![]() |
Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
Yemen, Habeşistan Krallığına bağlı bir valilikti. Kısa boylu, şekilsiz, hilekar ve ihtiraslı biri olan vali Ebrehe, eyaletinde yaşayan arapların her sene akın akın Kabe'yi ziyaret için Mekke'ye gitmelerine sinirleniyordu. Bu sebeple, bu koyu hırıstiyan, San'a şehrinde devrin en namlı mimar ve ustalarına gayet süslü gösterişli büyük bir kilise yaptırdı ve ismini "Kuleys" koydu.
Bunun ardından da Habeş Kralı'na mektup yazarak arapların şimdiden sonra hac için ancak "Kuleys"i ziyaret edebileceklerini; Mekke'ye gitme maksadıyla hiç kimseye izin vermeyeceğni zira bu yüzden ülkesinin büyük maddi zararlara uğrıdığını bildirdi... Böylece kralın da izin ve desteğini almıştı... Ebrehe'nin kararı, az zamanda her tarafa yayıldı... Böyle bir engelleme niyeti Yemen'li arapları fena halde öfkelendirmişti. Nukayl isminde bir yerli, Kuleys kilisesine girerek orada ibadet ediyormuş gibi üç gün-üç gece kaldıktan sonra kimsenin olmadığı bir zamanda vurdu, kırdı, içeriyi harabeye çevirdi ve ihtiyacına yaparak kirletti ve kayıplara karıştı. Ebrehe ağır bir hakarete uğramıştı. Bir grup arabın kaza sonucu çıkardığı yangınla kilisenin tahta bölmeleri de yanınca vali, iyice küplere bindi.. Ebrehe'nin intikam kararı işitilmemiş cinstendi.. Kabe'yi yıkıp yerle bir etmek, enkazı fillerle Yemen'e taşımak ve Mekkelileri esir almak için dörtbin Fil ve üçyüzbin Habeşliden kurulu ordusu ile harekete geçti. Düşmanın, Mukaddes Kabe'yi yıkmak üzere gelmekte olduğunu öğrenen Kureyşlilerin keyfi kaçmıştı. Bunun üzerine Mekke Emiri Abdülmuttalib, içlere su serpici şu kısa konuşmayı yaptı: -Ey Kureyş kabilesi; endişeye kapılıp, huzurunuzu bozmayın!... Yemen ordusu gelip Kabe'yi yıkamaz; Kabe'nin sahibi vardır. Onu koruyacağından şüpheniz olmasın. Ama ferman-ı ilahi böyle ise kim mani olabilir? Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, o günlerde gördüğü bazı rüyaları kendine göre tabir ederek böyle diyordu; ama aslında O'nun da kalbi rahat değildi... Bir müddet sonra Mekke çevresine gelen düşman öncüleri, arapların koyun ve develerini alıp götürdüler. Götürülenler arasında Abdülmuttalib'in dörtyüz seçme devesi de bulunuyordu. Abdülmuttalib, düşmana elikolu bağlı teslim olmak için Kureyşli yiğitlerle beraber silahlanıp, pusatlanarak cins arap atlarına binip vakit kaybetmeden Sebir dağana çıktılar. Dağda insanı hayret ve hayranlığa düşüren bir olay meydana gelid. Adem aleyhisselam'dan beri aziz Peygamberimiz'in atalarının birinden diğerine geçe geçe en sonunda dedelerine ulaşan "Muhammed nur", Abdülmuttalib'in alnında ayın ondördü gibi parlayıp ışık saçmaya başladı. Öye ki bu parlak ışık aşağılarda gecenin karanlığana bürünen Mekke'nin üzerine kadar yayılıyordu. Nurun alnında yine bütün güzellği ile belirmesi üzerine, Abdülmuttalib, silah arkadaşlarına: -Dönün! dedi. Şehrimize gidiyoruz. Zafer bizimdir! Bu nur ne zaman alnımda işımışsa o dem düşmana galip gelmişizdir. Mekke önlerine gelmelerinden az zaman sonra Ebrehe, beldeyi teslim alıp, Kureyşlileri yerlerinden, yurtlarından sürüp atması için yardımcılarından biri komutasında asker gönderdi. Kureyş emiri Abdülmuttalib'le yaptığı görüşmede O'nun heybetinden komutanın aklı başından gitti, dili dolaştı ve olduğu yere yığıldı. Boğazlanan bir dana gibi böğürüyordu. Biraz sonra korkusu yatışan düşman komutanı, kendini toparlayınca yeri öptü ve Abdülmuttalibe: -Kureyş'in en üstünü olduğun besbelli. Buna bütün kalbimle inanıyor ve şahid oluyorum, dedi... "Mekke fatihi" olmak hayali ile gelen Ebrehe'nin adamı, muhatabının nurlu yüzü ve ciddi halinden ürkmüştü. İşte şimdi yerlere kapanmış vaziyette böyle konuşuyordu.. Hiç bir şey yapamadan askerleri ile beraber yüzgeri edip oradan savuştular... Abdülmuttalib, develeri istemek üzere Ebrehe'nin konakladığı Taif'e gitti. Mağrur kumandana Kureyş reisinin geldiğini haber verdiler. Ebrehe, Abdümuttalib'i görünce elinde olmayarak ayağa kalkıp baş köşeye oturttu ve ne istediğini sordu. Abdülmuttalib: -Adamların develerimi götürmüş; emir ver de iade etsinler!..dedi. Ebrehe: -Ben buraya Kabe'yi yıkmak için geldim!!! Bu mes'ele üzerinde hiç durmuyorsun da develerini istiyorsun! şeklinde konuşunca Abdülmuttalib, Valinin ne demek istediğini anlamıştı: -Develer benim olduğu için istiyorum; Kabe ise "Allah'ın evi"dir. Yüce Allah, O'nu düşmanın şerrinden muhafaza eder, dedi. Bu konuşmalar olurken Ebrehe'nin "Mahmude" ismindeki ak renkli, en gözde fili oraya getirilmişti. Diğer filler öğretildiği biçimde Ebrehe'ye bir takım bağlılık hareketleri yaptıkları halde bu hayvan böyle davranışlara hiç yanaşmadı. Ak fil, Abdülmuttabib'i görünce deve gibi çöküp sevgi gösterisi yapmaya başladı. Filin hareketi şaşkınlık uyandırmıştı. Bir müddet herkes konuşmayı unutmuş gibi sustu. Allahü teala, dile gelmesine izin verince fil, açık bir ifade ile, Kureyş liderinde gördüğü "Son Peygambere ait nur"a selam verdiğini söyledi... Ebrehe, develeri sahibine iade etti; fakat Abdülmuttalib'in "Mekke mallarının üçte birini verelim bizlerle uğraşmaktan vaz geçerek geri dönün" teklifini kabul etmedi. |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
Teklifi reddedilen Mekke emiri, şehrine dönerek, Kabe'ye geldi ve kapının kulpundan tutarak yaklaşan tehlike için yana yana Allah'a yalvarmaya başladı. Düşman, Ebrehe'nin komutasında en önde meşhur ak fil olduğu halde sırtlarına süslü ve pahalı kumaşlar atılı filler, hücuma hazır askerlerle iyice Mekke'ye yaklaştı... Şehirde rahatsızlık son noktadaydı.
Tam bu sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. "Mahmude" Mekke üzerine yürümüyordu. Halbuki Ebrehe, her harpte olduğu gibi bu defa da büyük işler başaracağını ümid etmişti. Hayvanı döğmelerine, üstünde değnekler kırmalarına, her yolu denemelerine rağmen adım attırmadılar. Yemen ordusu bu mücadelede iken gökyüzü "Ebabil" denilen ve bu bölgede daha önce görülmemiş siyah renkli, yeşil boyunlu, ufak gagalı, uzun ayaklı dağ kırlangıçları ile doldu. Kuşların gagaları ile ayaklarında nohuttan küçük mercimekten büyük taşlar vardı ve her taştan bir düşmanın ismi yazılışdı. Kafileler halinde gelerek önce Kabe-i Şerif'in etrafında uçup tavaf yaptılar, sonra düşmanı taş yağmuruna tutmaya başladılar. Kuşlar, taşı yukarıdan bıraktıça isabet alan askerin tepesinden girip ayağından çıkarak onu hemen öldürüyordu. Hatta süvari olanların atları ile beraber canı çıkıyordu. İstilacı orduda müthiş bir bocgun başladı. Etleri lime lime dökülerek ölüyor; Ebrehe de içlerinde olduğu halde perişan bir vaziyette Yemen'e doğru kaçıyorlardı. Fakat, düşmanı havadan takip ederek kovalayan bu minik kuşlar, firarilerin de çoğunu öldürdü. Kaçanlardan bir kısmı yollarda telef olmuş; kurtulanlar anca yemen'de nefe alabilmişti. Mağrur Ebrehe başşehir San'a'ya varabildi ama cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Parmak uçlarından kan ve irin akıyordu. Parmakları çürüyüp düştü ve bir müddet sonra yüreği çatlayarak feci şekilde öldü. Ebrehe'nin yardımcısı ise kaça kaça ta Habeşistan'a gelmiş, olanları bir bir krala hikaye ediyodu. Kral: -Bunlar ne biçim kuşlarmış ki hep seçme askerleri öldürmüş? diye hayretini açıklarken bir kuş vali muavininin başı üstünde dönmeye başladı. -İşte, dedi adam, bu kuşlardan, bu kuşlardan!.. Cümleyi yeni bitirmişti ki, o da bir Ebabilin attığı taşla oracıkta öldü... Binlerce asker ve Mahmude'den başka bütün filler ölmüştü. Birkaç gün sonra insan ölüsü ve hayvan leşleri dayanılmaz bis bir koku yaymaya başladı. Mekke yaşanmaz olmuştu. Bunun üzerine Abdülmuttalib, Kabe'ye giderek Cenab-ı Hakka bu kokudan kurtulmak için dua etti. Duanın peşinden öyle müthiş bir yağmur yağdı ki ırmaklar gibi kabaran seller, ceset ve leşleri alıp götürdü. Kureyş kabilesi, doğumuna iki ay kadar bir zaman kala iki cihanın baş tacı Sevgili Peygamberimiz'in Allah katındaki eşsiz hatırından dolayı büyük bir düşman tehlikesini atlattığı gibi, kaçan ordunun geride bıraktığı mallara da ganimet olarak sahip olmuştu. Ebrehe'den sonra iki oğlu yerine valilik yapmışsa da bu saltanat, kısa sürmüş ve tacı tahtı batıp gitmiştir. Araplar, bu vak'anın geçtiği tarihe "Fil yılı" ismini vermiş ve Kureyş'in Allah indinde makbul olduğuna kanaat getirerek bu kabileye ilişmemeye başlamıştı. BÜYÜKBABA Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulüh Şeybet'l-Hamd... "Abdülmuttalib" diye bildiğimiz büyük babanın asıl ismi. Babası Haşim, O dünyaya gelmeden evvel bir yolculuk sırasında Filistin'in Gazze şehrinde vefat etmişti. Doğduğu zaman saçı bembeyaz olduğu için arapçada "ak saçlı" manasına gelen "Şeybe" kelimesinin ilavesi ile ismini Şeybetü'l Hamd koymuşlar. Meşhur ismi Abdülmuttalib, "Muttalib'in kölesi" demek... Kçük Şeybe, Medine'de annesi ile beraber dayısında kalıyor. O'nu dayısının çocukları ile ok atar, gezip oynarken görenler, alnının parlaklığını, halinin güzelliğini hemen farkeder ve başka bir sülaleye mensup olduğunu anlarlardı. Şeybe'nin hal ve tavrındaki üstünlük Kureyş'in lideri amcası Muttalib'e haber verildi... -Ah, dediler. Kardeşin Haşim'in oğlunu bir görsene! Babasına olan benzerliğine şaşarsın. Aynı emsalsiz üstünlük, aynı tarifsiz güzellik. |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
Muttalib, o güne kadar yeğenini hiç görmemişti. Bir deveye binerek Medine yolunu tuttu. Medine'ye vardığında Şeybe'yi kapılarının önünde çocuklarla birlikte oynuyor buldu, kimseye sormadığı halde yeğeninin hangisi olduğunu bildi ve bir müddet yaşlı gözlerle çocuğu uzaktan seyretti. Daha sonra bu anı tasvir eden dokunnaklı şiirler de yazacaktır.
Muttlib, Şeybe'yi yanına çağırarak kendini tanıttı. Ve O'nu sevip okşadı. Birlikte annesi selma'ya gittiler. Muttalip, Şeybey'yi yanına çağırarak kendini tanıttı. Ve onu sevip okşadı. Birlikte annesi Selma'ya gittiler. Muttalib, Şeybe'yi de Mekke'ye götürmek üzere yengesinden müsaade aldı... Amca-yeğen uygun bir vakitte Mekke yoluna koyuldular... İşte Muttalip, devesinin üstünde, arkasında da yeğeni küçük Şeybetü'l Hamd olduğu halde Mekke'ye giriyorlar. Deve, kaygısız gözlerle sağı solu tarar, ahenkli adımlarla başı dik yürürken, Muttalip tanıdıklarla selamlaşıyor. Az sonra terki deki çocuğu kasdederek: Bu çocuk kim ya Muttalip? deniyor. Merak ve samimiyet sebebi ile sorulan suale Muttalip ne demeli?... "Biraderimin çocuğu" dese "koca Mekke Reisi yeğenini nasıl gezdiriyor!" diye dedikodu yapılacak. Bir kaç saniyelik tereddütten sonra: -Kölem, diyor dostlarına. Şeybe bundan sonra, "Abdülmuttalip" diye tanınmaya başlandı. "Muttalibin kölesi" yani. Gerçi Muttalip, kısa zaman içinde öksüzün giyim kuşamını düzeltti; Şeybe'yi "yeğenimdir" diye takdim etti ama, O, hep "Abdülmuttalip" olarak bilindi... Abdülmuttalip misk kokulu. Evet miskler gibi kokuyor. Alnında pırıl pırıl Muhammedi nur, hayır ve bereket vesilesi. Ne zaman Mekke'de kuraklık olsa rica ediyorlar; Abdülmuttalip'le birlikte Sebir dağına çıkılıyor. Yalvarma göz yaşı ve sağnak sağnak yağmur. Şeybetü'l Hamd sekiz yaşınna geldiğinde Muttalip dünyasını değiştirdi ve O'nun yerine Abdülmuttalip, milletine emir oldu. Yüzkırküç yıllık ömründe herkes O'nu sevdi.. İnsanlar gönüllü olarak idaresine girrerdi. İran Kisrası hariç yabancı devlet başkanları O'nun fazilet ve büyüklüğünü teslim eder ve hürmet duyarlardı. Asrının en büyük devlet reisi kabul ediliyordu. Bütün bu misk kokuların; bu iyilik ve güzel hasletlerin sebebi Kainatın Efendisine ait nur... İşte peygamberimizin dedesi bu! Hayatı ve bir bir hakikat olan rüyaları ile O'nun geleceğini müjdeleyen insan... Daha pek genç olduğu sıralarda, bir gün Kabe yakınlarındaki evinde uyuyor; uyandığında halinde bir gariplik seziyor. Erginleşmiş, daha bir güzelleşmiş ve gözleri sürmeli. Bir anda büyük değişme!.. Bir kahinden olayın izaha kavuşturulması isteniyor: -Hemen evlenmelisin! Gök tanrısı böyle istiyor, diyor kahin. Abdülmuttalip, iki kere evlendi; ama olmayan "gök tanrısı" istediği için değil. Cenab-ı Hak öyle takdir ettiğinden. ilk hanımından oğlu Haris dünyaya geldi. Ve bundan dolayı O, "ebu Haris" künyesi ile anılır oldu. Birinci hanımı vefat edince bu sefer Fatma binti Ömer ile izdivaç etti... Abdülmuttalip, yine bir gün odasında iken ani bir uyku bastırması ile uyuyakaldı. İçinden çok şey saklı olan müthiş bir rüya görüyor. Uyandığında rüyanın derinden derine tesirinde. Sarsılıyor... Ne dese nasıl yorumlasa acaba? En iyisi yine bir kahinin kapısını çalmak. Cinlerle bilgi alışverişindeki bu kahinler, kendilerine has usullerle gelecekten haber veriyorlar... Abdülmuttalip anlatıyor; sabit bakışlı donuk ve soğuk yüzlü, gramla konuşan, tebessüm nedir bilmeyen kahin dinliyor. Belimden bir beyaz zincir çıktı. Bir ucu en doğuya bir ucu en batıya, bir ucu gökyüzüne, bir ucu yerin dibine uzanıyordu. Şaşkın bir halde zincire bakıyordum ki bu kere de yeşil bir ağaç oldu. Zincir ağaç haline gelmişti. Dünyada kaç türlü meyve varsa hepsi bu ağacın dallarından sarkıyordu. Ağaç aynı zamanda nur fışkıran bir ışık seli. Işığı, güneşi bile bastırıyordu. Araplar ve arap olmayanlar bu ağaca secde ediyordu. Giderek ağacın parlaklığı daha da çoğaldı. Kureyş kabilesinden mbir cemaat ağacın dallarından tutundular.Bazı Kureyşliler ise ağcı kesmek için bir araya geldiler. Birden ortaya çok güzel yüzlü bir insan çıktı. Bu kadar güzel simalı birini hiç görmemiştim. Bu güzel insan, ağacı kesmek isteyenlerin gözlerini çıkardı. Ağacın nurundan almak için elimi uzatırken güzel adama da: -"Bu ağacın nuru kime kısmet olur?" diye sordum. -"Kim bu ağacın dallarına yapışırsa ona!" dedi. -"Siz kimsiniz" dedim. Biri: -"Benim ismim Nuh'dur" dedi. Öbürü: -"Benim ismim de Halil İbrahim'dir" dedi. Sonra da? -"Ey Abdülmuttalib, bu ağç o kadar mübarek, o kadar şereflidir ki, kandan kana geçerek baba ve dedelerinden sana kavuştu haberin olsun..." dediler. Abdülmuttalip, rüyasını anlatıp bitirdiğinde kahinin benzi sarardı, yüzü daha kasvetli bir hal aldı. Demek ki korktukları zaman geliyordu... Bir müddet sustuktan sonra zor işitilir bir yavaşlıkla rüyayı tabir etmeye başladı: -Neslinden bir büyük insan gelecek ve O'nun kurduğu nizam ebedi olarak yaşayacak... Nuh Peygamberin görünmesi şuna delalet ediyor; O zata karşı gelenler Nuh ümmetinin asileri gibi bela denizinde boğulacaktır.. İbrahim Peygamber ise bir müjdeye işarettir. O'na tabi olanlar, Allahın "dostum" dediği İbrahim Peygamber'in sevdiklerinden olurlar. |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
Peygamberimizin babaannesi Fatıma binti Ömer, Abdullah'a hamile kalınca, "nur" büyükbaba Abdülmuttalib'ten Fatıma'nın alnına geçti. Bundan da Abdullah doğunca O'nun güzel alnına taşınacaktır...
ZEMZEM KUYUSU La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah Mekke ve çevresinin idaresi İsmail aleyhisselam'ın vefatı ile oğlu Sabit'e kaldı. Sabit'in ölümünden sonra halk arasında bölünmeler meydana geldi. Mücadeleler Cühümiler kabilesinin üstünlüğü ile bitti. Ancak bir zaman sonra iktidara sorumluları, adaleti ve tarafsızlığı terkederek zulme sapmıştı. Milletin malını bile elinden almaya aklkışan Cürhümilerden dolayı gün geldi şikayet ve feryatlar ayyuka çıkmaya başladı. Haksızlıklar dayanılmaz ölçülere varınca; ismail Peygamber nesli, terkrar derlenip toparlandı ve yapılan bir savaşta Cürhümileri mağlup etti. Yenik taraf, aman dileyince eşyalarını alıp asıl vatanları olan Yemen'e gitmelerine izin verildi... ancak iş başında iken zulüm yapan ve bu yüzden beddua alan bu kabile mensupları, az bir zaman sonra bulaşıcı bir hastalığa yakalanarak teker teker ölüp gittiler. Cürhümiler, aman dileyip beldeyi İsmail Peygamber soyuna teslim etmeden hemen önce ve son an ve son dakikada huyları icabı bir kötülük işlediler. Yabancı devletlerden mbirinin hediye ettiği altın mbir ceylan heykeli ve kılıç, kalkan, gürz, zırh... gibi Kabe hazinesine mahsus kıymetli eşya namına ne var ne yoksa hepsini zemzem kuyusuna doldurdular ve ağzını taş toprakla akapatarak yerini belirsiz hale getirdiler. Herhalde dönüp Mekke'yi geri alacaklarını düşünüyor ve bu sebeple hazinenin ele geçmemesi için böyle hareket ediyorlardı. ismail aleyhisselam evladı, nihayet Mekke ve civarında hükümran oldu ama hafızalardan silinen bullur sulu zemzem kuyusu kaybolup gitti. Mekke ve Kabe, asıl sahiplerine dönmüştü.. Şifa pınarı zemzem ise kimbilir kaç yıl gözlerden saklı, besmeleli mü'min ağızlara hasret, için için kaynayıp duracaktı? Cürhümilerin yığdığı taş, toprak senelerin geçmesi ile katmerleşti ve altta kalan ilahi armağanı gözlerden büsmütün sakladı. Bu şartlarda canlara can katan zemzemin yerini bulmak mümkün değildi... yalnız bu imkansız zannedilen aklın çerçevlediği sebep-sonuç münasebetine göre. Ya aklı aşan sebepler, aklın kavuşamadığı bölge?.. Allah, isterse hangi imkansız gerçekleşmez ki? Zaman bir müjdeye, toprak, sökmesi yakın bahtlı şafağa hazırlanıyordu... Mekan, ilahi fermanla, gelmekte olan "Adı güzel kendi güzel Muhammed" aleyhisselam için yeniden donatılıyordu... -Ey Abdülmuttalip, kalk ve zemzem kuyusunun üzerinde taş toprak ne varsa kaldır!.. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, Kabe'ye komşu olan evinde uyurken bu hitap üzerine yatağından korku ile doğruldu. Bir müddet gördüğü rüyanın ne manaya geldiğini sökmeye çalıştı; fakat bir şey anlamadan yeniden uyudu. Ancak rüyadaki ses, emri tekrarladı. Yine uykudan sıçradı. Zihninde izaha kavuşturulmayan sorular birbirini takip ediyordu.. Buna rağmen uyumaktan başka çaresi yoktu. Ses, emri üçüncü defa verince gördüklerini yorumlatmak için kalkıp Kureyş'in tanınmış tabircilerine gitti ve olanları anlattı. Bu kişiler: -Rüya rahmani ise yine görürsün, dediler. Aradan bir iki gün geçtiği halde Abdülmuttalib, o garip rüyayı bir daha göremedi. Bundan dolayı merak ve üzüntüsü günden güne artıyordu: -Acaba rüya rahmani miydi, değil miydi? Zihnini günlerce bu soru meşgul etti. Nihayet bir gün rayayı ördüğü odada uykudan önce ellerini kaldırarak: -Ey merhametli Allahım! Bu rüyanın sırrını neler yapmam gerektiğini bana bildirmeni diliyorum, diyerek can evinden yalvardı ve az sonra uyuya kaldı. Abdülmuttalib'in isteği, bütün zamanların ve bütün mekanların en üstünün hürmetine kabul olmuştu. İşte aynı ses... -Ey Abdülmuttalib kalk ve zemzem kuyusunu ortaya çıkar! Abdülmuttalib: -Zemzem suyu nedir? -Cebrail'in ayağını vurduğu yerden çıkmıştır. Peygambere ait bir mucizedir. Dünyanın dört tarafından gelecek hacılara yetecek kadar bereketlidir. Zemzem'den içen susuzlar kanar, açlar doyar,hastalar iyileşir. Kuyunun yerini bulmam için bir iz, işaret var mı? -Mescid-i Haram'a yakın iki put vardı. Kafirler, bu putlar uğruna hayvan kestiklerinde işkembesini çukurca bir yere dökerler. Sen orada iken kırmızı gagalı bir karga gelecek ve işkembe artıklarını yemek için toprağı gagalayacaktır. Az sonra gagalanan yerin altından bir de kanrınca yuvası çıktığını göreceksin... İşte orası zemzem kuyusunun ağzıdır. Sabah olduğunda Abdülmuttalib, doğruca putların bulunduğu yere gitti. Biraz sonra puta tapanlar gelip tanrıları için kurban kestiler ve işkembe ve barsakları rüyada tarif edilen yere attılar. Derken kırmızı gagalı karga göründü ve yeri gagalamaya başladı; az sonra karınca yuvası da ortaya çıktı. Her şey aynen rüyadaki gibi gençekleşmişti. O halde olanlar hayırlı ve rüya doğru idi. Oradkiler uzaklaşınca sevgili Peygamberimizin sevgili dedesi, rüyada söylenen yeri kazmaya başladı. Kazı işi biraz ilerlemişti ki haberi alan Kureyşli müşrikler oraya koştu: -Biz, taptığımız putların yanına kuyu kazdırmayız! diyerek Abdülmuttalib'e mani olmak istiyorlardı. Bir sürü münkir içinde kalan Abdülmuttalib, yaptığı işin büyüklüğünü anlatmaya çalışıyordu: -Bu, öyle her hangi bir kuyu değildir. Bu, ilahi kıymet taşıyan suya "Zemzem" denir. İsmail Peygamberin yadigarıdır. Putperestler, fena diş biliyorlardı. Ne var ki kaba kuvvet gösterileri sökmedi; Kureyş'in bu soylu insanını bir adım şöyle dursun, bir ayak boyu bile geriletemediler. Bunun üzerine kuyuya ortak olmak istediler; bu telifleri de reddedildi. -Öyle ise, dediler, ünü bütün ülkeleri tutmuş aklı ve ilmi hepimizce kabul edilen Şam kahihine gidelim; ihtilafımızı anlatalım, vereceği karara her iki taraf da uysun! Abdülmuttalib, bu hal tarzına "Peki" dedi. Bunun üzerine her kabileden bir temsilci ve Peygamber efendimizin dedesi develere binerek Şam yoluna düştüler... Mevsim yaz, hava sıcak. Güneş, kavurdukça kavuruyor. Çöller, avını yutmaya hazır alev dilli ejderha. |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
Şam yolcuları bu manzara kum denizlerini aşmaya çalışıyor. Ne var ki geride kalan mesafelerle beraber su ve her türlü serinletici nesne tükenmiştir. Nihayet Nihayet öfkeli çöller bu cür'etli yolcuları teslim aldı.
Dermansız kalan dizler çözüldü ve oldukları yere külçe gibi yığıldılar. Saniyeler, saat gibi uzun ve geçmeyen cinsten. Sadece dudaklar değil, belki diller de yol yol çatlamış. Kimsede suya dair bir ümid yok. Olması da mümkün değil. Ancak bu halde ne vakte kadar beklenecektir? Abdülmuttalib: -Böyle durmakla elimize hiç bir şey geçmez! Az daha gidelim. Rabbimden ümidli olalım; olur ki su buluruz, dedi. Çökmüş olan develere nerede ise sürünerek bindiler. Hayvanların sırtında bile zor duruyorlardı. Henüz hareket etmişlerdi ki, o şanslı deenin devesinin ayağı bir taşa takıldı ve yerinden söküp attı... Tablo inanılacak gibi değildi. Devenin çıkardığı taşın yuvasından tatlı ve serin bir su akıyordu. Sudan kana kana içip kablarını doldurdular ve ölümün eşiğinden yeniden hayata döndüler. Bir farkla ki kabile temsilcileri sadece hayata dönmemiş, ezik ve mahcup olarak Şam yolunda da geri dönmüşlerdi. Bu inanılmaz vak'ayı hep birlikte yaşayan yol arkadaşları Abdülmuttalib'e: -Ey Abdülmuttalib, o kuyuyu kazmak senin hakkındır. Bunu geç de olsa anladık Kimse mani olamaz. Dönelim herkes işine baksın! Demek zorunda kaldılar ve hep beraber Mekke'ye geldiler. Abdülmuttalib, kuyuyu kazmaya, kaldığı yerden devam etti. Zemzem kuyusunu tekrar ortaya çıkarma işinde yalnız oğlu Haris'ten yardım görüyordu. Bu sebeple Cenab-ı Hak'tan Haris'ten başka kendisine on oğul daha vermesini diledi: ...... Abdülmuttalib'in bu duası kabul olmuş erkek evlat sayısı zamanla onbiri bulmuştu. Oğulları ile beraber kuyuyu kazan Abdülmuttalib, yıllar sonra zemzem suyunu ve Cürhümilerin kuyuya doldurduğu hazineyi buldu. Kureyşliler bu defa da: -Kuyu, dedelerimizin mirası; içinden çıkanlar bizimdir, diye direttiler. Abdülmuttalib: -Siz bu kuyuyu kazarken bana yardım etmeyip bilakis zorluk çıkardınız. Şimdi hangi hakla mirasçılık iddia ediyorsunuz? diyerek onları azarladı veilave etti, bununla beraber, "Kur'a çekelim, hangi mal kime çakırsa onun olsun" dedi. Kılıç, kalkan gibi savaş malzemelerini bir tarafa, altın ceylanı bir tarafa ayırdılar ve Kabe-i Şerif, Kureyşliler ve Abdülmuttalib adına kur'a çektiler. Altın Ceylan Kabe'ye, harp aletleri Abdülmuttalib'e çıktı. Kureyşlilere bir şey isabet etmedi. Altın ceylanı Kabe kapısına astılar; uzun yıllar, kapıda asılı kaldıktan sonra bir gece Ebu Leheb sarhoş iki arkadaşıyla gelip heykeli çaldı ve götürüp sattı. Zemzem kuyusunu bulmak Abdülmuttalib'in şan ve şerefini daha da yükselmişti. Zaman, ırmaklar misali büyük müjdeye doğru akıyordu. KURBANLIK Rahmetim gazabımı geçmiştir. Hadis-i Kudsi Zemzem kuyusu çetin ve uzun mücadelelerden sonra tekrar Kabe'ye ve ziyaretçilere kazandırılmış; ceddi İsmail Peygamberin, hatırasını yok olmaktan kurtarıp şenlendirdiği için Abdülmuttlib'in şan ve şöhreti dört bir tarafı tutmuştu ama... bir şey unutulmuştu... bir vaad... bir söz!... Taşlanmış toprağı kazma kürekle yenip suya varmak için uğraşmaktan mecalinin tükendiği bir anda Abdülmuttalib, ellerini açıp yüce Allah'a yalvarmıştı: -Ya Rabbi! Bana on erkek çocuğu daha verir de onlarla birlikte kyuyu kazabilirsem oğlumun birini sana kurban edeceğim... İsmail aleyhisselama tabi bir mü'min olan Abdülmuttalib'in duası kabul olmuş; lakin aradan geçen uzun seneler sebebiyle söz unutulmuştu... Fakat!... Duyan, gören, bilen ve unutmak gibi her çeşit kusur ve eksiklikten uzak olan Allahü teala, kulunun vaadini unutmamıştı. ..... Abdülmuttalib, bir gece rüyasında bir adam gördü. Adam, emreden bir eda ile: -Ey Abdülmuttalib, kurban sözüne sadakat göster! dedi. Abdülmuttalib endişe ile uyanır uyanmaz hemen bir koç kurban etti; sonra yattı. Gözlerini yumar yummaz rüyada yine bir takım insanlar, emri tekrar ediyorlar: -Koç'tan daha büyük kurban kesmelisin! Hemen kalkıp bir sığır kesti ve uyudu; ancak rahat bırakılmıyor: -Daha büyük bir şey kurban eyle! Bu sefer bir deve kurban etti. Yine yattı. Rüyada bir nida: -Ey Abdülmuttalib, daha büyük kurban kesmelisin! Abdülmuttalib, hala sözünü hatırlayamamış, "büyük kurban"dan neyin murat edildiğini bir türlü anlayamamıştı. Sordu: -Daha büyük olan ne ola ki? -On oğlun oldu. Zemzem kuyusunu bulmakla maksadın gerçekleşti. Şimdi oğullarından birini kurban et. Böyle söz vermiştin; vaadini yerine getir!... Abdülmuttalib, yataktan fılarcasına kalktı. İstırabı o kadar büyük, o kadar derin, kendisi o kadar şaşkındı ki, ne yapacağını, ne edeceğini bilemiyordu. Evet; vaadini hatırlamıştı... şimdi başı iki elinin arasında düşünüyordu. Söz... Allah'a söz verilmiş; Yüce Allah, O'na evlatlar ihsan etmişti. Tıpkı İbrahim Peygamber gibi O'nun da nezrine uyması isteniyor, rüyada sürekli olarak ikaz ediliyordu. Ahde vefa gösterilmeli; söz muhakka yerini mulmalıydı. Ya can parçası, göz nuru evlad? Başka ihtimal yoktu. Her şeyi yoktan varedene oğlunun birini iade edecekti... bağrına taş bastı ve yavrularını uyandırdı. Meseleyi yavaş yavaş, alıştıra alıştıra onlara söylüyordu. Delikanlılar: -Baba, dediler, ister birimizi istersen hepimizi kurban et; biz emrinizdeyiz. Sen üzülme yeter! Gençler, böylece detli babaya teselli ve destek oldular; O'na cesaret verdiler. Mustarip baba, bu tarifsiz fedakarlık karşısında gözyaşlarını gizleyerek, oğullarına, her birinin ismini bir ok üzerine yazıp getirmelerini söyledi... Az sonra yazılı oklar gelmişti. Abdülmuttalib ve oğulları adete göre kur'a çektirmek için okları gece gündüz Kabe'yi bekleyen Kabe muhafızına götürdüler. Yapılan çekilişte kurbanlık isim belli oldu: Abdullah!... Abdullah! Yani, Abdülmuttalibin en çok sevdiği, bütün o çevrenin gözünün üstünde olduğu oğul. Alnında ahir zaman Peygamberine ait nurun Ülker yıldızı gibi parladığı oğul!... Allah, öyle takdir etmiş; kur'a bu yüksek yaradılışlı evlada isabet etmişti. Girilen yoldan dönüş olamazdı; Abdullah kurban edilecekti!... Abdullah, Abdülmuttalibe, Abdülmuttalib, ilahi emre; her ikisi insana kendinden daha yakın, öz anne babasından daha merhametli yüceler yücesi Allah'a teslim olmuştu. Sır da burada olmalıydı... Zor bir anında Rabbine iltica etmiş, O'ndan yardım instemiş karşılığında bir söz vermişti. Abdülmuttalib, şimdi ölçüyü aşan vaadinden dolayı imtihana çağırılyor ve böylece insanların ölçü içinde kalmaları hangi şartlarda olursa olsun haddini aşmamaları ihtar ediliyordu... Ya Abdullah? İnsan, cin, melek, ve bütün mahlukların... yaşamış, yaşayacak ve yaşayan her canlının en üstününe baba olacak bir insanın hem de genç yaşta imtihanların en zoru ile; canını feda etme kahramanlığı ile tecrübe edilmesi... O'nun mevkii buydu ve teslimiyeti ile bu kahramanlığı isbat ediyordu. İşte babası Abdülmuttalib, bir elinde parıl parıl parlayan keskin bir bıçak, bir elinde oğlunun bileği, iki yanda Abdullah'ın anne ve kardeşlerri kurban kesme yerine gidiyorlar. Kureyş kabilesi "Abdullah'ı babası kurban ediyor" haberi ile çalkalanıyor. Herkes iliklerine kadar donmuş ve şaşkın. Şaşkınlığı ilk yenip kurban yerine yetişen Abdullah'ın annesinin akrabaları olan Beni Mahzum oğulları. Ve onları takiben Kureyş büyükleri. Abdülmuttalib'e muhalefet büyüyor: Eğer böyle bir kurban kesilirse, çok kötü bir geleneğe yol açılır. Herkes olur olmaz yere çocuğunun boğazına bıçağı dayar. İffeti ve güzelliğinden başka konuşması bile kardeş ve akranlarından daha üstün olan bu çocuğa yazık olur, şeklinde izahlarla Abdülmuttalibi iknaya çalışıyorlardı... Uzun tartışmalardan sonra meseleyi Hicaz'da oturan meşhur Kahin Şüca'ya götürmeye ve O'nun diyeceğine uymaya karar verdiler. |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
Bunun üzerine Abdülmuttalib ve şahıha katılan birkaç kişi Hicaz'a giderek tanınmış Kahini buldular. Kahin:
-Sizde bir insanın diyeti kaç devedir? diye sordu. -On devedir, dediler. -Öyleyse Abdullah'ın bedeli olarak deve kurban edeceksiniz... Bunun için de Abdullah'ı bir tarafa, on deveyi bir tarafa koyarak kur'a çekin. Kur'a develere çıkarsa bunları kesersiniz. Abdullah'a çıkarsa, develere on tane daha ilave ederek kur'a çekmeyi yenileyin. Yine Abdullah'a çıkarsa bir on deve daha ilave edin. Böylece kur'a develere isabet edene kadar onlu ilaveler yaparsanız, dedi ve gelenleri memleketlerine geri yolladı. Onlar gele dursunlar. Mekkelilerde heyecan son noktasında. Nihayet beklenen yolcuların ufukta belrdiğini gözetleyiciler haber verdi... Kahinin buluşu Mekke'nin putperest, hıristiyan, yahudi, İbrahim ve İsmail Peygamber dinine mensup bütün kabile ve mensuplarını sevince boğdu... Meraklıların önünde ve bir tarafta gözlerin bakmaya kıyamadığı Abdullah, bir tarafta dünyaya metelik vermez tavırlar ile sakin sakin geviş getiren develer olduğu halde Kur'a çekmeye başlandı. Ne var ki, her defasında kur'a Abdullah'ı gösteriyor ve on deve ilavesi ile çekim tekrarlanıyordu... ta onuncu defa kur'a çekilene kadar. Onuncu çekilişde kur'a, sayıları yüze varan develere isabet etti... Herkeste sevinç, taşkınlık... Fakat, Abdülmuttalip ağır başlı ve temkinli; kur'ayı bir kere daha yeniledi; evet bunda da kur'a develere çıktı. Gönlü rahatladı, sırtından koca dağlar kalktı Rabbine şükretti. Hemen oracıkta yüz deve bir biri ardısıra kurban edildi. İnsanlar, hayvanlar, kuşlar günlerce bu etlerle geçindiler. Böylece Abdülmuttalib ve Abdullah yeryüzündeki büyük değişikliğe az bir vakit kala imtihandan yüz akı ile çıktılar. Bundan sonra Abdullah "zebih" yani "kurbanlık" lakabı ile çağrıldı. Nitekim İsmail aleyhisselam da benzeri bir hadiseyi yaşadığından O'na da "Zebih" denmişti. Bunun için azizler azizi sevgili Peygamberimize "İbnü'z-Zebihayn", "iki kurbanlığın oğlu" denilmiştir. BABA Ve maerselnake illa rahmeten li'l-alemin Biz seni alemlere için ancak rahmet olarak gönderdik. (Enbiya suresi 107 ayet'den) Büyük baba Abdülmuttalib'ten büyük anne Fatıma'ya geçen emanet O'ndan da Abdullah'ın alnına gidecek; bir zaman da orada parlayacaktı... İncil'e tabi olanlar, Fatıma'nın Abdullah'a hamile olmasından beri pür dikkat doğum haberini bekliyorlardı... İşte şimdi mesafeden mesafeye uşuşan bu haberdi: -Son Peygamberin babası dünyaya geldi!... Haberi dört bir yana salan hırıstiyanlardı. Doğum yaklaştıkça heyecanları artmış ve nihayet Yahya Peygamber'in mucuzesi gerçekleşmiş, kan şıp şıp damlamaya başlamıştı. Yahya aleyhisselam, Yahudiler tarafından şehid edildiğinde aziz şehidin üzerinde bir cübbe bulunuyordu. Cübbe, İsa Peygamber'in dinini devam ettirmek istediği için canına kıyılıp parça parça edilen Yahya aleyhisselamın kanı ile ıpıslak olmuştu. Bundan dolayı daha sonra hatıra olarak saklanmış; zaman, kırmızı kan lekelerini sildiğinden geriye sadece solğun izler kalmıştı. "-Hırkadan taze kan damladığı an ahir zaman Peygamberi'nin babası dünyaya gelmiş olacaktır..." Kitapları böyle diyor, ve bu sebeple doğum yaklaştıkça müstesna hatıra üzerindeki dikkatleri daha da artırıyordu. Günü geldiğinde mucize aynen gerçekleşti... O solgun izler, yeniden taze kan lekeleri halini almış; hırka şehidin üzerinden az evvel çıkartılmış gibi sıcak damlalar süzülüp süzülüp düşmeye başlamıştı... Ortalığı çınlatan bu haberdi. Onlar, buna rağmen; akla durgunluk veren bu mucizeye rağmen, Abdullah'ı çocukluğunda, ilk gençliğinden, gençliğinde değişik zaman ve farklı mekanlarda türlü hile ve tuzaklarla öldürmeye kalkıştılar... Maksat O'nun; O saadet Sultanının gelişine engel olmak. Gariplik, çalgınlık tuhaflık işte burada. Bu idraksizlikte, bu akıl kısalığında, bu beyin mahrumluğunda: Allahın sevgilisinin zuhuruna sed çekmek!... Hırıstiyanı, Yahudisi, putperesti, ateşperesti... Milyonu, milyarı bir araya gelse kaderin ebediyete giden yollarını değiştirmek kimin elinde ve kimin haddine? Kıskançlıklar para etmeyecek. Hakikat güneş gelecektir. Bunun için Abdullah ilahi himayede... Abdullah, büyüdükçe aklı aşan sıra sıra olaylar Rüya aleminde mi yaşıyor, hakiketle mi yüz yüze, nedir bu gördükleri, başına gelenler, içinde bulunduğu hal? Sırrını babası Abdülmuttalib'e açıyor: -Babacığım garip vak'larla karşılaşıyorum. -Ne gibi? -Bir yere gidecek olsam yolda belimden bir nur çıktığını ve bunun başımın üstünde toplanarak bulut haline geldiğini görüyorum. -Seni yakıcı güneşten koruyor... -Ne zaman, nereye otursam, toprak bana selam verdikten sonra ilave ediyor: "Ey Abdullah, haberin var mı, Muhammed aleyhisselamın emanetini taşıyorsun!" -Nuru kastediyor... -Kurumuş, hayat izi kalmamış bir ağacın altında dinlenecek olsam o kupkuru ağaç az sonra zümrüt gibi yemyeşil oluyor. Biraz uzalaşınca geriye dönüp baktığımda yine eskisi gibi kurumuş olduğunu görüyorum. Babacığım nedir bu hal, ne oluyor; anlamıyorum? Ey oğlum, sana müjdelerin en güzeli olsun!.. İnsanların ve cinlerin efendisi; canlıların ve cansızların Peygamberi senin canından, senin kanından dünyaya gelecektir. Anlattıkların buna delalet ediyor. Ben de benzeri birçok fevkalade hadiseyi yaşadım. Onlar da aynı haberin müjdesiydi. Hayırlı olsun! Seni bir değil, bir kere tebrik ederim evladım. Sana olan muhabbetim boşuna değilmiş... Abdullah artık delikanlı. Ancak o, diğer gençlerden ne kadar üstün. Ahlakı daha güzel; güzelliği apayrı ve çok farklı. O'nun tavrında, onun halinde, onun güzelliğinde ikinci bir genç bulmak mümkün değil. Bu özellikleri ağızdan ağıza yayıldıkça yayılıyor. İşitenler büyülenmiş gibi hayran. Padişahlar, krallar, Abdulmuttalib'ten kızlarını Abdullah'a alması için araya hatırlı ricacılar koyuyor. Abdulmuttalibin huzuruna kadar gelen; hatta teklifinde ısrarlı olnlar bile var. Abdullah, yirmi yaşına girdiğinde yüzünün güzelliği öyle arttı ki, görenlere Yusuf aleyhisselam'ı hatırlatıyordu. Alnındaki nur sanki bir güneş olmuştu. Harikulade olaylar devam ediyor. Eskaza Abudllah putların yanından geçse, onlardan bir ses: -Ey Abdullah, sakın bize yaklaşmayasın! Sen yüksek şan sahibi o emsalsiz insanın nurunu taşıyorsun. O son Peygamberdir. Bize tapan bedbahtlar O'nun eliyle cezasını bulacaktır!.. Peygamber efendimizin dünyaya geleceklerine az zaman kaldığını kahinlerinden haber alan Şam Yahudileri, peygamberlik İsrailoğullarından gidecek diye karayaslara battılar. İçlerinden yetmiş genç Mekke'ye gidip Abdullah'ı öldürmeden geri dönmeyeceklerine and içtiler ve silahlanıp yola düştüler... Ne gece dediler, ne gündüz. Hırsla ve bilene bilene uzunca bir zaman sonra Mekke yakınına vardılar. Pusudalar. Maykuş gözleri ile çevreyi tarıyorlar. Günlerce bıkmadan, yılmadan, ortaya çıkmadan beklediler. Bir gün kolladıkları an gelip attı. Ava gitmek için şehir dışına çıkan Abdullah işte şuracıktaydı. Kılıçlarını sıyırıp peşine düştüler. O esnada tesadüfen orada avlanan biri daha vardı. Aynı zamanda Abdullahın akrabası olan Veheb bin Menaf. |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
Veheb, yahudileri güneş vurdukça parlayan kılıçlarla Abudullahın peşinde görünce niyetlerini hemen anladı ve arkadaşları ile birlikte onların önünü kesmeye karar verdi. Ancak kendileri birkaç kişi ve hazırlıksız; yahudiler kalabalık ve silahlıydı. Bu sebeple "acaba kavgaya tutuşsak mı, yoksa var geçmeleri için dil mi döksek?" diye aralarında tartışıyorlardı ki müthiş bir ses patlaması ile ürperdiler. Gök ikiye ayrılmış gibi kopan gürültünün ardından yeryüzüne yalın kılıç atlılar iniyordu. Yağız atların bu amansız suvarileri katil niyetli yahudilerin önüne geçilmez sıra dağlar gibi dizilip düşmanın hamle etmesine bile zaman bırakmadan bir anda hepsini biçti ve işleri bitince de lahzada kaybolup gittiler.
Veheb ve yanındakiler yalnız donaklamamış, nerede ise küçük dillerini de yutmuşlardı. Nice sonra şaşkınlıklarını üzerlerinden atarak toparlandılar... Abdullah, ormanın içlerinde olan bitenden habersiz avlanırken Veheb bin Menaf, düşüncelere dalmış olarak Mekke'ye dönüyordu. Bunda bir hikmet olmalıydı. Eşsiz bir güzellik, eşsiz güzel ahlak ve her bakımdan seçkin bir genç insan. Bu insanın tehlike anında korunması. Hem de nasıl ve kimler tarafından? Gök dehşetli bir gümbürtüyle sanki parçalanmış ve ademoğullarına benzemeyen yağız atlı yiğitler bir anda ortaya çıkarak suikast peşindeki yahudileri göz açıp kapayıncaya kadar yere sermiş, sonradan sırlara karışıp kaybolmuşlardı. Veheb, şahidi olduğu bu kadar olayın tesadüf olmayacğını bilecek kadar zeki ve akıllıydı. Zihninde bir fikir doğmaya başladı. Kızı Amine'yi bu gence verseydi?Kızına denk bir insan Abdullah'tan başka kim olabilirdi ki? Hiç kimse! tereddütsüz hiç kimse!.. Eve vardığında başından geçenleri ve niyetini hanımına açtı. Aminenin annesi de Veheb'in görüşündeydi. Abdullah bir tane ve Abdullah başkaydı. Kız tarafı vakit geçirmeden tekliflerini Abdülmuttalib'e götürdüler. Abdülmuttalib, Amine'nin kusursuz güzelliğini, yüksek ahlak ve iffetini başta kendi hanımı olmak üzere bir çok kimseden işitmişti. Devrinin her bakımdan en seçkin kızıydı... hanımı ile görüşüp, oğlu ile konuştuktan sonra Amine'yi Abdullah'a almaya karar verdi. Nikah, Ebu Talib'in evinde yapıldı; iki genç evlendiler. Peygamber efendimize ait nur, artık Amine hatundaydı. Abdullah, nikah akdinin yapılması için ağabeyi Ebu Talibin evine giderken yoluna Ümmül Kital isminde bir kız çıktı. Çok güzel, çok zengin ve alim bir hanımdı. Son Resul'e ait işeretleri kitaplardan okumuştu. Peygamberimizin babasının alnında ışıl ışıl yanan parıltıyı görünce bunun Muhammedi nur olduğunu derhal anladı ve Abdullah'tan kendisini zevceliğe kabul etmesini istedi ve şöyle bir teklifte bulundu: -"Evet" dersen sana yüz deve hediye edeceğime söz veriyorum. Bütün maksadı sevgili Peygamberimiz'e "ana" olma eşsiz şerefine kavuşmaktı. Ama civan delikanlı, Amine ile evlenmiş; nur, şimdi O'nun alnında parlamaya başlamıştı Şam Valisinin Fatıma, ismide bir kızı vardı. Bu kızcağız da çok okumuş, ilim sahibi biriyidi. İşaretlerden en son peygamberin gelişinin yakın olduğunu anladı. Bu yüzden Şam'dan Mekke'ye gitti ve Abdullah'ın alnında Muhammedi nuru görünce O'nunla dünya evine gitmeye niyetlendi. Abdullah Amine ile evlenmişti. Fatıma Abdullah'la karşılaşınca: -Ey Abdullah! Teptiğim bunca yol ve çektiğim onca zahmet, Muhammedi nura sahip olmak içindi. Fakat kader böyle takdir edilmiş. İsteğime kavuşamadım. Şimdi Şam'a avdet ediyorum. Dilerim belalardan ırak mes'ud bir hayat süresin, dedi ve üzüntü ile Mekke'yi terkederek yine geldiği yollara düştü. Abdullah'la evlenmediği için kedere kapılan sadece bu iki kızdan ibaret değildi. O'nun evlendiğini haber alan iki yüz kızın kahrından öldüğü, bir o kadarının da hastalanıp yataklara düştüğü söylenir. Abdullah'ın, düğün günü hem arefeye hem de Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan geceye isabet ediyordu. Düğün sebebi ile melekler göklerde şenlikler yaptı. Cebrail aleyhisselam, yeryüzüne inerek Kabe üzerine yeşil bir bayrak dikti. Ve: -İnsanların en hayırlısı ve peygamberlerin efendisine ait nur, Amine Hatuna geçti. O, yakında doğacaktır, diye dört bir yana seslendi. Melekler düğünü şenlikle karşılar, kurtlar, kuşlar birbirine müjde verip tebrikleşirken üzülen biri vardı; lanetlenmiş bir mahluk... İblis. Peygamberimiz anne karnına düşünce İblis, öyle üzüldü öyle üzüldü ki gamdan simsiyah olan yüzü ile dağ, deniz demeden dolaştı durdu. Nihayet bitkin ve ümitsiz bir halde Ebu Kubeys dağının dibine çöktü ve feryatlarla evlatlarını yanına çağırdı: -Ey oğullarım, dedi. Biz, bundan sonra iflah olmayız. Sonumuz geldi. Zira canlı-cansız her şeyin Peygamberi olan Abdullahın oğlu Muhammed, anne rahmine düştü. O, Peygamber olunca putları kırarak, zulmü yıkıp, adaleti getirecek, dünyayı mescidlerle donatıp imanı yayacak, küfrü yok edecek, hayırlı işler yapacak, iyiliği emredecek, yolunda gidenler saadete erecektir. İblis, hüngür hüngür ağlayarak şeytanlara anlatmaya devam ediyordu: -O'nun ümmeti yiyip içmeye besmele ile başlar ve bitirirler. Birbirlerine nasihat eder, emri maruf ve nehyi münkeri bırakmazlar. Bu şartlarda onları doğru yoldan saptırma şansımız kalmamıştır, diyerek saçını başını yolmaya başladı. Bir şaytan: -Ey efendimiz, kendinizi bu kadar hırpalamayın. Vaziyet o kadar ümitsiz değil. Adem Peygamberden bu güne kadar insanları nasıl aldattıksa yine öyle çalışır ve Ümmeti Muhammedi de yoldan çıkarırız diye görüş belirtti. Baş şeytan İblis: -Hayır! dedi, az evvel saydığım meziyetleri sebebi ile siz onlara yaklaşamaz kendilerini aldatamazsınız. Çünkü bu ümmetin mensupları kendi dindaşlarını herhangi bir yalnış hareketlerini gördüklerinde ikaz eder ve doğru yola çekerler. Az evvelki şeytan: -Fakat efendimiz, diye tekrar söza başladı. Fakat biz, onlara cimrilik çekememezlik, birbirlerinin malına mülküne sahdırma ve benzeri kötü duydu ve arzular aşılarız. Böylece onlar da bizim avcumuzda istediğimiz gibi hareket ederler... Bu sözler, İblisi rahatlattı. Oğullarına teşekkür etti. Ümitle dağıldılar. Abdullah'la Amine'nin düğünlerinin olduğu ertesi sabah bütün putların yüz üstü yere düştüğü; tahtların devrildiği görüldü... gelen Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır. Bu gelen tevhid ü irfan kanudur. (Mevlid'den) O, kitap kitap övülmüştür. Büyük, küçük hiçbir ilahi kitap yoktur ki, O'nu methetmesin. Vahiyle onun müjdesini getirir. İşte ilk insan ve ilk Peygamber Adem aleyhisselam'a gelen kitapçıktan satırlar. -O yer ve gök ehlinin en doğrusudur. Cömertlikte en üstündür. Kalbi ipekten daha yumuşaktır. Çok zaman hüzünlü ve çok zaman oruçludur. Hak tealanın korkusu ile doludur. Hep Rabbine yalvarır. Gündüzleri de ibadet eder. İnsanlarla birliktderi. Fakat dünya sevgisi gönlüne giremez. Sır saklar ve dostluklara vefa gösterir. İşte İdris Peygamber'in kitapçığı; -O, insanlarla beraber olur. Onları ağırlar. O, Allahın vaadinden asla şüphe etmez. Yüce mevlaya pek çok ibadet eder. Kulların suzlarını bağışlar. Allah'ın "dostum" dediği büyük peygamber İbrahim aleyhisselam'ın kitapçığı; -O, öyle bir kimsedir ki, insanları şehvet uçurumuna düşmekten korur. Kendisine yapılan kötülükleri affeder, günahları örter. İşte Tavrat! Yüce Allah'la konuştuğu için "Kelimullah" sıfatlı Musa Peygamber'in kitabı: -O, gönlü çok zengin olan bir mübarek zattır. Yoksul, kimsesiz ve düşkünlerin sevgilisi ve koruyucusudur. Zenginlerin hasta kalplerini tedavi eden bir manevi tabibtir. Yaşlılara hürmet eder. Çocuklara acır ve şefkatle davranır. O güzellerin en güzeli, temizlerin en temizidir. Sohbetinin lezzetine doyum olmaz. Yumuşak bir ses tonu ve güler yüz-tatlı dille anlatır. Gaflet dolu kahkahalar yerine pırlanta tebessümleri tercih. O, hükmederken çok adildir. Haksız bir iş yaptığı görülmez. Sabrı şaşılacak kadar çoktur. Derdlere, belalara, sıkıntılara sabreder ve yine şükreder. Fakat, Allah ve Resulüne inanmayan din düşmanları ile en amansız şekilde cenk eden bir bahadırdır. Savaş sonrasında hürriyetini kaybeden esirlere kötülük yapmaz. Onlara hoş davranır. O, suratını asmayan yüzü güleç bir insandır. Öyle bir Peygamberdir ki, hiç bir kitap, kalem ve mektebe lüzum kalmadan bütün ilimler; bilgisi, gizli, açık her ilmi kucaklamış olan ilim sıfatlı Allahü teala tarafından her tafsilatı ile kendisine öğretilmiştir. Yine Tevrat'tan: -O, Allahü teala'nın Resulüdür. Kalbi katı ve huyu kötü değildir. Aşağı şeyleri beğenmez ve onlara iltifat etmez. Her yerde ve her zaman ölçülü konuşur. Suçları affeder. Ümmeti güzel ahlaklıdır. Minarelerden namaza davet eden müezzinleri işitince abdest alıp camiye koşar, düzgün saf yapar, bir hizada dururlar. O'nun ümmeti, geceleri de zikreder ve ibadet yapar. Örtünmeye dikkat ederler... Mekke'de dünyaya gelecek, bütün insanları Hakka davet edecektir. O benim ismi Muhammed olan Peygamberimdir. O'nun varlığı yüzsuyu hürmetine gözlerden perde kalkar, kulaklar işitir, kalp gözleri açılır. O, bozuk dinleri ortadan kaldırıp hak olan islamiyeti yeryüzüne iyice yerleştirmedikten sonra ömrüne son vermem. Bu da sesi güzel Peygamber Davut aleyhisselam'a inen Zebur: -O'nun eli açıktır. Hiç kızmaz. Yüzü güzel, boyu güzel, huyu güzel, sözü güzeldir. Sözleri gönülleri rahatlatır; ruhları huzura kavuşturur. Nur yüzlü bu peygamber nefsi eve kalbi hasta insanların hakiki tabibidir. O, ölüm anını, mezarı, mahşeri ve cehennemi düşünerek çok ağlar, çok düşünür, az konuşur, az uyur, az güler, gülüşü tebessüm şeklindedir. Bu övgüler de göğe çekilen büyük Peygamber İsa aleyhisselam'ın kitabı İncil'den: -O, az yemek yer. Cimrilikten hoşlanmaz. Kimseyi çekiştirmez. Aceleci değildir. Hile yapmaz. Kötü söz konuşmaz. Kendisi için intikam almaz. Tembel değildir. Aza kanaat edip, çoğu ihsan eder. O'nun işleri ve tercihleri aşırılıklardan uzak ve bunların ortası üzeredir. Yerde ve gökte yaşayanların medarı iftiharıdır. O, günaha batmış olanların şefaatçısı, onsekizbin alemin rahmetidir. Cennette kıymetli kevser suyunu o dağıtacaktır. Daima doğruluk üzre ve daima ihlaslıdır. Dili her an Kur'an-ı anar. O öyle üstün vasıflarla yaratılmıştır ki, gözleri uyusa kalbi uyanık kalır. İnsanlardın gelen eza ve cefaya katlanır da yine şefaati bırakmaz. Kıyamet vakti herkes, o ana baba gününün dehşetinden adeta akıl ve şuurunu kaybetmiş halde "Allahım beni koru" diye inlerken O, "Ya Rabbi, ümmetimi koru" niyazında bulunacaktır. İsrafil'in "sur" ismi verilen borusu O'nun ümmeti sebebi ile çalacak; ölmüşler böylece yeniden dirilecektir. Kıyamet gününde herkes, O'nun şefaat etmesi için eteğine yapışacaktır. Ey İsa, Muhammed Mustafa'nın Peygamberliğini tasdik ve O'na iman et. Ben azimüşşan Adem'i cennet ve cehennemi O'nun sevigsi uğruna yaratdım. Eğer onu halk etmeseydim, hiçbir şeyi yaratmazdım! Veheb bin Münebbih hazretleri Allahü tealanın buyurduklarını semavi bir kitaptan naklediyor: -Hak ve adalet O'nun şiarıdır. O'nun dini islamdır. Onun bereketiyle dargın gönülleri barıştırır, ayrı tabiattaki insanları birleştiririm.. O'nun ümmetini ihlas ve ibadet yönünden öbür ümmetlerden üstün tutarım. Benim hoşnudluğumu kazanmak için evlerini barklarını, çoluk çocuklarını terk edip cihada gider, kafirlerle savaşır ve Allah yolunda seve seve canlarını verirler. Onlar namazda ve cihadda saflarını düz tutarlar. Namazlarını acele etmeden sakin sakin ve şartlarına uygun kılarlar. Her yerde beni anar, uzun gecelerde namaza kalkkar, gündüzleri din düşmanlarına meydan okur, arslanlar gibi döğüşürler. Bütün bu hasletler O'nun hatırı için ümmetine ihsan ve nimetlerimdir. Ben her şeye kadirimdir... Gelen işte böyle bir Peygamberdi. Her cephesi ile örnek ve üstün insan. Melekler ve Peygamberler bu gelişi müjdeliyordu. Nitekim o büyük insanın doğumundan beşyüzaltmış sene önce Ka'b bin Lüey de ilahi kitaplarda okuduklarından duygulanır ve O'nu şiirler okuyarak müjdeler: İnsanlar gafletteyken gelir yüce Peygamber, Muhammeddir, doğrudur, O'ndadır doğru haber. |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
EN İLK ve EN ÜSTÜN
Sen Ahmed ü Mahmud ü Muhammedsin efendim Hak'dan bize Sultan-ı müeyyedsin efendim. (Şeyh Galip) Vahiy meleği Cebrail aleyhisselam, anlatıyor: -Hazret-i Allah, beni yarattı. Onsekizbin yıl arz altında kaldım... -Ey Cebrail seni kim yarattı? -Sen yarattın yara Rabbi. Her şey senin ve sen her şeyi yaratansın... Bense... ben, güçsüz ve ihtiyaç sahibi bir mahlukum. Konuşmadan sonra bir onsekizbin yıl daha geçti... Yüce Allah yine sordu: -Seni kim yarattı? -Ya Rabbi, beni yaratan; öldürmeye ve diriltmeye kudreti olan sensin. Bense kuvveti hiç bir şeye yetmez biçarayim. Üçüncü onsekizbin yıl da geçti... -Ey Cebrail, ben kimim, sen kimsin?... -Allahım sen her şeyin yaratıcası ve sahibi; bense bir kulcağızım. Bu cevabımın peşinden bir merakımı dile getirdim: -Ya Rabbi benden üstün bir varlık halkettin mi? -Karşına bak, buyurdu... Yüce emre uyarak gösterilen yere baktığımda mbir nur gördüm. Ama nasıl bir nur? Güzelliğine hayran kaldım. Dört tarafında da dört ayrı nur? -Allahım, gözlerimi alan bu harika aydınlık da ne? -Seni, ne kadar melek varsa hepsini ve bütün her şeyi aşkına yarattığım nur!... O, en aziz kulum ve Peygamberimdir. O, canlı cansız her şeyin en üstünü ve en hayırlısı olan Muhammed Mustafa'dır "sallallahü aleyhhi ve sellem" Sordum: -Ya çevresindeki nurlar? -Sağındaki Ebu Bekir Sıddik, solundaki Ömer ibni Hattab, önündeki Osman bin Affan, ardındaki Ali İbni Ebi Talib'dir. "Radıyallahü teala aleyhim". -Ya Rabbi; bu beş kişinin diğer insanlardan üstün bir tarafı olmalı! -Bu beşi kendime dost seçtim. Onları seven beni sevmiş, düşmanlık eden bana düşman olmmuş olur. Bunları sevenleri cennete, sevmeyenleri cehenneme koyacağım. Hak yarattı alemi, aşkına Muhammed'in Ay ü günü yarattı, şevkine Muhammed'in İlk insan Adem Peygamber, arş üzerinde "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazısını görünce ismin sahibinin erişilmezliğini anladı. Ancak O'nun ismi sadece göklerin en yükseğini mahyalandırmamıştı. Kelime-i tevhid cennette her sarayda, her yaprakta, her çiçekte, her bucakta okunuyordu. Adem aleyhisselam, bu hali oğlu Şit Peygambere anlatıyor: -Cennette O'nun ismi ile güzelleşmemiş bir tek köşe bile görmedim. Her yan ve her yön o şerefli ismin pırıltılarını aksettiriyor. -Peki, babacığım hanginiz daha kıymetlisiniz? Şit aleyhisselamın sualine Adem Peygamber cevap vermek istememiş olacak ki sükutu tercih etti. Ne var ki aynı sual üçüncü kere tekrarlanınca ezeli hakikat daha o günden açıklandı. Alemlerin Rabbi buyurdu: -Ya Adem! Her şeyi senin için yarattım, seni ise o seçilmiş için!!! Cenneti o'nunla ve o'nun ümmetiyle dolduracağım. Kendisine arap dili ile Kur'an-ı kerim indireceğim. Bu kitabın emir ve hükümleri, hiç değişmeyerek dünyanın sonnuna kadar devam edecektir. Bu peygamber, benim en sevgili kulumdur. İyiliği her insana ulaşacaktır. O'na uyanlar seçkin kullarımdan olur. Büyük şefaat sahibidir. İsmi yer yüzünde "Muhammed" göklerde "Ahmed"dir. O'nu dünyanın sonuna yakın göndereceğim. Hiç bir Peygamber O'ndan üstün olmadığı gibi, hiç bir ümmet de O'nun ümmetinin sayısına varamayacaktır. Ümmeti abdestli gezer. Öyle ki bunların yerdeki nurları yıldızların gökteki aydınlığı gibidir. Ol dedi oldu alem, yazıldı levh ü kalem, Okundu hatm-i kelam, şannına Muhammed'in Adem babamız, cennetten çıkarılınca, üç yüz sene göz yaşı döktü. Çok üzgün ve çok pişmandı. Gaibden gelen bir sesin de hatırlatması ile el açıp-cennette iken Cebrail aleyhisselamdan öğrendiği bazı isimleri araya koyarak-dua etti: -Ya Adem, kıyamete kadar gelecek evladının günahlarının bağışlanmasını isteseydin bu isimlerin sahiplerinin sevgisi için yine kabul ederdin... Hep erenler geldiler, dergaha yüz sürdüler Zikr-ü tevhid ettiler, nuruna Muhammed'in O, müthiş tufandan önce Nuh aleyhisselama bir gemi yapması buyurulunca yüzyirmi dörtbin dört tane tahta hazırladı. Ve Cebrail'in tenbihi ile her tahtaya bir Peygamberin mübarek adını yazdı. Ancak ertesi gün tahtalardan isimler silinmişti. Olaya çok üzüldü. İsimleri tekrar yazdı. Devrisi sabah yazılar yine silindi. Bir daha yazdı ama bir sonraki gün tahtalar bomboştu... çok müteessir oldu... bir tuhaflık vardı bu işte. Sır, gelen vahiyle çözüldü. -Tahtaların ilkine benim, sonuncusuna da habibim Muhammed Mustafa aleyhisselamın adını yaz ki şeytan öbür isimleri silmesin. Nuh Peygamber, emredildiği gibi yaparak çalışıp gemisini tamamladı. Fakat dört tahta artmıştı. Bunu Cebrail aleyhisselamla konuştu: -Ya Cebrail, fazla gelen dört tahtayı ne yapayım? Vahiy meleği suali Hak teala'ya sundu. |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
İnsanlığın ikinci babası Nuh Peygambere haber geldi.
-Ey büyü peygamber! O dört tahtaya son peygamberimin dört halifesinin isimlerini yaz; gemi o zaman tamam olacaktır. Zira o dört insan, İsla dininin dört sütunu gibidir. İslamiyet onlarla ayakta kalır ve onlar sayesinde dünyanın her tarafına yayılır. Vahye uyularak denilenin yapılması ile gemi tamamlandı ve ondan sonra yüzebildi. Nuh Peygaber, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali'nin isimlerini artan tahtalara yazarak bunları gemisine çakmadıkça görünüşteki kusursuzluğa rağmen geminin yüzmesi ve felaketten kurtulması mümkün olmamıştı. Ya mü'minler... mü'minlerin de o dört büyük zatın ismini kalplerine yazmadıkça dıştan ne kadar olgun ve noksansız görünürlerse görünsünler büyük imtihanda kurtulmaları mümkün olabilir mi? Sadece iki cihan güneşi eşsiz ve emsalsiz Peygamberimizi değil, O'nun dostlarını da sevmek gerekiyor... Bu şart yerine gelmeden, O'nun sevdiklerinin aşkı kalbe yerleşmeden cezadan kurtulmak ne mümkün?... Veysel Karani kazandı, ahir yine özendi Sekiz uçmak bezendi, aşkına Muhammed'in İbrahim aleyhisselam, bir gün rüyasında Cenneti gördü. Uzunluğu yer ile gök arasındaki mesafeden fazlaydı. Meleklere: -Buralar kime mehsustur? diye sordu. -Evlatlarından Muhammed Mustafa ve o'nun ümmeti içindir, diye cevap verdiler. İbrahim Peygamber, dikkatle bakınca ağaçlarda"La ilahe illallah" budaklarında "Muhammedün Resulullah", meyvelerinde "Sübhanellah", "Velhamdülillah" cümlelerinin yazılı olduğunu gördü... Uyandığında rüyasını milletine nakletti. -Ümmeti Muhammed kimdir, diye sordular. İbrahim aleplisselam, düşünceye daldı. O anda Cebrail aleyhisselam peyda oldu ve: -Ne düşünüyorsun ey Allah'ın dostu, dedi. -Bir rüya gördüm... girdüklerimi ümmetime anlattım, Muhammed ümmetini öğremek istediler. Benimse bu hususta bilgim yok. Onun için düşünüyorum. Cebrail aleyhisselam: -Ben de fazla bir şey bilmiyorum, diyerek Cenab-ı Hakka arz etti: Yüce Allah şöyle buyurdu: -Muhammed, benim ahir zaman Peygamberimdir. Makbul kullarıma Peygamber olarak gönderecğim. O peygamberi bütün yaratılmışların arasından seçtim. Kendisini ve ümmetini yerden ve gökten yüzyirmi dört bin yıl evvel yarattım. Kıyamet günü O'nun yolundakilerin yüzü bütün insanların yüzünden daha ak, aydınlık ve abdest suyu değen vücut parçaları pırıl pırıl olacaktır. Feriştehler geldiler, saf saf olup durdular Beş vakit namaz kıldılar, aşkına Muhammed'in Tevrat, Musa aleyhisselama inince büyük Peygamber çok sevindi ve şükrünü dile getirdi. Cenab-ı Hak: -İnsanların kalbine baktım. En mütevazi olarak seni gördüm. Bu sebeple seni Peygamber yaptım ve benimle konuşma devletine erdirdim, dedi ve ilave etti: -Ölünceye kadar tevhid üzere ol. Sevgili Muhammed Mustafa'nın Resulüm olduğunu tasdik et ve kalbine O'nun muhabbetini yerleştir! -Ya Rabbi, Muhammed kimdir; O'nu tanımıyorum? -O öyle bir kimsedir ki yerleri ve gökleri yaratmadan binlerce sene evvel güzel ismini arşın üzerine yazdım. Ya Musa, sana çok yakın olmamı ister misin? Öyle bir yakınlık ki bedenine ruhdan ve gözünün siyahına beyazından daha yıkn olayım!.. -Allahım bundan gayrı ne arzum olabilir?... -Öyleyse Habibime çok selavat oku. Hak teala devam etti: -Ölen bir kimse Muhammed aleyhisselamı inkar etmişse, o bedbahtı sürüterek cehenneme attırırım. Beni görmesini nasip etmem ve hiç bir melek ve peygamberin şefaat etmesine de için vermem!... Bunu yolundakilere bildir. -Ya Rabbi O'nun hakkında biraz daha bilgi sahibi olmak isterim. -Eğer Muhammed aleyhisselam olmasaydı; yeri-göğü, cenneti-cehennemi ayı, güneşi, geceyi-gündüzü, melekleri, Peygamberleri ve hiç bir şeyi yaratmazdım. O'nun Peygamberliğini kabul etmezsen İbrahim halilulllah bile olsan sana eziyet ederim!... -Onun Peygamberliğini ve yüksekliğini kabul ettim Ya Rabbi!... Havada uçan kuşlar, yeşerüp dağ ü taşlar, Yemiş verir ağaçlar, aşkına Muhammed'in Davut aleyhisselam, bir gün Zebur okurken kitaptan bir nur yükseldiğini; bu nurun odayı doldurduğunu ve kalbinin rahatladığını gördü... Ve bu hal, her Zebur okuyuşunda tekrar etti. Nurun mahiyetinni Allahü tealaya sordu: -Ya Rabbi bu nur neyin nesidir? -O, habibim Muhammed Mustafa'nın nurudur. Cümle alemi onun hatırına yarattım. Bu tüyler ürperten ilahi cevap üzerine Davut Peygamber, yüksek sesle "Lailahe illallah Muhammedün Resulullah" dedi. Bütün yırtıcı hayvanlar, kuşlar, böcekler ve yılanlar, çevresine toplandılar ve: -Öyledir ya Davut! diyerek onu doğruladılar. Bu olaydan sonra Davut Peygamber, Zubur okumaya başlarken kelime-i tevhid söyle oldu. İmansızlar geldiler, andan iman aldılar Beş vakt namaz kıldılar, aşkına Muhammed'in O'nu övmeye kalkan erir ve tükenir. O'nu hiç bir lisan medhetmeye kafi gelmez. O' kelimeler üstü ve kelimeler ötesi ve gönüller dolusu sevgiye layıktır. Yunus kim ede medhi, över Kur'an ayeti Ah! vergil salevatı, aşkına Muhammed'in Biz de... kendim, eşim, dostum, tanışım, arkadaşım, binler, onbinler, milyonlar, milyarlar, O'nu o en sevgili ve en üstün'ün Peygambeliğini kabul ettik ya Rabbi... Bundan üstün devlet bilmiyoruz ya Rabbi!.. MEKTUP Ya Habiballah bize imdad kıl, Son nefes didarun ile şad kıl. (Süleyman Çelebi) Vakit, ahir zaman Peygamberinden bin yıl önce. Humeyr ibni Redi, hemen bütün ortadoğu'ya hükmeden bir hükümdar. Kalabalık sayıda vezir ve yardımcıları ile kudretli bir ordusu var. Yolu batıl; ateşe tapıyor. Buna rağmen kendilerine pek kıymet verdiği, işlerini danıştığı dört bin kişi var ki hepsi has müslüman ve alim. Humeyr, bir gün maiyeti ile birlikte tantanalı bir halde Mekke'ye geldi... Fakat O'nun gelişi Mekkelileri alakadar etmedi. Herkes işinde ve her şey akışında. Bu aldırışsız soğuk karşılama hükümdarın fena şekilde canını sıktı. Vezirlerini huzura çağırdı ve halktaki bu kendinden eminliğin sebebini sordu. Vezirler: -Buranın insanları araptır; asil kimselerdir efendimiz. Kabenin korunması onlara verilmiştir. Bundan dolayı değerleri yükselmiştir. Beytullah'ın bakıcısı olmanın verdiği şerefle soğuk duruyorlar olabilir. -Demek öyle!!! Humeyr'in kafasında soysuz bir plan doğdu; Kabe'yi yıkacak, halkı öldürecek ve şehri askerine yağmalatacaktı... Ancak bu fikirle beraber ve aynı hızla kafasına bir şey daha gitmişti: Müthiş bir ağrı... ağrının şiddetinden burnunudan ve gözlerinden kimsenin yanınna yaklaşamadığı pis kokulu bir su akmaya başladı. Günler ilerliyor; baş ağrısı, her an şiddetini arttırıyordu. Bütün sağlık arayışları savallı kalınca; O, ülkeler hakimi Humeyr, yaşamaktan yana iyiden iyiye karamsarlığa düştü. Ama yine de şifa aramaktan geri durmuyordu. Hastalığına bir çare bulması için mbaş vezirine emir verdi; O da hekimlere. Hekimler, o güne kadar görülüp, işitilmemiş bu hastalığı iyileştirmek için günlerce uğraştılar. Fakat bütün gayretler nafileydi. Emekler boşa gitmiş; çare bulunamamıştı. Bunun üzerine bir de ilim adamlarına danışıldı. Alimler, bu amansız dert için düşünmeye mbaşladılar: "Bu hastalık neden olmuştu ve niçin çare bulunamıyordu?" Bir alim, uzun uzun düşündükten sonra sebebi bulduğunu anladı. Baş vezire giderek: |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
-Hükümdar şayet sırrını bana açar ve sorularını cevaplandırırsa derdinin dermanını söylerim, dedi. Başvezir çok memnun kaldı. Birlikte Humeyr'e geldiler. Vaziyet kendisine anlatıldı. Alimin, sorularını hiç bir gizli-saklı taraf bırakmadan açıklaması bilhassa hatırlatıldı.
Hükümdar, zorlukla konuşuyor ve yanındakiler dehşetli pis kokudan büyük sakıntı çekiyorlardı. Dötbin kişiden biri olan alim sordu: -Bu sıralarda Kabe-i Şerif için aklından kötü bir şey geçki mi? Hasta, derin ve uzun inleyip karşısındakileri boş ve manasız gözlerle süzdükten sonra dudakları kıpırdadı. -Evet! O'nu yıkmak istedim. Cümlenin başı ve sonu arasında kurşundan dakikalar geçmişti... -Niçin yıkmak istemiştin ki? Ne mekkelilerin, ne de Kabenin bize bir zararı olmadı! -Evet olmadı ama; Mekke halkı bana hürmet etmedi. Hatta hürmetin kırıntısına bile rastlamadım. Halbuki her gittiğim yerde insanlardan büyük saygı görürdüm... -Burada göremeyince... Pis kokulu sulardan yatak, yorgan ıslanmış her taraf batmıştı. Hizmetçiler boş yere koşuşturuyordu. -Mekkelilerden hürmet göremeyince üzerine titredikleri Kabeyi yıkmak, halkı öldürmek, mallarını askerlerine yağmalatmak istedim. -Ve başına gelenler de bu niyetinle beraber geldi! -Evet; niyetimle beraber başıma korkunç bir ağrı girdi ve dünyamı zindan eden bu hastalığa yakalandım... Bu cümleden sonda odayı bir sessizlik kapladı... sanki alimle hasta arasında upuzun ve kavuşulmaz çöller vardı. Humeyr meraklı ve uzaktan alimin yüzüne bakıyordu. Hastalığı ile bu konuşulanlar arasında ne münasebet olabilirdi ki?... -Hükümdarım tutulduğun hastalığın sebebi işte bu fikrindedir. Zira yıkmak istediğn o Kabe'nin sahibi olan yüce Allah, gizli niyetleri de bilir. O'nun yanında gizli aşikar farkı yoktur. Susmuş ve dinlemeğe durmuş çöl yeniden hışırdamağa, rüzgar tok seslerle boşluğu yara yara koşmaya başlamıştı. -Bilmez; hiç bilmezdim! -Şifa bulman bu bozuk niyetinden vazgeçmene bağlıdır. Eğer Kabe için taşığın kötü düşünceden cayarak güzel niyetler beslersen iyileşirsin. Humeyr, derhal tövbe etti... alim, mbunun üzerine Kabe-i Şerifi, yapanı yapılış sebebini uzun uzun anlattı. Başvezir ve alim oradan kalkmadan hükümdar tekrar eski sağlığına kavuştu. Ve üstelik İbrahim aleyhisselamın dinini kabul ederek müslüman oldu. Beytullah'a karşı hürmet ve muhabbet duyguları ile bağlandı. Edep ve usülünü öğrenerek Kabeyi ziyaret etti. Eski kibir ve gururunu terkedip alçak gönüllü bir insan oldu. Bir kaç gün son da bir sultan sofrası hazılattırarak büyük-küçük, zengin-yoksul bütün Mekkelileri yedirip içirdi. Bu ziyafeti verdiği gece rüyasında bir ses işitti: -Mekke ahalisine itibar gösterdiği gibi Beytullah'a da hürmet et; O'nu örtülere bürü! Serin bir çöl gecesinde görülen bu rüyanın sabahında Humeyr, Kabe'ye hasırdan bir örtü yaptırarak ölttü. Sevincine diyecek yoktu. Fakat gece rüyasında: -Hasır O'na layık değildir. Daha güzel örtü yaptırmalısın! diye bir nida duydu. Bu sefer kumaştan mbir kılıf diktirerek Kabe-i Şerife giydirdi. Ama rüyasındaki ses, bu kumaşın da uygun olmadığı ve diğiştirilmesini istedi. Bunun üzerine devrin en pahalı kumaşlarından bir örtü dirtirerek altın ve gümüşlerle süsletip Kabe'ye örttürdü. Ayrıca, Kabe-i Şerifin içinde bulunan putları dışarı attırarak kilitli bir kapı yaptırdı; insanların kirli halde Allah'ın evine yaklaşmalarını yasak etti. Humeyr, bu güzel hizmetlerinden sonra Kabe'nin anahtarını Mekkelilere teslim ederek aydınlık Medineye doğru yola koyuldu. Medine o devirde çıplar; ne bir bitki var görünürde ne mbir ağaç. Kum, taş, tepe ve eriten güneş sıcaklığı. Ufuklar sır vermiyor. Acaba gölgelenecek bir yer yok mu? Humeyr, dörtbin kişilik danışmanlarından dört yüzünü alarak bütün Medine'yi makışı gören yüksek bir tepeye tırmandılar. Gözler, ordunun konaklıyacağı uygun bir yer arıyor... Ama uyanık kalbli o dörtyüz seçme insan, başka bir şeyi farkettiler. Elleri ile gözlerini güneşin göz kamaştıran parlaklığından koruyarak çevreyi incelerken sanki sessizliğin en derin noktasından kulaklarına bir şeyler fısıldanıyordu. Toprak bir çift söz söylüyor gibiydi... O, Mekke'den işte bu Medine şehrine, buradan sonsuzluğa geçecektir. Şüphe yok ki eski ilim sahiplerinin kitaplarında sözünü ettikleri yer burasıdır... Aralarında şu kara vardılar: "Şartlar çetin ve ağır; ama olsun; kavuşulacak şeref de o kadar yüksek ve mübarek. Biz burada yerlerek son Peygamberi bekleyelim. Olur ki O'nu görmek bahtına ereriz." kararlarını hürümdara açtılar. -Önceki alimlerden okuduğumuz bilgilere göre bu yer, en son ve en yüce Peygamberin gelip yerleşeceği bir kutlu mekandır. Şerefli namı Muhammed sallallahü aleyhise ve sellem, güzel dini ebedidir. O'nun ordusuna alemlerin Rabbi yardım eder. O tac ve burak, o, Kur'an,ı kerim, o liva-i hamd ve minber ve O, La ilahe illallah sözünün sahibidir. Buraya hicret edecek ve buradan ölümsüz aleme geçecektir. Biz bu büyükler büyüğünün gelmesini beklek isteriz. Belki nur yüzünü görmek mümkün olur. Bu sebeple hükümdarımızdan izin dileriz... Hükümdar, anlatılanları heyecanla dinledi; büyük memnuniyet duydu ve: -Ben de sizle kalacağım, dedi. Ancak bu karara asker ve tab'ası mani oldular. Bir ismi de Tebi olan Humeyr, bunun üzerine Medine'de bu dörtyüz kişi için evler yaptırdı. Onları evlendirdi. İhtiyaçlarını karşıladı ve içli bir bağlılık mektubu yazarak kendilerine teslim etti. -"Humeyr İbni Redi'den en büyük Resul ve son Peygaber Abdülmuttalib oğlu, Abdullah oğlu Muhammed aleyhisselam'a sunulan mektup: "...ben, senin nübüvvetine, bildirdiğin Allah'a getireceğin Kur'an'a iman ettim. Dinin, yolun ve İbrahim Peygamber milleti üzereyim. İslamiyet namına tebliğ ettiklerinin hepsi şimdiden can baş üzre kabulümdür. Olurki o saadetli zamanına kavuşmazsam beni unutmamanı ve şefaatinden mahrum ve mahsun bırakmamanı diliyorum." Humeyr, mektubu mühürlü olarak alimlerden Şamul'a verdi: iyi saklaması için ricada bulundu ve vasiyetini yaptı: -O mübarek Peygamber'i görme devletine erersen mektubumu kendilerine ver; şayet bu bahtiyarlığa eremezsen çocuklarına teslim et ve dikkatle sakllamalarını güzelce tenbih eyle; onlar da kendilerinden sonrrakilere aynı vasiyeti yapsınlar ve böylece emanetimi babadan oğula aktara aktara Peygamberlerin efendisinin yüksek huzurlarına takdim etsinler!.. Tebi, bu vasiyetinden sonra hazır olanlarla vedalaşarak Medine'den ayrılıp gitti ve bir zaman sonra da vefat etti. Eshab-ı kiram; Allah'ın sevgilisine arkadaş, dost ve yardımcı olan o soylu insanların bu dört bin alimin nesebinden geldiği anlatılır. Mektup, elden ele geçe geçe Şamul'un yirmi birinci torunu olan Eba Eyyub El Ensari'ye varacaktır. Bu sıralarda sevgili Peygamberimiz de Mekke'den Medine'ye hicret için yola çıkmışlardı. Medineliler o bayram havasında emaneti, bir an önce sahibine ulaştırması için herkesin çok sevdiği Ebi Leyli'ye verdiler... Ebi Leyli yollara düştü, bir konak yerinde Beni Selim kabilesinin misafiri oldu. Resulullah da o an oradaydı; ama Leyli, tanıyamadı. Peygamberimiz O'nu görür görmez: -Ebi Leyli sen değil misin? buyurdular. -Evet, benim; deyince -Tebi'nin mektubu nerede? diye sordular. Leyli şaşırmıştı: -Siz kimsiniz; diyebildi ancak. Mutlaka ulu biri olmalısınız. Yüzünüzde büyüklük işareti, sözünüzde huzur veren bir tatlılık var. Eşi olmayan insanda rahatlatan bir tarifsiz tebessüm: -Ben, Allah'ın Resulü Muhammed'im; mektubu getir. Ebi Leyli istenileni cebinden çakararak tazimle uzattı... Yüce Peygamber, mektubu yanındakilere okutttular ve: -Merhaba Salih kardeşim, merhaba salih kardeşim, merhaba sahil kardeşim!.. diye zamanlar ötesine seslenerek Humeyr ibni Redi'yi selamladılar. IRMAK N'ola tacım gibi başımda götürsem daim, Kadem-i pakini ol Hazret-i Şah-ı Rüsulün (1.Sultan Ahmed Han) Ortalık toz duman. Kopan fırtına; öylesine şiddetli ki, dalları ile yere kapanıp kapanıp doğrulan ağaçları bile köklerinden söküp havaya savuracak gibi. Göz, bir karış ötesini seçmiyor. Bir ara amansız fırtına uslanır gibi olunca göğe doğru dönerek yükselen hortum, sakin sakin tüten bir duman haline geliyor. Derken duman, bulutlara doğru süzülerek gözden kayboluyor ve bu defa bir ateş yığını fark ediliyor. |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
Sevgili Peygamberimiz'e, sallallahü aleyhi ve sellem, gelip içeri girmek için müsaade istediğinde ne hoş iltifatlara kavuşurdu:
-Hoş geldin, bütün kötülüklerden arınan, iyiliklerle bezenen ve beğenilen insan!... Bırakın gelsin. KÖLELİKTEN SULTANLIĞA YA BİLAL, EZAN OKUYARAK BENİ FERAHLANDIR. HADİS-İ ŞERİF Bir Mekke gecesi... Aydınlık ve duru duru bir gece. Şuradan buradan duyulan böcek ve kuşlar, gecenin derinliğinde eriyen doyulmaz sesleri le göğe kocaman gümüş bir madalyon gibi asılmış dolunaya hangi sırrı fısıldıyor dersiniz. Yıldızlar, yanıp sönen ışıkları ile uzaktan çevreledikleri aya mı, ürpertili yalnızlığı siyah bir kadife gibi üstüne çekmiş yeryüzüne mi, selam veriyorlar belli değil... Belli olan o ki bir gölgenin duvar diplerine sine sine yürüdüğü. Uzunca boylu olduğu anlaşılan tedirgin bir karaltı, etrafı iyice dinleyerek bir tehlike bulunmadığına emin olduktan sonra önünde durduğu evin kapısını usulca tıklattı: -Bilal! ...çıt yok. Karaltı az dinledi. Kapıyı daha hızlı vurdu ve deminkinden daha yüksek seslendi: -Bilal! Bilal! Susdu ve beklemeye başladı. Vakit eriyip eriyip giderken içerden ayak sesleri işitildi. Ohh nihayet geliyor.. Gelen, yaklaşırken, uykulu bir sesle sordu: -Kim o?! Dışardaki duyulur duyulmaz bir tonda cevap veriyor: -Benim! Ebu Bekr! Bilal, kapıyı aralarken: -Hayırdır! dedi, gecenin bu saatinde mühimce bir şey olmalı. -Seni İslam dinine davet için geldim! Bilal şaşırdı. Bu da ne emek? hem de gece yarısı! "İslam dini" ne demek? İçeri girerken sormaya devam ediyordu: -Ya Eba Bekr! Bu dediklerini sabah konuşsaydık olmaz mıydı? -Olmazdı, çünkü efendinin bunu bilmemesi lazım.. Bir kenare iliştiler. İnsanlığın ikinci en üstünü anlatmaya başladı: -Beşeri; içinde bulunduğu şu zelil ve ahmak mevkiden kurtularak tek ve hakiki mabud olan yüce Allah'a iman saadetine kavuşturacak İslam dinini, diğer peygamberlere de gelmiş olan Cebrail ismindeki melek tebliğ ediyor. Şimdi bu en kamil ve son dinin de bir Peygamberi var. Vahiy O'na geliyor. Ben O'nun elinden tutarak kendisine iman ettim. Arkadaşım olduğun için sana geldim. Senin de iman etmeni; senin de insanlık şuuruna ve mü'min olma huzuruna ermeni arzuluyorum. Şu putlar ilah olur mu canım? Düşünmek lazım. Akıl ve mantığımız var. Mesela kız çocukları niçin utanma sebebi kabul edilerek toprağa gömülsün; hem de diri diri! Çığırında çıkmış bir devirde yaşıyoruz. Halbuki, insan en üstün mahluk. Son dinin Peygamberi bozukluklarımızı ve bütün cihanı düzeltecek ve insana kaybettiği şerefini iade edecek. Bu peygamber, şimdi, aramızda. Gizli gizli dinini yayıyor. -Kim? Ben tanıyor muyum? -Tanıyorsun. Muhammed bin Abdulalh. Muhammed'ül Emin. Bugüne kadar bir tek kötü hareketine şahid olmadığımız, hepimizden ve herkesten üstün, asil ve dürüst zat... Hazret-i Ebu Bekr, radıyallahü anh, Mekke'de doğmasına rağmen aslı Habeşistanlı olduğu için "Habeşli Bilal" manasına Bilal-i Habeşi ismindeki köleye bu öz ve buna yakın kelimelerle anlatıyor. Umeyye bin Halef'in kölesi büyük bir dikkatle dinliyor. -Zencisin diye seni aşağı görüyor ve köle olarak tutuyorlar. Halbuki benim peygamberimin getirdiği dinde, kimsenin kimseye hiç bir üstünlüğü yok. Herkes Allah'ın kulu ve eşit. Üstünlük sadece ihlas ve takvada. Yani; kişi gayreti ile üstün olabiliyor. Paranın saltanıtı ile değil. Üstünlüğün ölçüsü de Allah'a yakın olmak; servet değil. bu din her cins haksızlığa en büyük darbe. Bilal'de heyacan zirvede. Duymadığı, üzerinde belki de hiç kafa yormadığı şeyler işitiyordu... sustu... ama ne güzel sözler bunlar. Muhammed'ül Emin, yüksek ahlaklı insan. Ebu Bekr, yine kibar mbir kimse. Bunlardan daha dürüst ve doğru sözlü biri yok ki! Ayın alaca ışığında disdize konuşan bu iki adamdan köle olanı bakışlarını yerden kaldırdı ve: -Şey, dedi. O'nun teklifini hemen mi kabul ettin? Bir menfaat peşinde olmasın?! -Evet; ben, tereddütsüz müslüman oldum. Bir çıkar peşinde olması imkansız. buna ihtiyacı yok ki. Hanımının ne kadar varlıklı olduğunu biliyorsun. Bilal, bir müddet sessizce düşündükten sonra: -Bana islamı öğret; nasıl müslüman olacağımı söyle, dedi. ...Ve, aziz dostunun rehberliğinde kelime-i şehadeti tekrarladı... -Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü!... zenci adamın dişleri, ayın şavkıyla pahalı inciler gibi yıdır yıldır yanıyordu... Gecenin şu saatinde her tehlikeyi göze alarak şuraya kadar gelmeye fazlası ile değmiş ve bir kişi daha müslüman olmuştu. Ebu Bekr efendimiz, son derece memnun ve bahtiyar dönüyordu. Bir insanın islamla şereflenmesine sebep olmak! Amellerin en güzeli; en mutluluk vereni. ........ Zenci köle, artık yürüyen bir nnur gibi. Bütün hücrelerini Allah ve Resulullah aşkı doldurmuştu.. O da annesine koştu, annesi de kurtulsun istiyordu. Anneciğinin kafir olarak ölüp ebedi felakete düşmesine gönlü razı olamazdı. Oğlu gibi köle olan Hamime, Bilal'i Habeşi radıyallahu anh'ın teklifi ile müslümanlığı kabul etti ve o köle kadıncık Eshab-ı Kiram ve ilk müslümanlardan olma nimetine kavuştu. Bilal, çok mert ve dürüst bir köle. Sesi ise inanılmayacak kadar güzel... Efendisi Umeyye bin Halef, ticaret kervanlarına O'nu yolluyor. İnsan-Hayvan, kervandakiler yorgun ve mecalsiz düştüğünde Bilal'in söylediği yanık ve içli nağmelerle herkes kendine geliyor; develer çatlarcasına koşturuyor; ses o kadar güzel ve tesirli... Hazreti Ebu Bekr'le dostlukları Şam'a giden böyle bir kervan arkadaşlığı ile başlıyor ve bu dostluk, Kureyş eşrafından bir çok kimseye nasip olmayan bir şansla zenci kölenin müslüman oluşu ile kardeşliğe dönüyor. ...Hazreti Ebu Bekr, Ammar bin Yaser, Yaser'in zevcesi Sümeyye Hatun, Süheyl-i Rumi, Mikdat gibi Bilali Habeşi ve Müslüman olduğunu gizlemiyor. Küfre açıktan ve cepheden cihad ilan edenlerden. Bunlar, Resulullah'la birlikte müslümanlığını saklamayan yedi öncü. İlk Mücahidler. Müslümünlığını işittiği günü kadar, Bilal'in,sahibi Umeyye bin Halef'in yanında kıymetli bir yeri var. Umeyye'nin, oniki köle ve bir kaç oğlu olduğu halde mühim işlerini çok sevdiği Bilal'e yaptırıyor. Efendisinin kervanla başka memleketlere ihraç edilen mallarını bu becerikli Habeşli siyahi köle götürüyor. Umeyye kendine nazaran makbul bir işi daha havale etmiş O'na; Bilal, aynı zamanda puthanenin de bekçisi. İyşte bu sevgi , beklenmedik bir haber üzerine müthiş bir nefretle yer değiştirdi. "Bilal müslüman olmuş ve puthanede ne kadar put varsa hepsini yere sermiş" lakırdısı Umeyye bin Halef'i önce şaşırttı; hakikat olduğunu anlayınca da evlatlarına bile tercih ettiği kölesine karşı merhametsiz bir zalim oldu. Hazreti Bilali Habeşi, radıyallahü anh'a, işkencelerin en korkuncunu yapıyor. Kölesi ya! O'nun için istidiğini yaparmış. Kime ne! Zaten kölenin maldan farkı var mıymış? Böyle düşünüyor zalim. Ve bu mantıktan aldığı kevvetle o mübarek sahabiyi sille-tokat ve sopa ile dövüyor, dövüyor. -Muhammed'i inkar et; Lat ve Uzza'ya dön; İslamiyyeti reddet, dedikçe büyük sahabinin cevabı: -Ehad,ehad / Allah bir, Allah bir!!! Yeniden tokat, yeniden tekme, yeniden sopa... Bir ağaca sıkıca bağlanmış mazlum insanın, patlamış dudak kenarlarından kan sızıyor. Gözleri, yanakları şiş şiş. Göz pınarlarından yaşlar yuvarlanıyor. Ama Umeyye'nin hıncı dinmiyor. Nasıl olur? Bir köle kendisi istemediği halde nasıl müslüman olur? Sair müşriklerle birlikte sürüte sürüte, kızgın sal-taşlara götürüyorlar. Öylesine kızgın ki bu düz taşlara et konsa biraz sonra pişecek hale gelir. Yine "dininden dön" teklifi. Yine red. Üzerinde ne varsa çıkarmışlar. Sadece bir don kalmış. Sallara yatırıyorlar. Günün en sıcak saatleri. Taşlar cayır cayır yakıyor. Bu da doyurmuyor Umeyye'yi, -Şu koca taşları da üstüne koyun! diyor ve çakmak çakmak gözlerini işkence altındaki garibin gözlerine dikiyor: -Muhammed'i yalanla, diyorum sana! İslamiyyetten dön! Sende hiç mi akıl yok? Nasıl da inanmıştım sana! Dön diyorum! Bir cahillik ettiğini söyle haydi; yoksa öleceksin! Cevap değişmiyor: -La ilahe illallah! La ilahe illallah Muhammedün resulullah! Altta yakıcı taşlar, üstünde kaya parcaları, kavuran Arabistan güneşi ve dehşetli ızdırap çeken kimsesiz bir insan, bir garip. Umeyye kafi görmüyor: -Kum atın üstüne!... Sıcak kum, kızgın zeytinyağı gibi vücuduna dökülüyor. Boğazına kadar kumlara gömülü... elleri ayakları bağlı, kıpırdayamıyor; bin zorlukla ve can çekişir gibi nefes alıyor. Saatlerce böyle ağır işkence çektikten sonra çıkarıp yine ateş gibi sallara yüz üstü yatırıyor ve bu defa sırtına ağır taşlar koyuyorlar: veya... Umeyye bin Halef, Ebu Cehil ve bir müşrik sürüsü, yüksek sahabinin ayağına ip takıp çıplak olduğu halde canavar dişi gibi sivri çalı dikenlerri üzerinde sürüterek bütün vücudunu yırtık ve çizikler içinde koyuryorlar. Hazret-i Bilal, kanlar içinde kalıp, kendinden geçerken onlarda en küçük bir vicdan sızısı yok... bilakis alay ediyorlar. veya... gündüz en yakıcı saatlerde bir direğe bağlayarak; suzuz ekmeksiz ta geceye kadar bekletiyorlar. Ayaklarına kara sular iniyor. Gece olurca da gelsin türlü türlü işkenceler. Bir gün... O'nu yine ateş gibi taşlar üzerine yatırılmış olarak aynı anzarayı görüyoruz. Umeyye: -Muhammed'i inkar et. İlahlarımıza dön. Gel vazgeç şu sevdadan! Diyerek sövüp-sayıyor. Bu islam öncüsü gevrek ve zor işitilir bir sesle aynı cevabını veriyor: -Allah birdir, Allah birdir!... Ehad! Ehad! Sanki onlarla hiçt alakası yok. Bunun üzerine kafirler, üç-beş kişinin zor kaldırdığı bir kayayı getirip mazlum sahabinin göğsüne koydular... ancak hırıltı halinde nefes alabiliyor. Nerede ise son nefesini verecek. |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
Öldürücü sıcak, göğsü üzerindeki müthiş ağırlık, açlık, susuzluk, vücudundaki ızdırap veren yaralar.... ve tükenen takat; bayıldı... saatlerce baygın kaldı... iyice zayıflamış. Avurtları çökmüş. Gözleri çukura kaçmış. Dudakları kansız ve çatlak içinde. Kısa kıvır kıvır saçları, seyrek sakalı terden ıpıslak. Bir tek kişi bile "yahu bu da insandır!" demedi ve o vaziyetten kurtarmadılar. Hazret-i Bilal, radıyallahü anh, gözlerini açtığında tışın göğsünden düşmüş ve güneşin gri bir bulut kümesinin arkasında kaybolmuş olduğunu gördü. Gördü ve şükrünü dile getirdi:
-Allah'ım senden gelen heş güzel... İşte iman, işte müslüman. Onlar nerede biz nerede? Nerede dayanılmaz zorluklara sabırla katlanan sahabi ahlakı; nerede bizim irade zayıflığımız... Allah'ım; bizi onlara benzet... Bilal'i Habeş'i de mecal diye bir şey kalmamış. Bitmiş durumda. Fakat işkenceler bitmiyor. Kafir olmaktan daha beter ne var ki? Bir deve yularını iki kat yaparak mübarek insanın boynuna geçirip, ipi çocukların eline veriyorlar. Boynunda ip, Mekke sokaklarında peşinde rbir alay çocukla sürütülen zenci köle. Onların gözünde köle. Aslında bir sultan... Görenler merak edip konuşuyor! -Ne olmuş? -Müslüman olmuş, efendisi ceza veriyor. Bir gün yine işkenceler altında; Umeyyeler, Ebu Cehiller ve daha niceleri kararlı: -Ya İslamiyetten dönesin veya seni öldüreceğiz! Göğüs ve karnında ağır ağır taşlar, yakan kum, tepede kızgın güneş. Ve tavizsiz konuşan İslam düşmanları. Teklif ve tehditler, hakaretler, alaylar birbirine karışıyor. -Hadi inkar et, Lat ve Uzza'ya dön, hadi delilik yapma dinimize karşı gelme! Cevap, sakin, yumuşak telaşsız: -Ehad, ehad /Allah bir, Allah bir... İşte tam o an Allah'ın Resulü görülüyor. Mazlum sahabi, ölümü beklerken bir müjde; Peygamberimizin sözü, serin sular gibi yüreğine serpiliyor. -Allahü tealanın ismini söylemek seni kurtarır! Efendimiz, oradan ayrılarak evlerine gittiler. Az sonra Hazret-i Ebu Bekr, geldi. Resulullah, Bilali Habeşi'ye yapılan işkenceleri anlatarak tarifsiz derecede üzgün olduğunu ifade buyurdular. Yüksek sahabi, derhal Peygamberimizin tarif etttiği yere koştu... Manzara dayanılır gibi değil. -Ya Umeyye! Bilal'e bü kötülükleri yapmakla ne kazanacaksın ki; size bir teklif; O'nu bana satın? Yüzler, Ebu Bekr, radıyallahü anh'a çevrili ve biraz şaşkın. -Sana satmak mı? Niçin satalım. Zaten sen bunları yoldan çıkarıp, Muhammed'in peşine takıyorsun. Fakat takas yapabiliriz. Mesela: -Kölen Amir ile değiştirebiliriz. -Derhal. Amir'i bütün malı ile sana bağışladım ya Umeyye! Yeter ki kardeşimi bana ver.. -Al senin olsun! Ebu bekr efendimiz, hemen dostunun üzerine koştu. Taşları attı, bağlarını çözdü ve O'na yardım ederek hanei saadetin yoluna düştüler. Müşrikler, Ebu Bekr'i kandırdıkları fikrinde oldukları için zevkden ağızlarının suyu akıyor. Çünkü Amir çok zengin ve o da Bilal gibi hünerli bir köle... Hem malları ile birlikte onu alıyor hem de bir sıkıntıdan kurtuluyorlardı... nasipsiz Amir, efendisi Ebu Bekr hazretlerinin müslüman olma teklifini her defasında geri çevirmişti. Herkes, serbest iradesi ile layık olduğu yeri buluyor. Kainatın efendisinin huzuruna vardıklarında Hazret-i Ebu Bekr, hiç vakit kaybetmeden hemen arzetti: -Bilal'i Allah rızası için azad ettim. Peygamberimiz, memnun kalarak dua buyurdular. Onu sevindirmek karşılıksız kalır mı? Hemen vahiy geldi. Velleyl sueresinin onyedinci ayet-i kerimesi ile Ebu Bekr radıyallahü anh'ın da cehennemden azad edildiği haber veriliyordu. Bilali Habeşi radıyallahü anh, hürriyetine kavuşunca uğruda akıl almaz işkencelere katlandığı Resulullah'ın yanından ayrılayarak O'nun müezzini oldu. Peygamber müezzinliği... ikinci bir kula nasip olmayan şanlı rütbe. O garip, kimsesiz köleciğe islamiyet hükümdarların kavuşamıyacağı bir makam vermişti. Ezan okuyor; ne güzel ses Allah'ım! Ferahlandırıcı ve deruni. O, ezan okurken gözler, yaşla, kalbler nurla doluyor. BABA'NIN ZULMÜ DE Kİ: MAĞRİB VE BAŞRIK ALLAH'IN MÜLKÜDÜR. O, DİLEDİĞİNİ DOĞRU YOLA İLETİR. BAKARA: 142 Ey alemlerin Rabbi olan yüce Allahım; babama hasta yatağından kalkmak nasip eyleme!... Bir beddua... Ağza alınması zor, müthiş bir söz. Bir evladın bababasının canını alması için niyazı. Bu evlat, hem de eshabdan biri! Nasıl olur? Bir sahabi öz babası için nasıl böyle konuşuyor? ............ Halid bin Said, bir rüya görüyor. Korkulu bir düş,.. tasvir edilmez dehşetli ile cehennem. Ateş, insanı tepeden tırnağa korku içinde bırakıyor. Korkonç bir yer. Halid, cehennemin kıyısında ve kaynayan, homurdanan ateş, gürül gürül... tam bu sırada arkasında babası Ebu Uhahya beliriyor. Ama bu adam çılgın... oğlunu cehenneme itekliyor. Halid, düştü düşecek; sallanıyor. Kibirden iki cihan sultanı Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, zuhur ediyor ve Halid bin Said'i belinden yakaladığı gibi ateşin ağzından çekip alıyor... ...Bir feryatla tavan inip kalkıyor adeta... Halid, Cehennemden kurtarıldığı an kopardığı feryatla uykudan sıçramış ve yatağından doğrulmuş oturuyor... Hala korkular içinde. Yemin ediyor: -Vallahi bu rüya aynen doğru!.. Sıkıntıdan boğulacak gibi. Hava almak üzere kendini sokağa atıyor. Gecenin erken saatleri olduğu için tek tük insanlar geçmekte. Bir dost çehresi arıyor. şu karşıdan gelen aşina biri galiba. Gecenin mavi loşluğunda bunun Hazret-i Ebu bekr olduğunu anlayınca seviniyor... rüyasını anlatabileceği aklı başında bir insanı görmenin memnuyeti. Hazret-i Ebu Bekr radıyallahü anh'ın önünde duruyor. Hoşbeşden sonra rüyadan bahsediyor. -Sahih bir rüya görmüşsün. Ebu Kasım son peygamberdir. Koş kendisine tabi ol! Halid bin said, pür dikkat ve pür heyecan dinliyor: -Rüyanın tefsirine gelince: Sen Muhammed ül Emin'in dinine girecek ve dava arkadaşı olacaksın. Yani O, seni rüyadaki gibi cehenneme düşmekten koruyacak. babansa maalesef cehennmlik olacak. -Öyle ise ben hemen O'na gidiyorum. Mübarek Peygamberimiz bu sırada eccyad adlı yerde.Halid, Peygamber aleyhisselam'ın huzuruna çıktı... Heyecanını saklıyamıyor. -Ya Ebul Kasım, sen insanları neye çağırıyorsun? -Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan bir tek Allah'a ve Muhammed'in de Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna iman etmeye ve duymayan, görmeyen, fayda ve zarar vermez, kendisine tapanları da, tapmayanrı da bilmeyen taş parçalarına ibadet etmekten vazgeçmeye davet ediyorum. Peygamber kelamı, Halid'in kalbini pamuk gibi yumuşatmış ve önünde yeni ufuklar açmıştı. Bu ne güzel davet böyle. İnsanı haysiyetine, insanı insanlığını idrake davet, insanı mantıksızlıktan, küçüklükten, basitlikten kurtulmaya davet. Mevlam bir kere nasip etmiş ya. Büyük devlete elbette kavuşacak... işte ikrarda! -Allah'dan gayri ilah olmadığına şehadet ederim. Ve yine şehadet ederim ki, sen Allah'ın Peygamberisin... İslamın altın zincirine beşinci halkanın eklenmesi efendimizi çok sevindirdi... Hem de iyi yetişmiş ve kültürlü bir insan. Halid bin Said radıyallahü anh'ın İslamiyetle şereflenmelerini önce hanımı Ümeyye radıyallahü anla ve sonra kardeşlerinden Ömer bin Said radıyallahü anh takip etti. Bunlar da "Sabikun-evvel" tabir edilen ilk müminlerden. İki kardeş, Mekke'nin gözden saklı bir yerinde namazdalar... Huşu içinde ibadet ediyorlar. namazı henüz bitirmişlerdi ki diğer kardeşlerinin yanlarına geldiğini fark ettiler.. Babaları çağırıyordu; Ebu Uhayha. Azgın bir islam düşmanı olan Ebu Uhayha. Gittiler... baba, sanki barut fıçısı. Bütün kızgınlığının hedefi Halid bin Said. -Doğru mu? Sen Muhammed'in dinine girmişsin, doğru mu? Gözlerinde nefret şimşekleri çakıyor. Asil sahabi ise alabildiğine sakin: -Evet; doğru! -Çabuk vazgeç ve özür diler! Sen, O'nun dini ile adetlerimize, inançlarımıza, putlarımıza, mazimize hakaret ettiğini biliyor musun? |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
O- doğru söylüyor. dedikleri hep doğru. Kendisine daha düne kadar 'Muhammed'ül Emin' diyen siz değil miydiniz? Yemin ederim ki islamiyet hak din. Geri dönmem mümkün değil. Dinimden çıkmaktansa ölmeyi tercih ederim! Derdemez Ebu Uhayha, elindeki sopayı Halid bin Said radıyallahü anh'ın kafasına kafasına indirmeye başladı. Bir taraftan da tehdit ediyor:
-Bundan sonra sana aş-ekmek yok! Seni söz dinlemez inadçı evlat seni! Hazret-i Halid efendimiz, sopalardan korunmaya çalışırken verdiği cevapla tehdidi bir kağıt gibi yırtıp parçaladı. -Sen nafakamı kessen de Allahü teala, rızkımı ihsan eder!... -Hala konuşuyor. Çabuk şunu mahzene tıkın! Ebu Uhayha'nın elindeki sopa Halid radıyallahü anh'ın üstünde parçalanmıştı... kafası yumurta gibi şişler içinde kalan, yüzünden kanlar sızan, mübarek sahabiyi evin havasız, ışıksız ve faerelerin cirit attığı mahzenine hepsettiler.. Ebu Uhayha, diğer çocuklarının onunla konuşmasını yasakladı... Hazret-i Halid, sıcak Mekke havasında burada üç güç aç-susuz hapis kaldı. Fakat Allah'ın lütfu ile bir fısatını bularak kaçıp firar etti ve şehrin dışında bir yere gizlendi... Kafirlerin, zulmü iyice azmış ve müminler, efendimizin talimatı ile Habeşistan'a Hicret etme hazırlığına başlamışlardı. İşte bu sırada Ebu Uhayha, ağır şekilde hastalanarak yatağa düştü. O hasta halinde bile "şu müslüman oldu; falan da müslüman oldu" gibi haberleri aldıkça öfkeleniyor ve: -İyileşirsem bir kişi bile putlardan başka bir şeye ibadet etmeyecek.Buna fırsat vermiyeceğim, diyordu. Bu zalim niyet, Halid bin Said'in yani Ebu Uhayha'nın zulmünden kaçan oğlu'nun kulağına geldi... İman-küfür mücadelesinde baba mı dinlenir? Ya iyileşir de müslümanlara sıkıntı verirse?! Bu sual, büyük sahabiyi huzursut etti. Öyleyse O'nu Allah'a havale etmeli... Bu şartlarda dua ve beddua eldeki tek silah... ...dua kabul oldu ve yer yüzünden bir müşrik daha eksildi... DARÜL İSLAM O KAFİRLER, İMAN EDENLER İÇİN; "EĞER ONDA (İSLAMİYETTE) BİR HAYIR OLSAYDI BU HUSUSDA ONLAR (FAKİRLER, ÇARESİZLER) BİZİM ÖNÜMÜZE GEÇEMEZLER, BİZDEN ÖNCE ONA KOŞMAZLARDI" DEDİLER. HALBUKİ ONLAR, ONUNLA (KUR'AN-I KERİMLE MÜ'MİNLER GİBİ)HİDAYETE KOŞAMADIKLARI İÇİN (KUR'AN-I KERİMİ İNKAR ETMEK İÇİN) "BU KUR'AN-I KERİM (MUHAMMED'İN ORTAYA ÇIKARDIĞI) ESKİ BİR YALANDIR" DİYECEKLERDİR. AHKAF: 11 Madem ki Kur'an inzal olacaktı; niçin Haşimilerden Abdullah'ın yetimi seçilmişti? Halbuki Mekke ve Taif'de nice büyü zenginler, herkesin hürmet gösterdiği liderler ve güngörmüş ihtiyarlar vardı... bunlar dururken Peygamberliğin ona gelmesi... böyle mbir eyi akılları almıyordu. Velid bin Mugire ile diğerlerri de böyle düşünmüyor mu? Velid: -Muhammed'e gelen şu Kur'an keşke iki memleketten birinin büyüğüne; mesela Ümeyye bin Halef'e inseydi derken; bir islam düşmanı elini arkadaşının omuzuna koymuş başıyla onu tasdik ediyor: -Doğru diyorsun dostum! Veya senin gibi birine gelmeliydi... -Teşekkür ederim... kendim için konuşmuyorum ama; mesela Sakif kabilesinden biri Mes'ud bin Amir veya Kinane bin Abdi yalil, Muattib veya Urve, nebi olsaydı daha yerinde olurdu. Sanki kendilerine sorulacaktı. Cenab-ı Hakkın rahmetini onlar mı bölüşüyor ki bu işe karışırlar? Kureyş'in bir de eskiden beri ürüp gelen aileler arası rekabet ve iç çekişme meselesi var. eğer Haşimioğullarından bire resul olarak kabul görürse bu aile, diğerleri ile mukayese kaebul etyecek derecede arayı açacak. ebu Cehil ve kafadarları bunun da korku ve kıskançlığını yaşıyorlar. Ebu Cehil, kendi kendine soruyor: -Haşimilerle hep yarıştık. Onlar, halka ziyafet verdi, biz de verdik. İhtilaflarda diyet ödediler, biz de ödedik. Halka ihsanlarda bulundular, biz de ihsan ettik. haşimioğullarıyla şan şöhret hususunda atbaşı koşturduk durduk. Şimdi ise kendine gökten vahiy geldiğini iddia ettikleri bir Peygamberimiz var, diyorlar. bune denk birini nasıl bulalım? Asla asla! O'na asla inanmayacağız!... Kalbi mühürlü nasipsiz Ebu Cehil, katmerli öfkeler içindeydi. Bu sebeple yeni müslüman olmuş hherkese koşarak bu mes'ud kimse zengin biri ise "seni batırırız. Servetini yok ederiz", diyerek, şeref ve itibarı yeksekse "seni rezil eder, halkın içine çıkamaz hale getiririz", diyerek, fıakir, köle, kimsesizse önce tehditle; netice alamayınca işkencelerle islam dininden koparmaya uğraşırdı. Zinnire radıyallahü anha'nın da ebedi saadet yolunu seçtiğini haber aldılar... 'bu kölelere de n'oluyor? Bunlar kim ki; ne ki efendilerine rağmen din değiştirme cesateri gösteriyorlar? Böyle bir hakları var mı? Bu nasıl terbiyesizliktir böyle!... İster erkek ister kadın; bu suçu işleyen kim olursa olsun en ağır cazalara çarptırılmalı ki diğerleri aynı hataya düşmesin. Cezalar ibret ve dehşet versin'. Gerçekten dehşet verici işkenceler çektiriliyordu ama sahabi imanı karşısında kötülükler güneş altındaki kar gibi eriyor... Evet kahramanlardan biri bir hanım. Kimi kimsesi olmayan bir köle. ...İşte, EbuCehil azgını, ellerini garibin gırtlağına kerpeten gibi geçirmiş onu zorla irtidat ettirmeye çalışıyor. Zinnire Hatun'un gözleri dışarı uğramış, rengi uçmuş, vaziyeti perişan olduğu halde: -Muhammed'in yolundan dön ve Lat ile Uzza'nın ilahlığını kebul et! Tekliflerini şiddetle reddediyor. Ebu Cehil, yorulunca başka kafirler işkenceye başlıyor. Günlerin hikayesi böyle. Sıcak güneş altında aç susuz bırakılarak iyice kuvvetten düşürüldükten sonra en gaddar baskılarla mürted olmaya zorlama... ve, elhamdülillah, şahane bir irade ve iman mukaveti ile en küçük sarsıntının olmaması. Küfrün ummadığı bir netice. Küfür, aşamadığı dağlar karşısında... Fakat maruz kaldığı kötü muameleler, müslüman hanımın sıhhatine ziyan veriyor. İşkence üstüne işkence, görme kabiliyetini kaybetmesine sebep olmuştur... Müşriklerin keyfi yerinde... ebu Cehil, cahiliyye cephesi adına konuşuyor: -Ey Zinnire! Gördün mü? Lat ve Uzza kendilerine tapmıyorsun diye gözlerini nasıl kör etti?... -Hayır ya Eba Cehil; Yanılıyorsun! Senin tanrı bildiğin Lat ve Uzza, her şeyden habersiz iki heykel. Ne kendilerine ilah diyenlenden haberi var, ne nefret edenlerden. Onlar hiç bir işe yaramaz. Lakin benim ezeli ve ebedi olan Allahım göz nurumu elbette iade edebilir... O her şeye kadirdir. Münkirler, işkence altındaki şu himayesiz fakir ve garip kadının gösterdiği iman ihtişamına hayret ediyorlar... Ve gerçekten bir zaman sonra Zinnire radıyallahü anha görür oldu. Hem de eskisinden daha iyi görüyor. Ebu Cehilller imana gelse ya! -Bu da Muhammed'in sihri. Yahi şu köle bizden daha mı akıllı ki doğruyu buluyor. Dinleri kabule layık olsaydı önce biz inanırdık... Cenab-ı Hak, bu kibir dolu sözleri Ahkaf suresinin onbirinci ayet-i kerimesi ile cevaplandırdı... Nehdiye, Lübeyne, Ümmü Ubeys müslüman oldukları anlaşılarak işkence ile küfre dönmeye zorlanan diğerbazı islam hanımları. ...en ağır zulüm, en vahşi işkencelere katlandılar; aç susuz kaldılar, vücutları yaralardan sızım sızım sızladı, ölümü şehidliğe giden yol gördüler ve şehid oldular.. İlahi aşk ve Resululalh sohbeti onları bir anda değiştirdi. Çağlayanlar gibi iman, şaşılacak irade, yorulmayan azimle asla, asla, asla yılmadılar. Çetin imtihanlardan geçerek onlar "eshab-ı kiram" oldular; Peygamberimize arkadaşlık rütbesine ravuştular ki bu rütbeye, bu manevi yüksekliğe sevgili Peygamberimiz'i göremeyen yüksek veliler en büyük alimler dahi varamadı. Ve bu iman ve hayat anlayışı ile kıyamete kadar gelecek müslümanların değişmez rehberi oldular. İşte altıncı müslümün; ilklerden Habban bin Eret, radıyallahü anh. Kalbi Allah ve Peygamber muhabbetiyle lebaleb dolu... küfür ehli, müslüman olduğunu anlayınca Habbab'a gördükleri yerde çullanıyor ve yeni dininden çevirmek için iknaya uğraşıyor; başarılı olamayınca 'bu da can taşıyor' demeden kuduz köpekler gibi saldırıyorlar... Hele şu manzaya bir bakın; Büyük sahibinin gömleğini almışlar. Suları fokur fokur kaynatacak kadar sıcak saatler.. Vücuduna ateş gibi taşları basıp basıp çekerken: -İnat etme gel Lat'ı Uzza'yı tanrı bil, diye bağırıyorlar. Ama O, her defasında kızgın taşlardan ta ciğerine kadar kavrulduğu halde: -La ilahe illallah Muhammedün Resulullah! diye haykırıyor. Ve bu mutlak doğru söz, zalimleri şaşkına çeviriyor. şu sıkıntılar içinde bile bir kölenin böylesine yiğitçe direnmesi kendileri gibi, bir dediği iki olmayan Mekke eşrafına karşı gelmesi aıl ve hafsalalarına sığmıyor. Çıldırıyorlar. Çalılar toplayarak Habban'ın vücudunu yukardan aşağıya, ayağıdan yukarıya dikenlerle tarıyorlar. Sivri ve sert dikenlerin açtığı derin çiziklerden yol yol kanlar koşturuyor. Susuzluktan ağzındaki tükrük kurumuş, vücudu taşlarla yakıldıktan sonra dikenlerle tarla gibi sürülmüş mübarek insan, Allah'a şirk koşanlara inat dişlerini sıkıyor ve kalan bütün gücünü topyalarak ünlüyor: -Allah!... Müşrikler, netice alamayınca dağılıyor. Hazret-i Habbab, zorlukla evine dünüyor. İstirahat mı edecek? Yaraları mı pansuman yapılacak? Ne gezer! evde başka bir zalim var. Habbab'ın sahibesi Ümmü Enmar adlı kafir kadın.. Eziyetlerden kolu kanadı kırılmış ve o bitkinlikle bir kenara yığılmış kölesine bir kadın vicdanına en aykırı gaddarlıkla zulümler yapıyor... İşte, elinde ateşte kızartılmış demir, kölesinin üstüne yürüyor. Sinsi ve merhametsiz adımlarla yaklaşıp Habbab'ın bışını bir kaç yerden kızgın demirle dağlıyor. Aklı sıra Lat ve Uzza adına intikam almakta. Hırsı tatmin olunca çekip gidiyor. |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
Fakat küfrün koyu zulmeti gözlerini bürümüş; kat kat gaflet içindeler. Habbab radıyallahü anh'ın göğsüne basıyorlar ki ateş bir an evvel kavurup kömür etsin... Ama seçilmiş insanın sırtında bir iki yer yandıktan sonra o mübarek vücut, ateşi söndürüyor... kafirlerin aklı almıyor bunu. Bari sussalar. Hayır! Ucuz yorum ve dillerinden düşmeyen yave hazır:
-Bu da sihir! Akıllarını sihirle bozmuşlar. ne hikmettir? Peygamberlerin Peygamberini bu kadar yakından gör, senelerce üstün ahlakına şahidlik et; sonunda gel onun tebliğine düşman ol. ............ Habbab radıyallahü anh, dua talebi ile yüksek huzurda: -Ya Resulallah! Beni dışarıda müşrikler ateşe atıyorlar; evede Ümmü Enmar pul pul demirler başımı dağlıyor; işte yaralarım. Şerlerinden kurtulmam için dua buyurmanızı istirham ediyorum. Sevgili Peygamberimiz, dini için bu kadar eza ve cefa gören aziz sahabiye üzüldüler ve dua ettiler: -Ya Rabbi! Habbab'a yardım et.. dediler ve devamla: -Sizden evvelki ümmetler arasında öyle kimseler vardı ki, demir tarakla derileri kazılır, etleri soyulurdu. Ama bu işkence onları yine dinlerinden çeviremezdi. Müminleri tepesinden aşağıya testere ile ikiye bölerler, fakat imanından taviz koparamazlardı. Yüce Allah, islamiyeti elbette ikmak edecektir... Fakat siz acele ediyorsunuz... Bir gün Ümmü Emmar'ın başı şiddetli şekilde ağrımaya başladı... sabahlara kadar ızdırıp çekiyor; inim inim inliyor. Kahin, sihirbaz, ilaç her şey nafile. Neticede, başının ateşde kızartılmış demirle dağlanması öğütleniyor. Bunu yaprsa acıları dinermiş. Habbab'a çağırdı ve emretti: -Acılarım azanca bir çubuk kızart ve başımı dağla.. Ağrı krizleri başlayınca Hazret-i Habbab, müşrik kadının kafasını cazır cazır dağlıyor. Elbette! kim dua buyurmuştu... ......... Bir avuç aşk ehli eziyet gördükçe, zulüm ve işkence çektikçe birbirine daha çok sarılıyor. Hepsinde örnek ahlak ve yüksek fedakarlıklar. mesela Hazret-i Ebu Bekr; islamiyetin henüz zuhur ettiği o zor günlerde unutulmaz hizmetler veriyor. peygamberimizi kabul eden kadın-erkek köleleri para verip satın aldıktan hürriyetlerine kavuşturuyor... Babası; merak ediyor: -Oğlum; bu zayıf köle ve cariyelerin diyetlerini ödeyerek azad edeceğine; güçlü-kuvvetli olanlarını satın alsan daha iyi olmaz mı? Seni zor zamanlarda himaye ederler. -Babacığım; Allah'ın rızasını kazanmak için böyle davranıyorum. Bütün işkencelere rağmen islamiyeti seçenler çoğalmakta. Mü'minler, çoğaldıkça da müşrikler, köpürüyor. İşkence, şiddet ve sulüm, müslümanlara azgın okyanus dalgaları gibi çarpmakta. Bunun üzerine Resulullah, eshabını bir araya toplamaya karar veriyorlar. emin bir yerde kuvvet birliği yapılacak. islamiyet anlatılacak; mü'min olmak isteyenler burada imana gelecekti. Bu baksatla ilk müslümanlardan erkam bin Ebil Erkam'ın evi karargah ittihaz edildi. Safa tepesinin doğusunda dar bir sokakta bulunan ve Kabe'yi gören stratejik bir mevki... Mü'minler burada gizlice toplanıyor. efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, sohbet buyururken pür dikkat dinliyorlar. Hiç bir kelimeyi kaçırmadan islamiyeti öğreniyor ve başkalarına da öğretiyorlar. Erkam radıyallahü ahn'ın evi ilk müslamanlar için hem kale, hem mektep, hem mescid, hem dergah. Hazret-i Hamza, Süheyl bin Sinan gibi bazı eshab bu evde kelime-i şehadet getirerek islamiyeti seçti.... Hazret-i Ömer'in hidayetine kadar islamiyet, buradan intişar etti. İlk dar ül islam; ilk islam yurdu burası...Dar ül Erkam müesseseleşmede ilk adım. Müminlerde böylece cemaat şuuru gelişiyor. Ümmetin ilk nühvesi... işte bu cemaat, bir gün kendi aralarında konuşarak şu ana kadar Peygamberlerden gayri hiç kimsenin kaffirlere ayet-i kerime okuyamamış olmasına hayıflanıyorlar. Abdullan bin Mes'ud radıyallahü anh: -Bu işi ben yaparım, diyor. -Ziyan görürsün. Ailen kuvvetli değil. desteğin yok! Diye yapılan itirazlara aldırmadan Kabe-i Şerife; Makam-ı İbrahime geliyor. Ortılk kafir dolu... Mübarek sahabi zerrece korkmadan yüksek sesle besmele çekerek Rahman suresini kıraate başlıyor. Münkirler irkiliyor: Bu ne okuyor böyle, diye birbirlerine soruyorlar. Muhammed'in getirdiklerini. Ya öylemi? Şimdi okumak nasılmış görür! Abdullah bin Mes'ud'a tekme ve tokatlarla saldırıyorlar; fakat büyük mücahid o şartlarda bile okumaya devam ediyor. Ellerinen kurtulduğunda yüzü gözü şiş ve yaralıydı. Ama ilk defa küfrün üzerine yürünmüştür ve bu yürüyüş, istikbalde çığ gibi yürüyecektir. Bir gün de Ebu Düb vadisinin ıssız bir köşesinde Sa'd bin Ebi Vakkas, Said bin Zeyd, Abdullah bin mes'ud Habbab bin Eret cemaatle namaz kılıyorlar... Bir grup müşrik nasılsa bunu haber almış ve yanlarına gelerek alay etmeye başlamışlardı. Namaz bitince mü'minler, bu yılışık kafirleri bir güzel tartakladılar. Sa'd bin Ebi Vakkas, eline geçen bir deve kemiğini kılıç gibi kullanarak alaycılardan birinin kafasına indirdi... elhamdülillah, kafirlerden birinin kafası yarılmış kan akıyor. Küfür, kan kaybetmeye başladı... Müminler, Müminler kafirleri önlerine katıp kovalıyarak oradan, def ettiler... küfür, geriye doğru saymaya başlamıştır. bunun farkında değil. İyi ki de deği! Ordulaşacak cemaatten ilk işaret... ALLAH ve RESULÜNÜN MUHABBETİ UĞRUNA Sevgili Peygamberimizi düşmana karşı müdüfaa Ederken sağ kolu ani bir kılıç darbesi ile Kesilince sancağı sol koluna alan sol kolu Kesilince kesik kolları ile onu bağrına basan Ve şehid olunca üzerindeki entari Yetmediğinden ayak tarafı ancak otlarla Örtülmek suretiyle toprağa verilen o büyük Sahibeye gökteki yıldızlar, çöllerdeki kumlar ayısınca selam olsun. Kıvrım kıvrım siyah saçlar,cezbedici yüzü, mevzun boyu ayakkabıdan elbiseye kadar tril tril kıyafeti ile Mekke'nin en zarifi, en narini, en kibarı ve en güzeli: Yani: Mus'ab bin Umeyr. Mus'ab bin Umeyr, çok zengin bir ailenin çocuğu; mükemmel bir tahsil görmüş. Kıvrak bir zeka ve üstün fesahat ve belegata sahip. Bu yüzden de annesi başta olmak üzere bütün aile üstüne titriyor... Fakat O, içinde bulunduğu halden memnun değil. Şu putların tarı olması ne demek? Hihayeti ağaç, taş, cansız cisim. Aklı almıyor böyle bir şeyi, İçinde bir boşluk var. Sebebini bilmediği bir sıkıntı, cevabını bulumadığı sualle, iç dünyasını zorlayıp duruyor... Allah, şu cansız heykeller olmamalı... Allah, elbette madde ve cisim değil. Ve bu sebeple Mekke sitesinin bu entellektüel genci, aileden gelen şu batıl dine; daha gerçek ifadesi ile; din zannettikleri düzmeceye içten içe isyanda haklıdır. Mus'ab, yaşadığı coğrafyanın din diye sarıldığını kabullenemiyor. Bu nasıl din ki şu toplumun ileri tutar tarafı yok? Seçkin genç, bu fikirle çalkalınırken beklemediği bir zamanda ruhunun penceresinden bir nur hüzmesi akmaya başlıyor. İslamiyeti işitiyor. Muhammer-ül Emin, yeni bir dinden bahsediyormuş; kendisi de o dinin peygamberiymiş... Sağdan solran O'nun büyük çağrısı kulağına çalınıyor. Ne güzel sözler... bunlar, insan aklının eseri olamaz! Mus'ab, bu sözlerdeki derinlikle çarpılıyor sanki. Ve davet, O'nu da Darül Erkam'a çekiyor. Burada Allah'ın Resulü'na dinliyor. Yeni dinin mahiyetini öğreniyor ve müslüman oluyor. Kuş gibi hafif. Bütün iç huzursuzluk ve sıkıntılar süngerler silinmiş gibi. Şimdi Mus'ab radıyallahü anh, bir kat daha... hayır bir kat değil; bin kat daha güzeldir, bin kat daha kibardır, bin kat daha zarifdir. Sadece zahiri değil, batını da süslenmiştir. Darül Erkam'a gizli ziyaretleri devam ediyor. ... kelime-i şehadeti söyledikten sonra büyük borç namaz. Mü'minin ömrünün sonuna kadar şerele ifa ettiği; ifa etmeye mecbur olduğu büyük yükümlülük. Müslümanı namazsız düşünmek nne kadar zor. -Mus'ab, Muhammed'in dininne girmiş; namaz kılarken gözümle gördüm; haberiniz olsun! İhbar, evde bir bomba gibi infilak etti. Hazret-i Mus'ab'ı bularak aile divanını kurdular. Ve derin bir sorgulama başladı. Nasihatleri; Tehditleri hep boş... Belliki hiç bir tedbir O'nu, yüzünü döndüğü yönden çeviremeyecek. Tek yol geriye kalıyor; Şiddet, zulüm ve baskı. Anne-babasının emri ile mahzene attılar. Burada günlerce aç susuz bırakıldıktan sonra bir gün en kızgın saatlerde, güneşin altına çıkarılarak dayak ve eziyete başladı. Oğulları ile haklı olarak iftihar eden ve üzerine titreyen anne-babası şimdi O'na bir tercih hürriyetini çok görüyor ve insafsızca işkenceler yapıyorlardı. Öz anne-baba, öz evladına nbunu eder mi? Bu ne taassuptur böyle? Ama ne hepis ne işkence... -İslamiyetten dön! Talimatları hep red cevabı alıyor. Büyük sahibinin aile efradı, öfke ve üzüntü içindeler. Bu nasıl iştir, ne beladır başlarına gelen!!! Baskılara kahramanca direnen Mus'ab hazretleri: -Muhammed'i inkar et, onun haber verdiği Allah'ı inkar et, cahillik etme, sana ne oldu, sen ki şu beldenin en akıllı genciydin. Deli olma! Sana mutlaka büyü yapılmıştır. Zaten senin Peygamber dediğin de sahir!.. ...Bu ve benzeri sözlere kainıtın değişmez mutlak hakikatı kelime-i şehadet ile cevap veriyor... -Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve Resuluhü!... Yeniden zından; tekrar işkence, bir daha zından ve netice alınamayanıca hep zından. ....... Büyük mazlum, bir gün serbest bırakıldı. Nereye gitse? Onların yanına mı; yani ailesine? Aile mi kaldı? Anne annelikten çıktı, baba babalıktan... Şimdi en yakınları ile arasında kapanmaz uçurumlar var. Yollar ayrıldı. Maksatlar farklı. Fikirler, duygular, heyecanlar uyuşmuyor. Ve aynı kanı taşıdıklarından çektiklerini, yabancılardan görmüyor. Mus'ab rıdayallahü anh; ailesinin gözbebeği Mus'ab; tiril tiril kıyafeti, aşılmaz kibarlığı ile bütün hayranlıkları etrafına bir hale gibi çekmiş olan Mus'ab, bu şehire yabancılaşmıştır artık. Artık, bu insanlarla ortak tarafı yok. Onun kalbi, onun; efendisinin etrafında mum alevinde dönen pervaneler misali aşkla uçuşan yeni dinin salikleri ile aynı frekansta atıyor. Şimdiden sonra anne onun için yok, baba onun için yok, aile onun için yok, akraba yok, komşu yok, şu şehir dolduranlar yok. Bunların hepsi onun yolunda ve onun uğrunda ölmüştür... efendisi Muhammed, sallallahü aleyhi ve sellem için. Bütün bunlar yok ama; Allah var. Allah'ın habibi var... Öyle ise O, ne sonu gelmez sıcak kum deryalarında; ne de yalnızlığın insanı bir bıçak gibi kestiği buz ummanlarında. Allah var gam yok. Bu, hakikatın, ta kemiğe kadar, iliğe kadar işlediği iman... Muminler, efendimizin emirleri ile birazcık nefes alabilmek için Habeşistan'a hicret ediyorlar. İşkencelerden yakayı kurtarmak başka türlü mümkün değil. Mus'ab radıyallahü anh da aralarında... Bu öncü sahabi, Habeş diyarında bir zaman kalıyorsa da Peygamber aleyhisselamın aşkına daha fazla dayanamayarak, yeniden Mekke yollarına düşüyor... O, Mekke'den içeri girdiği sırada kainatın efendisi, aleyhisselatü vesselam, Hazret-i Ali Keremmallahü vecheh, iele bir kenarda oturmuş sohbet ediyorlar... Uzaktan bir gelen var. Gelen, yaklaşınca Resuller şahının gözleri yaşla doldu. Zira dünün o en pahalı ve en güzel giyinen gencinin üzerinde eski püskü ve yamalı bir entariden başka bir şey yoktur. Hey gidi hey!... Şıklık ve zarafetinden yürüdüğü sokaklarda insanların pencerelere dökülüp ardınca baktığı Mus'ab bin Umeyr! Bu ne kahramanca fedakarlıktı böyle?.. İşte Sevgili Peygamberimiz nemli gözlerle, bunu ifade buyuruyorlar: -Kalbini Allahü teala'nın nurlandırdığı şu kimseye bakın... Allah ve Resulünün muhabbeti onu bu hale getirmiştir. YEMENE SIÇRAYAN NUR KIVILCIMI RESULULLAH'IN BÜTÜN HARPLERİNDE BULUNAN; HAZRET-İ EBU BEKR DEVRİNDE İSLAMİYETİ TERKEDEN BEDBAHT MÜRTEDLERLE YİĞİTÇE VURUŞURKEN ŞEHİD OLAN O KAHRAMAN SAHABİNİN YÜKSEK RUHUNA OKYANUSLARA KOŞAN COŞKUN IRMAKLARIN BERRAK SULARI KADAR SELAMLAR OLSUN. Peygamberimizi dinleyen biri şayet peşin hükümlü değilse mutlaka müslüman oluyor... insanların böyle tek tek müslüman olmaları putperest Mekkelileri son derece rahatsız etmekte. Bu yüzden etrafını uzaktan uzağa görünmez duvarlarla çevirerek insanlardan tecrid etmeye çalışıyorlar.. bu duvarlar; yalan, iftira ve dedikodu aşağılığı tarafdan kuşatıp aynı sözleri belki bin kere tekrarlayarak alabildiğine bir menfi propaganda ile beyin yıkıyorlar... Tufeyl bin Amr'ı bile bu korkunç söz taarruzu ile kandırabildiler. O Tufeyl ki Yemen'in en iyi kabilesine mensup seviyeli bir insan. Aynı zamanda şair. Arapça lisanının ustalarından. Buna rağmen. O'nu da şaşırttılar. Tufeyl, duyduklarından ürktü ve tedirgin oldu. ...İslam güneşinin dünya ufkunda karanlıklar ıyırta yırta ağır ama emin bir yükselişle doğduğu günlerdi.. Kafirler, müminlere sadestçe zulmediyorlar. İşte bu hengamede Tufeyl bir Amr, Mekke'den içeri girdi. Ticaret yaptığı için bu şehre zaman zaman gelir; hem alış veriş yapacak hem de Kabe'yi ziyaret edecektir. çünkü hac mevsimi. Niyeti ve geliş sebebi bu... Ya kendisini bekleyen istikbal? Orası esrarlı bir perde ile örtülü. Tufeyl'in geldiğini gören islam düşmanları, yanına gelerek hoş-beşten sonra konuşmaya başladılar. Sözü biri bırakıp biri kapıyordu... -Aman dikkatli ol! Abdülmüttalib'in yetimi vardı ya; hatırlar mısın? Evet canım Muhammed! Şimdi büyük iddialar peşinde; Peygamber olduğunu söylüyor. Güya kendisine Kur'an isminde bir kitap geliyormuş. Şaşırdın değil mi? Büyülü sözleri ile aramıza ikilik soktu. Bir çok kimse de kandı ona Baba ile oğulu, karı ile kocayı birbirine düşürdü; kardeşi kardeşe düşman etti... aman ha semtine uğrama! O'nunla karşılaşsan bile tek kelime konuşma! Sözlerinin sihrine kapılırsın! Bizim başımıza gelen bu felaketin uğursuzluğu sizi de sarmasın. Onun için en iyisi burada fazla kalmayarak memleketine dönmen. Bunları söyleyenler sıradan kimseler de değil. Şehrin en tanınmışları. Hatır sahibi insanlar... O yüzden Tufeyl şaşkın ve tedirgin. Buraya ne için gelmiş; karşısına nasıl bir hadise çıkmıştır... Kader'in kendisini o mübarek hadiseye taraf yapacağını Tufeyl nasıl bilsinki... Bu azametle yürüyen ve kendilireni imtiyazlı gören adamların ettiği laflar o kadar çok tekrarlandı ki Tufeyl'de söylenenlerin doğruluğundan en ufak şüphe kalmadı... tamamen müşriklerin etkisindeydi; kararını verdi: Şayet O'nunla rastlaşırsa asla konuşmayacak; bir şeye söylerse cevap vermeyecekti... Şanlı-şöhretli şu kadar aklı başında insan yalan söylemiyordu ya! Geldiğinin ikinci sabahında Kabe'ye giderken kulaklarını pamukla tıkadı. Olur ki karşılaşırlarsasözlerini duyarak ona inanabilir. Gençi zayıf iradeli değildir ama; yine de ne olur ne olmaz!.. Gerçekten Tufeyl bir Amr, Kabe-i Şerif'e vardığında Resulullah, sallallahü aleyhi vesellem, namaz kılıyordu. Tufeyl, sözlerinden kortuğu, kendisinden kaçtığı insanın her nedense gidip yakınında durdu. Hayret! O kadar yer varken efendimize yakın durması!... Asıl heyret edilecek olansa daha sonra vuku buldu. Kulağını sıkıca kapatan pamuğa rağmen yabancı adam, Peygamberimizin okduğu Kur'an-ı kerimden bazı parçaları işitti. Ve işitmesiyle derin bir hayranlığa kapılması bir oldu. Neye uğradığına şaşırdı. Bu ne tatlı sözlerdi böyle! Ve o an aklını başına devşirdi. Ne diye şuna buna kanarak çocukça hallere giriyordu? Kendinden utandı ve yaptıklarını kınadı. "Ben dedi, kendi kendine mırıldanarak, iyi ile kötüyü ayırdedemeyecek birimiyim? Üstelik de şairim? Öyle ise bu korku niye, dediklerini beğenirsem, O'nu kabul eder, yoksa reddederim." Pamukları kulaklarından aldı ve bir kenara saklanarak çıt çıkarmadan kainatın baştacının anlatılmaz güzellikteki bir huşu ile okuduğu "Kur'an" buydu. Bu ne sihir ne de şiir. Bu sözler, beşeri değil. Bunlarda ilahi bir koku var. İlahi bir renk, ilahi bir ahenk taşıyor. Tufeyl, olduğu yere çakılmış gibiydi. Zevk ve huzurdan, çevresinden kopmuştu. O şimdi sade bir çift göz olmuş iki cihan sultanını seyrediyor ve büyük rehberin dudaklarından kanatlanıp uçuşan surelerin sonsuz lezzetini yudumluyordu. Nihayet Sevgili Peygamberimiz, namazını tamamlayarak evlerine dönmek üzere yola koyuldular. Ama; yalnız değiller. Bir gölgenin de mahcup adımlarla yüce sulatının ardısıra gelmekte olduğunu görüyoruz. "O da kim?" diye sormamıza hacet yok. Çünkü tahmin ettiğiniz gibi bu Tufeyl bin Amr ed Devsi'nin ta kendisidir. Çünkü... ...çünkü O'nu namazda gördüğü ve billur sesinden Kur'an-ı kerim'i ilk iştiği an içinde nurdan yanar dağlar indifa etmeye başlamış ve sana'tkar sezişi ile doğru bulmuştur... daha doğrusu ezelde takdir edilen vuku bulmuştur. Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, Hane-i Saadetlerine dahil olunca peşindeki aşık da mukaddes eşikten adımınnı atıyor: Boynu bükük olarak halini arz ediyor: -Milletin, hakkında kötü konuşuyor. Seni bir ağızdan bana çok fena karaladılar. Öylesine ürktüm ve o kadar çekindim ki ne olur ne olmaz sözlerin kulağıma çalınır da kanarım diye Kabe'ye gelirken kulaklarımı pamukla tıkadım. Ama hikmete bakın ki, okudukların, hem kulaklarımın hem kalbimin pasını sildi!.. Allahın Resulü bana islamiyeti anlat! Kabule, müslüman olmaya hazırım. Efendimiz, bu nasipli kula biraz kelamı kadim okudular... Tufeyl, bundan daha güzel sözü ömründe işitmediğini söyleyerek kelime-i şahadet getirip müslüman oldu. Ve müslüman olarak Peygamberden sonra en üstün insanlar sınıfı eshab-ı kiram'a dahil oldu, radıyallahü anh... Müslüman olanın ilk düşündüğü ailesine, kabilesine kavmine koşmak... Evinde yangın olduğunu öğrenen insanın ilk yapacağı iş, yakınlarını kurtarmaktır. Az daha gecikse sevdikleri cayır cayır yanailir. Sokakları yıldırım hızı ile aşıp merdivenlerden üçer beşer atlayarak kapıdan içeri dalarken bu adamın kafasında sevdiklerini alevlerin canavar ağzandan almaktan başka fikir yoktur. Sevgili Peygamberimiz'den islamiyeti öğrenip de insanların şu halleri ile dolu dizgin cehenneme koştuklarını anlayan her yeni Mü'min'in ilk aklına gelen en yakınından başlayarak beşeriyeti kurtarmak. Maksat memleketler fethi, ünvan ve tahtlar değil. Eshab-ı Kiram'ın en namüsait şartlarda kıtalar ve denizler aşarak yedi iklim dört bucağa at koşturmasının hikmeti bu. Onların atlarının izninin kölesi olalım. Onlar sırtlarında sade bir entari ellerinde çıplak bir kılıçla kızgın güneşleri, donduran soğukları yenerek islamiyet müjdesini topraklarımıza kadar taşımasalardı acaba şimdi kimdik ve ne idik? Kalbine yüce dinimizin güneşi doğana Tufeyl bin Amr, radıyallahü anh, Peygamber-i Ekber, sallallahü aleyhi vesellem'den aldığı feyz ve ilhamla islam meşalesini ailesine ve milletine taşıdı. Ebedi kurtuluşun nurdan kıvılcımları şimdi Yemen'e sıçramıştı. çııÖÖçşıÜüNübüvvetin beşinci yılı. Zulme dur durak yok. Küfür, insafsız yangınlar, azgın dalgalar gibi mü'minlerin ve bilhassa arkasız mü'minlerin üstüne geliyor. İnkar cephesi için artık hayatın bir tek maksadı kalmamıştır; İslamiyeti yer yüzünden silip süpürmek. Onlara göre bir kimse Muhammedi olmakla putperestleri karşısına almış ve kendilerine harp ilan etmiş oluyor. birinin müslüman olduğunu öğrenmeye görsünler; aman Allahım, o ne vahşi tablolar!Aç kurtlar misali saldırıyorlar. Bütün mesele dayanmak, tahammül etmek... Ne kadar, nereye kadar, hangi güne kadar? Azap, işkence, zulüm, zulüm, zulüm. Buna bir çare bulmalı; bir çıkış yolu aramalı. Acaba mir müddet için bile olsa Mekke'den gurbete mi göçseler? |
Cevap : Peygamber Efendimizin Hayatı (detaylı Anlatım)
Bir gurup mazlum sahabi, Resuller Resulünün muhteşem huzurlarındalar. Çektiklerini edebin en yüksek hali ile arzediyor; Sevgili Peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve sellem, birşeycik buyurmadan dinliyorlar... Sızlanmalar, dert yanmalar kendilerine malum olmasına rağmen tekrar tekrar büyük üzüntülerle anlatılıyor. Nihayet aziz arkadaşları, büyük; en büyük sahabi Hazret-i Ebu Bekir, radıyallahü anh, devreye girme zaruretini duydular.
Ey Allah'ın Resulü! Kafirlerin, Hatib bin Amr bin Abd-i Şems'e yaptığı işkenceleri görseydin bu arkadaşlarımızın dileklerini zarurete binaen kabul ederdin... Hazret-i Ebu Bekir'in bu ricası üzerine Resululalh hicret izni verdiler. Mekke'den, o ana-baba yurdundan sırf dinlerini korumak, ibadetlerini yapabilmek için ayrılma zahmetine giren bu garip ama eşsiz sahabiler, yine arz ettiler: -Ya Resulallah! Hangi memlekete gidelim; nereyi tevsiye buyurursunuz? Mü'minler, sevinçle karışık bir keder içindeydiler. Bir tarafta vahşi işkencelerden kurtulma ümidi, bir tarafta şanlı Peygambere hasret ve gurbet çilesi... Mübarek elleri ile Habeşistan; yani bugünkü Etiyopya'yı, Kızıldeniz'in batı tarafını gösterdiler... Eshab-i Kiram sevindi. Çünkü işaret buyurulan yer hem yakın, hem de Mekke ile aynı iklim kuşağında. Gidenler intibak zorluğu çekemiyecekler. On erkek ve dört kadın, Habeşistan'a gitmek için gizlice hazırlandı. bunlar: Osman bin Affan ve Sevgili zevceleri peygamber kerimesi Rukiyye binti Resulullah-ki Rukiyye radıyallahü anha'nın da hicret kafilesine dahil edilmesini server-i alem, Osman radıyallahü anha'a emir buyurdular; Ve Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rabia ve zevcesi Sühlet binti Süheyl, Zübeyr bin Avvam, Mus'ab bin Amr, Abdurrahman bin Avf, Ebu Selem't-ibni Abdülesad ve zevcesi Seleme binti Umeyye, Osaman bin maz'un, Amir bin Rebia ve zevcesi Leyla binti Ebi Hayseme, Ebu Sabret't-ibni Ebi Rahim, Hatib bin Amr bin Abd-i Şems, Haris bin Süheyl ve muhacirlerin sağlıkla menzile vardıkları haberini getirmek için kendilerine refakat eden Esma binti Ebi Bekr, radıyallahü anha... Hazret-i Osman, radıyallahü anh, ve eşi Rukiyye, Lut Peygamber'den bu tarafa küfrün elinden başka diyara göçen ilk aile. Bu sebeple buyurulan Hadis-i Şerif: -Osman ve benim kızım, Lut aleyhisselam'dan sonrra hicret eden ilk karı-kocadır. Muhacirler, kimsenin gözüne çarpmadan, kimseyi şüphelendirmeden sağ salim Kızıldeniz sahiline vardılar. Gerileyip gerileyip uysal bir at gibi ayaklarına kadar gelen dalgalar: -"Çok çektiniz. Büyük imtihan verdiniz. Binin sırtımıza sizi rahat günlere taşıyalım" diyordu; diyor gibiydi. Deniz, ufuklara kadar çağırıyor insanı. Hür ve huzurlu zamanlar, bu ufkun hemen arkasında. Fakat bu sırada bir aksilik oldu. Birden Nevfel binti Muaviye, devesi ile önlerine dikildi... devedeki adam, soran gözlerle bakışlarını tek tek yüzlerde gezdiriyor. Ciddi ve şüpheci. Mü'minlerin yüreği çarpınan bir kuş gibi. Ama dıştan aldırışsız ve soğukkanlılar. Adam, devesinde şöyle bir doğrulduktan sonrra sordu: -Nereye gidiyorsunuz böyle? Bu iki kelime, keskin bir nişancının ard arda fırlatıp tahtaya kapladığı iki yaman bıçak gibi sessizliği ortasında kesmişti. Düşmana hile caiz. Harp hiledir. Harpte düşmana yalan yine o harbin taktiklerinden bir taktik. Hemen cevaplandırdılar: -Denizde bir gemi parçalanmış onu satın almaya niyetlendik. Nevfel, pek tatmin olmadı. Tatmin olmadığı için de umre niyeti ile gittiği Mekke'de şüphesini müşriklere açtı... Kureyş'in arasında hemen mbir panik koptu. -Aman, dediler, bir ekip hemen ardlarından yetişip yakalasın. Gemi falan yalan. Onlar, bizden kaçan müslümanlardır. Gerçekten silahlı bir gurup kureyşli, vakit kaybetmeden Kızıldeniz sahiline vardılar.... muhacirleri yakalayacaklarına, onları bu defa öyle beter işkencelerden geçireceklerine inanmışlardı ki kumasalı boş bulunca beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Kıyı boyunca aşağı yukarı koşturdularsa da görünen hiç bir şey yoktu. Sahile vuran dalgalar, "ahmaklar", "ahmaklar" der gibi sert ve alaylı. Allahü teala, kendi aşkı uğruna vatanlarından ayrılma fedakarlığına katlanan mü'minlerin işlerinde kolaylık yaratmış, onlar, uygun deniz ve uygun havayla sal üstünde kısa zamanda Afrika yakasını bulmuşlardı. Kızıldeniz'in Asya sahillerinde tepinen kafir atlıları yumrukları ile boşluğu döve döve öfke içinde Mekke'ye döndüler. Bu sırada Habeş kralı, "Necaşi" isminde bir hırıstiyandı. Mekke'den gelen bir kafile müslümanın, ülkesine sığındığını haber alınca iltica sebeplerini araştırdıktan sonra emniyetlerinin sağlanması için görevlilere emir verdi... Mü'minler, rahat ve huzur içinde hiç kimse karışmadan ibadetlerini yapabiliyorlar... Bu esnada Mekke'de Vennecm Suresi indi. kahraman Peygamber, bu sureyi Kabe'de müşriklerin hazır olduğu bir zamanda okumaya başladı. Ağır ağır, tek tek okuyordu. İki ayeti kerime arasında bir miktar bekliyorlardı ki, anlamı zihinlere tam olarak yerleşsin. Yüce Allah, şöyle buyuruyordu: -Doğan ve batan yıldızlar hakkı için sizin sahibiniz Muhammed aleyhisselam, asla dalalet ve hatada olmadı. O, kendi nefsinden söz söylemez. Onun kelamı Kur'an-ı Kerim'dir. O'nun din işinde sözü ancak Allahü teala'dan gelen vahiydir. bu vahyi O'na çok kuvvetli olan Cebrail aleyhisselam getirmiştir ki, kanadıyla ve haykırmasıyla nice şehir ve milletleri yerle bir etmiştir. Lat ve Uzza ve Menat ismindeki putlara ibadet edersiniz. bunların kudretleri nedir ki Allahü tealayı bırakıp onlara taparsınız? Surenin okunması bitince Sevgili Peygamberimiz, secdeye vardılar. Kafirler de secdede. Hatta kendini beğenmişleri bile yerden bir miktar topratk alıp alınlarına sürerek güya secde etmiş oluyorlar... Garip! Hem de çok garip. Kafirler can düşmanları ile birlikte secdeye varsınlar. nasıl olur? İzahı şöyle: Efendimiz, kafalara tam olarak yerleşsin de unutulmasın diye ayet aralarında bir miktar durarak yavaş yavaş okuyordu ya? İşte ütün sır burada. Şeytan; o lanetlenmiş mahluk, bu duraklardan yararlanarak müşriklerin kulağına sanki Resulullah söylüyormuş gibi şu sözleri duyurdu: -Putlar uludur. Onlardan şefaat beklenebilir... Allah düşmanları, sözü efendimizin söylediğine inanarak sevindier ve o yüzden yere kapandılar. Ve kendi aralarında toplanan kafirlerin vardığı karar: -Muhammed ilahlarımızı tanıdı ve dinimizi kabul etti. Zaten biz de rızık verenin, öldürenin ve diriltecek olanın Allah olduğunu biliyoruz. Lakin putlarımız da şefaatçidir. O, bugüne kadar bunu reddediyordu. Bundan dolayı kendisine düşmandık, bu yüzden intikam alıyorduk. Ama madem ki şimdi gerçeği kabul ediyor. Biz de bundan böyle ne o na, ne yolundakilere hiç bir sıkıntı vermiyeceğiz. Artık sulh dönemi başlamıştır. Şimdiden sonra barış içinde yaşayacağız. Şeytanın hilesini müşrikler böyle ahmakça bir yoruma bağlamışlardı. Ortalıkta şu asılsız söz dolaşmaya başladı: "Muhammed aleyhisselamla, kafirler barış andlaşması yapmışlar!!!" Velid bin Mugire, teminat vermek için Resulullah'a geldi: -İnandığın yolda selametle yürü. Bundan sonra sana dokunmayacağız. Belki yardım bile edebiliriz. Peygamberimiz, hayret ettiler. putperestler niçin yumuşamışlardı ki? Cebrail aleyhisselam, gelerek olup bitenleri ayrıntıları ile nakletti: Sevgili Peygamberimiz, şeytanın kendi sözlerini ayeti kerimenin arasına katmasına çok üzüldüler. Yüce Allah, Habibi üzülmesin diye yine Cebrail aleyhisselamı yolladı: -Senden önce gönderdiğimiz şeriat sahibi Resuller ve onları takipçisi Nebiler, ayet-i kerime okumak veya bir şey konuşmak arzuladıkları vakit şeytan, o Peygamberin sözüne de bir şeyle, katardı. Cenab-ı Hak, ilahi kelamla Şeytani sözü birbirinden ayırır; sonra kendi ayetlerini hüküm ve isbat eder. Allahü teala, insanların hallerini bilici ve hükmünü icra edicidir... Allah'ın Resulü, teselli bulup rrahatladılar ve bu defa yeni gelen bu ayet-i kafirlere duyurdular. Putperestler, bunun üzerine: -Demekki Muhammed, ilahlarımızın Allah yanında yüksek dereceleri olduğunu ikrar ettiğine pişman oldu. Bu sulh andlaşmasını bozmak demektir. Öyleyse biz de barıştan vazgeçtik. O ve yolundakiler yine düşmanımızdır. Açıkça ilan ediyoruz! Mekke'de bütün bunlar olup biterken Habeşistan'a göçen müslümanlar ne yapıyor acaba? Onlar rahatlar. Necaşi iyi bir ev sahibi. Fakat bu asılsız muahede söylentisi da oralara kadar uçtu. bunu işiten muhacirler: Öyleyse dediler,biz de vatanımıza avdet edelim.Buraya putperestlerin dayanılmaz eziyetlerinden kurtulmak için göçmüştük.Madem ki sebep ortadan kalktı biz de gidelim. Hakikaten döndüler.Ama şayianın yalan olduğunu ancak Mekke'ye geldiklerinde öğrenebildiler...İş,işten geçmişti. Varsın geçsin. Allah'ın takdiri ne ise elbette o tecelli edecektir. ...... 39 "En'am suresinin 22.ayetinde:"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz;O'na insanların arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kişi"diye övülene nice selam ve nice gıpta ve nice hürmetler olsun. Safa Tepesin'i görüyoruz.Bir gurup insan,toplanmış bir puta tapınıyor ve yalvarıyorlar.Ey tanrımız bize bol nimetler ver,şöyle şöyle kötülüklerden koru gibi. Taptıkları put Velid'in. Yani öyle garip bir tanrı ki bir de sahibi var. Peygamberimizin hizmetçisi Abdullah İbni Mes' ud hazretleri de orada ve onları uzaktan seyrediyor...koca koca adamlar,kendilerinden geçmiş halde putun önünde tuhaf hareketler içindeler. Ayin yapıyorlar. Gülünç ve insan haysiyeti için iğrenç manzara. Ahmaklığın en net karikatürize edilmiş tablosu; küfrün tiyatroluk fotoğrafı. Abdullah ibni mes'ud, radıyallahü anh, birden efendisini görüyor. Evet O geliyor;büyük kurtarıcı ahenkli adımlarla yaklaşıyorlar.Tehlike,tuzak,ihanet onları durduramıyor.O, mübarek elleri ile dalalet perdesini aşağı çekip şu zavallı mahlukları, küçüklükten insanlık seviyesine yüceltmek;yani müslüman olmalarını gerçekleştirmek için büyük davetini bir kere daha tekrarlayacak.Ne derlerse desinler,tavırlar, kabulleri,öfkeleri hangi çap ve hangi buudda olursa olsun davet tekrarlanacaktır... Efendimiz,başlarında, adamlar,ürkek,şaşkın ve küstah. Emir, en çarpıcı kelimelerden kurulu bir davet cümlesi: -Ey Kureyşliler "La ilahe illallah" deyiniz!... Küfrün beyninin tam ortasına indirilen bir balyoz. Yani: Yanılıyorsunuz, Halık'ınız olan ilah, Velid'in bu tahta parçası değil; ezeli ve ebedi olan Allah'dır. Mesajın anlamı bu. Söz, müşriklerin arasına bir dinamit gibi rüşmüştür. Gururları yaralandı ve nefsleri kabardı.. Velid başı çekiyor. Ebu Cehil'e dönerek: -Ne dersin şunu bir güzel mahçup edeyim mi? -İstediğini yapmakta serbestsin! Velid, bir tırmarhanelik tip gibi putunu boynuna asarak Resuller sultanı'nın karşısına dikildi. Mağrur ve edepsiz: -Sen bize her zaman ne diyordun? "Allah, insana şah damarından daha yakındır" değl mi? Bak işte benim tanrım bana ne kadar yakın. Herkes onu görmekte, Peki senin Rabbin hani? Haydi sen de onu göstersene! Sevgili Peygamberimiz, bu sersem mantıklı çok bilmişe karşılık vermeyi lüzumsuz gördüler. Velid, bir cevap alamayınca savaştan gelen mağrur bir kahraman edasıyla yoldaşlarının arasına döndü. Putu tekrar karşılarına dikerek, ayini sürdürdüler... bu defa dilekleri kan kokuyordu: -Ey tanrımız! Şu Muhammed'in ettiği yetti artık. bak sana bile sataşıyor. Herhaled onu öldürmekten başka çare kalmadı. Bu dileğimiz için bize yardımcı ol... Peygamberimizi, Velid'in kuru ağaç parçasına ispiyonlayan putperestlerin sözleri bitince bir kafir cinni, nice zamandır beklediği fısatı bulur bulmaz hemen bunu kullandı. Putun içinden "izin veriyorum. Katledebilirsiniz. Ben de yardımcı olurum" diye sesler işitilmeye başlandı. Kafirler, şaşkın ve sevinçli. Şaşkınlar, çünkü tanrılarından daha evvel bir şey duymuş değiller. Sevinmelerinin sebebiyse yakarışlarının güya kabul görmüş olması. Hace-i Kainat ve mübarek hizmetçileri de putun dediklerini duydular. Efendimiz, Abdullah ibni Mes'ud'u da alarak üzüntülü bir halde geri döndüler. Abdullah ibni Mes'ud, radıyallahü anh, ancak eve vardıklarında sormaya cesaret edebildi: -Ya Resulullah puttan gelen sesleri siz de işittiniz mi? Aziz Peygamber, sallallahü aleyhi ve sellem, meyus bir halde iken daha evvel böyle bir sualle incitmek istememişdi. -Evet; O, putların içine girerek halkı Peygamberlerin katline teşvik eden bir cinnidir. Ama daha evvel hangi cinni bunu yaptıysa sonunda helak olmaktan kurtulamadı. ......... Aradan epeyce zaman geçmişti. Bir gün Sevgili Peygamberimiz, Abdullah ibni Mes'ud'la birlikte oturuyorlar. Aniden bir selam işittiler. Peygamberimiz selamı aldı ama hizmetçileri kimseyi göremiyor. Oratılakta olan biri yok. Abdullah ibni Mes'ud radıyallahü anh'ın şaşkınlığı devam ederken insanların ve cinnilerin Peygamberi, sallallahü aleyhi ve sellem, meçhul sese sordular: -Gök ehlinden misin, yer ehlinden misin? -Cinniyim. -Niçin geldin? -Musır isminde bir kafir cinninin bir putun içine girerek müşriklerin zatı alinize ziyan vermesi için onları teşvik ve tahrik ettiğini ve sizin de bundan üzüldüğünüzü işittim. Haberi aldığımdan beri bu dinsizi arıyordum. Nihayet O'nu yine Safa Tepesi'nde yakaladım; ve bir kılıç darbesi ile canını cehenneme yolladım... Yarın aynı tepeye gelerek müşrikler, putlarına tapınırken onları hak dine çağırmanızı istirham ediyorum. Siz, onları Allah yolunda davet ederken ben de Velid'in putuna girer ve sözlerinizi tasdik ederek sizi ve islam dinini överim. Böylece dostlarınız sürurlanır; düşmanlarınız üzüntüden kahrolur... -İsmin ne senin? -Semhec. -Sana aha güzel bir isim vermemi ister misin? -Hangi ismi ya Resulallah? Sevgili Peygamberimiz: -İsmin "Abdullah" olsun, buyurdular: Cinni, kendisine bir peygamberin hele son ve en büyük Resul'ün bizzat ad vermiş olmasına o kadar çok sevindiki. Peygamberimiz ve İbni Mes'ud, radıyallahü anh, ertesi sabah Safa'ya gittiler. Puta tapıcılar orada ve putlarına kulluk etmekle meşguller... Allah'ın Resulü onları tekrar tevhide ve islam dinine çağırıyor. Efendimizin sözleri üzerine kafirler, inat ve nisbet olsun diye putlara secde ederek yalvarmaya başladılar: -Ey tanrımız bize Muhammed'i ve O'nun dininin kötülüğünü anlat; O'nu mahcup et! Puttan sesler gelmeye başladı. Ses, efendimizi öven bir kaside okuyor. Şiir bitti. Bu defa islamiyeti düzgün bir arapça ile methetmeye başladı. Abdullah, vazifesini çok güzel yapıyordu. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.