerinin içi gülmek: Sevinci gözlerinin parıldamasından belli ol­mak, yüzünden olduğu anlaşılmak.
Gözleri sulanmak: Hastalık, güneşe bakma ya da sevinçten ötürü gözlerinden yaş gelmek; gözleri yaşarmak.
Gözleri velfecri okumak : Gözlerinden zeki, fakat oynak, kurnaz, hileci olduğu anlaşılmak.
Gözleri yaşarmak: -1. bk. Gözleri sulanmak. -2. Duygulandırın bir durum ya da olay karşısında ağlayacak gibi olmak.
Gözleri (gözü) yollarda (yolda) kalmak : Sevilen bir kimseyi özlemle beklemek.
Göz nuru dökmek: İyi bir yapıt ortaya koymak İçin dikkatli ve yorucu bir çalışma yapmak.
Göz önünde tutmak (bulundurmak) (bir şeyi) : Bir şeyin nasıl sonuç­lanacağını, gerçekleşmesinin hangi koşullara bağlı olduğunu düşün­mek (Kars. Dikkate almak, hesaba katmak.)
Göz önüne getirmek (bir şeyi) : Onun nasıl olacağını düşünmek, onu gözünde canlandırmak, tasarlamak.
Göz süzmek : Göz kapaklarını hafifçe birbirine yaklaştırarak nazlı nazlı bakmak.
Göz ucuyla bakmak (bir şeye): Başını çevirmeden gözleriyle yan­dan, sezdirmeden bakmak.
Gözü aç : Paraya, mal mülke doymak bilmeyen (kimse); aç gözlü.
Gözü açık gitmek : Yapmak istediklerini gerçekleşti re meden ya da ya­pılmasını istediklerini görmeden ölmek.
Gözü açılmak : Ne olup bittiğini anlayacak düzeye gelmek, bilinçlen­mek, gerçekleri görmeye başlamak. -
Gözü alışmak (bir şeye) : İyi seçemediği bir şeyi bir süre sonra net olarak görmeye başlamak.
Gözü arkada kalmak : Ayrıldığı kişinin ya da işin ne olduğunun mera­kı içinde olmak.
Gözü dalmak : Gözünü bir noktaya dikip dalgın dalgın bakmak.
Gözü dışarda : -1. Evli olduğu halde başka kadınlarla ilişki kuran (kim­se). -2. Oturduğu ya da çalıştığı yeri bırakıp başka yere gitmek iste­yen (kimse).
Gözü doymak : İstediğini elde ettikten sonra fazlasını istemez olmak.
Gözü dönmek: Aşırı istek, Öfke gibi duyguların etkisiyle ne yaptığını bilmez duruma gelmek.
Gözü dünyayı görmemek: Hiç kimseye ya da şeye önem verme­mek; sadece önem verdiği kimseyle ya da şeyle ilgilenmek.
Gözü gönlü açılmak: Neşelenmek, keyiflenmek.
Gözü gönlü tok: Bulduklarıma yetinen, fazlasını istemeyen (kimse); gönlü tok.
Gözü hiçbir şey görmemek : -1. bendini bütünüyle işine verip hiçbir başka şeyle ilgilenmez olmak -2. Öfkesinden ötürü sonucunun ne olacağını bilmediği kötü işler yapacak duruma gelmek
Gözü ısırmak (birini): Onu bir yerden tanıyacak gibj olmak; biri ona tanıdık gibi gelmek
Gözü ilişmek (bir şeye): Onu farkında olmadan görmek
Gözü kalmak : Beğenip de elde edemediği bir şeyi istemekte devam etmek
Gözü kapalı: -1. Düşünmeden, güvenle, hiç duraksamadan. -2. Çevre­sinde olup bitenlerden habersiz.
Gözü kara : Korkusuz, cesur (kimse).
Gözü kararmak : -1. Başı dönüp bayılacak gibi olmak. -2. Ne yaptığını
bilmez duruma gelmek. Gözü keskin: -1. Uzakları iyi görebilen (kimse). -2. İncelikleri fark
eden (kimse).
Gözü kesmek (bir şeyi) (birini) : Bir işi kendisinin ya da adı geçen ki­şinin yapabileceğine inanmak
Gözü korkmak : Tehlikeli bir işe girişmekten kaçınmak Gözü kör olsun : -1. “İstemiyorum, vazgeçtim.” anlamında -2. Gerek­sinme duyulan şeyin yokluğu karşısında da söylenir.
Gözüm çıksın : “Doğru söyle miyprsan» gözlerim kör olsun.” anlamın­da.
Gözüm görmesin (birini, bir şeyi) : “Artık onu görmek istemiyorum.” anlamında.
Gözün aydın : “Seni sevindiren olay kutlu olsun.” anlamında.
Gözünde büyümek (bir şey) : Bir şey olduğundan daha büyük ve güç görünmek.
Gözünde büyütmek (bir şeyi) (birini) : Onu abartmak, olduğundan büyük ve önemli görmek.
Gözünden kaçmak : Görememek, farkına varamamak.
Gözünden uyku akmak : Çok uykusu gelmek.
Gözünde tütmek (bir şey, yer, kimse) : Onu çok özlemek; burnunda tütmek.
Gözüne batmak :‘ Tedirgin etmek, çok gelmek.
Gözüne dizine dursun : ‘Yaptığım iyilikleri hiçe sayıyorsun, Tanrı bu­nun için cezanı versin.” anlamında beddua sözü.
Gözüne girmek: Çalışkanlığı ve tutarlı davranışlarıyla bir kimsenin sevgi ve güvenini kazanmak.
Gözüne ilişmek : Onu dikkatlice aramadığı halde görmek.
Gözüne kestirmek (birini) (bir şeyi) : -1. Onun bir işi başarabileceği­ne inanmak. -2. Bir şeyi beğenmek, ele geçirebilmeyi tasarlamak.
Gözüne uyku girmemek: Hiç uyumamak, uykusuz kalmak.
Gözünü açmak: -1. Uyanık, dikkatli olmak. -2. Bîr kimseyi bilgili kıla­rak gerçekleri görmesine yardıma olmak. -3. Bir olay nedeniyle ger­çeği görmek. -4. Bir kimseyi cinsel konularda bilgili ve deneyimli kıl­mak.
Gözünü ayırmamak (alamamak) (bir şeyden, birinden): Ona sürek­li olarak bakmak, bakışlarını ondan, oradan ayıramamak.
Gözünü daldan budaktan esirgememek (sakınmamak): Olur olmaz işlere girişmekten kaçınmamak, tehlikeleri önemsememek.
Gözünü doyurmak: Bir şeyden bol miktarda vererek tatmin etmek.
Gözünü dört açmak: Çok dikkatli olmak, aldatılmamak için uyanık bu­lunmak. •
Gözünü (gözlerini) kapamak: -1. Ölmek. -2. Gormemezlikten gelmek
Gözünü (gözlerini) kan bürümek : Öfkesinden dolayı adam öldürme­ye kalkışmak.
Gözünü kırpmadan : Çekinmeden, korkusuzca.
Gözünü kırpmamak: Hiç uyumamak.
Gözünü korkutmak : Çeşitli tehditlerle o işi yapmaktan alıkoymak.
Gözünün içine baka baka : Cesaret ve soğukkanlılıkla, çekinmeden, cüret ederek.
Gözünün içine bakmak : -1. Bir kimsenin üstüne titremek. -2. Her iste­ğini yerine getirmeye hazır olmak.
Gözünün önünden gitmemek : Onu bir türlü unutamamak, anısı zihin­de canlı olarak durmak.
Gözünün önüne gelmek : Geçmişteki bir olayı, ilişki kurulan bir kimse­yi zihinde canlandırmak, tasarlamak, anımsamak.
Gözünün yaşına bakmamak : Ağlayıp sızlanmasına aldırış etmemek, acımamak.
Gözü olmak (bir şeyde, birinde) : Onu elde etmeyi çok istemek.
Gözü tok : Fazla malda, mülkte gözü olmayan (kimse); gönlü tok, gö­zü gönlü tok.
Gözü tutmak (birini, bir şeyi) : Onu beğenmek, ona güvenmek.
Gözü uyku tutmamak : Bir türlü uyuyamamak.
Gözü üstünde olmak : -1. Herkesin kıskandığı şey olmak. -2. Herkesin dikkatini çekmek.
Gözü üzerinde olmak : -1. Bir kfmsenin istenmeyen davranışlar yap­masına olanak vermemek için sürekli olarak gözetlemek. -2. Başına bir şey gelmesin diye sürekli izlemek.
Gözü yememek (bir şeyi) : Onu yapmaya bir türlü karar verememek; göze alamamak.
Gözü yılmak (bir şeyden) : Daha önce denenen ve başarısız olunan birjşi yapmaya girişmekten çekinmek.
Gözü yolda (yollarda) kalmak : Birinin gelmesini büyük bir merak ve istekle beklemek.
Gözü yüksekte (yükseklerde) olmak : Zenginliğe, yüksek mevki ye ulaşmayı amaçlamak.
Göz yummak: -1. Hataları, kusurları hoşgörüyle karşılamak. -2. Gör­mezlikten gelmek, görmemek.
Gurbete (gurbet etlere) düşmek : Çeşitli nedenlerle aile ocağından uzakta yaşamak.
Gurur duymak (biriyle, bir şeyden) : Onunla övünmek, gururlanmak.
Gururunu okşamak ; Bir kimsenin yüzüne karşi beğenilen /önlerini belirterek gurur duymasını sağlamak.
Gücü gücü yetene : “Kimin gücü kimin gücüne yetiyorsa.” anlamında
Gücüne gitmek: Bir söz ya da davranış bir kimsenin gücenmesine yol açmak; ağırına gitmek, zoruna gitmek.
Güçlük çıkarmak (birine): Bir iş yapılırken engeller, zorluklar yarat­mak; müşkilat çıkarmak, zorluk çıkarmak.
Güler misin ağlar mısın? : Hem gülünecek, hem de üzülecek bir olay
karşısında söylenir.
Güler yüz (göstermek) (birine): Ona yumuşak, sevecen bir tavır(takınmak).
Güler yüzlü : Yumuşak, sevecen kimse İçin söylenir.
Gülüp geçmek : Bir söz ya da davranışın üzerinde durmamak, bunları önemsememek.
Güme gitmek : -1. Hiç yere yok olmak. -2. Boşu boşuna ölmek. -3. Bir söz, bir düşünce başkalarının söz ve davranışları arasında kaynayıp
gitmek. Gümrükten mal kaçırır gibi: Herkesten gizlemeye çalışarak, telaşla;
yangından mal kaçırır gibi. .
Gün almak (birinden) (bir yıldan): -1. Randevu almak, bir kimse ya da kuruluştan belli bir iş için uygun bir istemde bulunmak. -2. Bir ya­şı birkaç gün geçmek.
Günah (birinden) gitmek: Söz dinlemeyen bir kimseye son olarak uyanda bulunup rahatlamak, sorumluluğu o kişiye bırakmak.
Günaha girmek: Günah işlemek, din yönünden suç sayılan bir iş yap­mış olmak.
Günaha sokmak (birini) : Bir kimseye din yönünden suç sayılacak bir
iş yaptırmak.
Günahı (vebali) boyuna : ‘Ben senin için bir iş yapıyorum, ama yaptı­ğım iş bir suç ise sorumlusu sensin.” anlamında.
Günahına girmek (günahını almak) : Bir kimseye yapmadığı bir işin, söylemediği bir sözün sorumluluğunu yüklemek, onun hakkında kötü düşünmek.
Günahını çekmek : Yaptığı kötülüklerin cezasını çekmek.
Günahını vermez: Günahını, en değersiz, kötü şeylerini dahi vermeye­cek ölçüde cimri olan (kimse).
Günden güne : Gün geçtikçe, her gün biraz daha.
Güneş çarpmak (birine) : Güneş altında fazla kalıp hastalanmak.
Güneş olsa kimsenin üstüne doğmamak: Durumu iyi olduğu halde hiç kimseye iyilik etmemek.
Gün görmek : Mutluluk içinde yaşamış olmak.
Gün görmüş : Başından pekçok olay geçmiş, yaşam deneyimi olan (kimse).
Gün günden : Gün geçtikçe.
Gün ışığına çıkmak : Aydınlanmak, gerçekler ortaya çıkmak.
Günleri sayılı olmak : -1. Bir yerde ancak birkaç gün daha kalabilmek. -2. Ölümü yakın olmak.
Günlük güneşlik : Aydınlık, güneşli, açık, iç açıcı yer ya da hava İçin kullanılır.
Günü birliğine : Aynı gün içinde.
Günü gününe : Tam vaktinde, gününü geçirmeden.
Gününü görmek : -1. Çocuklarının, emek verdiği insanların mürüvveti­ni görmek. -2. Yaptığı kötü bir işin davranışın karşılığını görmek, ceza­sını bulmak.
Gününü gün etmek: Hiçbir sorunla ilgilenmeyip günlerini rahatça, hoşça geçirmeye bakmak.
Gürültü çıkarmak (koparmak) : -1. Gürültü etmek. -2. Tepkisini sert biçimde göstermek.
Gürültüye gelmek: Bir düşünce çeşitli nedenlerle önem kazanma­mak, onun üzerinde durulmamak.
Gürültüye getirmek (gürültüye boğmak) : -1. Bir düşünceyi ,bir işi, başka konuların araya girmesiyle görüşme dışı bırakmak. -2. Karışık­lıktan yararlanarak istediğini gerçekleştirmek.
Gürültüye gitmek : Bir düşünce, bir iş, araya başka konuların girme­siyle ilgi görmeyip unutulmak.
Gürültüye (patırtıya) pabuç bırakmamak : Korkutmalara aldırmadan işini yürütmek. (Kars. Bildiğinden şaşmamak.)
Güven beslemek (duymak) (birine) : Ona güvenmek; itimat besle­mek.
Güvendiği dağlara kar yağmak : Güvendiği kimseden yardım gelme­mek, güvendiği şey işe yaramamak.
Güven vermek : Güvenilir bir şey ya da kişi olduğu izlenimini vermek, böyle bir duygu uyandırmak; itimat telkin etmek.

Prof. Dr. Sinsi 10-10-2012 12:16 AM

Deyimler'in Açıklaması
 
<< H >>

Ha babam (ha): -1. Durmadan, sürekli olarak. -2. “Hadi göreyim se­ni.” anlamında yüreklendirme sözü.
Habbeyi kubbe yapmak: Pek önemi olmayan bir şeyi abartmak, önemliymiş gibi göstermek. (Kars. Pireyi deve yapmak.)
Haber almak (birinden) : Birinden bir haber, bilgi öğrenmek, kendisi­ne haber iletilmek.
Haber atlamak: Bir haberi zamanında alıp yayımlayamamak.
Haber çıkmamak : Beklenen haber gelmemek, hakkında bilgi verilme­mek.
Haberi olmak (bir şeyden): Onun hakkında bilgisi olmak.
Haber salmak (birine, bir yere) : Ona, oraya haber göndermek.
Haber vermek (birine): -1. Oha söz konusu şeyi bildirmek. -2. Bir du­rumun belirtilerini yansıtmak.
Ha bire : Hiç ara vermeden, sürekli olarak.
Hacet kalmamak (bir şeye): Gereği olmamak, gereği kalmamak.
Hacı ağa : Gelişigüzel yere para harcayan, kültürsüz (zengin).
Haciz konmak (koymak) (bir yere): Borçlunun malına mahkeme yo­luyla et konmak (koymak).
Haddi hesabı yok : “Sınırsız, ölçüsüz.’ anlamında.
Haddi mi? (haddine mi düşmüş?): “Onda bunu yapacak güç, yete­nek, cesaret yoktur.” anlamında tehdit, küçümseme yollu söylenir.
Haddini bildirmek (birine) : Ona, her işe burnunu soktuğu, küstahlık ettiği için sert bir karşılık vermek.
Haddini bilmek : -1. Gücünü, yetkisini, yeteneğini bilmek. -2. Her işe burnunu sokmamak, küstahlık etmemek.
Ha deyince : Hemen, istenilen zamanda.
Hadise çıkarmak: Tatsız bir olaya yol açmak; kavga çıkarmak, otay çıkarmak.
Hafakanlar (afakanlar) basmak (boğmak) -(birini) : Çok sıkılmak, bu­nalmak.
Hafif atlatmak (bir şeyi) : Bir kazayı, tehlikeyi, ölüm olmaksızın, ciddi bir yara almaksızın geçirmek.
Hafife almak (birini, bir şeyi) : Onu küçümsemek; ona önem verme­mek.
Hafiflik etmek: Hoş olmayan, ahlak kurallarıyla pek bağdaşmayan bir söz söylemek, davranışta bulunmak.
Hafif tertip : Biraz, fazla aşırıya kaçmadan, şöyle böyle.
Hafta sekiz gün on dokuz: Hemen her gün, bıktıracak ölçüde sık.
Hah şöyle : “İyi yaptın, aferin.” anlamında.
Hak etmek (bir şeyi) : -1. Hakkı olan bir şeyi, emeğinin karşılığını al­mak. -2. Kötü davranışı nedeniyle layık olduğu karşılığı görmek.
Hak getire : “Ne arar, yoktur.” anlamında.
Hakkı geçmek (birine, bir şeye) :-1. Bir kimsede, şeyde emeği, hiz­meti bulunmak. -2. Hakkından bir parçası başkasına verilmiş olmak.
Hakkından gelmek (bir şeyin, birinin): -1. Yapılması güç bir işi ba­şarmak. -2. Bir kimseye hak ettiği cezayı vermek.
Hakkını vermek (birinin, bir şeyin) : -1. Çalışmasının karşılığını tam olarak ödemek. -2. Bir işe gerektiği ölçüde emek vermek.
Hakkını yemek : Bir kimseye hakkı olan şeyi vermemek, onun hakkını zorla olmak.
Hakkın rahmetine kavuşmak : ölmek.
Hakkı olmak :1. Bir şeyde alacağı bulunmak; ona emeği geçmiş ol­mak. -2. Sözünde, savında haklı olmak.
Haklı bulmak (birini) : Haklı olduğunu kabul etmek; onu uygun, yerin­de görmek.
Haklı çıkmak : -1. Haklı olduğu anlaşılmak. -2. Bir şey bir kimsenin ya-nılmadığını göstermek.
Haksız çıkmak : Haksız olduğu anlaşılmak.
Haksız yere : Haksız olarak, hak etmediği halde. .
Hak vermek (birine) : Onun haklı olduğunu kabul etmek, ona yanıl-madığını söylemek.
Halden anlamak : Bir kimsenin durumunu göz önüne alarak anlayışlı davranmak.
Halep ordaysa, arşın burada : “Yaptığını söylediğin şey, inandırıcı ol­sun İstiyorsan, haydi burada da yap, görelim.” anlamında.
Hale yola koymak (bir şeyi) : Onu düzenlemek, iyileştirmek, düzelt­mek.
Hal hatır sormak (birine) : Bir kimseye “nasılsınız” diye sormak.
Hali duman olmak : Kötü bir duruma düşmek, perişan olmak.
Hali harap : Birinin, bir şeyin durumunun “kötü, bitkin, perişan.” olduğu­nu anlatmak için söylenir.
Hali kalmamak (bir şeye) : Çok yorulmak, gücünü yitirmek; başka şey yapacak gücü kalmamak.
Halim selim : Sakin, kendi halinde, yumuşak huylu (kimse).
Hali vakti yerinde : Oldukça varhkU, geçim sıkıntısı çekmeyen (kimse).
Hallaç pamuğu gibi atmak (bir şeyi, bir yeri): Onu, orayı dağıtmak, her birini ayrı yere atmak.
Halsiz düşmek : Güçsüz kalmak; bitkin düşmek.
Halt etmek (karıştırmak) : Uygunsuz İşler yapmak, sözler söylemek, davranışta bulunmak.
Halt yemek : Yakışıksız ya da kötü bir iş yapmış olmak.
Halvet olmak (birileriyle, biriyle) (bir yer) : -1. Birkaç kişi gizli görüş­mek İçin bir odaya kapanmak. -2. Bir yer dayanılmaz derecede sıcak
olmak.
Hamamın namusunu kurtarmak : Kötü bilinen bjr yerin işin durumu­nu kurtarmak için sözde çarelere başvurmak.
Hamhum şaralop : -1. Boş ve anlamsız söz. -2. El çabukluğu ya da hi­le ile yapılan akıl ermez iş.
Hancı sarhoş, yolcu sarhoş : “Kimin ne yaptığı, ne söylediği belli de­ğil.” anlamında.
Hangi akla hizmet ediyor? : “Neden böyle akılsızca işler yapılıyor?” anlamında; ne akla hizmet ediyor?
Hangi dağda kurt öldü? : “Ne (ler) oldu da, böyle beklenmedik ve ho­şa giden bir iş yaptı, davranışta* butundu?” anlamında.
Hangi rüzgâr attı? : “Uzun zamandır geliniyordunuz, nasıl oldu da ge-lebildiniz?” anlamında sitem, alay yollu söylenir.
Hangi taşı kaldırsan altından çıkar: -1. “Her işe karışıyor.” anlamın­da. -2. “Her işten anlar.” anlamında.
Hanım evladı: Nazlı büyütülmüş kimse. -2. ***.
Hanım hanımcık: İyi bir hanıma yakışır davranışları, giyimi olan (ka­dın, kız).
Hanya’yı Konya’yı Öğrenmek (anlamak) : Çeşitli olaylarla karşılaşa­rak yaşamda insanın basma neler gelebileceğini öğrenmek; dünya­nın kaç bucak olduğunu anlamak.
Hapı yutmak: Kötü bir durumla karşı karşıya kalmak.
Hapis giymek (yemek) : Hapis cezasına çarptırılmak.
Hapis yatmak : Cezası süresince tutukevinde kalmak.
Hapse atmak (tıkmak) : Tutuklayıp cezaevine göndermek; içeri at­mak.
Hapse girmek (hapsi boylamak): Suçlu bulunup cezaevine konmak.
Haraca bağlamak (kesmek) (birini, bir yeri) : Ona belli zamanlarda belli miktarlarda haraç vermesini zorbalıkla kabul ettirmek.
Haraç mezat satmak: Açık artırma ile satmak.
Haraç yemek: Zorbalıkla başkalarından para toplamak.
Harama uçkur çözmek: Evlilikdışı cinsel ilişkide bulunmak.
Haram etmek (bir şeyi, birine) : Bir kimseye verilen bir şeyin yararlı
olmamasını İstemek Haram olmak (bir şey, birine) : O şeyden yararlanamamak; o şey
ona hiçbir yarar getirmemek.
Haram yemek: Haksız yollardan kazanç sağlamak.
Hararet basmak (birini): -1. Çok susamak. -2. Vücut ateşi yükselmek.
Hararet kesmek (söndürmek): Bir içecek susuzluğunu gidermek.
Hararet vermek (bir şey, birine): Susatmak, susamasına yol açmak.
Harbi keriz (marşandiz): İşin doğrusu, gerçeği.
Harbi konuşmak: Yalansız, gerçekleri gizlemeden konuşmak.
Harcı olmak (bir şey, birinin): -1. Birinin yapabileceği bir iş olmak.
-2. Ancak o kimseye özgü bir iş olmak.
Harekette geçmek : Bir İşi yapmaya başlamak.
Harekete getirmek (birini, bir şeyi); Onu kımıldatmak, canlandır­mak.
Hareket noktası: Yapılacak bir işin, geliştirilecek bir düşüncenin baş­langıç noktası.
Haremlik selamlık olmak: Bir yerele kadınlar ve erkekler ayrı gruplar
halinde oturmak.
Harfi harfine : Tastamam, uygun, tıpatıp.
Har gür: Karışıklık, kargaşa.
Hariçten gazel okumak (atmak) : -1. Bir konuda bilgisi olmadığı hal­de görüş bildirmek. -2. Öncesini bilmediği bir konuşmaya yersiz ve zamansız katılmak, müdahele etmek.
Haritadan silmek (silinmek) : Herhangi bir nedenle ortadan kaldır­mak (kaldırılmak).
Har vurup harman savurmak: Elindekileri hesapsızca harcayıp tüket­mek.
Hasır attı etmek (bîr şeyi) : Onu örtbas etmek, unutturmaya çalış­mak, işleme koymamak; minder altı etmek.
Hasret çekmek :Ayn kalınan bir şeyi, kimseyi özlemek, onu görmek is­temek, Özlem duymak; Özlem çekmek.
Hasret gidermek: Uzun süre görülmeyen, ayrı kalınan bir kimseyle görüşüp konuşmak; Özlem gidermek
Hasret gitmek (bir yere, kimseye): Özlemini çektiği bir yeti ya da kimseyi göremeden ölmek.
Hasret kalmak (birine, bir şeye) : Onu çok özlemek, ona özlem duy­mak.
Hastalık hastası: Hiçbir hastalığı olmadığı halde, kendinde sürekli ola­rak birtakım hastalıklar olduğunu sanan kimse için alay yollu söyle­nir.
Hastalık kapmak, (hastalığa tutulmak): Bulaşıcı bir hastalığa yaka­lanmak.
Haşa huzurdan : ‘Bağışlayın, konuyla ilgili yakışıksız bir söz söyleyece­ğim, alınmayın.” anlamında.
Haşa sümme haşa : “öyle olmasına olanak yok.” anlamında.
Haşatı çıkmak: -1. İşe yaramaz bir duruma gelmek. -2. Çok yorulmak.
Haşir neşir olmak (biriyle) (bir şeyle) : -1. Onunla, onlarla kaynaş­mak, sıkı fıkı olmak. -2. Onunia uğraşmak.
Ha şöyle : “Aferin, bravo, tamam.” anlamında.
Ha şunu bileydin : “Bunu daha önceden anlamam, bilmen gerekirdi.” anlamında.
Hata etmek (işlemek) : Yanlışlık yapmak, yanılgıya düşmek.
Hataya düşmek: Yanılmak, farkında olmadan bir yanlışlık yapmak.
Hatır belası: Sevilip sayılan bir bir kimsenin ricası üzerine yapılan iş, katlanılan sıkıntı.
Hatır gönül bilmemek (tanımamak) : Doğru”bildiği yoldan kimsenin hatırı için şaşmamak, doğruluğuna inandığı işi yapmak.
Hatırı kalmak: Gücenmek, darılmak, kırılmak.
Hatırına bir şey gelmesin : ‘Sözüm, davranışım sana karşı değil, sen alınma.” anlamında.
Hatırına gelmek: Anımsamak, hatırlamak.
Hatırında kalmak: Unutmamak.
Hatırından çıkamamak (birinin) : Sevilip sayılan bir kimsenin isteğini yapmazlık edememek.
Hatırından çıkarmamak (bîr şeyi, birini) : Onu unutmamak.
Hatırından çıkmamak: Unutmamak.
Hatırından hayalinden geçmemek: Akla hiç gelmemek, hiç düşün­memek.
Hatırında tutmak: Unutmamak.
Hatırını hoş etmek: Birini sevindirmek, memnun etmek. (Kars. Gönlü­nü almak.)


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.